Tumgik
#Tarihselcilik
belkidebirharfimben · 1 month
Text
youtube
0 notes
Text
Ben 25 yaşıma kadar Ehl-i Sünnete aykırı hiçbir metin, hiçbir kitap okumadım. O yaşa kadar sürekli mûteber metinlerle haşır-neşir oldum kendimi sağlama almak için. Kendimi sağlama aldıktan sonra, durduğum yerden emin olduktan sonra, her türlü görüşle yüzleşecek,her türlü görüşü tartıp değerlendirecek noktaya geldiğimi düşünerek, her türlü metin ile muhatap olmaya başladım.
Günümüzde gençlerin en büyük eksiği bu; kendilerini sağlama almadan, ilmî ve itikâdî altyapılarını sağlama almadan, her türlü fikirle, görüşle muhatap oluyorlar. Bu, büyük bir tehlike. Önce altyapıyı oluşturmak lazım. Ne kadar çekici olursa olsun, aklınızı çelebileceğini düşündüğünüz hiçbir metinle, kişiyle, konuşmayla, videoyla muhatap olmayın.Önce kendinizi garantiye alın; akideniz itikâdî mezhebiniz, fıkhî mezhebiniz, din tasavvurunuz, örnekleriniz, önderleriniz bakımından, sağlam bir duruşa sahip olun,ondan sonra -eğer okuyacaksanız- tarihselcilik okuyun, evrim okuyun, selefîlik şiilik hakkında okumalar yapın, ne yaparsanız yapın ama önce kendinizi sağlama alın.
Ebubekir Sifil Hoca
Mufassal Akâid Dersleri | Ders-4
32 notes · View notes
yalnzardc · 1 year
Text
Kurân-ı Kerimin mucizelerinden birisi de ona tarihselcilik atfedenlerin iddialarının aksine âyet-i kerîme'lerin günümüze kadar her vakitte o zamanın insanına açılan bir manayı içinde bulunduruyor olmasıdır.
20 notes · View notes
pazaryerigundem · 4 months
Text
Ödüllü yazar Gürsel Korat Nilüfer'de edebiyatseverlerle buluştu
https://pazaryerigundem.com/haber/177134/odullu-yazar-gursel-korat-niluferde-edebiyatseverlerle-bulustu/
Ödüllü yazar Gürsel Korat Nilüfer'de edebiyatseverlerle buluştu
Tumblr media
Bursa’da Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği Edebi Kazılar söyleşisinde Gürsel Korat, Hakan Akdoğan moderatörlüğünde okurlarıyla buluştu. Korat, edebiyat, zaman ve mekan üzerine derinlikli bir sohbet gerçekleştirdi.
BURSA (İGFA) – Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü tarafından 2007 yılından bu yana düzenlenen “Edebi Kazılar” söyleşisi, Türk edebiyatının değerli kalemlerini Nilüferli edebiyat tutkunlarıyla buluşturmaya devam ediyor.
Anadolu’ya dair gözlemleriyle, bölgenin kozmopolit yapısını ve tarihini ustalıkla kaleme alan ödüllü yazar Gürsel Korat, Edebi Kazılar söyleşisinde Hakan Akdoğan moderatörlüğünde keyifli bir sohbet gerçekleştirdi. Öykü, senaryo, roman, inceleme ve oyun gibi farklı türlerde eserler veren, aynı zamanda eğitmen, gazeteci ve film yapımcısı olarak da tanınan çok yönlü sanatçı Gürsel Korat, Akkılıç Kütüphanesi’nde Nilüferli okurlarla bir araya geldi. Korat, 1915 Ermeni olaylarını kendine has üslubu ve bakış açısıyla kaleme aldığı Unutkan Ayna romanı üzerinden zamana, insanlığa ve edebiyata dair fikirlerini katılımcılarla paylaştı.
Tumblr media
DUYU ORGANLARINI HAREKETE GEÇİREN ROMANLAR
Duyu organlarını harekete geçiren, okuyucuya “oradaydım” dedirten romanlar yazmayı amaçladığını dile getiren ödüllü yazar Gürsel Korat, “Gördürme, hissettirme, dokundurma temelli yazmaya çalışıyorum. Duyularla kavranan bir romanı okuyucunun kucağına bırakmak istiyorum” dedi.  Hikayelerini hızlı anlatmayı seven bir yazar olduğunu belirten Korat, “Zamanın akışını önemsiyorum. Anlatırken duvardaki saatin nasıl işlediğini düşünürüm. Anlatmaya başladığınızda zaman nasıl akıyor, bunu iyi bilmek gerekiyor. Mesela ‘Rüya Körü’nde 40 yılı 220 sayfaya sığdırırken, ‘Unutkan Ayna’da 10 günü 330 sayfada anlattım” diye konuştu.
Gürsel Korat, karakterlerinin sadece şimdiki hallerini değil, geçmişlerini ve taşıdıkları zamanı da yansıtmaya çalıştığına dikkat çekerek şunları söyledi: “Gördüğümüz insanlar şu andaki insanlar değiller. Aynı zamanda onların içinde bir zaman var; onların bir yere götürdükleri zaman. ‘Unutkan Ayna’da bunu bazı karakterler üzerinden işledim. Benim edebiyatımda sadece süreler değil, zamanın kendisi de var. Mekanın ve zamanın birbirine bağlılığı da ilgimi çekiyor. Aynı mekanda, farklı zamanlarda bulunuyoruz. 2016’da Akkılıç Kütüphanesi’ne gelmiştim, şimdi yine buradayım ama 2016’daki ben artık yok. Felsefi olarak durduğumuz nokta burası. Mesele yer, yani mekanın bulunması. Eğer bir mekan varsa kaçınılmaz olarak zaman da vardır. Yani zaman, mekana bağlıdır. Madem ki mekan var, zaman nerede? Sadece şimdide. Hep şimdiler yaşanırken, geçmişi şimdi ve gelecek diye bölmek ne kadar doğru?”
Tarih sahnesinde daha önce kimsenin bahsetmediği sıradan insanların hikayelerini anlatmak istediğine vurgu yapan yazar Gürsel Korat, “Lisede tarih derslerinden, edebiyattan nefret ederdim. Ezbere dayalı eğitimden uzaklaştım. Yeni tarihselcilik akımı bana farklı bir bakış açısı sundu. Tüm kitaplarımda bu bakış açısını yansıtmaya çalıştım” diyerek sözlerini tamamladı. Söyleşinin son bölümünde katılımcıların sorularını yanıtlayan Borat, okurların kitaplarını da imzaladı.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
erol25030 · 7 months
Video
KUR'ANA ATILAN İFTİRA, TARİHSELCİLİK ANLAYIŞI - Nejdet Demirel
0 notes
emretekintr · 4 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Hüseyin Avni Kansızoğlu Hoca Efendi’nin tarihselci Mustafa Öztürk'e verdiği tarihi ayar..
7 notes · View notes
tariholmak · 3 years
Text
Tumblr media
Uluğ Bey (d. 22 Mart 1394-ö. 27 Ekim 1449) Timur İmparatorluğu’nun 4. Sultanı ve Türk matematikçi, astronomi bilgini. Asıl adı Muhammed Taragay olup, Timur tarafından çok sevilmesi nedeniyle Emir-i Kebir’in türkçe karşılığı olan Uluğ Bey olarak anılmıştır.
4 notes · View notes
kolej-postasi · 4 years
Text
KARAR’A MERHABA
Tumblr media
Akademik camiaya intisap ettiğim 1990’lı yılların sonuna kadar makale, kitap, köşe yazısı türünden hiçbir şey yazmayan ve fakat hâl-i hazırda sürekli olarak yazmaya çalışan birisi olarak yazı yazmanın hem zor, hem de soğuk ve mesafeli bir iş olduğunu kendi adıma itiraf etmeliyim. Zorluk daha ziyade karmaşık ve girintili çıkıntılı boyutlarıyla zihinde beliren düşünceleri firesiz biçimde satıra dökmenin çok kere mümkün olmayışıyla ilgilidir. Soğukluk ise yazının insan ve toplumla temastan uzak bir mecrada, masa başında kaleme alınması ve bu yalıtımın insaf duygusunu baskılayıp kimi zaman acımasız ifade organizasyonlarına ruhsat tanımasıyla ilgilidir.
İnsan içine çıkıp konuşmak, sohbette bulunmak aslında yazıdan çok daha insani bir fiildir; ancak konuştuğunuz ya da konuşmayı arzuladığınız toplumsal vasat, merhum Fazlur Rahman’ın dediği veçhile, tıpkı İslam dünyasında gözlemlenen “ahlaki azgelişmişlik” gibi ciddi bir illetle malul ise sohbet irfani ve insani tarafımızı besleyen bir imkân olmaktan çok, dedikodu şehvetini kışkırtan bir araç ve kaldıraca dönüşebilmektedir. Bu sebeple, yazının/yazmanın böyle bir toplumsal vasatta konuşmaktan daha nezih ve steril bir fiil/faaliyet olduğu söylenebilir. Nitekim “söz uçar, yazılı kalır” diye bir vecize vardır ki bu meşhur vecize, ahlaki azgelişmişlik ve yaygın kalitesizlik ortamında, “söz, havaya yazı yazmak mesabesindedir” gibi bir manaya gelir.
İşte buna binaen, haftada bir gün (Çarşamba) Karar’da yazmaya karar verdim. Bu kararımda, Karar Gazetesi’nin kurucu kadrosundaki arkadaşlarımın yanında yer almayı ve karınca kararınca onlara destek olmayı da hedefledim. Yazacağım konular hususunda belli bir alan tahdidinde bulunmamakla birlikte, hususen güncel ve reel politikle ilgili yazmakta isteksiz olduğumu belirtmeliyim. Zira hâl-i hazırda kendime nihai hedef edindiğim tefsir çalışmasından zihnen ve fikren kopmak niyetinde değilim. Tefsirle mukayese edildiğinde, güncele dair yazıların da hayli uçucu olduğu müsellemdir. Ayrıca Karar ekibinde reel politikle ilgili yazma ehliyetini haiz en son kişi olduğum şüphesizdir.
Mamafih, genel olarak İslam ve din, özel olarak diyanet ve cemaat gibi alanlarda gündem oluşturan meseleler zuhur ettiğinde, bu tür meseleleri yok saymak ve tabir caizse Bizanslı din adamları gibi meleklerin cinsiyetini tartışmaya benzer konular hakkında yazmak, her şeyden önce insaf ve iz’an açısından izah edilebilir bir tutum olmasa gerektir. Lâkin İstanbul’un fethi, Çanakkale zaferi gibi özel günler ve haftalarda tarifeli yazılar yazmanın, sırf yazmak için yazmak ve mürekkep sarfiyatında bulunmaktan fazla anlam taşımadığını da teslim etmek gerekir.
Bugüne değin yazdıklarımın hemen hepsinin genelde İlahiyat, özelde tefsir alanıyla ilgili olması daha ziyade bu alan dâhilinde yazmamı gerektirse de İlahiyatın dinler tarihinden felsefeye, sosyolojiden antropolojiye kadar çok geniş bir bilgi ve kültür alanını kapsaması, hem yazı imkânımızı hem de yazacağımız konuları genişletmektedir. Ancak tefsir dışındaki alanlarda kalem oynatmamız ancak şahsi kanaatlerimizi belirtmekten ibaret olabilir. Güncel ve aktüel bağlamda sürpriz gelişmeler olmadıkça, konu tercihlerimiz daha ziyade insan, varlık, tarih, din, ahlak, dünyaya ve eşyaya bakış gibi tarih-üstü meselelerle çerçevelendirilebilir.
Şundan eminim ki biz hangi konuda yazarsak yazalım, ne kadar iyi niyetli olursak olalım, saldırıya hazır kıtalar daha şimdiden vaziyet almış durumdadır. Bu ülkede az çok görünür ve tanınır olmanın bedeli maalesef çok ağırdır. Bunun da ötesinde gerek siyaset, gerek diyanet alanında yaygın kabuller ve telakkilerden farklı bir görüşe sahip olmak ve bu görüşü kamuoyuyla paylaşmak, adeta kan davası mantığıyla ele alınmaktadır. Belli ki pek çok insan kavga ve gürültüden haz duymakta ve sanki “altta kalanın canı çıksın” dercesine, Darwin’in biyolojik evrim teorisini bilerek ya da bilmeyerek sosyal alanda tatbik etmeyi ulvi bir çaba olarak algılamaktadır.
Bu vesileyle, bize teveccüh gösterip bu köşede yazmamızı teklif eden kurucu kadrodaki değerli arkadaşlara samimi teşekkürlerimi sunarken Karar Gazetesi’nin “Türk gibi başlayıp Alman gibi bitirmek” sözüne mâsadak olmasını diliyorum.
MART 8, 2016 | KARAR*
MUSTAFA ÖZTÜRK | KARAR’A MERHABA
Tumblr media
0 notes
sebperest · 5 years
Link
0 notes
belkidebirharfimben · 9 months
Text
Yoksa el-Kassam yiğitleri bu nasihati karıncalardan mı aldı?
Bediüzzaman'ın, farkında olalım-olmayalım, gözümüzü açtığı mevzu çoktur. Fakat içlerinden birisi ayrıca dilime bal geliyor. Nedir? Kur'an'daki kıssaları, 'olaylar' olarak değil sadece, 'kanunlar' olarak da okuyabilmektir. 'Tarihselcilik' fitnesine büyük bir deva görürüm bunda. Elhamdülillah. Kur'an'ın hiçbir detayının "Maziden ibarettir!" deyu arkada bırakılamayacağını anlarım. Her ne ki, Kur'an'dadır, o Kur'an'dandır. Ezelidir hem de ebede gider. Üstünkörü geçilemez. Küçük görülemez. Sıradanlaştırılamaz. Üzerine eğildikçe, dikkat kesildikçe, gül goncası gibi açılır. Katman katman izdüşümlerini her yerde okutur. Böyle bilenler, uyanıklığıyla dirilenler, onlardır ancak vahyi layıkıyla anlayanlar işte. Yüzbin maşaallah cehdlerine arkadaşım. Evet. Tavusluğun kemalini çıktığı yumurtanın kabuğunda boğanlar körelmeye mahkumdur. Demirciler çarşısında antikanın göremediği değer, antikayı değil, ham demirciyi hicveder.
Misal mi istersin? 1. Lem'a, 2. Lem'a... Daha metadolojik bir anlatımını ararsan 20. Söz. Sâhi, en doğrusu, 20. Söz'ün kapısını çalmaktır evvela. Neden? Çünkü 20. Söz konuyu daha geniş bir pencereden ele alır. Mesela bu cümleyi ancak orada bulabilirsin: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Veyahut şu cümleyi: "Kur'ân-ı Hakîm'de, çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Fakat zikredilen sırra yakından bakabilmen için biraz fazlasıyla da yardımcı olmalıyım sana:
"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i Mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan 'bakarperestlik mefkûresini' kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte, şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder."
Yani, Bakara sûresine ismini de veren 'inek kesme' hâdisesi, "Ta Musa aleyhisselam zamanında olmuş birşey canım!" denilerek basitleştirilemez. 'Esatiru'l-evvelîn' olarak bakılamaz. Köreltilemez. Orada her zamana hitap eden nasihatler vardır. Bir tanesi de şudur: Hayvanperestliğin kökünü kazımak ancak kurbanla mümkün olur. Kurbana mesafe koyanlar hayvanları kutsamaya başlarlar. Nasıl ki, bugün, 'hayvanseverlik' perdesi altındaki müfrit bir temayül, en nihayetinde 'itperestliğe' kadar evrilmiştir; aynen öyle de; boynuna bıçak vurulmayan başka aşırı temayüller de çeşitli yanlış 'kutsamalara' sebep olabilirler.
Namazla zamanın boynuna bıçak vurulur mesela. Zekatla malın boynuna bıçak indirilir. Herşeyin boğazlanması 'cinsinden bir fedakârlıkla' olur. Allah'ın verdiğinden takdir ettiği bir kısmını, yine Onun rızası namına, bağışlarsın. Arana hikmetli bir mesafe koyarsın. Böylece şirk temayüllerini zebhetmiş olursun.
Allah o mücahidîn-i İslam'ı cihadlarında muvaffak eylesin. Gazze'nin yiğitlerinden alınacak çok ders var. Cenab-ı Hak imtihanlarını yakında bağışlayacağı zaferle ferahlığa döndürsün. Onlara vatanlarını-huzurlarını iade etsin. Kendi payıma çok dersler çıkarıyorum onlardan. Bir tanesini de bu yakınlarda aldım. Mübareklerin, Gazze'nin her yerine kazdıkları tüneller marifetiyle sürdürdükleri harp, ellerindeki sınırlı imkanlara rağmen, 100 gündür kök söktürdükleri İsrail ordusunu görmekle birlikte, nicedir "Bu Kur'an'a neden dahil edilmiş acaba?" diye düşündüğüm birşeyi anlamamı sağladı. Evet. Dersimin hülasası şudur:
Neml sûresinin 18. ayetinde, sûreye de ismini veren ayettir, kısacık bir mealiyle buyruluyor ki: "Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca şöyle dedi: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; aman, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!” İşte, ben, şüphesiz ki cahilliğimden, bu ayeti okuduğum her defasında derdim içimden: Karıncaların aldığı böylesi bir tedbir Kur'an'da zikredilmeye neden değer bulundu? Süleyman aleyhisselamın dilegetirdiği şükür elbette önemli bir hikmettir. Lakin şunun buraya alınmasında başkaca hikmetler yok mudur? Nelerdir? Şimdi, birisinin, Gazzeli mücahidler emeğiyle gösterildiğini düşünüyorum arkadaşım: Nasıl ki, karıncalar, Süleyman aleyhisselamın azametli ordusundan ancak tünel tünel yuvalarına sığınarak korundular; aynen öyle de; Gazze'nin mücahidleri de, Benî İsrail'in her türlü teknolojik imkânla donatılmış zulmünden ancak tüneller marifetiyle korunabildiler.
Hatta, ahirzamanda, orduların yıkıcılıkları arttıkça savaşlar cephe, siper, sığınak, tünel savaşlarına doğru dönmeye başladı. Süleyman aleyhisselamın kuşlarına bedel bu zamanın savaş uçakları yüzeyde yapılacak harpleri müşkülleştirdi. Tâlibân Amerika'nın zalim saldırılarına karşı mağaralara sığındı. Hamas da İsrail'in zulmüne karşı yeraltı tünellerinde savunma kurdu. Yani ayet-i kerimenin musırrane söylediği şey geniş bir uygulama sahasına kavuşmuş oldu: "Güçlü bir orduya karşı canını savunmak isteyen zayıf bir topluluksan sığınacağın yeri doğru seçmelisin. Gadrinin ulaşamayacağı kanallar, tüneller, siperler, sığınaklar kazmalısın. Korunmak böyle olur. Bu kanunu ders almak için karıncaların kıssasına dikkat et."
Allahu'l-a'lem, en doğrusunu Mevla bilir ya, Neml sûresinde mezkûr hâdisenin zikrinin böylesi bir umumi kanuna da baktığını düşünüyorum ben. 20. Söz'deki o cümleyi tekrarlayalım: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Veyahut diğerini: "Kur'ân-ı Hakîm'de, çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Her şekilde Kur'an bize, okuduğumuz-okuyacağımız, nice nice sırlar tenbihliyor. Bunların bazılarını çabuk anlıyoruz. Bazılarını ancak yaşadıkça seziyoruz. Ancak hiçbirisi 'tarihsel bir olay' olarak arkamızda kalmıyor. Tekrar be tekrar karşımıza çıkıyor. Tazeleniyor. İşte, arkadaşım, karalamamın sonunda, o Rahman u Rahim'in vadisinde durmaktayız yine. Şüphesiz biz karıncalardan daha zordayız. Onlar Süleyman aleyhisselam gibi ismet sahibi bir sultanın ordusundan sakınıyorlardı. Fakat artık bebeklerimizin dahi kanına susamış canavarlar saldırıyor. Lütfunu, keremini, Gazze için imdadını Rahmanlığından ve Rahimiyetinden bekleriz. Sığınacak başka tünelimiz yok ki hem.
0 notes
derdiderun · 4 years
Photo
Tumblr media
Ben 25 yaşıma kadar Ehl-i Sünnete aykırı hiçbir metin, hiçbir kitap okumadım. O yaşa kadar sürekli mûteber metinlerle haşır-neşir oldum kendimi sağlama almak için. Kendimi sağlama aldıktan sonra, durduğum yerden emin olduktan sonra, her türlü görüşle yüzleşecek, her türlü görüşü tartıp değerlendirecek noktaya geldiğimi düşünerek, her türlü metin ile muhatap olmaya başladım.
Günümüzde gençlerin en büyük eksiği bu; kendilerini sağlama almadan, ilmî ve itikâdî altyapılarını sağlama almadan, her türlü fikirle, görüşle muhatap oluyorlar. Bu, büyük bir tehlike. Önce altyapıyı oluşturmak lazım.
Ne kadar çekici olursa olsun, aklınızı çelebileceğini düşündüğünüz hiçbir metinle, kişiyle, konuşmayla, videoyla muhatap olmayın. Önce kendinizi garantiye alın; akideniz itikâdî mezhebiniz, fıkhî mezhebiniz, din tasavvurunuz, örnekleriniz, önderleriniz bakımından, sağlam bir duruşa sahip olun, ondan sonra tarihselcilik okuyun, evrim okuyun, selefîlik şiilik hakkında okumalar yapın, ne yaparsanız yapın ama önce kendinizi sağlama alın.
| Doç. Dr. Ebubekir Sifil 
Mufassal Akâid Dersleri | Ders-4
115 notes · View notes
mahrutibakis · 6 years
Video
youtube
Medyascope TV – Özel Yayın – Ruşen Çakır & Mustafa Öztürk – 22 Mart 2019
0 notes
erol25030 · 1 year
Video
youtube
Bir Tarihselcilik Eleştirisi: Ehli kitapla ilgili ayetler hakkında gelen...
0 notes
hetesiya · 3 years
Text
İhsan Oktay Anar'ın beklenen romanı: Tiamat
Yazar İhsan Oktay Anar'ın yeni kitabı 'Tiamat', Everest Yayınları tarafından yayımlandı.
Tumblr media
Metin Yetkin
İhsan Oktay Anar, Everest Yayınları tarafından yayımlanan yeni kitabı “Tiamat” ile sekiz sene sonra okurla yeniden buluştu. Varoluş mücadelesinin bu sefer denizin altında gerçekleştiği roman, katmanlı bir düşünsel yapı içerisinde din-bilim, özgürlük-varlık, düşünme-düşünme biçimleri gibi birçok çatışmaya temas ediyor.
İhsan Oktay Anar eserlerini konu edinen çalışmalara bakıldığında ilkin haklı bir şekilde postmodernizm kavramı öne çıkar. Öncülü modernizm gibi postmodernizm de tarihyazımı ile kol kola başlayan bir süreçtir. Yetmişli yıllarda tarihin ne olduğu veya hangi disipline/disiplinlere yakın olduğu sorgulanmaya başlamış, ne derece bilimsel olduğu dahi irdelenmiştir. Lawrence Stone’un 1979 tarihli 'The Revival of Narrative: Reflections on a New Old History' (‘Anlatının Dirilişi: Yeni Bir Eski Tarih Üzerine Düşünceler’) makalesi, Clifford Geertz’in antropoloji vurgusu ve “yoğun betimleme” tekniğiyle birlikte sıradan insanların tarihine açılan yol seksenlerde “Yeni Tarihselcilik” anlayışının doğuşuna zemin hazırlamıştır. Böylece tarih, anlatı ve kurgu ekseninde değerlendirilmeye başlanır. Kısaca, tarihselciliğin aksine mutlak reddedilir, her tarih bir yeniden yazma süreci olarak görülerek çoğulcu, çok sesli bir bakış açısı kazanılır. Başka bir deyişle olgu ve kurgu arasındaki sınır muğlaklaşarak kaybolur. İşte bu damardan beslenen postmodernizm de modernizm karşıtı bir bakış açısıyla karşımıza çıkar: Düzenin yerine kaosu; ilerleme yerine geri dönüşü; teknoloji yerine nostaljiyi; gerçek yerine taklidi, yalanı, kurguyu; makro yerine mikroyu; büyük yerine küçüğü; yüksek yerine yüksek olmayanı; tek yerine çoğu koyar. Böylelikle dine, mitolojiye, sözlü edebi ürünlere, halk müktesebatına kucak açarak üst kurmaca, pastiş, parodi, kolaj, palempsest, anıştırma gibi tekniklere yönelir. Yani, postmodernist yazar eserini bir karnaval, bir yapboz gibi kurgulayarak geleneksel anlatı türlerinin biçim özelliklerinden, metinlerarasılıktan faydalanır. Nitekim Anar’ın eserinin adı dahi okura bu bakış açısını göstermektedir zira Tiamat, Antik Babil mitolojisindeki okyanus tanrıçası olup ilk kaosun sorumlusudur. Aynı zamanda ona sahip olanı dünyaya egemen kılacak Kader Tableti’nin sahibidir. Kitabın kurgusu da Tanrıça Tiamat’la birlikte akla gelen su ve kaos göndermelerine paralel olarak gelişir. “1915 yılı Zemheri bitiminde Port Said’in 40 mil poyraz tarafında” Abdülhamit sınıfı bir tahtelbahir gemisinde, yani bir denizaltıda geçer olaylar. Abdülhamit, Osmanlı’da 1886 yılında ilk defa denize indirilen, 1888 yılında ise ilk torpido talimini gerçekleştiren denizaltıdır. Romanın tek mekânı sayılabilecek tahtelbahir gemisinin de görevi düşman gemilerini yok etmektir. Böylece bir destroyer yok ettikten sonra metruk bir şilebe rastlar. Şilebe, erzak, alkol ve ganimet bulma umuduyla bazı mürettebat üyeleri gider ve kafatasları delinmiş birçok cesedin arasında bir sandık bulunur. Ardından bu sandığı tahtelbahir gemisine getirirler. Ancak şilepte gördükleri tuhaf, hatta dehşetengiz manzaranın ardından tabiatüstü olaylar peşlerini bırakmayacaktır. İlkin sandığı açamazlar, öyle ki birkaç kişi levye yardımıyla kapağını biraz aralar. Kapak, o aralıktan içeri elini sokan gedikli çavuşun kolunun üstüne kapanır, kolu kopar. Ardından hareket halinde olan kol sandığın dışında ortaya çıkar ve Karagümrük’ün bileğini kavrar fakat yaralı çavuş bulunamaz. Öte yandan kapağı yaldızlı, üstünde iki melek temsili bulunan bu sandık Tevrat’ın bir bölümü olan “Çıkış Kitabı”nda geçen ahit sandığını akla getirir. Zira İsrailoğulları Mısır’dan -roman da Mısır’daki Port Said Limanı’nın yakınlarında geçer- göç ettikten birkaç sene sonra yapılan bu sandığın kapağı saf altından imal edilmiş olup, üstünde yine saf altından yapılan iki Keruv bulunmaktadır. Hz. Musa On Emir’in yer aldığı tabletleri burada muhafaza eder. İki Keruv arasında Tanrı’nın bulunduğu ve Hz. Musa’nın burada Tanrı ile konuştuğu rivayet edilir. Ahit sandığı Kur’an-ı Kerim’de de Bakara Suresi’nin 248. ayetinde “tâbût” kelimesiyle zikredilir. İlaveten, “Bağışlanma Kapağı” olarak adlandırılan sandık kapağının da Mesih’i sembolize ettiği düşünülür. Öte yandan “Çıkış Kitabı”nın ana konusu, İsrailoğulları’nın sayıca üstün gelmeleriyle birlikte Firavun’un onları köleleştirmesi ve onlara zulmetmesidir. Tanrı, bu yüzden Firavun’u On Bela ile cezalandırır. İlk belanın denizle ilgili olması yine metin açısından dikkat çekicidir:
Tumblr media
Tiamat, İhsan Oktay Anar, 160 syf., Everest Yayınları, 2022.
“17- ‘Benim RAB olduğumu şundan anla, diyor RAB. İşte, elimdeki değneği ırmağın sularına vuracağım, sular kana dönecek. 18-Irmaktaki balıklar ölecek, ırmak leş gibi kokacak, Mısırlılar artık ırmağın suyunu içemeyecekler.’” (Mısır’dan Çıkış, 7:18-19)
Nitekim “Tiamat”ın ileriki sayfalarda tekrarlanacak ilk sayfasının ilk bölümüne bakıldığında Kutsal Rüzgâr’ın üstünde estiği deniz mavilikle, güzellikle değil, karanlıkla, ölümle, cesetle, ruhla, dışkıyla, kısaca kötücül ifadelerle tasvir edilmektedir:
“Soğuk ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı. Kadim batıklarda ölü denizcilerin kıpır kıpır yakamozlu ruhları, yakarırcasına kolları yukarıda, yosunlar gibi akıntıda kıvrılıp kıvranarak salınıyor, zeminde çürümüş leş katmanından ölümün nabzı gibi tek tük atan kabarcıklar tıp tıp koparak yükseliyordu. (s.9)”
Üstelik yine aynı sayfada “başlangıçta her şeyin boş ve anlamsız olduğu” iki defa zikredilerek ilkel bir kaosa, bir tür yaratılış mitine, bir dinin doğuşuna vurgu yapılıyor gibidir. Öte yandan bu sandıkla birlikte gelen uğursuzluklar mürettebatın yakasını bırakmayacak, sandık bir anda kapkara kesilecek, üstündeki melekler ifrite dönecek ve içinden bir canavar çıkacaktır. Bu canavar karnına kömür atıp onları tutuşturarak güç kazanır. Şüphesiz canavarın ateşle olan bu ilişkisi bize Şeytan’ı çağrıştırır. Ancak yine sandığın alındığı metruk şilepten yedi tane de çivi alınmış olup bu çiviler insanların kafasını hedef almaktadır. Ayrıca, kafasına çivi düşen herkes de canavar yahut sandığın içindeki kötücül varlık tarafından manyetik bir güçle kontrol edilir. Böylece kontrol ettiği insan sayısı kadar zekâya sahip olan kötücül varlığın zaafının da bilgiye duyduğu şehevi istek olduğunu anlar ve bir çıkış yolu teklif eder Mülazım:
“(…) Aptal olarak bilgi karşısında tokgözlüyüz. O bizden zeki olduğu için açgözlü. Bilgi konusunda seçici olmadığı, iştahlı ve şehvetli olduğu için kendi kuyruğunu ona yutturacağız. Zekâsıyla birlikte güveni de arttı. Onu kibriyle de vuracağız. Onun planı bizim hiçbir şey yapamayacağımız üzerine kurulu. Ama yapacağız. Ondaki zekâ sarhoşluğunu kullanacağız. (…)” (s.135-136)
Kötücül varlığın bilgisinin ve zekâsının yanında bu niteliklerini zaafa çevirecek bir kibrinin olması da Şeytan’ı çağrıştırmaktadır. Anlatı dinden dine değişse de bilindiği üzere şeytan kendini Hz. Âdem’den üstün görerek Tanrı’ya isyan etmiş, başmelek olarak üstün özelliklerine rağmen kibri yüzünden cezalandırılmıştır. Tüm bu noktalar romanın dini, mitolojik kaynaklarını gösterirken anlatının 1915 yılında bir Osmanlı denizaltısında geçmesi ve yazarın üslubunun da gerek sentaks gerekse biçimsel özellikler bakımlarından dönemin dil ve üslup özelliklerini taşıması metnin tarihsel boyutunu oluşturur. Ayrıca, varoluş, özgürlük, aptallık ve zekâ, düşünme ve düşünme biçimleri gibi felsefi konular satır aralarında irdelenerek roman katmanlı bir yapı içerisine sokulur.
“‘Evet,’ dedi Züp, ‘İlim adamlarının işi beyaz kuğular. Biz ise siyah kuğuyu ararız. Almanların harpte çuvallamaları da kitabî olmalarından. Akılcı hasımları yine akılcı olan onları öngörebiliyor. Akıldan akıla yol var çünkü. Onlar beyaz kuğu. Ama bizim erlerimiz öyle değil, bazen akıl dışı davrandıkları için tahmin edilemezler, ancak deli bir kumandana yenilirler. Her biri siyah kuğu.’” (s.41)
“Beyaz kuğu” söz konusu olunca filozof Karl Popper’ın tümevarım veya yanlışlanabilirlik sorunsalını irdelemesi akla gelir. Popper’ın amacı David Hume’un 18. yüzyılda dile getirmeye çalıştığı bir sorunsalı çözüme kavuşturmayı denemektir. Bu sorunsal içerisinde “Bütün kuğular beyazdır” önermesi ön plana çıkar çünkü tümevarımcı düşünme gözleme dayalıdır. Gözlemlenen yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca kuğunun beyaz renkli olması bütün kuğuların beyaz olduğuna dair haklı bir çıkarım mıdır? Hayır, çünkü bizim tarafımızdan gözlemlenmeyen bir kuğu başka renkte olabilir ki bu da üstteki önermeyi yanlışlar. Başka bir ifadeyle, Popper’a göre tümevarım yöntemi bu özelliğinden dolayı tümdengelimin aksine mantıksal bir çıkarım olarak değerlendirilemez. Şüphesiz Popper’a Thomas Kuhn başta olmak üzere diğer düşünürlerden yanıt gelmiştir fakat metne döndüğümüzde ne doğrulanabilen ne de yanlışlanabilen bir önerme karşısında ne yapmak gerektiği sorunsalına varılabilir. Yani akıl ve insan özgürlüğü varoluş içerisinde nasıl konumlanmaktadır?
“Ancak, hür olduklarını düşünmelerine rağmen aslında öyle olmayan bu kişilere Sancı ve diğer zabitler de dahildi. Bu bakımdan onlar, hesaplama ve ispatta, matematiğin ve mantığın esaslarına kuzu kuzu ve hürmetle boyun eğen, itaatkâr ve yumuşak başlı matematikçiler gibiydiler. Çünkü esareti altında yaşadıkları aklın hükümlerini bir ferman gibi kabul etmediklerinde hayatta olamayacaklardı. Var kalmayı hür kalmaya tercih ettiklerinden ruhları, içinde dişlilerin tıkırdadığı bir hesap makinesinden farksız zihinlerinde hapisti.” (s. 87-88)
Elbette, “Tiamat” ile ilgili bütün hususlara değinmek bu yazının boyutunu aşsa da romanın en azından yetkin okur için sekiz sene beklemeye değer olduğunu söyleyebilirim. Pek tabii Anar’ın dilini ağır bulan okurlar da vardır. Bilhassa denizcilikle ilgili terimlerin eski isimleri metinle güreşmeyi sevmeyen okurlar için bu noktada zorluk çıkarabilir. Kanaatim, Anar’ın her cümleyi demlendire demlendire rafine bir metin ortaya koyduğu. Bu minvalde bütün göstergelerin metne hizmet ettiği pürüzsüz bir anlatı. Şüphesiz, postmodernist teknikle yoğrulmuş bir roman fakat felsefi katmanları itibarıyla “Tiamat”ı farklı bir yere koymak daha doğru olacaktır.
https://www.gazeteduvar.com.tr/ihsan-oktay-anarin-beklenen-romani-tiamat-haber-1553240
0 notes
tariholmak · 3 years
Text
Tumblr media
Mezamorta Hüseyin Paşa, Osmanlı donanmasında 1688-1689 ile 1696-1701 yılları arasında iki kez Kaptan-ı Derya’lık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Venediklilerle yapılan bir savaşta çok ağır yaralanmasına rağmen iyileşip geri dönmesinden dolayı İtalyanca olan “Mezzomorto” (yarı ölü) ifadesinden bozma Mezamorta lakabını almıştır
4 notes · View notes
kolej-postasi · 4 years
Text
İSLAMCI NAZİZMİN BOĞDUĞU MÜSLÜMAN
Tumblr media
Tarih: 4 Mart 2001.
Taliban, dünyaya duyurdu. İnsanlığın ortak mirası, Bamiyan’daki dev Buda heykellerini yıktılar. Denizden 2 bin 500 metre yüksekte inşa edilmiş, 53 ve 36 metrelik iki heykel, 6. yüzyıldan beri ayaktaydı.
Kısıtlamayı deldi, maskesiz yakalandı, savunması pes dedirtti!
Tarih: Mayıs 2015.
Suriye’de Palmira’yı ele geçiren IŞİD, 2 bin yıllık tarihi eserleri kameraların önünde parçaladı. Hayatını antik kente adayan arkeolog Halid el Esad’ı başını keserek idam etti.
Uzatmayayım...
Geçen hafta bu köşede, AKP’li vekil Ahmet Hamdi Çamlı’nın babasının yıktığı, yerine apartman diktiği I. Mahmut Çeşmesi’nin hikâyesini belgeleriyle okudunuz. Çeşmenin aslı nerede sorusuna yanıt veremeyen Çamlı, “çeşmeyi çalan kılıfını hazırlar” misali, musluğunun çalındığı haberiyle milleti oyalıyordu.
Açık konuşmamız lazım...
Dinin siyasete alet edilmesini tarif etmek için kullandığımız İslamcılık; insanlığın tarihini, birikimini, varlığını tehdit ediyor. İktidarı, ekonomiyi, gücü eline aldığında; her türlü medeniyeti yerle bir ediyor. Üstelik buna, üstüne oturduğunu iddia ettiği “İslam medeniyeti” dahil.
‘İki kadın eşittir bir erkek’
Son kurbanı mı?
Bu kez heykel, anıt ya da çeşme değil, bir insan, ilahiyatçı Profesör Mustafa Öztürk.
“Tarihselci” diyorlar, Kuran’ı tarihle ve akılla yorumluyor. Haliyle inancını hikâyelerle değil, mana ile tarif ediyor. Peygamberin etrafındaki Mekke toplumunun 6. yüzyıl insanları olduğunu hatırlayarak; dini, zamanın ve mekânın ötesinde tanımlamaya çalışıyor.
Ancak bizim İslamcıların bu yorum pek de hoşuna gitmiyor. Sakalla, bıyıkla, saçla uğraşanlar; felsefi derinliği olan bu yorumu “kâfirlik” sayıyor. Çoğu zaman söylediklerini cımbızlayarak Mustafa Öztürk’ün üzerine çullanıyor.
Yakınındakilere göre, Mustafa Öztürk gibi düşünenlerin kendisini halka anlatması çok zor. Zira İslamcılığın kuşattığı inanç dünyası, o derinlikte bir tartışmaya izin vermiyor.
Bazı konferanslarını dinledim. Bana sorarsanız imkânsız değil...
Örnek mi?
Yüzyıllar önceki sosyolojide, 2 kadının şahitliğinin 1 erkeğinkine eşit olduğunu hatırlatan Öztürk, 15 asır sonra İslamcıların yorumuna karşı çıkıyor:
“Sen bunu kalkıyorsun, mutlaklaştırıp sosyolojiyi ontoloji yapıyor, 2 kadın eşittir 1 erkek denklemini kuruyorsun. Allah’ın sana verdiği akılla dalga geçer gibi Mülkiye’den Maliye Bölümü’nden mezun olan kadın yarım ediyor, sokaktaki maraba erkek tam ediyor.”
Kısacası Mustafa Öztürk, bir Müslüman olarak inancını çağının içinde yeniden yaratıyor.
Peki, bu kadar anlaşılır bir fikri savunan Öztürk’ü bizim İslamcılar nasıl karşıladı?
Hepsinin özeti, bir cemaatin Öztürk’ü “zındık” ilan eden ünlü hocası şöyle yanıt verdi:
“Bir erkek şahit karşılığında iki kadın şahit getirilmesi, Allah’ın emri olmakla haktır ve dindendir. Bu emrin ve hükmün sayısız illet, sebep ve hikmetleri bulunabilir.”
Öztürk, dünyaya siyah-beyaz bakanlara gök mavisini anlatmaya devam etti:
“El, Orion Takımyıldızı’na bakarak Allah’ı görüyor, sen ‘bizim 2 karıdan bir erkek eder mi’yi din zannediyorsun.”
İslamcıları neden kızdırıyor?
Bana sorarsanız, Mustafa Öztürk’ün en büyük hatası, halen kendisini “bizim mahalle” dediği İslamcı kesim içinde tarif etmeye devam etmesi. Halen çözümü oradan çıkarmaya çalışması. Halen doğru bir yorumla İslamcılığı düzeltebileceğine inanması.
Peki, kendi ifadesiyle “öbür mahalle”nin içindeki Öztürk ne diyor? Ne söylüyor da bizim İslamcıları bu kadar kızdırıyor? Özetleyelim:
“Bizde din, insanın aynaya bakıp kendisiyle muhasebesini yapmayı gerektiren bir ilahi mesaj değil, başkalarına dikte edilmesi, bir kötek olarak kullanılıp başkalarının kafasının kırılması gereken bir ideoloji olarak bugün kullanılıyor.”
“Ben bazen empati kuruyorum. Laikçi seküler kesimden, söz-gelimi Bebek’ten, Etiler’den, Caddebostan’dan, Moda’dan baktığımda ‘bizim mahalle nasıl görünüyor’ diye, kıs kıs gülüyorum; ‘şunların rezilliğine bak’ diye.”
“Dünya görüşü bizim gibi değil, Kuran’ı okumuyorlar, eşleri, hanımları kapalı gezmiyor. Ama şehre, çevreye hayvan haklarına falan bakışlarına baktığınızda bizden kat be kat daha duyarlılar.”
Mustafa Öztürk, Halidi Bağdadi tasavvuf geleneğinden gelen bütün cemaatleri eleştirerek:
“Şimdi bu geleneğe bakarsanız, birinin bir sanatla estetikle meşgul olması, boş işler olarak görünür. Peki, dolu olarak uğraştığınız işler nedir sizin? Ben söyleyeyim, boş kaldığınızda dedikodu, haset, gıybet... Ürettiğimiz ne var Allah aşkına!”
“Türkiye’de istismar edilen ne yok ki başta din edilmiyor mu? Laiklik en azından bir kesim tarafından istismar ediliyor. Dini; paraleli ediyor, öteki ediyor, beriki ediyor. Yahu bu ülkede şeyhlik namıyla gezen, cinsel uzvunu öptüren adam var. Siz ne diyorsunuz?”
“Modernitenin dibine kadar emerek yaşıyoruz, modernitenin sunduğu bütün imkânları telef edercesine silip süpürüyoruz, ama iş retoriğe gelince gelenek retoriği üretiyoruz.”
“Arap bedevisisiniz. Hâlâ da bedevisiniz. Eğer bu İslam size kalsaydı çoktan Hicaz coğrafyasına gömülmüştü.”
Dinleyicilerine, “Ankara’da Ulus’ta köle pazarı olsun ister misiniz” diye soran Öztürk, köle pazarlarının Cumhuriyet ile birlikte ortadan kalktığını söyleyerek:
“Kusura bakmayın, bütün sevaplarına, günahlarına, hatalarına rağmen ben Atatürk’e minnet ve şükran borçluyum. İster beğenin ister beğenmeyin.”
‘Katli vaciptir’ fetvası
Yıllardır “mağduruz” diye ağlayan İslamcılar, kendi içlerinden bir çuvaldıza dayanamadı. “Kâfir”, “zındık” sözlerini, “susturun şunu” takip etti. YÖK’e “atın üniversiteden” yazıları yazıldı. Verdiği konferanslar bin bir yöntemle durduruldu. Hedef gösterildi. Hakaretlere uğradı.
Yaşadığı ruh halini şöyle anlatıyordu:
“Siz bunu yaşıyor musunuz, ben yaşıyorum. Benim çocuğum akşama geldiğinde ‘Twitter’da birisi babama kâfir demiş’ diye yaralanıyor. Kâfir diyenin de Ehl-i Sünnet diye başladığını görüyor, çenesinde sakalı var. Babasının 6 ay içinde 60 adet civarında CİMER’e ‘bu adamı kamu görevinden ihraç edin’ diye şikâyet dilekçelerine cevap yazmakla meşgul olduğunu, benim çocuğum görüyor. Ve şöyle diyor: ‘Müslümanlar birbirlerine bunu yaptırıyorsa, adı batsın öyle Müslümanlığın, dinin.’ Siz hiçbir şey söylemeden, sizin dünyanızdan uzayıp gidiyor.”
Sonunda iş Mustafa Öztürk’e “katli vaciptir” fetvalarına kadar geldi. Öyle gizli saklı da değil. Açık açık “Ulema sorgulasın. Tövbe etmezse katledilmeli” yazıldı.
Mustafa Öztürk, geldiği noktayı özetliyordu:
“Ben laik biri değilim, ben seküler biri değilim. Ben sosyal demokrat biri değilim. Ben İslamcı bir dünyanın içine gözlerini açmışım, duvarlara, Tek yol İslam, diye yazı yazmışım. Ben artık kendi Müslüman camiamın içinde nefes alamıyorum.”
Sonunda “pes” etti. Üniversitesine emeklilik dilekçesini verdi. Gazetesine, son mu bilmiyorum ama bir veda yazısı yazdı. “Artık balık tutup, fındık toplayacağım” açıklaması yaptı. “İslamcı engizisyon” dediği, “İslamcı Nazizm” dediği düzen onu boğmuştu. Sahneden çekildi.
Mustafa Öztürk’ün hikâyesi; dini, kendi vicdanındaki gibi yaşamak isteyenleri aslında kimin engellediğini gösteriyor. “Din ve vicdan hürriyeti”nin düşmanlarını anlatıyor. Tarikatların ve cemaatlerin kontrolündeki İslamcılığın, Türkiye’yi Arap çöllerine çevirme stratejisine ayna tutuyor.
Hangi renkten, hangi inançtan, hangi ideolojiden olursak olalım sorunumuz ortaklaşıyor. Lüks arabalarla gezen, beton ve demir kuleli adamların, medeniyetimizi yıkmasına izin verecek miyiz?
Vermeyeceğiz!
ARALIK 7, 2020 | CUMHURİYET*
BARIŞ TERKOĞLU |  İSLAMCI NAZİZMİN BOĞDUĞU MÜSLÜMAN
Tumblr media
0 notes