Tumgik
#bu kadar. lütfen hepsi olsun teşekkürler
kimmkitsuragi · 2 years
Text
idea founder guy and unofficial leader and control freak and stuff like that
3 notes · View notes
otadam · 2 years
Text
gün içinde halüsinasyon görecek kadar az uyuyup, sürekli içmenin bir anlamı var mı bilmiyorum ama kendimle konuşmamak için oturup buraya yazıyorum.
ciddiye alınacak bir bilgi de içermiyor.
bu yazıyı on dakika önce yazdığımı düşünüyordum ki yazmamışım.
dönüp iki kez baktım yazmadığıma emin olmak için, önce kendimle konuşuyup sonra yazıya döküyorum.
sorular çok korkutucu gelmeye başladı, ne yaptım yine ?
buraya dönmekle bir hata yapmış olabilirim diye düşünüyorum ki muhtemelen ya da kesinlikle bir hata.
gelip eğlenip sohbet edip goy goy peşinde olsam daha iyi olabilirdi ama şuan hiç o kafa da değilim.
ara sıra bazen ay da bazen hafta da yolu kaybediyorum, eve dönüş yolunu.
insan kendi evine navigasyonla gitmez dimi.
ben gidiyorum, yolu hatırlıyorum gerçi ama bir şekilde yanlış yollara sapıyorum.
bugün saptığım gibi.
az önce özür dilemek için bir telefongörüşmesi yaptım, gece her ne oldu ise ki hiç hakim değilim konuya, ne konuştum ya da ne anlattım bilmiyorum.
umarım kabul etmiştir.
birşeylerden uzak durmak en iyisiymiş gibi geliyor, çünkü garip bir şekilde toparladığımı düşünerek hareket ediyorum ama yaptıklarımın hiç bir anlamı yok ve gerçekten kötü hissetmelerini ve kötü hissetmemi sağlıyor bu durum.
buradan uzak duracağım sanırım, gidip yazıp anlatıp bir akıl alacağım arkadaşım kalmadı.
bir şekilde hepsini ya kırdım ya da uzaklaştırdım, burada sohbet ettiğim benim için ne düşündüklerini bilmediğim insanları bile kırıyorum bir şekilde.
kendime sorduğum bir soru: ne yapıyorsun ? kimsin sen, gerçekten ne yapıyorsun.
hiç cevaplamadım bunu, sanırım buna cesaret edemedim..
alkole, uyuşturucuya, ilaçlara sığınmanın bedeli bu sanırım, midem garip, karaciğerim de ondan hallice.
bu yazıyı saatlerce uzatıp anlatıp insanların kafasını ütülerim ki zaten öyle de yapacağım, eğer okuyup buraya kadar geldi isen teşekkürler arkadaşım.
keşke günlük basit istekleri olan bir insan olsaydım.
adam olsaydım demiyorum, çünkü değilim bunu gördüm, ya da gösterdiler.
biri kalkıp bana psikolojik destek al vs dedi geçen.
yapıldı kardeşim yapıldı onlar da yapıldı dedim.
denendi hepsi çözüm olmadı.
herşeyden ve herkesten uzak durmam gerektiğine olan inancımı bugün çarpanları ile katladım çünkü buna gerçekten gerek var.
en azından iyi bildiğim insanlar için var, dostlarım için var.
dostlarım dedim, oda bir tane zaten.
geri kalanını bir şekilde kendimden nefret ettirdim ki haklılardı.
ben olsam böyle yaparmıydım bilmiyorum ama onlar yine de haklılar benim gözümde.
Sen de haklıydın bu arada ab.
insan neyle savaştığını bilmediğinde kaybediyor, neyi kimi yeneceğim ?
bu savaş kendimle olabilir, kazanan ve kaybeden ben olabilirim..
şimdi biraz içip, ki çok içeceğim.
sonra bir ilaç içip sızmayı deneyeceğim.
kontrolü kendime ya da diğer kendime artık her ne ise bırakmamak için.
hala okuyor musun ? geldin mi buraya kadar ?
yapma bunu derim, önemsiz şeyler basit söylemler bunlar.
bugün ya da bu gün nasıl yazılıyor bilmiyorum ki çokta umrumda değil, tüm paramı kumarda kaybettim.
bir an heyecanlı hissetmek adına, belki bu kez bir şey de kazanırım demek için.
cevabı merak ediyorsan diyeyim; kazanamadım.
kazansam ne yapardım onu da bilmiyorum.
böyle anlatınca ne kadar aciz gözüktüğümü biliyorum, herkesten önce ben görüyorum çünkü.
bir sihirli değneğim olsun isterdim hepinizin yaşamını değiştirmek istediklerinizi vermek için.
ama dayanacağım bir değneğim bile yok, bunun için üzgünüm.
bir arkadaşla birlikte oturuyorum şuan, sohbet ediyoruz ve ben yazıyorum buraya.
yeni bir şey keşfetmiş ondan bahsediyor ki kafası çok güzelmiş.
bunu benim kafama diyor.
bana...
bu yazıyı bitirip başka bir şey denemeliyim.
bitirelim.
bir şarkı ile son bulsun.
çok severim ayrıca.
lütfen dinleyin ya da dinle işte ne bileyim.
https://youtu.be/xwtdhWltSIg
teşekkür ederim.
iyi geceler..
6 notes · View notes
idydla · 3 years
Text
↝ itadori yūji x reader
wattpad; idydlaa
!-uyarı; angst.
word count; 1210 kelime.
"Bunu... Beklemezdim."
Dudakları hafif aralıktı. Soğuktan dolayı, verdiği her bir nefes dumanlaşıyor ve gözler önüne seriliyordu. Hiçbir şeyden haberin yoktu, neyi beklemiyordu bilinmiyordu ama yüzündeki şaşkınlık ve hayal kırıklığı barizdi. Ona korkuyla sordun.
"N-neyi?"
Itadori bunu görmüştü. Yüzünde bin parçaya ayrılmış hayalleri vardı. Sen ondan cidden ne istemiştin? Sen onun hayallerini çalmıştın, bileğine kelepçeler takmıştın.
Dışarıdaki siren sesleri dışarıdakilerin hâlâ burada olduğunu gösterirken sen, hiçbir şeyi anlamıyordun.
"Ben... Ben anlamıyorum Yūji. Neler oluyor?"
Cidden salağa mı yatacak, diye düşündü. Bu çok alçakçaydı. Evde gezen polisleri görmemiş taklidi yapmak ne büyük bir aptallık belirtisiydi! Yūji sinirlerine hakim olamıyordu.
"Ben salak değilim."
Gözlerine inanamıyordun, karşındaki sevgilin neyden bahsediyordu? Bu ne demekti?
"Saçmalıyorsun."
En sonunda dayanamadı. Sinirleri tepesindeydi, hele hele şu an polisler tarafından tutuklanırken.
"Ellerimi gör Y/N! Bunlar sence ne?!"
Bileğindeki kelepçeleri gördün. Ama bunlar oyunun bir parçası değil miydi? Itadori'yle birbirinize yatakta heyecan yaşatmak istemiştiniz ve onun ellerini kelepçelemiştin. Bu fikri ona sunduğunda kabul eden bu adam, şimdi ne saçmalıyordu?!
"Yūji, iyi misin?"
Yūji yine sana bu gözlerle bakıyordu. Bunu tanıyordun, şimdi dizlerine kapanacaktı. Bunu eski olaylarda, birkaç kez yapmıştı.
Acaba içinden ne geçiyor, diye düşünmeden edemedin. Kafasının içinde neler dönüyor?
Yūji, kelepçeli ellerine baktı ve diz çöktü. Ayaklarını tutarak sana yalvaran bir gözle bakmaya başladı.
"Sende hiç mi hatrım yok, Y/N? Lütfen... Dışarıdakileri gönder ve ellerimi çöz. Buna çok ihtiyacım var, kendimi kapana kısılmış hissediyorum."
Acaba... dedin. Olabilir mi?
"Yūji? Dışarıdakiler ne zaman geldiler?"
Bu sorunun cevabı büyük bir şey anlamına gelirdi. Eğer tekrar yaşanırsa, bu sefer elinden hiçbir şey gelemezdi ve tek çaren, onu beyaza mahkum etmek olurdu.
Haklı çıkmayı istemiyordun. Bundan çok korkuyordun.
"On dakika, otuz yedi saniye önce. Neden?"
Ama dediğin olmuştu. Ne derlerdi, tarih mi tekerrür ediyordu? Gözünden bir yaş düştü. Neden? dedin içindeki çığlıkların arasından. O bunu hak edecek ne yaptı?
"Yūji, seni seviyorum. Ellerini çözeceğim ama senden bir şey istiyorum. Yatağa otur ve hiçbir yere gitme. Tüm planlarını, tüm işlerini iptal et. Ve bana güven... Bunların hepsi senin için."
Oturma odasına doğru yürürken hâlâ ağlıyordun. Bunu dindirmeye çalışmana ve iyileşmesi için her şeyi yapmana rağmen, bir arpa boyu yol gidememiştin. Bu sana, boşa kulaç atmışsın gibi hissettiriyordu.
Sehpanın üzerinden telefonunu aldın ve rehbere girerek kayıtlı numarayı tuşladın, telefonu kulağına dayamıştın. Kendini ne kadar suçlu hissedersen hisset, bu onun iyiliği için, diyerek kendi kendini rahatlatıyordun.
Telefon iki çalıştan sonra açıldı, sen ise hıçkırıklarını boğazına gömüyordun.
"İyi günler," dedi karşıdaki ses.
"İyi günler, doktor. Ben Y/N L/N, hatırladınız mı?"
Telefonun karşısındaki adamın yüzüne yerleşen gülümsemeyi telefondan bile hissedebiliyordun.
"Ah, Bayan L/N! Sizinle görüşmek ne güzel! Nasılsınız, iyi misiniz? Yūji nasıl? Onu çok özledim."
Yutkundun, boğazını temizledin.
"İyiyim, teşekkürler. Yūji... Ben de onun için aramıştım. Şu anda yine panik atak geçiriyor. Sayı saymaya ve halüsinasyon görmeye başladı. Bir dahakine beni ara demiştiniz..."
Sessizlik oldu. Doktor da üzülmüş olmalıydı.
"Başka çare yok Bayan L/N."
"Bana güveniyor musun?"
Tereddüt etmeden cevap verdi.
"Bu nasıl soru? Tabii ki!"
Yūji kendine gelmişti. Gerçekler tokat gibi senin yüzüne çarparken, onun bundan, hatta hiçbir şeyden haberi yoktu. Masumiyetine gülümsedin, kaybedeceği masumiyetine.
Birbirinizi küçüklükten beri tanıyordunuz; o kadar güler yüzlü ve güzel bir çocuktu ki, onun kalbini kırmaya çok korkardın. Masum, saf ve temiz bir çocuktu Yūji. Küçüklüğünü, süslü ve güzel anılarla doldurmuştu; seni hep güldürmüş, eğlendirmiş, dertlerine ortak olmuş, üzüntünde seni teselli etmiş, ağladığında bir omuz olmuş ve sana çok değer vermişti.
Sen ise ilk hareketinde, ondan vazgeçmiştin. Ama bu onun iyiliği içindi.
Bahçeye çıktığınızda bir araç bekliyordu sizi. Üzerinde yazan yazıyı okuyunca kalbin tekledi. Umarım Yūji görmez.
"Bu... Bu araç da ne?"
Gözlerinin içine baktın, en derinlerine. Masumdu. Bunu o da istemezdi. Ama bir mahkumdu. Tanrının ona sınavı buydu. Acı çekiyordu ama iyileşmesi adına bunu yapıyordu.
"Bin. Arkandan da ben geleceğim."
Yūji bindi ve gitti. Sen ise, onun kokusunun, onun anılarının ve onun kahkahalarının sindiği bu evde hıçkırarak ağlamakla meşguldün.
Gelmedin, dedi adam içinden. Yūji, her şeyin farkındaydı. Salak değildi, panik atak geçirmediği zamanlarda da salak olmuyordu. Akıllı bir insandı zaten, her şeyi anlıyordu. Ambulansı da görmüştü, kapıyı da dinleyip tüm şeyleri duymuştu.
Hak ettiğini düşünmüyordu, o seni gerçekten sevmişti. Senin onu iyileştireceğini düşünmüş, bir daha ayrılmayacağınıza dair verdiğin söze sıkı sıkıya bağlanmıştı. Yūji sana güvenmişti.
Gözünden yaş akmıyordu, ağlayamıyordu ama kalbi paramparçaydı. Elleri bağlanırken arkasındaki cama döndü. Yūji anlayamıyordu zaten, neden ellerini bağlıyorlardı? O zorluk çıkarmıyordu ki.
Cama baktı. Uzunca bir süre, tanıdık bir arabanın korna çalarak gelmesini ve kendini belli etmesini beklerken, evden uzaklaştıkça içindeki umut azalıyordu.
Yūji başını önüne eğdi, salak değildi. Sadece umut etmişti.
"Gelmeyeceğini zaten biliyordum."
Telefonuna gelen bildirim ile irkildin. İndirdiğin haber uygulamasından gelen bildirimler bir yerden sonra canını sıkmaya başlamıştı. Çünkü her türlü haberi bildirim olarak atıyorlardı!
Tam onu silmeye yeltenirken, üzerindeki yazıyı okudun.
Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde Korkunç Kaza!
Habere tıkladın. Yūji gittiğinden beri onu hiç aramamış ve sormamıştın, çünkü onunla yüzleşmeye asla hazır olduğunu hissetmemiştin. Onu her an merak ediyordun ama onun durumunu kimseye soramayacak kadar korkaktın. Bu yüzden düşündün, belki de onun olduğu hastaneyle ilgiliydi bu haber.
"Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde Korkunç Kaza!
Dün gece saatlerinde, Sendai'deki bir hastanede korkunç bir kaza meydana geldi. Bir hastanın çıkardığı arbede sırasında bir kişi hayatını kaybetti, bir kişi de yaralandı.
İddialara göre, hastanın yatırıldığı günden beri durumu kötüye gitmişti. Doktorlar da bir süre önce, aslında hastanın iyileşme sürecini mahvettiklerini ve durumu daha da kötüleştirdiklerini düşünüyorlardı.
Hasta, dün gece ortalığı kırıp dökmüş ve panik atak geçirmişti. Eline gelen her şeyi yıkıp yerle bir eden hasta, kendisine müdahale etmeye gelen hemşirenin yüzüne camlar attı. Hemşirenin gözleri işlevini yitirdi ve yüzü tanınamaz hale geldi.
Kendi sinir krizini önleyemeyen hastanın yanına diğer hemşireler girmeye korktu. Doktorlar, hastanın geçirdiği krize karşılık ona sakinleştirici vermeyi denese de hasta çok kan kaybetmişti. Hasta, önüne geleni parçalarken, en sonunda stresten dolayı ilk önce beyin kanaması geçirdiği, sonra bilinç kaybı yaşayarak panik atak atlattığı, bu sürede beyin kanamasının daha da ilerleyerek hastayı öldürdüğü ortaya çıktı. Olayla ilgili soruşturma sürüyor."
Haberi okumayı bitirdiğinde bu hastayı merak ettin. Yūji... Olabilir miydi? Dehşetle etrafına bakındın, sanki onun olmadığını, onun yapmadığını, onun ölmediğini gösterecek herhangi bir şey ararmış gibi... Boğazından hıçkırıklar dökülüyordu.
Sonrasında ise, merakını dindiren o şey, senin çalan telefonundu.
"Bayan L/N? Siz misiniz?" diye sordu telefondaki bir kadın sesi. Sesin titreye titreye "Evet," demiştin.
"Öncelikle... Olanlar için çok üzgünüz Bayan L/N. Başınız sağ olsun. Lütfen gelip hastanızın cenazesini alın."
Telefon elinden düştü, bunların hepsi senin yüzündendi.
İyileşip gelmesini ümit ederken durumunu daha da kötüleştirmiştin. O gelince yapacaklarınızın listesini hazırlıyordun günlerdir. Lunaparka gidecektiniz, senin en korktuğun oyuncak olan ama Yūji'nin de en sevdiği oyuncak olan Gondol'a binecektiniz ama sen çok korkacaktın, indiğinde miden bulanacaktı ama Yūji, sana derin derin nefesler almanı söyleyecek, sana su içirecek ve seni güldürerek sakinleştirecekti, senin de mide bulantın geçecekti; sonra Dönme Dolap'a çıkacaktınız, orada Yūji'nin saçlarının renginde olan pamuk şekerlerden yerken, en üst katta sen Yūji'ye evlenme teklifi edecektin, o ise düşünmeden kabul edecekti, sen ise mutluluktan ağlayacak ve onu derin bir tutkuyla öpecektin.
Evlendikten sonra çocuklarınız olacaktı, saçları Yūji gibi olsun istediğin. Onun kadar konuşkan, onun kadar masum, onun kadar komik, onun kadar temiz çocuklar istiyordun.
Gözlerinden yaşlar akarken, hayallerinin güzelliğinde boğuluyordun.
Bunların hepsi senin yüzündendi.
"Tanrım al canımı, bunların hepsinin sorumlusu benim," dedin hıçkırıklarının arasından.
"Bunu ben de istemezdim. Böyle olacağını bilseydim, seni bile bile ölüme gönderir miydim?"
5 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing - 81. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 81: Şefkat Diyarı, Altından Beden Arzuyla Sıkıştırılmış
Onu duyunca genç askerin sırtı titredi ve dondu. Tereddütle döndü ama yaklaşmaya cüret edemedi. Önlerindeki durum zaman kaybedilmesine izin vermezdi ve onun tereddüt ettiğini görünce, Xie Lian’ın göğsünde öfke alevlendi ama zorla bastırdı. “Korkma, sana hiçbir şey yapmayacağım. Buraya gel, çabuk!”
En sonunda oğlan hareketlendi. Hızla Xie Lian’ın yanına gitti ama yarım metre ileride aniden durdu. Xie Lian sessizce bir nefes aldı ve elini ona doğru uzattı. “…Kalkmama yardım et, beni uzaklaştır.”
Genç asker inanılmaz dikkatli bir şekilde eline uzandı ve tuttu. Xie Lian ölümün eşiğinde, en sonunda tutunacak bir dal bulmuş bir adam gibiydi ve tüm bedeni anında gevşedi, oğlanın üzerine devrildi.
Şefkat Kokusunun derinliklerine batmıştı, vücut ısısı yükselmiş, bedeni yanıyordu. Ancak nedense oğlanın elleri de eşit derecede sıcaktı ve hatta belli belirsiz titriyordu.
Xie Lian bir süre ona yaslandı, gücünü topladı ardından nefes aldı ve kendisini ayakta durmaya zorladı. Kendisinden daha küçük birisinin onu tamamen taşımasını istemiyordu ama ancak onun yardımıyla acı verici birkaç adım atabilmişti. Uzaklaştığını görünce çiçek iblisleri arkasından seslendiler. “Hayır, Ekselansları, bizi bırakmayın! O sizi yolda bekliyor, eğer buradan ayrılırsanız, yolda ona rastlarsınız.”
‘O’ mu?
Xie Lian buyurdu. “‘O’ kim?”
O kişiden bahsederken Şefkat Diyarları bile korkar gibiydiler ve bir süre tereddüdün ardından, mırıldandılar. “O, ‘o’dur.”
Çiçeklerin hepsi başlarını salladılar. “O, ‘o’dur. Bizi buraya getiren.”
Bu kişinin adını veya kim olduğunu söylemeye cüret edemeseler bile, yarı ağlayan yarı gülen bir maske hemen Xie Lian’ın gözlerinin önüne gelmişti. “Demek istediğiniz eğer geri dönersem, sizi buraya eken kişi beni yarı yolda avlayacak, ama eğer burada kalırsam gelmeyecek, doğru mu?”
Çiçek iblisleri keyiflenmişlerdi ve gürültüyle başlarını salladılar. Xie Lian’ın göğsünde öfke alevlere dönüştü.
Böyle nefret edilesi bir durumun içerisinde, onu öldürmeden buraya hapsederek ne yapıyordu, onunla oyun mu oynuyordu? Neden sadece ölümüne dövüşmüyorlardı ki?
Kendisini toparladı ve öfkesini bastırdı. Görünüşe göre karşı tarafın onunla doğrudan yüzleşmeye niyeti yoktu ve sadece ruhani güçlerine zarar vermek istiyordu, onun gözden düşmesini ve inanlarını kaybetmesini istiyordu.
Çiçek iblisleri gerçeği söylemiyor, yalan söylüyor olabilirlerdi, ama düşününce her ne kadar bu oğlan ona destek olabilse veya sırtında taşıyabilse bile, yine de güvenli bir şekilde dönemeyebilirlerdi. Eğer karşı taraf yolda önlerine birkaç kadın çıkartırsa, durum daha bile kötü, daha utandırıcı olabilirdi.
Bir süre düşündükten sonra Xie Lian telaşlı bir nefes aldı ve gözlerini kapattı. “Beni şuradaki mağaraya götür.”
Genç asker talimatlarına uydu ve cesetlerle dolu yerlerden geçmesine yardım etti. Mağaranın önüne geldiklerinde Xie Lian’ın nefesi kesildi ve kısık bir sesle. “Dur.”
Küçük asker irkildi. Bir elini kaldırması bile Xie Lian’ın kontrolsüz bir şekilde sallanmasına neden olmuştu. “Kılıcın nerede?”
Oğlan ona sol koluyla destek oldu ve sağ kolunu kılıcını çekmek için boşa çıkarttı. Xie Lian elini uzattı, kol yenini yukarı katladı ve kolunun küçük bir kısmını açığa çıkarttı. Beyaz ay ışığı altında, en narin beyaz yeşim taşı kadar pürüzsüz ve soluktu. Oğlan aniden nefesini tuttu ama Xie Lian fark etmedi ve emir verdi, sesi hala kısıktı. “Sapla.”
Yıpranmış kılıcı tutan el anında düştü. Xie Lian teşvik etti. “Endişelenme, sapla sadece ve yüzeysel olmasın. Rün çizmem gerek. Elimde hiçbir ruhani silah yok, bu yüzden kan kullanmak durumundayım.”
Ancak genç asker karşı çıktı. “Ekselansları, lütfen benim kanımı kullanın!” ve kendi kolunu kaldırarak hiç kendini tutmadan kesti. Xie Lian aceleyle. “Gerek yok! Senin kanın…” Ama sözleri zamanında söyleyememişti. Derin bir bıçak yarası çoktan oğlanın kolunda belirmişti ve kan akıyordu. Xie Lian iç çekti. “Aah… sen… boş ver.”
Xie Lian’ın kanı paha biçilmez kutsal bir hazineydi, nasıl bir ölümlünün kanıyla kıyaslanabilirdi? Ama küçük askerin ne kadar içten olduğunu görünce, ona yaptığı şeyin anlamsız olduğunu söylemeye gönlü el vermemişti. Onun yerine şöyle söyledi. “Teşekkürler. Ama yine de güçlendirmek için benim kanıma da ihtiyaç var.” Böylece Xie Lian kılıcı aldı, titreyen elleriyle kolunun tam merkezini başarılı bir şekilde delebilmesi için birkaç kez denemesi gerekti. Kızıl kutsal kan, beyaz kolundan süzüldü ve mağaranın önündeki eğri çizgilere iki damla damladı, iki bariyer çizildi. Xie Lian bir yandan da oğlanın kanıyla bir kısmını karıştırmaya özen gösterdi ve rün tamamlandıktan sonra, sersemlik hissi güçlenmişti. “…Hadi içeri girelim.”
Mağaranın içi karanlıktı ve oğlan cübbesinden küçük bir meşale çıkarttı, yaktı ve ateş yoğun bir ışıkla etraflarını aydınlattı.
Genç askerin yüzü sargıların altına saklanmış, tamamı gizlenmişti ancak Xie Lian’ın endişesi rahatça görülebilecek şekilde ortadaydı. Soğuk teri parlak, saçları dağılmış, dudakları kırmızı ve şişti. Öncesinde kendi kılıcını kutsamak için dudaklarını ısırdığında bir kesik oluşmuştu. Ateş Xie Lian’ın gözlerine vuruyor, acıtıyordu ve ısı dalgaları da ona işkence ediyordu, bu yüzden Xie Lian hemen konuştu. “Ateş yakma, söndür.”
Oğlan anında küçük meşaleyi yere attı ve söndürmek için üzerine bastı, bir kez daha karanlığa gömülmüşlerdi. Mağaraya girmesine yardım edildikten sonra Xie Lian oturdu ve meditasyon pozisyonuna geçti. Bir an sonra zahmetle konuştu. “Senin için bir görevim var, yapabilir misin?”
“…” Oğlan yere diz çöktü. “Görevimi yapmak için hayatımı riske atmaya hazırım!”
Xie Lian acı çekerek ağır nefeslerini bastırdı ve güç bir sükûnetle konuştu. “Mağaranın önüne iki bariyer çizdim. Dış bariyer, içeriye hiçbir şeyin girmeyeceğinden emin olmak için; iç bariyer ise içerideki hiç kimsenin dışarı çıkmayacağından emin olmak için.”
Sessizce hava almak için iç çekti ve devam etti. “İki bariyer arasında bir kişinin durabilmesine yetecek kadar yer var. Orada kal ve mağaranın girişini gözle. Dışarıdan ne duyarsan duy, dışarıya çıkma. Aynı mantıkla; benden ne ses duyarsan duy içeriye girme.”
Oğlan biraz şaşırmıştı. “Ekselansları, burada tek başınıza mı kalacaksınız?”
“Evet.” Xie Lian. “Ne yapacağımı kestiremiyorum… Her şekilde, ne olursa olsun içeriye giremezsin.”
Bu şartlar altında Xie Lian gidemezdi. Ancak desteğin ne zaman geleceğini de bilemezlerdi, Qi Rong muhtemelen hala yolda bir yerlerde sendeleyerek gidiyordu ve kraliyet kentine geri dönüşü oldukça uzun sürebilirdi. Tek yapabileceği bu küçük yeri geçici olarak mühürlemek, koruyucular yerleştirmek ve Şefkat Kokusunu nasıl iyileştireceğini düşünmekti. Kulak tırmalayıcı bir sesle konuştu. “Çiçek iblislerinden doğan meyveler güçlü baştan çıkarıcılardır. Kısa bir süre sonra olgunlaşacaklar…”
Tam bu sırada, havadaki koku aniden arttı, sözlerine devam edemedi. O nazik etkileyici koku yerden gökyüzüne dek her yeri sarmıştı ve çiçek iblisleri kendinden geçmiş, tiz kıkırdamalarıyla ilan ettiler. “KÖKLERİM! KÖKLERİM SERTLEŞTİ!”
“Meyveler olgunlaştı!”
Fazlasıyla tatlı olan kokuyu içine çekerken Xie Lian kalp atışlarının hızlandığını ve beynine kanın hücum ettiğini hissedebiliyordu. Dişlerini sıktı. “Çabuk ol ve git! Kokuyu içine çekme ve eğer yaklaşırlarsa korkma. Kan çizgisini hiçbir şey geçemez, ama ayağın bariyerin içinde kaldığı sürece sen onlara kılıcınla saldırabilirsin.”
Oğlan dışarıya bakış attı, inançla başını salladı ve elinde kılıcıyla fırladı, mağara girişindeki iki kan çizgisinin arasındaki bölgeye yerleşmişti. Mağaranın dışarısında cesetlerle dolu sahada, çiçekli fundalıkların renkleri parlamıştı. Çalılık alan sanki her an yerden bir şey çıkacakmış gibi titriyordu. Kısa bir süre sonra, sahiden de bir şey dışarı çıktı – bir kadının başı!
Bu ‘kadın’ın başı toprağın altında filizlenmişti, yukarıda temiz havayı içine çekti ve sanki sevinçten sarhoş olmuş gibiydi, gözleri hilal şeklinde kısılıp kapanmıştı. Hemen arkasından yuvarlak pürüzsüz omuzlar çıktı ve arkasından bütün bir kol takip etti.
Şefkat Diyarı meyveleri köklerinin uçlarında yetişirdi. Meyveler olgunlaştığında, çeşitli kadın şekillerine bürünürlerdi.
Olgunlaşma vakti gelmişti ve sayısız çıplak kadın topraktan çıktı. Başlarındaki parlak kırmızı çiçekleri koparmak için kollarını kaldırdılar ve ay ışığıyla banyo yaptılar, vücutlarını doyasıya hareket ettiriyorlardı. Önceden kokuyu o küçük çiçekler yayıyordu, ama şimdi tatlı kokuyu salgılayanlar o çekici kadınlardı. Vücutlarında kalan toprakları silkelediler, saçlarını düzelttiler ve mağaranın girişine doğru yürüdüler, baştan çıkartıcı bir şekilde kıkırdıyorlardı. “Ekselansları, geliyoruz!”
Tatlı koku aynı zamanda mağaranın iç kısımlarını da boğacak kadar doldurmuştu ve Xie Lian nilüfer pozisyonunda gözleri kapalı bir şekilde oturmuş, zihninden ahlaki vecizeler söylüyordu. Ancak çok az faydası oluyordu. Çiçek iblisleri hiç utanmadan sesleniyor, bebeğim, aşkım, ge ge, di di gibi tanıdık kelimeler cıvıldıyor, her tür lakabı söylüyor, zihnini rahatsız ediyorlardı, bu yüzden Xie Lian yüksek sesle söylemeye başladı. “Beş görü körlüğe, beş ses sağırlığa, dört nala koşan avlar deliliğe, ender eşyalar engellere neden olur… sabırsızlığa karşın sükunet, sıcağa karşın soğukluk, sessizlik nihai erdemdir… nazik olanlar nezaketle karşılanır, nezaketsiz olanlar nezaketsizlikle…” Xie Lian kusursuz bir şekilde ezberlediği vecizeyi herkesin duyabileceği şekilde okuduğunun hiç farkında değildi. *ÇN: Di di, küçük erkek kardeş anlamında samimi bir hitap şekli. *ÇN 2: Söylediği vecizeler Laozi’nin Ethics Sutra (Tao Te Ching, The Book of the Way of Virtue) kitabından.
Mağaranın dışında, çiçek iblisleri alkışladılar ve kahkahalarla sataştılar. “Sevgili Veliaht Prensim, aşkım, bir tane ekselanslarım, keşiş değilsin ya, neden vecize okuyorsun – aaiiiihhyh!”
Aniden her yer çığlıklarla dolmuştu ve görünüşe göre genç asker tek kelime etmeden öldüresiye bir saldırganlıkla, kesiyor ve delirmiş gibi kılıcını sallıyordu, o çiçek iblislerini kovalarken onlar da ağlıyorlardı. “Katil!”
Bazıları uzaktan bağırıyordu. “SENİ LANETLİ KÜÇÜK VELET, GÜZELLİĞİN KÜÇÜK YOKEDİCİSİ! SENİN KALBİNDE BİR PARÇA ŞEFKAT YOK!”
“Korkunç, korkunç! Bu yaşta böyle hırçın! Tamamen büyüdüğünü bir hayal edin!”
Çiçek iblisleri aç yaratıklar gibi mağaraya girmek için birbirlerini itiyorlardı, ama hiçbiri başaramıyordu. Yerdeki kan rününü fark etmemişlerdi ve tıkanıklığın sadece oğlandan kaynaklı olduğunu düşünüyorlardı. Bir süre tartıştıktan sonra pek uzak sayılmayacak bir yerde toplandılar ve ona seslendiler. “Küçük ge ge, neden bizim içeriye girmemize engel olmak zorundasın? Kötü bir şey yapmayacağız ki, sadece ekselanslarıyla güzel bir vakit geçirmek istiyoruz!”
“Uslu ol küçük asker ve ekselanslarına iyi bir şeyler yapmamıza engel olma.”
“Bu küçük d idi çok kötü. Bu kadar genç ve körpe olması çok yazık. Muhtemel ‘iyi bir şeyler’in ne anlama geldiğini bile bilmiyor!”
Çiçek iblisleri bir diğer alaycı kıkırdama turuyla birbirlerinin üzerine düştüler ve Xie Lian gözlerini hafifçe araladı, sadece mağaranın girişindeki siyah gölgeyi görebiliyordu, oğlan elinde kılıcıyla, karşısında ölüm bile olsa kımıldamamaya kararlıydı. Aniden çiçek iblislerinden birisi konuştu. “Diyorum ki, küçük ge ge, sertleşmiş penis gibi orada durup kalma, ne yapacaksın ki? Neden buraya gelip biraz eğlenmiyorsun? Hangi türlerden hoşlanırsın? Benim tipimi sevdin mi?”
Genç asker hala cevap vermiyordu ve çiçek iblisleri eğer mağaraya girmek istiyorlarsa onu geçmek zorunda olduklarını düşünüyorlardı, bu yüzden hepsi kendilerini öne attılar, onu şımartıyorlardı. “Peki ya ben?”
“Peki ya bu? Benim türümü sevdin mi?”
“Bana bak, hoşuna gitti mi?”
Ancak ilk baştaki flörtler önce şikayete, nihayetinde ise lanetlere dönüştü, oğlan eğer uzaktalarsa onları görmezden geliyor ve eğer yaklaşırlarsa saldırıyordu. Xie Lian Şefkat Diyarlarının topraktan çıkmadan önce istedikleri şekle bürünebildiklerini biliyordu. Oğlanı uyarmak istiyordu ama şu anki ıstırap verici kötü durumu nedeniyle ağzını açmaya cüret edemiyordu. En sonunda o sıkıştıran ısı dalgaları geçtiğinde hızlı bir nefes aldı. “Onlara bakma…”
Sadece kafasına sıçrayan sıcak kanla bile mücadele etmek onun için çok zorluydu, bu yüzden Xie Lian’ın sesi korkutucu derecede yumuşak ve kısıktı, ama genç asker anında onu duydu ve karşılık olarak haykırdı. “EMREDERSİNİZ! Ekselansları, siz… siz nasılsınız?”
Xie Lian. “İyiyim. Eğer işler çok zorlaşırsa gözlerini ve ağzını burnunu kapat…”
Daha genç asker karşılık vermeye fırsat bulamamıştı ki bir diğer çiçek iblisi aniden kahkahalara boğuldu. “BULDUM! Küçük adam, iddiaya girerim sen böyle seviyorsundur!?”
Sanki yeni bir Şefkat Diyarı filizlenmiş gibi konuşmuştu. Ani bir ölüm sessizliği mağaranın dışarısını örttü. Genç asker de sanki nefes almayı bırakmış gibiydi.
Bir an sonra, çiçek iblislerinin yıkıcı kahkahaları Xie Lian’a doğru taştı, boğulacak gibi oldu.
El çırptılar ve tiz seslerle bağırdılar. “AAAAİİİYYY!! NE ADAM AMA! NE ADAAAMMMMMM!!”
“Aman TANRIM! Nasıl böyle oldu? DAHA İYİSİNİ HİÇ GÖRMEDİM HAHAHAHAHHA… BAKIN! VELET YERİNE MIHLANDI! EMİNİM DOĞRU BULDUK!”
“ÖYLE OLMALI! VE BEN DE GELMİŞ BU BOKTAN VELEDİN BİR KAYA OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORDUM. YANILDIĞIMIZI KİM TAHMİN EDERDİ! BU YAŞTA BU CESARET!”
“Sen kazandın, biz birer hiçiz! Ne dersin küçük adam? Hemen gel ve bu leziz görüntünün tadını çıkar!”
“Eğer bu diyardan ayrılırsan başka hiçbir yerde aynısını bulamazsın! Eğer şimdi fırsatı kapmazsan, sekiz yüz yıl boyunca hayalini kursan bile tadına bakamazsın! Ya da sana el uzatmamızı ister misin? Bu haldeyken… hiihiihiihiihii…”
Genç asker iyiden iyiye kızmıştı ve ses tonu buz gibiydi. “…SİZ, CANINIZA, SUSAMIŞSINIZ!!”
Bu sırada, mağaranın içerisinde Xie Lian da sınırına ulaşmak üzereydi.
Görüş alanı bulanmış ve kulakları çınlıyordu, artık düzgün bir şekilde oturamıyordu bile. Öne doğru yıkıldı ve çıplak elleriyle zar zor kendisini yere vurmaktan koruyabildi. Ama bu düşüş nedeniyle sıktığı dişleri ayrılmış ve hezeyanlar içerisinde, acı dolu, bitkin bir inleme dudaklarının arasından kaçmıştı.
 Çevirmen: Nynaeve
114 notes · View notes
uzerine-blog1 · 7 years
Text
düşünme-özgür irade mekanizması üzerine
ilk olarak iki hafta önce bir gece “… üzerine” ile başlayan, spotane gelişen birkaç yazı yazdım ve bunu neden devam ettirmiyorum, sürekli boş yapıyoruz bari biraz devam edelim de birileri bir şeyler öğrenir, ben de düşünme süremi arttırırım diye düşündüm. çünkü günlük yaşantı içinde düşünmek için çok az zaman bulabiliyoruz. gerçekten. çok fazla gerçekten diyorum ama gerçekten öyle(bununla ilgili 10. sınıfta geometri hocamla dalga geçiyordum, sonradan en sevdiğim hocalardan oldu. belki bununla bi ilgisi vardır-bu parantezi ilerleyen dakikalarda daha anlamlandıracağız.). neyse, araya parantez girince konu dağılıyor. düşünemiyoruz kankilerim. düşünemiyoruz. şöyle bi düşünün gününüzü. durdurun okumayı birkaç saniye ve düşünün. sabah kalktın, kahvaltı yapmadan elinde telefon instagram keşfet. hadi tuvalete gittin elinde tumblr reblogs, hadi bıraktın kahvaltı yapıyosun önünde televizyon alişan dilenciye para verdi. bıraktın bilgisayar. bıraktın telefon. E DÜŞÜNEMEDİN BÜTÜN GÜN. duşta bile telefonla oynuyoruz, müzik dinleyip dans ediyoruz. evet, müzik dinlemek de düşünmeyi zorlaştırmakta. kasapsan et doğrarken müzik işine odaklanmanı sağlar. kas gücü gerektiren işlerde yardımcı olur. ama zihinsel işlerde müzik… rezalet gerçekten.. düşünemiyoruz.
evet artık yazıyı biraz ittirelim. düşünemediğimizdendir bu seriyi devam ettirme kararı aldım çünkü insan klavyenin başına geçince düşünme aktivitesi hızlanıyor, ve süresi artıyor. şöyle ki, normal bir günde herhangi bir olay üzerine düşünme(anlık tepkilerden bahsetmiyorum, düşünmekten bahsediyorum.) taş çatlasın 5-10 dakikadır. o da sıçmaya giderken telefonu unutursun, global problemleri düşünürsün falan… peki bu düşünme mekanizması nasıl gerçekleşir? yani burda bi saniye durup sana mı kaldı lan bunu açıklamak göt denebilir lakin burda sadece bir yerlerden görüp okuyup izlediklerimi ve aklımda kalanları kendimce, okuyan olursa diye anlatmak istiyorum. yoksa kimseye pipimi gösterip bak benimki en büyük demek gibi bi derdim yok, olmadı.
nasıl gerçekleşiyor? bunun üzerine iki görüş var. (maddemizi sıralamamızı yapalım da havalı olsun biraz)
1) liberteryen özgür düşünce görüşü: verdiğimiz kararların tamamen bize ait, random ya da beynimizden çat diye çıktığını savunan görüş. örneğin öğle yemeğinde canınız dürüm çekti, aradınız marmaris büfeyi, hocam 2 dürüm dediniz adresi verdiniz geldi. canınız istedi, dürüm yemek istediniz. z raporu. bunu okuyunca aaaa bu benim işte diyebilirsiniz. şimdi diğerine bakalım
2)ağır deterministçi görüş: yaptığımız ve verdiğimiz kararların başlangıçtan beri filozof d’holbachın tanımıyla “unbroken chain of events” yani olayların devamlı bir zincir halinde sebep-sonuca dayanarak gerçekleşmesi. bir nevi kaderci bir görüş. izlediğim bir videoda oedipustan bahsediyordu kadercilik üzerine. oedipus(ödip)in anneli babalı hikayesini bulup bi okuyun. neyse, bunda ise verdiğiniz kararın öncesinde onu etkileyen bir sebebin olduğunu söylüyor. EEE BU DA BENİM?
insanoğlunun hayatı tarih boyunca çelişkiler üzerine gelmiş ve çelişkiler üzerine gelişmiştir. bu çelişkileri insanı bi şekilde araştırmaya itmiştir. sapiens kitaplarını okursanız çelişkiler üzerine birkaç örnek bulabilirsiniz, şu an kitaplığa gitmeye FAZLA ÜŞENDİĞİM için gidip sayfaları karıştırıp örnek arayamıyorum ama hatırladığım kadarıyla inandığımız dinlerde bile animizm çatışmaları çelişkileri var. oysa tektanrıcılık animizmi sevmez. bu başka yazının konusu. ama çelişki demişken değinmiş olduk. fazla değmeden devam edelim, iki görüşü de savunuyoruz gibi, ÇÜNKÜÜÜ ÇELİŞİYORUZZZ :) end of the story.
şimdi bu çelişkiler insanoğlunu haliyle düşünmeye itmiş. çünkü içimizde içgüdüsel olarak bi ben kararlarımı özgür veriyorum düşüncesi var lakin bunun KOOOSKOCAMAN BİR ARKA PLANI VAR. mesela einstein reyis bile demiş bunu. bi alıntı yapalım da yazımız seksileşmeye devam etsin;
“pipomu yakmak istediğimde bunu hissediyorum ve yapıyorum da. ama bunu nasıl aklın özgürlüğüyle bağıntılandırabilirim? benim bu pipomu yakma istencimin arkasında ne yatıyor? başka bir istenç, irade eylemi mi?”
haydaaaa.. girdik yine bilinç altına, geçmiş deneyimlere… hemen burda libet deneyini anlatmak istiyorum. çünkü bu istençlerin arkasında beyinde bir aktivite dönüyor ve bilinç dediğimiz şey aslında birtakım nöron. (çok fazla materyalistik konuşuyoruz belki maneviyat tayfa bize kızabilir ama lütfen kızmasınlar.. kavurma yiyip sakinleşsinler hemen… biraz da soda için.. oohh)
anlatacağımız deneyin ana fikri şu, bi odaya üç beş insanı sokuyolar, istediğiniz bi anda elinizi kaldırın diyorlar. ve kaldırırken saate bakın ve ne zaman karar verdiğinizi not edin diyorlar. ve beyinlerine takılı olan alet sayesinde beyin etkinlikleri takip edilebiliyor. veeeeeeeeee ACAYİP Bİ SONUÇ ÇIKIYOR ORTAYA.
ELEMANLAR ELLERİNİ KALDIRMADAN 350-400 MİLİSANİYE. BAK MİLİ. MİLİSANİYE ÖNCE BEYNİN ELİ YÖNLENDİREN BÖLGESİNDE ETKİNLİK TESPİT EDİLİYO. hobaaaaaaaaaaaaa. ee o zaman sen dürümü ısmarlamadan önce de bir şeyler oluyor ve nöronlar dürüm istediğine karar veriyor. bunlar da geçmiş yaşantına bağlı. gerçekten. gerçekten demişken benim de gerçekten dememi beynimde bi şeyler tetikliyo ve bunu etkileyen de 10. sınıfta geometri dersinde duvar kenarında dizimi sıraya dayamışken hocanın gerçekten demesiyle taşak geçmemiz ve hocanın bize ayar çekmesi oluyor. o zaman özgür düşüncemiz yok ve ikinci seçeneğe dalıyoruz hepimiz.
ama seçeneklerimiz var diye hissediyoruz? dürüm yerine başka bir şey seçebilirdim. çin yemeği ısmarlayabilirdim. çünkü öyle istiyorum. deterministik görüşte seçenekler yok. istediğimizi yapıyoruz yani.
yine bi geçmişten deneyli bi örnek verelim. doktorun biri elektrodla epilepsi hastasını tedavi ediyor elektrik yollayıp. adamın kolunu yönlendiren beyin merkezini görüyor ve elektrik yolluyor, haliyle kol hareket ediyor. adam hastaya soruyor neden hareket ettirdin diye, adam İSTEDİĞİM İÇİN diyor. haydaaa. yine üst paragraf boşa çıktı. elektriği önceden yolluyor, istediğimizi yapmıyoruz, yaptığımızı istiyoruz.
doktor beyin adı da roth. roth açıklıyor ki, eylemlerimiz için aldığımız kararlar bilinçaltımızda. ama bu olaylar incognito(gizli) bi şekilde işlediği için anlamıyoruz. yani invisible causes var ortada. tabi amınakodum insanları da BEN BEN BEN diyo. hep ego mınakoyim.. hep bilinç.. hep büyük biziz.. hee sensin he… lan yine sosyopsikolojik mesajları bilimle harmanlayıp verdim… ah ulan türkom ahhhh..
bu invisible causes(görünmez nedenler)i biraz açarsak ve deterministik görüşü sabitleştirirsek;
nöronlar beynimizi beynimiz biyolojik sistemimizi ve biyolojik sistemimiz (hormonlar kemikler falan) fizyolojik yaptığımmız hareketleri etkiliyor. ve bunların hepsi sebep sonuca dayanıyor. birinin özgür diğerinin deterministik olması mümkün değil.  araya bir örnek sıkıştırayım mesela;
-mesela sabah kahvaltıda yumurta yiyeceğiz. mantıklı olarak beynimiz neden yumurta yiyeceğinin inancını düşünüyor ve proteinli ve sağlıklı olduğunu alıyor arşivden, yumurta tutkumuzun spordan geldiğini ve kasları besleyeceğine inanıyor. son olarak hararetimiz de şöyle haşlayalım yumurtayı kayısı kıvamında yiyelim diyor ve yumurtayı haşlamaya başlıyoruz.. ama biz farkında değiliz ve direk fiziksel dünyaya dalıyoruz. nöronlar elektrikleşmeye devam ediyor. biz de devam edelim-
fiziksel dünyanın deterministik(rastgele olmayan) olduğuna inandığımızdan özgür iradenin illüzyon olduğu sonucuna rastlıyoruz. mesela burda da rastgele değil diyoruz ama yukarda bir sürü materyalist şey söyledik. hem inançlı hem inançsız bi çelişkiler çerçevesinin içindeyiz. nerden baksan ahmakça…
belki de bize özgür irade olarak göstermesini de beyin sağlıyordur.. belki de özgür iradedir ve hepsi yanlıştır… hep şüpheye düşüyoruz hep bi ayağımız çukurda…
bu özgür iradenin de nasıl oluştuğuna dair fikirler var; toplumun ve nasıl yaşadığımızın çevresinin etkisi büyük bunda. işte dizilerde herkesin odası var, sonra kalbinin sesini dinle istediğini yap mottoları her yerde. insan da neye inanacağını bilmiyo çorba gibi bi devirdeyiz amınakoyim. hep rb rb rb nereye kadar..
ama bunda da millet haklı, yani bi şekilde insanı eylemlerinin sorumluluğundan ve özgür iradeden sorumlu tutmalılar çünkü o zaman suçluluk olayı kalmaz ve adalet-anayasa sistemi komple çöker. BEN YAPMADIM SİZ YAPTIRTTINIZ diyenler haklı çıkar(belki de haklılar) da ortalığın anası sikilir. belki böylesi doğrudur yani… doğru olmasa da gayet güzel(gayet güzel olmasa da) yaşıyoruz yani. düşünmek için yer zaman buluyoruz, okuyoruz araştırıyoruz ve ben bu yazıyı kafamı dinleyerek rahatça yazabiliyorum. kıymetini bilmek gerekir.
kıymetinizi bilin, düşünün arkilerim.
bu arada, sona gelmişken birkaç şey söylemek istiyorum. konuyu araştırırken kullandığım bütün kaynaklar ingilizceydi. internette ingilizce çok fazla kaynak var ve araştırırken size çok fazla yardımcı oluyor. konuyla alakalı farklı şeyler okumak isterseniz google’da FREE WILL IS AN ILLUSION yazmanız yeterli olacak. türkçesini aratınca ingilizce asıl kaynaklardan çevrilmiş birkaç blog  yazısından falan başka bir şey bulunmuyor. (bu yazı da ingilizce kaynaklardan okuduğum ve anladığımı süzgeçten geçirip yazmak üzerine zaten.) ki bütün yaşamımız böyle. bu şekilde düşüncelerimizi hiçbir zaman bizim olmuyor. ordan burdan… süzgeç bizim diyebiliriz ama yine de %100 bir saflık yok hiçbir zaman.
ingilizce öğrenin, araştırmalarınızı ingilizce yapın. ingilizce şeyler okuyun ki daha güzel kaynaklara erişin canlarım. ben ara ara yazacağım, neredeyse 1 saattir üzerine düşünüp toparladım yazıyı. umarım düzgün olur ve beğenirsiniz. öğüdümüzü de verdik oh.
son olarak, deterministik görüşe göre sebep sonuçsal bi sonsuz zincir var ve elbet bir başlangıcı olmalı bu serinin.(allahı kanıtladık lan ayak üstüsdkljs) bu da belki evrenin doğuşunu ve eylemlerin başlangıcını açıklar bilimsel olarak… ya da herkes müslim olur ve arap şeyhlerini mutlu eder kim bilir…
teşekkürler buraya kadar dayanan varsa.. uzun süredir aklımda olanları araştırıp toparlayıp yazıya döktüm. umarım bi nebze bir şeyler hissedersiniz. son..
4 notes · View notes
fezaneverd · 7 years
Text
13 dal winston soft,4 tuborg shot’
böyle onlarca saçma sapan yazı yazdım, çokça döktüm karanlığımı masaya lâkin her zaman zor oldu benim için ilk cümleyi karalamak. hiç anlamlandıramamışımdır sonlara bunca alışkanlığım olmasına rağmen, başlangıçlara karşı tedirginliğimi. belki bir şeylere başlamayı bilmediğimden, belki başlayan her şeyin bir şekilde son bulduğundan. yani şimdi binlerce cümle, onbinlerce kelime dizilse de buraya sonu gelecek bu yazının. nasıl olur bu son, meçhul. lâkin mutlu bitmez, çünkü sonu olan bir şey, mutluluğun silüeti olmaz. yani bende şimdi böyle konuşuyorum ama neyi anlatacağımı da bilmiyorum. ne seni, ne de kendimi yazabilirim artık. fakat karnımda, sol göğsümün biraz altında ki kısımda bulunan bu çürümüşlük hissini bir süreliğine dindirmek için bir kaç cümle kurmam gerekiyor. bu bana kalan şeylerden birisi. bir tür işkence. dedim ya; ne seni, ne de kendimi yazabilirim artık. kaldı ki ben bir seni, bir de şu içimde ki kör karanlığı yazardım. yani şimdi ben bir yolda yürümeliyim fakat ne bir yol var ortada, ne de ben biliyorum yürümeyi. anladın mı? hayır mı? evet mi? bilmiyor musun? boş ver. önemli olan anlaşılmam değil, önemli olan duyulmam. beni duy. bilme dilimi. bilme cümlelerimi. ama duy. neden mi önemli? bilmiyorum. şu sıralar bir çok sorunun cevabını bilmiyorum. binbir soru yankılanıyor beynimde ve hiçbirine bir cevap bulamıyorum. soruların içinde kayboluyorum. ve en garip taraflarından biri de, artık bir cevap aramıyorum. bu belki pes etmişliktir, emin değilim. fakat pes etmişlik değilse eğer, pes ediyorum. bu bir savaşsa eğer, savaşacak gücüm kalmadı. çok yorgunum. seni sevmekten çok yorgunum. pes ediyorum. seni sevmeye pes ediyorum. insanlar buna ''vazgeçmek'' diyorlar, bunun adına yüzlerce şarkılar, şiirler, sözler yazmışlar, ağıtlar yakmışlar fakat bu vazgeçmek değil. sahip olmadığın birinden vazgeçemezsin. demiştim ya bir kaç kez ‘’bir ev yıkılmaya en sağlam parçasından başladı ve ardından etraf toz duman. ben o enkazın arasında kaldım. altında değil bak, arasında. şimdi ben bu göçüğün parçalarını ellerimle tekrar toplayıp yaşanılabilir bir hâle getirebilsem de, hayallerimi yeniden tamir etmeye gücüm yetmez. bunun farkına vardım az önce. bakma öyle.. velhasıl bende bir iki müzik dinler, bir kaç sigara içer, bağırır, çağırır, ağlar, sonra siktir olup giderim burdan. sen olurum biraz.’’ diye. sonrası geldi. müzikler dinledim, bir ton sigara içtim, bağırdım, çağırdım, ağladım. şimdi sen olup, siktir olup gitme vakti. hatıra olsun diye bir taş parçası almayacağım yıkılan duvarlardan. çünkü her parçasına, boşluk kalmayacak şekilde fotoğraflar asılı o duvarların. şimdi alırsam o taş parçalarından birini, sonsuza kadar taşırım. sonsuza kadar, bir daha yanyana olamayacağın bir insanla aynı yerde bulunuşumu izlemek, pek sevimli gelmiyor benim için. gözlerimi kör edeceğim. sağır edeceğim yüreğimi. hani zaafım olan yanlarım var sende, yok edeceğim. sevgim kalır fakat, bir anlamı da yok bunun. ne senin için, ne de benim için. nasıl desem, seni sevmeyi sevmiyorum artık. belki de en çok bundan, kendimi sevmiyorum. biliyorum ben böyle bundan, bunlardan bahsediyorum sana ama bir önemi olmadığını biliyorum senin adına. fakat karalamalıyım bu değersizlikleri. işkencemi gerçekleştirmeliyim. bu işkence kalacak bende bir tek. gururla taşıyacağım göğsümde. soran olursa eğer, insan diyeceğim,, gerçekliği sevmeli. ölümü.. bir tek bunda pes etmiyorum. bir tek bunda savaşım devam ediyor. ölümü sevmeyi seviyorum. belki de en çok bundan, kaçırmıyorum işkence seanslarımı. uyumuyorum hiçbir gece. son ses dinliyorum her şarkıyı. hep gök kubbeyi izliyorum. hep adımlarını attığın kaldırımlara çarpmamaya dikkat ederek gidiyorum bir yerlere. eğer bir cigara yakarsam o kaldırımların üzerinde, dumanın o yöne gelmemesine dikkat ediyorum. iki kişilik yapıyorum kahveyi. böyle herkesin gözlerine bakıp yeni film sahnelerini arıyorum, bulursam en büyük yarayı edineceğim çünkü. sevildiğimi sandığım vakitleri getiriyorum renksiz gözlerimin önüne. ellerimin kokusunu içime çekiyorum devamlı. var gücümle savaşıyorum yaşamakla, yokluğunda. yani ben şimdi bu göçüğün üzerinden ayaklanıp nereye gidersem gideyim, biraz da ben enkazım. eksiğim. yarattığın deprem de bir parçamı yitirmişim. ama öyle elimi, kolumu, parmaklarımı filan değil. ya kalbimi, ya zihnimi.. olmaz da, olur da dönersen o yıkığın olduğu yere, o parçamı bulup; parmak uçlarınla kır. tekrar tekrar. her yanından. oraya küllerim savruldu biraz. onların üzerine koy sonra. eğer nerdesin filan diye sorarlarsa ‘’nerde olduğumun bir önemi yok, çünkü parçam yok.nerde olursam olayım, beni asla tamamen göremezsiniz’’ diyeyim. 
külüm ve çok canım yanıyor, evet. garip değil mi? değil. külüm, fakat hala sıcağım. bir küle göre fazla sıcağım. senin yangınından çıkmayım, bundan. bu herkese bahşedilmez öyle. herkes giremez senin alevlerinin ortasına. herkes maruz kalamaz depremlerine. bana bunlara katılma hakkı verdiğin için teşekkürler. bunlarla iftihar ediyorum. bak diyorum böyle böyle, gördün mü hiç böylesini? gördüm diyorlar da yalan hepsi, inanma. en büyük yangın seninki. en büyük deprem seninki. en büyük kurşun seninki. sen gördüğüm tek ve en ünlü katilsin. ve onlar seni bilmiyorlar. çünkü asla tamamen anlatmadım seni. kimse bilmez böyle büyük marifetlerinin olduğunu. yalan söylüyorlar, göremezler, inanma. hazır inanma demişken, hiçbir şeye inanma. tanrıya inanmayı filan kast etmiyorum. hiçbir söze, hiçbir kelimeye, hiçbir cümleye, hiçbir gülüşe, inanma. inançlar öldürür sonra. biliyorum, iliklerimden. hani biri çıkıp gelirde derse eğer ‘’seni benden başkası bu kadar sevemez’’ filan diye, ona lütfen inanma. beni hatırla. farkındayım çok büyük bir şey istiyorum. hep çok büyük şeyler istedim. gitme istedim mesela. kal istedim sonsuzuna dek. biliyorum, hep çok şey istedim. belki de kabul bulmaması, haddimi aştığımdandır. böyle büyük dualara avuçumu açtığım için özür dilerim tanrım. fakat başka bir seçeneğim yoktu. önüne geçemedim tanrım. tamam beni sen var ettin ama, ben bu var oluşu ona adadım. kaç yazar şimdi açtığım avuçlarımı bir bir geri alsan benden. diyeceğimi dedim çoktan, dileyeceğimi diledim. yanacağımı yandım, kanayacağımı kanadım. kaç yazar şimdi dilimi kessen ağzımdan. işte bende bunu karalıyorum ama bir sonu olsun istemiyorum. bir son daha görmek istemiyorum. lâkin kaçışı yok, olacak bir şekilde. son buluyor her şey. son buluyormuş. öğrendim. biliyordum önceden de kör olmuştum buna. böyle var olan tüm inancımla tutunduğumdan bazı şeyleri görmezden gelmiştim. aptallık mıdır bu yaptığım bilmiyorum. pişman da değilim açıkçası. yani şimdi bir daha olsa, yeniden yapar mıyım bilemem ama bir şeyin biteceğini bile bile de yürüyemem artık. kaldı ki yollar hep biter bir şekilde. ya uçuruma çıkar, ya çıkmaza, ya bir mekana. hani biz hep o yollarda ölene dek yürümek istedik ama bir şekilde de hep sonunda bulunduk. yani seninle gidilen bir yolda ya yol son buluyormuş, ya da düşler. tamam ben şimdi seni her gün uyuduğumda görüyorum ama düşlerim yok. kâbuslarım var. psikolojik travmalarım var. solmuş papatyalarım var. bu papatyaların karşısında büyüttüğüm nilüfer’ler var. istemediğim yüzlerce şey var lâkin istediğim tek şey yok. olsun. öyle olacağı varmış. öyle öleceğim varmış. tanrım, benim omzuma kaldıramayacağım yükleri koydun. canın sağ olsun.
4 notes · View notes
horecakurumsal-blog · 5 years
Text
Yeme İçme Sektöründe Pazarlama
Tumblr media
Yeme içme sektöründe pazarlama hakkında bazı ince konulara dokunacağız. Bu yazıyı okuyacak olan pazarlamacı arkadaşlara öncelikle şunu söylemeliyim. Yeme içme (HORECA) sektöründe pazarlama teknikleri ve yaklaşımları temel prensipler bakımından aynı gibi görünse de kendi parametreleri ile gerçekleşir. Sektörün en etkili pazarlama elemanları garsonlardır. Dolayısıyla yeme içme (HORECA) sektöründe pazarlamacılar sektöre has bir isimle isimlendirilir. GARSON. Yeme içme sektöründe 3 çeşit pazarlama vardır. İç pazarlama Dış pazarlama. Müşteri pazarlaması (Gizli Pazarlamacı)
İç Pazarlama
İç pazarlama; işletmenize gelen müşterilerinize yönelik yapılır.  Sırasıyla yazacak olursak 4 aşamada gerçekleşir. Karşılama, sipariş alma, servis ve sunum. İç pazarlamanın etkin ve en değerli pazarlamacısı garsondur. Tecrübe ve müşteriye yaklaşımları cironuzu ve garsonun bahşişini etkiler.
Dış Pazarlama
Dış pazarlama; işletmenize müşteri kazandırmaya yönelik yapılır. Sırasıyla yazacak olursak 3 aşamada gerçekleşir. Special menüler, kampanyalar ve sosyal medya yayınları. Dış pazarlamanın etkin öğeleri işletme müdürü ve şube müdürüdür.
Müşteri Pazarlaması (Gizli Pazarlamacı)
Müşteri pazarlaması; işletmeniz tüm etkin öğeleriyle birlikte memnuniyet oluşturduktan sonra yeni bir pazarlamacı kazanırsınız. O da müşterinizdir. İş dünyasında bir söz vardır “iş, işi getirir” derler. Yeme içme sektörü en hızlı dönüş alacağınız sektördür. Müşteri, müşteriyi getirir.
İç Pazarlama Hakkında
Müşterinizin işletmenizden içeri adım atmasıyla başlar ve bir daha bitmez. Neden bitmez? İyi ağırlanan bir müşteri ikinci sefer gelebilmek için vakit kollar. Hepimiz böyle değil miyiz? Lezzetinden ve hizmetinden memnun olduğumuz yerde kafa dinlemişsek ve iyi vakit geçirmişsek tekrar aynı yere gitmeyi isteriz. Öyleyse müşterilerinizi iyi ağırlayın ki; işletmenizi pazarlasınlar. İç pazarlamada garsonlar en etkin pazarlamacılardır demiştik. Örneklendirelim. Müşteriniz geldi ve kararsız, ana yemek tercihlerinde tavsiyelerde bulunurken salatayı teklif ettiyse 1 puan aldınız demektir. İşletmenizde ayda 7000 adet ana yemek satsanız 7000 adet de salata satarsınız. Ana yemek grupları ciddi ekipman ve personel yatırımı isterken,  salatada ise az yatırımla yüksek kar elde edersiniz. Salatanın maliyeti nedir ki? Sırada meşrubat seçeneği var J İşletmeler için en karlı meşrubat seçeneği kendi bünyesinde yaptığı açık ayran, sıkma portakal, el yapımı limonata gibi içecekler başlıcalarıdır. Ben de şahsen gittiğim mekanlarda bunları tercih ediyorum. Maalesef katkı maddesi olmayan ürün neredeyse kalmadı. Açık ürünleri bu yüzden tercih ediyorum. Limon, su, şeker…limonata. Yoğurt ve su…ayran portakalı sıkınca suyu çıktı bile… Tatlılarınızı teklif etmeden önce dolaba iyi bakın. Belki elinizde kalmamıştır. Siz olan tatlıları teklif edin ki, beklemediğiniz yerden soru gelmesin. Müşteri istediğinde ‘yok’ çekmek kadar kötü bir pazarlama olmaz. Dolaba bakmazsanız olmayan ürünü teklif etmiş olabilirsiniz. Belki de ürün vardır ama satış esnasında gözden kaçmış ve dolaba yenisi getirilmemiştir. Evet olabilir. İnsanın olduğu yerde hata vardır. Tüm mesele otokontrol sağlayarak, birinin gözünden kaçanı öbürünün takibi ile hataları sıfıra indirmek. Bunların hepsi satışınızı etkileyen olumlu olumsuz pazarlama etkenleridir. Eğer işletmenizde çay ve kahve ücretli değilse mutlaka ikram edin. Müşteri içmese bile ‘çayınızı getirdim’ diyerek masasına bırakın. Bırakın ki, gönlü hoş olsun. İçmezse kaldırırsınız, çok zor değil. Çay ve kahve gibi ürünler ücretli ise müşterinin hesabına bakarak ikram edin veya indirim uygulayın. 3 TL’ye çay satılıyor. 140 TL’lik hesaba  4 çay ekleyip 150 TL hesap almak varken alamadığınız 2 TL’nin peşine düşmeyin. Bir çayın maliyeti 50 kuruş bile değil. Hiçbir şey kaybetmezsiniz. İşletmecilik tüyosu veriyorum. Bakın ikram ettiğiniz ürünleri menü satış fiyatınız üzerinden değerlendirmeyin. Çok büyük hata edersiniz. Mesela bir künefe 10-12 TL ama maliyeti 5 TL kadar. 4 kişi gelmiş 140 TL ve üzeri hesabı var. İkram ettiğiniz veya indirim uyguladığınız tatlı size ayak alışkanlığı sağlar. 4 künefe 40 TL yapar. Toplam hesap 180 TL olur. 175 TL hesap alın. İlla ki yapın demiyorum. Yaparsanız da maliyeti üzerinden değerlendirin. Müşteri geldi, yemeği yerken boşları müsaade istemeden toplamayın. ‘Kalk git’ demek gibi olur. Evet herkes boşların toplanmasını ister ama bazı müşteri istemez. ‘Müsaadenizle boşları alıyorum’ demekten geri durmayın.  Müşteri kalkıp çayı kahveyi başka bir mekanda içer tatlıyı da yemez.
Dış Pazarlama Hakkında
İşletmenizde çocuk oyun grubu koyabiliyorsanız muhakkak yer ayırın. Anne babalar çocuklarının oyun oynayabildiği mekanlarda yemek yemeği tercih ederler. Oyun grubunu ölü yatırım, çocuk gürültüsü olarak görmeyin. Bu sektör böyledir. İnsana hizmet etmek vardır. Evde cenazeniz olsa yüzünüz gülmelidir. Yüzünüz gülmüyorsa lütfen yeme içme sektöründe çalışmayın. İşletmenizi turizm acentelerine pazarlayın. Menü içeriği, özel fiyat uygulaması, komisyon ve en önemlisi lokasyon… havalimanı, vapur iskelesi, turistik mekanlar ve otopark seçenekleriyle birlikte pazarlanmalıdır… İşletmenizdeki grup yemekleri ve toplantıları, organizasyon sahibinden müsaade isteyin ve izin verirse sosyal medya hesaplarınızda paylaşın. Müşterinizin mahremiyetine saygı gösterin. Paylaşımlarınızı etiketleyerek yapın.
Müşteri Pazarlaması Hakkında
İşletmeler konseptine göre müşteri memnuniyeti oluşturur. Bazı işletmelerde dekorasyon, bazı işletmelerde oturma takımlarının rahatlığı, bazı işletmelerde servis süresi, bazı işletmelerde müziğin cızırtısız hatta Wifi performansı bile müşteri tarafından değerlendirilir. Hitap ettiğiniz müşteri kitlesi hizmet edilmesini istiyorsa iyi bir şekilde ağırlamalısınız. Fakat işletmeniz self servis ise pişirme süresini kısaltarak hizmet sunarsınız. Hitap ettiğiniz müşteri kitlesi “gelgeç” diye tabir ediliyorsa alışveriş hızı ile hizmet sunarsınız. Bu bağlamda hangi konsepti uygularsanız uygulayın, müşteri memnuniyeti işletmenizin müşteri pazarlamacısını oluşturur. Yeme içme sektörüyle ilgili her zaman şunu söylerim. Siz istediğiniz kadar “şikayet formları” adı altında memnuniyet anketleri oluşturun. İstediğiniz kadar sms yoluyla özel günlerini kutlayın. İnsanlar memnuniyetlerini ve beğenilerini işletme müdürüne veya garsona “helal olsun çok güzeldi” , “harika bir sunumdu” , “müthiş bir yemekti” diyerek yüzünüze karşı söylemez. Nasıl söyler? Eğer ikinci kez geliyorsa “teşekkürler” demektir. Üçüncü kez geliyorsa “çok güzeldi” demektir. Dördüncü kez geliyorsa “harikaydı” demektir. Arkadaşlarını da getiriyorsa “helal olsun adamlar işi biliyor” demektir. Genel itibariyle anlattıklarımı iktisadi idari bilimler fakültesi mezunu biri okuyacak olursa "marka, tanıtım, pazarlama, satış ve müşteri memnuniyeti" başlıkları ile ayrı ayrı ele almam gerektiğini düşünecektir. Sıcak satışın hızlandığı ve pişirme sürelerinin kısaldığı bir alışveriş ortamında "marka, tanıtım, pazarlama, satış ve müşteri memnuniyeti" başlıklarından oluşan bir bilimsel tanımlamaya yeme içme sektöründe "servis ve sunum" olarak isimlendiriliyor. Bunları yaparsanız satış rekorları kırarsınız demiyorum. Ancak bunları dikkate aldığınız takdirde sektörde en az 2-3 yıllık bir çalışma deneyiminiz varsa hızlı mesafe kat edeceksiniz. Yeme içme sektöründe kariyer yapmak istiyorsanız veya işletmelerde yahut franchise veren şirketlerde genel müdürlüğe bağlı çalışıyorsanız ya da sektörün yatırımcıysanız bildiklerinizi disiplin altına alacağınızı rahatça söyleyebiliyorum.   Ömer Ali Altıntaş Read the full article
0 notes
onurckmak-blog · 6 years
Text
Aşkın Gözü Kör Diyorlar
Kim diyor onu? kim diyorsa çıksın da bir konuşalım. Madem aşkın gözü kör,ben neden onun terk edişini seyretmek zorunda kaldım? Aşkın gözü kör falan değil arkadaş. Kör olsaydı ben ne beni terk edişini görürdüm ne benden gizli başkalarıyla mesajlaştığını ne beni aldatmasını ne de aslında başka birine aşık olmasını.Ben her şeye olumlu bakan biri değilim kimsede bana Polyannacılık oynamasın. Hayatımda bir kere aşık olmuşumdur onda da her şeyi gayet net gördüm. Ama kendi kendime çok dua ettim ne olurdu aşkın gözü gerçekten kör olsaydı diye. O zaman hepimiz mutlu olurduk değil mi ? Hiç değilse terk etmesini izlemezdik. Benim gözümün içine baka baka ‘’Bitti Artık’’ dedi arkasını döndü. Ben daha ağzımı açmadan ‘’Lütfen bir şey deme işleri daha da zorlaştırma’’ dedi. ‘’Gitme’’ bile diyemedim. Sen olsan zorlaştırır mıydın işleri ? Yinede çabalar mıydın son bir konuşma için mesela ? ‘’Ama ben seni çok seviyorum’’ der miydin ? Ben demem Yani diyemem utanırım. Biri artık beni istemiyorsa içindeki her şey tükenmişse bana karşı nasıl diyebilirim ki? Bir iki adım attı zorladım kendimi Gitme dedim zorla da olsa diyebildim. Gitme demek çok zormuş biliyor musun ? İlk kez o sahilde anladım bunu. Sırtıma kocaman bir yük bindi afalladım sarsıldım taşıyamadım o kelimeyi. Şeyi fark ettim bir de. Ben gitme dediğimde o benden bir iki adımdan çok daha fazla uzaklaşmış. O kadar çok izlemişim ki yürüyüşünü.. Saçlarını..Adım Adım uzaklaşmasını.. Fark edememişim ne kadar uzaklaştığını beni duymayacağını bile anlamamışım. Kabul. Gerçekten kabul.Aptalım ve ben bir aptal olarak onun benden uzaklaşmasını aşkla seyrettim. ‘’Teşekkürler’’ dedim kendi kendime hiç değilse yüzüme karşı söyledin. Sırf bunun için bile aşık olabilirdim ona çünkü giderken izin verdi bana son kez, seyretmeme, kokusunu son kez duymama izin verdi. Çünkü ben o olmadan da onu sevebilirim bu aşkı yaşatabilirim. O uzaklaştı ben gölgesi kaybolana kadar izledim. Bir taksi çevirdi elini kaldırdı. Elini kaldırdığında bana eskiden beni görünce el sallamalarını hatırlamam için izin verdi aslında. Teşekkür ederim. Sevgilim.. Sonra taksiye bindi. Kapıyı kapattığı anda çıkabildi ağzımdan gitme kelimesi şimdi fark ediyorum ancak o zaman gitme diyebildiğimi. Zaman varken gitme diyebilseydim avazım çıktığı kadar bağırabilseydim gitme diye acaba kalır mıydı ya da tersler miydi beni ? Bunu asla bilemeyeceğim. Olsun.Canın sağ olsun. Bana bıraktıkları yeter. Onu hissettim en derinimde sevdim. Sesini duydum gülüşüne dalıp gittim gözyaşlarına dokundum. Giderken saçlarının nasıl dalgalandığını izledim. Elini kaldırdı o güzel anılarım canlandı. Hiç değilse bunları yaşadım, yaşayabildim. Eve geldim,bir sigara yaktım. Şunu sordum kendime... Aşkın gözü kör olsaydı ben tüm bunlardan mahrum kalsaydım şu an onu unutmuş olmaz mıydım ? Unutulacak bir kadın değildi o, benim de gözlerim kör değildi. Hepsi bu.
0 notes
Text
Axess 2017 sevgililer günü %14 hediye chip para kampanyası kampanyalar ve indirimler
Axess kredi kartı sevgililer gününe özel kampanyasında %14 chip para hediye fırsatı sunuyor. Axess 2017 sevgililer günü kampanyası kapsamında 14 Şubat tarihine kadar giyim, elektronik, restoran, kuyum,kozmetik sektörlerinden yapacağınız her 100 TL alışverişte %14 tutarında chip para hediye edilecek.
Alışveriş öncesi katılım için AŞK yazıp 4566’ya SMS göndermeniz veya “Kampanyaya Katıl” butonuna tıklamanız yeterli.
Kampanya Ayrıntıları
EN GUZELI BU OLMUŞ
Gittigidiyordan 1000 TL lik altın alsak her iki kampanya birleşir mi.
İşte bu sabahtan beri dir beklediğim haber Sağolun varolun
Büyük ihtimaller diğer gittigidiyor kampanyaları ile birleşir.
cardfinans sevgililer günü kampanyası: http://kampanyabul.org/kredi-karti-kampanyalari-firsatlari/cardfinans-kredi-karti/cardfinans-subat-2017-sevgililer-gunu-kampanyasi-100-tl-hediye.html
Şubat demek aşk demek, alışveriş demek; CardFinans’la alışveriş 100 TL ParaPuan demek! Şubat ayı boyunca QNB Finansbank bireysel kredi kartlarınızla restoran, giyim ve kozmetik sektöründe tek seferde yapacağınız her 100 TL ve üzeri harcamanıza anında 10 TL, toplamda 100 TL’ye varan ParaPuan hediye. Katılım için harcamadan önce SEVGI yazıp 2273’e gönderin.
Morhipo 250-50 kampanyasıiel birleştirip ekstra 28 TL chip para alınabilir. Gittigidiyor %5 indirim kampanyası mevcut. 500 TL üzeri 50 TL ve bu kampanyada 50 TL alıp 125 TL fırsat yakalanabilir.
Srsr, ekledim teşekkürler.
Gitti gidiyor la denedim olmadı bilginize sadece 100₺ alabildik % 5 indirim de iyidir
Srsr, keşke acele etmeseydin şartlar belli değil henüz. İnternet alışverişi dahil olacakmı, başvuru için sms şartmı, puan ne zaman yüklenecek beli değil.
Altın alımında gittigidiyor %5 indirim yapıyor mu. Altın hariç dediği için soruyorum kusuruma bakmayın 🙂
Onur, altında indirim yok.
Kampanyaya hepsiburada dahildir, denenmiştir.
merhaba n11.com dan 252 tl’lik çeyrek altın aldım 35 tl puan anında yüklendi. ayriyetten 4 tanede kupon yüklenicek test edildi. ben 40 tl yüklenicek olan puanı 250 tl üstü alışverişte kullanıcam güzel oldu
akses toplamda ne ýereçek yazilmamiltir b’lg’
öye isyeri sarti ýarmi açaba
bu yıl butun bankalar rekabetı bır anda başlatılar sadece hsbc ve işbankası yıne gerıde kaldı gelsın 2 bın tl puan yıne kaymak gıbı gelıyor bu gunler
Üye şartı yoktur.
tşk nesrın hnm
nesrin hanım hepsiburada altın alımı için geçerli mi aynı indirim geliyor mu
Banko axess kampanyaya dahil mi?
Banko dahil değil.
Ceren, hepsiden altın alıp anında puan yüklendiğini söyleyen arkadaş olmuştu.
Nesrin Hanim. Gitti gidiyor Kampanyasıyla birleşip. 100+50 puan alabilirmiyiz sizce.
Ahmet bey birleşme ihtimali yüksek. Bir arkadaş birleşmediğini söylemişti.
Srsr biraz ayrintili yazar misin? Kampanya birleşmedi anladigim kadariyla. %5 te yazinca ?
Arkadaşlar bugün gitti +sevgililer günü+%5 hepsi birleşiyor Devam haberiniz ola
Nesrin hn dediğiniz gibi dün acele ettik 50 tl boşuna gitti 1 kart heder oldu
GİTTGİDİYOR VS.BİRLEŞİYOR KAMPANYALAR
Kredi kartları sekmesine tıkladığimda yeni kampanyaları göremiyorum. Bir problem var sitede Nesrin Hanim
Uyarınız için teşekkürler düzeltildi.
Gitti gitiyor kampanyasi kuyumculuk ta gecmiyor diye biliyorum alan varmi acaba burdan paylaşırsaniz sevinirim tsk
Rica ederim. Sizin hizmetleriniz için ben de teşekkür ederim. Yalnız isim yazılarak nasıl yorum yapılabiliyor. Ben başaramadim.
http://bit.ly/2jETMbB HIZLIAL da 500 lira alışverişe 50 lira indirim varmış. Yetişen alır diyorlar. Altın hariç ne yazikki
Yorum yazdığınız bölümün hemen altında kutucuk var oraya isminizi girebilirsiniz.
Kampanya şartlarında altın yok yazar ama gittigidiyorda altından puan kazanabilirsiniz.
Altin alarak puan kazanma kısmi cok guzel de kuyumcuya goturdugumuzde ne kadar zarar ediyoruz fark ne kadar oluyor kazandigmz puana degiyormu ve internetteki aldgmiz altin kuyumcuyla ayni fiyatlarami geliyor konunun acemisiyim yardimci olursaniz sevinirim
Gram altında gram başına 2 TL düşük fiyatla satarsınız. Küçük şehirlerde 3-4 lira düşük fiyatla alırlar. Gittiden 150 TL puan alıyorsak bunun 50 TL’si satış zararına gider.
Cok tesekkur ederim sitenizi gec kesfettim ama mudavimi oldum bile. Emeginıze saglik
Cok tesekkur ederim sitenizi gec kesfettim ama mudavimi oldum bile. Emeginıze saglik gram altin almamizi mi tavsiye edersinız ceyrek yada tam altinda fark dahami cok oluyordur sizce
G.GİDİYOR DAN 500 TL LİK ,TEK SEFERDE ÇEYREK ALTIN ALSAK 50 TL Mİ YOKSA 14 TL Mİ PUAN GELİR.?
50 TL sevgililer gününden, 50’de gittiden 100 TL chip para kazanırsınız.
Sorulara bakıyorum da hepsinin cevabı kampanya ayrıntılarında var . Yok efendim 50 nin % 14 dü 14 lira mı edermiş :)) ilginç vesselam
Hepsiburada,n11, gittigidiyor türü İnternet alışveriş siteleri elektronik alışveriş statüsündedir. Toplam 350 TL lik alışveriş yaptım 50 TL hesaba yüklendi.
Süper bir site günde 2 defa ziyaret ediyorum 🙂
GittiGidiyor dan yarım altın alan varmı 100 tl ğuan alan toplam
gıtıden 50 kupon olarakmı kazanıyoruzmu nesrın hnm
Hayır şuan gittigidiyor axess kampanyası var.
tmm tşk
gitti gidiyor ve axess sevgililer günü kampanyasını net olarak yazabilecek varmı oluyormu tşklr
yani gittgidiyordan altın alırsak sadece 50 tl gittigidiyor kampanyasından gelir 14 şubattan gelmez mi
Gittigitiyordan altin alsak 100 tl cip puandanda yararlanabilirmiyiz
Arkadaşlar bakın yorumlarda defalarca yazıldı tekrar yazıyorum. Gittigidiyor üzerinden altın alırsanız 1000 TL üzeri site kampanyasından 100 TL chip para, sevgililer günü kampanyasından da 50 TL kazanırsınız.
Gitti gidiyor.com da;
Kampanya hangi kategorilerde geçerli değildir?
Kampanyanın geçerli olmadığı kategoriler; “Mücevher, Takı, Saat (Diğer Mücevher, Takı – Erkek Mücevher, Takı – Mücevher, Değerli Taş – Ziynet ve Külçe Altın – Pırlanta kategorisinde yer alan ürünler için), “Emlak”, ve “Otomobil ve Motosiklet” (Otomobil, Motosiklet kategorilerinde yer alan araç satışları için)’dir.
diye yazıyor hem gitti giderde hem de Akbank axess kampanyalar bölümünde, keza aynı ibare yazmakta.?
(Kampanya “Takı, Mücevher ve Altın” kategorisinde yapılan alışverişlerde ve kontör alışverişlerinde geçerli değildir)
Ama yine de bu yukarda yazdıklarım için; Nesrin hanım belkide bir bildiği olabilir,Akbank ın gittigidiyor un altın kampanyası ile ilgili … Emin değilim şimdiye kadar hiç denemedim bilmiyorum….
Tekrar yazıyoruz, kampanya detaylarına takılmayın. Altından puan kazanılıyor. Bu siteyi takip edenler defalarca altından puan kazandı gittigidiyor üzerinden. Sadece şunu istiyoruz lütfen aptalca müşteri hizmetlerini arayıp şu sitede altından puan kazanılıyor diyorlar doğrumu şeklinde arama yapmayın.
Değerli New Horizon’s, yukarıdaki yorumlarda mevcut. Onlarca arkadaşım bu ve diğer axess kampanyalarından chip paralarını anında kazandı sorunsuz. Geçen ay e-ticaret kampanyasından ve gitti kampanyasından ben 150 TL chip para kazandım. Bu ay yine sevgililerden 50 TL geldi. Bu siteyi takip edenler bilir, kampanya detaylarında altın geçerli değil yazarar ama bazı sitelerde teknik olarak altın alışverişleri ayırt edilemez. Bu bakımdan birçok siteden altın alınabiliyor.
Merhaba gittigidiyordan 1001.39 tl ye ata lira aldim. 100 tl gittigidiyor bonusu 50 tl sevguliler gunu bonusu toplamda 150 tl bonus aninda yuklendi.
Esk kral yorumuna istinaden aldım dediği doğru 150 TL anında yüklendi yalnız piyasaya göre ne kadar fazla ödedim bilmiyorum
Sayin nedret Suan ata lira 974 lira bozdurursan 954 lira. Bozdurursan karin 102.61 tl
merhabalar.. oncekı kampanyada 2 adet aksesle 7 gram +1 gram + 1 gram şeklide 2 kart ile toplam 18 kulçe altın aldım 150+150 toplam 300 tl cippara yuklendi. altını bozdugumda 2 karttan toplam 154 tl bana kaldı.. Not:bozarken gramını 145 tl den bozdum. canlialtinfiyatlari.com sitesinde o anda alış 146 satıs 147 gözukuyordu.
Önemli bir not: çarşıda 50 metrede 10 kuyumcudan fiyat alarak sordum inanın 50 metre alanda toplam fiyat uzerınden 10-110 tl fiyat farklılıkları vardı..
yani altını bozaqcagınız zaman en az 5 yerden fiyat alınız
bende altın aldım şuan 100 tl yüklendi bir diğer kampanya puanıda yüklendi. ama dikkatli olun bonus kampanyası veya cardfinans olsa yemiyo onlar çok dikkat ediyolar altın alışverişini
gitti gidiyordan alışveriş yapmaya çalışıyorum çok kötü olmuş site 1 saattir alışveriş yapamadım
Nesrin hanım sevgililer günü kampanyasında ”kuyum” alışverişi serbest olduğuna göre herhangi bir kuyumcuya gitsek kredi kartı ile gram altın alsak puan kazanımı olur mu?Gittigidiyor a göre daha karlı alışveriş olmaz mı?Hiç denediniz mi?”
Mehmet kuyumcudan alışveriş yapabilirsiniz ama kredi kartıyla altın alımında yüksek komisyon alıyorlar. Ayrıca altını gittiden almamızın nedeni sitenin verdiği 100 TL chip para.
Teşekkür ederim Sayın Nesrin Özkaya ve Kampanyabul.org sitesi sayenizde 150 tl chip parayı kazandım . normalde Akbank yorumlarına bağlı kalsaydım bu şekilde olmazdı ,Size güvendim, ilk kez böyle bir işlem yaptım, yani internetten altın aldım.:) Açıklamalarınız ve yol göstermeniz için teşekkürler…. EMEKLERİNİZE SAĞLIK…
nesrin hanım gitti gidiyordan 2 saattir altın almaya uğraşıyorom axessle olmuyo site problemli n11 den alsam sorun çıkarmı acaba 150 lik kampanya olsun diyorumda
parafla elektronik kampanyasına dahil olan varmı arkadaşlar altın alarak
Axessin sevgililer günü kampanyasında ayakkabı sektörüde dahil mi?
Hüseyin bey n11’den sadece 50 gelir. Gittiyi bekleyin.
ilgi alakanıza teşekkürler hallettim şimdi
Tuğrul kuyumculuk tan 7 gr altın almak istiyorum gittigidiyordan ama ürün satıştan kalkmış. Az önce vardı ama şimdi göremiyorum. Nesrin hanım yanlış hatırlamıyorsam Tuğrul dan almıştınız siz. Acaba 7 gr altın satışa açılır mı tekrar. Yoksa 1000 tl yi tamamlamak için başka bi alternatif fikriniz var mı?
Onur, bilmiyorum uzun süredir Tuğrul satıyordu yarını bekle bakalım.
gittigidiyordaki Tuğrul-kuyumculuk adlı satıcıya 7 gram kulçe altın satış ilanlarını güncel tutmaları için mesaj attım..
Cevap verdiler mi güven bey. Bende yazdım ama hala güncellenmedi.
Bu siteyi hazırlayanlara teşekkür ederim
Nesrin Hanım;Axessin sevgililer günü kampanyasında ayakkabı sektörüde dahil mi?
onur harem altındanda alabılırsınız aynı kategıden yer alıyor
gitti gidiyordan alış veriş yapıp hem sevgiler günü hemde gittigidiyor kampoanyasını birleştirmek istedim ve 500 tl alışveriş yaptım bana 100 tl yüklendi fakat serefsiz satıcı satışı iptal etmiş ve gg yüklediği puanı geri almış ne yapmam gerekiyor bu benim sucum değil ki ne yapabilirim ne gibi bi hakım vardır
Mağdur, yeni alışveriş yapacaksınız tekrar anında chip paranız yüklenir.
Tuğrul da 7 gr altın satışı tekrar açılmış arkadaşlar bilginize
Madur yazdigin kelime hiç hoş olmamiş. Yeniden sipariş verirsin olur biter.
Nesrin hn hepsi burada altın hesabına havale denediniz mi Yada bilginiz varmı dır acaba
Srsr, denemedim ama sistem basit. Bankadan altın hesabı açacaksınız, bu hesap numarasına havale edince altınlarınızın hesabınıza aynı gün düşüyor. Kuyumcuya göre daha az zarar edersiniz.
Nesrin hanım: Gitigidiyorda gecen 1 axess kartı kullandım gittigidiyor siparsi iptal etti chipparada geri çekildi.. Yeniden siparis geçse kesın olarak tekraryuklenırmı acaba??
100 axess kampanyasından 50 de %14 kampanyasından. kesin yuklenirse 7 gram altın almayı dusunuyorum..
Güven Karadeniz, iptal sonrası chip para kesin yükleniyor. Emin olabilirsiniz.
Teşekkür ederim Nesrin hn en kısa zamanda deneyip paylaşacağım
Nesrin Hanım;Axessin sevgililer günü kampanyasında ayakkabı sektörüde dahil mi?Cevap alamadım…
Mert, ayakkabı diye sektör yok. Ayakkabı mağazaları giyim olarak geçer ve kampanyaya dahildir.
neo kartla ayrıca faydalanan varmı
evet arkadaslar axses le aldıgımız 50 tl yı neo ıle ıkıncı defa alan varmı
Axess ile kazandıysanız neo ile alamazsınız. Bir müşteri en fazla 50 TL alabilir.
650tl gitti gidiyordan yada n 11 den cep tlfonu alsam toplamda kac chip para hediyem oluyor ????
Sadece gittiden 650 TL çekerek 100 TL chip para kazanırsınız.
Bu alışveriş sitelerinin adı; GittiGidiyor.com, Hepsiburada.com Gittiden, hepsiden yazıyorsunuz. Normal yazmak çok mu zor. Markaya saygınız olsun.
İar altini her kuyumcuda bozdurabiliyomuyuz fark ediyormu bursada ıar satis noktasi yok anladgim kadariyla
axess ile bugun n11.com dan 2 farklı alısverıs yaptım 180+190 tl şeklınde. ilk harcamama %14 chippara verdi 2.ye vermedi kampanya şartlarında aynı gün aynı işyerinden ilk işlem gecerli diyede bir ibare yok. akbank canlı destekten yazdım aynı gun aynı ısyerınden 1.işlem gecerli dediler.. Halbukı şartlarda bunu belirtmeleri gerekirdi. Bende alısverısımin birini iptal ederek hemen aynı urunu g.gidiyordan aldım. %14 cippara yüklendi hemen.
gittgigiyordan bin tl üzeri alışveriş yaptım anında 50 tl sevgililer günü puan yuklendi ancak 100 tl için mesaj atmadığımdan dolayı 100 tl yuklenmedi.. bende alışverişi iptal ettim ve önce sms atttım sonra alışverişi yaptım.. 100 tl yüklendi. Ancak zaten kartta 50 tl sevgililer günü chip parası yuklü olduğu için birdaha yuklenmedi. Şimdi ilk alışveriş iptal olunca bu 50 tl silinecek muhtemelen .. peki sonra ki alışveriş için tekrar 50 tl yuklenir mi.. Şuan 150 tl chip para var kartta yoksa gidip ben bunu harcasam mı ne dersiniz ?
Ahmet bey sevgılıler gunu kampanyasının cip paralarının suresi 7 gundur.. 7 gun geçmeden cipparanızı kullanın..
gitigidiyordan 100 sevgılıler gununden 50 yuklenmıs sıze zaten. ust lımıt puanlar yuklenmıs. zamanında cipparalarınızı kullanırsanız geri alım vs olmayacaktır..
Axess 2017 sevgililer günü %14 hediye chip para kampanyası kampanyalar indirimler
0 notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing - 68. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 68: Yükselen İnsandır, Düşen De İnsandır
Hong Hong-Er hızla dönerek yüzünü Xie Lian’ın göğsüne gömdü ve acı acı feryat etti.
Feryadında kelimeler yoktu, hiçbir anlam ifade etmiyordu ve ağlamaya hiç benzemiyordu ama yine de tüyleri diken diken edecek kadar ürperticiydi. Kim olduğunu görmeseler, yetişkin bir adamın çökmüş bir haldeki çaresiz haykırışları sanabilirlerdi veya küçük bir yaratığın boğazı bıçakla kesilirken ki mücadelesi, sanki sadece temiz bir ölüm onun acısını hafifletebilirdi. Herkes böyle haykırabilirdi, ama on yaşındaki bir çocuktan bu ses duyulmamalıydı. Duyan herkes sarsılmıştı.
Bir an sonra Baş Rahip tekrar konuştu. “Ciddiyim. En iyisi onu bırakman.”
Feng Xin en sonunda kendine gelmişti. “Ekselansları! Bırak onu! Dikkat et o…” Ama cümlesini tamamlamaya yüreği yoktu.
Xie Lian. “Sorun değil.”
Zhu-Shixiong ise ekselanslarının durumu nedeniyle oldukça endişelenmişti ve Hong Hong-Er’in üzerindeki kanların Xie Lian’ın beyaz cübbesine bulaştığını fark etmişti bu yüzden onlara doğru koşarak çocuğu çekti ve azarladı. “Küçük velet, uzaklaş!”
Ancak ne kadar çekerse çeksin, çocuk o kadar büyük bir güçle Xie Lian’a tutunuyordu ve ne olursa olsun bırakmayı reddediyordu, hem kolları hem bacaklarını ona sarmış çığlık atıyordu. “AAHHH.” Üç dört kişi daha gelerek onu çekmeye çalıştılar ama Xie Lian’ın üzerine yapışmıştı sanki. Xie Lian olanları hem komik hem üzücü bulmuştu, Hong Hong-Er’i bir eliyle tuttu, bir deri bir kemik kalmış küçük sırtı onu rahatlatmaya çalışarak ovaladı, bir yandan diğer elini de kaldırdı. “Bırakın. Endişelenmeyin, onu kendi haline bırakın.”
Birkaç dakika sonra çocuğun kollarının mücadeleyi bıraktığını ve sakinleştiğini hissedince Xie Lian yakınındakilere fısıldayarak sordu. “Xian Le Köşkündeki yangında yaralanan oldu mu?”
“Hayır.” Cevaplayan Mu Qing’di. “O sırada içeride sadece üçümüz vardık.”
Xian Le Köşkü alev alev yanarken Xie Lian daha fazla duramazdı. Yanan tek binanın o olduğundan ve kimsenin yangından etkilenmediğinden emin olduktan sonra, yangını söndürmek için yardıma gelenler etrafı toparlamaya başladı, tüm o değerli taşların ve hazinelerin yitip gitmiş olmasından ötürü akılları başlarından gitmişti. Xie Lian ise, o kadar umursamıyordu.
Gündelik olarak kullandığı eşyalar meselesi biraz daha karmaşıktı ama onlar dışında Xie Lian, Xian Le Köşkünde önemli bir şey bulundurmuyordu. En değerli eşyaları iki yüz değerli kılıçtan oluşan koleksiyonuydu, ama hepsi dayanıklı metallerden yapıldıkları için alevlerden etkilenmezlerdi, zaten hepsi ateşte dövülmüştü, hiçbiri zarar görmemişti. Xie Lian kılıçlarını bulduktan sonra onları geçici olarak baş rahiplere ait olan SiXiang Köşküne koydu.
Hong Hong-Er ise hala sıkıca Xie Lian’a tutunmuş ve yorulana dek ağladıktan sonra uyuyakalmıştı. Xie Lian onu TaiCang dağından indirip güvenli bir yere yerleştirmek istiyordu ama Baş Rahip önce SiXiang Köşküne gelmesini istediği için Xie Lian çocuğu oraya götürdü.
Küçük çocuğu bir şilteye bırakıp üzerini örttükten sonra Xie Lian cibinlikleri kapattı, Feng Xin ve Mu Qing ile birlikte odadan çıktı. “Baş Rahip, o küçük çocuğun kaderi sahiden o kadar korkunç mu?”
Baş Rahip dudaklarını bastırdı. “O geldikten sonra neler olduğuna bir baksanıza?”
Herkes sessizleşti. Küçük çocuk milyonlarca kişinin önünde şehir duvarlarından düştüğü anda, ShangYuan İlahi Geçit Töreninin kısa sürmesine ve sadece üç turda bitmesine neden olmuştu. Tekrar ortaya çıktığı zaman Qi Rong onu öfkeyle at arabasına bağlamış sokaklarda sürüklüyor, isyan çıkartıyordu ve Feng Xin’in kolunun kırılmasına neden olmuştu, Xie Lian kralla tartışmış, kraliçenin gözyaşlarına boğulmasına neden olmuştu. Bu sefer ise TaiCang Dağındaki tüm kötü ruhlar siyah pagodalardaki mühürlerinden kurtulmuş ve üstüne Xian Le Köşkünü yakıp yıkmışlardı. Kara talih, sahiden bir gölge gibi çocuğun arkasından geliyordu.
İlk konuşan Xie Lian oldu. “Bunu bozmanın bir yolu var mı?”
“Neyi?” Baş Rahip şaşırmıştı. “Ne demek istiyorsunuz? Kaderini değiştirmenin mi?”
Xie Lian başını sallayınca Baş Rahip devam etti. “Ekselansları, benden fal bakma sanatını öğrenmediniz, bu yüzden iş böyle meselelere gelince hiçbir bilginiz yok. Eğer olsaydı, böyle bir soru sormazdınız.”
Xie Lian bir adım geriledi ve dimdik bir şekilde oturdu. “Lütfen beni aydınlatın.”
Baş Rahip masadaki çaydanlığı alarak bir bardak doldurdu. “Ekselansları, majesteleri ve kraliçenin bana saraya gelerek sizin geleceğinizi söylememi istedikleri altıncı yaş gününüzde size sorduğum tek soruyu hatırlıyor musunuz?”
Buharlar çıkan bardağı izlerken Xie Lian düşündü. “İki insan ve bir kap su hakkında olan mı?”
O sene Baş Rahip Xie Lian’a geleceğini ön görebilmek için pek çok soru sormuştu. Bazı soruların cevapları vardı, bazılarının ise yoktu ve Xie Lian’ın verdiği her cevapta Baş Rahip onu farklı bir şekilde övüyor, kral ve kraliçe ise memnuniyetle gülümsüyordu ve bu esnada yaşanan tüm konuşmalar sonrasında harika öykülere dönüşmüşlerdi. Ama bir soruda Xie Lian’ın cevabından sonra Baş Rahip yorum yapmamıştı. Bu kısmı ise Feng Xin ve Mu Qing bile ayrıntılı olarak bilmiyordu. Soru, ‘İki İnsan ve Bir Kap Su’ydu.
Baş rahip sordu. “İki kişi çölde yürüyor, susuzluktan ölmek üzereler ve sadece bir kap su var. İçen yaşayacak, içemeyen ölecek. Eğer bir tanrı olsaydın suyu kime verirdin? – Hemen cevap verme, önce diğer ikisinin ne cevap vereceğini duymak istiyorum.”
Cümlesinin son kısmı hemen biraz ötede durmakta olan ikiliye yönelikti. Mu Qing düşündü ve dikkatle cevapladı. “Bu iki kişinin kim olduğunu, nasıl insanlar olduklarını, kaç meritleri olduğunu sorabilir miyim? Karar ancak bu detaylar bilindikten sonra verilebilir.”
Feng Xin’in cevabı ise bambaşkaydı. “Bilmiyorum! Bana sorma, kendi aralarında karar versinler!”
Xie Lian pff diye gülüp kahkaha attı. Baş Rahip azarladı. “Neden gülüyorsunuz? Sizin ne cevap verdiğinizi hatırlıyor musunuz?”
Xie Lian ifadesini düzeltti ve ciddi bir şekilde cevapladı. “Bir kap su daha veririm.”
Bunu duyunca Feng Xin ve Mu Qing’den birinin yüzü buruşurken diğerinin başı eğilmişti, sanki dinlemeye dayanamıyor gibiydiler. Xie Lian başını çevirdi ve tüm ciddiyetiyle devam etti. “Neden gülüyorsunuz? Ben ciddiyim. Eğer bir tanrı olsaydım, bir kap su daha verirdim.”
Baş Rahip elindeki çay bardağını nazikçe salladı ve çay bardağın içinde canlıymış gibi dalgalanmaya başladı, ardından devam etti. “Bu dünyadaki tüm bahtlar, iyisiyle kötüsüyle, sınırlıdır. Tıpkı bu çay bardağı gibi, sadece bu kadar vardır. Kendi payını içtiğin zaman başkalarına hiçbir şey kalmaz. Eğer kişi fazlasını alırsa, diğerleri daha az alır. Asırlar boyunca, tüm çekişmeler sadece bir kap su olmasından ve kime verilirse verilsin arkasında iyi bir neden olması gerçeğinden doğdu. Kaderi mi değiştirmek istiyorsunuz? Zordur ama imkansız değildir. Ama eğer bu çocuğunkini değiştirirseniz, bir başkasınınki de değişecektir ve daha çok kin doğacaktır. Bir zamanlar bir kap su daha veririm demiştiniz, tıpkı bugün üçüncü bir yol seçmek istediğiniz gibi. Amaç kaynağı arttırmak; güzel bir düşünce. Ama imkansız.”
Xie Lian sessizce dinledi ama tüm kalbiyle ona katılmıyordu, yine de reddetmedi. “Bilgeliğin için teşekkürler Baş Rahip.”
Baş Rahip çayı içti ve dudaklarını bastırdı. “Boşuna uğraşmayın. İstediği kadar bilgece olsun, dinlemeyeceksiniz nasıl olsa.”
“…” Aklından geçenler anlaşılınca, Xie Lian boğazını temizledi. “Baş Rahip, bugün Büyük Savaş Salonunda bir anlık tutkuyla bu öğrenciniz sizi gücendirdi. Lütfen kabalığımı bağışlayın.”
Baş Rahip kollarını salladı ve gülümsedi. “Gurur duyduğum öğrencim ve veliaht prenssiniz, nasıl bağışlamam? Ekselansları, benim gördüğüm cennetin en sevgili kulu olduğunuzu söyleyebilirim.”
Xie Lian anlamamıştı bu yüzden yakından dinledi. Baş Rahip devam etti. “Yetenekli, hevesli, cesur ve çok çalışmak çekinmeyen birisisiniz. Saygın bir aileniz var ama şefkatlisiniz. ‘Cennetin Sevgili Kulu’ sözüne sizden daha çok layık olan kimse yok. Yine de, endişeleniyorum. Üstesinden gelemeyeceğiniz bir şey olmasından korkuyorum.”
Xie Lian sordu. “Nasıl bir şey?”
“Her ne kadar böylesine yüksek bir mertebeye ulaşmış olsanız da hala anlamaktan çok uzak olduğunuz şeyler var ve başkaları size bunları öğretemez. Tıpkı bugün Büyük Savaş Salonundaki konuşmanızda olduğu gibi, tanrılara tapınma konusundan bahsedişiniz, her ne kadar az sayıda olsa da düşünceleri bu seviyeye dek gelebilen kişiler vardı, sizin ise bu kadar genç yaşta bu sözleri söylemeniz oldukça etkileyici. Ancak dünyada bunları düşünen tek kişinin siz olduğunuzu sanmayın.”
Xie Lian’ın gözleri hafifçe irileşti ve Baş Rahip devam etti. “Bugün bahsettiğiniz şeyleri başkaları belki onlarca, belki yüzlerce yıl önce söyledi, ama sözleri asla şekil almadı; sesleri çok kısıktı, pek çokları işitmedi. Neden biliyor musunuz?”
Xie Lian hmmladı ve cevapladı. “Çünkü her ne kadar düşündüyseler de, asla harekete geçmediler ve yeterince kararlı değillerdi.”
Baş Rahip tekrar sordu. “Ve siz? Sizin yeterince kararlı olduğunuzu düşündüren ne?”
Xie Lian soruyla karşılık verdi. “Baş Rahip, cennete yükseleceğimi düşünüyor musunuz?”
Baş Rahip ona bir bakış attı. “Eğer siz yükselemezseniz, kimse yükselemez. Bu sadece an meselesi.”
Xie Lian gülümsedi. “O zaman, sadece bekle ve gör.” Gökyüzünü işaret etti. “Eğer bir gün yükselirsem, bugün söylediğim şeyleri kesinlikle yapacak ve görülmeye değer bir güç olacağım!”
Arkasında durmakta olan Feng Xin ve Mu Qing onun beyanını dinlerken bilinçsizce başlarını dikleştirmişlerdi. Feng Xin’in dudakları yukarı kıvrılmış ve Mu Qing’in gözleri tıpkı Xie Lian’ınkiler gibi ışıldıyordu. Baş Rahip başını salladı. “Pekala, bekleyip göreceğim – ancak, bu kadar erken yükselmenizin iyi olmayacağını düşünüyorum. Sormama izin verin, Yol nedir?”
Xie Lian başını eğdi. “Söylediğiniz gibi, yürünen Yol’dur.”
“Doğru. Ama sen yeterince yürümedin. Bu yüzden bence dağdan aşağıya doğru yürüme vaktin geldi.”
Xie Lian’ın yüzü aydınlandı. Baş Rahip devam etti. “Bu sene on yedi yaşına giriyorsunuz. TaiCang Dağından inmenize izin veriyorum, dışarıdaki maceralarında tecrübe kazanacaksınız.”
Xie Lian ışıldadı. “Bu harika!”
Baş kentte geçirdiği her günde, sadece kral, Qi Rong ve diğerleri hakkında düşünüyordu, bu yüzden de Xie Lian dağılmış bir haldeydi. Ayrıca görkemli Xian Le Köşkünün yanışının ardından ailesiyle bir kriz daha yaşaması kaçınılmazdı. Eğer uzaklaşırsa, kendi yoluna odaklanabilirdi.
Tam bu sırada Baş Rahip ekledi. “Ekselansları, asırlar boyunca sanki kesin bir gerçeklikmiş gibi nesilden nesle aktarılan bir söz var, ama aslında yanlıştır, sadece kimse farkında değildir.”
“Hangi söz?”
“İnsanlar yükseldiğinde, tanrı olurlar; insanlar düştüğünde, iblis olurlar.”
Xie Lian düşündü. “Burada yanlışlık nerede?”
Baş Rahip cevapladı. “Elbette tümüyle yanlış. Unutmayın: İnsanlar yükseldiklerinde, hala insanlardır; insanlar düştüklerinde, hala, insanlardır.”
Xie Lian düşündü ve Baş Rahip omzuna vurdu, arkasına baktı. “Her şekilde, bu çocuk… Bu konuya çok fazla takılmayın. Herkesin bir kaderi vardır. Çoğu zaman sadece yardım etmek istediğin için yardım edecek bir yol bulamazsın. Eğer bir şey olursa, bununla yüzleşiriz. Dışarı çıkın ve dünyayı tecrübe edin. Döndüğünüz zaman olgunlaşmış olmanız için dua edeceğim.”
Ancak, tam da o gece, kimsenin beklemediği bir şekilde çocuk Kutsal Kraliyet Köşkünden kaçtı ve kayboldu.
Ve daha da beklenmedik bir şekilde, seyahatlerinden sonra, on yedi yaşında, Xian Le Krallığının Veliaht Prensi Xie Lian, Yi Nian Köprüsündeki isimsiz bir hayaleti yendi ve böylece gök gürültüleri ve yıldırımlar eşliğinde cennete yükseldi.
Üç diyar da sarsılmıştı.
 Çevirmen: Nynaeve
101 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing - 53. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 53: Hakikat Mı Hile Mi, Ayırt Etmek Güç
Xie Lian bağırdı. “Qi Rong, kapa çeneni!”
Lang Qian Qiu başını sinirli bir şekilde çevirdi. “Neden susacakmış? Söyledikleri doğru diye mi? Altın Yaldızlı Ziyafette, sen de An Le de saldırdınız, biriniz tüm ailemi katletti diğeriniz babama ölümcül darbeyi vurdu. Hepiniz bana yalan mı söylüyorsunuz?!”
Xie Lian aceleyle cevapladı. “Onu dinleme-” Qi Rong sözünü kesti. “ELBETTE HEPSİ YALAN! Çok aptalsın, senden başka kim inanırdı ki? Eğer şans eseri planlarımız bozulmasaydı, Xian Le seni daha on iki yaşında bir bebekken gebertecekti, onun yerine lüks içinde büyüdün ve yükseldin!”
“On iki mi?” Lang Qian Qiu tekrarladı. On iki yaşındayken başına gelen en büyük olay kaçırılması ve Xie Lian tarafından kurtarılmasıydı. Emreder bir tonla konuştu. “O sene sarayı basarak beni kaçıran haydutları Xian Le mi göndermişti?”
“E yani!” Qi Rong cıkladı. “Sıradan suikastçılar yüzlerce kraliyet muhafızının koruduğu bir veliaht prensi kaçırabilir mi sanmıştın? Lütfen. Bu konuda An Le’ye yardım eden bendim.”
Lang Qian Qiu başını salladı. “Yardım mı ettin? Peki. Anladım. Demek tüm dostlarım yalandı. Xian Le’nin insanları asla dostluğumu önemsemediler. Senin Prensin An Le’nin asla iyi bir niyeti olmadı, onun yerine hayatımızı almanın peşindeydi.”
Xie Lian’a döndü. “Demek bana söylediğin her şey yalandı.”
Qi Rong şaşırmış taklidi yaptı. “Gel, gel, çabuk, benim kutsal kuzenim sana neler dedi hemen anlat!”
Lang Qian Qiu onu duymazdan geldi ve Xie Lian’a hitaben konuşmaya devam etti. “Yong An ve Xian Le aslında tek bir ulustur demiştin; kraliyet aileleri arasında ne olursa olsun halkı birdir demiştin. Eskiden tek bir aileydik ve bizim neslimizden gelecek olanlardan sonra ilişkiler iyileşecek. İnsanlar mutlu olduğu sürece kraliyet ailesinin adının ne olduğu önemli değil ve her iki tarafta kinlerini bırakıp zamanla birleşecektir demiştin. Hepsi yalandı. Hepsi saçmalık, boş laflar, yalanlardı!”
Xie Lian’ın duymaktan en çok korktuğu şey buydu. Hemen bağırdı. “Hayır! Yalan değildi! Düşün: senin hükmün altındayken sahiden değişimler olmadı mı?”
Lang Qian Qiu dudaklarını sımsıkı kapattı ve nefesini tuttu. Xie Lian devam etti. “İyi idare etmemiş miydin? Xian Le’nin hayatta kalan halkı Yong An’ın insanlarıyla barış içinde yaşamadı mı? Gittikçe daha az çekişme ve isyan olmadı mı, nasıl yalan olur?”
Bir anlık bir sessizlik olmuştu ve Lang Qian Qiu’nun yanaklarından yaşlar boşaldı. “Ama… peki ya ailem? Yong An ve Xian Le’yi birleştirmek onların en büyük hayaliydi, bu yüzden An Le’ye senin soyundan gelen son kişi olduğu için prens unvanını verdiler. Dilekleri yerine geldi, peki ya onlara ne oldu?”
Qi Rong cıkladı. “Amma ağlak, tıpkı aziz kuzenimin bir zamanlar olduğu gibi! Babacığın ve annecin için gelmiş ağlıyorsun; ben daha senin atalarını KENDİ annem ve babam için yeterince taciz edemedim! Siktiğimin Yong An’ıyla Xian Le’yi birleştirmek onların dileği miydi? Ne kadar hoş sözler. An Le, An Le; önce yerleş, sonra keyfini sür, sırf söylemiyorum diye siz Yong An köpekleri ömürlerimizin sonuna kadar Xian Le’nin kafasına basa basa yürüyebileceksiniz mi sanıyorsun?” *ÇN: An Le (安樂) // An (安): ‘Güvenli’, ‘Barış’, ‘Yerleşmek’. Le (樂): ‘Mutluluk’, ‘Keyif’. Qi Rong kafasına göre anlamlar çıkartmış. Sanırım kastettiği: “Önce gel ülkemizi gasp et, sonra ‘aman da barış yapalım’ de” gibi bir şey?? Ama çok anladığımı söyleyemiycem.
Xie Lian sinirle bağırdı. “QI RONG, KES ŞU DELİLİĞİ!”
Diğer yandan Lang Qian Qiu ise hala gözlerinden yaşlar süzülürken Qi Rong’a bakıyordu. “Hanemin katledilişinin arkasındaki beyin sen miydin? Altın Yaldızlı Ziyafetteki komplonun da?”
Qi Rong kıs kıs güldü. “Evet, bir kısmı benim işim. Bir kısmı da An Le’nin. Ve senin efendinin! Biz üç Xian Le insanı, hepimiz kendi rolümüzü oynadık. Hahahahaha…”
Aniden kahkahasının ortasında, Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcı ansızın aşağıya uzandı ve saldırdı. Qi Rong ciyakladı ve tüm bedeni ikiye bölünmüştü!
Beklenmedik bir kanlı sahneydi, bedenin alt yarısı yerde yuvarlanırken üst yarısı haykırdı. “ACIMIYOR! ACIMIYOR! BİRAZ BİLE ACIMIYOR! KUZENİM VELİAHT PRENSİN YUMRUĞUNA KIYASLA, SEN BİR HİÇSİN! HAHAHAHAHAHA!”
Lang Qian Qiu tek kelime etmedi, kafasını yakaladı ve havaya kaldırdı. Qi Rong hala hakaretler yağdırmakla meşguldü, ama Xie Lian, Lang Qian Qiu’nun yüz ifadesinde bir tuhaflık olduğunu fark etmişti ve aceleyle konuştu. “Qi Rong, eğer yaşamak istiyorsan konuşmayı kes!”
Xie Lian her zaman karşısındakine nazik bir saygıyla yaklaşırdı, ancak Qi Rong normal bir şekilde konuşulacak birisi değildi; bunu biliyordu, o yüzden onunla her konuşması gerektiğinde Xie Lian hiçte nazik davranmaz ve farkında bile olmadan kaba birisine dönüşürdü.
Lang Qian Qiu, Qi Rong’un üst bedenini sürükledi ve büyük, kaynayan, kabarcıklar çıkartan kazana geldi. “Bu kazanı normalde insan pişirmek için mi kullanırsın?”
Etrafta sürüklenirken Qi Rong’un kanlar akan bedeni yere kandan kalın bir çizgi çekmişti. “Evet, n’olmuş?”
Tek kelime etmeden Lang Qian Qiu onu bıraktı.
“AAAAAAHHH HAHAHAHAHAHA ---”
Qi Rong’un çığlık mı attığını yoksa güldüğünü mü ayırt etmek çok güçtü, ve kazana bırakıldığı anda bedeni anında yanmış ve pelteye dönene dek kaynamıştı. Xie Lian böyle bir şeyi hiç beklememişti, gözbebekleri küçülürken, farkında olmadan bağırdı. “QIAN QIU!”
Lang Qian Qiu sert bir sesle cevapladı. “Ne? Yeşil Cin Qi Rong kaç kişiyi yedi? Ona pişmenin nasıl bir his olduğunu öğretmemize izin yok mu? O hanemi katleden bir düşman, ona acı çektirmeye iznim yok mu???”
Elbette vardı. Bu yüzden Xie Lian hiçbir şey söylemedi, söylemeye hakkı yoktu. Ancak ölümlü bir krallığı veliaht prensiyken veya cennette doğunun savaş tanrısıyken, Lang Qian Qiu hiç böylesine vahşi bir şey yapmamıştı. Savaşırken her zaman doğrudan saldırırdı ve asla zulme başvurmazdı. Bu davranışı Xie Lian’ın tanıdığı Lang Qian Qiu’ya hiç benzemiyordu.
Kaynar suya atıldıktan ve bir süre piştikten sonra Qi Rong’un üst bedeni daha fazla insan formunu koruyamamış, bazı yerlerinden kemikler fışkıran et ve deriden oluşan bir yığına dönüşmüştü, korkunç bir sahneydi. Yine de halinden oldukça memnun görünüyor ve hala kahkahalar atıyordu. “Tebrikler kuzen! Şu harika öğrencine bir bak! Kanatları güçlendi! Acımasız ve nasıl işkence edeceğini biliyor!”
Lang Qian Qiu tekrar elini serbest bıraktı ve Qi Rong bir kez daha kaynayan kazana gömüldü. Bu kez düştüğünde kemikleri bile kaynayan sıvının içinde çözünmüş gibiydi. Qi Rong bir kez daha yüzeye çıkamadı, sadece yeşil giysilerden arta kalan birkaç parça suda süzüldü. Bir süre sonra, hala onu göremeyince Xie Lian istemsizce seslendi. “Qi Rong!”
Bir zamanlar kuzeni veliaht prens hakkında susmak bilmeyen, onu putlaştıran ve her hareketini öven küçük kuzeni… Ancak Xian Le Krallığı düştükten sonra tamamen delirmişti. Tüm tapınaklarını yakmış, saraylarındaki kutsal şeylere saygısızlık etmiş ve her yere diz çökmüş veliaht prens heykelleri koymayı görev bilmişti. Xie Lian’ın acı çekmesi için her şeyi yapardı. Xie Lian bu davranışlarına katlanmak ve başkalarının olaya dahil olmasını engellemek için elinden gelen her şeyi yapmıştı; en sonunda dayanamayacak noktaya geldiğinde, tek yapabileceği şey uzaklaşmak ve gözlerden, düşüncelerden ırak kalmak olmuştu.
Ardından yıllarca haber alamayınca Xie Lian onun öldüğünü düşünmüştü. Bunca yıl geçtikten sonra geçmişteki bu kişiyle, kendisininkine benzeyen o yüzle karşılaşacağını nereden bilebilirdi? Şu anda geçmişe özlem mi duyduğunu yoksa pişman mı olduğunu bilmiyordu. Sonuçta Xian Le’nin kraliyet hanesinden geriye sadece ikisi kalmışlardı. Ama gözleri önünde ölmeden önce kuzenini uzun yıllar boyunca hiç görmemişti ve üstüne cezalandırmak için sopa bile kullanamayan Lang Qian Qiu tarafından acımasızca öldürülmüştü. Çok kısa bir zaman aralığında çok fazla şey olmuştu, Xie Lian henüz daha düşüncelerini toplayamamıştı bile, berbat bir haldeydi. Lang Qian Qiu başı öne eğilmiş bir şekilde kazanın yanında doğruldu, konuşmuyordu. Tam bu sırada Hua Cheng konuştu. “Ölmedi.”
Lang Qian Qiu başını kaldırarak ona baktı. Hua Cheng devam etti. “Sahiden intikamını aldığını mı sanmıştın? Sayısız kopyasından birini öldürdün sadece. Eğer onu tümüyle yok etmek istiyorsan, küllerini bulmak zorundasın.”
Lang Qian Qiu soğuk bir sesle. “Hatırlattığın için teşekkürler. Onu kendi ellerimle yakalayacağım ve küllerini saygın annem ve babamın onuruna saçacağım. Bu gerçekleştiğinde gelip seninle yarım kalmış meselemizi halledeceğiz. Baş Rahip, kaçabileceğini düşünme!”
Sözlerini bitirirken uzun kılıcını sıkmış ve savurmuştu, kazan parçalanırken aniden arkasını dönerek yürümeye başladı. Kaynar su kazandan sıçradı ve kemiklerle dolu sıvı yere saçıldı. Xie Lian peşinden gitmek istiyordu ama işe yaramayacağını biliyordu.
Adımının ortasında durdu, olduğu yerde duruyor, konuşamıyordu. Hua Cheng yanına geldi. “Gerçeği yeni öğrendi, bu yüzden en iyisi kendi başına kalması ve sakinleşmesi.”
Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Neden gerçeği bilmesi gerekiyordu? Gerçeğin ne önemi var?”
Hua Cheng cevapladı. “Çok önemli. Senin ne yaptığını ve ne yapmadığını bilmesi gerekiyordu, ve neden yaptığını.”
Xie Lian dalgın bir şekilde döndü ve soğuk bir sesle konuştu. “Her şeyi bilmesinin ne faydası var? Daha az insanı öldürdüm diye suçum daha mı az artık? Her şey artık daha mı kolay??”
Hua Cheng cevap vermedi. Xie Lian’ın göğsü patlamaya hazır bir öfkeyle yanıyordu ve kime kızacağını bile bilmiyordu. “Ve ne zorluğu çekmişim? Majesteleri her zaman iki halkı birleştirmek istemişti, onu ben öldürmedim mi? Prens An Le ailemin kanından gelen son kişiydi, onu ben öldürmedim mi? Ne olursa olsun suç bende, bütün suç benim üstüme kaldıysa ne olmuş yani? Korkulacak ne var? Ne yaparsa yapsın ölemem zaten! Bunu ben yaptım. Ben uğursuzluk getiriyorum. Prens An Le’yi, Qi Rong’u ve tüm Xian Le ulusunu mahvettim. Hepimizden nefret edeceklerine sadece benden nefret etseler olmaz mıydı? Sadece ona öğrettiğim her şeyin yanlış olduğunu düşünse ve bu boş saçmalıkları bilmese olmaz mıydı?”
Hua Cheng onu sessizce izliyordu, tartışmadı. Bir süre birbirlerine baktılar ve aniden Xie Lian elleriyle yüzünü kapattı. “Özür dilerim, özür dilerim San Lang. Kendimde değilim. Özür dilerim.”
Hua Cheng. “Önemli değil. Hata bende.”
“Hayır, senin hatan değil. Bu benim problemim.” Xie Lian yere çöktü ve oturdu, başını tuttu. “Felaket. Korkunç bir felaket.”
Bir an sonra Hua Cheng de yanına oturdu. “Doğru olanı yaptın.”
Xie Lian başını tuttu ve hiçbir şey söylemedi. Hua Cheng devam etti. “Yong An Kralı, Xian Le halkından kalanları korumak için öldürüldü. Prens An Le iki ulusun tekrar düşman olmaması için öldürüldü. En sonunda Lang Qian Qiu’nun ellerinde ölerek, katil adaletle yüzleşti. Yüzlerce yıllık barış için üç hayat verildi, değer. Ben de aynısını yapardım. Beni dinle.” Sesi katıydı, bir parça bile şüpheye yer yoktu. “Doğru olanı yaptın. Kimse senden daha iyisini yapamazdı.”
Xie Lian sessizdi. Bir süre sonra en sonunda konuştu. “Doğru olanı yaptığımı sanmıyorum.” Yavaşça yüzünü kaldırdı. “Nazik birisinin böyle bir sonla yüzleşmesinin doğru olduğunu düşünmüyorum.
“Yalan da olsa, Qian Qiu’nun Xian Le’ye karşı olan iyi niyetinin karşılıklı olduğunu düşünmesini istemiştim. Doğru davranışın sonsuz kapılar açacağını düşünmesini… Şimdi ise ona söylediğim her şeyin yalan olduğunu düşünüyor, inandığı yer şeyin yalan olduğunu, bir aldatma olduğunu. Hepsinin saçmalık olduğunu! Ben sadece…” Sağ elini kaldırdı ve eline bakarak konuştu. “…kimsenin benim yaşadıklarımı yaşamasını istemiyorum.”
Hua Cheng sessizce dinledi. Xie Lian söylediği sözler nedeniyle utanmıştı ve tekrar özür diledi. “Özür dilerim. Ama şu dünyanın haline bir bak. Yong An’ın ilk birkaç nesli şiddet ve zulümle hüküm sürdü, ama hiçbiri korkunç şekilde can vermedi. Ama sıra Lang Qian Qiu’nun sadece iyilik yapmak isteyen ailesine gelince…”
Yong An Kralı onu Baş Rahip pozisyonuyla onurlandırmış ve ona olabilecek en saygılı şekilde davranmıştı. Yaşamı sona ererken, o güvenin kaybolduğuna dair hiçbir işaret olmadan ölmüştü. Xie Lian’ın gözleri odaksız bir şekilde uzaklara bakıyordu, fısıldadı. “Unutamıyorum… kılıcım ona saplanırken yüzündeki o ifadeyi…”
Hua Cheng yumuşak bir sesle. “Unut. Qi Rong ve Prens An Le’nin suçuydu.”
Xie Lian başını iki yana salladı ve ardından dizlerine gömdü, sesi çok yorgundu. “Ve her şey tam da yolundaydı.”
Lang Qian Qiu’nun babası ilk tahta geçtiğinde, verdiği ilk emir Xian Le’nin insanlarına zulmetme geleneğine son vermek olmuştu. Xian Le ve Yong An insanları en sonunda, ilk kez gerçek bir barış ortamına kavuşmuşlardı; en sonunda değişim rüzgarları esiyor, en sonunda birleşmeye dair bir işaret vardı, en sonunda tüm anlaşmazlıklar geride kalabilirdi, ve Prens An Le, Altın Yaldızlı Ziyafeti kanla yıkamak için o zamanı seçmişti.
O gece Prens An Le’yi bulmak için kaçtığında, normalde onu sorun çıkarmaması için uyarmayı planlamıştı. Ancak kraliyet hanesinin son oğlu, onun gerçekte kim olduğunu anlayınca, onu yakalamış ve kendisinin büyük intikam entrikalarına ve krallıklarının tekrar kuruluşuna katılmasını istemişti. Gözleri tutkuyla alev alevdi, sesi heyecanla doluydu; ilk yemini Altın Yaldızlı Ziyafette kan dökmekti, ardından Lang Qian Qiu’yu yok etmek ve Yong An’ı yıkmak. İki halk arasındaki dostluğu yıkmak anlamına gelse bile yapacaklardı; Xian Le’den kalan tüm insanların yaşamları pahasına olsa bile; tüm Yong An’ı, soylularını ve halkını, cehennemin derinliklerine göndermek anlamına gelse bile.
Ama en sonunda, ölenler ölmüştü, katiller katildi. Nedeni ne olursa olsun, zorlayıcı neden ne olursa olsun, gerçekten tüm ayrımlara son vermek isteyen saygıdeğer bir kralı kendi elleriyle öldürdüğü bir gerçekti ve bu dünyadaki kendi kanından gelen son kişiyi.
Bu yüzden tüm suç ondaydı.
Çevirmen: Nynaeve
Not: Xie Lian’ın Lang Qian Qiu’yu terslemesine kızan arkadaş hala burada mı :P
121 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing - 46. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 46: Sinirli Nan Yang, Xuan Zhen’le İlk Dövüş
Çok düşünülmeden söylenmiş bir ifade olsa da etraftaki herkesin derin bir nefes almasına neden olmuştu. Herkesin aklından geçenler benzerdi: sen güçsüz bir çöp tanrısından daha fazlası değilsin, nasıl seninle dövüşürse kesinlikle öleceğini Lang Qian Qiu’ya, Doğu’nun savaş tanrısına, söyleyecek kadar utanmaz olabilirsin? Ne kendini beğenmişlik! Sanki Lang Qian Qiu’ya savaşmak ona yakışmazmış gibi sürgün edilmeyi istemişti. Tamamen saçmalık.
Ancak Lang Qian Qiu kelimelerinin hiçte abartı olduğunu düşünmüyordu. “Ölüm veya kalım fark etmez dedim! Beni kolayca bırakmana da ihtiyacım yok!”
Xie Lian onu görmezden geldi ve yeniden Jun Wu’ya isteğini söyledi. “Lordumun beni aşağı diyara sürmesi için dua ediyorum.”
Shi Qing Xuan aniden kolunu kaldırdı. “Bekleyin! Söyleyeceklerim bitmedi!”
Jun Wu. “Konuş, Rüzgar Ustası.”
“Buradaki herkes ekselansları Xie Lian’ın, Yong An Krallığında intikam için kan döktüğünü düşünüyormuş gibi görünüyor. Ancak intikam içinse, neden Yong An’ın veliaht prensi ekselansları Tai Hua’nın gitmesine izin verdi? Mantıken intikam alan kişinin en çok yok etmek isteyeceği veliaht prensin kendisi olmalıydı, yanlış mıyım?”
Bu detay kimsenin aklından geçmemiş değildi fakat sesli bir şekilde ifade etmenin gerekli olmadığını düşünmüşlerdi. Şimdi Rüzgar Ustası söylemiş olduğuna göre, bazıları katılarak başlarını salladılar. Shi Qing Xuan devam etti. “Ekselansları ve ben birbirimizi uzun zamandır tanımıyoruz ancak ben kendi gözlerimle eğri kılıç E-Ming’le ekselansları Tai Hua’yı korumak için doğrudan savaştığını gördüm. Qian Qiu, eğer Yong An Krallığına karşı nefret besleseydi, neden seni kendi isteğiyle orada korudu?”
Xie Lian’ın E-Ming’le doğrudan yüzleştiğini duyunca Feng Xin ve Mu Qing’in ikisi de ona baktı. Etrafta fısıldaşanlar vardı: “Belki de sadece suçlu hissediyordur.” Ancak Shi Qing Xuan hemen belirtmek için sesini yükseltti. “O kara talihin silahı; lanetlenmiş kılıç! YANİ! Bence tüm bunlar oldukça şüpheli!”
“Ekselanslarının Rüzgar Ustası’yla olan arkadaşlığı sayesinde koruma kazanması oldukça üzücü.” Pei Ming araya girmişti. “Bizim Küçük Pei’mizin o kadar şanlı olmaması çok kötü.”
“General Pei, suyu bulandırma.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Küçük Pei’in durumu bununla aynı sayılır mı? Onun suç işlediğini kendi gözlerimle gördüm ve o söz konusu suçları kabulünü kendi kulaklarımla duydum.”
“O zaman bugünküyle aynı değil mi?” Pei Ming karşı çıktı. “Ekselansları Tai Hua onun suç işlediğini gördü ve o söz konusu suçları itiraf ettiğini kendi kulaklarıyla duydu. Nasıl farklı oluyor?”
Shi Qing Xuan sinirlerdi ve geri tartışacaktı ki Xie Lian onu tuttu. “Rüzgar Ustası, teşekkür ederim, sana borçluyum. Ama bunu kafana takma lütfen.”
Shi Qing Xuan’ın Pei Ming’e verecek iyi bir cevabı hala yoktu. Bu yüzden sadece onu işaret etti fakat ağzından hiçbir kelime çıkmadı.
En sonunda Jun Wu konuşmuştu, tonu sakindi. “Herkes, lütfen sakin olun.”
Sesi özellikle yüksek değildi, oldukça huzurluydu ancak Savaş Tanrılarının Salonundaki herkes kelimeleri açıkça duymuştu ve yerlerine geri çekildiler. Salon sessizleşince Jun Wu tekrar konuştu. “Tai Hua, hareketlerin her zaman düşüncesiz oldu. Eğer bir durum ortaya çıkarsa kişi acele etmemelidir; sakince dinlemeli, düşünmeli ve tüm hikayeyi bildikten sonra değerlendirme yapmalıdır.”
Lang Qian Qiu azarı önemseyerek başını eğdi. Jun Wu devam etti. “Xian Le bize tüm hikayeyi anlatmayı reddediyor, bu yüzden sürgün isteği reddedilmiştir. Xian Le sarayında gözaltında tutulacak ve sonrasında ben bizzat onu kendim sorgulayacağım. O zamana kadar ikiniz görüşmemelisiniz.”
Bu kimsenin beklemediği bir sonuçtu.
Jun Wu gerçekten de Xie Lian’ı, hiç tapınağı, inananı ve meriti olmayan üç diyarın maskarasını, korumuştu!
Lang Qian Qiu, doğuyu yöneten bir savaş tanrısıydı; eğer bu yargıdan memnun olmazsa, oldukça yanlış bir seçim olurdu! Bütün bunlara rağmen Jun Wu, Xie Lian’ı korumayı seçmişti… Bu onun hala gözde olduğu anlamına mı geliyordu?!
Birçok cennet mensubu artık rüzgarın hangi yönde estiğini görmüşlerdi ve içlerinde bundan sonra açıkça ‘üç diyarın maskarası’ kelimelerinden bahsetmemeye karar verdiler. Shi Qing Xuan rahatlayarak nefesini verdi ve yüksek sesle Jun Wu’yu bilgeliği için övdü. Diğer yandan Lang Qian Qiu ise dikkatle Xie Lian’a bakıyordu. “Yüce Tanrı neyi sorgulamak istiyorsa sorgulasın fakat sonuç ne olursa olsun onunla düello yapacağım!”
Bununla beraber Lang Qian Qiu, Jun Wu’nun önünde eğildikten sonra dönüp salonu terk etti. Jun Wu elini salladı ve birkaç cennet mensubu Xie Lian’ı götürmek için öne çıktılar. Shi Qing Xuan’ın önünden geçerken Xie Lian yumuşak bir sesle konuştu. “Rüzgar Ustası, her şey için teşekkürler. Ama eğer bana yardım etmek istiyorsan, benim için daha fazla konuşma. Ancak yapman için iki şey rica edebilir miyim?”
Shi Qing Xuan hala Zevk Köşkü’nü yakıp yıkan alevleri körüklediği için kötü hissediyordu ve samimiyetle Xie Lian’ın ondan herhangi bir şeyi istemesini diliyordu. “Neye ihtiyacın varsa.”
Xie Lian. “Lütfen yan odaya yerleştirdiğim çocuğa iyi bak.”
Shi Qing Xuan. “Yapamayacağım bir şey değil! İkincisi ne?”
“Eğer General Pei gelecekte Ban Yue için işleri hala zorlaştırmak isterse lütfen Ban Yue’ye yardım et.”
“Tabii ki de.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Pei Ming’e izin vermeyeceğim. Ban Yue nerede?”
“Puji Manastırımda, onu küçük bir turşu kavanozuna sakladım. Eğer zamanın varsa arada onu havalandır.”
“…”
Rüzgâr Ustasına teşekkür ettikten sonra iki cennet mensubu Xie Lian’ı Xian Le Sarayının önüne getirdikten sonra nazikçe izin istediler.
“Nezaketiniz için teşekkürler.” Xie Lian hafifçe kafasını eğdi.
Ön kapılardan içeri girdikten sonra onları arkasından kapattı. Etrafına baktığından beklenildiği gibi sadece görünüşünün ustaca olmadığını, tüm binaların önceki sarayındakilerin tıpatıp aynısı olduğunu fark etti. Geçen sefer yakınlardan geçerken içine gitmemişti, ilk seferinin tutuklanma yüzünden olacağını asla tahmin edemezdi. Bu pekte iyi işaret değildi.
Ancak geçen günlerde yaşadığı onca heyecan verici olaydan sonra ruhen yorulmuştu ve hemen yerde uyuya kaldı.
Rüyasında birçok şey gördü.
Gözleri kapalı bir şekilde meditasyon yapıyormuş gibi görünüyordu. Gözlerini kırparak açtığında bir masanın önünde bağdaş kurmuş olduğunu fark etti. Siyah kıyafetleri katmanlar halinde etrafındaki zeminde dağılıyordu ve yüzünde soğuk, ağır bir maske vardı.
Başını eğdiğinde önünde masanın üzerinde yayılmış genç bir erkek çocuğu olduğunu gördü. On dört on beş yaşlarındaydı ve kıyafetleri dikkat çekiciydi. Formu hayatla doluydu fakat uykuya dalmıştı.
Kafasını sallayarak oraya doğru yürüdü. Hafifçe eğildi ve masaya vurdu. “Prens hazretleri.”
Belki maskenin soğukluğundandı ama sesi de soğuktu. Erkek çocuğu sonunda uyanmıştı. Kafasını kaldırıp onu gördüğünde hemen korkuyla dik bir şekilde oturmaya başladı. “B- B- B- Baş Rahip!!!!”
Konuştu: “Tekrar uyuyakaldınız. Etik Yazıtını ceza olarak on kere kopyalayın.”
Veliaht dehşetle bağırdı: “Usta, lütfen! Neden ceza olarak benden sarayın etrafında on tur koşmamı istemiyorsun?”
“Yirmi kere kopyalayın. Şimdi yapın ve güzel bir şekilde yazın.”
Veliaht prens ondan korkuyormuş gibi gözüküyordu ve düzgünce oturup yazmaya başladı. Böylece eski yerine dönerek meditasyon yapmaya devam etti.
Gerçeği söylemek gerekirse saraydaki herkes ondan birazcık korkuyordu. Bu uzaklık hissi ve baskıcı güç onun tarafında kasıtlı olarak yaratılmıştı.
Lakin bu veliaht prens çok gençti, öyle bir korkuyu çok uzun süre boyunca hissedemezdi. Yazıtı kopyalamaya başlamasının ardından çok geçmeden seslendi. “Usta!”
Elindeki kitabı indirdi. “Ne oldu?”
“Bana geçen sefer öğrettiğin kılıç tekniklerinde geliştim. Yeni bir teknik öğretmenin zamanı gelmedi mi?”
“Pekala. Ne öğrenmek istiyorsunuz?”
“Beni kurtarmak için kullandığın tekniği öğrenmek istiyorum!” Veliaht Prens belirtti.
Bir süre düşündükten sonra konuştu. “O mu? Olmaz.”
“Neden?” Veliaht Prens sordu.
Baş Rahip açıkladı. “O teknik kullanışsız. En azından sizin pozisyonunuzdaki biri için uygun değil.”
Veliaht Prens anlamamıştı. “Nasıl kullanışsız olur? İki kişinin gücünü dağıtmak için tek bir kılıç kullanmak! Beni o teknikle kurtardın.’”
Veliaht Prensin anlamıyor olması normaldi. “Prens hazretleri, bir soru sormama izin verin.”
“Sor!”
“İki kişi var, gözleri açlıkla kıpkırmızı. Birbirlerinin yemeklerini çalmak için kavga ediyorlar. Üçüncü biri daha gelip kavgayı durdurmak istiyor. Böyle bir durumda kelimelerin etkili olacağını düşünüyor musunuz?”
“…Hayır, bir işe yaramaz. Sadece yemek istiyorlar, değil mi?”
“Bu doğru. Problem kökten çözülmediği için kimse kimsenin gerekçesini dinlemez. Bu yüzden bu üçüncü kişinin kavgayı durdurabilmesi için onlara istediklerini vermesi gerekir. Kendi yemeğini.”
Veliaht Prens anlamış ama anlamamış gibi gözüküyordu.
Devam etti. “Mantığı aynı. Bir kılıç kınından çekildiği anda birinin yaralanacağını anlamanız gerekir. Güç ortaya çıktığında geri alınması gereken bir şeyler olacaktır.
“Bu yüzden iki kılıcın gücünü yaydığımı söylemeniz doğru değil. Hiçbir şey dağılmadı; saldırılarını ben üstlendim. Bir saldırıyı kendini inciterek engellemek aptalca bir tekniktir ve sadece başka alternatifler olmadığı zamanlarda kullanılmalıdır.
“Siz saygın bir veliaht prenssiniz. Böyle bir şeyin size yararı olmaz.”
Veliaht Prens yazıtı kopyalamaya devam etti ancak bir sürenin ardından düşünceleriyle yüzü düştü.
Baş Rahip sordu: “Başka sorularınız var mıydı?”
Bir süre kararsız kaldıktan sonra Veliaht Prens konuştu. “Bir tane. Usta, eğer üçüncü kişinin yeterli yiyeceği yoksa ne yapılmalı?”
“…”
Veliaht Prens devam etti. “Eğer ikisinin yemeği varsa ama daha fazla istedikleri için açgözlülükle daha şiddetli kavga ediyorlarsa ve üçüncü kişinin de yemeğini arıyorlarsa o zaman ne yapılmalı?”
“Sizce?” sordu.
Veliaht Prens düşündü ve cevapladı. “Bilmiyorum… Belki en başından beri olaya karışmamalıydı.”
Büyük Salon altındandı. Her şey altındandı. Ancak, o anda, hepsi kırmızıya dönmüştü.
Her altın ziyafet masasına bir kişi uzanmıştı. Boyunları parçalanmış, ölümleri trajik olmuştu.
Kılıcı tutan el durmadan titriyordu. Görkemli kral kanlarla kaplanmış, gözleri acı ve nefretle dolmuştu. Ayağının yanında kraliçenin ölü bedeni duruyordu.
Bir elinde kılıcı varken birbiri ardına adımlar attı ve oraya gitti. Kral kafasını kaldırıp onu gördüğünde şaşkına dönmüştü. “Baş Rahip? Sen…?!”
Buz gibi acımasız kılıç sertçe saplandı.
Tam o anda bir şeyi hissetmesiyle hemen kafasını çevirmişti. Genç Veliaht Prens dış kapının oradaydı, muhafızların cesetlerinin ortasında duruyordu.
Oğlanın gözleri boştu, sanki gerçek mi rüya mı olduğunu merak ediyordu. Adım attığında neredeyse eşiğe takılıp düşüyordu, aklını yitirmişti.
Kılıcını geri çekti; kan siyah elbiselerine döküldü.
Veliaht Prens eşiğe takılmamıştı ancak yerdeki ölü cesetlere takıldı. Kralın bedenine koşarak yaklaştı, sesi sonunda dönmüştü. “Baba!? Anne!?”
Ancak Kral bir daha asla konuşmayacaktı. Veliaht Prens onu sallamasına rağmen uyandırmadı ve delirmişçesine başını ona doğru döndürdü, gözleri açılmıştı. “Usta! Ne yapıyorsun? NE YAPTIN?! BAŞ RAHİP!!!”
Duygudan yoksun ses duyulmadan önce uzun bir süre geçmesi gerekmişti –
“Hepiniz hak ettiniz.”
Xie Lian iyi uyamamıştı ve irkilerek uyandı.
Uykulu bir şekilde gözlerini ovdu ve aslında o kadar uzun süre uymamış olduğu fark etti. Güzel rüyalar da görmemişti. Neyse ki göğsündeki bir şey onu dürterek uyandırmıştı. Bir süre oturdu, biraz aradıktan sonra kıyafetlerinde bir şey buldu. Avcunu açtı ve iki zarı ortaya çıkardı, Zevk Köşkü’ndekilerin aynısıydı.
Kırmızı bir deniz fark etmeden aklına doldu. Sahne bulanıktı ancak o kıpkırmızı siluet gün kadar açıktı, kırmızı denizin ortasında hareket etmeden onu izliyordu. Xie Lian iç çekti. “San Lang’ın Zevk Köşkü’nün ne kadarı kaldı acaba. Eğer bu sefer tekrar sürgün edilirsem ne kadar hurda satmam gerekecek ve ona ne kadar sürede geri ödeyebilirim kim bilir… On yıllar, yüz yıllar, belki aksine tüm hayatımla ödeyeceğim.”
Xie Lian zarlara biraz baktıktan sonra ellerini kapattı ve onları avuçlarında sallayarak yere attı. Zarlar durmadan önce yerde tıngırdayarak döndü.
Beklenildiği gibi Hua Cheng’den ödünç aldığı tüm şansı kullanmıştı. Tekrar iki tane altı yuvarlamayı umut ediyordu ancak sadece bir bir gelmişti.
Xie Lian gülmeden edemedi, kafasını salladı ve aniden arkasından gelen ayak seslerini duydu. Hemen kendini toparlayarak zarları ve gülümsemesini ortadan kaldırdı.
Ayak sesleri Jun Wu’ya aitmiş gibi değildi. Jun Wu derin bir kesinlikle yürürdü, acelesizdi. Hua Cheng kaygısız, genelde tembelce, fakat kendine güvenen bir havayla yürürdü ve ikisi kesinlikle tıpa tıp aynıydı. Ancak bu ayak sesleri biraz daha hafifti. Xie Lian kafasını döndürdüğünde şaşırmıştı. “Sen.”
Önündeki kişi siyah giyiyordu, açık tenliydi ve ince dudakları vardı. Umursamaz bir ifade takınıyordu, havalı bile sayılabilirdi. Bir savaş tanrısından daha çok bir literatür tanrısı gibi gözüküyordu. Mu Qing’den başka kim olabilirdi?
Xie Lian’ın şaşırmış ifadesini görünce kaşlarını kaldırdı. “Kim olmasını bekliyordun? Feng Xin mi?”
Cevabı beklemeden siyah elbiselerini kaldırdı ve kapının eşiğini geçti. “Feng Xin muhtemelen hiç gelmeyecek.”
“Burada ne yapıyorsun?” Xie Lian sordu.
“Yüce Tanrı seni gözaltını aldı ve ekselansları Tai Hua’nın gelmesine izin vermiyor. Ama benim gelemeyeceğimi söylemedi.” Dedi Mu Qing.
Xie Lian’ın sorusunu cevaplamakla uğraşmamıştı. Her neyse. Xie Lian da zaten merak etmiyordu ve daha fazlasını sormadı. Mu Qing yeni inşa edilmiş Xian Le Sarayında etrafa baktı, gözleri Xie Lian’ın üzerine indi. Biraz düşündükten sonra aniden ona bir şey fırlattı. Mavi gölge havada parladı; Xie Lian sol eliyle yakalamıştı ve avcunu açtığında küçük mavi porselen bir şişe olduğunu fark etti.
İlaç şişesiydi. Mu Qing duygusuz bir şekilde konuştu. “Sağ kolunu öyle kanlı bir şekilde etrafta sürüklemen çok iyi gözükmüyor.”
Xie Lian şişeyi tuttu ama kıpırdamadı, aksine Mu Qing’i fark ederek izlemeye başladı.
Üçüncü yükselişinden sonra Mu Qing’in ona davranışını sadece tek bir kelime anlatabilirdi: garip. Her zaman Xie Lian’ın üçüncü kez sepetlenmesini ve böylece alaylı yorumlarını yapabilmeyi bekliyormuş gibiydi. Ancak şimdi Xie Lian gerçekten de üçüncü kez sepetlenebilirdi ve aniden arkadaş canlısı bir halde gelip ona ilaç bile hediye etmişti. Davranışındaki yüz seksen derece dönüş sahiden de Xie Lian’ın biraz garip hissetmesine neden oluyordu.
Xie Lian’ın kıpırdamadığını görünce Mu Qing hafifçe sırıttı. “İstiyorsan kullan. Her halükarda başka kimse gelmeyecek.”
Neşesiz bir gülümseme değildi; oldukça iyi hissediyor olduğu belliydi. Xie Lian sağ kolunda acı hissetmiyor olsa da yaralarını öylesine bırakması için bir neden yoktu. Jun Wu’nun dokunuşu hızlı bir düzeltişti ancak tedavi etmek daha iyiydi. Böylece küçük mavi şişeyi açtı ve dikkatsizce içindekileri koluna dökmeye başladı. Şişeden çıkan ne toz ne de haptı, aksine açık mavi bir dumandı. Duman delice dalgalandı ve kolunu sardı. Kokusu taze ve canlandırıcıydı. Kesinlikle kaliteli bir maddeydi.
Mu Qing aniden sordu. “Lang Qian Qiu’nun dedikleri doğru muydu? Gerçekten de Yong An soylularının hepsini öldürdün mü?”
Xie Lian ona bakmak için bakışlarını kaldırdı. Mu Qing zorla saklıyor olsa bile gözlerindeki kontrol edilmez heyecan parçalarını görebiliyordu. Xie Lian’ın Altın Yaldızlı Ziyafette kan dökmesinin detaylarıyla yakından ilgileniyormuş gibi gözüküyordu ve sorularına devam etti. “Onları nasıl öldürdün?”
Tam o anda tekrar arkalarından ayak sesleri geldi. İkisi kafalarını aynı anda döndürdüler, bu sefer ziyarete gelen Feng Xin’di! İçeri girer girmez ana salonda Mu Qing’i gördü, hatta çömelmiş olan Xie Lian’ın yanında gülümsüyordu. Hemen alarma geçerek kaşlarını çattı. “Burada ne yapıyorsun?”
Xie Lian elindeki küçük şişeyi salladı. Mu Qing ifadesini düzeltti. Daha biraz önce Feng Xin’in gelemeyeceğini söylemişti ve sonraki saniye Feng Xin gelmişti; hiçte komik değildi.
“Bu senin sarayın değil. Ne? Sen gelebilirsin ama ben gelemem mi?” Mu Qing dedi.
Feng Xin onu görmezden gelerek Xie Lian’a döndü. Daha ağzını açmamıştı ki Xie Lian konuştu. “Eğer ikiniz de aynı soruyu soracaksanız o zaman size bir cevap vereceğim. İnanmamanız için bir neden yok; bugün Savaş Tanrılarının Salonunda söylediğim her şey doğruydu.”
Feng Xin’in rengi attı. Mu Qing onun bu ifadesinden nefret ediyordu ve sinirlerine dokunmuş bir şekilde söyledi. “Tamam, o yüz ifadeni değiştir. Olan her şeyden sonra acı dolu ifaden kime?”
Feng Xin ona baktı. “Sana değil! Çık git!”
“Ve sen kimsin de bana çıkıp gitmemi söylüyorsun?” Mu Qing konuştu. “Sanki sadıkmışsın gibi konuşuyorsun. Pardon, kaç yıl dayanabildin? Sen de kaçmadın mı?”
Feng Xin’in suratındaki damarlar belirginleşti. Xie Lian bu konuşmanın yanlış tarafa gittiğini hissedebiliyordu ve elini kaldırdı. “Durun, durun.”
Sanki Mu Qing durabilecekti, alayla sırttı. “Herkes eski ustanın saygınlığını kaybetmesini görmeye dayanamadığın için olduğunu söylüyor. Ne güzel bir bahane. Günün sonunda, kırılmış bir adamı takip ederek günlerini harcamak istemedin.”
Feng Xin yumruğunu salladı. “SEN NE BİLİYORSUN Kİ?!”
Pat! Feng Xin doğrudan Mu Qing’in suratına vurmuştu. Mu Qing standart bir güzelliğe sahipti; Feng Xin’den gelen sopa gibi yumruk yüzüne yapıştırılan bir hurma gibiydi, kanlı ve acınası. Yine de olduğu yerde durdu, sızlanmadan hemen geri yumruk attı. Yükseldiklerinde ikisi de ruhsal aygıtlarını almışlardı ancak kızgınken en iyi araç öfkelerini yumruklarıyla göstermekti. Feng Xin ve Mu Qing sekiz yüz yıl önce kavga ederken dövüş sanatları aynı seviyedeydi. Sekiz yüz yıl geçmesine rağmen arada hala bir fark yoktu. Yumruklar inmeye devam ediyordu; kavga karışık ve çılgıncaydı.
Feng Xin öfkeyle bağırdı. “Pis düşüncelerini bilmediğimi düşünme! Ne kadar çok suçta bulunursa o kadar mutlu oluyorsun!!”
Mu Qing atıştı. “Hep bana yukarıdan baktığını biliyordum, komik! Kendine bir bak! Bana yukarıdan bakacak neyin var? Sen önce kendine bak!”
Lang Qian Qiu ve Xie Lian düelloya başlamamışlardı bile ancak Feng Xin ve Mu Qing çoktan kavga ediyorlardı. Kinleri uzun süredir birikmişti; kavgaları kontrol edilemez ve gürültülüydü. İkisi de bir ötekinin küfürlerini duymadan sövüyordu; Xie Lian’ın dediklerini asla duyacak durumda değillerdi. Xie Lian üçünün genç olduğu zamanları hatırladı. Mu Qing yumuşak konuşur ve iyi davranırdı, eğer Feng Xin birine vurursa bu Xie Lian’ın emri altında olurdu, Xie Lian durmasını söylediğindeyse dururdu. Artık hiçbir şey öyle değildi.
Kolunu sürüklerken Xie Lian kapıya doğru koştu, yakınlardaki cennet memurlarından yardım istemeyi umuyordu ancak ana salondan dışarıya adımını bile ataman yüksek bir PAT sesi önlerinden geldi. Feng Xin ve Mu Qing de bu gürültüyle şaşırmışlar ve durmuşlardı. Alarma geçmiş bir şekilde sesin geldiği yöne bakıyorlardı.
Xian Le Sarayının ön kapıları biri tarafından tekmelenerek açılmıştı. Kapının arkasında üst cennetin geniş Büyük Savaş Bulvarı yoktu. Ölü ve derin bir siyahlık vardı.
Ve karanlığın içinden sayısızca ürpertici gümüş kelebek üzerlerine doğru gelmeye başladı.
Çevirmen: Kae
Not: Lang Qian Qiu yazmak çok zor :’(
141 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Mo Dao Zu Shi - 125. Bölüm
Tumblr media
Mega // MangaTr
126. (son) bölüm de çıktı! Şimdi hemmen ona başlıyorum, bitene kadar durmak yok!
Bu arada bu bölümün sonuna “Ekstralardan son 2 bölüm kaldı” yazmışlardı, ancak 126′ya son demişler ve altında da çevirmenin, yazarın notları vs. var?? Bilemedim... Neyse, bölümü bugün bir aksilik olmazsa çevirip yayınlarım ama yazar-çevirmen(K)-editör notları da var en sonunda, belki onlar yarın veya sonraki güne olur, HOB çevirmem lazım çünkü :(
Nilüfer Tohum Kozaları
Nilüfer Rıhtım, Yunmeng.
Antrenman salonun dışında, ağustos böcekleri yaza şarkı söylüyordu; içeride, oldukça nahoş bir insan bedeni sırası yeri kaplamıştı.
Bir düzine oğlan, hepsi üstsüz, salonun ahşap yer döşemelerine uzanmışlardı. Arada bir sanki pişen omletler gibi kendilerini çeviriyor, perişan inlemeler koyveriyorlardı.
“Hava…”
“Çok sıcak…”
Gözleri kapalı, Wei WuXian sersemlemiş bir halde düşündü, Keşke Bulut Kovuğu kadar serin olsaydı.
Altındaki ahşap parçanın sıcaklığı yine kendi vücut ısısını eşitlemişti ve bu yüzden döndü. Tesadüfen Jiang Cheng de döndü. Birisinin bacağı diğerinin koluna sürtündü. Wei WuXian anında seslendi. “Jiang Cheng, çek kolunu. Kömür kadar sıcaksın.”
Jiang Cheng. “Bacağını çek.”
Wei WuXian. “Kol bacaktan daha hafiftir. Bacağımı hareket ettirmem daha zor, bu yüzden sen kolunu çek.”
Jiang Cheng tısladı. “Seni uyarıyorum Wei WuXian abartma. Çeneni kapat ve hiçbir şey söyleme. Sen konuştukça daha da sıcak basıyor!”
Altıncı shidi konuşmaya katıldı. “Tartışmayın artık olur mu? İkinizin tartışmasını dinlerken ısındım. Daha çabuk terlemeye bile başladım.”
Ancak kollar ve bacaklar çoktan havaya uçmaya başlamışlardı. “Siktir git!”, “Sen de!”, “Hayır, hayır, hayır – lütfen git!”, “Hayır, teşekkürler – önce sen siktirip gidebilirsin!”
Tüm shidiler şikayet ediyorlardı. “Eğer kavga edecekseniz dışarıda edin!”, “Lütfen birlikte siktirip gidin, olmaz mı? Yalvarırız!”
Wei WuXian. “Duydun mu? Sana git diyorlar. Bırak… bacağımı – kırılacak, Beyfendi!”
Jiang Cheng’in alnında damarlar patladı. “Açıkça sana git diyorlar… Önce sen benim kolumu bırak!”
Aniden dışarıdaki ahşap koridordan uzun bir elbisenin yere sürtünme sesi duyuldu. İkisi yıldırım gibi birbirinden ayrıldı. Bir anda bambu perdeler kaldırılmış ve Jiang YanLi içeriye bakmıştı. “Ah, demek herkes buraya saklanmış.”
Herkes onu selamladı. “Shijie!”, “Merhaba Shijie.” Daha çekingen olanlar ise köşeye çekilmekten ve kollarıyla göğüslerini saklamaktan kendilerini alamamışlardı.
Jiang YanLi. “Bugün kılıç çalışması yok mu? Tembellik ediyorsunuz, dimi?”
Wei WuXian itiraz etti. “Bugün ölümüne sıcak – antrenman sahası alev almış. Eğer çalışmayı denersek derimiz dökülüp gider. Kimseye söyleme, Shijie.”
Jiang YanLi dikkatli bir şekilde Jiang Cheng ve ona baktı, baştan aşağıya inceledi. “Siz yine kavga mı ettiniz?”
Wei WuXian. “Yoo!”
Jiang YanLi içeriye girdi. Elinde tabak gibi bir şey vardı. “O zaman kim A-Cheng’in göğsüne ayak izini bıraktı?”
Geride kanıt bıraktığını duyunca Wei WuXian görebilmek için döndü. Sahiden bırakmıştı, ama artık kimse kavga edip etmediklerini umursamıyordu. Jiang YanLi’nin ellerinde doğranmış karpuz parçalarıyla dolu geniş bir tabak vardı. Oğlanlar hemen oraya üşüştü, sadece birkaç saniye içerisinde parçalar dağıtılmış ve yere oturulmuş, karpuz kemiriliyordu. Kısa bir süre sonra tabağın üzerinde sıyrılmış kabuklardan küçük bir dağ bile oluştu.
Yaptıkları her şeyde Wei WuXian ve Jiang Cheng tamamen birbirlerine karşıydılar, konu karpuz yemek olsa bile. Hem zorla hem açgözlülükle, öyle mücadele ettiler ki diğerleri uzaklara kaçtı, çabucak etraflarındaki alanı boşaltmışlardı. İlk başta Wei WuXian karpuz yeme işine kendini oldukça kaptırmıştı, ama bir süre sonra aniden kahkaha attı.
Jiang Cheng anında telaşlanmıştı. “Bu kez ne yapacaksın?”
Wei WuXian bir parça daha aldı. “Hiç! Yanlış anlama. Hiçbir şey yapmayacağım. Sadece aklıma birisi geldi.”
Jiang Cheng. “Kim?”
Wei WuXian. “Lan Zhan.”
Jiang Cheng. “Sebepsiz yere nereden aklına geldi? Sekt kurallarını kopyalamak nasıl bir histi hatırlamak mı istedin?”
Wei WuXian bir çekirdeği tükürdü. “Onu düşünmek eğlenceli. Sen bilmezsin ama – o çok komik. Ona bir keresinde ‘Sektinizin yemekleri iğrenç. Sizin yemeklerinizi yemektense kızartılmış karpuz kabuğu yemeği tercih ederim. Eğer vaktin olursa, gelip Nilüfer Rıhtımda bizimle eğlensene…’ demiştim.”
O daha sözlerini bitiremeden Jiang Cheng vurarak karpuzunu düşürdü. “Delirdin mi sen? Onu gidip Nilüfer Rıhtıma davet etmişsin – işkence çekmek hoşuna mı gidiyor?”
Wei WuXian. “Neden bu kadar kızdın? Karpuzum uçup gitti! Sadece kibarlık ediyordum. Elbette gelmez. Sen onun hiç eğlenmek için kendi başına bir yere gittiğini duydun mu?”
Jiang Cheng’in yüzünde katı bir ifade vardı. “Açık konuşayım. Ne olursa olsun gelmesini istemiyorum. Davet etme.”
Wei WuXian. “Ondan bu kadar nefret ettiğini bilmiyordum?”
Jiang Cheng. “Lan WangJi’yle bir sorunum yok, ama eğer gelirse, annem bir şeyler söyleyebilir, beni başkasının çocuğuyla kıyaslar ve hoş bir durum olmaz.”
Wei WuXian. “Merak etme. Gelse bile korkulacak bir şey yok. Eğer gelirse, Jiang Amca’ya onu benimle yatırmasını söyle. Onu bir aydan kısa bir süre içerisinde delirtirim.”
Jiang Cheng alayla güldü. “Koca bir ay boyunca onunla mı yatmak istiyorsun? Bence bir hafta içerisinde ölümüne bıçaklanırsın.”
Wei WuXian endişelenmiyordu. “Ondan mı korkacağım? Eğer sahiden dövüşmeye başlarsak, bana karşı kazanamayabilir.”
Diğerleri anında ona destek oldular. Jiang Cheng görünürde onun vurdumduymazlığıyla dalga geçti, ama Wei WuXian’ın kendini övmediğinin farkındaydı. Jiang YanLi ikisinin arasına oturdu. “Kimden bahsediyorsunuz Gusu’dan bir arkadaşınız mı?”
Wei WuXian neşeyle cevapladı. “Evet!”
Jiang Cheng. “Ne kadar utanmaz bir ‘arkadaş’sın sen. Gidip Lan WangJi’ye sor bakalım seni arkadaş olarak görüyor muymuş.”
Wei WuXian. “Defol. Eğer beni istemiyorsa, isteyene kadar canını sıkarım.” Jiang YanLi’ye döndü. “Shijie, Lan WangJi’yi biliyor musun?”
Jiang YanLi. “Biliyorum. O herkesin yakışıklı ve yetenekli olarak tanımladığı İkinci Genç Efendi Lan, değil mi? Sahiden o kadar yakışıklı mı?”
Wei WuXian. “Öyle!”
Jiang YanLi. “Sana kıyasla?”
Wei WuXian bir süre düşündü. “Belki benden sadece biiirazcık daha yakışıklıdır.”
İki parmağının arasında oldukça minik bir boşluk bıraktı. Tabağı geri alırken Jiang YanLi gülümsedi. “Sahiden çok yakışıklı olmalı o zaman. Yeni bir arkadaş edinmen çok güzel. Gelecekte, boş zamanlarınızda birbirinizi ziyaret edebilirsiniz.”
Bunu duyunca Jiang Cheng karpuzunu tükürdü. Wei WuXian ise ellerini salladı. “Boş ver, boş ver. Onun yaşadığı yerde sadece kötü yemekler ve bir dolu kural var. Bir daha gitmem.”
Jiang YanLi. “O zaman onu buraya getirebilirsin. Güzel bir fırsat. Neden bir ara arkadaşını Nilüfer Rıhtımda kalması için çağırmıyorsun?”
Jiang Cheng. “Onun saçmalıklarını dinleme Abla. Gusu’da inanılmaz sinir bozucuydu. Lan WangJi onunla buraya gelmek asla istemez.”
Wei WuXian. “Ne demek bu!? Gelir tabi.”
Jiang Cheng. “Uyan artık. Lan WangJi sana defol demişti, duymadın mı? Hala hatırlıyorsun değil mi?”
Wei WuXian. “Sen ne bilirsin!? Her ne kadar yüzeyde bana defol dese de, benimle gizlice Yunmeng’de takılmak istediğinden eminim – hatta, bayıla bayıla gelir.”
Jiang Cheng. “Her gün aynı soruya cevap arıyorum – bu kadar özgüveni nereden buluyorsun?”
Wei WuXian. “Düşünmeyi bırak. Eğer yıllarca bir soruyu düşünsem ve cevap bulamasam, ben çoktan vazgeçerdim.”
Jiang Cheng başını iki yana salladı. Tam karpuzunu yere atacaktı ki, aniden bir dizi şiddetli ayak sesinin yaklaştığını duydu. Uzaklardan müsamahasız bir kadın sesi duyuldu. “Ben de herkes nereye gitti diyordum. Tahmin edildiği gibi…”
Oğlanların yüzlerindeki ifade anında değişti. Yu Hanım’ın salonun köşesinden dönmesini görmek için tam zamanında perdelerden dışarıya fırladılar, mor cübbesi güçle uçuşuyordu. Yüzünde ürpertici bir hava vardı. Oğlanların nahoş çıplaklıklarını görünce Yu Hanımın yüzü buruştu, kaşları yukarı kalktı.
Oğlanların hepsinin aklından, Olamaz!, diye geçiyordu, dehşet içinde diğer tarafa döndüler ve koştular. Bunu görünce Yu Hanım en sonunda fark etti, sinirlenmişti. “Jiang Cheng! Üzerine bir şeyler giy! Barbarlar gibi görünüyorsun! Seni böyle görünce insanlar benim hakkında ne düşünürler?!”
Jiang Cheng’in üst cübbesi beline bağlanmıştı. Annesinin azarını işitince, aceleyle başının üzerine çekti. Yu Hanım tekrar azarladı. “Ve siz oğlanlar! A-Li’nin burada olduğunu görmüyor musunuz? Kim siz veletlere bir kızın önünde böyle dolanmanızı öğretti!?”
Elbette kimin önderlik ettiğini sorgulamaya gerek yoktu. Bu nedenle Yu Hanımın bir sonraki cümlesi, her zamankindendi. “Wei Ying! Canına mı susadın!?”
Wei WuXian bağırdı. “Özür dilerim! Shijie’nin geleceğini bilmiyordum! Hemen gidip giysilerimi bulayım!”
Yu Hanım daha da sinirlenmişti. “Nasıl kaçmaya cüret edersin! Hemen geri dön ve diz çök!” Konuşurken bileğini sallamasıyla kırbacını serbest bıraktı. Wei WuXian yakıcı bir acının sırtından geçtiğini hissetti. Yüksek sesle haykırdı. “Ah!” Ve neredeyse yere düşüyordu. Ancak aniden, birisinin ince sesi Yu Hanım’ın kulaklarına ulaştı. “Anne, karpuz yemek ister misin…”
Yu Hanım yoktan var olan Jiang YanLi nedeniyle irkilmişti. Gecikmesiyle birlikte tüm oğlanlar buhar olup uçtu. O kadar kızmıştı ki Jiang YanLi’ye döndü ve yanağını çimdikledi. “Yemek, yemek, yemek – tek yaptığın yemek!”
Jiang YanLi annesinin çimdiği nedeniyle neredeyse ağlayacaktı, mırıldandı. “Anne, A-Xian ve diğerleri sıcak yüzünden burada yatıyorlardı ve ben kendim yanlarına geldim. Onları suçlama. Ka… Karpuz yemek ister misin… Kim getirmiş bilmiyorum, ama sahiden çok tatlılar. Yazın karpuz yemek serinlemek ve susuzluğu gidermek için harika. Senin için biraz daha keseyim…”
Yu Hanım düşündükçe daha da sinirleniyordu ve bir de üzerine yaz sıcağı binince, sahiden canı karpuz istemeye başlamıştı. Bu nedenle… daha da sinirlendi.
Diğer yandan, gençler en sonunda Nilüfer Rıhtımdan kaçmıştı ve doklara doğru koşup bir tekneye atladılar. Peşlerinden kimse gelmeyince ve belli bir süre geçince Wei WuXian en sonunda rahatlamıştı. Güçlükle birkaç kez kürek çekti. Hala sırtındaki acıyı hissedebiliyordu bu yüzden kürekleri bir başkasına verdi, oturdu ve acıyan yerine dokundu. “Haksızlık. Kimsenin üzerinde hiçbir şey yoktu, ama neden azarlanıp dayak yiyen bir tek ben oldum?”
Jiang Cheng. “Çünkü üzerinde kıyafet yokken en çok göz kanatan sensin.”
Wei WuXian ona bir bakış attı. Aniden zıpladı ve suya daldı. Sanki bir sinyal gönderilmiş gibi diğer herkeste suya girdi. Sadece birkaç saniye içerisinde teknede tek kalan Jiang Cheng’di.
Jiang Cheng aniden bir yanlışlık olduğunu fark etti. “Siz ne yapıyorsunuz?!”
Wei WuXian teknenin diğer yanına yüzdü ve sert bir darbe vurdu. Tekne hemen alabora oldu, sırtı yukarıya bakacak şekilde ağır ağır suya batıp çıkmaya başladı. Wei WuXian kahkaha attı, tekneye sıçradı ve çaprazlanmış bacaklarıyla oturdu. “Gözlerin hala kanıyor mu Jiang Cheng? Bir şey söyle, hey, hey!”
Birkaç kez bağırmasına rağmen baloncuklar dışında hiçbir şey çıkmıyordu. Wei WuXian yüzünü sildi, şaşkın görünüyordu. “Neden bu kadar uzun sürdü?”
Altıncı shidi de yanına yüzdü, haykırdı. “Boğuldu mu!?”
Wei WuXian. “İmkansız!” Tam aşağıya gidecek ve Jiang Cheng’e yardım edecekti ki, aniden arkasından bir nida duydu. Keskin bir ciyaklamayla, suya itilmişti. Bir kez daha tekne dönmüş, üzerinden sular damlıyordu. Sualtına gömüldükten sonra Jiang Cheng diğer tarafa yüzmüş ve Wei WuXian’ın arkasına geçmişti.
Her ikisi de sinsi saldırılarında başarılı olunca, teknenin etrafında tetikte bir şekilde çember çizmeye başladılar, diğerleri ise suda sıçrayarak, olanları izlemek için göle dağılmışlardı. Wei WuXian teknenin diğer yanından hava attı. “Silah kullanmak neydi şimdi? Küreği bırak ve çıplak ellerimizle savaşalım.”
Jiang Cheng alayla güldü. “Beni salak mı sanıyorsun? Bıraktığım anda sen alacaksın!” Küreği savurarak, Wei WuXian’ı kenara çekilmek ve saklanmak zorunda bıraktı. Tüm shidiler ona tezahürat etti. Sağa sola kaçıp dururken Wei WuXian en sonunda şikayet edecek fırsat buldu. “Nasıl bu kadar utanmaz davranırsın!?”
Yuhalamalar her yerden yankılanıyordu. “Da-Shixiong, bunu söyleyecek yüzün olmasına inanamıyorum!”
Kısa bir süre sonra hepsi kaotik bir su savaşına kapılmışlardı, Adaletin İtişinden, Zehir Bitkisine, Vahşet Kaçışına – Wei WuXian Jiang Cheng’e bir tekme attı, ardından en sonunda tekneye tırmanmayı başarmıştı. Bir ağız dolusu göl suyu tükürdü, ellerini salladı. “Bırakalım artık, bırakalım – ateşkes istiyorum!”
Herkesin kafasında yeşil su otları vardı, henüz durmaya hazır değillerdi. Telaşla. “Neden duruyoruz? Devam edelim! Devam edelim! Dezavantajlı durumdasın diye merhamet için yalvarıyor musun?”
Wei WuXian. “Kim demiş merhamet için yalvarıyorum diye? Sonra dövüşebiliriz. Ben çok acıktım. Önce bir şeyler yiyelim.”
Altıncı Shidi. “O zaman geri mi döneceğiz? Akşam yemeğinden önce biraz daha karpuz yiyebiliriz.”
Jiang Cheng. “Eğer şimdi geri dönersek, tek yiyeceğimiz şey kırbaç olur.”
Ancak, Wei WuXian’ın aklında başka bir fikir vardı. Duyurdu. “Geri dönmeyeceğiz. Nilüfer tohum  toplayalım!”
Jiang Cheng takıldı. “Sanırım ‘çalmak’ demek istedin?”
Wei WuXian. “Her seferinde parayı geri ödemiyor muyuz!”
YunmengJiang Sekti sık sık bölgedeki evlerle ilgilenirdi, hiçbir teminat beklemeden bölgedeki su hortlaklarını yok ederdi. Birkaç kilometre içerisindeki alanda, birkaç tohum kozası bir yana, insanlar onlar için tüm bir göle nilüfer ekmeye razıydılar. Sektin gençleri her dışarı çıktıklarında ve birisinin karpuzunu yediklerinde, tavuğunu yakaladıklarında veya köpek mamasını ilaçladıklarında, Jiang FengMian her şeyi yoluna koymak için birilerini gönderirdi. Her seferinde neden çalmakta ısrar ettiklerine gelinirse, kibir veya edepsizlikten değildi – oğlanlar sadece azarlanma keyfine ve komik duruma düşmeye ve kovalanmaya bayılıyorlardı. *ÇN: Çin’in kırsal kesimlerinde, köpekler sık sık hırsızlara karşı evi korumaları için kullanılırlar. Başka birisinin evine gizlice girebilmek için, oğlanlar köpeklerin uyuduğundan emin olmalılar (ama tabi öldürmeden).
Gençler tekneye yerleştiler. Bir süre kürek çektikten sonra bir nilüfer gölüne vardılar.
Yeşille kaplanmış oldukça büyük bir su kütlesiydi. Tabak kadar küçük ve şemsiye kadar büyük yapraklar, birbirlerinin üzerine kat kat yerleşmişlerdi. Dışarıdakiler daha alçak ve seyrekti, su üzerinde yüzen düz bir tabaka oluşturuyorlardı; içeridekiler ise uzun ve daha sıkışıktı, içerisindeki insanlarla birlikte tekneleri kaplamaya yeterlerdi. Ama nilüfer yapraklarına bir bakış atmak meraklanmak için yeterdi, insan içinde birisinin saklandığını fark edebilirdi.
Nilüfer Rıhtımdan gelen küçük tekne yeşil dünyaya süzüldü. Her yerde başı aşağıya sarkmış tombul tohum kozaları vardı. Birisi kürek çekerken diğerleri işe koyulmuşlardı. Büyük tohumlar uzun, üzerinde küçük, zararsız dikenler olan saplardan sallanıyordu. Sadece küçük bir çabayla saplar ikiye kırılabiliyordu. Tohumları büyük bir parça sapla birlikte kopartıyorlardı, bu sayede geri döndüklerinde birkaç şişe alıp, onları tekrar suya ekebilirlerdi. Bazıları bu şekilde, tohumların tadının birkaç gün daha taze kaldığını söylerdi. Wei WuXian bunu sadece başkalarından duymuştu. Doğru olup olmadığını bilmiyordu, ama yine de diğerlerine kendinden son derece emin bir şekilde söyleyivermişti.
Birkaç tanesini kırdı ve birisini soyup açtı, yuvarlak tohumları ağzına attı. Sıvı dilini yaktı. Yerken dalgın bir şekilde ���Sana nilüfer tohumları ikram edersem, sen bana ne vereceksin?’ gibi bir şeyler mırıldanıyordu, Jiang Cheng nasılsa duymuştu. “Kime ikram ediyorsun?”
Wei WuXian. “Haha, sana olmadığı kesin!” Tam Jiang Cheng’i suratının ortasından nilüfer tohumuyla vuracaktı ki, aniden ‘şişt’ sesi çıkarttı. “Bittik. Yaşlı adam bugün burada!”
Yaşlı adam derken bu bölgedeki nilüferleri eken çiftçiyi kastediyordu. Wei WuXian da aslında ne kadar yaşlı olduğunu bilmiyordu. Her şekilde, ona göre, Jiang FengMian amcasıydı, bu yüzden Jiang FengMian’dan daha yaşlı olan herkese yaşlı adam denebilirdi. Wei WuXian’ın hatırlayabildiği en eski zamandan beri adam bu göldeydi. Yazın buraya nilüfer tohumları çalmaya geldiğinde, yakalanırsa onu döverdi. Wei WuXian sık sık yaşlı adamın yeniden doğmuş nilüfer tohumu ruhu olup olmadığından şüphelenirdi, gölden eksilen tohum sayısını avucunun içi gibi bilirdi – Wei WuXian’a attığı şamarların sayısını da. Nilüfer göletlerinde ilerlerken, bambu çubuklar küreklerden daha iyiydi, her darbesi ses çıkartır ve eti delerdi.
Diğer gençler de bu dayaktan nasiplerini almışlardı. Anında suspus oldular. “Kaçalım, kaçalım!” Aceleyle kürekleri kaptılar ve kaçtılar. Sallanarak gölden çıktılar ve arkalarına doğru suçlu bakışlar attılar. Yaşlı adamın teknesi çoktan kat kat yaprakları çekmiş, engin sularda sürükleniyordu. Başını geriye atan Wei WuXian bir süre baktıktan sonra haykırdı. “Ne tuhaf!”
Jiang Cheng de ayağa kalkmıştı. “Teknesi neden bu kadar hızlı gidiyor?”
Herkes döndü. Yaşlı adam sırtı onlara dönük bir şekilde durmuş, tek tek teknedeki nilüferleri sayıyordu, bambu çubukları da kenarda öylece duruyordu. Ancak teknesi hem istikrarlı hem hızlı bir şekilde ilerlemekteydi. Gençlerin teknesinden daha hızlıydı üstelik.
İki tekne yaklaşırken, en sonunda yaşlı adamın teknesinin altında şüpheli beyaz bir gölge olduğunu gördüler, su altında yüzüyordu.
Wei WuXian döndü, işaret parmağını dudaklarına bastırdı, diğerlerine yaşlı adamı veya altındaki su hortlağını ürkütmemeleri gerektiğini hatırlatıyordu. Jiang Cheng başını salladı. Küreği sadece birkaç sessiz dalgacık oluşturdu, neredeyse hiç hareket etmiyorlardı. İki tekne arasında on adım kadar mesafe kaldığında, üzerinden sular damlayan gri bir el sudan yükseldi ve yaşlı adamın teknesindeki nilüfer tohum kozalarından birisini kaptıktan sonra sessizce suya gömüldü.
Birkaç dakika sonra, iki nilüfer tohum kabuğu suyun üzerinde yüzdü.
Oğlanlar konuşamayacak kadar şaşırmışlardı. “Vay be, su hortlakları bile nilüfer tohumu çalıyor!”
Yaşlı adam en sonunda arkasında birileri olduğunu fark etmişti, elinde büyük bir tohum kozasıyla döndü ve diğer elinde bambu çubuğu vardı. Hareketi su hortlağını ürkütmüştü. Bir su şapırtısıyla beyaz gölge kayboldu. Oğlanlar bağırdı. “Gel buraya!”
Wei WuXian suya atladı ve derine daldı. Kısa bir süre sonra elinde bir şeyle yukarı çıktı. “Yakaladım!”
Elinde küçük bir su hortlağı vardı, benzi soluktu. On yaşından büyük olamayacak bir çocuk gibi görünüyordu. Korkudan, gençlerin gözü önünde neredeyse cenin pozisyonu almıştı.
Aniden yaşlı adam lanet ederken, bambu çubuğu savruldu. “Yine bela arıyorsunuz!”
Wei WuXian daha yeni sırtına bir kırbaç yemişti ve şimdi üzerine ikinci darbeyi almıştı. Ciyaklarken neredeyse elindekini bırakacaktı. Jiang Cheng köpürüyordu. “Düzgün konuş – neden birden ona vuruyorsun ki? Bu ne nankörlük!”
Wei WuXian aceleyle. “Ben iyiyim, iyiyim, Yaşl-… Efendim, dikkatle bakın. Biz hortlak değiliz. Hortlak olan bu.”
Yaşlı adam. “Saçmalık. Sadece yaşlıyım, kör değilim. Çabuk ol ve bırak şunu!”
Wei WuXian irkildi. Yakaladığı su hortlağı selamlama olarak ellerini bir araya getirmişti, koyu renk gözleri oldukça zavallı bir şekilde parlıyordu. Çaldığı tombul nilüfer tohumunu hala tutuyor, bırakmaya gönülsüzdü. Tohum çoktan çatlamıştı. Görünüşe göre Wei WuXian ona çekmeden önce birkaç ısırık almıştı.
Jiang Cheng içinden yaşlı adamın zırdeli olduğunu geçiriyordu. Wei WuXian’a döndü. “Bırakma. Onu geri götürelim.”
Bunu duyunca yaşlı adam tekrar bambu çubuğunu tuttu. Wei WuXian hemen bağırdı. “Yapma, yapma! Bırakacağım, tamam.”
Jiang Cheng. “Bırakma! Ya birisini öldürürse?!”
Wei WuXian. “Üzerinde hiç kan kokusu yok. Bu bölgenin dışına yüzmek için çok küçük ve bu bölgede hiç ölüm haberi duymadık. Muhtemelen hiç kimseyi öldürmemiş.”
Jiang Cheng. “Kimseyi öldürmemiş olması, ileride öldürmeyeceği…”
Ama sözlerini tamamlayamadan bambu çubuk ona doğru savruldu. Darbe inince Jiang Cheng kudurmuştu. “Sen aklını mı kaçırdın yaşlı adam?! Hortlak olduğunu biliyorsun – seni öldürmesinden korkmuyor musun?!”
Yaşlı adam oldukça emindi. “Neden eşiğin yarısını geçmiş bir adam hortlaktan korksun ki?”
Çok uzağa yüzemeyeceğini bilen Wei WuXian araya girdi. “Kavga etmeyin, kavga etmeyin. Bırakıyorum!”
Sahiden bıraktı. Bir şapırtıyla, su hortlağı yaşlı adamın teknesinin arkasına süzüldü, dışarı çıkmaya korkar gibiydi.
Sırılsıklam Wei WuXian tekneye tırmandı. Yaşlı adam tekneden bir tohum kozası aldı ve suya attı. Su hortlağı ilgilenmedi. Yaşlı adam daha büyük bir tane seçti ve tekrar suya attı. Koza birkaç kez su yüzeyinde sıçradı ardından yarım beyaz bir alın dışarı çıktı ve büyük, beyaz bir balık gibi iki yeşil kozayı ağzıyla su altına taşıdı. Kısa bir süre sonra, biraz daha beyazlık su yüzeyine çıktı. Omuzları ve elleri ortaya çıkmıştı, su hortlağı kemirirken teknenin arkasına saklanmıştı.
Kozanın tadını çıkarmasını izlerken, gençler şaşkına dönmüşlerdi.
Yaşlı adam suya bir koza daha attı. Wei WuXian çenesine dokundu, nasıl hissedeceğini bilmiyordu. “Efendim, neden o nilüfer kozalarınızı çaldığında izin veriyorsunuz, hatta kendiniz veriyorsunuz da, biz çaldığımızda dayak yiyoruz?”
Yaşlı adam. “Tekneme yardım ediyor, neden birkaç tane koza vermeyecekmişim? Ve diğer taraftan siz? Bugün kaç tane çaldınız?”
Gençler utanmışlardı. Wei WuXian göz ucuyla baktı. Teknenin karnına gizlenmiş bir sürü kozayı fark edince, işlerin iyiye gitmeyeceğini anlamıştı, aceleyle seslendi. “Hadi gidelim!”
Anında gençler kürek çekmeye koyuldular. Bambu çubuğunu kullanarak, yaşlı adam tayfun gibi üzerlerine geldi. Çubuğun her an onlara vurmak üzere olduğunu düşünürken saçları dikiliyordu, delirmiş gibi kürek çekiyorlardı. İki tekne nilüfer gölünün etrafında hızla birkaç tur attılar. İki tekne gittikçe yaklaşırken, Wei WuXian çoktan birkaç darbe almıştı ve dahası çubuğun kendisinden başka hiç kimseyi hedef almadığını fark etmişti. Başını sardı ve bağırdı. “Hiç adil değil! Neden sadece bana vuruyorsun! Neden yine ben!”
Shidi. “Böyle devam Shixiong! Her şey sana bağlı!”
Jiang Cheng ekledi. “Evet, aynen devam.”
Wei WuXian laf attı. “Hayır! Bu kadarı yeter!” Tekneden bir nilüfer tohum kozası aldı ve fırlattı. “Yakala!”
Oldukça büyük bir kozaydı, suya ulaştığında oldukça fazla su sıçrattı. Tahmin ettiği gibi yaşlı adamın teknesi duraksadı. Su hortlağı sersem bir halde yüzdü, kozayı aldı.
Fırsattan istifade, Nilüfer Rıhtımın teknesi kaçma şansı yakalamıştı.
Geri döndüklerinde shidilerden birisi sordu. “Da-Shixiong, hortlaklar tat alır mı?”
Wei WuXian. “Normalde hayır. Ama bence bu ufaklık, muhtemelen… muhtemelen… Haa-… Hapşuuu!”
Güneş batmış ve rüzgar çıkmıştı. Oldukça soğuk bir esintiydi. Wei WuXian burnunu çekti ve yüzünü ovalayarak devam etti. “Muhtemelen ölmeden önce hiç nilüfer kozası yiyememişti ve çalmak için göle girerken boğulmuştu. Ve bu yüzden de… Haa-… Ha-…”
Jiang Cheng. “Ve bu yüzden de son dileği olduğu için nilüfer tohumları yiyor. Bu sayede bir tür tatmin hissediyor.”
Wei WuXian. “Aa-ha, aynen öyle.”
Sırtına dokundu, hem yeni hem eski yaralarla doluydu ve hala düşünüp durduğu soruyu geri plana atamıyordu. “Bu ne haksızlık. Neden bir şey olunca hep dayak yiyen ben oluyorum?”
Shidilerden birisi cevapladı. “En yakışıklı sensin.”
Bir diğeri. “En güçlü efsuncu sensin.”
Ve diğeri. “Üzerinde kıyafet yokken en iyi görünen sensin.”
Herkes başını salladı. Wei WuXian. “Övgüler için teşekkürler gençler. Korkmaya başlıyorum.”
Shidi. “Bir şey değil Da-Shixiong. Her seferinde bizi koruyorsun. Daha fazlasını hak ediyorsun!”
Wei WuXian şaşırdı. “Ne? Daha fazlasını mı? Duyayım bakalım.”
Jiang Cheng daha fazla dinleyemeyecekti. “Kapa çeneni! Eğer düzgün konuşmamakta ısrar etmeye devam ederseniz, tekmeyi delerim ve burada hep birlikte geberip gideriz.”
O konuşurken, iki tarafında ekili alanları bulunan bir bölgeden geçiyorlardı. Tarlalarda çalışan birkaç ufak tefek kadın çiftçi vardı. Teknelerinin geçtiğini görünce kıyıya koştular ve uzaktan onlara seslendiler. “Hey – !”
Gençlerde aynı şekilde karşılık verdiler, ardından hepsi Wei WuXian’a takıldı. “Shixiong, sana sesleniyorlar! Sana sesleniyorlar!”
Wei WuXian dikkatle baktı. Sahiden kadınlarla daha önce ekibe önderlik ederken karşılaşmıştı. Anında morali düzeldi ve el sallamak için ayaklandı, sırıtıyordu. “Nasılsınız!?”
Tekne akıntıyla birlikte sürüklendi. Kadınlar da kıyı boyunca takip ettiler, sohbet ediyorlardı. “Siz çocuklar yine nilüfer tohum kozaları çalmaya gittiniz değil mi!?”
“Bu kez kaç tane kaptınız söyleyin!”
“Ya da bu kez birisinin köpeğini mi uyuttunuz?”
Dinlerken, Jiang Cheng neredeyse onları tekneden atmak istiyordu, hiç hoşlanmamıştı. “İtibarınız sektimizi utandırıyor.”
Wei WuXian karşı çıktı. “Bize ‘siz çocuklar’ dediler. Aynı teknedeyiz değil mi? Ben saygınlığımı kaybediyorsam, hepimiz kaybediyoruz.”
İkisi tartışırken kadınlar bir diğeri seslendi. “İyi miydi?”
Wei WuXian cevap vermeyi başardı. “Ne?”
Kadın. “Verdiğimiz karpuzlar. Güzel miydi?”
Wei WuXian farkına vardı. “Demek karpuzları siz vermiştiniz. Çok lezzetliydi! Neden içeri girip oturmadınız? Çay ikram ederdik!”
Kadın gülümsedi. “Sizi ziyarete gelmiyorduk, bu yüzden içeri girmedik. Beğendiğinize sevindim!”
Wei WuXian. “Teşekkürler!” teknenin dibinden birkaç tane büyük tohum kozası çıkardı. “Nilüfer tohum kozası alın. Bir dahaki ziyaretinizde, beni bulun ve antrenmanımı izleyin!”
Jiang Cheng burnundan soludu. “Kim senin antrenmanını izlemek ister?”
Wei WuXian kıyıya tohum kozalarını attı. Uzak bir mesafeydi, ama kadınların ellerine yumuşak bir şekilde inmişlerdi. Birkaç tane daha adı ve Jiang Cheng’in kollarına sıkıştırdı. “Ne diye orada dikiliyorsun? Çabuk olsana.”
Birkaç kez iteklendikten sonra Jiang Cheng’in tek yapabileceği kozaları almaktı. “Çabuk olup ne yapayım?”
Wei WuXian. “Sen de karpuzdan yedin, bu yüzden hediyeye karşılık vermelisin, değil mi? Al, al, utanma. Atmaya başladı, başla hadi.”
Jiang Cheng tekrar burnundan soludu. “Dalga geçiyor olmasın. Neden utanacakmışım?” Böyle dediyse bile, bütün shidiler tohum kozaları atmaya başlamış olsa da, yine de kendisi hareketlenmedi. Wei WuXian acele ettirdi. “At o zaman! Eğer şimdi onları atarsan, bir dahaki sefere tohumların tadının nasıl olduğunu sorabilirsin ve böylece tekrar sohbet etmiş olursunuz!”
Shidilerin hepsi huşu içindeydi. “Demek o yüzden! Harika bir ders. Bu şeyler konusunda çok tecrübelisin Shixiong!”
“Sürekli böyle şeyler yaptığı anlaşılıyor!”
“Of, kahretsin, hahahaha…”
Jiang Cheng tam bir tane atacaktı ki sözleri duyduğu anda ne kadar kulağa ne kadar utanmaz geldiklerini fark etti. Tohum kozalarını soydu ve kendisi yedi.
Tekne suda süzülürken, genç kızlar kıyıda küçük adımlarla peşlerinden koşuyor, gençlerin tekneden onlara attıkları yeşil nilüfer tohum kozalarını yakalıyorlardı, koşarken bir yandan gülüyorlardı. Wei WuXian sağ elini kaşlarının üzerine koydu, manzarayı içine çekti. Kahkahaların arasında, iç çekti. Diğerleri sordu. “Sorun ne Da-Shixiong?”, “Kızlar peşinden koşarken bile iç mi çekiyorsun?”
Wei WuXian küreği omzuna attı, sırıtıyordu. “Hiç. Sadece aklıma tüm samimiyetimle Lan Zhan’ı Yunmeng’e davet ettiğim ve yine de teklifimi reddetmeye cüret ettiği geldi.”
Gençler baş parmaklarını kaldırdılar. “Vay, Lan WangJi işte!”
Wei WuXian keyfi yerinde bir şekilde bildirdi. “Susun! Bir gün, onu buraya sürükleyecek ve tekneden atacağım. Onu nilüfer tohum kozaları çalması için kandıracağım ve yaşlı adamın bambu sopasıyla dayak yemesine izin vereceğim ve arkamdan koşup duracak, hahahaha…”
Bir süre kahkaha attıktan sonra döndü ve Jiang Cheng’e baktı, asık bir suratla teknenin önüne oturmuş tohum kozaları yiyordu. Gülümsemesi yavaş yavaş kaybolurken iç çekti. “Of, ne öğrenmez bir çocuk.”
Jiang Cheng köpürdü. “Yalnız yemek istiyorsam ne olmuş?”
Wei WuXian. “Şu haline bak Jiang Cheng. Boş ver. Umutsuz vakasın. Tüm hayatın boyunca yalnız ye de gör!”
Her şeye rağmen, nilüfer tohum kozaları çalmak için yola çıkan tekne bir kez daha zenginliklerle dönmüştü.
 Bulut Kovuğu, Gusu.
Dağların dışarısı haziran yazıyla yanıyordu. Dağlarda ise, serin ve huzurlu bir dünya vardı.
Lanshi’nin önünde, iki beyaz figür salonda duruyordu. Bir esinti geçti, cübbeleri nazikçe dalgalandı, ancak hareketsiz kaldılar.
Lan XiChen ve Lan WangJi oldukları yerde duruyorlardı.
Baş aşağı.
İkisi de hiçbir şey söylemedi, sanki çoktan meditasyon durumuna geçmiş gibiydiler. Duyulabilen tek ses suyun uğultusu ve kuşların cıvıltısıydı. Tezat olarak, onlar daha da sessizmiş gibi görünüyorlardı.
Bir süre sonra Lan WangJi aniden konuştu. “Ağabey.”
Lan XiChen sakince meditasyon halinden çıktı, gözleri tereddütsüzdü. “Efendim?”
Bir anlık sessizliğin ardından Lan WangJi sordu. “Daha önce hiç nilüfer tohum kozaları topladın mı?”
Lan XiChen ona baktı. “…Hayır.”
Eğer GusuLan Sektinin bir üyesi nilüfer tohumu yemek isterse, elbette tohum kozalarını kendisi toplamazdı.
Lan WangJi başını aşağıya doğru eğdi. “Ağabey, biliyor musun?”
Lan XiChen. “Neyi?”
Lan WangJi. “Saplarıyla birlikte koparılan nilüfer tohum kozalarının tadı diğerlerinden daha güzel olurmuş.”
Lan XiChen. “Aa? Daha önce böyle bir şeyi hiç duymadım. Nereden çıktı şimdi birden?”
Lan WangJi. “Hiç. Süre doldu. Diğer el.”
İkisi onlara destek olan ellerini sağdan sola değiştirdiler. Hareketleri son derece tekdüzeydi, istikrarlı ve sessiz.
Lan XiChen tam sormak üzereydi ki gözleri bir yere odaklandı ve gülümsedi. “WangJi, misafirlerin var.”
Ahşap holün köşesinden beyaz, tüylü bir tavşan aniden sıçrayarak gelmişti. Lan WangJi’nin sol eline yapıştı, pembe burnu kokluyordu.
Lan XiChen. “Buraya nasıl gelebilmiş?”
Lan WangJi tavşana hitaben konuştu. “Geri dön.”
Ve yine de tavşan dinlemedi. Lan WangJi’nin alın şeridini ısırdı ve güçle çekti, sanki öylece Lan WangJi’yi sürüklemek istermiş gibiydi.
Lan XiChen sakince yorum yaptı. “Belki de ona eşlik etmeni istiyordur.”
Tavşan, onu hareket ettiremiyordu, öfkeyle ikisi etrafında zıpladı. Lan XiChen oldukça eğlenmişti. “Bu yaygaracı olan mı?”
Lan WangJi. “Fazlasıyla.”
Lan XiChen. “Yaygaracı olması kötü bir şey değil. Çok sevimli sonuçta. Yanlış hatırlamıyorsam iki taneydiler. O ikisi çoğu zaman biradalar değil mi? Neden sadece biri gelmiş? Diğeri dışarıda oynamak yerine sükûneti mi tercih ediyor?”
Lan WangJi. “Gelir.”
Tahmin ettiği gibi, kısa bir süre sonra bir kar beyazı kafa daha ahşap salonun köşesinden sallandı. Diğer tavşan da gelmiş, öbürünü arıyordu.
İki kartopu bir süre birbirlerini kovaladılar. En sonunda Lan WangJi’nin sol elinin yanında, sarılmak için bir yer buldular.
Tavşanlar birbirlerine sokuldular, baş aşağı bakarken bile oldukça şirin bir görüntü oluşturuyorlardı. Lan XiChen. “İsimleri ne?”
Lan WangJi başını iki yana salladı, bu ya isimleri olmadığı ya da varsa söylemeyi reddettiği anlamına geliyordu.
Lan XiChen ise ekledi. “Geçen sefer onlara isimleriyle seslendiğini duydum.”
“…”
İçten bir şekilde Lan XiChen yorum yaptı. “Oldukça sevimli isimleri var.”
Lan WangJi elini değiştirdi. Lan XiChen. “Süre henüz dolmadı.”
Sessizce Lan WangJi tekrar elini değiştirdi.
Otuz dakika sonra, süreleri dolmuş ve antrenmanları bitmişti. İkisi Yashi’ye döndüler, usulca oturdular.
Bir hizmetkar sıcağı hafifletmek için buzlu meyveler sundu. Karpuz soyulmuştu. İçi düzgünce dilimlenmiş ve yeşim bir tabağa koyulmuştu, yarı saydam kırmızısı göze oldukça hoş geliyordu. İki kardeş hasırlara diz çökerek oturdular. Birkaç usul kelimenin, dünkü derste neler öğrendiklerini tartışmalarının ardından, en sonunda yemeye başladılar.
Lan XiChen bir karpuz parçası aldı. Ancak Lan WangJi’nin tabağa belirsiz bir amaçla baktığını görünce içgüdüsel olarak durdu.
Onu şaşırtmayarak Lan WangJi konuştu. Seslendi. “Ağabey.”
Lan XiChen. “Efendim?”
Lan WangJi. “Daha önce hiç karpuz kabuğu yedin mi?”
“…” Lan XiChen. “Karpuz kabuğu yenebilen bir şey mi?”
Bir anlık sessizliğin ardından Lan WangJi yanıtladı. “Kızartılabildiğini duymuştum.”
Lan XiChen. “Belki de öyledir.”
Lan WangJi. “Tadının oldukça güzel olduğunu duymuştum.”
“Hiç denemedim.”
“Ben de.”
“Hm…” Lan XiChen. “Birisinin senin için kızartmasını ister misin?”
Bir süre düşündükten sonra Lan WangJi başını iki yana salladı, ifadesi ciddiydi.
Lan XiChen rahat bir nefes aldı.
Bir nedenle, ‘bunları kimden duydun’ sorusunu sormasına gerek olmadığını hissediyordu…
İkinci gün Lan WangJi tek başına dağdan indi.
Dağdan inmesi nadir bir şey sayılmazdı, ama itiş tıkış pazar alanına gitmesi oldukça nadirdi.
İnsanlar sürekli gelip geçiyordu. Ne sektin içinde ne de dağın av alanlarında, bu kadar çok insan olmazdı. Kalabalık müzakere toplantılarında bile, düzenli bir insan topluluğu olurdu, böyle sıkışık olmazdı. Birisinin başkasının ayağına basması veya arabaların çarpışması hiçte şaşırtıcı bir olay olacakmış gibi görünmüyordu. Lan WangJi hiçbir zaman başka insanlara temas etmeyi sevmemişti. Durumu görünce, belli belirsiz tereddüt etti, ancak tamamıyla durmadı. Onun yerine birisine yol sormaya karar verdi. Ancak bir süre geçtikten sonra bile, soracak kimseyi bulamamıştı.
Lan WangJi onun başkalarına yaklaşmayı sevmemesiyle birlikte, insanların da ona yaklaşmak istemediğini ancak şimdi fark ediyordu.
Pazardaki aceleciliğe kıyasla sahiden çok farklıydı, çok saf. Sırtında bir kılıç bile vardı. Satıcılar, çiftçiler ve yoldan geçenler nadiren onun gibi genç efendileri görürlerdi, hepsi aceleyle ondan kaçınmaya başlamışlardı. Ya küstah bir varis olmasından, onu yanlışlıkla kızdırmaktan korkuyorlardı ya da soğuk ifadesinden. Sonuçta Lan XiChen bile bir keresinde Lan WangJi’nin altı adım yanında hiçbir canlının donmadan kalamayacağı konusunda şaka yapmıştı. Sadece kadınlar Lan WangJi’nin yanından geçerken ona bakmak istiyorlardı, ama onlar da uzun süre bakmaya cüret edemiyorlardı. Meşgulmüş gibi davranıp, başları önde kaçamak bakışlar atıyorlardı. O geçtikten sonra toplanıp arkasından kıkırdıyorlardı.
Lan WangJi en sonunda evinin önünü süpürmekte olan yaşlı bir kadın gördüğünde uzun zamandır yürüyordu. Sordu. “Afedersiniz. En yakın nilüfer gölü nerede?”
Kadının gözleri iyi görmüyordu ve dahası toz gözlerini sulandırmıştı. Hızla birkaç soluk aldı, onu net bir şekilde seçemiyordu. “Bu yoldan üç veya beş kilometre git. Bir ev bir yarım hektar kadar bir yeri ekti.”
Lan WangJi başını salladı. “Teşekkür ederim.”
Yaşlı kadın. “Genç Beyim, göl gece kimsenin girmesine izin vermezler. Eğer gitmek istiyorsan acele et ve gün kararmadan var.”
Lan WangJi tekrar etti. “Teşekkür ederim.”
Tam gitmek üzereyken, kadının ince bir bambu çubuğu havaya kaldırdığını gördü, çatıya sıkışmış bir dala vurmayı başaramıyordu. Parmağını uzatmasıyla kılıcının enerjisi dalı vurarak indirdi ve ardından gitmek için döndü.
Onun hızıyla üç beş kilometre çok uzun sürmezdi. Lan WangJi kadının ona gösterdiği yönü takip etti ve durmadı.
Bir kilometre sonra pazardan çıkmıştı; biraz daha ilerleyince binalar seyrelmeye başladı; iki kilometre sonra, etrafındaki her şey yeşil alanlara ve çaprazlaşan patikalara dönüşmüştü. Arada sırada küçük, bacasından eğri dumanlar çıkan eğri kulübelere denk geliyordu. Birkaç kirli, yeni yeni yürüyen, saçlarını tepeden toplamış çocuk da tarlalarda dolaşıyor, kıkırdayarak birbirlerine çamur atıyorlardı. O kadar ilgi çekici bir sahneydi ki Lan WangJi izleyebilmek için durdu, ancak kısa bir süre sonra fark edildi. Çocukların hepsi küçük ve utangaçtı, göz açıp kapayıncaya dek ortadan kaybolmuşlardı. O da en sonunda bir adım attı ve yürümeye devam etti. Yolun yarısına geldiğinde, Lan WangJi yanağında bir soğukluk hissetti. Rüzgarla gelmiş bir yağmur damlacığıydı.
Gökyüzüne baktı. Sahiden gri, yuvarlanan bulutlar gökyüzünden düşecekmiş gibi görünüyorlardı. Hemen adımlarını hızlandırdı, ancak yağmur ondan daha hızlıydı.
Aniden, önündeki alanda durmakta olan yarım düzine kadar insan gördü.
Yağmur damlaları çoktan sağanağa dönüşmüştü. Ancak insanların ne şemsiyeleri vardı ne de sığınacak bir yer arıyorlardı. Sanki bir şeyin etrafına toplanmış, başka şeylerle ilgilenecek vakitleri yok gibiydi. Lan WangJi oraya gitti. Yerde bir çiftçinin yattığını, acıyla inlediğini gördü.
Sadece birkaç kelime dinledikten sonra Lan WangJi neler olduğunu anlamıştı. Çiftçi tarladayken, bir öküz onu ezmişti. Şu anda kalkamıyordu, ya belini ya bacağını incitmişti. Suçu işleyen öküz tarlanın uzak ucuna kovalanmıştı, kuyruğunu sallıyor ve yaklaşmaya çok korkuyordu. Öküzün sahibi doktor bulmak için gitmişti, diğer çiftçiler ise yaralı adama dikkatsiz bir şekilde yaklaşıp zarar vermekten korktukları için hareket etmeye cüret edemiyorlardı. Onunla ilgilenmelerinin tek yolu buydu. Ne yazık ki, yağmur başlamıştı. Başlangıçta çiseleme bile denemezdi, ama kısa bir süre sonra fırtınaya dönüşmüştü.
Yağmur gittikçe şiddetini artırırken, bir çiftçi şemsiye bulma görevi için eve koştu. Ancak evi uzaktı ve bir anda geri dönemezdi. Geriye kalanlar ellerinden hiçbir şey gelmediği için endişeliydiler, yaralı çiftçiyi yağmurdan korumak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ama böyle devam ederse ellerine hiçbir şey geçmeyecekti. Şemsiye gelse bile, sadece bir tane gelecekti. Sadece birkaç kişiyi örtüp diğerlerini dışarıda bırakamazlardı ya?
Birisi alçak sesle lanet etti. “Kahretsin, daha sadece bir dakika geçti ve gökler tepemize inecek.”
Bu noktada çiftçilerden bir diğeri konuştu. “Şuradaki kulübeye sığınalım. En azından bir süre dayanır.”
Uzak sayılmayacak bir yerde eski, terk edilmiş, dört ağaç parçasından oluşan bir kulübe vardı. Parçalardan birisi yana yatmıştı, diğeri ise yılların doğa olaylarıyla çürümüştü.
Çiftçilerden birisi tereddüt etti. “Onu hareket ettirmememiz gerekmiyor mu?”
“Bir… Birkaç adımdan bir şey olmaz.”
Herkesin yardım etmesiyle çiftçiler yaralı adamı dikkatle taşıdılar. İki kişi kulübeyi tutmak için gitti, ancak iki çiftçi çatıyı kaldırmayı başaramamıştı. Diğerleri sıkıştırırken, tüm güçlerini kullandılar, yüzleri kızardı, ancak bir santim bile oynatamamışlardı. İki kişi daha katıldı, ancak hala hareket etmiyordu!
Kulübenin çatısı ahşap bir çerçeveydi ve içi çiniler, saman ve çamur tabakalarıyla doluydu. Hafif değildi, ama kesinlikle bütün sene tarlalarda çalışan dört çiftçinin beraberce kaldıramayacağı kadar ağır değildi.
Daha yaklaşmadan bile, Lan WangJi neler olduğunu anlamıştı. Kulübeye yürüdü, eğildi, çatının bir köşesini tuttu ve tek eliyle kaldırdı.
Çiftçiler konuşamayacak kadar şaşkındı.
Genç adam dört çiftçinin kaldıramadığı çatıyı tek eliyle kaldırmıştı!
Biraz zaman geçince, bir çiftçi diğerine bir şeyler fısıldadı. Sadece biraz tereddüt ettikten sonra, yaralı adamı içeri taşımaya devam ettiler. Hepsi kulübenin içine girdiklerinde, aynı anda Lan WangJi’ye baktılar. Lan WangJi dümdüz önüne bakıyordu.
Yaralı adamı yatırdıktan sonra iki kişi ona yaklaştı. “G-… Genç Efendi, bırak. Biz taşırız.”
Lan WangJi başını iki yana salladı. İki çiftçi ısrar ettiler. “Çok gençsin. Uzun süre dayanamazsın.”
Konuşurlarken ellerini kaldırdılar, çatıyı taşımasına yardım etmek istiyorlardı. Lan WangJi onlara sadece baktı. Hiçbir şey söylemedi, sadece uyguladığı gücün bir kısmını geri çekti. Bir anda çiftçilerin yüz ifadesi değişmişti.
Lan WangJi önüne döndü, tekrar gücün artmasına izin verdi. Utanan çiftçiler tekrar oturmaya gittiler.
Ahşap çatı tahmin edildiğinden çok daha ağır olduğunu kanıtlamıştı. Eğer oğlan bırakırsa, onlar taşıyamazlardı.
Birisi titredi. “Ne tuhaf. İçerideyiz ama neden burası daha soğuk?”
Şu anda hiçbiri göremiyordu ama kulübenin ortasında pasaklı bir figür vardı, saçları dolanmış ve dili dışarıdaydı.
Rüzgar ve yağmur dışarıdan vurmaya devam ederken, figür kulübenin altında ileri geri sallandı, ürkütücü bir rüzgar esintisi taşıyordu.
Çatıyı anormal derecede ağır yapan ruhtu bu, ne olursa olsun sıradan insanlar kaldıramazlardı.
Lan WangJi yanında ruhları serbest bırakmasına yarayacak bir eşya getirmemişti. Yaratık başkalarına zarar vermek niyetinde olmadığı için elbette umursamadan ruhu parçalayamazdı. Şu anda onu asılmış cesedini bırakmaya ikna edebilecekmiş gibi de görünmüyordu, bu yüzden şimdilik sadece çatıyı tutabilirdi. Sonrasında rapor edecek ve ilgilenmesi için insanlar gönderecekti.
Ruh Lan WangJi’nin arkasında bir ileri bir geri sallanmaya devam etti, rüzgarla oradan oraya uçuyordu. Şikayet etti. “Çok soğuk…”
“…”
Etrafına baktı ve yaslanacak bir çiftçi buldu, sıcaklık arayışındaydı muhtemelen. Çiftçi aniden titredi. Lan WangJi hafifçe başını çevirdi, oldukça katı, yan bir bakış attı.
Ruhta titredi, perişan bir şekilde geri döndü. Yine de dilini uzattı ve şikayet etti. “Ya-yağmur çok şiddetli. Ve açıklıkta duruyoruz… Sahiden çok soğuk…”
“…”
Doktor geldiği zaman bile çiftçiler Lan WangJi’yle konuşacak cesareti bulamamışlardı. Yağmur durduğunda, yaralıyı kulübenin dışına taşıdılar. Lan WangJi çatıyı geri bıraktı ve tek kelime etmeden gitti.
Göle ulaştığında çoktan güneş batmıştı. Tam içeri girecekti ki diğer taraftan küçük bir tekne geldi, üzerinde orta yaşlı bir kadın vardı. “Hey, hey, hey! Burada ne yapıyorsun?”
Lan WangJi. “Nilüfer tohum kozaları toplamak için geldim.”
Kadın. “Güneş battı. Karanlıkta kimsenin girmesine izin vermeyiz. Bugün olmaz. Başka zaman gel.”
Lan WangJi. “Uzun kalmam. Sadece kısa bir süreye ihtiyacım var.”
Kadın. “Hayır, hayır demektir. Kural bu. Kuralları ben koymadım. Mal sahibine sorabilirsin.”
Lan WangJi. “Gölün sahibi nerede?”
Kadın. “Uzun zaman önce evine gitti, bu yüzden bana sorman anlamsız. Eğer seni içeri alırsam, gölün sahibi de bana hiç hoş davranmaz. Benim için işleri zorlaştırma.”
Bu noktada Lan WangJi zorlamayı bıraktı. Başını salladı. “Rahatsızlık için özür dilerim.”
Her ne kadar ifadesi sakin olsa da, hakkındaki her şeyden hayal kırıklığı okunuyordu.
Her ne kadar kıyafetleri beyaz olsa da, yağmurdan yarı yarıya ıslanmış ve çizmelerinin de çamurla kaplanmış olduğunu görünce kadın ses tonunu yumuşattı. “Bugün çok geç geldin. Yarın daha erken gel. Neredensin? Biraz önceki yağmur berbattı. Çocuğum, buraya yağmurda koşarak gelmedin değil mi? Neden şemsiye almadın? Evin buraya ne kadar uzak?”
Lan WangJi dürüst bir şekilde cevapladı. “On altı kilometre.”
Kadın duyunca boğulacak gibi oldu. “O kadar mı uzak?! Buraya varman çok uzun sürdü değil mi? Eğer sahiden nilüfer tohumu yemek istiyorsan sokakta satanlardan alman gerek. Çok var.”
Lan WangJi tam dönmek üzereydi ki bunu duyunca döndü. “Sokakta satılan nilüfer tohum kozalarının sapları yok.”
Kadın eğlenmişti. “Üzerlerinde sap mı olması gerekiyor? Tadı farklı olacak değil ya.”
Lan WangJi. “Farklı.”
“Değil!”
Lan WangJi ısrar etti. “Farklı. Birisi öyle söylemişti.”
Kadın kahkahalara boğuldu. “Kim söyledi bunu? Ne kadar inatçı bir genç beysin böyle. Bir şey seni ele geçirmiş olmalı!” *ÇN: Bakınız, aşk.
Lan WangJi hiçbir şey söylemedi. Başı önde döndü ve geri yürümeye başladı. Kadın tekrar seslendi. “Evin sahiden o kadar uzak mı?”
Lan WangJi. “Mn.”
Kadın. “Peki… Peki ya bugün evine gitmesen? Yakın bir yerde konaklasan ve yarın gelsen?”
Lan WangJi. “Giriş saati belli. Yarın ders var.”
Kadın kafasını kaşıdı, sanki tereddüt ederek düşünüyormuş gibiydi. En sonunda konuştu. “…Tamam, girmene izin veriyorum. Sadece kısa bir süre, kısacık, tamam mı? Eğer nilüfer kozaları toplayacaksan acele et, birisi seni görürse beni göl sahibine beni ispiyonlar. Benim yaşımda azarlanmak oldukça utanç verici olur.”
Bulut Kovuğunda, yağmurdan sonra…
Manolya ağacı özellikte taze ve kibar görünüyordu. Lan XiChen’in oldukça ilgisini çekmişti. Masasına bir kağıt serdi ve pencerenin önünde resmetti.
Pencerenin içi boş oymaları arasından, beyazlı birisinin yavaşça yaklaştığını görebiliyordu. Lan XiChen fırçasını bırakmadı. “WangJi.”
Lan WangJi yürüdü ve pencerenin önünden seslendi. “Ağabey.”
Lan XiChen. “Dün nilüfer tohum kozalarından bahsetmiştin. Amcam bugün dağa getirdi. Yemek ister misin?”
Pencerenin dışındaki Lan WangJi. “Yedim.”
Lan XiChen şaşırmış gibiydi. “Yedin mi?”
Lan WangJi. “Mn.”
İki kardeş birkaç kelime daha konuştular ve Lan WangJi Jingshi’ye döndü.
Lan XiChen resmi tamamladıktan sonra bir süre inceledi, ardından bir yere kaldırdı ve unuttu. Liebing’i çıkarttı ve normalde Berraklık Sesi’ni çalıştığı yere gitti.
Küçük kulübenin önünde yumuşak, menekşe rengi kantaronların filizlenmiş çalıları vardı, yaprakları yıldızlar gibi çiy damlalarıyla süslenmişti. Lan XiChen patikaya adım attı. Başını kaldırdı ve duraksadı.
Kulübenin kapısının önündeki ahşap holde beyaz yeşimden bir vazo vardı. Vazonun içinde çeşitli yüksekliklerde nilüfer tohum kozaları bulunuyordu.
Yeşim vazo uzundu, kozaların sapları da öyle. Oldukça güzel bir görüntüydü.
Lan XiChen Liebing’i kaldırdı ve vazonun önüne oturdu. Başını kaldırıp bir süre boyunca izledi, tereddüt ediyordu.
En sonunda kendini tuttu, sapları üzerinde olan nilüfer tohum kozalarının tadının daha farklı olup olmadığını görmek için gizlice birini alıp soymamayı seçti.
Eğer WangJi o kadar mutlu görünüyorduysa, sahiden tatları güzel olmalıydı.
 Çeviri Notu
Önceki bölümlerde Nilüfer Tohum ‘kozası’ yerine daha önce ‘kabuk’ yazmış olabilirim :( Ne olduklarını ancak googlelayınca gördüm, koza da olmuyor aslında ama gerçekte ismi nedir hiçbir fikrim yok. (Lotus Seed Pods)
43 notes · View notes