Tumgik
#Konserleri
avalonunezgisi · 1 year
Text
Tumblr media
babam reis yine formunda..
8 notes · View notes
turkudostu61 · 2 years
Text
1 note · View note
izmirmekanrehberi · 1 month
Text
İzmir'de konser biletleri nereden alınır?
Mevzu İzmir’de eğlence ise biletler İzmir Mekan Rehberi’nde ☺️
https://www.izmirmekanrehberi.com/izmir-mekan-haberleri/haber/399/izmir-konser-biletleri-nereden-alinir
0 notes
darkyayincilik · 3 months
Text
İzmir'de Çim Konserleri Başladı
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği Çim Konserleri başladı. Tarihi Havagazı Fabrikası’nda ücretsiz olarak İzmirlilerle buluşacak konserler yine birbirinden farklı sanatçı ve konukları ağırlıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından bu yıl yedinci defa düzenlenen Çim Konserleri İzmirlileri yine sanatla buluşturacak. 4 Temmuz’da Kent Orkestrası ile başlayan program, birbirinden farklı…
0 notes
sakaryamilat · 3 months
Text
Büyükşehir Kent Orkestrası konserleri başladı
Sakarya Büyükşehir Belediyesi Kent Orkestrası, her hafta farlı bir noktada yapılacak halk konserlerinin ilk etkinliğinde, ay yıldızlı bayrağı göndere çektiği Demokrasi Meydanı’nda yüzlerce Sakaryalının kulaklarının pasını sildi. Sakarya Büyükşehir Belediyesi Kent Orkestrası, yeni etkinliklerin ilk konserini Demokrasi Meydanı’nda verdi. İstiklal Marşı’nın okunması ve Türk bayrağının göndere…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
japonyamesken · 27 days
Text
Tumblr media Tumblr media
Ghostlanan mailler, En iyi bulaşık deterjanları, Indüksiyonlu Ocaklar, Tayl*r Sw*ft Konserleri, Kapıda Unutulan Anahtar, Kabuslar ve Tuhaf Hobiler Gün boyu önemli bi mail bekledim, başka işlere ve derse odaklanamadım hiç. Android telefona bi kez daha sinirlendim çünkü telefonun tuş kilidini açınca mail bildirimlerini gösteriyor, yüzde doksan böyle. E ne anladım ben bu işten? Eski iPhone’umu sırf bildirimleri için yedekte kullanıyorum. Artık mail de gelmez zaten. Günümü boşa geçirdiğimle kaldım. Brain dumping, oversharing, binge watching… Hangisini yapıcam acaba derken yavaştan dumpingi başlatıyorum sanırım.
Ben o maili beklerken New York Times’ın en iyi bulaşık makinesi deterjanıyla beni heyecanlandırması(!!) peki… Çamaşır deterjanı haberi olsaydı ilgimi çekerdi çünkü yeni bi marka arıyorum.
Yeni başlayan guiltyi pleasure’ım masterchef izlemek. Sanırım en son 5 sene önce falan ilk batch’i izlemiştim. Ama kurduğum set-up çok güzel. Arkada bana eşlik ediyor aslında, daha doğrusu önde. Danilo’nun Türkçesi ilerlemiş."Hahahah minik fare” gibi tepkiler veriyorum, Türkçe konuşan yabancıları havuç yiyen tavşanlar kadar tatlı bulurum. Ama o kadar sene burada kalıp da “eveddd-ı bu etapda birincisi” demesi ne olacak? Tamlayan eklerinin gözü yaşlı.
En yakın arkadaşlarımdan birisi bu ayın başında Amerika’dan Polonya’ya ******affedersiniz****** “Tayl*r Sw*ft” konseri için geleceğim dedi. Bileti falan da aldı. Arada bir yerde buluşuruz, ben oradan Hollanda’ya gelirim, yeter ki görüşelim dedi. Ben de bu yüzden alumnasında olduğum programın İsveç’teki General Assembly’sine kaydolmadım. Sonra arkadaşım vizesiyle ilgili bir sorun çıktığını ve amerikada kalması gerektiğini söyledi, bileti sattı ve gelmedi. Ve hayatımın seneler sonra en boş ve mümkün ağustosunu yaşarken GA’ya gidemedim. Seneye Kasım’da Mısır’da olacakmış ama Mısırlıların organizyonel yönlerine o kadar güvenmiyorum ki… Ölmeden önce bir GA’a katılmak bucket listemde. Çok first world problems gibi oldu. Derdimiz bu olsun, zaten ağustosu hiç verimli geçiremedim akademik anlamda, işler nasıl yetişecek bilmiyorum ama bi şekilde yetişeceğine inancım tam nedensefkffkfl.
Bu arada bu Taylor Swift olayı neymiş arkadaş. Konser turunun İngiltere’ye katkısı 500 milyon pound olacağı için hükümet bazı finansal açıklamaları yapmayı konser turu sonrasına erteliyor diye bir şeyler okudum, nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama kafamdaki kaynaklar sıralamasında çok da güvenilir olmayan bir kaynak diye yer etmiş.
Kalkıp yemek yapmam lazım, buzluktan tavuk çıkarmıştım onu marine edeceğim. Sonra da fırına. Çünkü indüksiyonlu ocak pişmanlıktır. Çok kötü çok.. Soğanlar ölmüyor mesela, burada soğanı öldürmek diye bir konsept yok, diri diri kalıyor ya da yanıyor. Zaten üç soğanı iki ay kullanıyordum artık hiç kullananıyorum.
Geçen gün dersten sonra ormana yürüyüşe gittik ve bir arkadaşım indüksiyonlu ocağın çalışmasındaki fizik kurallarını anlattı. Böyle anlarda çok mutlu oluyorum, dersten sonra ormanda yürüyelim mi diyen ve yürüyüşte de böyle şeyler anlatan arkadaşlarım olduğu için yani. Diğer bi arkadaşımın da maymuncuk kilidi açmak gibi bir hobisi var, bir gün tren beklerken şak diye kocaman bir kilit ve çeşitli aletler çıkartıp bana öğretmeye başladı hahaha harikaydıdjdkdkd. Herkes kapısına bacasına dikkat etsin.
Gece rüyamda birisi evimin kapısını açmaya çalışıyordu ve ben de arkadan kapatmaya çalışıyordum. Çok korkarak uyandım. Her şeyin olduğu gibi bunun da bi sebebi var. Artık ben de mantıklı, makul ve rasyonel bir insan olmanın kırıntısı kalmadığı için geçen gece eve dönüp anahtarı kapıda unutmuşum. Ve ben duştayken kapı deli gibi çalmaya ve yumruklanmaya başladı. Saat 12’ye geliyor. Ben kapıyı açacak hale gelene kadar susmadılar. Aklım çıktı tabii ki. Ama sağolsunlar, öyle uyumak istemezdim. Tabii Dutch değillerdi, Güney Avrupalılardı sanırım. Beni etkilemiş işte bu olay bi şekilde. Yaptığım diğer leylalıkları bi anlatsam… Neyse olur böyle şeyler diyip omuzlarımdan öpüyorum kendimi. Pazar günü çok gitmek istediğim bi şehre ve etkinliğe gideceğiz. Ama sonra dizimi kırıp oturmam ve çalışmam lazım artık. Her şey çok karışık ve giderek daha da karışık hale geliyor. Evet, dumping ve oversharing bittiğine göre sırada yemek hazırlarken overthinking var. Sonra da cycling, çünkü biliyorsunuz yağmurda, çamurda, karda ve de fırtınada o bisikleti her gün sürmezsem bu ülkede yaşıyor olmanın hakkını veremem.
-the.end.-
29 notes · View notes
ikiodabirkafa · 1 month
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Çaşırlı gazoza kadar ağzımın tadı yerindeydi aslında ajdkhljş
Özellikle sabah kahvaltısı muazzamdı. Sonrasında tatlı bir gün oldu, rastgele denk geldiğimiz Rock gegen Rechts açıkhava konserleri tatlı bir tesadüf oldu. Yeşilin ortasında müziğin keyfini çıkardık. Şimdi azcık yarının planına bakıyorum. Biraz spontane takılmak bana da iyi geldi.
20 notes · View notes
Text
Bünye Ebru Gündeş konserleri isitiyor şarkılarini bağıra bağıra söylemek istiyor çok bi sey mi istiyor
9 notes · View notes
kalansonkauaikusu · 8 months
Text
rojda konserleri gidin artik kesfetimden izmirliyim ben
11 notes · View notes
senfonikankara · 22 hours
Photo
Tumblr media
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası
4 Ekim 2024 Cuma, 20:00 CSO Ana Salonu
Rahmaninov | 2. Piyano Konçertosu
H. Uçarsu | 100. Yıl Türküsü
F. Tüzün | Çayda Çıra
Beethoven | 9. Senfoni, Finale
3 notes · View notes
Text
02.09.24 MAYHEM KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)
Tumblr media
Evet, Eylül ayı konserleri bütün hızıyla devam ediyor. Bu hızlı maraton arasında geçen haftalarda katıldığım 40. Senesini deviren “Black Metal”in sansasyonel grubu efsanevi “Mayhem”den bahsetmesek olmaz. Eski, yeni ve hatta “Ölü” grup elemanlarıyla birlikte kalabalık bir şekilde tekrardan ülkemizde ağırladığımız “Mayhem” grubu 40. Yıl turneleri kapsamında bize unutulmaz anılar bıraktılar. Unutulmazdan kastım sadece laf olsun diye değil, emin olun aradan bir kırk sene daha geçse ve ben bilinç sahibi bir birey olarak hayatta olmaya devam etsem, bu günkü gibi yazarım, anarım, hatırlarım bu konseri. Bu etkinlik, ilk anından son anına kadar görselinden, grubun performansına, ışık şovlarından, ekipman güzelliğine inanılmaz bir konser olmasının yanı sıra dokümanter, belgesel niteliği taşıyabilecek anlara da şahitlik etti. Bu kısma zaten ilerleyen satırlarda bol bol deyineceğim. Konser duyurusu geçildiğinden beri sabırsızlık içindeydim, nihayet o gün gelmişti! Nerelerden başlasam inanın bilmiyorum. Her zaman olduğu gibi konser akşamının ilk saatlerinden itibaren adım atayım. Betondaki bir oyukta bir Metalci yaşardı, Beşiktaş’a doğru yola çıkardı. Gayet heyecanlıydı.
Tumblr media
“Mayhem” söz konusu olduğunda adamların 40 senelik müzikal kariyeri bir yana kendileri 60’larına dayanmış olsa da içimde çoğu zaman halihazırda taşıdığım “ergen heyecanım” nükseder. Bunun sebebi “Mayhem” grup elemanlarının Norveç’te ergenlik zamanlarında geçirdikleri ve yaşadıkları karanlık dönem, koskocaman bir tarzın kurucu unsurlarının başını çekerek son derece yenilikçi, enerjik, hızlı olmaları veya grubun şeytani derecede vahşi kökleri olabilir. Ya da sadece ergen nefretini, depresifliğini ve karanlığını en iyi yansıtan, aşırı uçlarla kafayı bozmuş bir grup adama zamanında beslediğim korku/heyecanla karışık hayranlıktandır. 16-17 yaşlarında ben ve o zamanki tayfam bütün yazlarımızı bulabildiğimiz en ekstrem Metal müzik gruplarını dinleyerek, (Bazen yapmaya çalışarak.) karanlık, izbe yerlerde bira içip dolaşarak, boş evlere girip korku filmleri izleyerek, duvarlara grup isimleri ve başka saçma şeyler kazıyarak, boyayarak geçirirdik. Otobüs duraklarında fotoğraf çekilirdik, vandallık ve primatlığın dibine vururduk. Tarih öncesi dönemleri yaşayan amatör neandertal Silivrili “Mayhem” gibiydik, hayatımız boyunca yaşayacağımız en güzel yazlarımızı geçirdiğimizin zerre farkında değildik. Rahmetli Lemmy amcanın dediği gibi, o yaz aylarını hatırlayamıyorum ama asla unutamıyorum...
Tumblr media
Sadece “Gibiydik” tabi.. “Mayhem” grubunun sansasyonel kökleri, eski vokalistlerinin kendini tüfekle vurması, geri kalan grup üyelerinin kafatasının parçalarından kolye yapmaları, gruba o dönem yeni katılmış “Burzum” kurucusu Varg Vikernes’in orada burada kiliseleri yaktıktan sonra “Mayhem”in kurucu gitar/vokali Euronymous’u kendi evinde öldürmesi sonrasında yıllar boyunca hapis yatması “Mayhem”in geçirdiği tatlı süreçlerden sadece bazılarıydı. (“Nargaroth” grubunun bu hadise için bestelediği “The Day Burzum Kills Mayhem” adlı eseri es geçmemek gerekir.) Daha fazlası için grup hakkında yapılan belgesellere ve filmlere bakılabilir. Oyunculuk ve senaryo konusunda bazı zayıf noktaları olsada 2018 yılında gösterime girmiş olan, yukarıda bahsettiğim süreçleri kurgusal olarak anlatmaya çalışan “Lords Of Chaos” filmini “Mayhem” 101 olarak önerebilirim. Bu bilgiler ışığında tekrar düşündüğünüzde tam kadro gelen bir “Mayhem” konserine ergen heyecanıyla hoplaya zıplaya giden bendenizi belki daha fazla içselleştirebilirsiniz.
Tumblr media
Beşiktaş IF’in önüne geldiğimde tahmin ettiğim kitleyle karşılaştım. Tırnak içinde büyümüş, yaşlanmış, grup formalarını üzerine geçirip sıraya girmiş bir sürü ergen. Belkide konserlerin en sevdiğim yanıdır bu manzara. Gerçekten rahat, kendim gibi olabildiğim, kendimi iyi hissettiğim, bu kadar bok püsür, olay, kriz arasında toplum ve kültür Jungle’ı içerisinde nefes alabildiğim yegane yer. Bu ortamdan görebildiğim bütün dostlarla merhabalaşıyorum, bira tokuşturuyorum, anlık olarak yirmi sene önce ki yazlara şöyle bir dönüp sonra malesef geri geliyorum. Nostaljik düşünceler eşliğinde içeriye biraz erken giriyorum. Konserde alt grup yok çünkü öyle bir süre yok. Grup neredeyse iki saat boyunca sahnede olacak. 40. Yıla özel uzun, bir “Black Metal” grubu için çok uzun bir “Setlist”leri var. “Mayhem” “Merch”leri efsane. Kendime göre bişeyler bakınıyorum hemen. (Bayrak falan şahaneydi gerçekten.) “Merch” kısmını tamamladıktan sonra sahneye dönüyorum ve bir daha gözlerimi buradan ayıramıyorum. Henüz daha grup ortada yokken bile sahne düzeni, sağlı sollu hoparlör yanlarına asılmış yıldızlı bayraklar ve ışıklandırma çok çok iyiydi. Bu sahne size nasıl bir şeyle karşılaşacağınız hakkında epey fikir veriyordu. Kısa süre sonra sahnede izleyeceğimiz şey, beklentilerin çok üzerindeydi.
Tumblr media
Ben hala daha bayraklara bakarken seyircide ve sahnenin arkasında ki ekranda bir hareketlilik başladı. Ekranda 80’ler İskandinav bağımlılık belgeseli tadında “Mayhem” grubunun tarihi anlarından görüntüler izlemeye başladık. Bu görüntülere eşlik edilen müziği asla unutmayacağım. Sadece bu kullanılarak başlı başına “Dark Ambient” tarz bir albüm yapılabilir o derece.. “Mayhem”in kendini vuran solistleri “Dead” (Bu kadar temiz yüzlü, güzel bir adam kendine nasıl kıyar hala kahrediyorum. İskandivan depresifliği işte.. Orada yaşayan arkadaşlar daha iyi anlatır, değişik bir psikoloji..) öldürülen gitar vokal Euronymous ve kürkçü dükkanı, grupta halihazırda tek kurucu üye olarak kalan ve az sonra sahnede sarhoş olacak olan “Necrobutcher” davulcu “Hellhammer” uzun süredir “Mayhem” vokallerini üstlenen Atilla Csihar, eski, yeni bütün üyeler anlamsal kadrajların içerisine yedirilmiş halde bize tek tek gösteriliyor. (Necrobutcher’ın “A Headbanger’s Journey” belgeselinde yayınlanan konser röportajı beni hep güldürmüştür. Duygusal “Dead” görüntüleri üzerine iyi ayar çekti.) Tiyatro sahnesi tadında geçecek olan “Mayhem” sahnesi bize bir tanesi bile yetecekken o akşam 40. Yıl turnelerine özel olarak yeni, eski üyeleriyle birlikte toplam 3 setten oluşacaktı ve bu tarz belgesel görüntüleri zaman zaman şarkıların arasına girerek peşimizi asla bırakmayacaktı. Buradan arşivim için alabildiğim kadar kayıt aldım, instagram sayfasından paylaşırım.
Tumblr media
1984’ten başlayıp günümüze gelene kadar geçen süreç tek tek “Mayhem” görüntüleriyle geri sayım şeklinde izletildikten sonra malumunuz “Mayhem” grubu “Malum” şarkısıyla bütün haşmetiyle sahneye çıktı ve unutulmaz geceye start verildi. Ekranda yüzünden kanlar damlayan bir kurukafa önünde lego gibi binlerce parçasıyla “Hellhammer”ın inşa ettiği davulu, kostümler, makyajlar, şeytani “Mayhem” “Sound”u… Bu atmosfer gerçekten görülmeye değerdi. “Bad Blood” “MILAB” “Psywar” yıldırım gibi üzerimizde çakarken Atilla Chisar’ın muhteşem sesi her saniye bizi daha da geriyor. “Illuminate Eliminate” ve “Chimera”da konserin başından itibaren başlamış olan “Mosh Pit”ler doruğa çıkıyor. “Hellhammer” tokmaklarını üzerimize salıyor. Bu gece “Mayhem” gazabından kurtuluş yok! “My Death” ve “Crystalized Pain In Deconstruction” şarkılarıyla devam eden ilk bölüm “View From Nil” ve “Ancient Skin” ile hız kesmeden bizi bu “Set”in son şarkısı olan “Symbols Of Bloodswords”e taşıyor.
Tumblr media
İlk şoku üzerimizden atlatıyoruz, manik depresif şekilde geçen ilk “Set” sonrası “Dead” görüntüleri tekrar ekrana veriliyor. Çayır çimen üzerinde koşturan “Dead” gördüğüm için yine hafif duygusallaşıyorum.(Ağlayanların olduğu iddia ediliyor.) “We are not ordinary, We worship Death!” Sözleri sonrası “Hellhammer” bagetlerini havaya kaldırıyor, grup tekrardan sahneye çıkıyor. Kaftanlar giyilmiş, hazırlıklar tamamlanmış, Atilla Csihar sahnede Barış Manço hareketleri sergileyerek sanki bir orkestra şefi gibi bizleri mum etmiş. Ve işte böylece 2. “Set” Euronymous anısına, bağırışlar, çığlıklar, hezeyanlar içinde efsanevi albümden efsanevi “Mayhem” şarkısı “Freezing Moon” çalınırken başlıyor. Şarkının yarısına kadar seyirci çığlığından şarkıyı duymakta zorlanıyorum. “Life Eternal” ve “Buried By Time And Dust” eserleri sonrası zurnanın zart dediği yere geliyoruz. Albümle aynı ismi taşıyan güzide parça “De Mysteriis Dom Sathanas” Atmosfer o kadar iyi ki daha önce bolca bahsettiğim If’in güzel “Black Metal” “Sound”una değinmeye gerek bile yok. Albümlerden çok daha iyi bir ses kalitesini konserde canlı olarak dinleyebildik. “Mayhem” o gece hatasız, tavizsiz ve tarifsizdi!
Tumblr media
Yeni bir dokümanter görüntü, yine sahnede “Dead” şarkı sözleri ve sinematik şekilde akan görüntüler. (Bunlardan en az bir düzine deneysel film/video çıkar benden söylemesi..) “Dead”in anıldığı yazılar sonrasında belki de konserin en duygusal, dramatik, şaşırtıcı, özel anları yaşanmaya başlıyor. “Mayhem”in “Funeral Fog” şarkısı “Dead” tarafından (Evet ne kadar ironik değilmi..) söylenmeye başlanıyor. Kendisi bu Dünyada değil ama ruhu hala aramızda! “Mayhem” üyeleri şarkıyı çalarken “Dead”in sesinden “Funeral Fog” dinliyoruz. Gerçekten unutulmaz dakikalar.. Bu unutulmaz anlar sonrası yine bir görsel şölen, ekran ve mekan kırmızıya boyanıyor, Necrobutcher 3. Şaşkınlık perdesini “Mayhem in eski vokali Messiah ve eski davulcusu Manheim’ı sahneye davet ederek açıyor! O ana kadar yeterince şok atlatmamışız gibi bu üyelerin sanki bir “Pentagram” konseri enerjisiyle sahneye çıkmaları kendi adıma son nokta oluyor. 1980’lerden “Mayhem” şarkıları dinleyeceğimiz bu bölümde artık arkalarda saklanmak yok! En öne koşturuyorum. Belki tekrardan Necrobutcher, Hellhammer falan görürüz ama bu Oldschool manyakları görürmüyüz? bilemiyorum! Bu noktada şaşırtıcı şeyler olmaya devam ediyor.
Tumblr media
Manheim gayet mütevazi bir şekilde davulun başına geçerken, Messiah kırmızı tişörtü, kel kafası, koca göbüşüyle mikrofonun başına dikiliyor. Necrobutcher kolay vedalaşamadığı bira şişesini bir kenara bırakıyor ve ayin tüm hızıyla devam ediyor. Messiah! Abi sende ne ses var be! Ben kendi adıma bu adama hayran kaldım, gözlerimi hipnotik bakışlarından ayıramadım! Kendimi bu saatten sonra “Order” “Fan”ı ilan ediyorum! Manheim’a söylenecek söz yok. Gerçekten profesyonel müzisyenler. “Deathcrush”, “Necrolust” hele “Chainsaw Gutsfuck” bize biraz nefes aldır. 1 konser diye geldik 3. Konserimizdeyiz! “The True Mayhem” “Carnage” ile üstümüzden geçmeye devam ederken ruhumuzu “Pure Fucking Armegeddon”da artık sonunda teslim ediyoruz… Manheim tarafından “Weird” çalınırken biz kopan parçalarımızı toplamaya çalışıyoruz, savaş gibi konser geçirdik. “Mayhem” grubu seyirciyle uzun uzun vedalaşıyor ve bir daha geri gelmemek üzere “Beşiktaş If” sahnesinden bu konserlik ayrılıyor.
Tumblr media
Ben yine dağılmış vaziyette çıkışa doğru yolumu bulmaya çalışıyorum. Konser sadece bir konser olmadığı, aynı zamanda bir tiyatro belki bir sinema niteliği taşıdığı için görmek ve götüntü almak için oradan oraya koşturmuşum fakat kesinlikle değmiş. Çıkışta beni bekleyen rüya gibi, muhteşem bir sürpriz var. Biraz dışarıda soluklandıktan sonra IF’in kapısının önünde dikilen iki tane tip görüyorum. Kim mi bunlar? Manheim ve Messiah! Gözlerime inanmasam da hemen yanlarına ilişiyorum. “Merhaba” “Harikaydınız” “Çok memnun oldum” hezeyanlarından sonra hemen konumuza dönelim “Bir fotoğraf çekineydik”… Acayip mütevazi adamlar tabiki diyor ve ben “Mayhem”in efsanevi üyeleriyle tanışma, fotoğraf çekilme fırsatı bulduğum için inanılmaz mutlu oluyorum. Herkes grubun geri kalanını beklerken bu zavallılarım ekipten ayrı düşmüş orada masumca bekliyor. E kurt kapıyor tabi onları hiç affetmem. Ne kadar beklenirse beklensin “Mayhem”in geri kalan üyelerini yakalama süreci bir sonuç vermiyor, adamlar ışık hızıyla kapılardan geçip minibüslerine atlıyor. (Eski günlerim olsa onları da yakalardım ben peeh.) Herşey bittikten sonra aşırı güzel anılar, fotoğraflar ve hikayelerle birlikte evimin yolunu tutuyorum. “Mayhem” konseri “Unutulmaz” oluyor. Konser yoğunluğu yüzünden yazılar yetişmiyor kusura bakmayın dostlar. Yarın bir çok grubun sahne alacağı çok iyi bir festival var “Bosphorus Metal Fest” Güzel, Metal dolu bir hafta sonu geçirmek için orada olacağız. Gelin hep beraber festival kafası yaşayalım, biraları tokuşturalım! Sonrada anılarımızı yazalım, paylaşalım! Görüşmek üzere, herkese Metal Müzik dolu bir haftasonu dilerim!
2 notes · View notes
filapi · 27 days
Video
youtube
Jim Keller - Mistakes
John Lee Hooker, Kraftwerk ile karantinaya girseydi ne elde ederdiniz? Jim Keller’ın endüstriyel blues ve endüstriyel tehdit karışımı, "Don’t Get Me Started", pandemi için kesin şarkı olabilir. Keller, yıllar önce San Francisco grubu Tommy Tutone’un bir parçası olarak, 80’ler radyosunu dinlenebilir kılan klasik bir power pop parçası olan "867-5309" ("Jenny Jenny") parçasını ortaklaşa yazıp seslendirdiğinde dikkat çekmişti. New York’a göç ettikten sonra çiti atladı, Philip Glass’ın yayıncılık şirketini yönetti ve Glass’ın kariyerinin yönetimini Dunvagen Music’in direktörü olarak üstlendi. Keller, 2005’te kayıt yapmaya ve performans sergilemeye geri döndü ve zaman, viski ve vaatlerle yaşlanan bir sesle, Tom Petty’nin terapisti olabilecek birinin sesine sahipti. Bugüne kadar Sunshine In My Pocket (2005), Soul Candy (2011) ve Heaven Can Wait (2014) olmak üzere üç solo albüm yaptı. Müzik sektöründe kült bir figür olan Keller'ın New York'taki Lakeside Lounge ve The Rockwood Music Hall'daki konserleri efsanevidir. Şehrin en iyi müzisyenleri onunla sahnede olmasa bile, seyirciler arasındaydılar, şarkı söyler, çalar, sizi daha düşük bir kasabada hapse attıracak türden gürültü yaparlardı. By No Means, uzun zamandır birlikte çalıştığı Byron Isaacs (The Lumineers, Levon Helm) ile yazıldı, Mitchell Froom (Los Lobos, Crowded House, Randy Newman) tarafından üretildi ve Los Lobos'tan David Hidalgo'nun gitarıyla desteklendi. Sizi bağlayan ifade, sinsi ve her şeyi bilen ama yine de her şeye değecek, tüm bu çılgın karmaşaya anlam kazandırabilecek o sırrın söylenmesini bekleyen.
2 notes · View notes
eyllulies · 2 months
Text
— HEVES, İKİNCİ BÖLÜM.
Tumblr media
❝ Sen sınırları oluşturan kişi olduğunu zannediyor olabilirsin, Belyakov, ancak ortada bir sınır varsa o sınırlar, benim sınırlarım olur. ❞
Tumblr media
❝ Maalesef sarışın, artık tek işim sen ve senin hayatın.  ❞
❄️
"Ünlü şarkıcı Heves Korhan'ın konserinde uğradığı saldırı sonucu hastaneye kaldırılması haberini üzülerek paylaşmıştık ancak reklam arasında bize ulaşan menajeriyle durumunun iyiye gittiğini öğrendik. Buradan geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz kendisine."
"Harika." dedi Kaan televizyonun sesini kısmaya başladığı sırada. "Bunu da hallettiğimize göre, sırada konser takvimini ertelemek var." Kaan, kendini kaybetmiş bir şekilde bütün her şeyle ilgilenirken ben, bir heykelden farksız bir şekilde koltukta uzanıyor ve boş gözlerle olanlara sesimi çıkarmıyordum. Ne diyebilirdim ki? Kaan, bütün kontrolü elimden almış ve bana sorma gereği bile duymadan tüm konserleri, etkinlikleri erteliyor; Tuana ile tüm kanallara haber çıkarıyorlardı. Bana kalan hiçbir şey yoktu, fikrimi; düşüncemi önemseyen kimse yoktu o an.
Hastaneden çıkalı iki gün olmuştu, bugün günlerden cumaydı. Kaan, tüm ekibimi eve toplamış; herkese ne yapması gerektiğini söylüyor ve herkes, dediğini ikiletmeden yapıyordu. Herkes burada demişken, aslında tam olarak herkesin orada olduğu söylenemezdi. Biricik(!) korumam, henüz ortalıklarda yoktu.
Kaan, bugün onunla maddelerde uzlaşmaya varmamız için Nicolas'ın buraya geleceğini söylemişti ancak saatin akşam yediye gelmek üzere olduğunu düşünecek olursak, gelmesi mümkün gözükmüyordu.Bu benim işime geliyordu zaten. Onu ne kadar az görsem, varlığını ne kadar az hissetsem o kadar iyi olacaktı benim için.
Korkutucu mavi gözlerinin üzerimde nasıl gezindiğini düşündüğümde yanaklarımda hissettiğim yanma hissiyle yanımda duran bardağa uzandım ve bir yudum aldım. O korkunç bakışları aklımdan çıkarmam mümkün değildi, benden daha tam olarak tanışmamış olmamıza rağmen haz etmediğini anlamak çok zor olmamıştı. O bakışlarla bir gün değil de bir yıl geçireceğimizi düşündüğümde suratımı buruşturmama engel olamamıştım.
“Beni bir koca adayı olarak görmeniz egomu epeyce okşasa da Heves hanım, sizin korumanız olduğum sürece başınıza bu tür felaketlerin tekrar gelmeyeceğinden emin olabilirsiniz." Hah. Kendisinin de bir felaket olmadığı ne malumdu?
“Heves, beni duyuyor musun?" dedi Tuana önümde elini şıklatarak. Elini şıklatması düşüncelerimden sıyrılmamı sağlarken "Efendim?" diye yanıtladım Tuana'yı. "Hayranların." dediğinde kaşlarım kalktı.
"Senden video istiyorlar, iyi olduğunu onlara ne kadar söylersek söyleyelim bize inanmıyorlar." İyi olduğumun haberlerini versem dahi beni görmeden iyi olduğuma inanmayan sevenlerimin sevgisini bir kez daha hissettiğimden olsa gerek, içimi huzur doldurdu. Beni merak eden, iyiliğimi isteyen insanların olması karın boşluğumdaki yaraya o kadar merhem gibi geliyordu ki, başıma gelen korkunç olay sanki hiç yaşanmamış gibi hissediyordum. Normalde video çekecek halde değildim, yüzüm perişan haldeydi ve eve yeni dönmüştüm. Pijamalarımla koltukta öylece uzanıyor, tüm ekibin neler yaptığını bir diziymiş gibi izliyorken kameralar karşısına çıkacak gücü kendimde göremiyordum.
Sevenlerimi her ne kadar ailem gibi görsem de bazı şeylerin sınırı vardı, onların karşısına bu kadar perişan çıkmamak gibi mesela. Bu yüzden her ne kadar bir videoyu çekmek konusunda zorunda hissetsem de "Videoyu bu halde çekemem, Tuana." dedim iç çekerek. "Bu halde kamera karşısına geçmek istemiyorum.”
"Bunu diyeceğini hesaba katmadığımı mı düşünüyorsun?" dedi gülerek. "Kuaför mutfakta, Polina da kıyafetini çoktan ayarlamıştı." tabii ya, bu bana öylesine sorulan milyonlarca sorudan bir tanesiydi.
Kukla gibi hissediyordum bazen, bu hissi yaşamak bana nankörce geliyordu. Benim için uğraşan, kariyerimde doğru adımlar atmam için yardımcı olan insanların tabii ki benim isteklerimden çok mantıktan yana hareket etmeleri lazımdı ama bu hissi ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bir türlü bastıramıyordum.
Bir şeylerin isteğime bağlı gelişmesini istemek çok mu saçmaydı? Yaptığım bir tercihin gerçekten benim tercihim olmasını istemek belki de çok saçmaydı, çünkü kariyerimde zirvedeydim. Yavaş yavaş da olsa dünyada adımı duyurmaya başlamış, birçok şarkıcının senelerce başaramadığı şeyleri kariyerimin altıncı senesinde başarmış; çoğu hayalim gerçek olmuştu.
Ama... bunlar bana yetmiyordu işte.
Bu kadar kusursuz olmak gerçekten istediğim bir şey miydi mesela? Hayır, değildi. Beni seven herkesin isteklerini yere getirmek boynumun borcuydu, bunu onlara yapmak zorundaydım ama mesela şu an, videoyu çekmesem ne olurdu ki en fazla? Yaptığımın yanlış olacağını bile bile videoyu çekmesem, iyi olduğumu onaylamasam ne olurdu?
Neler olabileceğini hiç umursamadan isteğime göre hareket etmeyi her ne kadar istesem de her zamanki gibi, bugün o günlerden biri değildi.
"Peki." dedim sahteliğin hissedildiği bariz bir gülümsemeyle. Bu sahteliğimi bir anlığına Tuana’nın anlamasını, bana istemiyorsam yapmamamı söylemesini beklesem de öyle olmadı.
Tuana beni anlamamazlıktan geldi.
"Harika." Tuana sevinçle el çırptı ve mutfağa gitmek üzereyken bana döndü.
"Heves," dedi emin olamayan bir sesle. "sen iyisin değil mi?"
Tuana'nın bu soruyu sormasını beklemediğim için birkaç saniye duraksadım. Bu soruyu normalde duysam 'Tabi ki iyiyim salak, neden kötü olayım?' gibi cevaplar verirdim ancak şu an kendimi iyi hissetmiyordum.
Bu yüzden sadece ona gülümsedim. Yalanı hiç sevmezdim, dudaklarımın arasından hiç yalan kaçsın istemezdim. Yalanlar karşımdakine de bana da zarar verirdi çünkü ve ben, birine zarar verirsem kendimi asla affetmezdim. Gerçekler acıyı beraberinde getirse bile, o acıyla yüzleşmeye razı gelirdim. Bu yüzden Tuana'ya iyiyim demek yerine gülümsemekle yetindim.
Gülümseyişim onu ikna etmiş olmalıydı ki iyi olmamın onu ne kadar mutlu ettiğine dair birkaç cümle kurduktan sonra ortalıktan kaybolmuş ve yerini kollarında doluca çantalarla bana yaklaşan iki kadına bırakmıştı. Büyük ihtimalle kuaför ve makyözdü, kimsenin güzellik algısına uymayan halimi yok edecek, tüm herkesin hayranlıkla izleyeceği kıza dönüştüreceklerdi beni.
Eğer on yedi yaşındaki Heves ona yapılan makyajı, saçı ve giydiği elbiseleri görseydi kalpten giderdi. Çünkü on yedi yaşındaki Heves'in evinde böyle olanaklar yoktu, sırf bir ruj sürdüğünde bile başına neler geleceğini bildiği için her kızın sahip olduğu olanaklardan kendisi uzaklaşmıştı.
Açlık vardı, kendisini bir kız, kadın gibi hissetme açlığı. On dört yaşına kadar erkeklerden bile kısa kestiğim saçlarım, en az iki beden büyük kıyafetlerim ile bir genç kız, kadın olmaktan acizdim. O yüzden şarkıcılık kariyerim başladığında, olabilecek en kadınsı kıyafetler ve makyajlarla sektöre girmiştim.
Zaten çevremdeki herkes böyle demişti o zamanlarda da. Çekici olmam gerektiğini. Ergenlerin odalarında asacakları posterlerden birinde olacak kadar çekici, güzel olmam gerektiğini.
Belki şu an olsam, bu söylenenlere itaat etmezdim ancak o zamanlar bir kez bile olsun, regl olmak ve büyük göğüslere sahip olmak dışında kadın olduğumu hissetmeyişin verdiği açlığa sahiptim. Çekinmemiştim, utanmamıştım.
Ancak son iki senedir, bunlar bana fazla gelmeye başlamıştı. Ünlü olmaktan, getirdiği faydalardan ve sevenlerimden şikayetçi değildim; sadece herkesin gördüğü görüntünün arkasında yatanlardan şikayetçiydim.
Kuaför arkama geçti, yerimden doğrulmama gerek olmadığını söyledi. Sıkı topuz yaptığım saçlarımı açtı, taramaya başladı. Saçlarımı sahneden indiğim anda topuz yapardım çünkü saçlarım o kadar işlem görüyordu ki kedi kuyruğuna benziyordu, bunu görmekten nefret ettiğim için anında saçlarımı topuz yapıyor, saçlarımı görmüyordum.
Kuaför saçlarımı açmaya, onları her ne şekle sokacaksa onun için hazırladığı sırada makyöz de yerimden doğrulmama izin vermedi ve çantasını açtı. Ne kadar yoğun makyaj yapacağını yüzündeki makyajdan tahmin edebildiğim için yüzüme daha hiçbir şey yapmamış olmasına rağmen yüzümün kaşındığını hissedebiliyordum.
Gözlerimi kapattım, her ne yapacaklarsa yapsınlardı. Yorgundum, uykum vardı ve bu sırada uyumamın sakıncası yoktu, değil mi? Bu benim seçebileceğim nadir şeylerden biriydi ve bunu seçecektim.
Küçük de olsa insanın özgürlükleri olması da bir şeydi, değil mi?
❄️
"Heves, kızım maşallah ya! Çok güzel oldun." Tuana aynadan bana kocaman gülümsemesiyle bakarken bu neşesine gülümsedim, Tuana en ufak şeylerde bile neşelenen; karşısındakini de neşelendirmenin yolunu hep bulan biriydi. Sosyal medyada hakkımda çıkan haberlere, neler paylaşacağıma o karar verirdi, ekibimin en önemli çalışanlarından biriydi aynı zamanda.
Çünkü kendisi sayesinde bugüne kadar sosyal medyada lince maruz kalmamış, attığım tüm her şey iyi olaylara vesile olmuştu. Tuana, işinin ehlisi bir sosyal medya uzmanıydı; onu tanıdığım için şanslıydım.
Aynaya baktım, gerçekten güzel görünüyordum. Saçlarım hafif dalgalı, makyajımsa tahmin ettiğimin aksine oldukça sadeydi. Makyajımın tek olayı, kahve gözlerimi açığa çıkaran koyu kahve tonlarındaki göz makyajımdı.
Polina da her zamanki Polinalığını konuşturarak benim için oldukça sade ama güzel bir kombin hazırlamıştı. Üstümde siyah, her yerimi saran; hafif dekolteli badi ve diz kapaklarımın üstünde siyah mini etek vardı. Evde olmamıza rağmen terliklerimi ayağıma geçirdiğimde Kaan beni azarlayarak odaya geri gönderdiği için siyah, topuklu deri çizmelerimi ayağıma geçirmiştim ve şimdi kelimenin tam anlamıyla hazırdım.
"Teşekkür ederim Tuanoşum." dedim aynadan öpücük atarak. "İçeri geçelim, biraz daha burada kalırsak Kaan katliam çıkaracak."
"Doğru dedin, eğer biraz daha burada durmaya devam edersek önce seni tutanın ben olduğumu düşünerek beni sonra da seni azar ve nutuk yağmuruna tutar." Kaan'ın kızdığında karşısındakini nasıl azarladığını ve sanki babalarıymış gibi nutuk çektiği aklımıza gelmiş olmalıydı ki ikimiz de suratımızı buruşturduk ve salona ilerledik.
"Sonunda!" dedi Kaan salona geldiğimi gördüğünde. "Hiç gelmeseydin Heves, zahmet oldu."
"Geldim işte, Kaan. Uyuyakalmışım, anca kendime geldim." Kaan'ın cevabını beklemeden salonun ortasına konan sandalyeye oturdum ve gözümü yakan ışığa alışmak için kendime birkaç saniye verdim.
Oturduğumu gören kameraman ve mikrofonu tutan çocuk bana yaklaştı. Onlara aşağıdan baktığımdan olsa gerek, bir anlığına gözüme korkunç gelmişlerdi.
"Heves hanım, hazır mısınız?" dedi kameraman. "Eğer hazırsanız kayda başlıyoruz." tam kameramana hazır olduğumu söylemek üzereydim ki salonun havası aniden değişti.
Salonun havası, Rusya'nın donduran soğuğuyla dolmaya başladı.
Onun bu saatte gelmesini beklemediğim için afalladım, akşamın dokuzuydu. Bu saatte evime öylece nasıl gelmişti? Onunla bugün anlaşmamızın maddeleri üzerine konuşacağımızı biliyordum tabii ama bundan iki saat önce, artık gelmez diye düşünmüştüm. Hangi çalışan akşam dokuzda gelirdi ki zaten? Berbat bir iş ahlakı vardı anlaşılan.
Nicolas'ın beklenmeyen gelişiyle hepimiz ona dönmüştük ancak ona bakan bir sürü meraklı göz onu etkilememişti belli ki, çünkü kendisi sanki kendi evine gelmiş gibi bir rahatlıkla tekli koltuğa oturmuştu.
Kaşlarım şaşkınlıkla kalktı, bu nerenin rahatlığıydı?
Nicolas, onu yadırgayan bakışlarımı hissetmiş olmalıydı ki buz mavisi gözleri kahveliklerimi buldu. Keskin hatlara sahip yüzünde herhangi bir ifade olmamasına rağmen her an beni öldürebilirmiş gibi gözüküyordu.
Gözlerim bir anlığına gözlerinden başka yerlere kaydı ve hassiktir. Hastanedeki muhteşem(!) tanışmamızdakinin aksine, bugün oldukça rahat giyinmişti. Üstünde beyaz, tüm hatlarını belli eden bir tişört ve siyah, bol eşofman giymişti.
Kolları gerilmişti ve bu yüzden kol kaslarını, damarlarını görebiliyordum. Bu kadar basit giyinmiş olmasına rağmen o kadar dergilerden fırlamış gibi gözüküyordu ki Rusya'da modellik yapıp yapmadığını düşünürken bulmuştum kendimi. Üstelik... dürüst olmak gerekirse iş ahlakı kötü olabilirdi ama görünüşüyle kesinlikle geçerli notu almıştı.
"Heves hanım?" gelen ses, birkaç saniyeliğine girdiğim Nicolas hipnozundan çıkmamı sağlarken sesin sahibine döndüm. "E... efendim?"
"Yanlış anlamayın ama size yaklaşık iki dakikadır kayda başlayacağımı söylüyorum ve takmıyorsunuz. Böyle takmamaya devam edecekseniz videoyu başka zaman da çekebiliriz, anlaşılan pek havanızda değilsiniz." mikrofonu tutan Ahmet'in bu sert çıkışı kaşlarımın şaşkınlıkla kalkmasına sebep olurken gelen gülme sesi, bakışlarımın oraya dönmesine sebep oldu.
Sırıtışı... suratında garip duruyordu. Samimi bir gülümseme değildi kesinlikle, hafif bir alaycılık ve kendini beğenmişlik vardı. Açık mavi gözleri adeta beni düşürdüğü durumdan haberdar bir şekilde ne yapacağımı bekliyor, bundan da zevk alıyordu.
Bu durum daha sinir bozucu olamazdı.
"Havamda olmadığımı da nerden çıkardın Ahmet?" dedim sinir bozacak türden bir saflıkla. "Sadece kendimi hazırlıyordum."
"Şurada duran beyefendi geldiğinden beri donakaldığınız için hazırlandığınızı pek anlayamamıştım, Heves Hanım. Kusuruma bakmayın." salondaki herkes, sanki görmemi engelliyormuş gibi gülüşlerini ağızlarını kapatarak saklarken yanaklarımın yanmaya başladığını hissettim.
O kadar bariz bir şekilde baktığımı fark etmemiştim ki bunu Ahmet fark etmişse bile bunu söylemeye ne gerek vardı? Sırf birkaç dakikadır odaklanamadığım için böyle bir tavır sergilemesine gerek yoktu, değil mi? Resmen bu yaptığıyla düşmana koz vermişti.
"Ne o Ahmet?" dedim sahte bir gülümsemeyle. " 'Orada duran beyefendi' yerine seni izleyerek mi odaklanmamı isterdin? Hayır öyleyse söyle, hepimiz istediğin ilgiyi sana verip seni bu gerginlikten kurtarabiliriz. Sana gerginlik yakışmadı çünkü."
Bu sefer kızaran, cevapsız kalan taraf Ahmet olurken gözlerimi kaçırdığım yerden, bir gülüş sesinin geldiğini bir anlığına da olsa duymuştum.
"Her neyse." dedi Ahmet gergin bir şekilde tişörtünün yakasını düzelterek, ki zaten düzgündü, bana döndü ve nefret ettiğini daha fazla belli edemeyecek bir şekilde "Üç dediğimde konuşmaya başlayın Heves hanım." diye ekledi.
"Sen nasıl istersen Ahmetçiğim." gıcık gülümsememi asla yok etmiyordum. "Emrine amadeyim burada, biliyorsun."
Bir şeyler homurdansa da duymadım, eliyle yavaş yavaş saymasını bekledim. "Üç." dedi ve o an, olduğum tüm gerçeklikten soyutlanıp yalan dünyama giriş yaptım.
"Hepinize merhaba, öncelikle beni bu kadar merak eden size ne kadar teşekkür etsem az." gülümsedim. "Biliyorsunuz ki başıma gelen tatsız olaydan ötürü birkaç konserimi ertelemem gerekti ancak merak etmeyin yakın bir sürede sizinle yeni tarihleri paylaşacağız ve turumuza kaldığımı yerden devam edeceğiz." Kaan'a baktığımda dudakları "iyi olduğunu söyle" diye oynadı. Yutkundum, bunu yapmak istemiyordum. Neden sevenlerime yalan söylemeye zorluyorlardı beni, anlayamıyordum.
Kalbimin sıkıştığını hissettim, yalan söylediğimde neler olduğunu oldukça iyi biliyordum; yapmak istemiyordum işte. Beni bu kadar zorlamalarının sebebi neydi?
Kaan'ın bu yaptığımdan ötürü bana kızacağını daha şimdiden bilsem de umursamadım ayağa kalktım, bunu yapmak istemediğimi söyledikçe beni her seferinde yalan söylemeye zorlamaları artık canımı sıkıyordu.
Baş kaldıran, insanları kırmaktan korkmayan biri olsaydım kalkar ve ona bundan ne kadar rahatsız olduğumu bilmesine rağmen beni neden zorladığını sorar ve kızardım. Ancak bu ben değildim.
Heves uysaldı, Heves ne denirse onu yapardı. Karşısındaki insanı kırmayı tek bir an bile istemez, bunun için kendini bastırmayı bilirdi. Böyle biri olmanın beni ne kadar yaraladığını ve zorladığını bilmeme rağmen bırakamıyordum işte.
Biliyordum çünkü, insanların kalbini kırarsam yapayalnız kalırdım. İnsanlar beni sevmezdi, yanımda kalmazdı ve ben yalnız kalmaktan oldum olası korkardım.
İşte bu yüzden tekrar bana verilen emire uydum. Yalan söylemenin beni ne kadar kötü hissettirdiği gerçeğini göz ardı ederek yalan söyledim. "Konserler için enerjim olmadığını zannediyorsanız yanılıyorsunuz." gülümsedim ama gülümsemek yüzümün her bir santimini acıtıyordu. "Çünkü enerjim tam yerinde, hiç olmadığım kadar iyiyim. Lütfen benim için daha fazla endişelenmeyin ve yeni tarihleri bekleyin. Görüşmek üzere." Ahmet çekmeyi kestiğini belli eden el hareketini yaptığında yüzümdeki gülümseme anında yerini ciddiyete bıraktı.
Artık daha fazla burada durmak istemiyordum.
Arkama bile bakmadan hızlı adımlarla kendimi salondan attığımda nereye gittiğime dair en ufak bir fikrim yoktu, sadece kocaman evin içerisinde anlamsızca arkama bile bakmadan yürüyordum. Hangi odaya gidebilirdim ki zaten? Evin her yeri çalışanlarla doluydu, hangi odaya girsem ayrı biri tarafından rahatsız edilecektim büyük ihtimalle.
Aklıma uzun zamandır boş ve kapısı açık olan boş apartman geldiğinde mükemmel zekama gülümsedim, oraya gitsem büyük ihtimalle kimse orada olduğumu akıl edemezdi ve ortadan kayboluşumla hepsi pes eder, evimden çıkıp giderlerdi. Kulağa çok mantıksız gelse de mantıklı bir fikir olduğuna inanma ihtiyacım vardı. Bu yüzden ceketimi bile alma gereği duymadan kapıyı yavaşça açtım ve kendimi dışarı attım.
Karşı apartmana az sonra başımı ağrıtan evimdeki kalabalıktan sıyrılacağım motivasyonuyla gülümseyerek ilerledim ve kapıya uzandım.
Her zaman açık olan kapı açılmamıştı.
Anlam veremeyerek bir daha kapıyı açmaya çalıştım ancak kapı çabama rağmen açılmadı. Evin sahibi olan Müstesna teyze ev birçok insanın görmeye gelmesine rağmen tutulmamasına sinir olmuş, evi gezdirmekten sıkıldığı için kapıyı açık bırakmıştı.
Yani kapının kapalı olması imkansızdı.
Anlamamış bir şekilde kapının önündeki paspasa eğildim ve anahtarın orada olacağını ümit ederek paspası hafifçe kaldırdım. Türk dizisi çekiyor olsaydık halı paspasın ya da saksının altında olurdu ancak tabii ki hayatım tesadüflerle dolu bir Türk dizisi değildi.
Bir umut baktığım paspasın altı boş çıkınca ofladım ve tam paspası bırakmak üzereydim ki olduğum yerde heykel gibi kalakalmama sebep oldu. "Heves hanım, bana mı öyle geliyor yoksa servetinize servet katmak için evimi soymaya mı karar verdiniz?"
Hayatım boyunca söylenen her şeyi çok iyi duymakla övünen ben, o anlığına sağır olup yanlış duymayı diledi. Türkçesi çok iyi olsa da kendini belli eden Rus aksanının sadece psikolojimin bozulması sonucu oluşan bir ses yanılması olmasını dilerken hayat, bir kez daha benim yanımda olmamayı seçti.
Allah kahretsindi.
Olduğum yerde suç üstü yakalanmış gibi kalırken ona dönmüyor, olduğum an sanki hiç yaşanmıyormuş gibi utançtan yanmaya başladığını hissettiğim suratımla kapıyı izliyordum.
Bana doğru gelen adım sesleri daha da kızarmama sebep olurken vücudum felç inmiş bir şekilde hala aynı duruyordu.
Yanımda duran ayakkabılarla yutkundum ve başımı hafifçe sesin sahibine kaldırdım.
Donuk surat ifadesi ve insanı baktığı an bir kar fırtınasında hissettiren buz mavisi gözleri bana öylece bakarken yutkundum ve bu yutkunuş, beni kendime getiren şey oldu.
"Anlayamadım?" Heves taktiği bir, uçurumun ucunda olsan dahi safa yat.
"Aslını isterseniz ben de." damarlı, şişkin kolları göğsünde buluştuğunda oluşan manzaraya gözlerimin takılmaması ne mümkündü? "Hala neden böyle duruyorsunuz Heves Hanım?"
"Nasıl?" Nicolas o an gözlerini devirdiğinde robottan farksız suratı garip bir ifadeye bürünmüştü.
"Elinizdeki tozlu paspası tutup yerde oturmaya devam mı edeceksiniz?"
"Hee..." dedim ne dediğini anlayıp elimdeki paspasın varlığını fark edip tiksinerek yerine bıraktığımda. "Sen onu diyorsun." bacaklarıda başlayan karıncalanma hissiyle hızlıca ayağa kalktım ve bu ani kalkış bir saniyeliğine dengemi kaybetmeme neden oldu.
Dengemi kaybetmemden daha hızlı bir şekilde en az gözleri kadar buz gibi elleri belimden tuttuğunda kocaman elinin belimi kavramasını beklemediğim için tek yapabildiğim gözlerimi kırpmak oldu. O kadar ani bir şekilde beni yakalamıştı ki kalbim bu beklenmedik hız karşısında hızlanmıştı.
"Vay be." dedim göğsüne doğru. Aramızdaki mesafe, giydiğim on santim topuklu çizmelere rağmen pek değişmediği için iletişimim yüzünden çok göğsüyle olacak gibiydi.
Beyaz ve üstünü sardığı için her kısmı belli olan göğsüyle yani. "Reflekslerin baya iyiymiş." Nicolas belimdeki ellerini çekip sanki mikroplu bir varlıkmışım gibi uzaklaşırken homurdandı. "Anlaşılan sizi kendinizden de korumak zorunda kalacağım, Heves hanım." söylediklerimi yok saymıştı. "Dengenizi korumakta zorlanıyorsanız topuklu giymemeniz sizin için daha iyi olur." Nicolas'ın iğneleyişi şaşkınlıkla kaşlarımın kalkmasına sebep olurken inanamaz bir şekilde ona baktım.
"Bana mı öyle geliyor yoksa sen benimle dalga mı geçtin?" dedim sinirle. "Üstelik beni korumana gerek yok, istemez."
"Hayat isteklerimize göre ilerlemiyor Heves hanım." dedi benim aksime oldukça sakin bir sesle. "İlerleseydi benim de tercihim evime girmeye çalışan bir müşteri olmazdı." az önce anın verdiği utanç ve gerilimle anlayamadığım cümleyi tekrar hatırlattığında şaşkınlıktan dilimi yutacaktım.
Az önce Müstesna teyzenin evine evim mi demişti yoksa gerçekten kulaklarıma nazar değmiş, bunun sonucunda da yanlış duymaya mı başlamıştı?
Güldüm. Söylediği şey dünyanın en komik cümlesiymiş gibi gülmeye başladığımda bana 'salak mısın' dercesine bakan Nicolas'a aldırmadım ve gülmeye devam ettim. "Ay hiç güleceğim yoktu!" ani bir şekilde koluna vurdum. "İlahi Nik, ben de diyorum ne yapmaya çalışıyor. Kardeşin gibi iyi şakalar yapıyorsun, sevdim bunu."
"İsmim Nicolas, Heves hanım." ses tonu emir verir gibiydi. "Üstelik şaka yapmıyorum, şu an önünde durduğunuz yer benim evim." ne demek istediğini hala anlam veremeyen bir şekilde ona soracağım sırada aralık bıraktığım kapı iyice aralandı ve kocaman, sinir bozucu gülümsemesiyle sevgili menajerim Kaan bizi görmüş oldu.
"İşte en sevdiğim ikili buradaymış." dedi pişkin pişkin gülerek. "Ben de tam sizi arıyordum."
"Kaan." dedim sahte bir gülümsemeyle. "Nikçiğimizin Türkçesi düzgün değil ya," benden bile düzgün Türkçesi olabilirdi. "şey dedi az önce, 'burası benim evim' yanlış değil mi? Türkçesi kötü olduğu için böyle söyledi."
"Bil'akis, Heves hanım." Nicolas alayla sırıttı. "Rusça kadar iyi Türkçe biliyorum." onu hala duymazdan gelerek bir umut Kaan'a baktığımda Kaan bu halime gülmeye başlamıştı. Umarım haklı olduğum için gülüyorsundur Kaan.
"Yoo, çok düzgün bir Türkçeyle açıklamış sana." omuz silkti. "Koruman olduğu için sana yakın yerde olmalı, değil mi? Evine hırsız girebilir; seri katiller seni evine kadar takip edebilir sonuçta. Bu durumlar için karşı daireye geçmesi en doğrusuydu."
Hani filmlerde bir sahne olur; kötü karakter iyiler karşısında kaybeder ve kabullenemez, filmden yok olurken "HAYIR!" diye haykırır ya, işte tam olarak o anı yaşıyordum.
Hayır diye haykırırken bir dondurma misali anın içinde eriyip gidiyor, bir zaferi kaybetmiş edasıyla karalar bağlamış bir şekilde Kaan'a bakıyordum. "Yapma." dedim hala kabullenmek istemeyerek. "Kaan bunu bana ceza olsun diye mi yapıyorsun? Eğer öyleyse bak yemin ederim dersimi aldım. Söz veriyorum bir daha tehlikeli şeyler yapmayacağım..."
"İş işten geçti güzellik. Hem öyle deme, Nicolas'ın da kalbi var. Kırılıyor." Kaan ve ben, bu cümlesinin üzerine Nicolas'a döndüğümüzde tabi ki etkilenmemiş bir şekilde robottan farksız suratıyla bize bakıyordu. "Emin misin?" dedim bakışlarımı ondan çekmeden. "Resmen Rusya soğuğunu buraya getirdi, pek kalbi kırılırmış gibi gözükmüyor."
"Bu konuda haklı olabilirsin aslında." dedi Kaan düşünceli bir şekilde gözlerini kısıp Nicolas’a doğru bir bakış attığı esnada.
Nicolas sahte olduğu bariz bir şekilde öksürdü. "Kaan Bey, Heves Hanım. Anlaşmayı bir an önce imzalasak iyi olur, saat geçiyor."
"Yatma saatin mi geliyor yoksa Nik?" dedim cümlesine gülerek. "Eğer öyleyse sana süt getirebilirim, uykunun gelmesine yardımcı olur hem."
"Teşekkür ederim Heves hanım ancak benden çok sizin ihtiyacınız var gibi gözüküyor." gözleri üstümde gezinirken rahatsızlık hissiyle kıpırdadım. "Süt içip olgunlaşsaydınız yabancıların evine gizlice girmeye çalışmazdınız, o yüzden teşekkür ederim ama bana getireceğiniz sütü kendiniz için lütfen."
Kaan gülmeye başladığında Nicolas'ın attığı golü sindiremeyen ben Kaan'ın ensesine geçirdiğimde Kaan acıyla yerinden sıçradı. "Kızım senin allahın yok mu ya..." dedi ensesini ovalarken. Kaan'ın homurdanmalarını yok saydım ve Nicolas'a döndüm.
"Anlaşılan mizah seviyen epey yüksek Nik, bir arkadaşımın sözü vardır. 'Bu kadar komiksen komedyen olsana sen.' diye, bu sözü sana ithaf ediyorum. Belki de koruma olmak yerine komedyen olman senin için daha iyi olur, ne dersin?"
"Görüşleriniz bir gün benim için önemli olursa,"sırıttı. "önerinizi ciddiye alabilirim Heves Hanım."
Ona geri cevap vermek üzereydim ki Kaan sesimi "İkinizin bu kadar iyi anlaşmasına her ne kadar çok sevinsem de," diyerek bastırdı. "Nicolas haklı, ne kadar erken o kadar iyi bizim için. Hadi geçelim içeri."
"Benim eve geçelim." dedi Nicolas. "Heves hanım az önce evimi epey merak ediyordu, merakını gidermiş olur." Kaan anlamamış bir şekilde bize bakarken Nicolas'a gözlerimi devirdim. "Neyini merak edeceğim senin evinin? O ev lanetli, kaç senedir Müstesna teyze o evden kurtulmaya çalışıyor biliyor musun sen?"
"Bilmiyorum Heves hanım, merak da ettiğim pek söylenemez."
"Sen de haklısın, sonuçta sen de işin özünde başıma musallat olmuş bir lanetsin..." anahtarı çıkarıp kapıyı açmak üzereyken Nicolas yandan bir bakış attı. "Ne dediniz Heves hanım, biraz daha yüksek sesle konuşur musunuz lütfen?"
"Bir şey demedim." dedim anlamsızca söylediklerimi yok sayarak. "Kapıyı açar mısın artık? Donuyorum burada." Nicolas bir şey demeden kapıyı açtığı sıra Kaan dosyaları almaya gideceğini söyleyip kaybolduğu için ikimiz baş başa kalmıştık.
"Önden buyurun." diyerek kapıyı daha da açtığında ayakkabılarımı çıkarmak için eğilmiştim ki "Gerek yok, Heves hanım." dedi. "Eve henüz halı almadım." bana Heves hanım derkenki ses tonu çok değişikti. Daha doğrusu bunu söyleyiş tarzı sanki aramızda bir sınıf farkı varmış, bunu hatırlatmak istiyormuş gibiydi ve bu rahatsız ediciydi.
"Nik." dedim eve girmeden önce. Sesim az öncekinin aksine oldukça sakindi. "Bana Heves hanım demesen olur mu?"
"İsmim Nicolas Heves hanım ve hayır, siz benim patronumsunuz. Size başka bir şekilde seslenmem iş ahlakıma aykırı." bir an ona iş ahlakından kastının ne olduğunu sormak istesem de sormadım.
"İş ahlakın umurumda değil, eğer benim için çalışıyorsan," ona bakabilmek için başımı hafifçe kaldırdım. "iş ahlakın değil,  benim ahlakım geçer. Bana Heves hanım demeni istemiyorum."
"İçeri geçelim." beni süzdü. "Titriyorsunuz." Nicolas'ın dediklerimi umursamadığını kabullenmiş bir şekilde omuzlarımı düşürdüm ve içeri geçtim.
İçeri girdiğimde Nicolas ardımdan geldi ve lambayı yaktı. Lambayı yaktığında aydınlanan koridorda sessizce ilerledik.
Evi de benim gibi kocamandı ve dubleksti. Müstesna teyzenin laneti bütün apartman arasında dedikodu olduğu için hiç içeri girmemiştim ve dürüst olmak gerekirse evimizin içi aynı gibi dursa da Nicolas'ın evi benimkinden daha güzel gözüküyordu.
"Şu taraftan." diyerek sol tarafa beni yönlendirdiğinde hiçbir şey demeden ona uyum sağladım ve böylece salona geçmiş olduk.
Salonu... görebileceğiniz en basit salondu. Beyaz koltuklar, tıpkı gözleri gibi buz mavisi minderler; beyaz parke, beyaz duvar... evin içerisini beyaz ele geçirmişti. Tertemiz, iç açan evine dokunsam anında kirlenecekmiş gibiydi.
Salona dikkatli baktığımda televizyonun konulması gereken yerin kitaplarla dolu olduğunu gördüğümde şaşkınlıkla ona döndüm. "Televizyon nerede?"
"Televizyon izlemiyorum." dediğinde bugün kaçıncı kez şaşıracağımı bilemezken "Ciddi misin?" dedim ciddi olup olmadığını çözmeye çalışırken. "Gerçekten televizyon izlemiyor musun?"
"İzlemiyorum, Heves hanım."
"Vay be, allah bilir şimdi sen yılbaşında kilisede İsa'ya teşekkür ediyorsundur, O Ses Türkiye izlerken mandalina yemenin tadını hiç yaşamamışsındır da..." güldüm. "Rus olmak çok sıkıcı ya, resmen Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü, Yalan Dünya gibi nimetlerden habersizsindir de... üzüldüm gerçekten sana."
"Irkçı yorumlarınız bittiyse oturun, ben de içecek bir şeyler getireyim." Nicolas benimle konuşmaktan kaçar gibi bir tavırla bir şey dememe izin vermeden salonu terk ettiğinde gözlerimi devirdim.
Sanki patron olan ben değilmişim, oymuş gibi bir tavırla ne yapacağımı söyleyip gitmesine sinirlenmemek elde değildi.
Birkaç dakika öylece salonunu izledim, salonu da kendisi gibi sıkıcıydı, salondaki tek dekor sayılabilecek şey tam karşımda duran binlerce Rus klasiklerinden oluşan kitaplığıydı. O kadar kitabı okumuş muydu yoksa şov olsun diye mi duruyordu hiçbir fikrim yoktu, nasıl biri olduğunu kestirmek zor olacakmış gibi gözüküyordu.
Neden nasıl biri olduğunu çözesin ki zaten? dedi iç sesim. Senin amacın ondan kurtulmak sonuçta.
İç sesim doğru söylüyordu, ondan kurtulmak zorundaydım. Benimle sürekli bir arada olacağı düşüncesi rahatsız ediciydi. Evdeki huzurum bile tam karşıma taşınmasıyla yok olmuştu, kendimi en rahat hissettiğim yer olan evimde bile sürekli beni gözleyen; her an varlığını hissettirecek biri olacaktı. Bunu istemiyordum; zaten dışarıda binlerce göz üzerimdeydi, bir gözün daha üzerimde olmasına gerek yoktu.
*
"Yok artık!"
Ben ve Nicolas salonda oturmuş, Kaan'ın önümüze koyduğu anlaşmayı okuyorduk. Daha doğrusu hiçbir şart koymadığım için sadece Nicolas'ın şartlarını okumakla meşguldüm.
• Gidilecek her yere koruma tarafına önden bakılacak, onayı olursa gidilecek. Olmazsa müşteri ne kadar isterse istesin, onay verilmedikçe gidilmeyecek.
• Çalışma saatleri sınırsızdır, müşteri evinde bile tehlike oluşturabilecek bir durum içerisindeyse koruma eve girme, müdahale etme hakkına sahiptir.
• Müşterinin bir yere tek başına gitmesi söz konusu değildir. Korumanın onay verdiği yerler dahilinde olsa bile koruma orada olacaktır.
• Müşterinin dışarıda yiyeceği yemek ve içeceği içecek koruma tarafından kontrol edilecek; içinde müşteriyi etkileyecek herhangi bir maddenin olmadığı tespit edilene kadar müşteri tarafından tüketilmeyecektir.
• Yeri geldiğinde korumanın istediği güvenlik araçları(kurşun geçirmez yelek vb.) müşteri tarafından kullanılacaktır.
• Duygusal ilişki olması dahilinde koruma işinden atılacak, yıl sonunda alacağı paranın tek bir kuruşunu dahi almayacaktır. Anlaşmayı imzalayan ikili sadece müşteri ve koruma sıfatıyla yan yana bulunacak ve iletişimleri sadece bununla alakalı olmakla birlikte arkadaşlık ilişkisi dahi söz konusu olmayacaktır.
Maddelerin ağırlığı ve saçmalığı kendimi tapulu bir mal olmaya hazırlanıyormuş gibi hissederken okuduklarıma inanamaz bir şekilde önce Kaan'a sonra Nicolas'a baktım. Ciddi olamazlardı, değil mi? Bu kadar ağır ve mantığı olmayan maddeleri nasıl uygulayabilirdim, bunu nasıl kabul etmemi bekleyip önüme koyabilirlerdi?
Ya da en komiği, sanki kendisine aşık olacakmışım gibi bir tavırla koyduğu son madde sinirden köpürmeme sebep olmuştu. Sanki kendisiyle başka ilişki çeşitleri istiyormuşum gibi son dakika eklettiği bu madde sinirlerimi zıplatmıştı. Onunla 'koruma ve müşteri' ilişkisini dahi istemiyorken kendinde bu maddeyi koyacak hakkı bulması onu tokatlama isteğimi tetikliyordu.
"Son dakika eklettiğin madde duygusal ilişkilerle alakalı olan mıydı gerçekten?" dedim sinirle. "Sen kendini ne zannediyorsun ya?"
"Kendimi bir şey zannetmediğim için son maddeyi ekledim zaten, Heves hanım. Sizin hayatınızda koruma dışında bir rol almayacağımın bilinciyle hareket etmemiz iki taraf açısından da iyi olacaktır."
"Katılıyorum." dedi Kaan, ona hak vermesini asla beklemiyordum. "Ki anlaşma tek taraflı değil, bu madde senin için de geçerli, Heves. Eğer koruman dışında farklı bir gözle bakıp ona bu yönde yaklaşırsan bir yıl sonra ödeyeceğin maaşa ek olarak maaş fiyatında tazminat ödeyeceksin."
"Neden tecavüzcü Coşkunmuşum gibi bu maddeyi eklediniz?" dedim inanamaz bir şekilde. "Ben Nicolas ile 'müşteri- koruma' dediğiniz sıfata bile girmek istemiyorken beni zorlamanız yetmiyormuş gibi bir de ona aşık olacak, aramızdaki ilişkiyi öteye taşımak isteyecekmişim gibi davranıyorsunuz?"
İkisi de soruma karşı cevapsız kalırken aklıma gelen fikirle ayaklandım. "Madem anlaşmada Nicolas beyin isteklerine önem veriyoruz, müşteri olan benim isteklerim de önemli, değil mi?" tam salondan çıkmak üzereydim ki Kaan arkamdan seslendi. "Menajerin olduğumu unutup nereye gidiyorsun Heves?" dedi. "Madem anlaşmaya maddeler ekleyeceksin, bunu bana sorarak yapmalısın."
Kaan'ın sanki Nicolas'a göre her şeyi ayarlamamış gibi menajerlik damarlarının kabarması beni içten içe delirtse de sakin bir sesle ona döndüm.
"Belli ki bu anlaşmada sen benim değil, Nicolas'ın menajeri olmuşsun, Kaan. Baksana, resmen her şeyi ona göre ayarlamışsınız zaten. Koruma tutmayı ben istemişim, ben kabul etmişim gibi otoriter maddeler sıralamanız oldukça komik."
"Heves alakası yok ben sadec-"
"Dinlemek istemiyorum Kaan." dedim başımı iki yana sallayarak. "Burada bekleyin, beş dakikaya geliyorum. Madem bir anlaşma yapıyoruz; adil olsun."
İkisinin meraklı bakışlarını üzerimde hissederek onları ardımda bıraktım ve cümleme sadık bir şekilde tam beş dakika sonra aralarına geri döndüğümde maddeleri buzdolabından aldığım post it kağıdına yazdığım için elimdeki kağıt onlarınki kadar resmi gözükmüyordu fakat bu durumun beni bozmasına izin vermeyecektim.
Karşılarındaki tekli koltuğa geçtiğimde ikisinin de gözü üzerimdeydi, hangi maddeleri yazdığımı merak ediyorlar ancak az önceki sinirlenmemden ötürü soramıyorlardı. Bu halleri bana komik gelirken gülüşümü bastırdım ve ciddi bir tavırla öksürüp kağıdı onlara doğru uzattım. 
"Maddeleri sesli okursan sevinirim." dedim kağıdı Nicolas'tan önce alan Kaan'a doğru.
Kaan hiçbir şey demeden ilk maddeyi okumaya başladı. "Madde bir, bahsi geçen koruma Nicolas Belyakov müşterisi Heves Korhan'a, Heves Korhan'ın isteği üzerine Heves hanım diye seslenmeyecek, sizli bir dille konuşmayacaktır."
Nicolas'ın bu maddeye sinirli bir tepki vermesini bekler bir şekilde ona bakarken o, beklediğimin aksine sinirlenmedi. Hatta... biraz gülümser gibi olmuştu.
Bu tavrı beklenmedik bir yerden beni vururken gözlerimi ondan çekmek istesem de çekemedim. Robottan farksız yüz hatlarının farklı bir mimiğe geçmesini sağlamış olmak anlamsız bir şekilde hoşuma gitmiş, egomu okşamıştı.
Nicolas onu izliyor oluşumu hissetmiş gibi aniden bakışlarını bana çevirdiğinde her ne kadar gülümsüyor gibi durmasına bakmak istesem de bakışlarımı o bana tam dönemeden kaçırmayı, daha doğrusu öyle sanmış olabilirim, başardım ve tekrar odağımı Kaan'a çevirdim. "Madde iki, müşteri korumanın onayıyla bir yerlere gidebilir ancak koruma geliyorsa varlığını hissettirmeyecek."
"Madde üç, haftada bir müşteri ile koruma müşteri çerçevesinde televizyondan seçtikleri bir programı ya da filmi izleyecek."
Kaan ve Nicolas bu maddeye anlam veremez bir şekilde bana baktıklarında gülümsedim ve omuz silktim. "Benim korumam olman demek bana benzemen demektir, Nik. Evime dahi gireceksen en azından evde benim istediğim şeyler yapılmalı değil mi?"
"Bu benim sunduğum maddeye aykırı Heves Ha..." bana tekrar aynı ses tonuyla Heves hanım diyeceği sırada attığım bakış onu durdurdu ve birkaç saniyelik sessizliğin ardından konuştu. "sarışın."
"Ha?"
"Sarışın." arkasına yaslandı. "Madem sana hanım demiyorum, kendi istediğim şekilde seslenebilirim değil mi, sarışın?"
"Bu da bir şeydir." dedim omuz silkerek. Sarışın demesi hoşuma gitmiş miydi pek emin değildim ancak kesinlikle Heves Hanım demesinden daha iyiydi.
"Dediğim gibi bu benim sunduğum maddeye aykırı." Nicolas'ın bu maddede neyi sakıncalı gördüğünü bir türlü anlayamamıştım. Neyi vardı? Tamam, bu maddeyi zaten onu zorlaması ve sinir etmesi için eklemiştim ancak sakıncalı olduğu konusunda ısrarlı olması kafamı karıştırmıştı.
"Neden?" dedim anlamamış bir şekilde. "Televizyon izlerken bir anda başka şeyler mi yaşayacağız?" Nicolas bu kadar açık olmamı beklemiyor olmalıydı ki gözleri bir saniyeliğine bile olsa büyümüştü.
"O anlamda söylemedim, prensiplerim arasında müşterilerle böyle samimiyet kurmak yoktur." dedi.
"O anlamda söylemediysen ve televizyon izlerken hakkımda başka şeyler düşünüp müşterin olarak bakmakta zorlanmayacaksan ben bir sorun göremiyorum." Kaan'a döndüm. "Haksız mıyım Kaan?"
"Üzgünüm Niko, sana yardımcı olmak isterdim ama Heves haklı."
"İsmim Nicolas, Kaan bey. Sarışınla bu konuda anlaşma imzalayacak olabiliriz ama sizinle böyle bir anlaşmamız olmayacak. Haddimizi bilerek konuşmamız ikimiz için de iyi olur." Nicolas'ın Kaan'ı lafın tam anlamıyla göt etmesi gülmemek için dudaklarımı bastırmama sebep olurken Kaan bozulmuş bir şekilde homurdandı.
"Burada seni savunayım sen bana nankörlük yap." Kaan kınayan ses tonuyla konuşmaya devam etti. "Rusya'dan gelenler hep böyle, niyetleri için bize saldırıyorlar."
"Yaa işte." dedim. "Bir Rus uğruna memleketini satarsan böyle göt gibi kalırsın."
"Siz Türkler ırkçı şakalar yapmaktan çok mu zevk alıyorsunuz?" dedi Nicolas araya rahatsız olduğunu belli eden bir ses tonuyla girerek. Kaan ve ben birkaç saniyeliğine bu soruya sessiz kalsak da omuz silktik ve konuştuk.
"Evet." dedik Kaanla aynı anda.
"Hiç ırkçı deme bize, Nik." kendi yapacağım berbat espri o kadar komik gelmişti ki kendime hakim olamadan gülmeye başladım. "Benim sayemde sıcak denizlere iniyorsun. Asırlardır hayaliniz olan şeyi gerçekleştirmene yardımcı oluyorum."
"İnan bana, sıcak denizlere senin çeneni çekerek gireceksem Rusya'ya geri dönüp donarak ölmeyi tercih ederim, sarışın." bu sefer de bozulan taraf ben olurken Kaan kıkırdadı.
"Sizinle toplantı yapmak çok eğlenceli olsa da işimize dönelim." Kaan kağıdı kendine iyice yaklaştırdı. "Madde dört, koruma haftada bir müşteriyle Türklere özgü bir aktivite yapacak."
"Sarışın." dedi Nicolas bana dönerek. "Sınırları epey zorluyorsun." ses tonu, içimde anlamsız bir gıdıklanma hissi yaratırken onu zorluyor olduğumu fark etmek beni gülümsetmişti.
"Sen sınırları oluşturan kişi olduğunu zannediyor olabilirsin, Belyakov." ona soyadıyla seslenmemin sebebi neydi bilmiyordum ancak o an soyadıyla seslenmek istemiştim. "Ancak ortada bir sınır varsa o sınırlar, benim sınırlarım olur. Unuttun mu? Müşteri ve koruma ilişkimiz varsa eğer; senin işlerinden birisi de benim yarattığım sınırlar çerçevesinde gezinmek," başımı hafifçe kaldırdım. "ve bu sıraladığım maddeler, sınırı aşmak olmuyor."
"Ya?" dedi alaylı bir tınıyla. "Sınırları ne yaparsak aşarız?" sorusuna ne cevabı vereceğimi bilemez bir şekilde ona bakarken bir şeyler gevelemeye başladım.
"Sınırları aşmamız, dediğin gibi koruma ve müşteri ilişkisinin ötesinde bir şey yapmamızla başlar."
"Ne gibi şeyler?"
"Bilmem, sence ne gibi şeyler?" ikimizin de sesinde meydan okuyan bir tavır vardı. Sanki hangimiz bu soruya cevap verirse diğerimiz ona saldıracak gibiydi.
"Ben de bilmiyorum." diyerek topu tekrar bana attığında omuz silktim. "İkimiz de bilmiyorsak," ellerimi 'ne olacağını göreceğiz' dercesine oynattım. "yaşayarak öğreniriz."
"Başka bir madde var mı?" dedi Nicolas bakışlarını üzerimden çekip Kaan'a dönerek. Bakışlarını üzerimden çektiğinde uzun zamandır nefes almıyormuşum gibi bir özlemle rahatça nefes aldım.
"Başka bir madde yok." dedi Kaan kağıdı sehpaya bıraktığı sırada. "Eğer ikiniz de bu maddelere itiraz etmiyorsanız önünüzdeki kağıtları imzalayın."
Nicolas ile birbirimize 'imzalayacak mısın?' dercesine birbirimize bakarken emin olamayan bir haldeydik. İkimizin de maddeleri birbirinden zor, istemediğimiz durumlara itecek maddelerdi. Onun maddelerini kabul etmem, artık her an onu göreceğim anlamına gelirken benim maddelerim, onun saçma kurallarının usulca yıkılması demekti.
İkimizin de zararda olduğu bu anlaşmayı imzalamak bir şeylerin başlangıcı ve bitişiydi aslında. Benim için asla dediğim olayların başlangıcı, hayranlarımla geçirdiğim bazı anların bitişiydi.
Bu anlaşmayı imzalamam sadece bir prosedürdü, Kaan beni kandırarak esas anlaşmayı zaten imzalamıştı ancak nedense imzaladığımda her şeyin değişeceği hissine kapılmıştım. Ki bu histe haklıydım da.
Nicolas buz mavisi gözlerini benden çekmeden sehpadaki kaleme uzandığında cevabımı almıştım. Birbirimizin sınırlarına aykırı olan her bir maddeyi kabul edecektik.
Biraz daha düşünmeye ihtiyacım vardı o an, bunu yapıp yapmamam gerektiğini iyice düşünmem gerekiyordu ancak biliyordum ki düşündükçe gözümde büyütecektim. Bunu yapmanın sadece bana zararı olacağı için düşünmemeye karar verdim ve ben de sehpanın diğer ucundaki kaleme uzandım.
Ve böylece, ikimiz de her şeyin değişmesine sebep olacak o belgeyi imzalamış olduk.
🎶
Pazar günleri.
Dünyanın en huzurlu günü anlamına gelen, hiçbir işin yapılmadığı; tembelliğin tadının dibine kadar çıkarıldığı pazar günleri, çoğu insanın aksine benim favori günümdü. Haftanın altı günü, uyuduğum saate kadar tek bir an bile mola vermediğim için pazar günlerini kendime ayırır; pijamalarımı bile çıkarmadan öylece uzanırdım.
Klişeme ihanet etmediğim bir pazar sabahı öylece uzanıyor, keyifle kayısı çayımı yudumluyordum. Avrupa Yakası izlerken kayısı çayı içmenin verdiği huzuru o an hiçbir şeye değişmezdim.
Her ne kadar Nicolas ile evime girip evdeki durumlara da müdahale edebileceği üzerine bir anlaşma yapmış olsak da şaşırtıcı bir şekilde iki gündür varlığını hatırlatmıyordu. Bu da benim işime geliyordu tabii, sanki hiç korumam yokmuş gibi bir huzurla evde öylece duruyor olmak ruhuma kesinlikle iyi geliyordu.
Mayıs ayında olmamıza tezat bir şekilde hava yağmurlu ve soğuk olduğu için üşüdüğümü hissederek battaniyeye daha da sıkı sarıldım. Sonsuza dek burada böylece kalsam dünyamın ne kadar güzelleşeceğini düşünürken iç çektim. Her ne kadar şarkıcı olmak ve yoğun bir iş hayatımın olması hoşuma gidiyor olsa da evcimen bir yapım vardı; evde oturmanın verdiği huzuru hiçbir şeye değişmeyenlerdendim.
Yoğun ve yorucu hayatımın arasına bodoslama giren Nicolas'ın varlığını hatırladığımda suratımı buruşturmadan edememiştim. Onun hakkında bir şey düşünmek mümkün bile değildi, o kadar soğuk ve.... garipti ki insanın ona dair bir düşüncesi olmasına bile izin vermiyor gibiydi.
Onun hakkında tek düşüncem ondan kurtulmam gerektiği gerçeğinden başka bir şey değildi. Bir şeyler yapmalı ve onun işten vazgeçmesini sağlamalıydım. Bunu başarırsam eğer, Kaan pes eder ve yeni bir koruma bulmakla uğraşmazdı büyük ihtimalle ve bu da istediğimi elde etmem için yeter de artardı.
Neler yapabileceğimi düşündüğüm için olduğum andan soyutlanışımı telefondan gelen bildirimle fark ettiğimde irkildim ve telefonu açtım. Mesajın kuryenin buraya geldiğini haber veren mesaj olduğunu gördüğümde sevinçle büyüdü.
Ünlü olmanın faydalarından biri de iş birliği yaptığınız markaların pazar günü dahi olsa ürünleri size gönderiyor olmasıydı. Alışveriş bağımlılığımı arşa çıkaran markalarla anlaşmamızın olması; gün saat fark etmeksizin ürünlerini göndermesi adeta ünlü olmanın nimetiydi.
Kuryenin kata gelmiş olabileceğini düşünerek yerimden gülümseyerek adeta bir Pollyana edasıyla doğruldum. Gönderen marka çok sevdiğim bir markaydı ve onun yeni yüzü olacak olmak beni o kadar heyecanlandırıyordu ki Pollyana kesilmemek imkansızdı.
Salondan çıkıp büyük bir heyecanla kapının önüne geldiğimde kurye sanki markanın sahibiymiş gibi aynadan dağıldığını gördüğüm saçlarımı düzelttim ve kapıyı açtım.
Eğer biri bana hayatımın en garip ve en utanç verici anına kapıyı açtığımı söyleseydi asla açmazdım. Aksine kapıyı açmamak için bir sürü kilit vurur ve asla yanından bile geçmezdim.
Neden mi böyle düşünüyordum?
Nicolas Belyakov, elinde markanın gönderdiği bikiniyle ve yere düşmüş iç çamaşırlarıyla afallamış bir şekilde bana bakıyordu.
Allah. Gerçekten. Beni. Kahretsin.
İkimiz birkaç saniye aptala bağlamış bir şekilde birbirimize bakarken hala elinde bikinimi tuttuğu gerçeği kafama dank etti ve kızaran yanaklarımın arasından "Sen benim kargomu nasıl açarsın?" dedim. Cümlem her ne kadar bu durum beni rahatsız etmemiş gibi çıkıyor olsa da yüzüm kendini ele veriyordu.
"Güvenliğin için kargoyu önden açmam gerekiyordu. Canlı bir bomba çıkabilir, yüzünde patlayabilirdi sonuçta."
Nicolas elindeki bikini parçasını hafifçe havaya kaldırdı. "Hem güzel tercih sarışın." beni süzen gözleri gözlerimde durdu ve... gülümsedi. "Mor yakışır sana."
Nicolas'ın bu cümlesi beni yerin bin kat aşağısına gönderirken utancım arasından hızlı adımlarla tam karşısına geldim ve elindeki bikiniyi hızlıca aldım. "Bunu ben seçmedim!" dedim utançtan ağlayacak gibi çıkan sesimle. "Bunu bana markanın kendisi gönderdi!"
"Utanıyor musun sarışın?" dilini beni kınadığını belli edercesine şıklattı. "Utanılacak bir şey yok bikiniyi denizde giyiyorsun sonuçta..." bakışları aşağımıza kaydı. "Ama aynı şeyi yerdekiler için söyleyemeyeceğim."
Yerdekilere her ne kadar bakmak istemesem de baktım. Baktım ve baktığım an artık bu dünyaya ait olmadığımı, rezillik diyarının bir vatandaşı olduğumu anladım.
Kırmızı dantelli iç çamaşır, adeta 'nasıl da rezil ettim seni' dercesine bana sırıtıyordu.
Hiçbir şey demeden hızlı bir şekilde yerdeki iç çamaşırı pazardaki tezgahlardan binlerce kadın arasından düzgün domatesleri kapmaya çalışan teyze gibi can havliyle aldım ve yüzüne bile bakmadan hızlı adımlarla eve doğru ilerlemeye başladım.
Arkamdan güldüğünü duyduğumda gerçeklik algımın yok olduğunu, psikolojimin bozulması sonucu öyle duyduğuma kendimi inandırarak domatese dönüşmüş suratımla üzerine kapıyı çarptım.
Daha onunla geçirdiğim üçüncü günde yaşadığım bu rezillik, adeta hayatın benden yana olmadığının göstergesiydi.
*
Hayatımın en utanç verici anının üzerinden çok değil, on beş dakika geçmişti. Yaklaşık on beş dakikadır ne kadar rezil olduğumu düşünüyor ve kara kara bir daha onun yüzüne nasıl bakacağımı düşünüyordum.
"Allah'ım." dedim yukarıya bakarken. "Neden ben?" isyan etmem başıma gelen bu olaydan sonra ne kadar mantıklıydı orası tartışılırdı. "Hani Allah'ım milyar kulun var; neden böyle bir rezillik başıma geldi?" aklıma o suratı geldiğinde kafamı yastığa bastırdım ve çığlık attım.
İçimdeki o utancı azaltmakta en ufak bir katkısı olmasa da çığlık atmak bir nebze olsun iyi geldiği için başımı kaldırmamla zilin çalması bir olurken gözlerim, zilin çalmasıyla büyümüştü.
Az önce yaşananlardan sonra kapıyı açarsam ve tam o sırada onunla karşılaşırsam neler olacağını düşünerek yüzümün tekrar utançla yanmasına sebep olsam da daha az önce karşılaştığımız için kapıyı çalanın o olmadığına kendimi inandırdım ve ayağa kalktım.
En kötü; en hayal kırıklığına uğratan özelliğim kendimi manipüle edebilmem olabilirdi. Gerçek olmadığını bildiğim her şeye kendimi inandırıp cefasını çekiyordum ve asla akıllanmıyordum.
Asla akıllanmadığımı kanıtlayan olaylardan birini daha yaşamama sebep olan kapının deliğine bile bakmadan kapıyı açmamla yaşamıştım.
Çünkü bilin bakalım, kapıyı çalan kimdi?
Nicolas, elindeki fincanla karşımdayken yanaklarım zar zor normale dönmemiş gibi yanmaya başladığında onun yüzüne daha fazla bakmayı kaldıramayacağım için bakışlarımı kaçırdım. "Neden geldin?" dedim sinirle. "Senin özel hayatımı istismar etmek dışında bir işin yok mu?"
"Maalesef sarışın." dedi ve elindeki fincanı bana uzatmadan önce cümlesini bitirdi. "Artık tek işim sen ve senin hayatın."
Nicolas'ın bu cümlesini başkası tarafından duysam etkilenir, hatta şımarırdım ancak bunu söyleyen kişi Nicolas Belyakov olunca insanın sinir olmaması imkansızdı. Fincanı bana uzattığında anlamamış bir şekilde her ne kadar bakmak istemsem de ona baktım.
"Bu ne?"
"Rus çayı." dedi. "Bu çayı içmenin sana iyi geleceğini düşündüm." Nicolas'ın beni düşünerek çay yapmasına şaşırmış bir şekilde "İyi de neden?" dedim. Bana çay yapmış olması biraz hoşuma gitmişti.
"Malum." söyleyeceği şey her neyse bir anlığına güler gibi olmuş, sonra ciddiye dönmüştü. "Az önce utançtan domates gibiydin. Çay içmek seni sakinleştirir diye düşündüm."
Nicolas'ın az önce yaşananları alaylı bir şekilde hatırlatmasıyla o kadar sinirlenmiştim ki gözüm seğirmeye başlamıştı. "Bu kadar sinirlenmemelisin, sarışın. Cildin kırışırsa bikinin ve iddialı parçanın içinde çirkin kalırsın."
Nicolas benimle alay etmeye devam ederken ruhum bu utancı daha fazla kaldıramayacak olduğu için dudaklarım arasından çığlık kaçmış ve kendimden beklemediğim bir hızla kapıyı suratına kapatmıştım.
Kapıyı kapattığımda Nicolas'ın gülüşünü gene duyabiliyordum. "O çayı içmeyi unutma sarışın, eğer biraz daha o suratla gezersen domatese dönüşebilirsin."
Nicolas Belyakov, insanın başına gelebilecek en kötü kabus olduğunu tam olarak şu an hissettirmişti.
Doğru söylüyordum, Müstesna teyzenin evindeki lanet tabii ki ona işlemezdi çünkü Nicolas Belyakov, başıma musallat olan bir lanetti.
Ancak ben de Heves Korhan'dım.
Yaşadığım bu utanç verici an beni öldürecek kadar utandırmış olabilirdi ancak bu küllerimden dirilmeyeceğim anlamına gelmezdi.
Ondan bu yaşadığımız anın intikamını alacak, pişman edecektim. Onu pişman edeceğime adımın Heves Korhan olduğu kadar emindim.
"Bekle bakalım Nicolas bey." dedim aklıma gelen fikirle sinsice gülümseyerek. "Bu hikayenin asıl domatesi kim göreceğiz."
2 notes · View notes
cooladanal · 6 months
Text
Portakal Çiçeği Karnavalı yarın başlıyor! Adana, 9 gün boyunca 200’den fazla sportif, sanatsal ve kültürel etkinliğe ev sahipliği yapacak. Merkez Park'ta yarın Fatma Turgut konserleri ile başlayacak olan karnavalda çok sayıda sanatçı da hayranları ile buluşacak. Büyük kortej 20 Nisan Cumartesi 17:00’da olacak!
Tumblr media
4 notes · View notes
darkyayincilik · 3 months
Text
maNga 20. Yıl Konserleri Devam Ediyor
Türkçe alternatif rock müziğinin MTV ödüllü öncü grubu maNga, bu sene kuruluşunun 20. yılını kutluyor. Tüm yıla yayılacak olan kutlamalar kapsamında konserler vermeye devam eden maNga önce Samsun ardından da Bursa ‘da hayranlarıyla buluştu. maNga 15 bin kişinin katıldığı Samsun Gençlik Festivali’nin en çok bilet satılan gününde sahneye çıktı. Grubun solisti Ferman Akgül bir ara sahneden inip…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
kelimebahcesi · 7 months
Text
Öyle bir şeye denk geldim ki hissettiğim şeyin ne olduğunu bile bilmiyorum ama sizinle paylaşmak isterim... Bu şarkının solisti Halil'in en büyük hayali bir albüm çıkarmak ve şarkılarını birçok insana duyurmaktı. Hayallerini gerçekleştirmek için inancı ve azmi yeterince fazlaydı. Ama parası yoktu. Grup arkadaşlarıyla yaptıkları şarkıları bir albümle beraber piyasaya çıkarmayı çok istiyordu. Bu yüzden bir fabrikada çalışıyor ve albüm için para biriktiriyordu. Bu süreçte yaptıkları ne olur gitme şarkıları internette çok fazla dinlenip birçok insana ulaşınca grup konser verebilmek için sponsor bile bulmuş ve ilk konserleri için hazırlıklar başlamıştı. Nihayet hayallerin gerçeğe dönüşeceği anlar yaklaşıyor derken Halil, ilk konserlerinden üç gün önce çalıştığı fabrikadaki patronun arabasını yıkarken elektrik akımına kapılıp hayatını kaybetmiş. Bir sürü gerçekleşmeyi bekleyen hayallerin, güzel günlerin arefesinde öylece hayattan kopan Halilden geriye başta "ne olur gitme" olmak üzere birkaç şarkı kalmış işte. Onun vefatından sonra grup arkadaşları Halil'in anısına bir albüm çıkarmışlar. Sonra da zaten grup dağılmış. Albümün adı beni çok etkiledi. Hayaller odası. Halil şarkı yaptıkları o küçük odaya hayallerimin odası dermiş. Ben hayallerini yarıda bırakmak zorunda kalan, hayallerinden kopan insanları görünce çok çok üzülüyorum. Kader tabi bazı şeyler ama insan yine de yüreğine çöken hüzüne engel olamıyor ki.. Eskiden dinlediğimde de zaten çok üzülürdüm bu şarkıda, artık solistinin hayallerini düşünüp daha da çok üzülüyorum. O yüzden çok dinleyip kanser etmemek lazım kendimizi, hayaller için.
6 notes · View notes