Tumgik
potpori · 2 years
Text
Lacivert Cep
          Bak nasıl da gerinip geziyor velet! Dünkü götü boklu!  Dar geliyor bana bu oda. Annemin ağzına kadar kristal dolu büfesi başımdan aşağı dökülüyormuş gibi. Karşımda o yarı resmi kıyafetiyle, Allah’ın belası, dünkü boklu velet! Anneannemden kalma el dokuması halı ayağımın altından çekiliyor. Şampanya rengi duvar boyası kanıma karışıyor.
           Casual giyimli piç!
           Neymiş efendim işe girmişte, çok sevinçliymiş! Geberesice! Yok, o kadar da değil yahu.. Annem de onu övüyor, bak bak ne yakışıklı olmuş değil mi? Bugün işte ilk günüymüş! Mezun olduğumda bana bu kadar merasim yapılmadı be! Annem bana “Yönetmen olacağım derken, ne yöneteceksin yani?” diye gönülsüz ağzı yarım sordu da sonra ölmüş babamın fotoğrafına doğru bakıp iç geçirdi. O bakışında “aldık başımıza belayı” sözü vardı.
           Yeğeni işe başlıyor. Hem nasıl bitirim çocuk. Dışa dönük. Alfa dediklerinden.
           Yok yok GEBERESİCE!
           O kadar mı, o kadar!
           Alfa olmayı önemsemiyorum ben. Ne oluyor yani alfa olunca? Yemek yenecek yer hakkında “fark etmez bana” demişim. Hah, işte bu alfa olmadığımı gösteriyormuş. Sinemaya giderken hangi filme gitmek istediğimi söylemezmişim. Hande öyle diyor. Hande beni yanında bulundurmaktan hoşlanan bir arkadaşımdır. Sürekli laf sokar. Hiçbir yaptığımı beğenmez ve beni manipüle eder. Bu yanında bulundurulma hissimin intikamını sevgilisiyle yatarak almıştım.
           Hande’ye beta şoku!
           Arkadaşıyla hala görüşürler. Üç ay küstüler sadece. Kız kardeşlik kazandı. Kız yürütücü yapımcı oldu.
           “Kızım bak ne yakışıklı olmuş yeğenin” Annem cümlenin başına “kızım” koyarsa belli ki beni sinir etmek istemiştir.
           Kızım da kızım. Kızım de bana kızım. Kızım, kızcağızım benim. Kızım, kızçelerimi ham diye yerim!
           Ana kız arasındaki sinsi çekişmeyi tarih kitapları pek yazmaz. Nedense… Ben de oturup yazamam (oturup yazamaz da hakikaten). Fır dönüyorlar etrafında. Dayım çocuğuna sanki dünyada işe başlayan ilk insan oymuş gibi bakıyor. Gözleri altın ya da çizgi film doları. Bir sermaye, bir gurur ki sormayın. Soracaksanız illa, bana sormayın.
           Gerim gerim geriliyor velet. Daha dün şu yatağa bebeyken koydular seni. Kundak çocuk! Senin bitirim hallerine sokayım! Gerim gerim gerilirken sen, benim gözümün önüne götündeki bok parçasının nasıl temizlendiği geliyor. Dayım temizlemedi. Yengem temizledi. Sonra yengem evden kaçtı. Kendisine çok bok temizletildiği için sanırım. Bir de anasız büyüdü diye ödül aldı bu velet. Keşke benimki de kaçsaydı ben de ödül alsaydım şu evin odalarında. Öksüzlük ödülü bana gidiyor. Kalkıp ağlamaklı teşekkür konuşması yapıyorum. Teşekkürler öksüzlük, bana hayat verdin. Teşekkürler öksüzlük beni “biri” yaptın.
           Kızım da kızım, odasından çıkması lazım.
           Hiç çıkmazdı odasından hakikaten. Hep film izlerdi. Bir keresinde American History X’in sikiş sahnesi sırasında, anası odaya dalmıştı da ekrana bakınca “cık cık cık” yapmıştı, elinde getirdiği üzümlerle bakmıştı kızının suratına. Kız da hiç utanmamıştı.
           Neden utanacakmışım ayol!
           Kızım da kızım, utanması olmayan entel kızım. Annemle Sıdıka dizisinin çok sıkıcı bir versiyonuyduk. Annem yarı muhafazakardır. Tam muhafazakar olmak için gereken şartlara sahip değildir. Canlı coşkulu kadındır ama gerektiğinde ölü taklidi yapmasını çok iyi bilir. Mesela benim mezuniyetime geldiğinde, cenazemde gibiydi. “Anne bi Kuran okutup pilav dağıtalım mı” diye sorsam, hiç yadırgamadan “Vallahi iyi olur yapalım” diyecekti sanki.
           Anam da anam, çilekeş olmayan ama öyle davranmayı seven apartman annesi anam. İğne işi bilmez bankacı anam. Emekli ve ağzı kokan anam.
           Benim ağzım kokmaz. Ben her şeyden önce bir anneyim. Sen sinemacı olacaksın diye ben emekli halimle gittim bir de sekreterlik yaptım.            
           Babam öğretmendi. Benim de öğretmen olmamı istiyordu. Şimdi yeğenimi görse, boklu yeğenimi, o da deliler gibi sevinirdi. Kızım sinemacı nedir, diye soramadı babam, ben lisedeyken ölmüştü. Bu soru anneme kaldı. Bu soru annemin ağzına daha çok yakıştı. Babam sormadı, duymadım ama onda eğreti dururdu bu saldırgan soru. Babam pasif agresifti. İntikamını uzun zamana yayardı.
           Baban benim gibi değildir içine atar. Zaten o yüzden öldü.
           Kızım da kızım. Babanı kaybettik kızım.
           Babam çok sigara içtiği için ölmüştü. İçine attığı bir şey yoktu. Aksine çok da güzel laf sokardı. Homur homur, ağzının içinde giydirirdi herkese. Özellikle dayıma. Dayımın solcu, gerizekalı ve paracı olduğunu dillendirirdi sürekli. Oysa dayım sadece liberal bir yavşaktı. Muhafazakar babalar liberallere solcu der. Amerika mı burası baba!?
           Babanı kaybettik. Annen hayatta. Dayın yaşıyor. Yeğenin işe başlıyor. Yengen başka adamın koynunda. Sen barda çalışıyorsun. Her şey yerli yerinde.
           O alkolik suratıyla karşıma geçiyor. “Bak nasıl oldum abla!" diye soruyor. Senin ablanın amına koyarım, diyerek ceket cebine elimi takıp hızla yırtıyorum. Bir anda oluyor. Cart diye. Belki bir ihtimal Cort diye.
           Sessizlik üç yıl sürüyor odada. Anne dayı şaşkın. Ben de şaşkınım. Yeğen hepten öyle. Küçük çocuk gibi oturup ağlamaya başlayacak birazdan. Vay ceketimi yırttı diye. Pahalı ceket. Pahalı takım. Bilmem ne avm’deki bilmem ne mağazasından alındı. Dayım annemden borç istedi. Annem, hediyem olsun, demiş.
           Kız sen bana hiç hediye almadın ya şu yaşıma kadar, ağzı kokan kaltak!
           Aa yok o kadar da değil yahu!
          O kadar yani artık dayanamıyorum!
           Bırakalım şimdi anne kutsaldır ayaklarını falan. Benim burama kadar geldi. BURAM. Eliyle alnını gösteriyor gibi düşünelim yani. Dua et sadece cebini yırttım, kafa göz dalmadım sana. Hani sebebi ne desen onu da bilmiyorum. Şöyle ağzını burnunu kırsam rahatlarım gibi geliyor. Şımarık velet! Bokun götüne sıvanmış !viyi viyik! diye gezdiğin zamanı biliyorum ya, kime bu havalar. Bilmem ne markasından bilmem ne takımından on tane giysen ne olur!  Kızım da kızım, ölesiye şeytan dölü gibi bir şey misin kızım, bardan eve geldiğinde leş, ev de bulamadın kendine, ben senin götünü topluyorum hala, işte yönetmen mönetmen olacağım dersen böyle olur, başımıza gelecek iş varmış, çekeceğim çilem varmış, artık rahat bırak beni n’olur!
           Cart diye söküldü lacivert cep. Cort diye belki de. Böyle geldi içimden. Benim de ilgi gösterme şeklim bu demek ki. Hani uzak ülkelere gidersiniz, birtakım kabilelerin sevgi gösterme şekli sanki ananıza sövüyorlar gibidir ya, öyle yani. Kültür farkı kanka, anladın mı?
           Ben zaten herkesi böyle ceket cebini söker gibi… neyse...
           Yok anlamadı. Anlamaz. İçer sıçar halasının parasını yer ve asla anlamaz. Bütün aileyi sikip attı, baş tacı oldu. Benim sesim çıkmadı, Exorcist Linda muamelesi gördüm. Neyse…
           Sessizlik bozuldu. Yeğenim dayıma dönüp küfür müfür etti. Naptı ya bakın naptı diye bağırdı durdu. Üzerime yürüdü. Ay kaç tane erkek dövdüm sen de mi korkacağım! Neyse annem yetersiz dikiş bilgisiyle cebi onarabileceğini söylüyor, bana ters ters bakıp laf söylüyor, ne söylüyor bilmiyor. Ben de uzaklaşıyorum o anda odadan. Kristal dolu bir büfe olarak boşalıyorum kafalarına. Babamı da kaybettik beni de kaybettik herkesi de kaybettik. Kaybetmediğimiz kimse kalmadı. Hande, sevgilisi, dayım. Onları da kaybettik.
           Ve ben çok mutluyum.
                                                                               emre varışlı, 2022
0 notes
potpori · 3 years
Text
Six Feet Under: Bir Tv Dizisinden Fazlası ya da Ölen ile Ölünmeli mi?
 Ölüm, yaşayanların işidir. Yaşayanların onun hakkında yaptığı tanımlar, ölülerin anlattıklarından daha fazladır. Bazı ölümler daha erkendir. Bazı ölümlerin geç bile kaldığını kabul etmek zordur. Bazı ölümler ise hiç bitmez.
Kimi tanrıya kavuşacağını, kimi karanlığına geri döneceğini, kimi tekrar dünyaya düşüp cezasını ya da ödülünü bu kez bulacağını düşünür. Hayatında, hayatını hiç düşünmemiş ölüler vardır. Onların cenaze işlemleriyle ilgilenenler pek ağlamıyorsa, suç hayatın değildir. Vasiyet, ölünün tekrar iktidara gelme çabasıdır ancak, iş işten, can candan geçmiştir. Birileri kendini daha fazla suçlu hisseder. Birileri size hala borçludur. Mutlaka ‘zamanıydı, iyi oldu’ diyenler çıkar. Birilerinin başı sağ olur veya ‘huzur içinde uyuyacak olan’ın ardından itinayla yas tutulur.
Yas, insanı tutar. Hayatta kalanlar gidenin ardından kendi hesaplarına gömülürler. ‘Yaşayan’ hayatlarıyla ilgili kararlar alırlar, fikir değiştirirler, yeni yolculukların hayalini kurarlar. Fotoğrafların serin boşluklarında yaşamaya başlarlar. Bazen eşyanın ayrıntısına dalıp giderler. Bir ölünün kıyafetleri, her gün dokunduğu şeyler… hepsi boyut değiştirmiş gibidir. Bir zamanlar onlar da hayatın gündelik keşmekeşinde yerlerini almışlardır. Bir ceket, bir kimlik, bir müzik seti, sıkı bir kütüphane, kahve masası… hepsinin üzerinden sarı toz bulutarı geçmektedir. Ölü evinin garip sessizliğinde herkes hayat hakkında payına düşeni anlar.
nesne-kimlik-oradaolma-sistem.
Bir dolu ölüm çeşidiyle karşılaşabilecek insanın pamuk iplikleriyle arasındaki bağlantı sandığımızdan daha incedir. Kader-Kimya-Ecel… ya vaktiniz dolmuştur ya da kendinize dikkat etmiyorsunuzdur, ya da sandığınızdan daha karmaşık bir döngüyle kısırlaşmış meselenin sizi bulması an meselesidir.
Ölümü en teferruatlı şekilde karşılayan ‘yaşayanlar’ ise, vasat ya da görkemli törenlerle aslında kendilerini memnun bırakmak isterler. Çoğu ‘ölülerine’ kızgındır. Hepsi bunu bastırmaya çalışırken kara mizah doğar. ‘Ölü olan’ ile bitmemiş işler, kapanmamış hesaplar, ona söylenmemiş sözler vardır. Onun kendisini değerli ya da bir pislik gibi hissetmesi için yapabileceğiniz daha çok şey varken o ölüp gitmiştir.
Alan Ball’ın yapımcılığını/yaratıcılığını üstlendiği, her bir bölümü  Alan Ball ve farklı yazarlar, farklı yönetmenler tarafından yönetilen, 2002-2005 yapımı 5 sezon 63 bölümlük Six Feet Under tam da bundan bahsediyordu; Ölümden… ancak ölülerden çok hayatta kalanlardan.
Bazen sadece ‘hayatta kalmak’ bile insanın içinde, içine düşmesi kolay çukurlar açabilir. İnsanın hayatından daha değerli ne vardır? Hayat sanıldığı kadar zor mudur? Zaman diye bir şey aslında yok mudur? Ölümümüzü getirenler, koşuşturmalar içinde ıskaladığımız her şey midir? Bu hayatta herkes mi ‘öteki’dir? Tanrı’nın artık bir organizatöre mi ihtiyacı vardır?
Fisher Ailesi, bir Cenaze Evi işletiyordur. Evin babası Nathaniel Fisher ve işi ondan devralacak eşcinsel oğul David Fisher, ‘gençlik ateşi’ uğruna, babasının yolundan gitmeyeceğini kanıtlamak için evi terk eden oğul Nate Fisher, kocasını kuaförüyle aldatan, kendini hayattan sakınmış ve çocuklarının kendinden nefret ettiğini düşünen anne Ruth Fisher ve ergenliğini ‘sihirli mantarlar’la – cinsiyetini keşfetmenin kaçınılmaz oyunlarıyla süsleyen geleceğin parlak sanatçısı Claire Fisher bu evin sakinleridir.
Nathaniel Fisher: Dizinin ‘esaslı hayaleti’dir bir bakıma. Bir yaşayan olarak mizahı kendine katmış ancak çevresinden bunu hep saklamıştır. Ailesi onu tutucu, geri kafalı ve mükemmeliyetçi bir baba olarak görmektedir. Kızı Claire ile neredeyse hiçbir bağı yoktur. Büyük oğlu Nate’in evi terk etmesine güya fazla ‘içerlemiş’ olup, Ortanca oğlu David’i yanında yetiştirerek, ondan müthiş bir ‘Cenaze Direktörü’ yaratmıştır. Aslında oğlu Nate onun alter-egosu olarak hep yanındadır. Nate evi terk edip gidebilmiştir. Nathaniel ise kalıp ölülere rekonstrüksiyon yapmıştır. Ara sıra takıldığı ot ve ölümünden sonra oğlu Nate tarafından tesadüfen keşfedilen ‘otel odası’nda rock’n’roll dinlemek, belki güzel kadınlarla sevişmek dışında bir eğlencesi de yoktur.
Hayatta takındığı bilge tavır elbette sıkışmışlığına paravan olan süslü bir savunma güdüsüdür. Alaycı huzuru içinde, ailesiyle hiçbir zaman istediği iletişimi kuramaması, onu aldatan karısı Ruth ile arasındaki uçurum, belki zamanında çok ittiği, ittikçe onun üzerine yıkılan işinin imdat çağrıları vardır. Oysa Nathaniel Fisher biraz ilgi, biraz güler yüzle tavlanabilecek derecede ‘kolay’ bir heriftir. E, bazıları gerçekten ‘bir tatlı huzur almaya gelmiştir hayttan…’
Her baba kadar suçludur. Her baba kadar olduğundan daha fazla şeydir. Her baba kadar ölümsüzdür. İşte bir gün ölür ve olaylar gelişir.
 ____Dizinin her bölümü Fisher Aile’sinin dışında akıp gitmekte olan hayatın içinden insanların ölümleriyle açılır. Mastürbasyon yaparken boğulanlar, en trajik trafik kazalarında parçalananlar, garajda arabalarının içinde en sevdiği grubunu dinlerken intihar edenler, çok güzel bir günde kalp krizinden ölenler, soyguncular tarafından vurulan kasiyerler, vücuduna kanser yayılmış halde bekleyenler, overdose yaşayanlar ve daha bir dolu ölüme tanıklık ederiz.
____Aynı anda Alan Ball öyle bir dil kullanmıştır ki, ölüm aynı zamanda, giyinip işe gitmek için evden çıkmak, öğle tatilinde birileriyle görüşüp kahve içmek ya da bir film kiralayıp cumartesi akşamı sevgilinizle evde vakit geçirmek kadar olağan bir şeydir. Fazla büyütülmesine gerek yoktur. Önemli olan doğumdur, ve insan sadece doğar. Paralel yaşama da gönderme yapan Ball ‘Bir insan burada ve her yerdedir” der.
 Nate Fisher: Dizinin ‘sorunlu, yakışıklı ve babası gibi bilgeliğe’ adım atmakta olan kahramanıdır. Hikayenin büyük bölümü onun omuzlarında yükselmektedir. İlkgençliğinde istediği hayatı yaşamak amacıyla evden ayrılıp Seattle’a gitmiştir.
İstediklerini eyleme dökme konusunda Fisher ailesinin en yetenekli üyesidir ve bütün aile bireyleri tarafından içten içe kıskanılmaktadır. Nate sıkışmayı, ortadan yürümeyi, bir Cenaze İşleri evinde yavaş yavaş çürümeyi ve organize ettiği ölülerden bir farkının kalmayacağını düşündüğü düzenin içinden kendisini sıyırıp almıştır.
Ama her ‘önemli serseri’ bir gün evine döner. Bilir ki nereye giderse gitsin o bir Fisher’dır. Kimyası onu dinlemeyecektir. Ve eve döndüğü gün babasının ölümüyle yüzleşecek olması, Seattle geri dönecekken annesi Ruth’un ‘Birkaç gün kalmalısın..’ isteğinin üzerine, her zaman çekindiği hayatın yavaş yavaş bir parçası, her zaman ittiği Cenaze Direktörlügü’nün patronlarından biri olacaktır.
Eve dönerken hava alanının deposunda seviştiği kadın Brenda ise onun en büyük takıntılarından biri olarak kişisel tarihine geçecektir. Yattığı kadınların sayısını hatırlamayan, sabahları yalnız uyanmayı sevmeyen, çapkınlığı dillere destan Nate bu kez sert kayaya toslamıştır. Bu kaya kendi içindeki ‘aile’ kurma ve sorumluluk almanın gitmeyen gölgesidir.
 Brenda, Nate’in içindeki ‘babayı’ dürtüklemiştir. Ona tüm kadınlığını ve deliliğini vererek kurtarılmış bölge yaratmaya çabalar. Ancak kendi deliliğine teslim olan Brenda şansızlık olup çıkar.
Nate Cenaze Direktörlügü’ne geçişte hiçbir şeyi tam olarak sorgulamaz. Bir karar vermiştir. Büyüdüğü evde kalacak ve aile işinin bir üyesi olacaktır. Kardeşi David’in ‘evde kalıp’, aile işini yürüttüğünü, giderek babasına benzemeye başladığı görür ve kendini bilinmezin içine atar. Bu serüvenin bir parçasıdır.  Babasının hayaleti her zaman yanındadır. Ve aynı zamanda onu ölüme çağırmaktadır. Hatta bir keresinde babasıyla ilgili gördüğü hayalde, Nathaniel Fisher, Hayat ve Ölüm ile oturmuş kumar oynamaktadırlar. Ölüm hınzır bakışlarıyla zenci Hayat’ı süzmektedir. Zenci Hayat ise Ölüm’e karşı boş değildir. Cilveleşirler. Nathaniel, oğlu Nate’in buna tanık olmasını özellikle istemiştir.
En sonunda Hayat, Ölüm’ün kucağına atar kendisini ve şehvetle sevişmeye başlarlar. Hayat zevkten şöyle bağırıyordur; İşte bu denge bebeğim!
Nate’in her zamanki gibi midesi bulanır.
 ____Dizide karakterlerimizin görünür yüzleri kadar, görünmeyen yüzlerine, hayallerine, anlık travmalarına, gel-gitlerine de görsel olarak tanık olmamız hayli üzücü ve hayli komik oluyor. Claire Fisher’ın sınıfta, matematik öğretmeninin kafasını düşünce gücüyle patlattığı, Nate’in peşini bırakmayan hayalet baba Nathaniel’ın her akla lazım aforizmaları, David’in gay’liğini etrafa kabul ettirmeye çalışırken yaşadığı travmaları, Ruth’un atlatamadığı kocasının, çocuklarının ve hayatı ıskalamanın yarattığı boşlukları onların zihinleriyle ekranda olduğu gibi izlediğimizde düşünüyoruz; hangimiz biraz kaçık değiliz ki? kim gerçekten başka biri tarafından her anlamıyla tanınabilir ki? Alan Ball Adams Ailesi’ni seviyor muydu? (..onların güzel bir versiyonu Fisher ailesi)
 Ruth Fisher: Anneliğin tüm oyunlarını oynamakla yükümlü olduğu sırada aslında çocuklarının ve çevresindekilerin onu hiç önemsemediklerini keşfeden bir kadın olarak Ruth’un ‘ölümden önce son çıkış’ olarak yaşadığı tek şey, kocası Nathaniel’ı kuaförü Hiram ile aldatması olmuştu.
Hayatında her zaman ölçülü ve saygılı olmanın kitabını yazarcasına davranmış, insanlara olduklarından fazla değerler yüklemiş, hayatını ve kendini ıskalamıştı. Çocuklarının hayatında neler olup bittiği asla tam olarak bilememesi onu çileden çıkarıyordu. Kimse onunla bir şey paylaşmıyordu. Nathaniel ile bağları çoktan kopmuştu. Ona hala aşıktı ancak fazla ‘incelik’ beklediğinden duygularını yaşayamıyordu. Yaşadığı suçluluk duygusu sayesinde hayattan uzaklaşıyordu.
Kocasının ölümünü bir Noel günü öğrenmişti. Yemekler hazırlamış, gülümsemeler hazırlamış ve kendini müthiş bir aile yemeğine hazırlamıştı. Oysa o sırada bir cesedi yetiştirme telaşında olan Nathaniel’a bir otobüs çarpmak üzereydi. Otobüs Ruth’un tam hayatına çarpmıştı. Sanki hiç evi terk etmemiş gibi çıkıp gelen oğlu Nate, kilometrelerden daha uzaktı. Claire ergenliğinin çıkmazlarında yürüyordu, David ise ketumluğu ve kendisinden genetik olarak aldığı ölçülülüğüyle sinir bozucuydu.
Ruth’un hayatındaki en önemli detaylardan biri de kardeşi Sarah’tır. Sarah Ruth’un tersine özgürleşmeyi seçmiş, tanrı yerine ‘büyük ruh’a inanan, beat kuşağından günümüze kalan bir figür olarak her zaman ayrıksı ot olmuştur. Ruth, kardeşinden nefret etmektedir çünkü onun hayatına çok özenir. Sınırları geniş tutulmuş böyle bir hayata sahip olamadığı için onu küçük görmeye başlar.
Gel-gitlerinin ardından, hayatı keşfetmeye başlayan Ruth, tabularını çöpe atmaya kalktığında çok korktu. Yaşamak korku vericiydi. Hayata temas edebilmek adına, yaşına rağmen deneyimlemediği onca şeyin arasında kaybolmak onu korkutuyordu. Yine de artık kendi sınırlarını genişletmesi ve delirmesi gerekiyordu. Kızının sanatsal yeteneklerinin getirdiği depresyonlar, Oğlu Nate’in eve dönüp yeni bir hayat kurma çabası, kocası Nathaniel’ın hayaletiyle hesaplaşmalar, oğlu David’in cinsel yönelimini öğrendiğindeki ‘ne yapacağını bilememe’ ve kendini yeni tecrübelerin kucağına bırakması Ruth’u hikayedeki belki de en gerçek kişi yapmaya yetiyordu.
 ____Dizinin her bir bölümünde çeşitli nedenlerle ölen kişiler Fisher Ailesinin Cenaze İşler’i evine getirilir ve burada cesetlere çeşitli kimyasal maddelerle rekonstrüksiyon yapılırdı. Bazı ölü yakınları cenaze töreninde tabutun kapağının açık olmasını isterler. yakınları ölüyü son bir kez görmeyi seçer. Ama bunun tam tersi de olabilir. Hayatla herhangi bir ilişkisinin kalmasını, metalaşmasını veya gösterileşmesini istemeyenler de çıkabilir. Bazılarının tören yapacak parası bile yoktur. Bazıları bir opera dekoru kurdurarak şaşalı bir şov bile isteyebilir.
David ve Nate ölü yakınlarının hikayelerini ve yakınmalarını dinledikçe kendi hayatları hakkında düşünürler. Özellikle Nate artık profesyonel bir cenaze direktörü olduğunda yanlarında çalışan Federico’nun düzenlenen bir cenaze törenine ‘Gereksizdi’ demesi üzerine Nate’in ‘Cenaze törenleri ölüler için değil, ardında bıraktıkları içindir’ demesi onun hayat ve ölüm arasında nasıl bir bağ kurduğunu göstermektedir.
Aslında dizideki karakterler hayatı deneyimleme açısından her zaman özgür olabiliyorlardır. Acak Fisher Ailesi Amerika kadar düzgündür. Ve kendilerini nesneden, etkileşimden uzak tutmaya çalışırlar. Birbirlerini için her zaman taze analiz nesnesidirler. Apolitik görünen hikaye esasen bireyden topluma doğru uzanan köprülerin ne kadar sağlam olup olmadığını açıklar. Yine de Bush karşıtı söylemleriyle arada parlayan Claire, George(Ruth’un ilerideki ‘çatlak’ hayat arkadaşı) ve Ruth’un özgürlüğüne düşkün, eski bir drug-addict olan kızkardeş Sarah hikayedeki daha direk tavırlarıyla öne çıkarlar.
Alan Ball Amerika’nın bu ‘sessiz’ eleştirisinde, dünyaya kapalı bir toplumun her türlü ekonomik ve teknolojik çoğullaşmaya karşın ne kadar tek başına kaldığını anlatır. Her açıdan ‘fast-food’ olan yaşam tarzları sayesinde aslında birbirlerini tam anlamıyla dinlememektedirler bile. Herkesin söylediği söz ve sergilediği tavır birbirine girmektedir. Ülke dinamikleri bir ‘özgürleştirme’ fikri çekirdek ailede bile tutmazken, bir coğrafyanın dizginlerini elinde tutmaya çabalamaktadır.
 David Fisher: Her daim tutarlı olmak, ölümsüz olmaktan daha zordur. David Fisher yirmili yaşlarının sonuna kadar kadınlarla birlikte olmayı seçmiş, eşcinselliğini bastırmakla kendine büyük eziyetler etmiştir.
Nişanlısı olan kızdan ‘kurtulduğunda’, kendini keşfetmek adına attığı adımlar sıklaşmıştır. Pazar günleri kilisede gördüğü polis Keith’e aşık olmuştur. Bu zenci, polis ve gay adamın hayatının sonuna kadar birlikte olacağı kişi olduğunu ilk günden anlamıştır. Keith ise işiyle ilgili yaşadığı korkunç deneyimlerden ve öfke krizlerinden arta kalan zamanlarda sevgilisi David’i hoşnut etmeye çalışmıştır.
Ancak David bir kontrol manyağıdır. Çevresinde uçan sineği bile analiz etmekle uğraşır. Cinsel kimliğini kapalı bir halde yaşarken hissettiği kimliksizleşme, onu esaslı bir ucubeye çevirmiştir. Bazı insanlar kendi normalleri içinde seyretmenin kötü bir şey olduğuna inanmışlardır. David kafesinden kaçmayı beklerken, babasının ölümüyle birlikte üstüne artık tamamıyla yıkılan cenaze direktörlüğü işi, aslında hiç tercih etmediği bir şeydir. Ancak David her zamanki gibi şikayet etmez.. ölülere ve onların yakınlarıyla ilgilenmeye kendini adar.
Cinsel yönelimini ailesindeki kişilere ve çevresine açtığında yaşadığı rahatlama kısa sürer. Sevgilisi Keith ile yaşadığı ‘çuvallamalar’ diz boyu hale gelir.
Oysa ona hayatı asıl açıklayan şey yaşayacağı bir ‘şiddet olayı’ olacaktır. ‘Amerikan Kabusu Bir Manyak’ tarafından rehin tutulduğunda ölümünü klişesi gelir; hayatı gözlerinin önünden bir Hollywood filmi gibi geçer.
 Claire Fisher: Ergenliğin tam ortasındaki Claire çok konuşan, ancak boş şöyler söylemediği için bilgiçliği katlanılabilecek genç bir kız olarak, babasının ölüm haberini kafası dumanlıyken alır. Abisi Nate’in hayatına tapmaktadır. çünkü o gidebilmiştir. Annesi ve David’in zombi olduklarını düşünmektedir.
Lisedeki sorunlu sevgilinin ona yaptığı ‘yamuk’ sonucunda, evdeki parçalanmış cesetten çaldığı ayağı dolabına bırakacak kadar yaratıcıdır.
Zorunlu lise hayatının hiçbir anından zevk alamayan Claire teyzesi Sarah tarafından keşfedilen iyi bir sanatçı olması da tam bu zamana denk düşer. Claire fotoğraf, çizim ve plastik sanatlar konusunda ümit vaat ediyordur. Kendisini bunun farkında varamayacak kadar kendisiyle boğuşurken kendini ‘bir arada’ attığı Sanat Akademisi tüm hayatını değiştirecektir. Orada hem kendisini gibi kaçıklarla tanışacak hem de sanat lobilerinde dönen oyunları yakından görecektir.
Kendisi gibi bir freak olan Russell cinsel yönelimini konusunda bir karara varamamışken Claire ile yolları kesişir. Çok mutludurlar. İlham hayaletleri de oldukça doruklarda çalışmaktadır. Ancak gün gelir Russell’ın kararsızlığı onu sanat hocası Oliver ile aynı yatağa atar. Claire bunu öğrenince ihanete uğramış hissiyatını da yanına alıp giderken kafasında onu tahmin edemeyeceği bir seviyeye taşıyacak bir proje vardır.
Claire annesinin tabularına, ağabeylerinin hayatlarını düzene sokmaktaki çabalarına ve freak sevgililerinin hayatına öylece bakar. İçindeki o ‘meşhur boşluk’la nasıl başa çıkılacağı konusunda hiçbir zaman kararlı davranamaz. Lezbiyenliği ‘dener’, kullanmadığı uyuşturucu kalmaz, erkeklerin nasıl tatmin olacağı konusunda seksten çok düşüncesi vardır.. Neyi neden ürettiğini bile bilmiyordur. Seks, uyuşturucu, sanat üçgeninde dönen hayatı bir gün hiç olmadık bir şirkette hiç olmayacak bir pozisyonda ona sürprizler hazırlamaktadır.
 Brenda Chenowith: Esasen biricik ailemizin dışından biri olsa da Nate ile havaalanında tanışıp, depoda ilk sekslerini yaparken çoktan ucubelerin arasına karışmış bir ‘alacakaranlık kuşağı’ üyesidir. Brende hikayenin en kilik karakterlerinden biri olarak salınırken, başına bela olan IQ’su, Naten’in ailesinden pek aşağı kalır yanları olmayan psikolog ve psikiatr anne babası, uğruna bütün hayatını harcadığı ruh hastası erkek kardeşi Bill ile uğraşıyordu. Seks bağımlılığı ve çokeşliliğiyle zaman zaman ‘özgür kadın’ ayaklarına yatarak sevgilisi Nate’i çileden çıkaran Brenda çocukluğunu bilumum psikiatrist ve bilim insanının elinde geçirmişti. Onlarla dalga geçmiş, onlara rol yapmıştı. Öyle bir kobaydı ki, hakkında bir kitap bile yazılmıştı.
 Six Feet Under, ölümden çok hayatın gizemlerinin dökümünü yapmaya çalışır. Alan Ball’ın çarpıcı ve sakınmayan yaratıcılığıyla bunu çok da şık bir halde becerir.
Eğer hala haberdar değilseniz Six Feet Under’ın sahiciliği sizi bekliyor. Ölüm-hayat, biraz ihanet, biraz iyilik, ‘eksik insanı hangi manzaraya oturtursanız eğreti duruyor’ meselesi. Denge bu.
 emre varışlı
31.01.2010
1 note · View note
potpori · 5 years
Photo
Tumblr media
0 notes