Tumgik
#30 yıl savaşları
pazaryerigundem · 3 months
Text
Tedarik sanayinde esneklik ve dirençlilik daha da önem kazandı
https://pazaryerigundem.com/haber/179978/tedarik-sanayinde-esneklik-ve-direnclilik-daha-da-onem-kazandi/
Tedarik sanayinde esneklik ve dirençlilik daha da önem kazandı
Tumblr media
Türkiye otomotiv tedarik sanayinin tek temsilcisi olan TAYSAD, bu yıl 3’üncüsünü gerçekleştirdiği Tedarik Zinciri Konferansı ile sektörün sorunlarını masaya yatırdı. Dönüşüm temasıyla düzenlenen etkinlikte çok sayıda sektör profesyoneli, tecrübe ve öngörülerini paylaştı.
İSTANBUL (İGFA) – Araçları Tedarik Sanayicileri Derneği (TAYSAD), yeni uygulama ve düzenlemelerin yanı sıra sektördeki değişimin ele alındığı sektöre örnek çalışmalarına devam ediyor. Bu kapsamda Türkiye otomotiv tedarik sanayinin tek temsilcisi olan TAYSAD, bu yıl 3’üncüsü gerçekleştirilen Tedarik Zinciri Konferansı ile tedarik sanayicileri ile sektörün öncü isimlerini bir araya getirdi.
Tumblr media
MİNİMAL KODLAMAYLA İŞ SÜREÇLERİ DİJİTALLEŞTİRİLEBİLİR!
Tedarik zinciri yönetimi alanında yaşanan dönüşüm sürecini ele alan ve “Dönüşüm” temasıyla gerçekleştirilen etkinliğin açılışında konuşan TAYSAD Yönetim Kurulu Üyesi Fatih Uysal, “Bu konferans tedarik zincirlerinin nasıl değiştiğini, evrildiğini ve gelecekteki zorluklara nasıl hazırlandığını tartışmak için büyük fırsatlar sunuyor” dedi. Teknolojideki hızlı ilerleyişin iş yapış şekillerinden tedarik zinciri süreçlerine kadar sektörde köklü bir değişime yol açtığını belirten Fatih Uysal, şunları söyledi: “Endüstri 4.0, yapay zekâ, büyük veri analitiği, IOT gibi yenilikler tedarik zincirinde daha önce hayal bile edemeyeceğimiz imkanları bize sunuyor. Bu yenilikler sayesinde tedarik zinciri daha hızlı, daha esnek ve daha sürdürülebilir hale geliyor. Ancak bu dönüşüm sadece teknolojik yeniliklerle sınırlı değil. Küresel ticaret savaşları, pandemi gibi beklenmedik olaylar tedarik zincirlerinin ne kadar kırılgan olabileceğini bizlere gösterdi. Bu nedenle esneklik ve dirençlilik kavramları hiç olmadığı kadar önem kazandı. Tedarik zincirlerinin geleceğe uyum sağlayabilmesi için hem teknolojik yenilikleri benimsemeli hem de stratejik olarak esnek ve dayanıklı yapılar oluşturmalıyız. Bu esnek dayanıklılık ise teknolojik dönüşümün başarılı olabilmesi için en önemli unsura, insana dayanıyor. Yapay zekâ desteği ile düşük kod platformları artık ileri yazılım bilgisine sahip olmayan kişilerin bile minimal kodlama bilgisiyle uygulama geliştirmesine olanak sağlıyor. Bu teknolojilere yatırım yaparak ve çalışanlarımızı bu yetkinliklerle donatarak minimal kodlama bilgisiyle hızlı bir şekilde iç süreçlerimizi dijitalleştirebiliriz.”
GELİŞİM İÇİN START-UP’LARI İNCELEYİN!
Açılışın ardından Togg CEO’su Gürcan Karakaş, “Kullanıcı Beklentileri ve Teknoloji, Endüstriyle Birlikte Tedarikçileri de Dönüştürüyor” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Gürcan Karakaş, “Bizim şu an itibarıyla 30 binin üzerinde aracımız trafikte. Burada en önemli nokta fikri mülkiyeti ülkemizde mi? Özgünlüğü bizde mi? Bizi bağımsız ve özel kılan konum o. Dolayısıyla fikir mülkiyeti sizde ise o zaman çok hızlı bir şekilde hareket edersiniz. Çok hızlı ürün geliştirebilirsiniz” dedi. Kullanıcı beklentilerinin gelişmesi ve bağlantılı teknolojilerle birlikte otomotivin farklı bir alana doğru gittiğini ifade eden Gürcan Karakaş, şöyle devam etti: “Biz tedarikçilerimizin önemli bir bölümünü TAYSAD üyesi, TAYSAD’la beraber çalışmış ve bu ülkede teknoloji geliştirmiş şirketlerden seçtik. Bu 128 tane firmaya biz tedarikçi değil iş ortağımız diyoruz. Yapay zekâ, siber güvenlik ve bunun her türlü türevini bilmemiz lazım. Enerji çözümlerinin her türlü hizmet boyutundan anlamak lazım. Otomotiv sektörünün dışında peki nerede bu bilgiler, teknolojiler ve iş modelleri? Hepsi ağırlıklı olarak start-up’larda. Bu start-up’lara da baktığımızda 15 kişilik-20 kişilik şirketler, bazıları daha da küçük ama fikirleri mükemmel. Yani biz 1000’in üzerinde start-up’ı inceledik. 33 tanesinin fikirlerini değerlendirmeye aldık. Onlarla beraber ekosistemi yavaş yavaş oluşturmaya başladık. 2035 yılında karbon sıfır bir marka olma şansımız var. Tesisimizi Bursa’da yemyeşil bir alana kurduk. Oranın yemyeşil kalması için bunu yapmamız lazım. Yeni nesillere olan sorumluluklarımız nedeniyle de bunu yapmamız lazım.”
İYİ UYGULAMA ÖRNEKLERİ İNCELENDİ!
Konferansın ilk bölümünde, Digitopia CEO’su ve TRAI Kurucusu Halil Aksu “Yapay Zekâ Çağında Dijital Başarıya Hazır mısınız?” başlığıyla, Norm Digital’den Yazılım ve Yapay Zekâ Direktörü Prof. Dr. Deniz Kılınç ise “Dijital Dönüşüm Sürecinde İşletmelerin Yapay Zekâ Yol Haritası” isimli sunumuyla katılımcılarla görüşlerini paylaştı. Konferansın öğleden sonraki bölümü, PwC’den Kıdemli Direktör Luc Van Ostaeyen’in “Lojistikte Maliyet Optimizasyonu” başlıklı sunumuyla başladı. Ardından İyi Uygulama Örneği bölümünde Standard Profil Grup Endirekt Satınalma Direktörü İrfan Can Karakurt ve Nuvolog CEO’su Abdullah Cansu’nun katılımıyla “Uçtan Uca Lojistik” masaya yatırıldı. Diğer İyi Uygulama Örneği ise, Maysan Mando Satınalma Süpervizörü Ahmet Demir ve Maysan Mando Satınalma Uzmanı Erdi Mihalıçlı’nın sunumuyla “Fiyat Eskalasyon Anlaşmalarının Dijitalizasyonu” oldu. Konferansın kapanış konuşmasını ise, TAYSAD Yönetim Kurulu Üyesi Tülay Hacıoğlu Şengül gerçekleştirdi. Konferansın platin sponsorluğu Proservice, gümüş sponsorluğu Nuvolog, bronz sponsorlukları CEVA, Climease, Seeburger, Xometry ve stant sponsorluğu IFS tarafından karşılandı.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
drakifakca · 1 year
Video
youtube
Binlerce yıllık Türk ve Müslüman şehri Trabzon'un Fatih Sultan Mehmet tarafından son kez Türk yurdu yapılışının, Bizans-Pontus hayallerinin ilelebet bitirilişinin 562. yıldönümü kutlu olsun!
15 Ağustos'ta, Sümela Manastırı'nda yapılması planlanan; “Meryem Ana Yortusu Ayini” için Müstafi Amiral Cihat Yaycı'dan son uyarı:
Maçka ilçesi sınırları dahilinde bulunan, geçmişte küçük bir alan kapsayan bir sığınma yeri olarak yapılan manastır, amacı dışına çıkartılarak, adeta Ortodoks merkezi konumuna getirildi!
15 Ağustos Trabzon'un fetih gününe gelecek şekilde ayarlanan bu sözde ayin ve beşinci kol faaliyetleri "Trabzon, Pontus’tur" mesajı vermek için yapılıyor!
Fener Rum Metropolitliği'nin (Patrikhane) Sümela Manastırı'nda Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethettiği 15 Ağustos gününde ayin yapmasına izin verilmemelidir!
Bir Müslüman Türk şehri Trabzon’da bu ayinin yapılması Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesi ve Lozan Antlaşması hükümlerine aykırıdır!
Bu ayin iptal edilmezse hem Lozan ihlal edilir hem de ecdadımızın kemikleri sızlar!
Umuyoruz hata üstüne hata yapılıp bir de bu sözde ayine Türkiye Cumhuriyeti'nden Bakan seviyesinde katılım olmaz!
Lozan Antlaşmasına göre İstanbul Fatih Kaymakamlığı'na bağlı Fener Rum Metropoliti'nin muhataplığının bakan seviyesine çıkarılması da Lozan Antlaşması'nın ihlalidir!
Ekümeniklik, Megali İdea'nın paslı hançeridir!
Kendi elimizle bunu yapmayalım! Ülkemizi dış müdahalelere açık hale getirmeyelim!
Korkum şudur ki; "Kürt sorunu" adı altında Güneydoğu sorunu gibi şimdi de "Pontus" adı altında bir Karadeniz sorunu hazırlanmaktadır!
Fetih gününde Trabzon'da yapılmak istenen bu ayin ve yıllardır süregelen girişimler "Pontus Cumhuriyeti" için hazırlanan kuluçkalardır!
Trabzon’un milli varlığını, bölgesel kimliğini kırma teşebbüs ve çabasında bulunan herkes, turizmi bahane edenler dahil ayrım gözetmeksizin toplum ve tarih önünde suçludur!
Eğer Sümela'da ayine izin verilecekse;   bu yıldan başlayarak her yıl 30 Ağustos’ta Atina'da sergi salonu yapılan tarihi Fethiye Camii’nde (Fatih Sultan Mehmet’in Atina’yı Osmanlı topraklarına katması şerefine inşa edilen) başta Fatih Sultan Mehmet Han ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tüm Kurtuluş Savaşı ve Balkan Savaşları şehit ve gazilerimiz için Diyanet İşleri Başkanımız başkanlığında, Kur'an-ı Kerim tilaveti ve Mevlid-i Şerif okunması gibi dini merasimlerin yapılması sağlanmalıdır!  
https://youtu.be/vjDPsgYyngE
0 notes
isvicreninsesi · 2 years
Text
Enerji savaşları
Tumblr media
🇨🇭SESİ- Dünya, uzun bir dönem daha enerji kaynaklarına hâkim olma ve gerilimlere sahne olacak gibi gözüküyor. Dolayısıyla hem savunma hem de tüketim anlayışımızı hep birlikte yeniden tanımlamamız gereken bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz. CAFER TAR  Batı Avrupa’nın refah ülkeleri, uzun bir süredir alışkın olmadıkları küresel salgın, savaş ve bunların tetiklediği bir ekonomik ve sosyal krizle karşı karşıya. Avrupa’da uzun süredir yaşanan düşük enflasyon ve istikrarlı ekonomik görünüm sürecinden, yeniden fiyatların artış sürecine girdiği ve bunun bir türlü durdurulamadığı istikrarsız bir döneme girilmiş gibi gözüküyor. Bu hem Avrupa’da yaşayan halklarda hem de hükümetlerde paniğe yol açmış gibi gözüküyor. Gerçi Avrupa, geçmiş tarihte bundan çok daha kötülerini gördü, fakat asıl sorun şu ki; bu ülkelerde insanlar bir daha asla geriye dönemeyecekleri bir noktaya geldiklerini düşünüyorlardı. Her iki dünya savaşının da başladığı ve yoğun olarak yaşandığı coğrafya, Avrupa olmuştur. İnsanlar iki savaş sonrasında da yoğun bir ekonomik çöküş ve yoksullaşma sürecine girmişti. Aradan neredeyse 80 yıl geçmiş olmasına rağmen söz konusu kötü hatıralar hala insanların hafızalarında dip diri duruyor. Bundan dolayıdır ki; tıpkı bireyler gibi toplumlar da bu gibi durumlarda sadece akli değil duygusal tepkiler veriyor. Önce Covid-19 ve hemen sonra Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ile başlayan süreç, Avrupa toplumlarının bilinç altına attığı kötü anıların yeniden depreşmesine neden oldu. Avrupa’da iş insanları ve hane halkları yakın geleceği öngöremediği için Avrupa toplumlarında yatırım ve tüketim arzusu önemli ölçüde azalma eğilimine girmiş gibi gözüküyor. Yıllar sonra insanlar yeniden resesyon ve fiyat artışlarının aynı anda olduğu bir süreçten bahseder oldu. Gerçi başta doğalgaz olmak üzere, petrol ve kömür fiyatlarındaki artıştan dolayı enerji fiyatları, bütün dünyada hiç olmadık kadar artmış durumda. Fakat özellikle gaz fiyatları Avrupa’da neredeyse yüzde 600’e varan bir yükseliş yaşadı. Doğalgazın Avrupa’da elektrik üretiminin en önemli girdisi olması nedeniyle bu artış elektrik fiyatlarına yansıdı. İnsanlar bir anda hiç alışık olmadıkları enerji fiyatlarıyla karşılaştı. Savaşlar ve onların sebep olduğu ekonomik kriz, böylece Avrupa’da yaşayan ortalama insanın da kapısını çalmış oluyordu. Birçok insan ilk önce eline aldığı faturada yazan rakamlara inanamadı; fakat gerçek durum buydu ve uzun bir süre daha böyle olmaya devam edecek gibi gözüküyor.   Covid-19 ile başlayan durgunluk dönemi sonrasında başlayan ekonomik büyüme, hem sanayi üretimini hem de talebi artırdı. Covid-19 döneminde insanların evden çalışması ve geçen yılın soğuk geçmesinin de doğalgaz talebinin yükselmesine neden olduğunu belirtmekte fayda var. Bütün bu gelişmeler Avrupa’da gaz depolarındaki doluluk oranlarının yüzde 30 gibi endişe verici seviyelere inmesine neden oldu. Ayrıca enerji üretiminde kullanılan kömürün çevreye verdiği zarar nedeniyle daha yeşil olduğu düşünülen doğalgaza yönelimin artması ile birlikte doğalgaza talepte bir patlama yaşandı. Ayrıca Avrupa genelinde teşvik edilen rüzgâr ve güneş gibi çevre dostu enerji kaynaklarının önceliklendirilmesi, nükleer santrallerin kapatılması ve kömür kullanımının sınırlandırılması ile birlikte doğalgaz neredeyse alternatifsiz hale gelmişti. Fakat enerji üreticileri bir türlü istenilen düzeyde enerji üretemedi; gaz santralleri Covid-19 döneminden çok önceden yapılması gereken bakımları geciktirdi; Norveç Covid-19 döneminde beklenenden daha az gaz üretti; bunlara bir de Hollanda’nın Groningen’de ortaya çıkan deprem riski nedeniyle kısıntıya gitmesi Avrupa’da gaz üretiminin beklentilerin çok altında kalmasına neden oldu. Buna bir de Rusya faktörünü de eklerseniz enerji ve enerjiye bağımlı üretim ve tüketim süreçlerinde yaşanan fiyat artışlarını anlamak daha fazla mümkün olur. ABD, ALMANYA VE RUSYA ARASINDA ENERJİ SAVAŞLARI Aslında ABD, Almanya ve Rusya arasında enerji savaşları çoktan başlamıştı. Alman hükümetinin daha 2018 yılında Covid-19 başlamadan önce Kuzey Akım 2 Projesi için gerekli izinleri vermesi ile birlikte ABD, Almanya ve Rusya arasında yaşanan enerji piyasalarında etkili olma mücadelesi yeni bir aşamaya geçmiş oluyordu. Almanya’nın Kuzey Akım 2 Projesini onaylamasının hemen ardından ABD senatosu Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası’yla Kuzey Akım 2 ve Türk Akım projelerine katılan şirketler için ekonomik ve finansal uygulama kararı aldı. Buna gerekçe olarak da AB ülkelerinin Rus doğalgazına bağımlı olmasının bu ülkeler üzerindeki politik baskıyı artıracağını ileri sürdü. Başta Almanya olmak üzere kimi AB ülkeleri ABD’nin bu yaklaşımını kuşku ile karşıladı. Onlara göre ABD’nin bu kararının gerçek nedeni, ABD ve Almanya arasında Doğu Avrupa’nın kontrollü mücadelesiydi. Avrupa Birliği İstatistik Kurumu AB ülkelerinin yıllık doğalgaz ihtiyacının 500 milyar metreküp civarında olduğunu söylüyor. Rusya bunun yaklaşık yüzde 40’ını; yani 200 milyar metre küpünü karşılıyor. Söz konusu 200 milyar metreküpün yaklaşık 85 milyar metreküpünü ise Ukrayna üzerinden Avrupa pazarlarına sevk ediyor. Rus gazının geri kalanının 55 milyar metreküpü Kuzey Akım 1 üzerinden Almanya tarafından, 44 milyar metreküplük kısmı Beyaz Rusya ve 5 milyarlık metreküplük kısmı ise Finlandiya üzerinden Avrupa pazarlarına ulaştırılıyor. Halbuki Kuzey Akım 2 faal hale gelirse Türk Akım ile birlikte Rusya, Ukrayna’ya ihtiyaç duymadan 85 milyar metreküp gazı AB ülkelerine taşıyabilecek hale geliyor. Bu ise Ukrayna’nın enerjinin Avrupa pazarlarına taşınmasında neredeyse tamamen devre dışı kalmasına neden olacak bir gelişme olur. Halbuki Ukrayna bu ticaretten yılda yaklaşık olarak 3 milyar Dolar gelir elde etmektedir. Ayrıca boru hattının bir kısmı Polonya üzerinden AB pazarlarına ulaştığı için Polonya da Kuzey Akım 2 Projesine karşı çıkmaktadır. Konuya sadece kimin gazının AB pazarlarında satıldığı üzerinden bakarsak gerçeğin tamamını göremeyiz. Her şeyden önce Kuzey Akım Projesi hayata geçirilebilseydi Almanya neredeyse Avrupa’nın enerji merkezi haline gelmiş olacaktı. Kuzey Akım 2 Projesi transit giderlerini ortadan kaldırdığı için Batı Avrupa, gazı daha ucuza alacak ve ayrıca Baltık, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine gaz önemli ölçüde Almanya üzerinden gideceği için Almanya, Doğu Avrupa’nın kontrolünde önemli bir avantaj sağlamış olacaktı. Almanya’nın enerji piyasalarında sürdürdüğü agresif politika, başta Polonya olmak üzere kimi Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde kuşku ile karşılandı. Polonya Dışişleri Bakanı Zbigniew Rau, Almanya ve Rusya arasında başlatılan doğalgaz işbirliğini “Polonya’nın İkinci Dünya Savaşı öncesinde paylaşımını öngören “Molotov-Ribbentrop Paktı’na benzeterek buna tepki gösterilmesi gerektiğini söyledi. Almanya 1970’li yıllarda da Avrupa’da ABD egemenliğini kırmak için Doğu Avrupa ülkeleri ve SSCB ülkeleri ile ilişkilerin normalleşmesini öngören Ostpolitik yaklaşımını hayata geçirmişti. Yakın zamana kadar benzer bir yaklaşımı Merkel hükümeti, Rusya ve Türkiye’de Erdoğan rejimi ile yeniden hayata geçirmek istedi. Son yıllarda ABD’nin geliştirdiği kaya gazı teknolojisi gaz piyasalarında dengeleri önemli ölçüde değiştirecek gibi gözüküyor. ABD bir süredir doğalgaz ihraç edebilecek bir konuma geldi. AB ülkeleri ABD’nin sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) için büyük bir pazar; ancak LNG fiyatları, boru hatları ile Avrupa'ya sevk edilen Rus gazına göre oldukça pahalı. Buna rağmen ABD ve Polonya arasında doğalgaz tedarik anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ABD kaya gazının (LNG) aynı zamanda Ukrayna’ya transferini de öngörüyor.   2015 yılında Polonya ve Hırvatistan’ın öncülüğünde Üç Deniz Girişimi Projesi ilan edilmişti. Buna göre; Polonya, Hırvatistan, Avusturya, Estonya, Letonya, Çekya, Slovenya, Slovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’ın dahil olduğu bu girişim, merkez ve Doğu Avrupa’da enerji altyapısının geliştirilmesi ve enerji arzının güvenceye alınması konusunda bir anlaşmaya varmıştı. Proje başta ABD, AB ve Çin’in ilgisini çekmiş; fakat projenin ilanının hemen ardından ABD bölgede inisiyatif alarak sürecin öncülüğüne soyunmuştur. Baltık Denizi, Karadeniz ve Adriyatik Denizi arasındaki bu bölgede ülkeler otoyollarla birbirlerine bağlanacak, dijital altyapı geliştirilecek ve doğalgaz tedarikinde bu ülkelerin Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak için Polonya’nın Swinoujscie LNG terminali ile Hırvatistan'ın Krk Adasında inşa edilecek LNG terminali arasında tesis edilecek boru hattı ile Kuzey-Güney Gaz koridoru oluşturulacak. Bu yolla ABD bölgede kendi liderliğinde bölgede kurulacak enerji ve ekonomik iş birliğinin Almanya’nın bölgede etkinliğini azaltacağını düşünmektedir. Ayrıca Yunanistan’ın Dedeağaç Limanı’nın 17,6 kilometre güneybatısında demirleyecek LNG depolama ve gazlaştırma yüzer terminalinin 153 bin 500 metreküplük kapasiteye sahip olması beklenmektedir. Bu yolla Yunanistan, Bulgaristan ve Makedonya’nın doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılığı azaltılmış olacaktır. Aslına bakarsanız ABD ve Rusya arasındaki mücadele arka planda Almanya ve ABD arasında bir mücadeledir aynı zamanda; fakat Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı işgal girişimi bütün paradigmayı değiştirmiş gibi gözüküyor. Başlangıçta Kuzey Akım 2 Projesini bütün tepkilere rağmen hayata geçirmekte çok kararlı gözüken Almanya, Ukrayna’nın işgal girişiminden sonra Kuzey Akım 2 Projesinin onay sürecini durdurma kararı aldı. ABD’nin yaptırım tehditlerine rağmen dört yıl boyunca kararlı bir biçimde süreci devam ettiren Almanya, Rusya’nın Ukrayna’nın Donetsk ve Luhansk bölgelerinin bağımsızlığını tanıması sonrasında Kuzey Akım 2 projesinin onay sürecini durdurmak zorunda kalmıştır. Almanya’nın bu kararı ABD tarafından memnuniyetle karşılanırken Rusya’nın bu karara tepkisi ise gecikmedi. Rusya Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanvekili Dimitri Medvedev, “Avrupalıların doğalgazın bin metreküpüne çok yakında 2000 Euro ödeyeceği yeni bir dünyaya hoşgeldiniz” diyerek, epeydir başlamış olan enerji savaşını bütün dünyaya ilan etmiş oldu. Kimi uzmanlar Avrupa’da yaşanan enerji krizinden son yıllarda yoğun olarak uygulanan yeşil enerji politikalarını sorumlu tutuyor. Bunlara göre karbon nötr bir dünyayı herkes istiyor; fakat bu sadece rüzgarla ve güneşle sağlanamaz. Bu insanlar bunun yanında bir yedeğinizin olması gerektiğini düşünüyorlar. Bu durumda güneş ve rüzgâr enerjisinin yanında ya nükleer santralleriniz olacak ya da gaz veya kömür kullanmaya devam edeceksiniz. Bu anlayışla; Fransa, Macaristan, Finlandiya, Bulgaristan, Hırvatistan, Çekya, Romanya, Slovakya ve Slovenya olmak üzere 10 ülke, AB Komisyonu’na nükleer enerjinin yeşil yatırım olarak sınıflandırılması için mektup yazdı. Bu ülkeler nükleer enerjinin hem iklim krizine karşı olduğu hem de enerjide dışa bağımlılığı azaltacağını savundu. Bunda Ukrayna işgali sonrası Rusya’nın Avrupa’ya gaz sevkiyatını dramatik bir biçimde azaltmasının da payı olduğunu kabul etmek zorundayız. Ukrayna işgali sonrası batı dünyasından gelen tepkiler üzerine Rusya’nın Kuzey Akım 1 boru hattı üzerinden Avrupa’ya gaz sevkiyatını onarım bahanesi ile durdurması Avrupa ülkelerinde derin bir tedirginliğe neden olmuş gözüküyor. Ukrayna’da başlayan hegemonya savaşı sonrasında Bulgaristan, Danimarka, Finlandiya, Hollanda ve Polonya'ya gaz sevkiyatını tamamen durdurması Avrupa’da enerji kaynaklarının güvenilirliği konusunda endişeleri çok artırmış gibi gözüküyor. Bütün bu gelişmeler bir yandan tüketicilerin enerji faturalarını etkilerken, diğer taraftan da enerji maliyetinin yüksekliği bakımından üreticileri de olumsuz etkileyecektir. Bütün bunların hem talebin daralmasına hem de üretimin aksamasına neden olacağını öngörebiliriz. Bütün bu gelişmeler Avrupa’da enflasyonun da artmasına neden oluyor. Avrupa İstatistik Ofisi’ne göre Euro Bölgesi’nde geçen Temmuz ayında yıllık enflasyon enerji fiyatlarının yükselmesinin etkisiyle yüzde 8,9’a çıkarak rekor seviyeyi gördü. Enflasyonun sürekli yükselen bir seyir izlemesi Avrupa Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadele edebilmek için faiz artışına gitmesine neden oluyor; bu da zaten durgunluk endişesi yaşayan Avrupa ekonomilerinin resesyona girmesi anlamına gelecektir. Alman hükümet yetkilileri hem işletmelerden hem de hane halklarından mümkün olduğu kadar daha az enerji kullanımını talep etmektedir. Fakat buna rağmen ülke genelinde tüketilen enerji miktarı bu çağrıların istenilen sonucu vermediğini ortaya koymaktadır. Almanya’da enerji dağılımından sorumlu kuruluş olan Federal Ağ Ajansı Başkanı Klaus Müller, işletmeler ve normal insanlar tüketimlerini yaklaşık olarak yüzde 20 oranında düşüremezlerse önümüzdeki kışın çok zor geçeceğini öngörmektedir. Almanya’da evde enerji tüketenler ve küçük işletmelerin ülke genelinde gaz tüketimindeki payı yaklaşık olarak yüzde 40 civarındadır. Geri kalanı ise büyük endüstriyel tüketicilere ait; dolayısıyla aslında büyük endüstriyel tüketicilerin tasarruf etmesi daha fazla sonuç alıcı olacaktır. Ukrayna’daki savaş nedeniyle Rusya’ya uygulanan yaptırımlara misilleme olarak Rusya’nın da Avrupa’ya doğalgaz tedarikini tamamen kesebileceği ihtimali Alman hükümetini endişelendirmektedir. Bu noktada tasarruf talebi çok sahici bir kaygıya dayanmaktadır. Avrupa’da yaşanacak olası bir pazar daralması Türkiye ekonomisini de doğrudan etkileyecektir. 2021 yılında Türkiye AB bölgesine 93 milyar dolarlık ihracat yapmıştır. Bu ise Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 41,3’üne denk düşmektedir. Bütün bu gelişmeler zaten oldukça zor bir dönemden geçen Türkiye ekonomisini çok kötü etkileyecek gibi gözüküyor. Başta tekstil ve otomotiv sanayi olmak üzere Türkiye’nin Avrupa’ya ihracat yaptığı bütün sektörler bu gelişmeden etkileneceklerdir. Bütün bunlar ülkeye döviz girişini azaltacak; zaten döviz bulmakta zorlanan Türkiye ekonomisi, birikmiş dış borçlarını çevirmekte büsbütün zorlanacaktır. İktidarın bütün gizleme çabalarına rağmen Bloomberg Türkiye’nin, Rusya’nın enerji şirketi Gazprom ile birikmiş borçların 2024 yılına kadar ertelenmesi için müzakere ettiğini ortaya çıkardı. Dolayısıyla enerji piyasalarında ortaya çıkan dalgalanma hem ülkelerin ekonomilerini hem de ulusal güvenlik siyasetini köklü bir biçimde değiştirecek gibi gözüküyor. Yaşadığımız sorunları bu noktada sadece Ukrayna üzerinde süren hegemonya savaşına indirgeyemeyiz. Muhatabı olduğumuz ekonomik kriz ve sorunların savaşla çözüm yoluna girilmesi geçici bir süreç gibi gözükmüyor. Dünya, uzun bir dönem daha enerji kaynaklarına hâkim olma ve bunları elde tutma noktasında gerilimlere sahne olacak gibi gözüküyor. Dolayısıyla hem savunma hem de tüketim anlayışımızı hep birlikte yeniden tanımlamamız gereken bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz. Bu noktada çok geçmeden yeni dünyanın gereklerine göre savunma ve tüketim alışkanlıklarımızı yeniden düzenlemek faydalı olacaktır.   Read the full article
0 notes
tp-tarih · 3 years
Link
Kartal Yolcu ___
Devamını okumak için lütfen bağlantıyı tıklayın.
1 note · View note
cinaraslan · 2 years
Text
Tumblr media
Vestfalya Antlaşması
Otuz Yıl Savaşları sonunda 1648 yılında taraflar arasında imzalanan bir dizi antlaşma Vestfalya Barışı olarak adlandırılmaktadır. Augsburg antlaşmasının yeni bir düzenlemesi olan bu antlaşmaya göre; Kalvenizm herkes tarafından kabul edilen bir mezhep niteliğini kazanmış ve Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğundaki küçük prenslikler neredeyse bağımsız birer devlet niteliği kazanmışlardır. Antlaşmanın hükümleri İmparatorluğa bir dizi önlemler getirmiştir. Antlaşmanın hükümlerine göre; İmparator ne savaş ilan edebilecek, ne de vergi ve asker toplayabilecek gibi hükümlerle İmparatorluğun neredeyse tüm yetkileri elinden alınmıştır. Fransız yazar olan Voltaire’in şu sözleri bu durumu çok güzel özetlemektedir. Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu “artık ne Kutsal ne Romalı ne de İmparatorluktu”. Ayrıca İspanya, Hollanda’nın bağımsızlığını resmen tanımış ve İspanya-Hollanda arasındaki Seksen Yıl Savaşları sona ermiştir.
1 note · View note
lemonsherbett · 3 years
Text
Tumblr media
Su surda dursun ben yazarken bir yandan nidayla konuşup bı yandan dashta geziyorum. İsterseniz kullanabilirsiniz ders notu 30 yıl savaşları
5 notes · View notes
kulti-gin · 3 years
Text
Bugünkü biz Türkler’in nereden doğduğu hep bilmek istediğimiz konudur. Bu konuda ayrıntılı antropolojik, ayrıca arkeolojik araştırmalar yapan değerli bilgin Prof.Dr. Reha Oğuz Türkkan’a göre, Türkler tüm diğer ulusların çoğu gibi Orta Asyalıdır, yaklaşık bundan 10 bin yıl önce doğmuşlardır. Ancak, hangi ulusun hangi ulusla bağı, karışımı, uzantısı vardır, ona bir bakalım.
Bundan aşağı yukarı 30 bin yıl önce, yeryüzünde bulunan taşıllara(fosil) göre, yalnızca 3-4 anasoy vardı. Bu, Yontmataş (Paleolitik) Çağı’nda, biz Türkler yoktuk.
Binlerce yıl bu anasoylar karıştı, bir sürü kırma Türler çıktı, sonra gelenler yerli yerine oturunca, belli özellikli 8-10 anasoy oluştu. Bunlardan yalnızca ikisi biz Türkleri ilgilendirir: Avrasya’da Ural Dağları’nda yaşayan Ak Brakisefal soyla (ki yanlışlıkla “Alp-Alpin” adı takılmıştır), bir de Asya’nın Sibirya ucundan Baykal Gölü ile Tanrıdağları’na doğru uzanan geniş bölgede yaşayan Amerindler. Diğer bir deyişle, Asya’da yaşayan Kızılderili soyu, bakır tenli, biraz çekik gözlü, orta başlı (mezosofal) kişiler.
Amerika Anakarasında bugüne değin 20-30 bin yıl öncelerine ilişkin güvenilir hiçbir kişi taşılı (fosili) bulunmadı. Şimdiki Kızılderililer’in ataları (Amerindler) o çağlarda Doğu Asya ile Sibirya’da yaşıyorlardı. Kalan izlere göre ancak D.Ö. 22 000- 17 000 yıllarında Bering Boğazı yoluyla Amerika’ya göçler başladı[2].
İşte, bu iki anasoy, biz Türkler’in “ana ile babası”dır.
Söz konusu iki anasoy, 6000 yıl arayla iki kez karışmıştır; biri doğuya, diğeri batıya göçleri sırasında. İlki Tunç Çağı’nda olmuş, D.Ö.(M.Ö) 8000’ler. Urallı Alp’ler olasılıkla çoğunluktaymış ve karşılaşma, Aral gölü dolaylarında gerçekleşmiş. Yeni doğan üren (kuşak), heryerde olduğu gibi, kırmaydı. Ancak binlerce yıl iç evlenmeler sonucu genler durulmuş, sonuçta yepyeni bir soy oluşmuş: ÖN-TÜRKler ortaya çıkmış. Sonraları Ön Türkler eyge(dünya) uygarlığında çığır açacak bir kuşak oluşturmuştur.
İkinci karşılaşma, D.Ö. 2000’lerde. Bu kez Asyalı Kızılderililer çoğunlukta olmak üzere, Baykal Gölü ile Tanrıdağları’na dek göçen Urallı Alp’lerle birleşmişler. Bu çağdaki karışmadan doğanların, sonradan genleri durulunca, ötkene(tarihe)“İLK-TÜRK”ler olarak geçmişlerdir.Sonraları, bunlara Hunlar, Uygurlar, Aparlardır (Avarlar) denmiştir.
Moğolların ise, özgün adları “Şevey”dir, ayrı bir soydurlar. Gerçi bir soyları (anaları?, babaları?) Asya Kızılderilidir ancak, evlenmeleri Alplerle değil, Çinde’ki SİNİD sarı ırktan budunlarla olmuştur. Karışma ile göçler sonucu Asya’da Kızılderili kalmayınca Sibirya ormanlarını bu “Moğol”, diğer bir adla Şeveyler doldurmuş, Türklere komşu olarak giyinişlerini, savutlarını (silahlarını), birçok geleneklerini Türkler’den almışlardır. Ötesi, soykırımın suçlularından biri Şeveyler olmasına karşın, Ergenekon Destanı’nı da benimseyip kendilerini yulunmuş(kurban edilmiş) budun gibi görmüşlerdir! Uygur-Şato Türk soyundan olan Börütegin evgili(sülalesi) başlarına geçirince bu oluşmuştur. Cengiz Han bu uruktandır(hanedandandır).
Ön Türkler, Orta Doğu’ya, Mezepotamya’ya göçüp, insanlığın ilk gerçek uygarlığını kuruyorlar: Sümerler, Elamlar (D.Ö. 4500-2700). Bir kolları Anadolu’ya giriyor. Olasılıkla Kafkaslardan gelen Ön Hititler (D.Ö 2700-2000), Nezik-Hititler 2000 yılında Anadolu’yu alıyorlar. Bunlar Türk değil, Ön Germen (Almanların Atası) Ön-Hitit Uygarlığı’nı üstleniyorlar. D.Ö. 1000’de bir karmaşa: Budunlar Göçü başlıyor. Anadolu’ya Sümer’den göçüp de Ege’ye yerleşmiş olan Lidler/Turskalar denizci oluyor. Bir kol Kuzey İtalya’ya yerleşiyor: E-Türksler. Bir başka Turska kolu Atlas Okyanusu’na açılıyor, Meksika’nın Vera-Cruz körfezine çıkıyor. Orada, Ulmek Uygarlığı’nı kuruyorlar. Maya, Aztek, İnka, bunun süreği olabilir.
Mezopotamya’daki Ön-Türk Sümerler ne oluyor? D.Ö. 2000’lerden sonra, Güney’den akın akın gelen Sami (Semitik) göçleri altında bozulup, siliniyorlar. Yalnızca bir bölümü göçüyor, SU-K adıyla Kuzey’e, Kafkaslar’a, Karadeniz’in kuzeyine yayılıyorlar: Saka-İskitler adıyla. Bir başka kol Orta Asya’ya Türkmenistan’a, ötesi Tanrı Dağları’na oradan da Çin’e uzanıyorlar! Sakalar İranlılarla çatışıp duruyor. Bunlar “İran-Turan Savaşları” diye bilinir(Şehname, Efrasiyab/Alper-Tunga). Orta Asya’nın içlerine çekilenler ŞU Krallığı’nı kuruyorlar. Büyük İskender’le savaşıyorlar. Bunların bir kolu Çin’e giriyor, “Çu-Çu” adındaki ilk Çin uruğu oluşturuyorlar.
Tanrı Dağları bölgesindeki Ön-Türkler, kuzeylerdeki İlk Türk/Şevey Birliği olan Apar İlkutu’na başkaldırıyor, onları yeniyorlar. İlk kez Ön Türk / İlk Türk birlikteliğinden, Göktürk İlkutu doğuyor.
Özet ile bakacak olursak, Türklerin geçmişte ilk
görünüşleri, bundan 8 – 10 bin yıl öncedir. Kızılderililer bizim büyük büyük atalarımızdan biri. Ancak yaklaşık 22 bin yıl önce Amerika anakarasına geçenler bizi pek bilmiyorlar. Onların kullandığı Türkçe dili 22 bin yıl öncenin Türkçe dili olabilir. Bu süre içinde dil değişmiş olabilir. Ancak gelenekler saklı kalır. Sözgelimi Altay Türkleri, kişinin onuru ile gücünün saçında olduğuna inanırlardı. O nedenle yağısını (düşmanını) öldürdüğünde, “İşte senin güç ile onurunu elime aldım. “ anlamında kafa derisini yüzerlerdi. Çocuk doğduğunda bozüye(çadıra) ilk gelenin adı ona konulurdu. Bu gibi gelenekler Amerika Kızılderilileri arasında süre gitmiştir.
Bizim büyük atalarımız Alplerle – Kızılderililerin karışımı olan Ön Türkler ile İlk Türklerdir. Sümerler – Elamlar İlk Türklerden kopup gelme, Uygurlar – Hunlar ile Avarlar ise Orta Asya’dan kalan Ön Türklerle, Alp ile Kızılderililer’in karışımıdır. Sümerlerle, Uygurların aralarında 2500 yıllık çağ ayrılığı vardır. Sümer Türkçesi, Orta Asya Türkçesi’nde uzun yıllar ayrı kalmıştır. Kendi içinde ayrıca gelişmiştir. Anadolu’da Grek, İtalya’da Roma Uygarlığı’na katkıda bulunan Turskalar ile E-Türksler; Ön Türk soyudur. Avrupalılar’dan önce Atlas Okyanusu’nu geçip Meksika ile Orta Amerika’da Ulmek ile belki de İnka, Maya, Aztek Uygarlığı’nı kuran çekik gözlü, bakır tenli topluluklar Turskalar, diğer bir deyimle bizim büyük atalarımız olabilirler.
Bugün ABD’nin kırıp geçirdiği Mezopotamya (Irak – Suriye)
Sümer – Arap karışımı Türk kırmasıdır. Tungazlar (Kore, Japonya) Kızılderili – Altay kökenli bizim yakınlarımızdır. Çinliler de; Türk karışımı. Bulgarlar; Türk – Slav karışımıdır. Ruslar; Alan Türkü, Slav, İskandinav karışımıdır.
D.S 1071’de Anadolu gelen Oğuz Türkleri ile Sümerler arasında 5500 yıllık bir süre ayrılığı vardır. Oğuzlar 14. yüzyılda Avrupa geçmeden önce Avrupa’ya ilk Türkler, onlardan 2500 yıl önce oraya göçmüş, yerleşmiş, ilkutlar kurmuş, bir Tanrılı inancı, yeni abeceleri almışlardı. Kısacası daha Osmanlı gelmeden Avrupa, çok önceden bir Ön ile İlk Türk Yurdu idi... Özet ile anlatımı böyle toparlayabiliriz.
Onun içindir ki, Atatürk Cumhuriyet kurulduktan sonra Orta
ile Güney Amerika’daki Aztek kazılarını “Onlar Türklerin Atasıdır” diye desteklemiş, üniversitede Hititoloji yerine, bizim yakınlarımız Sümerlerdir diye Sümerolojiyi kurdurmuştur.
Aynı Atatürk 1926 yılında özü Hitit olan Alacahöyük kazılarını da
başlatmıştır. Çünkü demiştir, onlarda bu yurtta yaşadılar, onlar Almanların atası iken bizlerin de ataları olmuştur diye benimsemiştir. Çanakkale’de ölen Avusturalyalı erler içinde Atatürk, “Onlar bu yurt için kan döktüler, artık onlar bu yurdun bir çocuklarıdır, onlar bizim de çocuklarımızdır.” dediği gibi, bu yurtta ne varsa, ne geçmişse Türktür, Türk onun biricik kalıtçısıdır (mirasçısıdır). Şimdi, o Hitit’ten kalan kişiler yoğunlukla Bayburt, Gümüşhane, Sivas, Tokat, Konya, Isparta, Denizli’de yaşıyorlar. Onlar arıkan bir Türk. Ancak Hititler yoluyla Almanlar Türkler’in de yakınlarıdır.
[1]Prof. Dr., JEOFİZİK KURUMU Derneği Genel Başkanı, Ünlek : 0212 227 77 19, Iykı: 0212 259 45 80, Iyışkı : [email protected] Iyışak: www. jeofizikkurumu.org
2 R.O. Türkkan, Kızılderililer ve Türkler, 1999, E. Yayınları, 3. Baskı)
Tumblr media
6 notes · View notes
Photo
Tumblr media
🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷 30 Ağustos Zafer Böyle Kazanıldı! Kaderimizi değiştiren bu zafer kolay kazanılmadı. İşte zafere giden o yolda yaşananlar: Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması’yla yurdumuz tamamen elimizden alınıyor, vatanımızda hür olarak yaşama hakkımıza son veriliyordu. Yüzyıllardır üzerinde bağımsız olarak yaşadığımız bu topraklar düşmanlara veriliyor, bizim de bunu kabul etmemiz isteniyordu. Türk Milleti’nin bu durumu kabul etmesi elbette mümkün değildi. Egemenlik milletin 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla, lideriyle kucaklaşan Anadolu, Atatürk’ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Daha sonra 27 Aralık 1919’da Ankara’ya giden Mustafa Kemal Atatürk, 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (TBMM) kurdu. Böylece hem memleketin yönetimi halkın iradesine verilmiş oluyordu. Hem de Kurtuluş mücadelesinin merkezi Ankara oluyordu. Mücadele başlıyor TBMM yaptığı görüşmelerde yurdun durumunu ve kurtuluş çarelerini aradı. ‘Misak-ı Millî sınırları içinde vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı görüşü’nden hareketle, düşmanla mücadele kararı alındı. İlk başarı, Doğu’da Ermeni çetelerine karşı kazanıldı. Daha sonra, Batı cephesinde, Yunanlılarla, I. İnönü ve II. İnönü Savaşları yapıldı. O emri verdi Bu savaşların kazanılmasıyla Yunanlılar’a büyük bir darbe indirilmiş oldu. Bunun üzerine Yunan Ordusu yeniden Türk askerlerine karşı saldırıya geçti. Saldırı üzerine Mustafa Kemal Paşa, ordularına artık bir efsane haline gelen şu emri verdi: “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.” Dengeler değişti Türk askeri, büyük bir azim ve fedakarlıkla bu emre uydu. 23 Ağustos ve 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Meydan Muharebesi’yle, Türk Milleti 1699 Karlofça Antlaşması’ndan beri ilk defa toprak kazanmaya başlıyordu. Sakarya Savaşı, Türk Milleti’nin savunma durumundan taarruz durumuna geçtiği önemli bir savaş olarak da tarihe geçti. Bu zafer sonunda, TBMM tarafından, Mustafa Kemal’e ‘Gazi’ unvanı ve ‘Mareşal’ rütbesi verildi. Hazırlıklar tamam Sakarya Savaşı’ndan sonra, büyük bir taarruzla düşmanı tamamen yok etme kararı alındı. Güney’deki Türk birlikleri, büyük bir gizlilik içinde Batı cephesine kaydırıldı. İstanbul’daki cephane depolarından silah ve cephane kaçırıldı. İtilaf Devletleri tarafından tahrip edilerek kullanılmaz hale getirilen toplar onarıldı. Taarruz başlıyor Bu hazırlıklardan sonra, Gazi Mustafa Kemal’in başkomutanlığını yaptığı ordumuz, 26 Ağustos 1922’de düşmana saldırdı. Türk askerleri, sonraki 5 gün boyunca düşman birliklerine karşı savaşıp, kanlarının son damlasına kadar hiç yılmadan zorlu bir mücadele verdi. Düşman kovuldu 30 Ağustos 1922 günü, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak, Mustafa Kemal Paşa’nın ateş hatları arasında, bizzat Zafertepe’den idare ettiği savaşta tamamen yok edildi veya esir edildi. Bu savaş, Atatürk’ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak adlandırıldı. Büyük Tarruz’un başarıyla sonuçlanmasından sonra düşman, İzmir’e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtarılmasıyla yurdumuz düşmandan temizlenmiş oldu. Hafızalara kazındı 30 Ağustos Zafer Bayramı, ilk defa 30 Ağustos 1923 günü Afyonkarahisar, Denizli, Kahramanmaraş, Ankara ve İzmir’de kutlandı. Resmi olarak Zafer Bayramı ilan edilmesi 1935 yılının Mayıs ayında oldu. Hain düşmanın, haksızca ve alçakça işgaline ‘dur’ diyen ve kanımızın son damlasını akıtmadan yurdumuzu bırakmayacağımızı dünyaya ispatlayan bu büyük zafer, o günde beri her yıl 30 Ağustos günü bayramlarla kutlanır oldu.
35 notes · View notes
Text
Dünya Kültürleri Festivalinde “Arslantepe” Teması Vurgulandı
Tumblr media
30 ülkenin Ankara Büyükelçilerinin katılımıyla, Dünya Kültür Festivali açılış töreni gerçekleştirildi. Dünya Kültürleri Festivali; Dışişleri Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı ve Yunus Emre Enstitüsü’nün desteği ile Ebrişem Gallery'nin organizasyonuyla Ankara CerModern'de başladı. Malatya'nın “Arslantepe Höyüğü” temalı, CerModern'de gerçekleştirilen açılış törenine Fransa, İtalya, İran, Azerbaycan, Hindistan, Kazakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) başta olmak üzere 30 ülkenin Ankara Büyükelçilikleri ayrı ayrı stand açarak katıldılar. Dünya Kültür Festivali’nde ayrıca 47 büyükelçilik tarafından da çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Açılışa, katılan Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Selahattin Gürkan ise açılış töreninin ardından, 30 ülkenin büyükelçisi ile bir araya gelerek, görüşmelerde bulundu. Başkan Gürkan, Dünya Kültür Festivali’nin bu yıl ki temasının “Arslantepe Höyüğü olmasından dolayı büyük bir onur ve mutluluk duyduklarını belirterek, “Dünya Kültürleri derken önce kültür olgusuna bakmamız lazım. Kültür ne demek? Kültür insanlık tarihi boyunca maddi manevi bütün değerlerin toplamına kültür diyoruz. Kültürün tarifini ettikten sonra bir de insanı tarif etmemiz lazım. İnsan biyolojik, sosyal, kültürel bir varlıktır. Bütün canlılarda biyolojik ve sosyal özellik vardır. Kültürleşme ögesi sadece insanlarda vardır. Bu anlamda insan bizim için çok önemlidir. Dünyadaki gerçek hümanizmin koruyucusu Yunus Emre’dir. Dünya kardeşliğidir. Burada bakın 30’un üzerinde ülkemizin temsilcileri var. Her temsilcimizin çok değerli kültür ögeleri var. Bunlarla tanışmak, bunlarla kaynaşmak, bunlarla iletişim ve etkileşim içerisinde olmak hakikaten insanın temayüzü açısından önemlidir. Yani insanı yaşat ki insanlık yaşasın anlayışının temel esasını kendimize destur edinmemiz lazım. Aksi takdirde dünya savaşlara gark olur, kardeş savaşları ve insanlığı ve insanlığın önündeki huzuru ve gelişmenin de önüne geçer diye düşünüyorum. Önemli olan insanlığın barış içerisinde yaşaması için üzerimize düşen görevleri en güzel şekilde yerine getirmektir. Bu kültürel etkinlikler, sosyal etkinlikler, iletişimler ve ülkelerde bulunan elçilerimizle bunları en güzel şekilde ortaya çıkaracak temel değerlerimiz olarak görmekteyiz. Bugün burada Dünya Kültürleri Festivali olarak organize edilen ve organize eden Ebrişem Gallery’a ve diğer paydaşlara teşekkür ederken şunu ifade etmek istiyorum. Bir teşekkürü de Malatya halkı adına ve insanlık adına onlara teşekkür ediyorum. Niçin teşekkür ediyorum, tema olarak Arslantepe’nin kullanılmasından dolayı. Arslantepe nedir, Arslantepe nerededir, Arslantepe niçin önemlidir, Arslantepe niçin Dünya Kültürel Mirasın listesinde on dokuzuncu olarak tescil edilmiştir. Arslantepe’yi tarif ederken insanlık medeniyetinin başladığı yer olarak tarif ediyoruz” dedi. ‘Dünya Kültürleri Festivali’nde Arslantepe temasının kullanılması çok önemlidir’ Arslantepe Höyüğü kazı süreci hakkında bilgiler aktaran Başkan Gürkan, “1931’de başlayan kazılar 2. Dünya Savaşı’ndan dolayı 1960’tan sonra başlayan ve halen devam eden kazılardaki bulgular bize şunu göstermiştir. Dünya insanlık medeniyetinin Malatya’da Arslantepe’de başladığını göstermiş bu da UNESCO Kurulu tarafından tescil edilmiştir. Dünyadaki insanlık medeniyetinin yerleşik hayata geçilmesi, devlet hayatı olgusunun oluşturulması, din-devlet olgusunun ayrıştırılması, gümrükleme ve ticaret işlemlerinin yapılması, muhasebe işlemlerinin yapılması ve taş devrinden demir devrine evrimleşmesi ve bu evrimlerle beraber demirin araç, gereç ve silah olarak kullanılması yani medeniyetin orijin olarak inkişaf ettiği yer Malatya Arslantepe’dir. Onun için bu Dünya Kültürleri Festivali’nde Arslantepe temasının kullanılması çok önemlidir. Böyle bir temayı seçtikleri için Ebrişem Gallery ve bu yönetim organizasyonuna katılan tüm katılımcı ve paydaşlara teşekkür ediyorum. Biz sizleri bu festivalin teması olan Arslantepe’ye Malatya Büyükşehir Belediyesi olarak davet ettiğimizi ifade etmek istiyorum. İnsanlık medeniyetinin başladığı Anadolu’yu ana yurt yapan destan ve medeniyet şehri Malatya’da sizleri görmekten ve ağırlamaktan büyük bir mutluluk duyacağımı belirtmek istiyorum. Dünya Kültürleri Festivali’ni düzenleyen Ebrişem Gallery, Yunus Emre Enstitüsü ve diğer paydaşlara teşekkür etmeyi bir borç biliyorum, hepinize tekrardan teşekkür ediyorum” şeklinde konuştu.   Read the full article
0 notes
yusufserkan · 6 years
Text
ekonomi...
1914-1922 arasındaki savaş yıllarında ortalama enflasyon yüzde 1200 ile 1700 civarında… Fiyatlar 18-20 kat artıyor. Örneğin 1914'te dört kişilik bir ailenin gıda harcaması 225 kuruşken, 1920'de 3049 kuruşa yükseliyor. Maaşlar ise artmıyor. Halkın alım gücü yüzde 80 azalıyor. Para yüzde 85 değer kaybediyor.
Osmanlı'da 16. yüzyıldan itibaren paranın değeri hep düştü. Fiyat artışları ve yüksek enflasyon halkı olumsuz etkiledi.
Ben bu yazıyı kaleme alırken 1 dolar, 7.00 TL'ye yaklaşıyordu. Gerçek şu ki, Türkiye'de enflasyon yükseliyor. İşsizlik artıyor. Zamlar halkın belini büküyor. Halkın alım gücü azalırken borç yükü artıyor. Paramız her geçen gün değer kaybediyor. Eskilerin tabiriyle para “pul” oluyor.
İşte bugün size Osmanlı'da “paranın nasıl pul olduğunu” anlatacağım.
Kim bilir! Belki biraz ders alırız!
OSMANLI'DA PARANIN DEĞER KAYBI
Osmanlı'da, daha Fatih Sultan Mehmet döneminde, yani 15. Yüzyıl'da altın ve gümüş darlığı başlıyor. Avrupa'da coğrafi keşiflerden sonraki altın ve gümüş bolluğunun bir sonucu olarak Osmanlı piyasaları “Duka”, “Real” gibi yabancı paraların istilasına uğruyor. Osmanlı akçesinin değeri düşüyor. Piyasada “kalp” paralar çoğalıyor. Mal fiyatları yükseliyor. Enflasyon artıyor. Bitmeyen askeri harcamalar hazineyi sarsıyor. Devlet, 1550'den sonra akçeyi sürekli küçültmek zorunda kalıyor. Para darlığı “tefeciliğe” ve “faizciliğe” yol açıyor. İslam şeriatı en çok yüzde 15'lik bir faize izin verirken Osmanlı'da uygulamada yüzde 30 ile yüzde 60 arasında faizle borç verip zenginleşenler oluyor.
Sonunda Osmanlı'da 1584 devalüasyonu gerçekleşiyor. Akçenin değeri yüzde 70 oranında düşüyor. 14. Yüzyıl sonunda Sultan Orhan döneminde 100 dirhem gümüşten 269 akçe kesilirken, 16.Yüzyıl sonunda 3. Murat döneminde 100 dirhem gümüşten 525 ile 950 akçe kesiliyor. Akçeler gittikçe inceliyor. Öyle ki 1584 devalüasyonu sonrası 100 dirhem gümüşten 1000 akçe kesilmesi gündeme geldiğinde Darphane Mültezimi Ali Efendi, “Bir badem ağacı kadar ince, bir şebnem katresi kadar hafif” akçelerden söz ediyor. İran ve Avusturya savaşları para darlığını daha da artırınca 1 akçe, 4-5 parçaya bölünerek piyasaya sürülüyor. Anlayacağınız para pul olmaya başlıyor.
OSMANLI'DA KITLIK VE AÇLIK
Daha 16. Yüzyıl'ın başlarında Osmanlı'da halk ve devlet para sıkıntısı çekiyor. Öyle ki II. Bayezid'in illerde valilik yapan oğulları, aylıklarının azlığı nedeniyle zor geçinebiliyorlar. Buna karşın Rüstem Paşa, İbrahim Paşa gibi bazı devlet adamları rüşvet ve yolsuzlukla büyük servet yapıyorlar. 16. Yüzyıl'da devlet, para bulabilmek için vergileri artırıyor. Böylece özellikle köylü ezilmeye başlıyor. (İstanbul halkı, 1876'ya kadar emlak vergisi bile ödemiyor) Osmanlı'da vergi yükünün yüzde 87'si, milli gelirin yarısından az pay alan köylüye yıkılıyor. (Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, s. 246). Osmanlı'da halkı, köylüyü ezen sadece vergiler değil: 1585-1595 arasında fiyatlar artıyor, pahalılık baş gösteriyor. Özellikle buğday fiyatlarındaki artış halkı derinden etkiliyor. Buğdayın fiyatı Edremit'te 40-50, Orta Anadolu'da 20 akçeden aşağı düşmüyor. 150 yıl içinde buğday fiyatı 10 kat artıyor. Osmanlı'da asıl büyük pahalılık ve yüksek enflasyon 1596-1607 arasındaki “Celali Fetreti” ve “Büyük Kaçgunluk” döneminde görülüyor. Uzun Avusturya ve İran savaşları sırasında gelişen Celali isyanları nedeniyle köylünün üçte ikisi köyünü, evini, barkını bırakıp “çift bozup” kaçıyor. Bunlar ya “Levent” ya “suhte” olarak büyük şehirlere akıyorlar. Büyük şehirler kahveler ve bekâr odalarıyla doluyor. Fuhuş, içki, eşkıyalık, cinayet şehirleri sarsıyor. Köylerin terk edilmesiyle tarımsal üretim azalıyor.
Buğday üretimi azalınca Osmanlı Avrupa'ya buğday satışını yasaklıyor. Fakat kaçakçılar gizlice Avrupa'ya buğday satmayı sürdürüyor. Buğday darlığı kıtlığa yol açıyor. Osmanlı'da ilk büyük kıtlık 1494-1503 arasında görülüyor. İkinci büyük kıtlık 1564'te görülüyor. 1573-1576 arasında kıtlık daha da artıyor. 1603'te Anadolu'da yine “buğdaysızlık” ve “kıtlık” baş gösteriyor. Balıkesir'de buğdayın kilesi 90 akçeye kadar çıkıyor. Ekmeğin fiyatı iyice yükseliyor. Sonunda hububat alım satımı “vesikaya” bağlanıyor. Öyle ki İngiliz elçisi bile 1607'de İstanbul'da yiyeceği ekmeğin buğdayını ancak vesikayla satın alabiliyor. Osmanlı tebaası tam 15 yıl ekmek bulamıyor, halk açlıkla pençeleşiyor. (Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, s. 33-43, 89, 421-425).
Osmanlı'da son büyük kıtlık 1873-1875 arasında görülüyor. Ankara, Kırşehir, Yozgat, Çankırı ve Sivas'ta on binlerce insan açlıktan ölüyor. 12 Mayıs 1874'te Ankara'dan Basiret Gazetesi'ne gönderilen bir mektupta şöyle deniliyor: “Yirmi dört saatte bir defa arpa unundan bir bulamaç içiyoruz. Bu da bitmek üzeredir. Öküz ve diğer hayvanların tamamı telef oldu… Çoluk çocukların ekmek diye feryatlarına tahammül etmek mümkün değildir.” Sonuçta 1873-1875 arasında Ankara'nın Keskin kazasındaki 160-170 köydeki 52.000 kişiden 20.000 kişi açlıktan ölüyor, 7000'i başka yerlere dağılıyor. (Türk Ziraat Tarihin Bir Bakış, İstanbul, 1938, s. 210, 211-213).
Savaşın yarattığı ekonomik yıkım
1914'te 1. Dünya Savaşı'na girerken Osmanlı'nın toplam dış borcu 153.7 milyon Osmanlı Lirası… Savaşa girerken devlet hazinesinde sadece 92.000 altın lira var. Osmanlı artan savaş masraflarını karşılamak için Almanya'dan borç alıyor. Savaş sonunda Almanya'ya 150 milyon lira borçlanıyor. Böylece I. Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlı'nın toplam dış borcu 303.7 milyon liraya ulaşıyor. Üstelik bu borçların sterlin, frank ve mark gibi yabancı paralarla ödenmesi gerekiyor.
I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı'da her alandaki üretim neredeyse yarı yarıya azalıyor. Savaş koşullarında fiyatlar 18-20 kat artıyor. Buna karşın maaşlar artmıyor. İnsanların alım gücü yüzde 80 oranında azalıyor. (Pamuk, s. 1782). Korkunç bir enflasyon baş gösteriyor. Öyle ki savaş başında, 1914'te 100 olan tüketici fiyat endeksi, savaş sonunda, 1919'da 1215'e yükseliyor. Savaş yıllarında, 1914-1922 arasında gerçekleşen toplam enflasyon yüzde 1200 ile 1700 civarında… Örneğin 1914'te ekmeğin okka fiyatı 1.25 kuruşken, 1920'de 16 kuruşa çıkıyor. 1914'te dört kişilik bir ailenin gıda harcaması 225 kuruşken, 1920'de 3049 kuruşa yükseliyor.
Osmanlı savaş başında 1915'te piyasaya kağıt para çıkarıyor. Bu kâğıt paralar, önceleri 1 lira ile satın alınırken üç yıl içinde 4-5 altın Osmanlı Lirası'yla satın alınabilen bir mal oluyor. Paranın değeri sürekli düşüyor. Vedat Eldem, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı parasının yüzde 85 değer kaybettiğini belgeliyor. (Eldem, s. 204) Savaşlardan sonra 1923'te 1 dolar 120 kuruş, 1 sterlin 810 kuruş oluyor.
I. Dünya Savaşı başında, 1914'te seferberlik ilan edilince başlayan panikte İstanbul ekmeksiz kalıyor. Halk fırınlara hücum ediyor. Savaş öncesinde Rusya'dan buğday alan Osmanlı, savaşta Rusya ile cephe cepheye gelince buğdaysız kalıyor. Malların fiyatları yükselince karaborsacılık başlıyor. 1915'ten itibaren halk açlıkla boğuşuyor. 11 Nisan 1917'de New York Times, İstanbul halkının durumunu şöyle özetliyor: “Açlık başlamış durumda. Orta gelirli ve emekçi sınıfların sefaleti nefes kesecek ölçüde. Tifüs salgınının önü güçlükle alınabilmiş. (…) Sokaklarda rastladığımız insanların yüzleri sarı, elmacık kemikleri zayıflıktan fırlamış, gözleri bütün anlamlarını yitirmiş; dik ve zayıf bakıyor. (…) Eskilerin en önemli gıdası çeyrek ekmek, peynir ve zeytin, 1.25 dolara zorlukla bulunabiliyor. Tereyağının kilosu 5, peynirin 7 ve zeytinin 1.5 dolar civarında…”
Hükümet, 1918'de İstanbul halkına ekmek bulabilmek için 3 milyon lira borç almak zorunda kalıyor.
Mayıs 1919'da Osmanlı, subay ve memur aylıklarını ödeyemez duruma geliyor.
Parasızlığa çözüm arayışları
II. Mahmut döneminde paranın adı ve şekli 35 kez değiştirildi.
16. Yüzyıl'dan itibaren akçenin değer kaybı önlenemiyor. Yabancı paralar akçe karşısında çok değer kazanıyor. Örneğin, 1611'de 1 florin, 200 akçeye yükseliyor.
17. Yüzyıl'da Osmanlı büyük bütçe açıklarıyla karşılaşmaya başlıyor. 1887/1888'den 1910/1911'e kadar, bütçe 4.2 milyar kuruş açık veriyor. (Eldem, s. 246).
Osmanlı, paranın tağşişi (değerini düşürme) yoluyla sorunu çözmek istiyor. 1810'dan itibaren paranın içindeki değerli maden oranı sürekli azaltılıyor. Paranın değerinin düşürülmesi, Yeniçeri isyanlarını, fiyat artışlarını ve kalpazanlığı körüklemekten başka bir işe yaramıyor.
Osmanlı, Rus Savaşı ve Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan sonra 1775'te “Esham” yani “Hazine Bonosu” yoluyla iç borçlanmaya gidiyor. Zorunlu iç borçlanma olan “İmdadiye”ye ve özel kişilere toprak satışı anlamında “Malikâne Sistemi”ne başvuruyor. Olağanüstü hallerde alınan vergileri kalıcı hale getiriyor. 1770'lerde savaş masraflarını karşılamak için ölen şahısların terekesinin yüzde 60'ına zorla el koyuyor. Bazı tasarruf tedbirleri uyguluyor. Ancak yine de ekonomi düzelmiyor.
Osmanlı'da 18. Yüzyıl'da para basacak yeterli maden olmadığı için halk, bir emirle elindeki altın ve gümüş eşyayı devlete satmaya mecbur kılınıyor. 1789'da Şeyhülislam, “altın ve gümüş eşya kullanmak haramdır” diye bir fetva yayımlıyor. 1789 başında padişahın altın ve gümüş özel eşyaları, devlet adamlarının gümüş takımları darphanede eritilerek para basılıyor. İstanbul'daki Türk tüccardan 20.000, gayrimüslim tüccardan 12.000 okka saf gümüş isteniyor ve bunlar da eritilip para basılıyor. (Mübahat Kütükoğlu, Baltalimanı'na Giden Yol, s. 271)
Osmanlı'da 1780-1860 arasında enflasyon çok yükseliyor. Fiyatlar ortalama 12 ile 15 kart artıyor. 1814'te 1 İngiliz Sterlini 23 Osmanlı kuruşuna eşitken, 1839'da 1 İngiliz Sterlini 104 Osmanlı kuruşuna eşitleniyor. (Şevket Pamuk, Türkiye'nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, s. 112). Kütükoğlu'na göre; 1839'da 1 sterlin 130-135 kuruşa eşittir. 1844'te 1 sterlin 110 kuruşa eşitleniyor. (Kütükoğlu, s. 233).
Osmanlı 1839'da piyasaya kağıt para ve hazine bonosu şeklinde “kaimeler” çıkarıyor. Kolayca sahtesi yapılabildiği için kısa sürede enflasyona neden olan kaimeler 1862'de piyasadan çekiliyor. 1876'da bir kere daha piyasaya “kaime” sürülüyor. Fakat onlar da üç yıl sonra kaldırılıyor.
Osmanlı,1844'te “altın lira” ve “gümüş kuruş” şeklinde çift metalli sisteme geçiyor. 1881'de çift metalli sisteme son veriliyor ve para birimi sadece altın üzerinden tanımlanıyor.
Osmanlı 1848'den itibaren Galata bankerlerinden, Kırım Savaşı'ndan sonra, 1854'ten itibaren de İngiltere ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinden yüksek faizle borç alıyor. Borçları yatırıma yönelik olarak kullanamıyor. Bu yüksek faizli borçlarla Boğaz'da saraylar bile inşa ediliyor.
Osmanlı'nın 14 ve 15. yüzyıllarda Batılı ülkelere verdiği kapitülasyonlar, 18. ve 19. yüzyıllarda daha da genişletiliyor. Özellikle 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması sonrasında Osmanlı pazarları İngiliz mallarıyla doluyor. Çünkü daha önce ithalat ve ihracatta yüzde 3 olan gümrük vergisi, ihracatta yüzde 12, ithalatta yüzde 5 oluyor. Ayrıca İngiliz tüccarlar, yerli tüccarların ödediği yüzde 8 oranındaki iç gümrük vergisinden de muaf kılınıyor.
Sonunda ne mi oluyor?
Osmanlı 1876'da borçlarını ödeyemeyip “iflas” ediyor. Bunun üzerine 20 Aralık 1881'de Muharrem Kararnamesi'yle alacaklı Avrupa ülkeleri Duyunu Umumiye'yi kurup Osmanlı'nın temel gelirlerine el koyuyorlar. II. Abdülhamit her şeyi; madenleri, demiryollarını, limanları, hatta tütünü, dahası elektrik, su, havagazı gibi tüm yatırımları yabancılara teslim ediyor. Osmanlı bağımlı hale geliyor.
İşin özü şu ki, coğrafi keşiflerin, Rönesans'ın, aydınlanma döneminin, Sanayi Devrimi'nin Batı'da yarattığı değişime ve dönüşüme uyum sağlayamayan Osmanlı, köylerin boşalması, üretimin azalması, ordunun bozulması, savaş masraflarının artması, vergi adaletsizliği ve paranın pul olması ile borç ve faiz batağına sürüklenip batıyor.
Atatürk etkisi
Cumhuriyetin 15. yıldönümünde hazırlanan Kalkınma Sembolü… 5K işareti kalkınma, kafa, kalp, kol, kuvvet anlamına geliyor…
İşte Atatürk, I. Dünya Savaşı'nın yıkımı sonrasında gırtlağına kadar borçlu, yokluk ve yoksulluk içinde, orduları dağıtılmış, toprakları işgal edilmiş, savaş yorgunu bir ülkede emperyalizme karşı bir bağımsızlık savaşı kazanmayı başardığı için büyük liderdir.
Atatürk, 17 Şubat 1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde söylediği gibi kazandığı askeri ve siyasi zaferi ekonomik zaferle taçlandırıyor: Önce Osmanlı'nın tüm bağımlılıklarına son veriyor: Lozan'da kapitülasyonları kaldırıyor. Osmanlı borçlarını ödemeye başlıyor. Köylüyü ezen vergileri kaldırıyor. Tarlalar yeniden ekiliyor. Ülkenin dört bir yanında fabrikalar kuruyor. Türkiye üretmeye başlıyor. Türkiye üç beyazda; bez, şeker ve unda kendi kendine yeter hale geliyor.
1929 Dünya Ekonomik Krizi'ne rağmen 1924-1938 arasında Türkiye'nin büyüme hızı ortalama yüzde 8'in altına düşmüyor. 1889-1914 arasında Osmanlı'nın kalkınma hızı ortalama yüzde 2.2 civarındaydı. (Eldem, s. 316). Atatürk Türkiye'si enflasyonsuz, dış borçsuz kalkınıyor. 1923-1938 arasında GSMH 3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkıyor. 1923-1938 arasında, 11 yıl bütçe denkliği sağlanıyor, 3 yıl ise gelir giderden fazla oluyor. 1938'de Merkez Bankası'nda 36 milyon dolar döviz, 26 ton altın biriktiriliyor. Türk parası değerini koruyor.
Keşke çocuklarımıza Osmanlı'da paranın nasıl pul olduğunu, Osmanlı'nın nasıl iflas edip battığını ve Atatürk'ün nasıl kendi ayakları üzerinde duran bir Türkiye Cumhuriyeti yaratığını anlatabilseydik. Keşke!
5 notes · View notes
pazaryerigundem · 3 months
Text
Türkiye Otomotiv Pazarı daralmayacak, 1 milyon adedi aşacak!
https://pazaryerigundem.com/haber/178883/turkiye-otomotiv-pazari-daralmayacak-1-milyon-adedi-asacak/
Türkiye Otomotiv Pazarı daralmayacak, 1 milyon adedi aşacak!
Tumblr media
7 Temmuz’a kadar stoklardaki bazı araçların markalar tarafından eritilmesi için hazırlanan kampanyalar ve Çinli markaların 8 Temmuz sonrası fiyatlarını artıracağı gerçeği Haziran satışlarını ciddi boyutta artırdı. Tüm bunlar düşünüldüğünde pazar yıl sonuna kadar 1 milyon adedin üzerinde kapanacak.
İSTANBUL (İGFA) – Türkiye Otomotiv Sektörü, 9 günlük bayram tatiline rağmen hızlı bir Haziran ayını geride bırakmaya hazırlanıyor.
Bir yandan Çin menşeli otomobiller için hazırlanan yüzde 40’lık ek Gümrük Vergisi düzenlemesi diğer taraftan da Avrupa’nın yeni GSR II standartlarının Temmuz ayının hemen başında devreye girecek olması, haziran ayında pazarın hiç olmadığı kadar yoğun geçmesine neden oldu.
HAZİRAN’DA PAZAR 100 BİN ADEDİ AŞACAK!
Güncel veriler ışığındapazarı değerlendiren, otomotiv sektörünün en büyük veri ve ikinci el fiyatlandırma şirketi Cardata’nın Genel Müdürü Hüsamettin Yalçın, yılın ilk 5 aylık döneminde 480 bin adet seviyesinden kapanan sıfır kilometre otomotiv satışlarının haziran ayıyla birlikte 600 bin adet seviyesine çıkacağını söyledi.
Tumblr media
Haziran ayında pazarın 100-120 bin adet seviyesinde kapanacağını ifade eden Hüsamettin Yalçın, “Sene başından beri devam eden kampanyalar özellikle haziran ayında çok daha iddialı bir boyuta çıktı. Şöyle ki Haziran ayında pazarda satılan araçların yüzde 26’sı yani her 4 araçtan biri indirime girerken ortalama indirim oranı da yüzde 6 seviyesine ulaştı” dedi.
7 Temmuz’a kadar stoklardaki bazı araçların markalar tarafından eritilmesi için hazırlanan kampanyaların da haziran satışlarını ciddi boyutta artırdığını vurgulayan Hüsamettin Yalçın, şöyle devam etti:
“Markaların stokları eritmek için 200-300 bin TL’ye varan indirimleri devreye alması, tüketicileri showroomlara çekti. Bunun yanında 8 Temmuz’da yürürlüğe girecek olan Çinli markalara yönelik yüzde 40 ek Gümrük Vergisi’nin etkileri haziran ayında belirgin bir şekilde hissedildi. Çinli markaların 8 Temmuz sonrası fiyatları artacağı için tüketici nezdinde önemli bir yoğunluk oluştu. Ayrıca Çinli markalar da gelecek ek vergiye rağmen fiyatlarında damping yaptılar ve uygun fiyatlı otomobiller sundular. Tüm bunlar düşünüldüğünde pazarın yıl sonunda 1 milyon adedin üzerinde kapanacağını düşünüyoruz. Sene başından bu yana yapılan kimi analiz ve yorumlardaki gibi pazarın yüzde 30-35 düşmesi söz konusu olmayacaktır.”
SON HAFTASINDA TESLİMAT SAVAŞLARI GÖRÜLECEK!
Bu vergi dezavantajının Temmuz sonundan sonra Çinli markaları etkileyeceğini söyleyen Cardata Genel Müdürü Hüsamettin Yalçın, “Ancak Avrupalı markalar o kayıpları dolduracaklardır. Bu durum pazarın yılsonunda 1 milyon adedin üstünde olmasına engel değil. Ayrıca önemle belirtmekte fayda var. Haziran ayında Tesla etkisi olacak. Sektörden aldığımız bilgiye göre Tesla Haziran ayında önemli teslimatlar yapacak. Bu da Haziran ayında pazarın 100 bin adedin üstünde gelmesine önemli bir etken. Haziran’ın son haftası markaların teslimat savaşları olacağı bir hafta olacak. Ayın son haftası yoğun bir mesai olacak” diye konuştu.
İkinci el tarafında ise fiyatlardaki köpüğün artık gittiğine işaret eden ve ikinci el otomotiv pazarının 2024 yılını yaklaşık 5 milyon adetlik bir büyüklükle kapatacağını belirten Hüsamettin Yalçın, “Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın kredi musluklarını kısması ve Ticaret Bakanlığı’nın otomobil fiyatlarına müdahale etmesiyle birlikte, sıfır araçların tedarikinin artması, kurdaki hareketliliği bahane ederek stokçuluk yapan satıcıların artık ortadan kalkması nedeniyle ikinci el fiyatları da yüzde 30 geri geldi. Bu düşüş geçen yıl yaz başı başlamıştı. İkinci el pazarında, krediye ulaşım zorlukları ve yüksek faiz oranları, talebi şu an düşürmüş durumda. Yılın ikinci yarısında ikinci el otomobil pazarında bazı değişiklikler bekliyoruz. Yılın son çeyreğinde, özellikle de eylül ayı sonrasıikinci elde bir toparlanma öngörüyoruz. Neden yılın son çeyreği? Çünkü sıfır kilometrede önemli satış kampanyaları varve bu da ikinci el araç fiyatlarıyla aradaki makası daraltıyor. O yüzden ikinci el araç fiyatlarındaki düşüş yılın son çeyreğine kadar devam eder. Böylece yılın son çeyreği itibarıyla fiyatları daha da düşen ikinci el araçlar bir cazibe noktası olabilir.Öte yandan ek vergi sebebiyle sıfır kilometre fiyatları artan Çinli modellerin ikinci el değeri de artacaktır.” dedi.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
dakikamagazin · 3 years
Link
200 binden fazla ziyaretçiye ulaştı
0 notes
benimpencerelerim · 3 years
Text
YONGALAR IMPARATORLUGU
YONGALAR İMPARATORLUĞU
Okyanusun ortasındaki bir kibrit çöpü gibi duruyor masanın üstünde. Ama azgın dalgaların dizginleri bacaklarında toplanmış. Üfleseniz havalanır, gökyüzünü fethe çıkar. Oysa yeni doğmuş bir bebeğin tırnakları kadardır. Ve tırnakların sahibi kadar çaresiz, narin. Silikon dolaşır damarlarında. Taklamakan çölünde, Gobi’de ve Büyük Sahra’da ve her yaz, her Allah’ın günü kemiklerimizi ısıttığımız plajlarda dünyalar dolusu bulunan silikon.
Mikroskop altında, caddeleri, meydanları ve binalarıyla kilometrelerce yukarıdan bakılan ıssız bir şehir gibidir. Dev bir örümcek ağıdır bu ölü şehir. Kocaman, hantal tüpleri, dirençleri, lehimleri ve kabloları yoktur. İncecik kanalları, milyonlarca devre elemanı vardır. Ve bu şehir bir mikrobilgisayarın kalbidir.
Bir mikroişleyiciye ev sahipliği yapabilen yongamız dünyanın ilk elektronik bilgisayarı ENIAC’tan; sık sık bozulan, alevler kusarak çalışan, enerji oburu 30 tonluk ENIAC’tan 200 kat daha hızlıve 30 000 kat daha ucuzdur. Kanaatkardır, bir gece lambasının kullandığı enerjiyle dünyayı yerinden oynatır.
Bir çağa adını kazıyacak dev bir mühürdür yonga.
Önce bilgisayarları ele geçirdiler. Yasaları yıktılar. “En büyük biziz” dediler. Mikrobilgisayarlar, saatler, hesap makineleri, fırınlar, çamaşır makineleri ve otomobillerin üzerinde, aklınıza gelen her aletin içinde evlerimizi, iş yerlerimizi, eğlence mekanlarımızı istila ettiler.
Artık hesaplarımızı onlar yapıyor, pastamızı pişiriyor, çamaşırlarımızı yıkıyor, otomobilimizin motorunu denetliyor, radyomuzu, termostatımızı ayarlıyorlar. Doğal gazı pompalayan -sınırlı da olsa- kör ve sağırların bazılarına görme ve işitme olanakları sağlayan, hastalık teşhisi, maden araştırmaları yapan, fabrikalarda ve bürolarda hizmetimize koşan hep onlar.
Görme, dokunma duyuları olan, yalın kararlar alabilen robotlar üretim bantlarında yerlerini aldılar bile. Gerçi bunlar bilim kurgu romanlarının androitlerinden yüzlerce yıl geride ama omuzları, dirsekleri ve esnek bilekleriyle hep aynı sabır ve özenle karınca gibi çalışıyorlar. Gemilere kaynak yapıyor, elektrik motorlarını, kontrol panellerini monte ediyor, demir ocaklarını besliyor, arabaları boyuyorlar
Dünyanın önde gelen firmaları da robot gücünün farkında. Chrysler’in Delawere’deki fabrikasında çalışan 30 robot kaynakçı, saatte 100 otomobilin kaynağını yapıyor. Aynı sayıda işçi ise saatte 60 otomobilin kaynağını yapabiliyor. Halen 1600 robot çalıştıran General Motors 1990’a kadar bu sayıyı 16000’e çıkarmayı planlıyor. Boeing, her birinin oturma planı farklı olan 10 tane uçağı aynı anda yapmayı planlıyor. Tabii delikleri açan, koltukları monte eden robotları kullanarak.
Elektroniğin samurayları Japonlar ise, yongaları kullanarak, sadece 1981 yılında 16 milyon radyo, 16 milyon televizyon ve 85 milyon hesap makinesi üretti. Sonra da 64 KB’lık bellek yongaları pazarının %7o’ini ele geçirdiler. Dünyadaki robotların %50’si Toranaga’nın topraklarında yaşıyor.
Bilgisayarlar devlet dairelerini, bankaları, özel şirketleri, borsaları ele geçirdi. Bordromuzu hesaplayan, muhasebemizi yapan, stokları kontrol eden, maliyet-verimlilik hesapları, hava ve seçim tahminleri yapan, elektrik-su faturalarını düzenleyen, uzay mekiğinin yörüngesini hesaplayan, molekül, uçak, gemi ve otomobil modelleri çizen hep onlar.
Çocuklarımız Commodore ve Atarilerle büyüyor artık. Çığlık çığlığa robot ve yıldız savaşları yapıyorlar. Liselere yüzbinlerce bilgisayar alınması konusunda tasarılar yapılıyor. Banka işlemlerinin, alışverişin evde oturarak yapılacağı günler çok yakın.
Bir çekirge sürüsüdür yongalar.
New York’un arka sokaklarında kardeş kardeş geçiniyor, zenciler, melezler, beyazlar. New York’un arka sokaklarında sefalet, fuhuş, esrar ve ölüm kol geziyor. İnsanlar fakir, insanlar umutsuz, insanlar acımasız. Bir pezevenk kıyasıya dövüyor sermayesini. İki zenci azmanı bir kaç dolar için pusuya yatmıış, sabırla bekliyor. Yarı aralık bir kepengin ardında Michael, tam 6 aydır işsiz ve 3 gündür aç, bir dükkan sahibinin gırtlağını kesiyor. Ve Christien, büyük umutlarını harcadığı şehirde şimdi yapayalnız, bir sokak lambasının sarı, loş ışıklarının altında büyük hayalleriyle bulutlarda geziyor.
Açlıktan kırılıyor Kara Afrika. Uçsuz bucaksız bozkırlarda insanlar sinek sürüleri gibi ölüyor. Komşular birbirini boğazlıyor Orta Doğu’da. Dazlaklar bir Türk gencini öldürüyor Almanya’nın kaldırımlarında. Bir Türk işçisi temizliyor kana bulanan kaldırımları.
Yongaların laneti bir kabus gibi çöküyor insanların üstüne. Bir yanda fabrikalar robotlarla donanıyor, bir yanda ofisler bilgisayarlarla. Alfred Sauvy, son yüz yılı içeren araştırmasında yeni çıkan işlerle yok olan işlerin sayısının denk olduğunu buluyor ama kısa vadede memur alımları %25 azalıyor. İnsanlar kısa vadede yaşıyor, uzun vadede ise herkes ölü.
Muazzam bir Bilgisayar İmparatorluğu 5000 insan yılı harcayarak her sürümünde en az 1000 hata içeren bir işletim sistemi çıkarıyor. Bir füze projesinde, yapılan küçücük bir işaret hatasıyla milyonlarca dolar havaya uçuyor. Kanada’da bazı şirketlerin dosyaları Manhattan’daki okul bilgisayarlarını kullanan öğrencilere meze oluyor. Ve Amerikan bankaları bilgisayarlar aracılığıyla günde 500 milyar dolar transfer ediyor.
Uzmanlar, geçmiş yıllardaki tuş soygunlarının tutarının 100 milyon dolar ile 6.5 milyar dolar arasında olduğunu tahmin ediyor. Gerçek rakamı ise kimse bilmiyor. Bilgisayar suçlarının çoğunluğu açığa çıkmıyor. Açığa çıkanlarsa kurbanlarına milyonlarca dolara maloluyor. Dahası, doğru ellerde yanlış şekilde kullanılan bilgisayarlar yanlış ellerde gayet doğru kullanılabiliyor. Uyuşturucu satıcıları bilgisayarların nimetlerinden sonuna kadar faydalanıyor. Diğerlerinin de konvoya katılacağı günler uzak değil.
Korkulu rüyamızdır yongalar, umudumuz yine onlar.
Yongaların önlenemez yükselişi sürüyor. Yeni geliştirilen tasarım yöntemleriyle üniversite öğrencileri kısa sürelerde karmaşık yonga planları hazırlayabiliyor. Oysa çok elit bir mühendis grubu, daha dün diyebileceğimiz bir tarihte, Hewlet Packard’ın mikroişlemcisini tasarlamak için aylarca ter dökmüştü.
IBM’in New York’taki araştırma merkezinde, bilgisayarda depolanan yonga tasarımları elektron demetleri ile doğrudan silikon yufkalar üstüne aktarılıyor. Silikondan 10 kat daha hızlı elektrik ileten galyum ve arsenik bileşikleri ile araştırmalar son hızla devam ediyor. Bazı bilimadamları yarıiletkenler üzerine molekülleri, atomları yerleştirmeye hazırlanıyor.
Sıvı helyum içinde dondurulan yongalar, bugüne kadar üretilmiş bütün süper bilgisayarlardan daha güçlü, üzüm tanesi büyüklüğünde bilgisayarların yapımını olanaklı kılıyor. Denizbilimciler, gemileri yönetecek, düşman ateşinden kaçırıp denizcileri kurtaracak yarı akıllı robot düşleri kuruyor. Uyuşturucu madde üreticilerini örnek alan kimyacılar bilgisayar üretmeyi değil yetiştirmeyi düşünüyor.
Yaşamı ve bilim kurguyu harmanlamış dört nala koşuyor yongalar. Dünyanın kaderini değiştirirken; yüreğimizde, belleğimizde, toplumsal yapımızda derin izler bırakarak gidiyorlar. Arkalarından insanlar koşuyor. Alışkanlıklarını, korkularını, tutkularını, düşlerini ve umutlarını dev bir atlı karıncaya kaptırmış insanlar koşuyor. Geride kalanlar, tökezleyenler, düşenler, ezilenler var aralarında. Atlı karınca dönüyor, baş döndürücü bir hızla dönüyor, dönüyor, dönüyor.
Gözyaşı ve sabır yazılıdır ilerlemenin tarihinde
Yabancı Dergilerden Derleme-Uyarlama
0 notes
seyyah1906 · 3 years
Video
Ermenistan'dan Bayraktar itirafı nasıl savaşacağımızı bilemedik
Ermenistan Parlamento Başkanı Alen Simonyan, Azerbaycan ordusunun havadaki üstünlüğünün, özellikle de Bayraktar insansız hava araçlarına sahip olmasının, 2020 Karabağ savaşının sonunu belirleyen başlıca faktör olduğunu savundu.
Ermenistan Parlamentosu Basın Servisi’nin açıklamasına göre Simonyan bugün Rus gazetecilerle görüştü.
Simonyan, “İnsan sayısıyla sorunumuz yoktu. Elimizdeki teçhizatın vuramadığı Bayraktar’lar ile nasıl savaşacağımızla ilgili bir sorunumuz vardı. Bakü’nün kontrolüne geçen bölgelerden yaklaşık 25 bin askerimizi çıkarttık. Elimizde insanlar olmadığı için mi savaşı kaybettiğimizi düşünüyorsunuz? Yoksa 2020’de savaşları insanların kazandığını mı düşünüyorsunuz?” ifadesini kullandı.
Karabağ’da, 27 Eylül 2020 tarihinde Azerbaycan ve Ermenistan orduları arasında yeni savaş meydana gelmişti.
44 dün süren savaşta Azerbaycan ordusu Cebrail, Fuzuli, Zengelan ve Kubatlı bölgelerinin yanı sıra Ağdere ve Hocavent bölgelerinin bazı kasaba ve köylerini yaklaşık 30 yıl süren işgalin ardından kurtarmayı başarmıştı. Çatışmalar, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, #ErmenistanBayraktaritirafı
0 notes
ovulunblogsayfasi · 3 years
Text
10. hafta: Dijital Güvenlik ve Gizlilik, Dijital Etik
Dijital Etik 1. Kısım
Teknolojinin gelişmesi, toplumun işleyiş biçimini, yaşama biçimimizi ve hatta hayatlarımızı değiştiriyor. Dijital birer vatandaş olarak internette her geçen gün daha fazla varlığımızı sürdürmekteyiz. Pandemi ile birlikte, derslerimize online katılıyor, hatta arkadaş sohbetlerimizi bile online yapmaktayız. Tüm bunları yaparken verilerimizin kötü niyetli insanlara geçmemesi için güvenliğe ihtiyaç duyuyoruz. Dijital güvenlik, dijital online kimliğimizin korunmasıdır. Dijital veri güvenliği, siber dolandırıcılıktan korunmak için, dijital dünyada olan kişisel verilerimizin korunması için çok gereklidir. Yazışmalarımız, ders notlarımız, iş bilgilerimizin hepsi bizim dijital dünyamızda saklıdır. Bunların, kötü niyetli insanların eline geçmesini hiçbirimiz istemeyiz. Herkesin başına siber saldırı gelebilir. Bu yüzden bu konuya önem vermeli ve benim başıma gelmez dememeliyiz. Örneğin bilgisayarlarımızı başından ayrıldığında kitlememiz bile bizim bilgilerimize ulaşılmasını engellemek için aldığımız küçük ama etkili bir önlem olacaktır.
Dijital dünyada güvenliğimiz için çok çeşitli savunma yöntemleri vardır. Bunlardan birkaçını sizinle paylaşmak istiyorum.
1. Antivirüs Yazılımı: Kötü amaçlı yazılımlar ve diğer kötü amaçlı sistemler aracılığıyla gönderilen virüslerin verilerimize bulaşmasını ve sistemimizin çökmesini engeller. Bu sebeple hepimizin iyi birer antivirüs programı elde etmemiz gerekmektedir. Bu programlar bilgisayarımızı korumakla beraber, verilerimizin erişimini de engeller. Antivirüs yazılım, bu sebeple çok güçlü bir savunma yöntemidir.
2. Mevcut Güncellenmiş Güvenlik Duvarları: Bu araç bizim web trafiğimizi izler. Bizim aygıtımızda yetkili kullanıcıları tanımlar ve yetkisiz erişimleri engeller. Hatta yeterince güncelse aygıtımıza virüslerin girmesini de engeller.
3. Proxyler: Bir kurum ya da kuruluşun, bilgi teknolojileri politikalarına, uygun filtreleme kuralları kullanarak kullanıcılar ve internet arasındaki boşluğu dolduran dijital güvenlik araçlarıdır. Proxyler, tehlikeli web sitelerini engeller. Aynı zamanda, erişimi kontrol ederler ve kullanımı izlerler. Böylelikle kullananın kimliğini de doğrularlar.
Hacking nedir ve nasıl önlenir?
Bilgisayar korsanı kelimesini hepimiz duymuşuzdur. Genelde, hepimizin gözünde simsiyah giyinen, delicesine yanındaki abur cuburlardan atıştırıp kod yazan tipler canlanır. Bilgisayar korsanı olan böyle tipler var mıdır bilinmez ama bu işi meslek olarak ve profosyonelce yapan insanlar maalesef ki vardır. Bu işi yapanlar, kişinin sistemine girip oradan veri toplayabilir, aynı ağ içinde diğer cihazlara erişim sağlayabilir, sistemi çökertmek gibi çeşitli işlemler yapabilirler.
Akıllı telefonlarımızı korsanlıktan nasıl koruruz?
En çok kullandığımız, akıllı telefonlarımızı korsanlıktan korumamız bizim dijital güvenliğimiz için çok önemlidir. Telefonumuza şifre koyarak telefonlarımızın otomatik kilidini daha kısa süreli yapabiliriz. Bu size çok basit bir işlem bile gelse cihazımızın otomatik kilidini minimum 30 saniye yaparsak korsanlık yaşamamak için ilk adımı atmış oluruz. Tüm yazılım güncellemelerini gerçekleştirmeyi ihmal etmemeliyiz. Çünkü cihazımız ne kadar güncel olursa o kadar bilgilerin sızması zorlaşır. Uzun ve güvenli parolalar oluşturmaya özen göstermeliyiz. Parola oluşturuken, kronolojik sıra, doğum günleri, yıl dönümlerinden kaçınmalıyız. Kullandığımız her web sayfasına şifre belirlerken öncelikle bir ana şifre belirleyip sonra o şifreyi kullandığımız web sayfasının adına, özelliğine göre geliştirerek farklı şifreler belirleyebiliriz. Bu işlem bizim şifrelerimizi unutmamızı, şifrelerimizi bir yere yazmamızı, şifremizi kaybetmemize, şifremizin kırılması durumunda diğer web sayfalarımızın da güvenliğini tehlikeye atmamızı engeller. Ayrıca telefonumuzun not kısmına şifrelerimizi yazmak da güvenli değildir. Bir diğer korunma yöntemi, otomatik doldurmayı kapatmadır. Bu konu çok düşünülmesi gereken bir işlemdir. Eğer bilgisayarımızın ya da telefonumuzun güvenliğini sağladığımıza emin isek otomatik doldurmayı kapatma yöntemi bize büyük kolaylık sağlar. Fakat bu konuda çok da dikkatli değil isek, akıllı telefonlarımızdaki ve bilgisayarımızdaki otomatik doldurmayı kapatmalıyız. Akıllı telefonlarımızın güvenliğinin yanında, girdiğimiz web sitelerinin güvenli olup olmamasına da dikkat etmeliyiz. Örneğin, korsanlarla mücadele ederken güvenilir web sitelerinden alışveriş yaptığımıza, güvenilir web sitelerinde olduğumuza dikkat etmeliyiz.
Bir web sitesinin güvenli olmadığını nasıl anlarız?
Hepimiz güvenli web siteleri kullanmak isteriz. Peki bu sitelerin güvenilir olup olmadığına, yasal siteleri kullanıp kullanmadığımıza nasıl emin olabiliriz? Öncelikle url’nin yanındaki asma kilit simgesine dikkat etmeliyiz, ‘’http’’ yerine url’de ‘’https’yi’’ kullanmalıyız. Buradaki ‘’s’’ harfi ‘’güvenli’’ anlamındaki ‘’secure’’ kelimesini temsil etmektedir. Ayrıca web sitesindeki gizlilik politikalarını mutlaka okumalı, değerlendirmeliyiz. Tüm bunlara ek olarak, tarayıcılarımız da web sitelerinin güvenli olup olmadığını tespit edip bizi uyarabiliyor ve tehlikeye girmemizi engelliyor. Örneğin Google Chrome pop up’ları engelleme, güvenli olmayan flash içeriklerini devre dışı bırakma, kötü amaçlı indirmeleri durdurmak, hoparlör, kamera, mikrofonumuza hangi sitelerin erişebileceğini kontrol etme gibi işlemleri yapıp (bu özellik için bilgisayarlarımızın gizlilik ve güvenlik bölümünü kontrol etmekte fayda var, bu özellik sadece chrome’ a özgü bir özellik değildir. İnternet Explorer, Safari, gibi diğer tarayıcılarda da bu özellik mevcuttur.) güvenlik işlerini otomatik olarak yürütmektedir. İnternet korsanlarına kanmamalı, güvenilir siteler kullanmaya özen göstermeli, alışveriş yaparken önemli kredi ya da banka kartlarını kabul edip etmediğine dikkat etmeliyiz, etmiyor ise o siteden alışveriş yapmaktan vazgeçmememiz gerekmektedir.  Web sitesinin adını internetten araştırmalı, yorumlarını okumalıyız, arattığımız internet adresini doğru yazdığımızdan emin olmalıyız.
Dijital Etik 2. Kısım
Toplumda, topluluk halinde yaşadığımız için belirli etik kurallar çerçevesinde yaşamak zorundayız. Etik, doğru davranışlarda bulunmaktır. Dijital etik dediğimizde ise teknoloji kullanıcılarından beklenen davranış standartları olarak tanımlamamız mümkündür. Bizlerin, dijital dünyanın birer vatandaşları olarak, dijital toplulukta uygun davranışlar sergilememiz beklenmektedir. Tüm dijital teknoloji kullanıcıları, teknolojiyi kullanırken başkalarından haberdar olmalı, teknoloji kullanımının başkalarını nasıl etkileyeceğini anlamalıdır. Dijital etiğin kuralları vardır. Şimdi onlara beraber bir göz atalım.
Dijital Etik Kuralları
1.Karşımızdakinin insan olduğunu hatırlamalıyız: E posta, anlık mesaj, tartışma gönderisi ya da başka bir metinle elektronik olarak iletişim kurarken, mesajımızı göndermeden önce ölçüp tartmalıyız. Yazdığımız kelimelere, ifade şeklimize dikkat etmeliyiz.
2.Gerçek hayattaki davranış biçimimizi onlineda da sürdürmeliyiz: Karşımızdaki kişinin yüzüne söyleyemeyeceğimiz şeyleri onlineda da söylememeliyiz. Yüzüne söyleyemeyeceğimiz şekilde isim takmak, küfür etmek, saldırgan yazılar yazmak hiç doğru değildir. Ayrıca söyleyeceğimiz şeyin yanı sıra bunu nasıl ifade edeceğimiz de önemlidir. Büyük harfle yazı yazmak, dijital dünyada, karşımızdakine bağırıyor izlenimi verir. Küçük harflerle yazmak ise eğitim veya özgüven eksikliği anlamına gelir. Bu yüzden bundan kaçınmamız, cümlelerimizi kurarken kibarlıktan ödün vermememiz beklenmektedir.
3.Sanal dünyada nerede olduğumuzu bilmeliyiz: Sanal ortamlarda bazen arkadaşlarımızla, bazen çalıştığımız patronumuzla, bazen öğretmenlerimizle iletişim halinde oluyoruz. Her durumda aynı iletişim tarzını kullanmamız beklenemez. Bir arkadaşımıza yazdıklarımız, öğretmenimize ya da meslektaşımıza yazdıklarımız aynı olmayabilir. Buna çok dikkat etmeliyiz.
4. Başkalarının zamanına ve bant genişliğine saygı gösterin: Elektronik iletişim zaman alır. Her insanın günlük yaşamda farklı uğraşları olup, çeşitli konuşmaları ve gereksiz mailleri cevaplamada gecikebilirler. Sanal dünya iletişimcisi olarak bizlerin görevi, sözcüklerimizi okumak için harcanılan zamanın boşa gitmemesini sağlamaktır. Yazılı metinlerimize indirilmesi çok uzun sürecek olan gereksiz metinler, grafikler, yazılar eklemekten kaçınmalıyız. Bu konuya dikkat edersek yazdığımız şey karşımızdaki insan tarafından hem daha etkili bir şekilde anlaşılır, hem de kişinin, bize daha hızlı bir şekilde geri dönüş sağlama imkanı olur. Böylelikle, insanların zamanını ve bant genişliğini çalmamış oluruz.
5.İnternette kendinizi iyi göstermeliyiz: Sanal dünyanın en iyi yanlarından biri, fiziksel görünüm, ses, kılık kıyafet gibi unsurlarımızın yargılanmamasıdır. İnsanlar bizim yazımızı, ne hakkında konuştuğumuzu ve yazı dilimizi değerlendirir. Bu sebeple sanal dünyayı kullarken, kelimeleri özenle seçmek, açık bir dil kullanmak, dil bilgisi kurallarına uymak, hoş ve kibar olmak çok önemlidir.
6.Uzman bilgilerini paylaşmalıyız: İnternetin kuruluş amacı bilgileri paylaşmaktır. Biz de bu kuruluş amacına uygun olarak bildiklerimizi paylaşmalıyız. Uzman olduğumuz konuyla, araştırdığımız konularla alakalı referansları yayınlamayı ihmal etmemeliyiz. İlgi çekici konularda bilgimizi geliştirme imkanı bulduysak bunu da insanlarla paylaşabiliriz. Biz paylaştıkça insanlarla etkileşimimiz artar ve kendimizi mutlu hissederiz.
7.Alev savaşlarını kontrol altında tutmaya yardımcı olmalıyız: İnsanların hiçbir duyguyu düşünmeden öfkeli paylaşımlar yapmaya alev savaşları denir. Biz bu alevleri daha fazla harekete geçirip yangın olmasını engellemeli, yapıcı yorumlarda bulunmalıyız.
8.Başkalarının mahremiyetine saygı göstermeliyiz: Sosyal medyada, online platformlarda veya bir e posta’da özel ve kişisel bilgiler bırakabilir ya da bunlara maruz kalabiliriz. Bu bilgilerin yanlış yerlere gitmesini engellemeli, paylaşılan özel bilgilere, mahremiyete saygılı olmalıyız.
9.Gücümüzü kötüye kullanmamalıyız: Günlük yaşantımızda olduğu gibi siber dünyada da birbirinden daha güçlü insanlar vardır. Örneğin, bazı insanlar, teknolojik konularda, diğer insanlardan daha deneyimli ve beceriklidir. Bu becerileri bilip kullanırken diğer insanların haklarına zarar vermemeli, kural biri yani karşımızdakilerin birer insan olduğunu hatırlamalıyız.
10.Başkalarının hatalarını affetmeliyiz: Herkes sanal dünyada aynı deneyime sahip olmayabilir. Buna anlayış göstermemiz gerekir. Bağışlayıcı ve anlayışlı olmalıyız. Netiquette kurallarına dikkat etmeliyiz. Netiquette kurallarına dikkat etmek, hem bizim hem de toplumumuzun ruh sağlığı için ve huzurumuz için çok önemlidir. Buna dikkat etmemizin bize çok faydası vardır.
0 notes
tarihasigi · 4 years
Text
Otuz Yıl Savaşları 1618-1648
❁ Katolikler ve Protestanlar arasında yaşandı.
❁ Avrupa siyasi tarihini etkileyen en önemli olay Otuz Yıl Savaşlarıdır.
Avrupa’da otuz yıl boyunca mezhep savaşları yapıldı.
Önemli: Otuz Yıl Savaşlarında Fransa, Katolik olmasına rağmen Protestanların yanında yer aldı. Bu da bize, Otuz yıl Savaşlarının sadece DİN sebepli savaşlar olmadığını, bu savaşların altında yatan ekonomik ve siyasi sebeplerin de olduğunu gösterir.
❁ Otuz yıl savaşlarını Protestanlar kazandı ve sonucunda Westfalia Antlaşması imzalandı imzalandı. (1648)
Katolikler
Katolik Alman Prenslikler
Kutsal Roma Germen İmparatorluğu
İspanya
Avusturya
Bovyera
Protestanlar
Fransa (Katolik Birliği)
Danimarka
İsveç
Norveç
Hollanda
İngiltere
Prostestan Alman Prenslik
Reform haraketi sonrasında Avrupada mezhep birliği bozulmuş ve mezhep savaşları başlamıştı. Bu savaşlar yaklaşık olarak 30 yıl sürdüğünden bu ad verilmiştir.
Otuz Yıl Savaşları Sonuçları
❁Kutsal Roma Germen İmparatorluğu dağıldı. (Rusya-Almanya)
❁Hollanda ve İsviçre bağımsızlıklarını ilan etmiştir.
❁İspanya birçok sömürgesini kaybetti.
Önemi: Otuz yıl savaşları Osmanlıyı Doğuda rahatlatmıştır.
0 notes