Tumgik
sanatgundemi · 6 years
Link
İstanbul’74, New York Times’ın eski parfüm eleştirmeni Chandler Burr’un küratörlüğünde, kokuyu bir sanat malzemesi olarak ele alan “The Art of Scent 1889-2012” sergisine ev sahipliği yapıyor. Akbank Private Banking’in dijital yaşam tarzı platformu A Journal’in açılış etkinliği olan sergi, 13 Nisan’a dek ziyaretçileri koku sanatının tarihinde bir yolculuğa çıkaracak.
Parfümlerin ticari üründen çıkıp bir sanat eserine nasıl dönüştüğü hakkında fikir veren ve küratör Chandler Burr’un “The Emperor of Scent” adlı kitabından esinlenerek oluşturulmuş sergide Aimé Guerlain’in Jicky’sinden Olivier Cresp’in Light Blue’suna 12 önemli koku sanatı örneği yer alıyor. Yanında deneme çubuklarıyla sergilenen bu parfümlere üretildiği dönem ve etkilendiği akımlara dair bilgiler eşlik ediyor.
4 notes · View notes
sanatgundemi · 7 years
Link
Dolmabahçe Sarayı’nın görkemli salonlarını gezerken gördüğünüz onca objenin aradan geçen yüzlerce yıla rağmen hâlâ ihtişamını nasıl koruduğunu merak ettiniz mi? Bunun için Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında kendilerine ayrılmış atölyelerde daimi bir çalışma içinde olan, her biri kendi alanında uzman genişçe bir restorasyon ekibi var. Recep Gürgen ve Şule Gürbüz’ün sorumlu olduğu saat atölyesi bu atölyeler arasında en popüleri; ama onun gibi daha çok sayıda atölye var Milli Saraylar bünyesinde: Avize, çini soba, cilt, ahşap, sedef, halı atölyeleri gibi mesela. Bu atölyelerde çalışan ustalar sayesinde bugün tarihi binalarda o dönemi yaşarcasına dolaşabiliyor, yüzlerce yıllık salonların duvarlarına dokunabiliyor ve o dönemin objelerini görerek tarih içinde bir yolculuğa çıkabiliyoruz.  Biz de Milli Saraylar’ın en eski ustalarından Kemal Yayla’nın peşinde sarayın hiç bilmediğimiz bölümlerinden geçerek bu ustaların atölyelerini ziyaret ettik, her biriyle ayrı ayrı konuştuk, hikayelerini dinledik. Yayla “Bahçıvanından perdecisine aklınıza ne gelirse onun bir ustası var burada, dışarıdan bağımsız bir şekilde tüm bakım ve onarım işlemleri yapılabiliyor” diyor.
2 notes · View notes
sanatgundemi · 7 years
Text
İstanbul’un yeni etkinlik mekanı: Cağaloğlu Hamamı
Üç yüzyıla yakın tarihiyle İstanbul’un en özel mekanlarından biri Cağaloğlu Hamamı. Sultan I. Mahmut tarafından Ayasofya Camii ve Kütüphanesi’ne katkı sağlaması amacıyla yaptırılan eser, Osmanlı dönemine ait Barok mimari tarzda yapılan ilk hamam olarak biliniyor. Sultan III. Mustafa döneminde yaşanan su ve kömür kıtlığı nedeniyle çarşı içinde yeni hamam yapımı faaliyetine son verilmesi onu, döneminin son örneklerinden biri yapıyor. Günümüze dek yenilenmeksizin korunabilmiş hamam; sarnıç sistemiyle suyun dolaştığı, sıcak hava tünelleriyle ısınan, örneği az bulunur bir örnek.
Tumblr media
Hamamda parti Tüm bu özellikleri ve tarihi dokusu bir yana Cağaloğlu Hamamı bugünlerde “Mazarine Suare” isimli etkinlik serisiyle gündemde. İlki aralık ayında, ikincisiyse ocak ayında düzenlenen Mazarine Suare partileri, İstanbul’un her geçen gün çeşitlenen gece hayatına bambaşka bir renk kattı ve dahası şehre yepyeni bir etkinlik mekanı kazandırdı diyebiliriz. %100 Music’in desteklediği, DJ Orkun Bozdemir’in Soul Revue’sü ve Beat The Night işbirliğiyle gerçekleştirilen bu etkinlikler için erkek ve kadın hamamlarının fuayelerinde iki ayrı sahne kuruluyor. Biletlerse kısıtlı sayıda. Ancak ilgili kişilerin sosyal medya hesaplarını takip ederseniz bir sonraki etkinlikten haberdar olabilir, elinizi çabuk tutarsanız da farklı bir deneyim sunan bu partilere katılabilirsiniz.
Tumblr media
Sürprizlerle dolu Biz de bu vesileyle Cağaloğlu Hamam’ın genel müdürü Yalçın Karadiş’e hamamın son durumuyla ilgili sorularımızı yönelttik. Hamam kısa bir süre önce Osman Yitgin ve Yıldıray Yavaş tarafından devralınmış. Daha öncesinde de hep bu tarz etkinlikler düzenlemeye yönelik fikirler olsa da bir etkinlik ve eğlence mekanı olarak kullanılmaya yeni yeni başlanmış. İlerleyen zamanlarda hamam yöneticilerinin bu anlamda daha geniş planları da var. Karadiş konuyla ilgili “Caz ve klasik müzik konserlerinin yanı sıra çeşitli sanat etkinlikleri ve organizasyonlara da ev sahipliği yapacağız” diyor.   Ancak şu an için hamam tadilat sürecinde. Genel müdür uzun vadeli bu etkinliklerin ancak eylül ayından sonra başlayabileceğini söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Sürprizlerle dolu bir yer olarak misafirlerimizin karşısına farklı etkinliklerle çıkmayı planlıyoruz. Yenileme sürecinin ardından misafirlerimiz sabah kapıdan girerken keman çalan bir sanatçıyı, soğuklukta piyano çalan bir virtüözü görebilir ya da bir performans sanatçısını izleyebilir.”
Genel müdür Karadiş, asıl işlerinin hamamcılık olduğunu, etkinliklerin bunun yan kolları olacağını hatırlatıyor ve “Hamamcılık sektöründe unutulmaz ritüellerle ön planda olmak, bize bırakılan bu mirası canlandırmak, bu tip etkinliklerle tekrar hatırlatmak istiyoruz.” diyor. Tarihi dokusu ve mimari özellikleri düşünüldüğünde Cağaloğlu Hamamı’nın bu tarz etkinlikler için çok özel bir atmosfer yaratacağı kesin. Karadiş’e göre bu atmosferi anlatmak çok zor; katılımcılar ancak içeri girdiğinde o farklılığı hissedebiliyor.
3 notes · View notes
sanatgundemi · 7 years
Link
Elif Çağlar, tüm söz-müziğinin kendisine ait olmasının yanı sıra, bütün düzenlemelerini de kendisinin yaptığı üçüncü albümü ‘The Art of Time’ı dinleyicileriyle paylaştı. Birçok müzik türü arasında geçişler yapan, toplam sekiz parçanın yer aldığı albümde sanatçıya piyanoda Çağrı Sertel, kontrbasta Volkan Hürsever ve davulda Ediz Hafızoğlu eşlik ediyor. Çağlar ile yaptığı müzik türü ve yeni albümü üzerine konuştuk.
0 notes
sanatgundemi · 7 years
Text
"Özgürlük korkmamaktır"
Ataerkilliğe, ırkçılığa ve adaletsizliğe karşı duruşunu rap müzikle ifade eden, İsveç’in en özgün isimlerinden biri Silvana Imam. Kendine has tarzıyla yönetmenler Mika Gustafson, Olivia Kastebring ve Christina Tsiobanelis'in de dikkatinden kaçmamış. Üçlü neredeyse üç yıl boyunca sanatçıyı kayıt altına almış ve nihayetinde “Silvana/Silvana Imam: Uyandığında Beni de Uyandır” filmi ortaya çıkmış. 17. !F Bağımsız Filmler Festivali kapsamında gösterilecek film, sanatçının 2014'te parlayan müzik kariyerine, ailesi ve arkadaşlarıyla kurduğu ilişkilere, aşkın hayatını nasıl şekillendirdiğine odaklanıyor. Filmin 23 Nisan'daki gösteriminde Silvana Imam da bulunacak. Bu vesileyle Silvana'yla  toplumsal normlar, özgürlük, aşk gibi kavramlar üzerine konuştuk.
Tumblr media
Rap oldukça güçlü bir ifade biçimi. Neden bu şekilde kendinizi ifade etmeyi tercih ettiniz? Çünkü şarkı söyleyemiyorum. (Gülüyor) Galiba tamamen kişisel zevkle alakalı. Yedi yaşımdan beri rap müzik dinliyorum. Müzikte, giyimde, kitapta herkesin başka başka zevkleri var. Ben de rap müziği seviyorum. Tabii toplumsal konuları ele alması da önemli benim için. Çok fazla konuya değinebiliyorsunuz rap şarkı yazarken.
Çoğu zaman hayatlarımız toplumsal normlar etrafında şekilleniyor. Belli ki siz bunları bir kenara koymuşsunuz. Hayatınızı neye göre yaşıyorsunuz? Aşka göre… Benim bu hayattaki öncelikli amacım aşk. Çünkü aşktan daha önemli olan bir şey yok. Başkalarını sevmeli insan, kendini sevmeli, yaptığı işi sevmeli… Benim de hayatımın merkezinde aşk ve şefkat var. Temelinde aşk olan bir şeyin yanlış sonuçlar vereceğini düşünmüyorum. 
Her zaman böyle sevgi dolu musunuz? Hayır! (Gülüyor) Tabii ki benim içimde de ırkçılığa, adaletsizliğe karşı büyük bir öfke var. Çok kızıyorum, çok öfkeleniyorum ama yine de bununla kendimce baş etmeye çalışıyorum. Müziğimle yanıt veriyorum. Çünkü müzik bana neşe veriyor, dinleyicilerime de vereceğini düşünüyorum. 
Tumblr media
Anneniz Litvanyalı, babanız Suriyeli ve İsveç’te yaşıyorsunuz. Avrupa’da Orta Doğulu olmak bugünlerde oldukça zor. Konserlerinizde, ödül konuşmalarınızda Arapça sözcükler kullanmaktan çekinmeyen biri olarak siz ne düşünüyorsunuz? Araplara karşı yapılan ırkçılık sadece Avrupa’da değil, her yerde korkunç boyutlara gelmiş durumda. Ben beyaz bir insanım, sarışınım; babamın ya da diğer Arap görünümlü Orta Doğulu kişilerin gördüğü muameleyi görmüyorum. Gerçekten berbat bir durum. 
Özgürlüğü nasıl tanımlıyorsunuz? Özgürlük korkmamaktır. Müzik sayesinde korkmuyorum, kendimi özgür hissediyorum. Müzik bana hayat veriyor.
Dinleyicileriniz için yeni yollar açıyorsunuz, çoğu sizi rol model olarak görüyor. İnsanlara ilham vermek nasıl bir his? Ben ne yapmam gerekiyorsa, neyden keyif alıyorsam onu yapıyorum. İnsanlar bundan ilham alıyorsa, bu harika bir şey. İlham almıyorsa da harika, çünkü onlar ilham almasa bile ben keyif aldığım bir şey yapıyorum. Kendi kendimi yaşama halim bu benim. İnsanlara ilham olmak adına bir şeyler yapmıyorum. Ben buyum.
Bir kadın olarak hayatın pek çok alanında mücadele etmek bazen gerçekten yorucu olabiliyor. Sizin de yorulduğunuz oluyor mu? Yoruluyorum tabii ki. Her zaman çok güçlü, süper kahraman değilim. Yorulmakta bir sorun yok. Bunu kabul etmek gerekiyor, aksi halde depresyona girer insan. Ben ailemle, arkadaşlarımla, dinleyicilerimle, kısacası insanlarla konuşarak güçleniyorum.  
Tumblr media Tumblr media
Film projesi nasıl gelişti? Yönetmenler benim ilginç biri olduğumu düşünmüş olmalılar ki, gelip bana böyle bir şey önerdiler, ben de kabul ettim. Beni çekmeye başladılar, neredeyse üç yıl sürdü çekimler. 
Bu kadar uzun süre boyunca kameralarla yaşamak nasıldı? Çok sinir bozucuydu, gerçekten.  Ama iyi bir amacı vardı, o yüzden devam ettim.
İstanbul’da filminizi izlemeyi ve sizinle tanışmayı bekleyen çok sayıda insan var. Evet, zaten en çok da bunun için heyecanlanıyorum. Benzer görüşlere sahip insanlarla tanışacağım, bu harika bir şey. Ben her zaman insanları rejimlerden bağımsız tutarım. Yaşadıkları ülkelerin politik durumu insanları tanımlamaz. Ben de İstanbul’a gelip insanlarla konuşmayı ve sizin hikayelerinizi dinlemeyi iple çekiyorum.
http://www.milliyet.com.tr/ozgurluk-korkmamaktir--gundem-2611566/
1 note · View note
sanatgundemi · 7 years
Text
“Önemli olan şu an ve yarın, geçmişi hiç düşünmem”
İdil Biret iki buçuk yaşında, annesini taklit ederek başladı piyano çalmaya. 1948’de kendisi ve Suna Kan için “Harika Çocuk Yasası” çıkarıldı, bu sayede Paris’e giderek Nadia Boulanger’den ders almaya başladı. 12 yaşındayken Champs Elysées Tiyatrosu’nda Wilhelm Kempff ile birlikte konser verdi. 15 yaşında Paris Konservatuarı’nın yüksek piyano ve eşlik sınıflarını birincilikle bitirdi. 1971’den beri devlet sanatçısı İdil Biret. Dünyanın dört bir yanında, çok değerli orkestra ve şeflerle birlikte konserler verdi. Aralarında Polonya Yüksek Liyakat Madalyası, Chopin Büyük Ödülü, Altın Diyapazon Ödülü’nün de bulunduğu birçok ödülü var. Geçtiğimiz günlerde ise Eskişehir’de verdiği bir konserde 70’inci sanat yılını kutladı. Bu vesileyle Biret’le ve bu 70 yılın nasıl geçtiğini konuştuk.
Tumblr media
Çok küçük yaşta başladınız müzik kariyerinize. Şu an 76 yaşındasınız ama 70’inci sanat yılınızı kutluyorsunuz. Nasıl geçti bu 70 sene?
2.5 yaşında piyano çalmaya başladım. Tabii nota falan okumayı bilmiyordum o zaman, annemi taklit ediyordum. Sonraları çalışarak geçti daha çok. Durmadan çalışıyorum. Gün geçtikçe daha güç beğeniyorsunuz, o yüzden de daha çok çalışıyorsunuz. Ne olursa olsun hep daha iyisini, en iyisini yapmak gerekiyor. 
70 yıl boyunca bir meslekte var olmak çok özel bir durum. 
70. sanat yılımın olduğunun farkında bile değilim. Zamanın benim için hiç önemi yok. Beş sene, yirmi beş sene, yetmiş sene hep aynı. Benim için önemli olan şu an ve yarın. Geçmişi hiç düşünmem. Belki de bu şekilde insan daha zamansız yaşıyor. “Ah eski günler” diye katiyen geçirmem aklımdan.
Piyano çalmaya başladığınız ilk zamanları hatırlıyor musunuz? 
Ailede herkes muhakkak bir enstrüman çalıyordu, oda müziği yapıyorlardı evde. Bu durum benim müziğe doğru gitmemi sağladı. Başka bir sebep yok. Yani seçtiğim bir şey değildi. 2.5 yaşında bir şeyi seçemezsiniz zaten. Ben kendimi müziğin içinde buldum ve böyle devam etti. 
Seçim yapsaydınız...
Tıp seçerdim. Fakat müziği de mutlaka amatör olarak yapardım. Zaten müzikte ruhen amatör kalmalısınız hep, çok sevdiğiniz için yapmalısınız. Bir ara benim yaptığım şeyin insanlara faydası ne, belki daha pratik bir şey yapmalıyım diye düşündüm.19-20 yaşındaydım. Tıp eğitimi almayı düşünürken bütün o ameliyatları kaldırabilecek miyim göreyim istedim. Gittim, gördüm, yapabileceğimi düşündüm. Ama öyle olursa piyano ikinci plana düşecekti. O zamana dek müzikte bir şeyler yapmış durumdayım ama bunu bırakırsam kim bilir nasıl bir doktor olacaktım, vazgeçtim.
“Harika Çocuk” olmak nasıldı?
Annem de babam da “harika çocuk” olduğumu bana hiç hissettirmediler. Annemin hep söylediği bir şey vardı: ‘Herkesin bir yeteneği vardır. Kendini hiçbir zaman fazla bir şey zannetme’ derdi. Annem bir çocuk uydurmuştu, İnci isminde olmayan bir çocuk. Aman ne kadar iyi, uslu, annesine yardım eden, çok iyi çalışan bir çocuktu… Hiçbir zaman bulamadım kimdi o İnci. ‘İnci bu yaramazlıkları yapmazdı’ derdi annem hep. Ben de diyordum ki ‘Acaba o da piyano çalıyor mu?’ 
Tumblr media
Yaramaz mıydınız peki?
E biraz. Bazı yaramazlıklar yapıyordum, muziptim. Uzun zaman da devam etti.
Piyano çalarken zihninizden neler geçiyor? 
Notalardan, müziği dinlemekten, yön vermekten başka hiçbir şey geçmiyor. Bir şey geçmeye başlarsa o zaman yanlış şeyler yaparsınız. Yüzde yüz konsantre olmalısınız. Zaten normalde otururken de, konuşurken de zihnimden muhakkak müzik geçiyor. Mesela şu anda ne dinliyorum acaba? Bazen de bana oyun oynuyor müzik. Birisiyle konuşuyorken birden kafamdaki şeyleri dinlemeye başlıyorum ve boşluğa bakıyorum. “Sen burada değilsin” diyorlar o zaman. Ben oradayım ama bir şey dinliyorum. 
Tumblr media
Bir röportajınızda “Önce müzik dinlemeyi öğrenmeliyiz” diyorsunuz. Müzik nasıl dinlenir?
İnsanlar müzik dinlerken kendilerini o müziğe bırakmalı. Müzik öyle bir şey ki… Hava gibi. Yani var ama elle tutamıyorsunuz. O yüzden iyi dinlemek gerek. İyi dinleyici yetiştirmek de müziği çok dinletmekle olur. Eğer dinletmezseniz insanlar yavaş yavaş müzikten uzaklaşır, bir sessizlik dünyasına yahut kötü seslerin olduğu bir dünyaya girer. Günlük gürültülerin dünyasına mesela… Müziği anlamaya ihtiyaç yok, önemli olan zevk almak. 
Tahtınızı bırakmak isteyeceğiniz bir müzisyen var mı şu an Türkiye’de?
Aman ne tahtı… Böyle bir şey mevzu bahis değil. Ben hiç düşünmem şundan üstünüm, bundan üstünüm diye. Yaptığınız işi önce kendinizi tatmin etmek için yapmalısınız. Bu memlekette müziğe, sanata müthiş istidat var. Eğer teşvik edilirse müthiş sanatçılar çıkabilir. Ne tür müzik yaptığınız önemli değil, önemli olan kalite. Bugün ne yazık ki insanlar, “Bu müzik bizimdir, şu müzik bizim değildir” tartışmasındalar. Bu müzik 200 seneden beri bizim, bitti. Kaliteli her şeye yer var müzikte. Ama maalesef bugün bir harp halinde her şey.
Tumblr media
Bu yolda Şefik Bey’le birlikte yürüyorsunuz. Onun desteği hakkında neler söylersiniz?
Şefik olağanüstü, her bakımdan bana destek oluyor. 1970’lerde tanıştığımız zaman ben müzikten biraz uzaklaşmaya başlamıştım. Şefik müziği o kadar çok seviyor ki, 24 saat dinlese sıkılmaz. Doğrusu ben yapamam. Ben kitap okumalıyım, film izlemeliyim, resim yapmalıyım. Ama Şefik’i görünce dedim ki, ne kadar güzel bir şey; demek ki böyle de olabiliyor. O sayede tekrar geri döndüm müziğe. 
Neden uzaklaşmıştınız peki?
Ben fazla idealist davranıyor ve müziği amatör kafayla görüyordum ve işin mesleki yanlarını sevmiyordum. Bence müzik ticari bir şey olmamalı. Ancak maalesef dünya bunun üzerine kurulu.
http://www.milliyet.com.tr/onemli-olan-su-an-ve-yarin-/pazar/haberdetay/21.01.2018/2594779/default.htm
0 notes
sanatgundemi · 7 years
Text
“Kişi önce kendini sevmeli”
Ahu Türkpençe’nin yazıp oynadığı “Patates”, boşanmış ama hâlâ birbirini seven bir çiftin etrafında dönüyor. Taşınırken nakliye şirketi kolileri karıştırınca mecbur bir araya gelip eşyaları ayırıyorlar; bir taraftan da ayrılıkla sonuçlanmış ilişkilerini sorguluyorlar. Birbirlerini suçlamaya dünden hazır bir çift var yani sahnede. Tükpençe’ye oyunda Orçun İynemli eşlik ediyor. Gergedan Yapım’ın sahiplendiği oyunun yönetmen koltuğunda ise Tamer Güler var. Oyun hakkında konuştuğumuz Türkpençe, ekibi “rüya takım” olarak tanımlıyor ve “Patates”i izleyeceklerin hem çok eğleneceklerini hem de ilişkilerini güçlendirmek adına bir çıkış yolu bulacaklarını söylüyor. Çıkış yolu ise basit: “Kişi önce kendini sevmeli” diyor Ahu Türkpençe ve şöyle ekliyor: “Kendini daha çok sevdiğinde, kendinle gurur duyduğunda, kendine yatırım yaptığında parlıyorsun ve asıl o zaman caziben artıyor.”
Tumblr media
Fotoğraf: Ercan Arslan
“Patates”in ortaya çıkış sürecinden bahseder misiniz? Bir oyun yazma, üstelik de bir komedi oyunu yazma fikri nasıl doğdu? 
İlk defa bir tiyatro oyunu yazdım. Daha önce kalemimi güçlendirmek için yazdığım senaryolarım vardı. “Bu artık oldu, bunu çekeriz” dediğim bir film senaryom da var hatta. Fakat tiyatro oyunu yazmak aklımda hiç yoktu açıkçası. Ben daha çok sinema odaklı gidiyordum. Sonra “Bir komedi yapayım” umuduyla komedi oyunları okumaya başladım. Yaklaşık bir buçuk yıl okudum, okudum; bir türlü istediğim bir şey bulamadım. Acaba kendim mi yazsam diye o zaman düşündüm. En çok nelere gülüyorum diye düşünürken de “Patates” çıktı ortaya. 
Peki neden özellikle komedi yapmak istediniz?
Çünkü “Sondan Sonra” altı yıl sürdü ve aynı tarz bir oyun yerine bir de komedi yapmayı tercih ettim. Farklı şeyler olsun ki benim de modum değişsin, seyirci de beni hep aynı tarz işlerde görmesin istedim. Daha önce okuldakileri saymazsak profesyonel olarak yapmamıştım komedi. 
Hoşunuza gitti mi? 
Çok eğlenceli… Sahnede kendimi tutamayıp güldüğüm oluyor. Komedi bunu kaldırıyor. Sen güldüğünde seyirci “A güldün” demiyor, o da gülüyor zaten. Hem benim eğlendiğim hem seyircinin güldüğü bir işte var olmak çok keyifliymiş.
Kendi yarattığınız bir karakteri canlandırmak nasılmış peki? Sahnede hâlâ yeni bir şeyler katıyor musunuz karakterinize?
Evet, oyun daha çok yeni olduğu için ufak eklemeler yapıyoruz. hem Orçun’un hem benim bazı sahnelerde “Burayı biraz köpürtelim” dediğimiz oluyor. Doğaçlama ilerliyoruz oralarda. Ama bunlar ihtiyaçtan değil, keyiften oluyor. Kendi yarattığın bir şeyin içinde olmak o kadar keyifli ki… İnsana başka bir şevk veriyor, “Hadi daha iyisini yap şimdi” diye ekstra bir güç veriyor. 
Kendinizden bir şeyler de kattınız mı karakterinize?
Tabii ki. Yazarken hem kendi yaşadıklarımı hem arkadaşlarımın anlattıklarını, birlikte güldüğümüz şeyleri bir araya getirdim. Sadece kendimden esinlenerek yazmadım ama içinde benim de altına imzamı atabileceğim cümleler çok var. Orada esprili ve komik bir şekilde ifade ediyoruz ama söylenen çoğu şeye inanıyorum. Bunu söylemek çok mu iddialı olacak bilmiyorum ama “Patates”i izleyenler hem çok eğlenecek hem de ilişkilerinde daha güçlü durabilmek, ilişkiyi renklendirebilmek için bir çıkış yolu bulacak. 
Nedir o çıkış yolu?
En başta kendini sevmek tabii. O olmazsa olmaz. Kendini daha çok sevdiğinde, kendinle gurur duyduğunda, kendine yatırım yaptığında parlıyorsun ve asıl o zaman caziben artıyor.
“Patates” genel geçer güzellik algısını eleştiren bir oyun. Neden özellikle bu konuyu ele almak istediniz? 
En baştan beri ilişkilerle ilgili bir oyun olmasını istedim. İlişkilerle alakalı herkesin ortak bir derdi var: Bu ilişkiler neden gitmiyor? Niye hep bir son var? Niye biz ilişkileri başaramıyoruz? Bunların üzerine düşündüm oyunu yazarken. Biz ilişkide yanlış bir odak seçip onun üzerinden ilerliyoruz hep. Oyunda da söylediğim gibi sevgimiz çok yüzeysel. Oysaki daha içten olmalı; daha kalpten, kişinin içinden gelmeli. Nihayetinde de karşısındakini biçimsel olarak seven kadınlar, biçimsel olarak seven adamlar, kendini biçimsel olarak değiştirmeye çalışan kadınlar ve adamlar ortaya çıkıyor. Oysaki yalnızca mutlu olduğumuzda gerçek anlamda aşk yaşıyoruz ve mutluluk da fiziksel değil, içten geliyor. Kişi önce kendini sevmeli, o zaman zaten parlayacak ve güzelleşecek. Karşı taraf da öyle olursa o zaman iki parlak, iki güzel enerji bir araya gelecek ve aşkı yaşayacaklar. 
Oyunun dikkat çeken bir özelliği de cinsiyetçi şakaların, küfürlerin olmaması. Oysa bizim komedi anlayışımız genelde bunlar üzerine kuruludur. 
Bana onlar komik gelmiyor. Beni daha çok durum komedisi eğlendiriyor. Kişi sinirleniyor da küfrediyor. Niye sinirleniyor? En dibinde aslında çok kırılıyor. Kırılıp üzüldüğü için çok sinirleniyor ve küfrediyor. Sert ve sağlam durmaya çalıştığı için ve “Ben kırıldım” diyemediği için böyle yapıyor. Bu araştırılması gereken bir konu gerçekten. Oysaki kendimizde kalabilsek, dürüst ve samimi olabilsek, bunları yapmayacağız. Bel altı şeylere değil, durumlara gülmek bana daha keyifli geliyor. O zaman kadın ve erkek de eşit oluyor. O durumda kalan herhangi bir kadın da komiktir, erkek de… Çünkü durum komik.
Tiyatroyla nasıl bir bağınız var?
Tiyatrodan asla vazgeçmem. Salondaki herkesi teker teker hissediyoruz tiyatroda. Bu çok garip bir duygu. Seyirci gülünce ekstra bir gaza gelme, gülmeyince de “Hay Allah anlaşılmadı sanırım” diye hafiften bir hüzünlenme durumu oluyor mesela. İyi ki tiyatro var ve hep olsun. Nazar değmesin, çok da güzeller oyunlar çıkıyor bu ara. Çünkü seyirci çok akıllı. Bir oyunun güzel olup olmadığını hemen anlıyor. Giderek daha fazla oyun izlediği için artık çok profesyonelleşti ve güzel oyun seçiyor. Seyirci güzel oyun seçtikçe tiyatro yapanlar da iyi oyun yapmak durumunda kalıyorlar. Seyirci ve tiyatrocular birbirlerini besledi yani. İnsan seyircisiyle gurur duyuyor. “Bizim seyircimiz bu işten anlıyor” demek ne kadar özel bir şey…
http://www.milliyet.com.tr/sevgimiz-cok-yuzeysel-/cumartesi/haberdetay/13.01.2018/2590171/default.htm
1 note · View note
sanatgundemi · 7 years
Text
“Gölgeye ithaf edilmiş bir albüm”
Daha önce Kahinar’da Serkan Alkan, Seni Görmem İmkansız’da Gaye Su Akyol’la beraber çalışan Tuğçe Şenoğul, geçtiğimiz hafta ilk solo albümünü çıkardı. “Gölgelerine” adını taşıyan bu albüm üzerinde uzun uzun, aceleye getirmeden çalıştı Şenoğul. Şimdilerdeyse bu çalışmaların karşılığını dinleyicilerden gelen pozitif tepkilerle alıyor. Şenoğul, bir süre müziğe ara vererek kendiyle ilgili bazı konularda düşünmeye vakit ayırmış ve bu noktada kendisi için vazgeçilmez olanın müzik olduğunu keşfetmiş. Böylece de albüm süreci başlamış. Albümdeki şarkıların karanlıktan bahsettiğini ancak karanlık bir his taşımadığını söyleyen müzisyen, ilk solo albümü vesilesiyle müziğine ve üretim sürecine dair sorularımızı yanıtladı.
Tumblr media
Fotoğraf: Ercan Arslan
Ekşi Sözlük’te biri “Çünkü az mutsuzduk. Çünkü az acı çekiyorduk. Sal üstümüze karanlığı!” demiş hakkınızda. Şarkılarınızın bu denli karanlık olduğunu düşünüyor musunuz? 
Şarkıların bir karanlıktan bahsettiğini söyleyebilirim. Bu nedenle albümün adına "Gölgelerine" dedik hatta. Karanlığa, gölgeye ithaf edilmiş bir albüm gibi ama ben şarkıların genel olarak karanlık bir his taşıdığını düşünmüyorum. Bahsedilebilir bir halde olduğu için artık atlatılmış, yüzleşilmiş bir karanlık hissi veriyor daha çok.
Peki üretim sürecinde en çok nelerden besleniyorsunuz? 
Yaşadıklarınız, yaşayacaklarınız, gökyüzü, paylaştıklarınız, paylaşılamayanlar, sevdiğiniz bir film, imkansızlıklar ve olasılıklarla beraber pek çok şey sizi üretmeye itebiliyor. Biraz da kendiliğinden çıkıyor sanırım ortaya.  
“Aşkın izahı mümkün mü bilmiyorum. Yaşadığım hayatta ve yaptığım işlerde bu sorunun cevabını arıyorum” demişsiniz bir röportajınızda. Buldunuz mu cevabı? Bu arayış şarkılarınıza nasıl yansıyor?
Bu bir yol ve bir oluş hali gibi geliyor bana daha çok. Cevabı olmayabilir. Beklentisiz yaklaşmak en güzeli. Şarkılara yansımaktan öte onları yarattığını düşünüyorum.
İlk albümünüzü yayımladınız. Üzerinde uzun süre çalıştığınız bir albüm oldu sanırım. Ne noktada içinize sindi ve paylaşmaya hazır olduğunu hissettiniz? 
Aktif olarak paylaşımda olduğum bir süre sonunda iki sene kadar ara verdim müziğe. Bu iki senede genel olarak hayatımda neyin benim için vazgeçilmez olduğunu düşünmek istedim. Birçok şey birleşip benim için vazgeçilmez olanın müzik olduğunu anlattı ve bu albüm sürecini başlattı. Önce şarkılar oluştu, sonra prodüktörlerimden Görkem Karabudak ile üzerlerinde çalışmaya başladık. Başından beri bunun elektronik bir albüm olmasını istediğim için bize bu konuda yardımcı olabilecek kişi olan diğer prodüktörüm Taner Yücel aramıza katıldı. Kapak fotoğrafı ve tasarımımızı yapan Stüdio Pul ile beraber de ekip tamamlandı. İki yıldır üzerine çalıştığımız bir albümdü bu. Bir süre sonra resim oluşmaya başlıyor. O resmin tamamlandığını hissettiğimizde paylaşmaya hazır dedik.
youtube
Bundan sonra nasıl bir süreç bekliyor sizi ve dinleyicilerinizi?
Bol paylaşımlı, bol konserli, gezip görmeli bir süreç bekliyordur umarım. Çalışmalarımız, yeni heyecanlarımız var. Paylaşmak için sabırsızlanıyoruz.
Fotoğraf eğitimi almışsınız. Müzikle fotoğraf birbirini nasıl besliyor? Şimdi albüm de çıkınca fotoğrafın biraz daha arka planda kaldığını düşünüyor musunuz?
Benim için birbirlerinden pek ayrılmıyorlar diyebilirim. Bir şarkı yazdığımda görsel olarak karşılığı da hemen yanında beliriyor. Genel olarak hayatımda her şeyi bir arada yapmaya çalıştım. Bu albüm sürecinde ise fotoğrafı geri plana çekmek benim için bilinçli bir tercihti. Daha önce denememiştim. Sadece müziğe odaklanmak istedim. Bir süre daha böyle olacak gibi görünüyor.
http://www.milliyet.com.tr/karanliga-ithaf-edilmis-gibi-/cumartesi/haberdetay/06.01.2018/2585252/default.htm
2 notes · View notes
sanatgundemi · 7 years
Text
“Huzur”un İstanbul’u
“Tanpınar, İstanbul’a taşralı bir üniversite öğrencisi olarak geliyor. 17-18 yaşlarında… İstanbul kafasında bir hayal gibi. Çocukluğunda gelip gidiyor ama bilinçli bir şekilde İstanbul’la karşı karşıya kalıyor ilk defa. İşgal yılları tabii. İstanbul için çok üzücü yıllar… Fakat bir şansı var: Yahya Kemal hocası oluyor. Birlikte uzun yürüyüşlere çıkıyorlar. Yahya Kemal ona şehrin nasıl gezilebileceğini, onunla nasıl konuşulacağını, şehrin işaretlerinin nasıl okunacağını öğretiyor. Tanpınar, şehre dikkat etme bilincini Yahya Kemal’den alıyor.” Bu sözlerle başlıyor Tanpınar çalışmalarıyla tanıdığımız Prof. Handan İnci’yle “Huzur”un rotasındaki yolculuğumuz. 
“Huzur”, Türk edebiyatının sahip olduğu en değerli eserlerden biri. Roman, babası ve annesini kaybederek erken yaşta ağır acılar yaşamış Mümtaz ile eşi tarafından aldatılan ve nihayetinde ondan ayrılan Nuran’ın bir Ada vapurunda başlayan aşkı etrafında gelişiyor. Ancak Handan İnci’ye göre “Huzur” İstanbul’un romanı, aşk ona vesile edilmiş: “Tanpınar’ın roman karakterleri İstanbul’da bol bol yürürler. ‘Huzur’da da durum aynı. Şehrin dört bir yanını o kadar bilinçli bir şekilde geziyor ki karakterler… Dolayısıyla ben Tanpınar’ın asıl niyetinin aşk değil, İstanbul’u anlatmak olduğunu düşünürüm hep. Sıcak yaz günlerinin o ağır duygusu verilir mesela. Yazın sonuna doğru yaprakların sararması, lüfer mevsimi geldiğinde lüfere nasıl çıkıldığı anlatılır… Sanki İstanbul yaşama ritüeli bir kanaviçe gibi motif motif işlenir. ‘Huzur’ tam bir İstanbul romanıdır.”
Tumblr media
Geçtiğimiz haftanın başında açılan Tanpınar Edebiyat Araştırmaları Merkezi, tam da bu yüzden “Huzur”un rotalarını çıkarmış. Bu doğrultuda beş ayrı rotaya ayrılan yürüyüş etkinlikleri düzenleniyor. Birinci rota Beyazıt Meydanı’ndan başlıyor,  Yeni Cami’ye uzanıyor. Beyazıt Camii, Küllük, Sahaflar Çarşısı, Çadırcılar, Kapalı Çarşı, Nuriosmaniye aradaki duraklardan bazıları. İkinci rota Üsküdar’da yapılıyor ve III. Ahmet Çeşmesi’nden Küçük Çamlıca’ya uzanan bir güzergahı var. Aradaki duraklardan bazıları şöyle: Mihrimah Sultan Camii, Sultantepe, Aziz Mahmut Hüdai, Ayazma Camii, Selimiye, Çinili Camii, Çamlıca... Üçüncü rota, romanın en tutkulu anlarının yaşandığı Boğaz’da geçiyor. Beylerbeyi’nden Sarıyer’e uzanan bir rota hazırlanmış bunun için. Bu rotanın en önemli iki durağı ise Nuran’ın evinin bulunduğu Kandilli ve Mümtaz’ın yaşadığı Emirgan. Dördüncü rota ise Suriçi’ni kapsıyor. Şehzade Camii’den başlayıp Surlara uzanıyor. Bir zamanlar Tanpınar’ın yaşadığı evin olduğu bölgeyi de kapsayan bu rotada görebileceğiniz yapılar arasında Yavuzselim Camii, Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi, Kocamustafapaşa Camii bulunuyor. Merkezin belirlediği bir diğer rota ise Ada’da geçiyor. Bu rotanın esin kaynağı ise Mümtaz’la Nuran’ın bir Ada vapurunda tanışmaları. Her bir rota bir günlük bir yürüyüş etkinliğine dönüşmüş durumda. Art arta bu rotalara katılıp “Huzur”un İstanbul’uyla tanışmak mümkün. Sınırlı sayıda kişinin katılabildiği yürüyüşlere merkezin websitesi üzerinden kayıt yaptırmak gerekiyor. Etkinliğe katılım fiyatı 100, öğrenciler için 50 lira. 
"Yolu edebiyattan geçmeyenler bu şehri sevmiyor"
Biz de merkezin müdürü Handan İnci’yle birlikte yola koyuluyoruz ve “Huzur”un İstanbul’unu geziyoruz. Yolda bol bol Mümtaz ve Nuran’ın ilişkisinden, romanın adının aksine okurda yarattığı huzursuzluktan ve tabii ki Tanpınar’dan konuşuyoruz. Seyahatimizin en başında dikkat çektiği bir konu var Handan İnci’nin: “Yolu edebiyattan geçmeyen insanlar bu şehri sevmiyorlar. Çünkü onlar büyülenmemiş oluyorlar. Ben bir yere baktığımda başka bir şey görüyorum. Çünkü beni büyüledi, 'bozdu' edebiyat. Halihazırdaki İstanbul’u görsem ve Tanpınar’ı hiç okumamış olsam ya da Sait Faik’i mesela; böyle olmazdı, biliyorum. Köprüden her geçişimde Sait Faik gelirse benim aklıma edebiyattır bunu yapan. Edebiyatla birlikte İstanbul’dan alınan haz artıyor.”  
Tumblr media
Fotoğraf: Ercan Arslan
İlk durağımız Emirgan oluyor. Mümtaz’ın Emirgan tepelerinde, Boğaz’ı çok uzaktan gören, bahçesinde güllerinin açtığı evini anımsıyoruz. Nuran’ın Mümtaz’ı ziyaret edişini, dik bir yokuşu çıkıp karşısında kendini bekleyen Mümtaz’ı görüşünü hatırlıyoruz. “Emirgan herhalde bir aşkın başlaması için seçilebilecek en güzel yer” diyor İnci. Merkezin hazırladığı Boğaz rotası gerçekten heyecan verici. Emirgan’da gezerken İnci, romanda geçen şu cümleyi hatırlatıyor: “Boğazı mı yoksa birbirimizi mi seviyoruz?”
Tumblr media
Fotoğraf: Ercan Arslan
Sözlü şehir arkeolojisi
Sonra Tanpınar’ın “Ben Şehzadebaşılıyım, her taşına ayrı ayrı bağlıyım” sözünü anarak Şehzadebaşı’na doğru yol alıyoruz. Buradaki durağımız Şehzade Camii. Burası romanda çok geçen bir mekan olmasa da “Huzur” gezginleri için önemli bir adres. Çünkü hemen karşı çaprazında bir vakitler Tanpınar’ın aile evinin ve “Huzur” da dahil olmak üzere yazarın kitaplarında sık sık karşımıza çıkan Elagöz Mehmet Efendi Camii’nin bulunduğu bir park var. Tanpınar’ın evini de, camiyi de göremiyoruz artık ama İnci’nin deyişiyle bir kültür kazısı yapıyoruz. İnci’ye göre bu gezileri biraz da “sözlü şehir arkeolojisi” olarak algılamak gerekiyor: “Birkaç camiyi de saymazsak İstanbul artık kayıp bir şehir. Onu metinlerden sökerek tekrar inşa etmeye çalışıyoruz. Çünkü İstanbul artık sadece metinlerde yaşıyor. Biz de metinlerin içinden giderek o şehri tanımaya çalışıyoruz. Sanki bir kültür kazısı yapıyoruz. Konuşarak kazıyoruz ve gün yüzüne çıkarmaya çalışıyoruz.” Hemen ardından ise Çadırcılar Caddesi’nden geçerek Sahaflar Çarşısı’na ulaşıyoruz. Çadırcılar Caddesi’nden geçerken Tanpınar’ın “zevk hezimeti” tasvirini anımsatıyor Handan İnci. Buna rağmen yürürken hissedilen enerjiye dikkat çekiyor ve “Burada üst üste binmiş hayatların zenginliğini hissediyorsunuz” diyor. 
Tumblr media
Fotoğraf: Ercan Arslan
Handan İnci, bu gezilerle birlikte en büyük amaçlarının şehre karşı bir bilinç uyandırmak olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Bir amacımız da İstanbul sevgisi oluşturmak. İstanbul’u sevdiğiniz zaman korursunuz. Her şey için öyle. Sevgi oluşursa koruma artacaktır. Yani bir yandan keyif için bir yandan da İstanbul için geziyoruz. Yavan bir şehir değil İstanbul. Zengin bir şehir, lezzetli bir şehir. Evet, bazen acı bir şekilde ağzınızı yakıyor ama tadı var İstanbul’un. Bu gezilerde bu tadı almaya çalışıyoruz.”
Tanpınar romanlarında İstanbul
Handan İnci: ‘Sahnenin Dışındakiler’ romanında da İstanbul anlatılır ama orada İstanbul’u ‘Huzur’daki yoğunlukta göremeyiz. Orada asıl amaç Kurtuluş Savaşı zamanlarını anlatmak, İstanbul sahnenin dışında kalır. Fakat "Aydaki Kadın" yine İstanbul açısından muazzam bir romandır. Bu defa Boğaz kenarında verilen büyük bir yemek vesilesiyle uzun uzun Boğaz, Boğaz’ın renkleri, ışıkları, güzelliği anlatılır. “Beş Şehir” elbette Tanpınar ve İstanbul deyince akla gelen ilk kitap. Ayrıca denemeleri var Tanpınar’ın şehir üzerine. Bir tanesi “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız”,  mevsim mevsim İstanbul’un nasıl tadına varılacağını anlatır. Bir başka çok önemli denemesi de “Lodosa, Sise ve Lüfere Dair”. Bu iki deneme İstanbul’un şiirleridir adeta.
http://www.milliyet.com.tr/huzur-tam-bir-istanbul-romanidir-/pazar/haberdetay/24.12.2017/2578235/default.htm
2 notes · View notes
sanatgundemi · 7 years
Text
“Ne mutlu, hayatım boşa geçmemiş diyebiliyorum”
Kitaplarıyla pek çok gencin hayatına dokunmuş, Türkiye’de gençlik edebiyatı denince akla ilk gelen yazarların başında geliyor İpek Ongun. Artemis Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Anlat Anneanne”de ise torunlarıyla yaptığı sohbetler üzerinden kendi yaşamına tanık ediyor okuru. Kitabın ilgi çekici yanlarından biri de Ongun’un hayatındaki küçük ya da büyük ölçekli bazı detayların kitaplarına olan yansımasını takip etmek. Dolayısıyla hem İpek Ongun’un yaşamını okumak hem de onun kitaplarını tekrardan aralamak gibi “Anlat Anneanne”yi okumak. Ongun, yeni çıkan anı kitabı vesilesiyle hayatına ve gençlerle kurduğu iletişime dair sorduğumuz soruları yanıtladı.
Tumblr media
Bizde aile sırları hep saklanmak istenir. Siz son kitabınızda bunun aksini yaparak oldukça samimi bir dille ailenizin yaşamına götürüyorsunuz okuru. 
Bizde aile sırları hep saklanmak istenir çünkü toplum belli bir olgunluğa erişmemiştir. Mahalle baskısı diye anılan zehirli dedikodu ve yargılanma korkusu pek çok konunun dile getirilmesini önler. Oysa bizleri biz yapan hatalarımız ve onlardan öğrendiklerimizdir. Neyi yazıp neyi yazmayacağımın kararını ancak ben verebilirim, diye düşündüm, sonuçta bu benim kitabımdı ve başkalarına söz düşmezdi.
Ne kadar sürede yazdınız bu kitabı? Bu süreçte yaşamınıza dönüp bakmanız size neler hissettirdi?
Bir buçuk yılımı aldı bu kitabı yazmak. Aslında bu hem kendimle bir hesaplaşma hem de torunlarıma onlardan öncekilerin, aile büyüklerinin iyisiyle kötüsüyle yaşadıklarını anlatmak, kuşaklar arası halkalar oluşturmaktı. Benim anneannem okuma yazmayı “millet mekteplerinde” öğrenmişti, benim torunlarımsa yapay zekâyı tartışıyorlar. Kendimle hesaplaşmaya gelince, aileme ve kitaplarıma, özellikle de gençlere dokunan kitaplarıma bakınca ne mutlu, hayatım boşa geçmemiş, diyebiliyorum.
Anılarınızı torunlarınızla yaptığınız sohbetler üzerinden anlatıyorsunuz. Kitaplarınızla pek çok gencin hayatına dokundunuz. Anladığım kadarıyla gençlerle iyi bir diyalogunuz var.
Doğrudur, gençlerle iyi bir diyalogum var. Çünkü ben onları yargılamam. Duygularına, üzüntü ya da sevinçlerine saygılıyımdır. Onları eleştirmem, onlarla konuşurum. Bir şey anlattıklarında onları dinlerim, onları görürüm. Sanırım aramızdaki diyalog böyle kuruldu.
Bu kitabın en büyük motivasyon kaynağı torunlarınız olmuş. Onlar da okudu mu kitabı? Ne düşündüler?
Henüz okumadılar ama ben de okudukları zaman ne diyeceklerini çok merak ediyorum.
Peki sizin gençliğiniz nasıl geçti?
Benim gençlik günlerim güzeldi. Bir kere harika bir arkadaş grubum vardı. Bunun yanı sıra hayatımızda sanat vardı. Her hafta sonu bir piyes izler ya da sinemaya, konsere giderdik. Tiyatronun altın çağıydı o günler. Çok okurduk, kitaplar vazgeçilmezlerimizdi. Ayrıca okulda çeşitli kültür kulüplerimiz vardı, herkes bir ya da iki kulüpte çalışırdı. Özetle güzel şeylere vaktimiz vardı.
Benim için bu kitabın en ilgi çekici yanı hayatınızdaki bazı detayların kitaplarınızdaki yansımalarını keşfetmekti. Bu detayları okurlarla paylaşmak sizin için de heyecan verici oldu mu?
Hem de nasıl! Çünkü okullara gittiğimde pek çok kez bu tür sorularla karşılaşıyorum. O nedenle nu tür küçük sırları çok keyiflenerek açıkladım.
Kitapta hayatınızı etkileyen üç kadından bahsediyorsunuz: Anneniz, anneanneniz ve teyzeniz. Hangi açılardan etkiledi bu üç kadın hayatınızı?
Anneannem güçlü bir kadındı ve sürekli yakınanlara kızardı. O nedenle ben mümkün olduğunca yakınmamaya çalışırım. Teyzemse zeki ve esprili bir kadındı. En kötü olayda bile gülünecek bir taraf bulur, en karanlık anlarda bile onun bir sözüyle herkes gülmeye başlar, hava değişiverirdi. Bu da bana olaylara gülerek bakarsak, o yükün daha kolay taşındığını öğretti. Bunda ne denli başarılı olduğum tartışılır, o başka. En büyük dersse annemden… Hayatta, uzun vadede hoşgörülü, anlayışlı olmanın, insanları kırmamanın, yumuşak bir üslupla konuşmanın pek çok sorunun halledilebileceğini gözlerimle görerek öğrendim.
Peki ya aşk… Aşk nasıl etkiledi hayatınızı?
Aşk, hayatımı çok güzel etkiledi. İlk önce birbirimize âşık olduk ve yirmi gün içinde karar verip evlendik. Ama bence sonrası daha önemli. Aşk sevgiye dönüştü, dönüşebildi. Sevgi arkadaşlığı getirdi. Ve biz yıllardır birbirimizi çok seven iki arkadaş olduk. Konuşacak pek çok sözü olan elli iki yıllık bir arkadaşlık bu.
Kitapta şehirler de önemli bir yer tutuyor: Ankara, Atina, İstanbul, Mersin… Sizin için en özel şehir hangisi oldu şimdiye dek?
Açık ara Mersin! Elbette İstanbul da çok önemliydi benim için ama Mersin’in anlamı bambaşkadır. Güzel bir Akdeniz kenti olmasının yanı sıra iki kızımızın da evde olduğu dönemdir, benim en mutlu olduğum dönem diyebilirim. Ayrıca mahalle kültürü ve komşuluk da vardı. Sokakta oynayan ve susayınca o sokaktaki evlerden birine rahatça gidip bir bardak su isteyebilen son kuşaktı bizim kızlarımız. Ayrıca pek çok dostum, sevdiğim arkadaşlarım oldu Mersin’de.
http://www.milliyet.com.tr/ne-mutlu-hayatim-bosa-gecmemis/cumartesi/haberdetay/16.12.2017/2573374/default.htm
3 notes · View notes
sanatgundemi · 7 years
Text
“Geçmişimizle övünmek istiyoruz”
Sanat tarihi alanında şimdiye kadar çok sayıda araştırmaya imza atmış, gerçek bir çınar Nurhan Atasoy. Araştırma yapmaya başladığı daha ilk gün kendini bulduğunu söylüyor. Kitapların arasında geçirdiği bir hayatı olmuş hep. “Kolay bir hayat değildi ama ben hep inatçı ve çalışkan oldum” diyor.  Enerjisi de o kadar yüksek ki… Röportaj için gittiğimizde hâlâ harıl harıl çalıştığını görünce şaşırıyoruz, “Ne yapayım, merak ediyorum” diye karşılık veriyor. Şimdilerde kaftanlar üzerinde bir araştırma yapıyormuş. Atasoy geçtiğimiz günlerde açıklanan 2017 Kültür Bakanlığı Özel Ödülleri sahiplerinden biri oldu. Bu vesileyle kendisini ziyaret edip sanat tarihinden ve Osmanlı kültürüne olan merakımızdan konuştuk.
Tumblr media
Fotoğraf: Ercan Arslan
Kültür Bakanlığı’nın verdiği özel ödüllerden birini aldınız bu yıl. Gerekçede sizi “yaşayan bir mektep” olarak nitelemişler.
Büyükbabam “bazıları öğretmendir, bazıları öğretmemdir” derdi. Bazıları öğretmen doğar ve bütün hayatı boyunca etrafına bir şeyler öğretirler, kendi bildiklerini paylaşırlar; bazıları da bunu öğretmen olsa bile yapamaz, öğretmen olmanın hissini kendilerinde yaşatmazlar. Bazıları görev olarak yapar bu işi, bazıları sevgiyle yapar. Ben hep sevgiyle yaptım. O bakımdan da çok mutlu bir hayat yaşadım. Paylaşma zevkinden kendimi mahrum etmek istemiyorum hiç. Onun için “yaşayan mektep” demeleri doğru belki de, inkar etmemek gerek.
Sizin okuduğunuz dönemde sanat tarihi çok yaygın bir bölüm olmasa gerek. Siz nasıl merak saldınız?
Ben ne kadar uçara bir insandım… Annemin “aman dokunma” dediği her şeyi yapardım çocukken. Çok değişik meraklarım vardı gerçekten. Lisede Türk desenleri hoşuma gitmeye başladı. Sonra ablam “Sanat tarihi bölümü varmış, belki sen ilgilenirsin” dedi bir gün. Varmış diyor, bak. Böyle laf arasında geçti. Sonra liseden mezun oldum. Ailedeki örnekler sebebiyle nasılsa üniversiteye gidecektim ama “Nereye gideceksin?” diye soran yoktu. Ben de evraklarımı topladım, kimseye danışmadan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin kayıt bürosuna gittim ve sanat tarihine kaydoldum. Araştırmak çok hoşuma gitti, o fasla geldiğim zaman kendimi bulduğumu hissettim.
Nasıl araştırmalardı bunlar?
Benim öğrencilik yıllarımda Batı sanatı ve arkeoloji çok önemliydi. Şimdi de böyle olmalı, hatta daha geniş bakmalı. Çin sanatı, Hint sanatını da bilmemiz lazım. Sanatın sadece bir kısmına baktığınızda sanatı tam anlamıyla anlayamazsınız. Hep büyük resme bakmak gerekiyor.  Avrupa ve Amerika’da çok güzel Çin sanatı sergilerine gittim örneğin. O sergilerde Çin sanatının Türk sanatıyla ilişkisini gördüm. Biz çok şeyler almışız Çin sanatından. Onu bilmeden Türk sanatını da anlayamazsınız. Böyle böyle sürekli keşfediyorsunuz işte. Neler gelmiş, neler almışız, nasıl zenginleştirmişiz kendimizi… Bunlara bakmak o kadar etkileyici ki.
İlk keşiflerinizi hatırlıyor musunuz?
Ben 20’li yaşların başında, üniversiteden yeni mezun olmuştum sanırım, Avrupa’ya gidip müzeleri gezmek için babama çok yalvardım izin versin diye ve zar zor izin aldım. Trenle bütün Avrupa’yı gezdim. İndim, bindim, indim, bindim�� Deli gibi gezdim. Benim seyahate gittiğim o yıllarda döviz çıkarmak çok zordu. Dolayısıyla şartlar da zordu. Aklı olan parası yettiği kadar gezer, sonra geri dönerdi. Ama yok, yapar mıyım? İpimi koparmışım bir kere. Ne macera ne macera… Benim kişiliğimi geliştirmeme fevkalade yardımcı olan bir gezi oldu. Çünkü insanın özgüveni yerine geliyor. Çok komik şeyler yaşadım, çok komik şeyler yaptım.
Ne gibi?
Türkiye’ye gelmemiş henüz, ilk mısır gevreğini orada görmüşüm. Aldım, cips gibi yiyorum. Nasıl yendiğini bilmiyorum ki… Kaldı hostelde çalışan ve bana “Gel gezelim senle?” falan diye yaklaşmaya çalışan bir delikanlı vardı. Bana “Onun üzerine süt, şeker koysan da öyle yesen” dedi. Ben de ona yüz vermeyeceğim, bir de mısır gevreğini ilk defa gördüğümü belli etmeyeceğim ya “Ben böyle severim” dedim. Bunun gibi daha birçok şey oldu. Benim için çok hoş anılar gerçekten. Yalnız sanat tarihi değil, çok şey öğrendim o seyahatte.
Tumblr media
Fotoğraf: Ercan Arslan
Türk toplumu olarak Osmanlı kültürüne özel bir merakımız var sanki. Bunun nedeni ne sizce?
Kimliğimizi bulmak ve geçmişimizle övünmek istiyoruz. Buna gerçekten saygı duymak gerek.
Bu dönem çok sevilen Osmanlı dizilerinin de bu merakta payı var mı dersiniz?
Fevkalade. Bu dizilerin hem çok faydası, bir o kadar da zararı oldu. O “Muhteşem Yüzyıl”ı seyredemedim ben örneğin. Gördüğüm kadarıyla çok rahatsız oldum.
Ne rahatsız etti sizi?
Tabii ki bu bir belgesel değil, tarihe tam olarak uymak diye bir şey yok. Zaten tarihe tam olarak nasıl uyabiliriz? Fakat ortada bir harem yaşamı var. Harem o kadar kapalı bir şey ki. Elimizde dosdoğru yazılı bir kaynak yok harem yaşamıyla ilgili, kırıntı bilgilerimiz var. O kırıntı bilgilerin bile ışında bilinir ki haremde bu olamaz. İşte o kuralları çok aşan şeyler gördük. Sonra Matrakçı Osmanlı sanatına yepyeni bir üslup getirmiş biri olarak Nasuh bu kadar kötü anlatılamazdı. Böyle bir şahsiyeti o kadar kötü anlattılar ki… Keşke İngilizlerin ve Fransızların yaptığı tarihi dizileri örnek alsalar biraz. Onlarda da fantezi de var, aşk da var, zenginlik de var… Fakat kıyafetlerden tutun da mobilyalara tarihle bir uyum da var.
Röportaja başlamadan önce kaftanlar üzerine bir araştırma yaptığınızı söylediniz. Bu dizilerdeki kaftanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok kötü, çok yanlış. Bu kadar kötü görünce sinirleniyorum. Zaten bu kitabı da biraz da bu yüzden hazırlıyorum, Türk halkına arkamda miras bırakmak istiyorum. Elimde başka şeyler vardı. Dedim önce bunu yapayım, ölmeden. Bu tür filmler, diziler, tiyatrolar için “Biz nasıl olduğunuz bilmiyoruz” mazereti olmasın. 100’den fazla kaftanın çizimini yaptım, birebir ölçekli.
Siz hiç danışmanlık yaptınız mı bu dizilere ya da bir teklif geldi mi?
Hayır. Bir tek Ferzan Özpetek’in “Harem Suare” filmi için danışmanlık yaptım. Orada da kadın kıyafetleri tıpa tıp aynı değildi. Ben zaten demiyorum ki birebir aynı olsun. “Harem Suare”de kullanılan kıyafetlerin dikim evine gittim, baktım. Kumaşlarından modellerine çok ölçülüydü her şey.
Şimdi Kenan İmirzalıoğlu’nun Fatih Sultan Mehmed’i canlandıracağı bir dizi geliyor. Bu vesileyle sizden Fatih Sultan Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman’ı karşılaştırmanızı istesem…
İki en önemli padişahtan söz ediyorsun. İkisi de çok büyük askerler bir kere, deha derecesinde. İkisi de Osmanlı kültürüne çok büyük katkılar yapmışlar. Fatih bütün dünyaya bakan bir adam. Kanuni ise bütün dünyaya başka bir açıdan bakan bir adam. Yani ikisi de dünyaya çok geniş bakıyor. İkisi de şair. İkisi de bahçe düşkünü, çok sayıda bahçe yaptırıyorlar İstanbul’a. Kanuni 30 küsur has bahçe yaptırıyor İstanbul’a ve 200 kadar çiçek satan dükkan var, düşünebiliyor musunuz? Kıyafet bakımından Kanuni zamanında sarık modası değişiyor. Onun dışında geleneksel hal ikisinde de aynı.
Biz sanat okumalarını çoğu zaman ürkütücü bulmuş ve bunu hep aydınlara bırakmış bir toplum olduk. Hakikaten bu denli zor mu sanata ulaşmak?
Bazı kitaplar vardır ki hakikaten çok zor okunur. Bazıları kendilerini başka türlü ifade edemezler, bazıları da bilimsel görünmek için böyle yazmak gerektiğini düşünürler. Ben katiyen böyle düşünmüyorum. Hele ki sanat tarihi için yazılanların herkesin kolayca anlayabileceği üslupta olması gerekiyor. Ben zaten basit bir insanım. O yüzden benim kitaplarım çok kolay okunuyor diye düşünüyorum. Çünkü herkesin anlayabileceği bir dilde yazmaya çalışıyorum. Öyle ukala, bir paragraflık cümlelerle yazmak istemiyorum. Bu kültür işleri damla damla yapılıyor. Öyle hop diye bir şeyleri değiştiremezsiniz. Yavaş yavaş da olsa nasıl Osmanlı kültürüne ve tarihine merak uyandı, birçok insan daha fazla tarih kitabı okumaya başladı, sanat tarihi yayınlarının da zamanla aynı merakı uyandırabileceğini düşünüyorum.
Yaşınıza rağmen gencecik bir ruhunuz var. Nereden geliyor bu enerji?
Çocukluğumdan beri hep çok hareketliydim. Hiç mıymıntı olmadım. Yaramazlıksa çok yaramazlık yaptım. Bir taraftan da çok iş yaptım, çok çalıştım.
Peki o çok çalışma hali içinde bir şeyleri kaçırdığınızı hissettiğiniz oldu mu?
Tabii. Normal hayatta başkalarının yaptıkları bazı şeyleri yapmaya vaktim olmadı ama onun yerine hiç kimsenin yapmadığı şeyleri yapabildim.
Geriye dönüp baktığınızda keşke dediğiniz durumlar var mı?
Hayır. Çok az keşkelerim var. Zaten huyum o değil. Geçmiş benim için geçip gitmiştir. Hep ileriye baktım ben. Geçmişe bakıp da vah vah demedim hiç.
http://www.milliyet.com.tr/gecmisimizle-ovunmek-istiyoruz-/pazar/haberdetay/10.12.2017/2569755/default.htm
1 note · View note
sanatgundemi · 7 years
Text
Resim sanatında hayvanlar
Kediler, köpekler ve kuşlar, doğanın en çok sevilen canlıları olabilir. Bazılarımız için birlikte büyüdüğümüz, beraber yaşadığımız en yakın arkadaş; bazılarımız içinse dışarıdan gördüğümüz ama her gördüğümüzde huzur bulduğumuz hayvanlar onlar. Şimdiyse hep kitap tarafından Türkçeye kazandırılan bir seriyle okurlarla buluşuyorlar. 
Tumblr media
Resim sanatında kedi, köpek ve kuş yansımalarına odaklanan seri, “Kedi Kitabı”, “Köpek Kitabı” ve “Kuş Kitabı” olmak üzere üç ayrı kitaptan oluşuyor ve okura oldukça keyifli bir okuma sunuyor.
Seri, sanat tarihinden kedi, köpek ve kuş yansımalarını söz konusu eserlerin görselleri ve bu eserler hakkında kısa bilgilerle birlikte veriyor. Dolayısıyla kitapları karıştırmak sanat tarihine kedi, köpek ve kuşlar üzerinden hızlı bir bakış atmak gibi.
Tumblr media Tumblr media
Kitap aralarında ise yine kedi, köpek ve kuşlarla ilgili birtakım kişilerden alıntılar var. Jules Verne’in “Kedilerin dünyaya gelmiş periler olduklarına inanıyorum. Bir kedinin aşağı düşmeden bir bulutun üzerinde yürüyebileceğinden eminim” sözü gibi mesela. Sözün hemen yanında ise Japon sanatçı Midori Yamada’nın “Gerinen Kedi” isimli işinden bir detay verilmiş. 
“Kedi Kitabı”nda Lucian Freud’dan Andy Warhol’a, Edward Hopper’dan Sebastiano Lazzari’ye, Leonardo da Vinci’den Edouard Manet’ye sanat tarihinin en önemli ressamlarına ait kedi yorumlarını görebilirsiniz. “Köpek Kitabı” da aynı şekilde Edgar Degas, Francisco Goya, Alfred Stevens’ın da aralarında bulunduğu önemli imzalar taşıyor. 
Tumblr media
“Kuş Kitabı” ise Albrecht Dürer, Gustave Klimt, Pablo Picasso, René Magritte ve daha pek çok sanatçının eserleri üzerinden okuru zarif kuşların dünyasına davet ediyor. “Köpek Kitabı” ve “Kuş Kitabı” Angus Hyland ve Kendra Wilson derlemesi. “Kedi Kitabı”nda ise Angus Hyland’a Caroline Roberts eşlik ediyor.
http://www.milliyet.com.tr/resim-sanatinda-hayvanlar/pazar/haberdetay/26.11.2017/2561436/default.htm
2 notes · View notes
sanatgundemi · 7 years
Text
“Kamança bedenimin bir parçası oldu”
Mark Eliyahu, Zorlu PSM’de konser vermek üzere bir kez daha İstanbul’da. Büyüleyici performanslarıyla tanıdığımız Eliyahu, 150 yıllık kamançasının da yardımıyla Ortadoğu ve Balkanlar'ın ruhunu bestelerine yansıtıyor. Son çıkan albümün 'Roads'un tanıtım turnesi kapsamında gerçekleşecek konserde bir de güzel sürpriz olacak. Sahnede müzisyene babası ünlü besteci Piris Eliyahu eşlik edecek. Bazı melodilerin dünyayı iyileştirmek üzere var olduğunu düşünen ve onları “Tanrı tarafından gönderilmiş bir ilaç” olarak değerlendiren Mark Eliyahu, bugün vereceği konser öncesinde sorularımızı yanıtladı. 
Tumblr media
Sizin müziğinizin çok kültürlü bir yapısı var. 
Evet, birbirinden farklı birçok kültürden izler taşıyor. Çünkü ben dili ne olursa olsun bütün kültürlerin müziklerini seviyorum. Oradaki hissi yakaladığım sürece, o müzikle bir bağ kurabiliyorum. 
Konserlerinizde kamançanızla müthiş bir uyum içindesiniz, onunla nasıl bir bağınız var? 
Kamançayı ilk duyduğumda, o sesi yıllardır biliyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Sanki yıllardır içimde olan bir ses gibiydi. Gerçekten gizemli bir deneyimdi. Bir süre sonra kamança bedenimin bir parçası oldu. Çalarken kendimi onunla bir bütün olarak görüyorum. 
Üretim sürecinizden bahseder misiniz biraz? 
Şarkıdan şarkıya değişiyor aslında. Her şarkının ayrı bir süreci, kendine özgü bir duygusal deneyimi var. Besteler bazen bir bütün halinde geliyor, bazen de bitirmek için biraz zaman gerekiyor. İlham anları en beklenmedik yerlerde geliyor. Bu süreç biraz da duygusal deneyimlerinizin ve ruhunuzun kafanızın ve kalbinizin içinde dönüp duran bir müzikle uyum içinde dans etmesi gibi… Bu anlar, farklı duygularla ve sevinç haliyle dolu çok özel anlar gerçekten. 
Kendi müziğinizi dinlediğinizde ne hissediyorsunuz? 
Bazen teknik olarak kendimi eleştirsem de çoğu zaman çok seviyorum, hatta bazen kendimi dinlerken ağladığım oluyor. Özlem içinde olduğum bir müziği üretmeye çalışıyorum. 
Türkiyeli dinleyiciler sizi çok sevdi. Sizce bu ilginin nedeni ne? 
Türk müziği çok zengin ve içinde çok fazla renk barındırıyor. Uçsuz bucaksız bir duygu denizi gibi… Benim için de önemli bir ilham kaynağı. Dolayısıyla aramda özel bir bağ var. O ezgilerdeki  duygusal tınıları yakalayabiliyorum. Bence ben de aynı müzik dilinden konuşuyorum. Bu yüzden beni anlayabiliyorlar ve seviyorlar. 
http://milliyetsanat.com/haberler/muzik/-kamanca-bedenimin-bir-parcasi-oldu-/8675
1 note · View note
sanatgundemi · 7 years
Text
“Başarı miras kalmaz
Başarı yönetimi uzmanı Mümin Sekman ve üstün zeka ve yetenek eğitimi üzerine çalışmalar sürdüren akademisyen Bahar Eriş’in birlikte kaleme aldığı “Çocuklar Nasıl Başarır?” Alfa Eğitim’den çıktı. Sekman ve Eriş, kitapta çocukların başarısında etkili faktörleri, konuyla ilgili yapılmış çeşitli araştırmaları referans göstererek açıklıyor. İkiliyle bir araya gelerek çocukları başarıya götüren etmenleri konuştuk.
Tumblr media
Başarının tanımını nasıl yapıyorsunuz? 
Mümin Sekman: İnsanlar başarı tanımlarına göre ikiye ayrılır. Birincisi kişisel başarının peşinde koşanlar, ikincisi ise sosyal başarının peşinde koşanlar. Başka insanların isteyip de yapamadığı bir yere gelmek sosyal başarının, kendi olmak istediği yere gelmek ise kişisel başarının tanımı olabilir. 
“Çocukları nasıl büyütmeli?” yüzyıllardır üzerinde düşünülen bir soru. Bir çocuğun büyüme sürecini ilmek ilmek planlamak ne kadar sağlıklı?
Bahar Eriş: Çocuğun büyüme sürecini ilmek ilmek planlamanın sağlıklı olup olmadığını bir yana bırakın, mümkün değil. Çünkü içinde olduğumuz çağ buna izin vermiyor. Böyle bir imkanımız olsa sağlıklı olur muydu? Sadece ailenin içinde olduğu bir planlama sağlıklı olmazdı diye düşünüyorum. Mümin Sekman: İnsan yavrusu başarıya hazırlanma süreci en uzun süren canlı türü. Anne-babalar bu süreçte bir hata yapıp suçluluk duymak istemiyorlar. Öte yandan insan ömrü ortalama 80 yıla çıktı ve bu başarısız olmak için çok uzun bir süre. Dolayısıyla çocuklarının başarılı olmasını istiyor anne-babalar. Ancak onun başarı sürecini mutlak bir şekilde kontrol etmek mümkün değil. Önemli olan doğru zamanda, doğru şekilde, doğru dozda aksiyon almak ve çocuğa doğru bilgiyi vermek.
Herkesin hayalidir dünyayı değiştirecek bireyler yetiştirmek. Fakat böyle bir beklentiye girerek sizce çocuklara çok fazla sorumluluk yüklemiş olmuyor muyuz?
Bahar Eriş: Çocuklardan böyle bir beklentiye girmeyi ben doğru bulmuyorum. Öncelikle karşındaki çocuk kim, bu soruyu sormak gerekiyor. Çocuğun karakterine, kabiliyetlerine, isteklerine bakmak gerekiyor ve bunları en sağlıklı şekilde buluşturmak gerekiyor. 
Peki bu süreçte ebeveynler ne kadar tarafsız olabiliyor?
Bahar Eriş: Bizim ülkemizde anne-babalar tarafsız olamıyor. Bir aile her zaman çocuğu için en iyisini ister. Fakat bazen ailelerin kendi hayatlarında görmek isteyip göremedikleri şeyler oluyor. “Ben yaşayamadım, çocuğum yaşasın” diyerek çocuğu onun karakteri ve kabiliyetiyle örtüşmeyecek bir yola sokabiliyorlar. Bu, çocuğu mutsuzluğa da başarısızlığa da götürebilecek bir konu. Mümin Sekman: Çocuklar üzerinden kendini gerçekleştirmek hatalı bir beklenti. Araştırmalar da gösteriyor ki insanlar kendi çocuklarına beklentilerinin manipülasyonuyla farklı bir şekilde bakıyorlar ama komşunun çocuğunun potansiyelini daha objektif bir şekilde görebiliyorlar.  
Çocuklar sabırlı olmak konusunda nasıl, sabretmeyi biliyorlar mı?
Mümin Sekman: Yeni nesil ileri teknoloji ortamlarında büyüdüğü için isteklerine hızlı erişme imkanı buldu. Dolayısıyla her şeyi istiyorlar ve hemen istiyorlar. Fakat bazı isteklerimize arama motorlarından ulaşamayız. Bir amaç için hemen sonuç görmesen de devam ettirmeniz gereken durumlar var hayatta. Burada kişinin kendine olan inancı çok önemli elbette ama sabretmeyi bilmek de aynı şekilde önemli. Bunu çocuklara anlatmak gerekiyor. 
Peki çocukların özgüvenli bireyler olarak yetişmesi için neler yapmalı? 
Bahar Eriş: Özgüveni içsel ve dışsal olarak ikiye ayırabiliriz. Bazı çocuklar sürekli ne kadar iyi ve zeki olduklarını duyarak büyüyorlar ve bunun özgüveni güçlendiren bir şey olduğu düşünülüyor. Halbuki özgüven kişinin içinde gelişen bir şey. Öbür türlüsü, kırılgan bir özgüven oluyor. Çocukların özgüvenlerini içeriden inşa etmeleri için onlara küçük yaşlardan itibaren sorumluluklar vermek çok önemli. Çocuğa çok fazla müdahale ettiğiniz zaman özgüvenin gelişmesine engel oluyorsunuz.  
“Neden-sonuç ilişkilerini göstermek lazım”
Çocukları sürekli övmenin ya da onları yermenin onların başarıları üzerinde nasıl bir etkisi var?
Mümin Sekman: Çocuğu övmek ya da yermek yerine gerçekçi geri dönüşler yapmak gerekiyor. “Bunu şu şekilde yaptığın için sonuç böyle oldu” gibi neden-sonuç ilişkilerini göstermek lazım. Çocukların en ihtiyaç duydukları şey gerçeğin bilgisi. Metot işler, el övünür. Başarı size ait bir şey değil, başarı miras da kalmaz. Her defasında doğrusunu yapmak gerekir. Bahar Eriş: Her şey doz meselesi. Çocuklardan çok aşırı beklenti içinde olmak da onlarda yıkıcı bir etki yaratıyor, hiç beklenti içinde olmamak da… En olumlu sonuçlar, sevgi-güven ortamının olduğu, yüksek standartların belirlendiği durumlarda ortaya çıkıyor. 
Söz konusu başarısızlık olduğunda bunu kazanıma çevirmek için çocuklarla nasıl bir iletişim kurmak gerekiyor?
Mümin Sekman: Başarısızlık, hayatta kaçınılmaz bir şey. Çocuğun başarısızlığa karşı bağışıklık sistemini güçlendirmek gerekiyor. “Sana düşmeyeceğin bir dünya vadedemem ama düştüğünde nasıl ayağa kalkabileceğini sana öğretebilirim” tavrını seçmeli anne-babalar. Çocuğa şunu hatırlatmak lazım: Başarısızlığı ele alış biçimin de başarısız olursa başarısızlığın kalıcı olacak. 
Çocuklardaki konsantrasyon sorunu pek çok anne-babanın dile getirdiği bir problem. Bunu aşmak için neler önerirsiniz?
Bahar Eriş: Çocuklar 2-3 yaşına kadar ekranla karşı karşıya gelmemeli. Ekran çok hareketli bir şey. Anne-babalar çocuğu ekrandan uzak tutarlarsa ve tüm duyularını kullanarak etrafı izlemelerine izin verirlerse odaklanma açısından daha iyi bir zemin oluşur. Çocukların bir anda çok fazla oyuncağa boğulması da onların odaklanmasına engel olan bir şey. Odaklanma probleminin fizyolojik yanları da var. Bir çocuğun çinkosu, magnezyumu eksik olduğunda odaklanma sorunu doğabiliyor. O yüzden beslenme çok önemli. İnanıyoruz ki, hayali olan her çocuğun içinde bir başarı hikayesi saklıdır. Çocuklar hayallerine konsantre olduklarında, onları hayatlarında görebilirler.
http://www.milliyet.com.tr/basari-miras-kalmaz-/cumartesi/haberdetay/25.11.2017/2561081/default.htm
0 notes
sanatgundemi · 7 years
Text
Kendine engel olamıyor
Cam kemik hastası olarak dünyaya gelen Elif Gamze Bozo, 33 yaşında ve Ankara’da yaşıyor. Bozo fotoğraf çekiyor, şiir yazıyor, resim yapıyor. Yani herhangi bir alanda engel tanımadan, yaşamını sürdürmeye, üretmeye devam ediyor. Senegal’de çektiği fotoğrafları sergilediği “Kendime Engel Olamıyorum” projesiyle adını duyuran Bozo, bu kez Küba’yı fotoğraflamak için yola çıkmak istiyor. Bunun için de bir destek arayışında. Bu esnada “Kendime Engel Olamıyorum” projesinin fotoğrafları Türkiye’nin farklı yerlerinde sergilenmeye devam ediyor. Sergi 29 Kasım’da İstanbul’da Fototrek Olympus Sergi Salonu’nda olacak, 4 Aralık’ta ise Ankara Üniversitesi’nde. Tüm bu heyecanların arifesinde Bozo’yla fotoğrafa bakış açısını ve fotoğraf geçmişini konuştuk.
Tumblr media
Fotoğraf: Yavuz Özden
Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümünden mezun olarak ulusal bir gazetede yaklaşık beş yıl muhabir olarak çalıştıktan sonra ulaşım sorunları sebebiyle mesleğini bırakmak zorunda kalan Elif Gamze Bozo, 2011 yılında engelli bireyler için başlatılan ‘Home Office’ projesi kapsamında tekrar iş hayatına döndü. Şimdilerde Türk Telekom Assistt Rehberlik ve Müşteri Hizmetleri Çağrı Merkezi’ne bağlı olarak iletişim asistanı görevini sürdürüyor. Elif Gamze Bozo, yaptığı işlerle şimdiye kadar çok sayıda ödüle layık görüldü. En son olarak da Dünya Engelliler Birliği’nin geçtiğimiz mayıs ayında Moskova’da düzenlediği bir konferansta hem ‘Home Office’ projesi kapsamında yürüttüğü işler hem de sanat alanında yaptığı çalışmalar sebebiyle ödül aldı.
Bozo, çocukluğuna dair anılarını anlatmaya ilkokul günlerinden başlıyor. O yıllarda hastalığı nedeniyle okula alınmak istenmemiş ancak ailesinin verdiği mücadeleyle okula başlayabilmiş. Bu anlamda kendisini şanslı hissediyor. Nitekim ailesinin kendisiyle ilgili konularda bir gün bile “engel” kelimesini kullanmadığını söylüyor. Bu sayede “engel” kavramından uzakta büyümüş ve pek çok zorluğu aşabilmiş. Ortaokul yıllarında şiire merak salan ve bu yıllarda birçok şiir yarışmasına katılıp ödül alan Bozo’nun bugün üç şiir kitabı var. 
“Ötekileştirilmişlerin sesi olmak istiyorum” Gazetede çalışırken fotoğraf çekmesi gerektiğini ve daha iyi fotoğraf çekebilmek için de Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği’nden fotoğraf sanatı eğitimi aldığını anlatan Elif Gamze Bozo, muhabirliği bıraksa da fotoğraf çekmeyi bırakmamış. Öyle ki “Tekerlekli sandalyem, fotoğraf makinem ve ben bir bütünüz” diyor. Fotoğrafın yalnızca deklanşöre basmak olmadığını, aynı zamanda başka insanların hayatına dokunmak olduğunu söyleyen Bozo şöyle devam ediyor: “Yaşanmış hayatlara, hikayelere ve tarihe dokunuyorsunuz. Kimi zaman acılara kimi zaman mutluluklara ortak oluyorsunuz. Hayatı yeniden öğreniyorsunuz.  Kitaplarda okumadığınız bilgileri fotoğraf çekerken öğreniyorsunuz.” Bu anlamda Bozo, en çok toplumdan dışlanan hayatların fotoğrafını çekmeyi sevdiğini söylüyor ve “Hem kadın hem de engelli bir birey olarak ötekileştirilmişlerin sesi olmak istiyorum” diyor.
Şimdiye kadar 30’a yakın kişisel sergisi olan Elif Gamze Bozo en çok Senegal’de çektiği fotoğraflardan oluşan “Kendime Engel Olamıyorum” sergisiyle adını duyurdu. Bu sergi Ankara, İzmir ve Adana’da çeşitli mekanlarda gösterildi. Engelsiz Sanat Platformu’nun desteğiyle gerçekleşen proje kapsamında Bozo, önce annesiyle birlikte Senegal’de 20 gün geçirdi. Ardından bu seyahat sırasında kadrajına yansıyanları bir sergi haline getirdi. Bozo’ya göre “Kendime Engel Olamıyorum” tüm engellilere ve ailelerine cesaret verecek bir proje oldu. Kendisi bu günlere dair anılarını şöyle anlatıyor: “Senegal’de yalnızca fotoğraf çekmedim. Çocukları kucağıma aldım. Çalışan kadınlarla dertleşip kucaklaştım. İşçilerle çay içtim, sohbet ettim. Bunları yaparken her anımı kaleme aldım. Goethe’nin bir hayali varmış, ‘Başka bir toplumun kültürünü öğrendiğimizde dünyada savaşlar biter’ diye.  Ben de bunu yapmak için yola çıktım.” Senegal’den sonra en çok fotoğraflamayı istediği yerlerin başında Küba geliyor. Fas, Cezayir, Yemen, Hindistan ve Nepal de onu çeken ülkeler arasında. Bunun dışında yurtdışında sergi gibi açmak gibi de bir hayali var Bozo’nun. Bu anlamda birkaç proje üzerinde çalıştığını söylüyor.
Tumblr media
Fotoğraf: Elif Gamze Bozo
“Ya dikkatsiz ya da fazla şefkatliler” Elif Gamze Bozo’ya göre engellilerin en önemli sorunu yasalarla ve toplumun önyargısıyla sürekli boğuşmak zorunda olmaları. Bu konuda engelli ailelerine çok iş düşüyor. Nitekim Bozo’ya göre aileler engelli çocuklarını ne kadar çabuk kabullenirlerse önüne çıkan zorlukları o kadar hafifletmiş oluyorlar: “Yılmayacaklar, engelli çocuklarını eve kapatmayıp dışarı çıkartacaklar. Normal hayata karışmalarını, eğitim görmelerini, çalışmalarını sağlayacaklar. Kısacası normalleştirecekler. Toplum bize karşı nasıl davranacağını bilemiyor. Ya çok dikkatsiz oluyor ya da çok fazla şefkat gösteriyorlar. Biz engelliler bu toplumun birer parçası olarak olayları normalleştirdiğimiz zaman, toplum da normalleştirecek. Dolasıyla devlet de bu olayın farkına varacak. Yasalar da buna göre işleyecek.” 
Yurtdışında yaşasaydı sosyal devletin verdiği imkanlar bakımından hayatının daha kolay olacağını söyleyen Elif Gamze Bozo, engelli ailelerindeki “Ben ölürsem çocuğuma ne olur?” korkusunun pek çok ülkede daha az olduğu kanısında. Yanlış uygulamalar yüzünden Türkiye’de engeliler için yaşamın zor olduğunu söylemesine rağmen dikkat çektiği bir konu var Bozo’nun. O da Türkiye’deki insanların yardımseverliği: “Anadolu insanlarını seviyorum. Halen başınız sıkıştığında kapısını çalabileceğiniz komşu kültürü var. Bu çok önemli.” Daha özgür olabilmek adına “Küba’da ya da Norveç’te yaşamak isterdim” dese de, Türkiye'yi sevdiğini ve zorluklardan kaçmak yerine mücadele etmekten yana olduğunu paylaşıyor ve “Benden sonraki, doğacak engelliler neden daha refah içinde yaşamasın ki?” diye ekliyor.
http://www.milliyet.com.tr/fotograf-hayati-yeniden/pazar/haberdetay/12.11.2017/2553383/default.htm
0 notes
sanatgundemi · 7 years
Text
“Tek silahım yazmak”
Yazar Nermin Bezmen, yeni romanı “Bir Harp Gelini -  Benan’ın Defteri”nde okuru bir aile trajedisine tanık ediyor. Hikâyenin merkezinde bir taraftan İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşan ayak seslerini bir taraftan yakın çevresinde yaşanan duygusal savaşları göğüslemek zorunda kalan Benan adında bir kadın var. Daha önce dedesi Kurt Seyt’in yaşam öyküsünü okurlarla paylaşan yazar, bu kez annesinden dinlediği, gerçek bir hikâyeyi gündeme getiriyor ve romanının benzer olaylar yaşayan kadınlar için bir teselli olacağını umuyor. Nermin Bezmen’le bir araya gelip yeni romanından, aile kavramından ve kadın olmaktan konuştuk.
Tumblr media
Fotoğraf: Ercan Arslan
"Bir Harp Gelini", yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılmış bir roman. Okuduklarımızın ne kadarı gerçek? 
Her gerçek öykünün içinde kurgu olduğu gibi her kurgunun içinde de gerçekler var. Çünkü hayatın sürprizleri bir insanın kurgulayabileceklerinden çok daha zengin. Bu romanı da yaşanmış olaylardan ve bunları yaşamış kişilerden yola çıkarak yazdım. Sadece çok sevdiğim kimi kişileri zedeleyebileceği düşüncesiyle isimlerde değişiklikler yaptım ama ana çizgisiyle gerçekten yaşanmış bir olay anlatıyor.
Siz yaşanmış hüzünlü olayları anlatırken hep cesur ve samimi oldunuz. Nereden buluyorsunuz bu gücü?
Ben acılarla onları unutarak yahut saklayarak değil de; onları kabullenerek, sahiplenerek başa çıkmaktan yanayım. Çünkü yaşadığınız bir hüzün, kayıp, acı, hasret veya bir dibe vuruş, sizin hayatınızın parçası ve geçip gittikten sonra sizde çok derin izler bırakıyor. Bunları yokmuş gibi farz etmek, aslında o duyguların sizinle durmadan mücadele etmesine yol açıyor. Bir de benim tek silahım yazmak. Yazarak içimden atıyorum ve dertlerimle el sıkışıyorum.  
Söz konusu Türk aile tipi olduğunda “Kol kırılır yen içinde kalır” denir genelde. Anlattığınız hikâye de bunun bir göstergesi. Sizin için ne ifade ediyor aile?
Aile benim için çok kutsal ama bu, ailenin fertlerinin hatalarını görmezlikten gelmeyi getirmiyor. Herkes kendi hayatından sorumlu. Hiçbirimiz bir büyüğümüzün zaafları ya da hatalarından sorumlu değiliz. Ne onları cezalandırabiliriz ne kızabiliriz… Bize tek düşen onları anlamak ve yaşamlarında hatalı ya da çirkin olan bir durum varsa, bunları tekrarlamamak.
Kitabın adında da belirtildiği gibi Benan bir harp gelini. Dolayısıyla kendi dramının yanı sıra II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine denk gelen döneme dair de pek çok ipucu veriyor. 
Tarihi arka planı çok gerekli görüyorum ama asıl anlatmak istediğim konuyu gölgelemesini istemiyorum. Çünkü ben bir tarih kitabı yazmıyorum, tarih öğretmeni de değilim. Dolayısıyla romanımın didaktik bir kitaba dönüşmesini hiç istemem. Ancak İkinci Dünya Harbi gibi çok kaotik ve dehşet devri sayılabilecek bir zamanda karakterlerimin sınırların dibine gelmiş bir harpten ve o günün Türkiye şartlarından etkilenmemesi mümkün değildi.
Sizin romanlarınızda güçlü kadın karakterler dikkat çeker hep. Bu denli güçlü kadın karakterleri okurla buluşturmak sizin için bilinçli bir tercih mi? 
Tesadüf mü, genetik mi bilmiyorum ama hep çok güçlü kadınlar oldu benim çevremde. Çok büyük servetleri, unvanları geride bırakarak hayata sıfırdan başlamış göçmen ya da sürgün kadınların torunuyum ben. Bugün modern dediğimiz dünyada onların o devirde yaptıklarını yapmayı hayal dahi edemeyecek kadınlar var. Bir misyon olarak yapmıyorum ama “Bakın böyle kadınlar var, üstelik birkaç nesil öncesinde de vardı, siz niye onlar gibi olamayasınız?” mesajı veriyorsa romanlarım, ne mutlu bana.
Romanda Benan babasının kızı, Figen’se annesinin kızı olarak karşımıza çıkıyor. Sizde durum nasıldı?
Bizim evde öyle bir ayrım olmadı hiç. Babam bizimle ilgili bir itirazı ya da bir şikâyeti olduğunda annemle kendi aralarındaki baş başa sohbetlerinde söylerdi. Bizde otoriter olan annemdi. Babamın sadece keyfini çıkarırdık. Etliye, sütlüye karışmaz gibi gözükürdü ama çok iyi biliyorum ki annemle baş başa kaldıklarında bizimle ilgili fikirlerini paylaşırdı.
Anavatanından ayrılmak zorunda kalmış Cihangir’in kendine bir yere ait hissedememe duygusunu da incelikle işliyorsunuz kitabınızda. Siz de artık ABD’de yaşıyorsunuz, aynı hisse kapıldığınız oluyor mu?
Zaten o yüzden bu kitabı bu kadar içten yazabildim. Birebir aynı olmasa bile o duyguları anlamaya çok yakın bir dönemdeyim. Bize oradayken soruyorlar, “İstanbul’u özlemiyor musun?” diye. Evet, çok özlüyorum ama özlediğim İstanbul, bu İstanbul değil. Benim özlediğim İstanbul, buraya gelsem de özlediğim bir İstanbul.
Geriye dönüp baktığınızda başka neleri ya da kimleri özlüyorsunuz?
Çok güzel insanlar kaybettim ben. Dolayısıyla özlediğim insanların sayısı çok. Fakat ben kaybettiklerimle yaşadığım güzel zamanları teselli olarak kabul ediyorum ve şimdi sahip olduklarımı yaşamaya bakıyorum. Geçmişe dönüp kaybedilecek bir zaman yok. Kaybettiklerimizi sık sık anarak aramıza getirmeye çalışıyoruz. Fakat onların arkasından hep hüzünle yaşamak geri kalan zamana haksızlık.
Benan, babası Cihangir’e hayran bir karakter. Sizin babanızla ilişkiniz nasıldı?
Benim de babamla çok güzel bir ilişkim vardı. Fakat benim babam Cihangir’den daha farklıydı. Bir kere yaşanmışlıkları farklıydı. Babam köklü bir İstanbul ailesinin Cumhuriyet çocuğu olarak doğmuş, aydınlık ve huzurlu bir Türkiye’de büyümüş, son derece uysal ve içine kapanık ama hayatta kaşını devirdiğini, sesini yükselttiğini görmediğim bir insandı. Çok özel bir babaydı ve çok bağlıydık ona.
http://www.milliyet.com.tr/tek-silahim-yazmak-/pazar/haberdetay/05.11.2017/2549542/default.htm
0 notes
sanatgundemi · 7 years
Text
“Edebiyat ucuz başarıya pirim vermez”
36. İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı Ayla Kutlu, romanlarında tarihi arka planı sıkça kullanan bir yazar. Aynı zamanda aralarında Sait Faik, Yunus Nadi ödüllerinin de bulunduğu pek çok edebiyat ödülüne sahip. Kitaplarında kadın meselelerine de eğilen yazar Kutlu, kadın sorunlarının her geçen gün çarpıklaştığına dikkat çekerek edebiyatını bu sorunları dile getirmek için kullanmaya devam edeceğini söylüyor. Kutlu, tüm bunların yanı sıra çok sayıda çocuk kitabına sahip ve bu kitapları “iç dünyamın gülüşü” olarak betimliyor. Ayla Kutlu, Onur Yazarı olduğu İstanbul Kitap Fuarı vesilesiyle sorularımızı yanıtladı.
Tumblr media
36. İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarısınız. Bu sizin için ne ifade ediyor?
Yaşamımın onur yazarı mevsimini yaşadığım anlamına geliyor. Geçen yıl bu vakitler Bartın Kitap Fuarı’nın 20. yılının Onur Konuğu olarak oradaki güzel insanlarla güzel etkinlikler ve doğa, tarih, kitap dolu kültür günleri yaşadım. 2017 yılı geldiğinde İzmir Konak Belediyesi’nin düzenlediği 15. Öykü Günleri’nin Onur Konuğu sıfatıyla birçok anlamlı etkinliğe katıldım, gündüzü de gecesi de sanatla dolu ortamlarda bulundum. Bu yıl yaz başında, ülkemizin en büyük, kapsamlı ve prestijli etkinliği olan İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı seçildiğimi haber aldım. Bu öyle böyle bir onurlandırma değil. Yazın dalında ülkemizin en önemli sanatsal değerlendirmesi. Upuzun yıllar boyunca ödüllere başvurmayan bir yazar olarak, bütün çalışmalarımın dikkate alındığından kuşkum yok. Önemli, anlamlı ve sevindirici bir oruna getirildiğimi düşünüyorum. Yalnızca ve sessizce çalışmaya alışkın bir yazar olarak, sıradan bir günde Sayın Doğan Hızlan’ın hoşnutluğunu belli eden sesinin tınısı sürerken, gizli bir yerlerimde bekleyen sevinç ışıkları birden yanıp parlamaya başladı. Neredeyse otuz yıl öncesinde, kendi kendime bir karar almıştım: Bundan sonra sanatımla ilgili ödüllere katılmayacaktım. Gerekçem olumsuz değil, tam tersiydi. Onca ödülün ardından, adımla genç ve yüreklendirilmeyi bekleyen yazarların önüne set çekebileceğim olasılığından rahatsızlık duydum.  Aldıklarım, yaşamım boyunca bir yazara yeterdi. Açgözlü davranmamalıydım. Bu yaklaşımımı bozmadım.  Ama bu muhteşem ödül bir talebin sonucu değil, tüm çabalarımı göz önüne alarak yapılmış; kendiliğindenlik taşıyan bir değerlendirme. Telefonu kapattıktan sonra, ağzım kulaklarımda olarak bir gazelden beyit okudum, kendim için:
“ Gül goncasısın gûşe-i destar senindir
Gel  ey gül-i rânâ”
Bugün, edebiyat insanları kadirbilirlikleriyle beni gerçek anlamda ödüllendiriyorlar. İşte bu, mutluluk saçan bir durumdur.
Okurlarla bir araya gelmek açısından İstanbul Kitap Fuarı ve diğer kitap fuarları nasıl bir önem arz ediyor sizce?
Sanat dalları içinde en zayıf yankı, gerçek edebiyat dalında oluşuyor. Ekonomideki “kötü para iyi parayı kovar” gerçeği, yeni bin yılda “kötü kitap iyi kitabı kovar” denecek kadar uğraş alanımızın içine girmiş durumda. Okur fazlasıyla reklamın etkisi altında. Reklamın gerçekleri birebir anlattığına inanmak, bir kitabı kendiliğinden almak şansını ve zevkini tüketiyor. Bu tükeniş, giderek yazın sanatını örseleme aşamasına geldi. Okur, kitabı kendi aydınlanma kıstaslarıyla belirlemek yerine,  reklamlardaki –gerçekliği kuşkulu– vurgulara yaslanıyor. Daha iyiden hatta çok iyiden habersiz kalan okur için, kitap fuarları göreceli de olsa bir şans kapısı açabiliyor.
Kendimi yazmaya adadığım ilk yıllarda fark ettiğim gerçek, edebiyatta, ânında coşkulu yanıt alma şansının olmamasıydı. Kırk yıl sonra da gerçek aynı. Yıllar süren uğraşınızı bir kuyuya atıyorsunuz. Kim bulur, kim önemseyip eline alır, kim beğenir, beğenenlerden hangisi bu sevincini yazara iletir? Ödüller ucuzlatılıyor, sağlam yapıtlara gitmediği sürece anlam ve etkilerini yitiriyorlar. Okurların çoğu yazın kalitesi diye bir şeyin aranması ve ulaşılması için kendisinin de çaba göstermesi gerektiğini düşünemiyor. Sanatçının yazdıklarınızla dünyalar mı kurduklarını, yoksa kasnağı boşuna çevirerek, iş yapıyor gibi mi göründüklerini anlamaktan uzak. Kitapların modası var. Modanın da geçiciliği doğal. Fuarlar çok etkin olmasa da gözlerin açılmasına yarar sağlıyor. Fuar zamanı, yazar ve yayınevlerinin uğraşları bitmiş, harman savrulmuş, ekmek gibi sıcak, kokulu, sevinçli bir zevke ulaşmak için okurlara uzanılıyor. En güzel, en temiz, en nitelikli alıcıların kitap fuarlarında dolaştığını biliyoruz. Öte yandan onların rahatça, istediği gibi alışveriş yapma şanslarının olmadığını da gözlüyorsunuz ve “Elinizden gelse ya da koşullar uygun olsa, para beklemeden sanatınız okura ulaşabilse” diyorsunuz. Bunun romantik bir özlem olduğunu bilmiyor değilim. Yine de ucuzluğuyla, atmosferiyle, canlılığıyla anlamlı ve öğreticidir fuarlar. Tanıdığınız, hatta belki yeni tanıyacağınız yazarlar hakkında ilk “Dikkat,Yazar!” diye onu işaretlemenizi sağlayan aydınlık ve dünyaları kucağında taşıyan mekânlardır.
Sizin romanlarınız tarihle iç içe oluyor genelde. Bunun özel bir nedeni var mı?
Tarih benim tutkum. Siyasal bilimler okudum. Tarih ise önceki eğitimlerimde, üniversitede ve evimde hep merakla üstüne düştüğüm konu ve olaylar içeren bir bilim dalı oldu. Uğraşım olan roman ve hikâyeden önce, hatta tercihli olarak, tarih beni kendine hep çekmiştir. Elim en önce bu bilimi parça parça bana getiren kitaplara gidiyor, ardından resim, sonra şiir kitaplarına… Roman ve hikâyeleri alırken kaygı duymuyorum dersem yalan olur. Artık emek, zaman ve dil ustalığının kumbarası sayılacak romanın yerini keyif (!) verip, zaman öldürten, oyalamaktan öte anlam ve değer taşımayan,  hızlı ve kötü yazılmış “bestseller” olanlar almış. Kötü kitap iyi kitabı kovmuş. Emek vermek, ter dökmek romanı okutmak için yeterli değil. Hatta gereksiz, çünkü yorucu. Herkesin okuduğunu okumak, kültür satışının acıklı örneği. Ben yine yolumdayım. Tarihimle, kültürümle, dilimle, duruşumla böyle sürdüreceğim yazarlığımı.
Peki tarihi romanlar yazarken kurguyu nasıl oluşturuyorsunuz?
Tarihi roman yazmıyorum. O başka bir dal. Romanda zaman zaman tarihsel gerçeklikleri gündeme getiriyorum. Bu ülkenin yaşamında riskli, yahut kırılgan, yahut insafsız baskılara kayan atmosferi canlandırmayı, bu koşulları konunun arka planı olarak kullanmayı yeğliyorum. Gördüğüm eğitim beni bu yöne itiyor olmalı. Ne ortamı, ne de öyküyü birbirine ekleme biçiminde önceden belirlediğim bir çalışma formu yok. Ana konuyu, zamanı, mekânı kişilerimi belirledikten sonra, her katkı, her ayrıntı kendi yolunda gidiyor. Derinliğine dalma aşamasına geçişim çok sancılıdır. Ayrıntıların gerçeklere uyumu, metnin akılcı ve eksiksiz yürümesi, dilin, karakterlerin yapısına uygunluğu, dilimizin özgünlüğünü oluşturan ampirik zenginliğini kullanma, ucuzluğa kaçmama çabası, dağılmama, yazdığım ancak kontrol sırasında fazla bulduklarımı ayıklama aşaması gibi sorunlarım vardır. Bunlar beni çok yorar. Düşünmeye ve araştırma yapmaya başladığımda, tüm özenim, kaygılarım, olaylarım, zaman ve mekân değişimleri topluca yürür. Çok ayrıntılı planlar yaparak, zorunlu olarak planlarıma uymadığım koşullarda değişmelere göre yeni plan hazırlayarak çalışırım.
Kadın meseleleri üzerine de eğilen bir yazarsınız. Kadın bir yazar olarak bunun sorumluluğunu taşıdığınızı söyleyebilir miyiz?
Günden güne kadın sorunlarının çapraşıklaştığı bu dönemde ülkenin sanatçısı, ekonomisti, gazetecisi, hakimi, idarecisi,  politikacısı, eğitimcisi, herkesin bu çapraşık ve zalim uygulamalar içeren sorunun çözümlenmesine katkı yapmakla sorumlu olduğunu düşünüyorum. Benim sorumluluğum, sanatçı olarak daha çocukluğumdan başlayarak gözleyip, haksızlığa uğrayıp, kabul etmek zorunda bırakılan ya da öldürülen bir yıkıcı insanlık durumuna etkili karşı çıkış ve vurgu yapma çabasını göstermektir. Bunu herkesin kabul etmesi gerek. İşkence, dayak, aşağılama, meslek sahibi kılmama, cinselliğini kullanma, kendi kimliğini, kendi bedenini savunma hakkından yoksun bırakma, küçük yaşta başka bireylerin hizmetine koşularak ikinci sınıf insan derekesine mahkûm etme… Bu haksızlığın son soluğuma kadar karşısında olacağım. Sanatımı o yolda kullanacağım.
Tumblr media
Kadın yazar olmanın başka ne tür sorumlulukları var?
Bizde de dünyada da yazar kadınlar vardır; bir de kadın yazarlar vardır. Tamlamalardan oluşan bu sıfatlar arasında, anlam farkı üstünde ciddi biçimde durmamız gerekiyor. Ben yazar bir kadınım. Yazarlık sanımı kullanırım. Kadınlığım benim öznel kimliğimdir, o nedenle ayrımcılığa giren biçimde kadınlığımın sanatımla birlikte anılmasını gereksiz görürüm. Kadın veya erkek, yazarların etkinliği, başarısı, seçtikleri konular ve kitap türleri, anlatım özellikleri gibi farklılıkları; cinsiyete bağlamak doğru olamaz. Böyle bir durumu adalet kavramı kabul edemez, norm koyamaz. Yazarların başarısı, toplumca kabulleri, yazdıklarının insanlığın ortak potasında yer alması durumunda oluşur. Kendilerine kadın yazar diyenler veya başkaları tarafından böyle tanıtılanlar;  kendi kadın dünyalarına ilişkin yapıtlarında, daha küçük/küçültülmüş bir dünyaya açılmayı yeğleyenlerdir. Genellikle konuları, aşk, onunla gelen acılar, aile kurma sorunları, karşı cinsin baskıları, cinselliklerine karşı saldırının veya başka türden saldırıların acılarıdır. Kadının özverisini, özgürlük sınırlarını çizen egemen gücün kurallarına uymanın sıkıntısını ve bunun gibi ödünleri yazarak bir iç dökme ortamı yaratırlar. İki evli köyün birincisi olmak yeterli başarı sayılır.
Kolay okunur, cevapları içinde barındırır kitaplar gerçekten bütün dünyada çok satmaktadır. Oysa edebiyat ucuz başarıya pirim vermez. Edebiyat tıpkı eğitim gibi akıl karıştırır. İnsanı düşünmeye zorlar. Tembel kafalı insanların yeğlediği türler akıl karıştırmaz. Alan razı, veren razı bir sistemdir bu. İnsanlığın bugün içinde yaşadığı bireyi kolayca harcayan dünya değerleri, yeni masalları geçerli ve yeğlenir kılmayı da başarmıştır. Sonuç olarak sanatların da eridiği bir kaosa girdik mi sorusu benim aklımı fena halde kurcalamaktadır.
Kadın Destanı adlı kitabınız hem tarih hem kadın odaklı bir kitaptı. Hatta bir tür manifesto olarak da değerlendirilebilir. Sizin için ne ifade ediyor bu kitap?
Kadın Destanı, benim yazabilmiş olmakla en çok övündüğüm kitabımdır. Bir yandan, tanrıların insan kaderini yazdıkları eski çağlarda geçen yapısı anlatılırken, alttan alta günümüz yetke sahiplerine yönelik derin ve anlamlı eleştiriler içermekte, bir yandan da bin yıllarca fahişe, tapınak yosması diye aşağılanan, cinselliği herkes tarafından kullanılan sıradan bir kadının yükselişi, aynı anda kahraman diye empoze edilen yetke sahiplerinin gerçekte ne kadar zayıf oldukları, dalkavukların, yağcıların gerçekleri nasıl değiştirdiği anlatılarak çağımızla bire bir bağ kuran alegorik yapısı vardır kitabımın.
Bir diğer özelliği, eski destanlar biçiminde koşuk dizeleriyle yazılmış olmasıdır. Bu destanı yazarken, gerçek Gılgameş Destanı’nın Akadça, Asurca versiyonlarının karıştırıldığını fark ettim. Ben, tek bir Tanrı adı dışında Akadça denilen metnin üstünden gitmeye çalıştım. Bu dillerden anladığımdan değildi çalışmam. Anlamıyordum, bilmiyordum. Ama en azından karışıklığı azalttım sanıyorum.
Kadın Destanı birkaç dile çevrilmek istendi. Ama işe girişenlerin tümü pes ettiler. Türkçenin ampirik şiirsel söylemleri, gelişmiş dillerin kavramlarla oluşan dillerine uymuyordu. Benim buna acındığım yok. Kitabımı Türkçe ve ülkem halkı için yazdım. İçerik olarak tüm insanlığa sunulan bir manifestodur. Bu saptamanız doğrudur. Kadın cinsi, yüceltilmeyi hak ediyor. Buna inanıyorum. Düşman yok karşımda, ama haksızlıkları toplumsal gerçek olarak kabul etmiş bir ülke olmanın insafa uymayan kurallarını protesto ediyorum. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimi bugün ikincil cins sayılan kadınlara yönelik şiddete izin vermemeli, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ruhuyla ve uygulamalarıyla sahip çıkmalıydı, diye düşünüyorum.
Tüm bunların yanı sıra çok sayıda çocuk kitabı kaleme aldınız. Hassas bir alan çocuk edebiyatı. Çocuk kitapları yazarken nelere dikkat ediyorsunuz?
Çocuk kitapları, benim iç dünyamın gülüşüdür. Bir ressamın yüreklendirmesiyle korkarak başladığım Çocuk kitapları giderek başarı kazanmak istediğim bir alana dönüştü. Çocuk kitabı yazarlarının çok özen göstermeleri gereken ilkeleri olmalı. Bunların başında seslendiğiniz yaş grubuna saygılı olmanız gerekiyor. Çocuk kitaplarında yaşa göre seçilmiş dil, ilgi çekicilik, gerçek ve sağlam bir öykü, çocukların bilgi düzeyine uygun anlatım, yaşamı hoş ve anlamlı kılmalarını sağlayacak merak ögesi, tertemiz bir Türkçe, açıktan pay vermeyecek, kuru anlatımlardan uzak durma gibi çok özen gösterilecek özellikler gerekiyor. Çocuk kitabı adı altında bireysel anılarını anlatan, sürekli olarak iyi, saygılı, söz dinleyen uslu çocuğu dile getiren kitaplar öylesine sıkıcı ki. Çocuğunuzun sizin bir adım önünüzde ve çağın mantığıyla araçlarını anlamakta sizden yetkin olduğunu, yaşama sevincini önemsediğini aklınızdan çıkarmayacaksınız.
Sizce çocuk edebiyatıyla yetişkin edebiyatını ayırmalı mı? Bazı çocuk edebiyatı yazarları kitaplarının çocuk kitabı olarak tanımlanmasından hoşlanmıyor…
Hiç kuşku yok. Çocuk, insanın yavrusudur ama başka birey olma kimliğini taşır. Özgün yapıda ve farklı bir çağın insanıdır. Ben çocuk kitabı yazabilmekten, bunu başarırken yaşımı geriye doğru sarabilmekten, çocuklar için yazdığım sürece; düşünme gücümün oluşturduğu aydınlık, pürüzsüz, güzel şeylerden, çocuk kadar güzel gülmekten, onun kadar meraklı hatta zaman zaman da olsa o mantık ve beğeni düzeyine gelmekten nasıl hoşnutum, anlatamam.
Sizin hakkınızda söylenenlerden biri de “çok ödüllü yazar”. Aralarında Sait Faik, Yunus Nadi gibi ödüllerin de bulunduğu, Türkiye’nin en önemli edebiyat ödüllerine sahipsiniz. Bu ödüllerin sizin edebi üretimlerinizde nasıl bir katkısı oldu?
Gün geldi, ödüllerden kendi irademi kullanarak vazgeçtim. Ödüller özellikle uğraşımın başında benim için çok önemliydi. Ödül insanın geçmek istediği yolu aydınlatan bir güç saçıyor. Yazarlığımın onuncu yılında şöyle düşündüm: Çok ödüllü bir yazar ola ki, jüri üstünde kendisinin bile haberi olmadan etki yaratabilir. Oysa genç ve yetenekli, ödülün yüceltici gücüne benden çok daha büyük gereksinim duyan gençler çıkıyor ve çıkacak. Küçük bir gölgenin bile onların üstüne düşmesine neden olacak bir tavır göstermemeliyim.  Kişi yaşlandıkça sanatı ve sanatlar üstüne daha çok şeyleri irdeleme gereğini duyuyor: Güzel sanatlar yolunda, özellikle yazın sanatları dalında birey yoksa örneğin roman da yoktur. Ne kadar çok sayıda ve konuları çeşitlendiren sanatçı varsa, ülkemizin ve çağımızın etkisi o kadar büyük olacaktır. Harika sanatçılar edebiyatta fazlaca görülmez. Gözün ve el marifetinin çok güçlü olması, resmin; kulağın ve ses dalgaları alma, birleştirme yetisi, müziğin; insanı gözleme, taklit edebilme yeteneği tiyatronun dehalarını yaratabilir ama edebiyatın aracı insandır, toplumdur, geçmiş ve gelecektir. İnsan anlatı nesnesi olarak ortaya çıkınca, araç (dil, kültür ve gözlem uzun süreyi gereksindiği için) yetmez.  Bu gibi düşüncelerle genç sanatçıların önünde olası bir engel çıkarmamak gibi bir ilke edindim. Onur Yazarı sanı, sanırım aldığım tüm ödüllerin toplamı kadar bir değeri ifade ediyor. Bu ödülle yüzüm de ruhum da gülüyor.
Bu ara üzerinde çalıştığınız yeni bir kitap var mı?
Üzerinde çalıştığım kitap yok. Yalnızca Faruk Şüyun’un yazdığı “İnsanlığın Öteki Yarısının Yazarı, AYLA KUTLU”  kitabına malzemeci olarak katkıda bulundum. Sonrası… Hangisine başlayacağımı hâlâ kestiremediğim dört projem var.
2 notes · View notes