Tumgik
#Asıl mesele bu işte.
selin-n · 5 months
Text
Gününüz aydın olsun değerli Tumbir ailesi ☀️🌈
Tumblr media Tumblr media
Asıl mesele de bu işte. Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur...
Cengiz Aytmatov - Gün olur asra bedel
Tumblr media
Sevgilerimle 💙🕊️
76 notes · View notes
mesutbahtiyarolacak · 3 months
Text
Tumblr media
“Asıl mesele de bu işte.
Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez.
Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin.
Ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur...”
20 notes · View notes
olmusbirbulut · 6 months
Text
Sana kilometrelerce uzaktan gelebilirdim belki mesafelerce belki kitaplarca belki şiirlerce uzaktan vesaire vesaire asıl mesele gelmemdi sana ne olursa olsun gelmiş olmalıydım ama gelemedim gelemeyisimin en büyük engeli sendin ha birde üçüncü şahsın şiirini bilir misin o şiir o üçüncü kişi bendim işte gözlerinde gördüm bunu sendeki bir ben degildim sizdeki üçtüm beni layık gördüğün yer orasiydi uzaktan uzağa izledim sizi gözlerinde doluşunu gözlerinde kayboluşunu gözlerinde kaybedişimi izledim bu bana hak mıydı bilemem ama ağır oldu sevgilim.Bir gün olurda benide görürsem gözlerinde görmeyeyim bu benim en büyük yenilgilerimden olur ben yine bırakırım işi gücü gururu haysiyeti sana koşarım bu yakar canımı ama canın sağolsun derim şu satten sonra gelirsemde ayıp yine benim ayıbım olsun o güzel çehrene o güzel kalbine kötülükler değdirmesinler kötü sözleriyle kalbini kırmasınlar insanlar bilirim umursamazsın onları ama inan biraz beni önemse beni gör istemiştim bana sevgin bile yoksa biraz olsun üzül istemiştim göz yaşlarının denizinde boğulan bendim sevgilim parıltısında parlayan bir başkasıydı.
35 notes · View notes
lluminara · 29 days
Text
Ve sonunda gece olup da dünya sessizliğe büründüğünde, herkes uykuya daldığında, ben belki balkonda gökyüzüne bakarken, belki de başımı yastığa koyduğumda, düşüncelerim yavaş yavaş kendini belli etmeye başlar. İşte o anlarda, birden içimdeki sessizlik yerini bir gürültüye bırakır. O gürültüler nefes alan bir varlık olmuş, karşıma geçmiş, hiç durmadan konuşmaya devam ediyor ve gün boyu belki de günler boyunca onu yok saydığım için bana kızgınlığını dile getiriyor ve parçalamak istiyor. Ben sadece dinliyorum, çaresizce…
Bu, belki de yalnız kalmak istemediğim nadir anlardan biri. Aslında mesele hiçbir zaman yanımda birinin olması değildi, asıl mesele o gürültüleri benimle birlikte duyacak, hatta belki de birbirimizin gürültülerini susturacak birinin varlığıydı. Çünkü insan bazen tek başına baş edemiyor. Sadece sessizce oturarak, gecenin sesini dinleyebileceğim biri. Sessiz ama huzurlu bir şekilde...
Zaten insanın tüm çabası anlaşılmak için değil mi?
✧☽✧
9 notes · View notes
birkahramanvar · 2 months
Text
Tumblr media Tumblr media
Ölüm ; İhtimal perisi
Bu gün varız. Yarın bir ihtimal. Bu dünyanın en gerçek olayı bu. Bütün o telaşlar koşuşturmacaların son bulduğu an. Dünyadan ayrılık ama asıl yuvamıza kavuşmak bu. Liseyi birlikte okuduğumuz bir arkadaşım vardı. Birini çok sevdi, nasip olmadı o kişi ile evlenmek. Daha sonra zaten aşka kapılarını kapatmıştı. Geçen aylarda gördüm nişanlanmıştı. Mutluydu yüzünden okunuyordu mutluluğu. Onun adına çok sevinmiştim. Taki nişanlısının ölüm haberini alana kadar. Bir kaç ay olmuştur vefat edeli. Ve paylaşımlarına bakıyorum. Sevmekten bir adım dahaki uzak durmuyor onu. Birini yokken bile seve bilmek . Bütün mesele burada işte… Asıl sevgi bu işte… Ve yüzüğünü hala takıyor. Biz bu dünyada birlikte olamadık ama ahirette birlikteyiz diyor. Nişanlısına dair paylaşımlarını okuyorum. O kadar güzel paylaşımlar yapıyor ki. Ne mutlu ona ki gitse bile o kadar güzel izler bırakmış ki. Bu kadar işte güzel izler bırakıp güzel hatırlanmak… Bende elimden geldiğince ölüm düşüncesi ile hareket ederim çoğu zaman. Sevdiklerimi bu konumda düşünüp, çoğu kez yaptıkları hataları affetmişimdir. Çünkü ben bir kez kayıp verdim… Ondan sonra da bana kalan bir avuç toprak oldu zaten. Ama bu düşünce tek bana ait olmamalı. Çünkü ölüm benim içinde geçerli. Kırmak da üzmekte istemiyorum. Ama bunları en çok kendim için istiyorum…Lütfen Allahım bana kırmadan, kırılmadan kimsenin gönlüne yük, sırtına kambur olmadan nasıl yaşanılır öğret…
8 notes · View notes
baybaykus · 5 months
Text
Bir gün bir huzurevi açacağım ve bütün çılgın dedeleri nineleri orada toplayacağım. Ömrümüz sıkıntılı geçti ama ölüme yakın çılgınlar gibi eğleneceğiz arkadaşlar..
Bir belgeselde "Annemin öldüğünü teyzemden bir tabak daha patates kızartması istemeye utanınca anladım.." diyordu. Bir evde anne varsa önce bayat ekmek yenir ama bir evde anne yoksa taze ekmek de bayat gelir..
Toplu taşımalarda; yaşlılara, gâzilere, hasta ve hamilelere yer veren. İhtiyarlarının ağır yüklerini kapıp evlerine götüren. Alkış değil, duâ almayı bilen. Hasta komşusuna bir tas çorba götüren; siyâseten değil, kalbiyle hâl hatır soran. İri lâflar etmeyen, ama muhakkak eyleyen, Ezan okunurken eve çağrılan çocuklarıydık yeryüzünün hem müziği kapatan bir mezarlık yanından geçince de, bir Fâtihâ okuyan. Yere düşen bir ekmek parçasını öpüp başına götüren hem yere ve çöpe düşürmeyen. Ekmeği ve suyu, dâimâ aziz bilen “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi..
Yiten bu işte..”
"Çocukluk, gecenin bir yarısı tuvaletten odana koşarken kimsenin seni yemediğine sevinmekti." /artık o eski naif insanlar birer birer elini eteğini çekmekte duygusal zarifliğin kaybolduğu dünyadan..
Ninelerim ve dedelerim’le hep birlikte yaşadık o dönemde yaşayanların o naif ve hoşgörülü halleri’ni maalesef şimdi görmek mümkün değil şimdi herkes okumuş tahsili mevki sahibi olmuş ama bir tebessüm etmeyi bir merhabayı unutmuş eve bir misafir gelmesin diye aile bağlarını koparan insanlar var,bunu görmekte insanı kahrediyor bunu duzeltmekte çok uzun zaman alacak önce bir nesili anne baba olabilmeleri için eğitmek gerekiyorki onlardan yetişen çocuklar belli değerlerle yetistikleri için üçüncü nesil ancak düzelir diye düşünüyorum ve terbiye‘nin görgünün temelinin ailede başlar..topluca yozlastık allah sonumuzu Hayır etsin inşallah..
Eskiden her şey daha güzeldi düşüncemi o günleri yazarak daha bir anlamlı hale getiriyorum. Ne değerli günlerdi.. "Güzel olan ne çok şey kaybettik. Sokakta oyunları, vefalı komşuları ve yaraya merhem olan o eski insanları."
Yaşlı insanların yaşamak uğruna çektiği sıkıntıları görüp de hala bir şeylerden dolayı kibirlenmek ne büyük ayıp, çok vaktimizin olmadığını anlayabilmek asıl mesele..
Siyah beyaz da olsa televizyonla ilk tanıştığımız günlerde 1-2 saat yapılan yayını izlemek için nöbet tuttuğumuz, misafir çocukları kurcalamasın diye önüne barikatlar kurduğumuz, kapalı olduğunda üzerine dantel örtüğümüz o günler…
Ahh o günler!
Daha mı mutluyduk? sanki..
Aslında Güzel olan o günler değildi, güzel olan biz idik, çoçuktuk oyun ve hayal idi sadece hayat. Büyüyorduk heyecan ile şimdi büyümüyoruz yaşlanıyoruz..
Yaşlılık; ne saçın ağarması, ne de belin bükülmesidir, gayesi biten ve ümidi sönen herkes yaşlıdır..
Sadece yaşlanınca fark edilen bir şey var: İnsan artık yaşlı biri olduğunun bilincine varmıyor. Ağrılar sızılar tamam, ama zihnen kendini hala genç sanıyorsun. Bu iyi bir şey herhalde..
Yaşlanmak berbat bir şey, "yaş almak" falan deyip yumuşatmaya hiç gerek yok 😁 alıntı
Tumblr media
7 notes · View notes
hisboslugu · 5 months
Text
ömrüm, sana karşı boş bulunmakla geçiyor. seni her ziyaretimde, tabancamı emanete bırakıyorum. gözlerin uçaklarla bombalarken bağrımı, kendime affından gayrı sığınak bulamıyorum. beni affetmelisin! bunu yapacağına inanarak başlamalısın işe. biliyorum, yaptığım gaflar boyumu geçti. şimdi elimi her belime attığımda, bana doğrultulan tabancanın aslında benim tabancam olduğunu anlıyorum. elimi her beline attığımda, bir müzik kutusu infilak ediyor gibi başlayan bir şarkı.. yok hayır, seninle dans etmek için değil bütün bu arbede, tüm bu devranın efsunlu çarkı! seni dansa kaldırmam için bir çocuğu hıçkırık tutsa, kâfi! dünyanın bütün bahaneleri bir araya gelse, yaşadıklarımızı berkitemez. birimiz neden bahsettiğimizi unutmalı! neden bahsettiğimizin ne önemi var? hem neden bahsedebiliriz ki biz? bahsettiklerimizin ne kadar ötesine geçebiliriz? mesele şu; biz bir şeyden bahsederken, bir şeyden bahsettiğimizin her daim farkındayız! susup, sadece birbirimize baksak? ve bu sıra gözlerimiz dahi konuşmasa… sanki o vakit, gerçek bir suskunluk koyabiliriz aramıza. başımıza ne geldiyse, hep konuştuklarımızdan! tabi bir de anladıklarımız var. oysa ne varsa, konuşamadıklarımızda. ne varsa, işte o anlamadıklarımız var ya, hepsi onlar! oraya gitmenin bir yolunu bulmalıyız. konuşmadan ve anlamadan, insan neyin farkında olabilir ki? ey senin farkında olmamla başlayan maceram, bana borç ver biraz. ey sırrın bir işe yaramadığı açıklık. ey sen ve ey sen olmayan ve ey sen olmakla olmamak arasında salınan! bütün yazmadıklarım beni bulsun, böylece yazmayabilirim. sana dönünce lunaparkta bir çocuğun ölümünü seyreder gibiyim azizem. ben artık biraz uyumalıyım. biraz kiraz yemeliyim ve ey su içmek, beni boşver! ölmek gibi sevmek… asıl bu eksik aramızda.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
19 notes · View notes
otadam · 22 days
Text
Sınırlar ve İyi İnsan Masalı(yersen)
İyi insan kimdir diye sormuş biri.
Cevap yazayım dedim..
Hemen arayışa girip, 'Kimseyi kırmayan, herkese yardımcı olan biri' diye hayaller kurduysanız, o masaldan çıkın.
Çünkü gerçek dünyada iyi insan, sınırlara saygı duyan ve ne zaman durması gerektiğini bilen biridir.
Basit ama bir o kadar da zor.
Çünkü gelin görün ki, pek çok insan sınırları tanımaz.
Onlar için dünya bir oyun alanıdır ve senin sınırların onların eğlence parkıdır. O yüzden böyle tipleri gördüğünüzde, sakince sınırlarınıza dönün.
Gerçekten iyi olan insan, o sınırlara yaklaşırken frene basan, hatta geri dönüp “tamam, buradan sonrası bana ait değil” diyendir.
İlişkilerde sınırlar, bir nevi hayat sigortası gibidir.
Eğer karşınızdaki kişi sürekli sınırları zorlamayı huy edinmişse, o ilişki bir süre sonra infilak eder.
Bunu bilmek için büyük bir filozof olmaya gerek yok.
Ama ne hikmetse, bazıları bunu anlamamakta ısrarcıdır.
İşte o zaman, durmasını bilen birine denk gelmek büyük bir şans olur.
İyi insan, karşısındakiyle zıtlaşmak yerine, durmayı bilen, gerekirse o sınırlarda suskun kalmayı tercih eden kişidir.
Durmasını bilmek...
Ne kadar da az kişinin sahip olduğu bir yetenek, değil mi?
Birçok insan sonuna kadar gider, patlayana kadar konuşur, karşısındakini tüketene kadar didinir.
Ama asıl mesele, tam zamanında durabilmektir.
Bu, bir nevi yaşam sanatı.
Gerektiğinde durup, “Burada son nokta” diyebilmek, büyük bir olgunluk işareti.
Ama maalesef, çoğu kişi bunu güçsüzlük zannediyor.
Sonuç olarak, iyi insan kimdir?
Sınırları olan, sınırları tanıyan ve gerektiğinde frene basmasını bilen biridir. Masal gibi değil, çünkü bu işin içinde gerçeklik var.
Herkesin sınırları olmalı ve bu sınırlara saygı duyan insanlarla karşılaşmalıyız. Eğer böyle biriyseniz, tebrikler.
Eğer değilseniz, bir düşünün derim.
Mümkünse!
3 notes · View notes
edebiyat-hayat · 11 months
Text
…SEVGİLİM İHANET…
Kelimelerin hastalıkları varsa eğer,”ihanet” mutlaka cüzzamlı olmakla suçlanmıştır.Oysa, soluğumuz kadar yakındır da biz onu bambaşka yerlerde ve kendimizden çok uzakta bilmeyi yeğleriz.İhanet hayatımızın ta kendisidir,dikkatli bakın, göreceksiniz.
İhanet daima iki uçlu.Gerçekleşmesi için bir muhatap gerekli ve bu yanıyla aşka benziyor.Bu yüzden değil mi ki ihaneti yaşayanlar,büyük aşkları yaşayanlar kadar ünlü ve daima çift isimle anılıyor bu öyküler.Habil ile Kabil söz gelimi.Leylâ ile Mecnun .En trajik olanı galiba İsa’nın son akşam yemeği ve İşte insan. Hıristiyan batıda her şey bu çok eski ihanetin etrafında döner ve çarmıhlar artık daima omuzlardadır.Sezar’ı asıl öldüren yediği hançerden daha çok Brütüs’ün,olmaması gerektiğine inandığı bir yerdeki mevcudiyetini görmesidir.Genç Osman için de öyle. Evvelâ sarayının kapısını emanet ettiği bostancılar ardına kadar açarlar bâb-ı hümayunu ihtilâlcilere,ardından o kadar güvenerek sığındığı Yeniçeriler emanete ihanet ederek alıverirler “Osman Çelebi”nin canını.Gerçi Yeniçeriler çok çaba sarf etmişlerdir ama artık kaldırılmış bulunan 28.ortanın adı yoklamalarda her okunuşunda yeri göğü inleterek yok olsun diye bağırmaları bile alınlarındaki bu ihanet lekesini temizlemeye yetmez. Esasen Genç Osman’a ihanet edenler arasında kısacık saltanatında tutulan güneş ve yüzlerce yıldan beri ilk kez donan Boğaz sularının da kendine özgü bir yeri olması gerek.Halk, ölümüne o kadar çok ağlayacağı padişahın ,sağlığında uğursuzluğuna inanmıştır.
Osmanlı’yı kuşkusuz çok az şey Kırım Hanı Murad Giray’ın Viyana kapılarındaki ihaneti kadar yaralamıştır.Üstelik Giray, bilerek yapmaktadır:Bilirim,dine sığmaz,ihanettir cümlesini sarf etmiş olması bile tutmakla yükümlü bulunduğu köprüyü müttefik kuvvetlere hoyratça açmasına mani olamaz.
Osmanlı’yı çokça meşgul eden eşine az rastlanır bir başka ihanet de Abdülmecid’in dördüncü ikbali Serefraz’ın yarattığı ve neredeyse bir milli gaileye dönüşen “aile faciası”dır. Fazlasıyla kıskanan ve kıskanılan bir kadın olan Serefraz, Dolmabahçe’den ayrılarak Yıldız Kasrı’na yerleşmiştir. Sık sık kasra gelen Abdülmecid’i içeri almakta çok cömert davranmayan dördüncü ikbal üstelik Küçük Fesli lâkabıyla tanınan bir Ermeni delikanlısının aşkına karşılık vermektedir.Hanedana mensup bir kadının açık ihaneti özellikle sarayı çok rahatsız eder.Ailesi tarafından Adalar’a kaçırılan delikanlının Sultan’a duyduğu aşk yüzünden tekrar İstanbul’a dönmesi ise saray mensupları tarafından öldürülmesinden başkaca bir sonuç vermez.Ailesi delikanlının İngiliz,Fransız ve Rus sefaretlerine baş vurarak takibat açılmasını isterler ve mesele İstanbul’u uzun zaman meşgul eder.Bazı kaynaklarda rastlamamıza rağmen bu hikâye oldukça inanılmaz.Asıl inanılmaz olansa bunca hadiseden sonra Serefraz’ın hâlâ padişah nezdindeki kıymetini muhafaza edebilmiş olması.
İhanet Osmanlı hanedanından hiç uzak değil.Bütün saraylar kadar Osmanlı sarayının da içinde.Yavuz’un kızı Fatma Sultan, bir kişiye düştüm ki beni kelb hesabına saymaz…bir hil‘atini görmedim,bir kaftanını giymedim.Dul avret gibi dirilürüm cümleleriyle evliliğinin ve düşlerinin ihanetine uğradığını ,çok sade bir lisanla ve döneminde her hangi bir genç kadının yapabileceği tek şeyi yaparak babasına aktarır.
Fakat muhteşem ihanetleriyle Kanuni yine -bir Osmanlı trajedisi varsa- baş roldedir.İlki elbet Şehzade Mustafa etrafında biçimlenir.Nizam-ı âlem uğruna şehzade katline izin veren kanunname bir yana,Mustafa’nın katli esnasında Kanuni’nin başını çadır aralığından uzattığı rivayeti ve bunu böyle de gösteren minyatür asıl ihaneti vurgulamakta.Ve ihanete tepkiyi.Az rastlanır bir düğünle Kanuni’nin resmi eşi olmayı çok kolay başaran ve vak’anüvislere bakılırsa nikâhtan sonra muhteşem kocasının ihanetine hiç uğramayan Hürrem’in Kanuni’yi bu ihanete hazırlaması çok kolay olmamış olmalı.Ama aynı şey sadece ecel celâlilerinin aldığı Mustafa Han ile sınırlı kalmayacak ve Hürrem, isminin başındaki makbul sıfatı kısa zamanda maktul’e dönüveren İbrahim Paşa’nın öyküsüne de girecektir. Makbul İbrahim Paşa , damatların başka kadınlarla düşüp kalkması katiyen yasaklandığı halde ;Yavuz’un kızı,Kanuni’nin kardeşi gibi bir sultan olan eşine ,Muhsine adlı bir kadınla ihanet etmektedir.Kuşku yok ki,İbrahim’in sonunun hazırlanmasında bu ihanetin payı hiçti.O, seher semasında çokça ışık saçmaya başlayan bir yıldızcıktı ve muhteşem bir güneşin kaçınılmaz ihanetine uğradı.Her türlü ihtimale açık bir ikbal yolunu ayakları dibine sererken daha başlangıçta Kanuni , İbrahim Paşa’ya , kendi sağlığında bir zarar gelmeyeceğine dair yemin etmişti.Bu yüzden katline karar vermesi çok kolay olmadı.Kanuni hakkında bir eser sahibi bulunan Fairfax Downey’e bakılırsa, uyuyan kimse hayatta değildir,uyku ölüme benzer ve insan o esnada hayatla kendisini bağlayan her hangi bir bağdan müberra bulunur mealindeki ayetden hareketle İbrahim
Paşa, Kanuni uyuduğu bir esnada maktul edildi.Fakat Paşa kim bilir kendisini ölmeden önce öldüren bu ihanete uğradığı esnada,Kanuni’nin uyumakta olduğu yan taraftaki odasında aniden uyandığı ve onu Hürrem Sultan’ın teskin ettiği rivayet olunur.
Edebiyatımız,tümüyle sanat ve edebiyat ihanet güzellemeleriyle doludur.En masumları Suat ve Necip’tir kuşkusuz ve Eylül bir ihanetin öyküsü. Duygularda da kalsa ihanetin kirinin mutlak temizlenmesi gereği Mehmed Rauf’u da etkiler.Romanın sonu Mehmed Rauf’un yapabileceği en uygun şekilde gelirken ve o kadar acıdığımız ve anladığımız dahası masumiyetine tanıklık edebileceğimiz Suat ve Necib’in günahını bu dünyada ateş temizlerken ,biz galiba hangisinin daha az dürüst olduğunu düşünmek zorunda kalırız : Romanın kuralarının mı,yaşamın kuralarının mı?
İhanetin ism-i faili sabıkalı bir kelime:Hain.Ama ihanetin ism-i faili hain ise eğer bütün o Lady Makbetler,Fintenler,Therese Raquınler, Bihterler’le birlikte bizzat yazarına göre göre içindeki mücadele herhangi bir meydan savaşında bir komutanın verdiği mücadeleden daha az olmayan Vadideki Zambak’ın Henriette’i ,Halide Edib’in Seviye Talip’i,Suat ve Necip ,oyunu toplumun kurallarına göre değil de kendi vicdanının ve erdeminin kurallarına göre oynamaya kalktığı için kaybeden Anna hep hainlerdir.Bu iki grubu ayıran ve onları gözümüzde bayağı veya masum kılan şeyse,yazarın bakış açısından başka bir şey değildir çoğu kez.Çünkü yazar,bütün düşüncelerimizi yönlendirebilecek bir büyücüdür.
Anna Karenina romanı karlı bir günde ve bir tren istasyonunda başlar.Bir başka karlı günde ve bir başka tren istasyonunda biter.İlkinde Anna,toplumun saygıdeğer bulduğu sadık bir eş,iyi bir annedir.Ve çok güzel bir kadın.Sonunda ise, aristokrat Rus toplumunun gizlice yaşanmasını rahatlıkla onayladığı yasak aşkını, meşru zemine çekemediği noktada , gizlice yaşamayı onuruna yediremeyerek açıkça yaşadığı için dışlanmış bir kadın.Artık iyi bir eş ve iyi bir anne değildir.Ama yine çok güzel bir kadın.Kendi güzelliğinin ihanetine uğrayacağı yılların hızla yaklaştığının farkında,usulca bırakır kendisini bir trenin tekerlekleri altına.Çünkü güzellik ihanet eder ve doğrudur kadının iki kez öldüğü.
Tolstoy,Anna Karenina’yı içindeki Anna Karenina’nın aynı olarak anlatabilmiş midir,bilinmez ama kaç yazar,kaç şair dil’in kendisine ihanetinden müşteki değildir?Kuşkusuz hiç. Hamid’in yakalayamadığı,ancak susmak veya pek karanlık bir şey söylemek olarak tanımladığı bir şiir,dilin ihanetine karşı geliştirilmiş bir müdafaa maskesi değil midir?Akif,ağlarım ağlatamam hissederim söyleyemem /dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım mısralarını ağlarken , Orhan Veli anlatamıyorum çığlığıyla anlatmaya çalışırken hep bu ihanetten müşteki değil midirler?Haşim şiiri anlaşılmaktan ziyade duyulmak zeminine çekerken,Ahmet Cemil şiir lisanını baştan ayağa bir insan,adeta konuşan bir ruh olarak tanımlarken aynı şeyi söylemiyorlar mı?Şiire kadar uzanmaya gerek yok.Derdimiz hep anlatamamak ve anlaşılamamak değil mi?Ben öyle demek istemedim cümlesi ile başlayan boğucu koridorların aşılması ne kadar zordur.Ardından gelen böyle demek istedimler de daha fazla ifadeye muktedir değildir. Üstelik bize hep ihanet eden dile rağmen bizi en iyi anlayacak olanı beklemiyor muyuz sürekli?Ve bizi en iyi anlayacak olanı bulduğumuzu zannettiğimiz her defasında yeni bir ihanete hoş geldin demiyor muyuz?Ve o her defasında yanlış kişi çıkmıyor mu?
Gerçek şu ki ,kalplerin dili olsaydı,dilin ihanetine uğramadan birbirlerine daha çok şey anlatabilirlerdi.Belki Cocteau’nün bahsettiği gibi bir şairi yanlış anladığımız için sevmekten vazgeçebilmemiz için de, Paul Eluard’ın görüşünün gerçek olması ve bizim artık kelimelere ihtiyaç kalmadan şiiri kafa ile okuyabileceğimiz günlerin gelmesi gerekli.Ama galiba o zaman da ne şiir kalır,ne nesir.
Sevgilim dil’in ihaneti,sevgilim şiir çünkü.
Ve sevgilim ihanet.
Sevgilim ihanet,çünkü hayatın kendisi bir ihanete dönüşür yüzümüzde ter damlaları belirdiğinde ve ayaklarımız suya değdiğinde.Bir de bakarız ki birileri,bizimle hiç ilgisi olmayan birileri bizim için enine boyuna ölçerek hem de, bir oyun hazırlamışlar ve al demişler,yaşa,işte senin hayatın.Sesleri ne kadar ılık ve inandırıcıdır oysa.Ne kadar güven verici.Ve biz ayaklarımız suya değecek kadar kısa geçen bir zaman içinde,hayatımızın ihanetine uğradığımızı fark ederek çığlıklar atmaya başlarız.Bu çığlıklarımızı pek de ciddiye almayarak ,yaşıyor ve tahammül edebiliyorsan senindir biçimindeki imalarını dostun ciddiye ne kadar alsak da,içimizdeki fotoğrafın dışımızdakinden farklı olduğu gerçeği hiç bir zaman değişmez.
Önce anılar��mız ihanet eder bize,teker teker bırakıp giderler.Her ihanet bir terk ediştir çünkü.Üstelik ne kadar kendisi olarak kalacağını vaad etse de ne dönen aynı kalır,ne bekleyen.Öyleyse her gidiş bir ihanettir,her ihanet bir gidiş.
Baharla yorumlamaya kalkarız hayatı kimileri.Baharın kendisi de bütün ihtişamına rağmen koskoca bir ihanete dönüşür.Beşir Ayvazoğlu,her ne kadar çiçeklerin faniliği onların bizi mutlu eden güzelliklerinin garantisidir derse de,felsefi boyutta sağlam duran bu görüş, saltanatını ilân eden duygu olunca,o kadar ikna edici değildir.Çok kısa bir zamana sığdırılmış bir gül fırtınası,siz her ne kadar bir güle dönüşebilmeyi mantıksızca ve çılgınca bekleseniz de geçer gider.Mehtabı ve yıldızı da terkisine alarak.Kent git gide küçülür,yok olur.Geriye ne bahar kalır,ne gül,ne şiir.
Hafızamızın ihaneti de hiç zor değildir.En gerektiği anda dilimizin ucuna geliveren bir iki mısraın sislendiği veya tümüyle silindiği anlar ne acıdır.Veya her anını ve görüntüsünü hıfzetmeye,zihnimize kazımaya çalışsak da çok sevgili bir beraberlikten geriye kopuk cümleler ve görüntülerle salt bir duygu yumağından başka bir şey kalmaz.Üstelik o duygu yumağı da yeteri kadar açık değildir ve bir gün,ve bir gün silikleşen bir hayali de beraberine alarak sessiz sedasız çekip gider.
Hayret bile edemeyiz.
Yüzümüzün ve bedenimizin ihaneti hiç gecikmez.Her gün aynada gördüğümüz o çehrenin on yıl önceki biz olduğuna kimi inandırabiliriz?Dahası on yıl sonraki biz de bu değilizdir.Hiç gecikmez yüzümüzün ve bedenimizin ihaneti. Cemil Meriç’i gözleri terkeder,Beethoven’i kulakları. Son ihaneti kalbimiz yapar.Bir gün,hiç nedeni yokken bir gün usulca duruverir.Oysa kul yapısı bir cihaz hâlâ ses vermektedir veya şairin dediği gibi kolumuzdaki saat hâlâ işlemektedir .
Üstelik sevgilimiz de ihanet eder bize.Aniden,belki sebepsiz ve ne kolayca başka ve tanınmayacak bir şeye dönüşür.Artık o gitmiştir ve yok olmuştur.Padişahlar cariye çıkar , cariyeler halayık.Oysa biz ona gelebilmek için ne çok şey terk etmişizdir.Bir başka deyişle ne çok ihanet etmişizdir.
Sonra aşkın kendisi .Uğrunda karşılıklı ihanetlere kalkıştığımız ve katlandığımız aşkın kendisi.Hiç zor değildir ihaneti.Hiç bitmeyeceğini sandığımız,bizi var ettiğine inandığımız,Cemil Meriç’in ifadesiyle gizlideki dörtte üçümüzü görünür kılan aşk hiç sebepsiz,hiç ölmeyeceğini sandığımız bir yerde bizi arkamızdan bıçaklar ve usulca çekip gider. Birden gözümüzdeki perde kalkar,bütün çirkinlikler ve çıplaklıklar görünür,cennetten kovuluruz.Utanç kalır geriye,pişmanlık.Oysa aşk pişman olmamak diye tanımlanır.Şarkılar ihanet eder,eskisi kadar güzel değildirler.Şiirler yere yığılır birden,kanatları kopar gecenin.
Rüzgâr küçülür,yağmur fazlalık gelir bize.
Ve ışık söner.Geride kalan her şey sarıya boyanır .
Ama ihanetin bir rengi varsa mutlak gri olmalıdır.
Dostların ihaneti kadar hiç bir şey acı değildir.Ve nedense hep de böyle olur ve biz ,bize en son ihanet edeceğini sandığımız kişinin ihanetine uğrarız ansızın.Artık bir parça Sezar olmuşuzdur.Bir yıldızlar kalır geriye,onlar da gözyaşlarının sıcaklığını duyamayacağımız kadar uzaktadırlar.Oturup hem kendimiz hem yıldızlar için ağlarız,göz yaşlarımız tükenir.Dostların ihaneti kadar hiç bir şey acı değildir çünkü.Hocam Kaya Bilgegil’in kim bilir sigarasına hitaben söyleyebilmek için kaç dostunun ihanetine uğraması gerektiği şu mısrada olduğu gibi:
Zehir de olsan insanların ihaneti kadar acı değilsin.
Fakat en korkuncu,en dayanılmazı kendi kendimize ihanetimizdir.Kendi kendimizi hiç terk etmeyeceğimizi sanırken bir gün bakarız ki tükenmiş,yok olmuşuz.Eski doğrular terk edilen doğrulardır.Yerine koyulacak yeni doğrularımız varsa bir hainizdir,o da yoksa sadece bir hiç.Oysa yanı başımızda hiç dönmeyenler,dönse de tükenmeyenler bahar goncaları gibi boy vermektedirler ve kentin sokakları sabahın saat sıfır dörtlerinde yeni şarkılara ve şiirlere gebedir.Uyku bizi kollarına çeker.
Uyku.
Sevgilim uyku.
CÜMLE KAPISI - NAZAN BEKİROĞLU
Tumblr media
2 notes · View notes
selin-n · 9 months
Text
🎶🎵 Qué vendrá
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
@naser1963
Asıl mesele de bu işte. Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur...!
Cengiz Aytmatov - Gün olur asra bedel
💙🥀🕊️
34 notes · View notes
aynodndr · 1 year
Text
Tumblr media
"Asıl mesele de bu işte. Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur..."
Cengiz Aytmatov
5 notes · View notes
biredebi · 2 years
Text
Hayatım boyunca aşık olmaya çalıştım hep. Gördüm, hoşlandım dediğim kadınlarda aşkı aradım hep. Belki de çok zorladım kendimi aşkın peşinde. Bulayım derken daha da uzaklaştırdım kendimden. İşte asıl mesele de bu sanırım. İlhamını aşktan alan bir yazar, zorla aşka yazmaya kalkarsa böyle yapayalnız kalakalır hayatta. İlham o kadar uzak ki artık bana, onu kendime nasıl yaklaştıracağımı dahi bilmiyorum. O gelsin beni bulsun demek de nafile. Aşkın da işi gücü var elbet. İki ucu boklu bir değnek. Çabalasak da uzak, çabalamasak da imkansız...
2 notes · View notes
alparslan0 · 2 years
Text
Etkilenmemek/ Unimpressed
Özet/ Abstract: Şimdiyi ileriden geriye bakarcasına yaşamaktır/ İt is to live the present as if looking from the future.
Tumblr media
Etkilenmemek meselesi hayretle incelenmesi gereken bir meseledir. Etkilenmemenin psikolojisine baktığımız zaman kişinin iç dünyasına dışarıdan gelen etkenleri karıştırmamasından geçmektedir. Yani dışarıdan gelen etkenlerin kişinin iç dünyasında iz düşümü yoktur, yani sıfırdır. Peki bu noktaya nasıl gelinir?
Yönetmlerden biri kişinin geriye çekilmesi, iç dünyasına düşen şeylerin içinde kendine başka bir iç dünyası kurmasıdır. Yani bir alanın içinde kendisine ayrı bir alan oluşturmasıdır. Bu durumda iç dünyaya etken girer ama iç dünyanın içinde ayrı bir alanın olduğu -sen yani bir çeşit geriye çekilme atağıyla ile gelen etkenden uzakta durduğun- için iç dünyanda ayrı bir alan oluştururp kendini güvenli sahaya çekmiş oluyorsun.
Diğer yöntem ise etkenleri iç dünyana almamaktır. Yani iç dünyanı ev, dış dünyanı sokak olarak varsayarsak: Senin iç dünyandan sokağı seyrettiğin alana pencere denir; işte bazılarında bu pencere sızdırır. O zaman etkilenmemek denilen şey meydana gelmemiş olur. eğer o pencere sızdırmıyorsa etkilenmemek meydana gelmiş olur. Bunun felsefesi ise şudur: Adeta kışın evin içerisinden gökten yağan karı izleyen birisi gibi bu kardır gelip geçer, banane bundan diyebilmekten geçmektedir, çünkü biliyor ki kış gidecek, kar eriyecek, peşine bahar gelicek yağmur yağacak, biliyor ki yağmur da kalıcı değil oda gelip geçecek, peşine yaz gelir güneşin kavurucu sıcağı asfalta vuruyor... Bizim eleman bakıyorki kar geçti yağmur geçti diyor, yani meseleyi anlıyor, o zaman demekki bu kızdırıcı güneş de geçecek diyor. Asıl mesele bu, geçeceğini anlamak ileriyi görmek, adeta tabiri caizse ileriyi yaşamak, ileride yaşamak şuanki iç dünyana yapılan hücumlar karşısında şuanı aşıp ileride olmak, bu sıkıntılı darlayan zamanları aşıp ilerideki bu sıkıntıların bittiği zamanda olup geriyi seyredercesine şu ânı yaşamaktır işte etkilenmemekteki asıl mesele....
Özetleyecek olursak etkilenmemenin püf noktası: Şimdiyi ileriden geriye bakarcasına yaşamaktır.
/
The issue of not being affected is a subject that should be examined with surprise. When we look at the psychology of not being affected, it is about not mixing external factors into a person's inner world. In other words, in the inner world of a person there is no projection of external factors, that is, it is zero. So how do you get to this point?
One of the methods is that a person retreats into his inner world of things that have fallen into it and builds another inner world. In other words, it creates a separate space within a space. In this case, the factor enters the inner world, but since there is a separate space in the inner world - that is, you stay away from the factor that comes with some kind of withdrawal move- you build a separate space in your inner world and withdraw yourself into the safe space.
The other method is not to take the factors into your inner world. In other words, assuming that your inner world is the house, and your outer world is the street: the area where you watch the street from your inner world is called a window; in some cases, this window leaks. Then the so-called not being impressed would not have happened. if this window is not leaking, it occurred unaffected. The philosophy of it is this: like someone who watches the snow falling from the sky in winter from inside the house, this snow comes and goes, the banana walks through it, because he knows that winter will go away, the snow will melt, spring will come. it will follow, it will rain, he knows that rain is not permanent, the room will come and go. summer comes after that, the scorching heat of the sun hits the asphalt… That person says that the snow has passed and the rain has passed, so he understands the point, then this hot sun will also pass. The main thing is to understand that this will pass, to see the future, to live in the future, so to speak, to live in the future in the face of attacks on your current inner world, to be ahead of today, to overcome these troubled times and to live in the future. it's like watching the present moment backwards, when these troubles are over, the main thing is not to be impressed. .. To summarize, the trick to not being impressed, it is to live the present as if looking from the future.
2 notes · View notes
boyverdim-okyanusta · 2 months
Text
İnsan.
Kulağa gerçekten de komik geliyor. Bazı şeylerı dikkate almak için neyi bekliyoruz? İlla yaradan tarafından mı gönderilmeli? Gerçi görüyorum ki o bile dikkate alınmıyor. Komik.
İnsanlar kendini her şeyde söz sahibi olarak görüyor. Öyle ki kendilerinin yaradan olduklarına bile eminler. Daha birkaç sene önce bir göbeğin içinde oluşmayı bekliyorlarken hemde. Söylesenize, birinin karnından çıkmışken kendinizi nasıl üstün görüyorsunuz? Peki ya 'kendinizi üstün görmemek' için gerekli olan ne?
Neyse ne, işte bu yüzden diyorlar ya geldiğin yeri hiçbir zaman unutmayacaksın diye. Başımızdaki güya 'ülke yöneten' insanların bizden farkı ne? Hayatta neyi başardı da milyonlarca insanı yönetme hakkına sahip oldu? Yanlış anlamayın yönetime karşı durmuyorum. Sadece bu bence tanrıcılık oyununa dönüşmeye başladı. Ki bunlara bakacak olursak büyük bilader de ülke yönetiyordu. 🙂
1984. Hatta çok daha önceden yazılmış ve bu yıllarda bunların yaşanılacağı tahmin edilmiş belki de. Eh, zamanda biraz aksama oldu ama seneryo aynı. George bunların gerçekleştiğini görmek istediği için mi yazdı yoksa gerçekten de gerçekleşeceğini biliyor muydu? Bunun da yaradanın bir oyunu olduğunu düşünüyorum. Sonuçta kalemi eline alıp yazmaya layık gördüğün hiçbir kelime boşa değildir. Eh, böyle söylüyorum ama biraz öncekilerle yine çelişiyor. Biz kimiz ki herhangi bir şeyi 'layık görme' gözüyle bakabilelim? Hayır kendimi veya bizi aşağılamıyorum, sadece insanoğlunun aşağılık ve beş para etmez olduğunu söylüyorum.
Bir avuç kukla. Yaradan ne isterse o olur. Bana verilen sadece sayılı da olsa nefes alma hakkı. Sadece sus ve yap şunu. Ne diye milyonlarca insanı yönetmeye veya -diğer taraftan bakacak olursak beyninin boyutu bizimkiyle aynı olan bir 'insan' tarafından yönetilmeye çalışayım? Yaradana inanmasaydım bunları yapardım. Çünkü ateistlere göre insanları insanlar yarattı (?) bu kısım benim ufuk çizgimin biraz ötesinde. Bu yüzden bunu es geçiyorum.
Düşünüyorum da sayılı nefes hakkımın olduğu bir gezegende oturup da tanrıcılık oynamak zevkli olabilirdi. Yönetmek demiyorum çünkü gerçekten iki taraf için de fazlasıyla aşağılayıcı. Yine de tanrıcılık oynasaydım yaradanın insanlara bahşettiği hakları bir 'insan' olarak insanların elinden almaya kalkışmazdım. Acıl mesele de bu gibi görünüyor. Her şeyi geçtim bir insanın eline böylesine mutlak bir güç geçtiğinde bunun olması zaten kaçınılmaz.
Toparlayacak olursak resmen 1984, diyorum. Çünkü biraz da olsun dünyayı biz yönetseydik elimize savaştan başka bir şey geçmezdi. Neyse ki ipler yaradanın elinde. İnanç sahibi birisi olduğumu söylemiştim. Bunları anlatarak biraz olsun da kanıtlamış oldum. Ama ateistlik değil de, bence asıl dinsizlik insan olduğunu bilmene rağmen bir grup insana karşı tanrıcılık oynamaya kalkışmak. Kalkışmak diyorum çünkü ortada başarılı olan hiçbir şey yok. Tanrıcılık diyorum çünkü insanların haklarını elinden alma gücüne sahipler.
Evet, ben kısıtlanabilirim ki farklı açılardan bakıldığında bunun gerekli olduğunu bile söyleyebiliriz. Ama bana bunu yapan bir 'insan' olamaz. Demem o ki sadece nefes alın. Kimse tarafından yönetilmeyin veya kimseyi yönetmeyin. Hayatta bir insanın yönetebileceği tek şey bir hayvan sürüsüdür. Yani mee'leyen canlılar görmek istiyorsanız çobanlık yapabilirsiniz. Nacizane düşüncem. 🙂
1 note · View note
pazaryerigundem · 4 months
Text
Dervişoğlu: Vefasızlara makam ve mevki vermişiz
https://pazaryerigundem.com/haber/175453/dervisoglu-vefasizlara-makam-ve-mevki-vermisiz/
Dervişoğlu: Vefasızlara makam ve mevki vermişiz
Tumblr media
İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, partisinden istifa edip başka partilere geçen milletvekillerine ilişkin, “Bir milletvekilinin partisi ile bağını koparmadan kendisine siyasi ikbal aramak üzere başka bir partinin kapısında istikbal dilenmesi ne kadar ayıp ise; bir siyasi parti genel başkanının böyle bir işe çanak tutmak için plan kurması da aynı derecede ayıp ve utanç vericidir” dedi.
ANKARA (İGFA) – İYİ Parti Genel Başkanı Dervişoğlu, partisinin TBMM Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada, muhalefetin görevinin iktidarı denetlemek ve ona yol göstermek olduğunu; muhalefetin kasten ve bilerek memleketi yanlış yollara saptıranlarla, bataklığa çekenlerle herhangi bir şekilde yol arkadaşlığı ederek onlara ip uzatmak gibi bir görevinin olmadığını kaydetti.
Siyasette normalleşme tartışmalarına değinen Dervişoğlu, partisinden istifa edip başka partilere geçen milletvekillerine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Dervişoğlu, milletvekillerinin parti değiştirmesine ilk kez şahit olmadıklarını; bu zamana kadar partilerinden ayrılıp başka partilere katılan kişilerle ilgili olumsuz bir beyanda da bulunmadıklarını belirtti.
Bir milletvekilinin partisi ile bağını koparmadan kendisine siyasi ikbal aramak üzere başka bir partinin kapısında istikbal dilenmesi ne kadar ayıp ise;
Bir siyasi parti genel başkanının böyle bir işe çanak tutmak için plan kurması da aynı derecede ayıp ve utanç vericidir! pic.twitter.com/74p7L7ZiLp
— Müsavat Dervişoğlu (@MDervisogluTR) June 5, 2024
İstifalar karşısında suçu hep kendilerinde ve tercihlerinde aradıklarını şimdi de aynı noktada olduklarını ifade eden Dervişoğlu, “Onlarca liyakat sahibi arkadaşımız, sorumluluk üstlenmek üzere görev beklerken biz bu sorumluluğu taşıyamayacak vefasızlara makam ve mevki vermişiz.” dedi.
Bunun için çok üzgün olduğunu ifade eden Dervişoğlu, “Bizi ilgilendiren asıl mesele milletvekili transferlerinin Güneş Motel pazarlıklarını aratmayacak bir arsızlıkla ve siyasi ahlaktan nasiplenmemiş bir pervasızlıkla yapılmış olmasıdır. Suçlulukları psikolojilerine yansımış olacak ki bir de utanmadan mazeretlerini sıralıyorlar. ‘Yok, yerel seçimlerde şu oldu, Bilecik’te şöyle böyle oldu’ türünden gerekçeler yaratarak güya bir haklılık oluşturmaya çaba sarf ediyorlar. Utanın beyler utanın. Bir milletvekilinin partisi ile bağını koparmadan kendisine siyasi ikbal aramak üzere başka bir partinin kapısında istikbal dilenmesi ne kadar ayıp ise bir siyasi parti genel başkanının böyle bir işe çanak tutmak için plan kurması da aynı derecede ayıp ve utanç vericidir. Ancak grup başkanvekili aracılığıyla TBMM’de siyaset yapmak yerine avlanmaya çıktıysanız o başka tabii. İşte o zaman siyasi ahlak kurallarıyla bağdaşmayacak bu davranışınıza göstereceğimiz tepkiyi en başından kabullenmiş olacaksınız. Bir dalı bırakmadan başka bir dalı tutmak maymunların hareket stratejisidir. Yüzleşmeden helalleşenlerin, helalleşip yine tekrar edenlerin, iktidardan aldığı dönem ödevinin farkındayız. Muhalefeti tek elde toplamaya çalışıp, iktidar ile oturacağı pazarlığın heyecanını normalleşme diye satanların, iyice yumuşacık olup iktidara yaktıkları yeşil ışıkları görüyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatırasının kendilerini gizleyeceğini sanarak ortaya saçtıkları kirli pazarlıkları biliyoruz” diye konuştu.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
benimpencerelerim · 6 months
Text
AHLAKIN SOSYOLOJISI
Ahlakın Sosyolojisi
Tumblr media
BESİM F. DELLALOĞLU
14 Nisan 2022
Bir toplumda çalışma yaşında olanların yaklaşık yüzde 15’i işsizse, çalışanların yüzde 45’i asgari ücretle çalışıyorsa, asgari ücret açlık sınırının altındaysa, emeklilerin büyük bölümü asgari ücretin altında ve açlık sınırının yaklaşık yarısı kadar bir gelire sahipse o toplum ahlak-sızdır. Toplanan verginin üçte ikisinin tüketimden alındığı bir topluma ahlak henüz uğramamıştır.  
Ahlaksız insan olur mu? Ya ahlaksız toplum? Bu tür sorulara cevap vermek kolay değildir. Zorluk, cevap bulmanın zorluğundan kaynaklanmaz. Öznenin kendini dâhil etmediği bir dünya için nesnel bir yargıda bulunmasının bizatihi kendisinin ahlaksızlık içermesidir asıl mesele. Dolayısıyla ahlak sorumluluktur. Kendi halinden, toplumun halinden, dünyanın halinden duyulan bir sorumluluk.
Genellikle ahlaksız insan ve ahlaksız toplum olmayacağını düşünürüz. Aslında pek de yanlış değil gibi gözükür bu değerlendirme. Çünkü eninde sonunda, iyi kötü, doğru yanlış herkesin bir ahlakı vardır. Herkes kendine göre bir ahlak evreni içinde yaşar. Ancak belli bir ahlak kavramına sahip olmak, belli bir ahlak evreninde yaşamak bir insanı, toplumu otomatikman ahlaklı yapar mı? Bence yapmaz. Çünkü meselenin ahlaklı olunup olmamasından öte, bir de sahip olunan ahlakın kalitesi sorunu vardır. Bunu tartışabilmek ise hiç de kolay değildir.
Ahlak ve Ahlakçılık
Sorumluluk içermeyen bir ahlakın ahlakçılığa dönüşmesi kaçınılmazdır. Ahlakçılık ise ahlak sahibi olmayı gerektirmez. Yani bir tür sorumsuzluk ahlakıdır ahlakçılık. Ahlakçılığın nesnesi, konusu hep başkalarıdır, ötekilerdir. Ahlakçılık başkalarının olmasını istediğimiz haldir ve toplumsal iktidar ağından beslenir. Ahlakçılık çoğu zaman çoğunluğun azınlığa olan baskısıdır. İşte tam da bu nedenle ahlakçılık aslında ahlak-sızlıktır. Ahlakçılık, öznenin kendisiyle eşit görmediğine yönelttiği bir dayatmadır.
Tek kişilik bir dünyada ahlak olur mu? Aslında hayır. Doğayı, diğer canlıları ve Cuma’yı saymazsak Robinson Crusoe için ahlak ne kadar geçerlidir? Bu son cümleyi içerebileceği bütün ahlak-sızlık risklerini göze alarak yazıyorum. Meramım beşerî bir evrende ahlaka işaret edebilmek. Bu anlamda ancak iki kişilik bir evrende ahlaktan söz edebiliriz. Çünkü ahlak diğerlerine yönelik sorumluluğumuzdur. Ahlak her birimiz için ötekilere yönelik davranışlarımıza dairdir. Elbette bu ötekilere tüm diğer canlılar ve hatta doğa da dâhildir. Ahlakı, hatta giderek hukuku bir mecburiyet haline getiren aslında toplumsal hayattır. Ötekilerin varlığıdır.
Ahlak kendimize yöneltmemiz gereken bir dayatmadır. Başkalarına değil. Ahlak bir özeleştiridir. İlkelere sahip olmak ve onlara uymaktır. Öz-erklik, yani otonomi tam da budur. En azından bu noktada artık Kant’a bir şapka çıkarmanın vakti geldi sanırım! Ama genelde pek çokları tam tersini düşünür ve yaşar. Özerklik, özgürlük, bağımsızlık bazı zihinlerde birbirine karışır. Özerk birey kendine özgü ilkeleri olan ama aynı zamanda onlara mümkün olduğu kadar uyan kişidir. Pek çokları bunun ikinci kısmını biraz hafife alır. Hatta bu ilkeleri kendine uygulamak yerine başkalarından hesap sormak için kullanır. Bu nokta tam da ilkelere sahip olmanın tek başına ahlaklı olmaya yetmediğini kanıtlar. İlkelere sahip olmak ama onları başkalarına uygulamak daha önce ifade ettiğim gibi ahlak değil ahlakçılıktır.
Teist, deist, ateist, agnostik, seküler, laik olmak ahlaklılık/ahlakçılık/ahlaksızlık ekseninde hiçbir şeyi garanti etmez ya da dışarıda bırakmaz. Bu beş sıfatı kendim kabullendiğim için değil, yaşadığım toplumda kendini öyle ifade edenler olduğu ve onlara ahlaki saygım nedeniyle kullanıyorum. Teist olmak ahlaklı olmayı garanti etmez. Ateist olmanız otomatikman ahlak-sız olduğunuz anlamına gelmez. Her tercihin ahlaklı, ahlakçı, ahlak-sız formları mevcuttur tarihsel olarak. Yaklaşık 57 yıldır bu hayatın içindeyim. Kişisel tecrübelerime göre şunu net bir biçimde ifade edebilirim: Benim tanıdığım komünistler, sosyalistler genel ortalamada İslamcılardan çok daha ahlaklılardır. Türkiye’de. Ama dediğim gibi bu söylediğim benim tecrübemdir. Bunun evrensel olduğunu iddia edemem. Bu, ahlaksız ateistler, ahlaklı teistler olmadığı anlamına da gelmez. Söylediklerim ancak belli bir zaman ve mekânda, belli öznel tecrübe açısından geçerlidir.
Komünist ve sosyalistler içinde teist olma seçeneğinin toplumsal ortalamaya göre daha düşük, diğer dördünün ise daha yüksek olduğunu ileri sürmek sanırım fazla iddialı bir önerme olmaz. Aynı şekilde İslamcılar içinde teist olma seçeneğinin toplumsal ortalamaya göre diğer dördüne göre çok daha fazla olması gibi. Bir teist için çoğu zaman öyle gözükse de deist, ateist, agnostik, seküler ve laik aynı şey değildir. Bunların hepsinin kendilerine göre bir ahlak anlayışları vardır. Ancak her birinin ahlak anlayışı diğerine göre ve özellikle de teiste göre farklılaşabilir.
Ahlakın İdeolojisi Yoktur
Ayrıca genel ya da en azından geniş bir insanlık mefhumuna sahip olamayanların bir ahlaka sahip olmaları da zordur. Çünkü mahalli, yerel, ideolojik ahlak olmaz. Ahlakı sadece kendi ideolojisinden olanlardan ibaret bir evren için geçerli sayan biri aslında çok özel bir biçimde ahlak-sızdır. Kendi köyünden, dininden, mezhebinden, ideolojisinden, hayat biçiminden olmayana her şeyi reva gören de ahlak-sızdır. Kendisi dürüst olmadan herkesten dürüstlük bekleyen, kendisi demokrat olmadan toplumdan demokrat olmasını uman ahlak-sızdır. Kendi hırsızlığını başkalarının hırsızlıklarıyla meşrulaştıran da ahlak-sızdır. Başkalarının giydiklerini veya giymediklerini ahlak konusu yapmak ahlak-sızlıktır. Örneğin, sürekli olarak kadınlar hakkında yargılayıcı bir şekilde konuşan bir erkek genellikle ahlak-sızdır.
Ahlak ilkeseldir. Kategoriktir. Vicdansaldır. Ahlakın ilkesi tek kişilik bir dünyada, uygulaması ikinci kişiden itibaren gündeme gelir. Ama bütün bunlar ahlakın aynı zamanda tarihsel, sosyolojik, hatta sınıfsal bir boyutu olduğunu göz ardı etmemizi gerektirmez. Aç olana, garibana ahlak sorulmaz. Bu anlamda ahlakın bile toplumsal, ekonomik konfor talep eden bir yanı vardır. Zenginler genellikle ahlak-sızdır. Sadece zenginliklerinin kökenindeki muhtemel ahlak-sızlıklar yüzünden değil. Daha çok içinde yaşadıkları toplumun, dünyanın içerdiği sefalete rağmen geceleri rahat uyuyabildikleri için. Komşuları açken, tok ve rahat uyuyabildikleri için. Sorumsuzlukları için. Aslında dünyanın mevcut halinden fakirlere göre daha fazla sorumlu olmalarına rağmen…
Ahlak-sız Toplum
Bir toplumda çalışma yaşında olanların yaklaşık yüzde 15’i işsizse, çalışanların yüzde 45’i asgari ücretle çalışıyorsa, asgari ücret açlık sınırının altındaysa, emeklilerin büyük bölümü asgari ücretin altında ve açlık sınırının yaklaşık yarısı kadar bir gelire sahipse o toplum ahlak-sızdır. Toplanan verginin üçte ikisinin tüketimden alındığı bir topluma ahlak henüz uğramamıştır. Gelir dağılımı eşitsizliği sadece iktisadi bir mesele değildir, aynı zamanda bir ahlak sorunudur.
Bir toplumda aşırı siyasallaşma, kutuplaşma var olan ahlakı da çürütür. Çünkü ahlaki ilkeyi uygulamayı layık bulduğunuz beşerî evren daraldıkça ahlaki evren de daralır. İyi olmayı sadece ailenize, yakın arkadaşlarınıza, partidaşlarınıza layık görüyorsanız ahlaktan tamamen kopmuşsunuz demektir. Bir toplumda iyilik ve kötülük ideolojik olarak kataloglanıyorsa o toplumda ahlak yoktur.
Ahlak içselleştikçe vicdan gelişebilir. Yerleşik toplumsal normların çerçevesini aşamamış bir ahlak ortamında bireysel vicdana, hatta toplumsal vicdana gerek yoktur. Bu durumda aslında bireye de gerek yoktur. Aslında böylesi bir sorumsuzluk ortamında suçun, günahın da bir anlamı kalmaz. Hukukun varlığını tescil eden kanunların varlığı değildir, sorumlu ve vicdanlı yurttaşların varlığıdır.
Sonuç olarak, ahlak üzerine konuşmak kolay, hatta cezbedici ama ahlaklı olmak zordur. Çünkü ahlak ahkâm kesmekle ilgili değil, eylemle ilgilidir. Sürekli ahlak üzerine konuşanlar genellikle en ahlaklı olanlar değildir. Ahlak üzerine konuşmaya başladığınızda, ahlakın dışına çıkma riskiniz yüksektir. Ahlakçılığa düşmeden ahlak üzerine fikir beyan etmek de oldukça zordur. Son paragrafta yapılan bütün değerlendirmelerden bu satırların yazarı da azade değildir. Ancak en azından ben bu sorunun farkındayım. Ahlak üzerine yazarken kendimle de mücadele ediyorum. Ama bu dünyada genelde ahlakın yanından geçmemiş ahlakçılar hükümran.
0 notes