Tumgik
#gulyabani korku
azizhayri · 1 year
Text
Gulyabani
               Hüseyin Rahmi Gürpınar, Türk Edebiyatının en üretken yazarlarından birisidir. Bilmiyorum bu konuda yani hangi yazarımızın kaç roman kaç öykü yazdığı konusunda bir araştırma var mı? (Bu bir rica aynı zamanda bilen varsa yardımcı olabilir mi?- Hüseyin Rahmi ilk başlarda olurdu. Bendeki kaynağa göre 35’i telif roman olmak üzere 70 eser bırakmıştır.(Refik Korkud-Türk Edebiyatında Şairler ve Yazarlar)  Gulyabani bunlardan birisidir.
                Gulyabani sıkılmadan okuyabileceğiniz tatlı bir roman. Yazarımız 1911 Eylülünde tamamlamış. Yani benim hesabıma göre 47 yaşındaymış Kendini yazmaya adadığından beri otuz yıla yakın bir zaman geçmiştir. (1883 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başladığını esas kabul edersek. ) Yani ustalık eseri diyebileceğimiz bir durum. Ve bunu okuduğunuzda anlıyorsunuz. Bu arada hitap ettiği kitlenin halk olduğunu ve herkes tarafından anlaşılmak istendiğini de düşünüyorum. Yani o zamanlar çok çok zayıf olan münevverler için değil de halkın kendisi için yazılmış bir roman.
                Romandan ayrı tutmamız gereken iki mektupla başlıyor kitabımız. Biri okuyucudan yani hanımnineden yazar bir mektup diğeri Yazarımızın bu mektuba verdiği cevap.  Romanın kendisine gelirsek, Munise hanımın başından geçenleri anlattığı bir romandır Gulyabani. İşin aslı eski İstanbul kış eğlencesi diyebileceğimiz ortamda tandır başında anlatılıyor. Yine yazarımızın iddiasına göre yaşanmış bir olay.  Gözlerinizi kapatıp o günlerde yaşadığınızı var saydığınızda bir korku romanı olarak bile kabul edilebilir. Ama genel anlamıyla neşeli bir roman.
                Konu tam olarak doğa üstü olaylardan ve doğa üstü varlıklardan yararlanarak kişileri kandırmanın hikayesi.  (laf aramızda bu hala devam etmiyor mu?) Konuyu hemen hemen herkes bildiği için –ki bunda Süt Kardeşler Filminin ve tabii Ertem Eğilmez’in ve senaryoyu yazan Sadık Şendil’in etkisi çok büyük- spoiler vermek diye bir kaygımızın olduğunu söyleyemeyiz. Yaşlı bir kadının servetini yemek isteyenler gözlerden uzakta bir yerde bir çiftlikte yaşlı bir kadını –Şefika Hanım- delirtmeye çalışmanın öyküsü. Şefika Hanım yalnız değildir. Yanında Çeşmifelek Kalfa ve Ruşen adlı iki hizmetçi si vardır. Uyanık bir delikanlı…
                Sıkılmadan rahat okunan bir kısa Roman Gulyabani (benim okuduğum İş bankası Kültür yayınları 131 sayfa.) O zamanki İstanbul insanlarını merak ediyorsanız ve hayat tarzları hakkında bilgi almak istiyorsanız mutlaka okumalısınız derim. 
Benim Notum:8/10
Goodreads notu: 4,26/5
1 note · View note
Photo
Tumblr media
Gulyabani - Hüseyin Rahmi Gürpınar (kitap yorumu) 2020 yılında başlayıp 2021 de bitirdiğim için uzun soluklu bir eser oldu 😁 filmini izleyip görmüş olabilirsiniz ama kitabın tadı ayrı. Özellikle orijinal metin okumayı tercih ettim. Günümüz Türkçesine uygun baskıları mevcut. Yazarın kitaplarını okuyan bir hanımnine sayesinde "Gulyabani" gibi muhteşem bir eserin yazılmasını rica etmesi vesilesiyle yazar okuyucusunu kıramamış ve yazmayı denemiş 😍 muhteşem bir duygu bana göre." Tandır başında titreşmek" nedir öğrenmiş oldum 😁 bütün duyguları hissettirip baştan sonra heyecanla okutan çok kıymetli bir eser 😊 yazarın kalemine hayran kalmamak mümkün değil 🙂 tekerlemeleri, manasına kafa yormaya yetmeyecek manileri ayrı Bir sevdim 😁 seslendireyim desem gülmekten ölürsünüz😆 böylesine muhteşem bir eseri mutlaka ama mutlaka okumanızı tavsiye ederim 😎📙📖 #hüseyinrahmigürpınar #huseyinrahmigurpinar #hüseyinrahmi #türkedebiyatı #türkedebiyatımirası #turkedebiyati #gulyabani #korku #gerilim #komedi #ıssızçiftlik #periliev #yalnızkadınlar #canyayınları #canmiras #orijinalmetin #kitap1sevda #kitap #kitaplar #okudumbitti #kitapönerisi #kitaptavsiyesi #kitappaylaşımı #kitapayracı #ayraçlar #kitapyorumu #bookstagram #book #books #bookstrammer https://www.instagram.com/p/CJhfzD6JYsX/?igshid=wwovsku1ue1d
0 notes
nillintheblanks · 7 years
Text
MEZARDAKİ TOHUM 
 Clark Ashton Smith
  “Evet, orayı buldum,” dedi Falmer. “Tam da efsanelerde tarif edildiği gibi oldukça garip bir yer.” Konuşmak onu fiziksel olarak rahatsız ediyormuşçasına ateşe hızla tükürdü ve yüzünü Thone’un araştırma notlarından hafifçe kaldırarak mutsuz ve kasvetli bir ifadeyle Venezuela’nın o karanlık yağmur ormanına baktı. 
  Bu sözler yolculuğu oraya dek sürdürmekten kaynaklanan ve onu hiçbir iş yapamaz duruma sokan yüksek ateşin verdiği yorgunluğu ve baş dönmesini üzerinden halen atamamış hâldeki Thone’un aklını karıştırmış, onu şüpheye düşürmüştü. Buradan ayrı kaldığı üç gün süresince, diye düşündü, Falmer tanımlayamadığım bir değişim geçirmiş; bazı evreleri tam anlamıyla tanımlanmak veya sınırlarının belirlenmesi için fazlaca belirsiz bir değişim.
  Bununla beraber diğer evrelerin hepsi apaçık ortadaydı. Hastalık veya zorlukların pençesindeyken bile Farmer hep tatmin olmaz ölçüde çılgın ve neşeli olagelmişti. Şimdiyse sanki aklı çok uzaklardaymış gibi asık suratlı ve suskun görünüyordu. Normalde sevecen bir ifadesi olan gözlerini ne düşündüğünü gizleyen kırışıklıklar oluşturacak şekilde kısıyordu. Bu değişim karşısında huzursuz olan Thone, hislerini yüksek ateşinden kaynaklanan hayallere yormaya çalışıyordu. 
  “Oranın nasıl bir yer olduğunu bana anlatmayacak mısın peki?” diye ısrar etti.
  “Anlatacak pek bir şey yok,” dedi Falmer, homurtuyu andıran tuhaf bir sesle. “Sadece yıkık dökük duvarlar ve birkaç devrik sütun.”
  “Şu Kızılderili efsanesinde bahsi geçen mezar çukurundan ne haber, hani şu içinde altın bulunması gereken çukur?”
  “Mezarı buldum... ama hazine falan yoktu,” derken Falmer’ın sesine çekimser bir karamsarlık çökmüş, bunu fark eden Thone onu daha fazla sorgulamaktan vazgeçmişti. 
  “Sanırım orkide avcılığına asılsak daha iyi olacak,” dedi telaşsız bir sesle. “Hazine peşinde koşmak pek bize göre değil anlaşılan. Hazır konu açılmışken, gezin sırasında alışılmadık çiçek veya bitkilere rastladın mı?”
  “Hay lanet, hayır rastlamadım!” diye kesip attı Falmer. Yüzü aniden kül gibi solmuş, gözlerine ise korku ya da öfke olarak nitelenebilecek bir ifade yerleşmişti. “Çeneni biraz kapatsan olmaz mı? Şu an konuşmak istemiyorum. Bütün gün baş ağrısı çektim, korkarım ki kahrolası bir Venezuela hummasına tutuldum. Yarın Orinoco’ya doğru yola çıkıyoruz. Bu geziden alacağımı aldım ben.”
  Profesyonel orkide arayıcıları olan Falmer ve Roderick Thone yanlarında iki yerli rehberle Orinoco nehrinin yukarı kesiminde yeri tam olarak bilinmeyen bir nehir kolu arıyorlardı. Bölge az bulunur çiçekler bakımından zengindi, ama bunun ötesinde onları o yöreye çeken şey, söz konusu nehir kolunda bir yerlerde terk edilmiş bir kent olduğu yönünde bölge kabileleri arasında gezinen asılsız ama ısrarlı söylentilerdi; bu kentin içinde ismi çoktan unutulmuş bir halkın ölüleri ile birlikte gömülmüş altın, gümüş ve mücevherlerden oluşan devasa bir hazine barındıran bir mezar kuyusu olduğuna inanılıyordu. İki adam bu söylenceler üzerinde araştırma yapmaya değeceğine karar vermişlerdi. Harabelere ulaşmalarına daha bir günlük yol varken Thone hastalanmış, Falmer ise yerlilerden birini yanına alıp diğerini Thone’un başında bırakarak kano ile oradan ayrılmış ve ancak üçüncü gün akşama doğru geri dönmüştü.
  Yattığı yerden arkadaşını süzen Thone bir süre sonra onun bu huysuz ve suskun hâlini hazineyi bulamamış olmanın getirdiği hayal kırıklığına bağlamıştı. Dostunun kanına etki eden tropik bir hastalığın da bunda pekala payı olabilirdi. Ne var ki Falmer’ın bu tür koşullar altında hayal kırıklığına ve moral çöküntüsüne uğrayacak bir adam olmadığı fikri de içine kurt düşürmüyor değildi. 
  Falmer o gece bir daha ağzını açıp da konuşmamış, hasta yatan arkadaşının karşısına oturup dal ve sarmaşık labirentinin ardında ancak kendisinin görebildiği bir şeye bakıyormuşçasına parıldayan gözlerini sinsi karanlığa dikmişti. Davranışlarında üstü kapalı bir korku seziliyordu. Onu izlemeyi sürdüren Thone, esrarengiz ve donuk bir havaya bürünmüş olan arkadaşını izlemekte olduğunu fark etti. Bu muamma Thone’a biraz fazla gelmiş ve çok geçmeden izleme işini bırakıp huzursuz bir uykuya dalmıştı; şiddetli ateşin etkisiyle ara sıra uyandığında ağır ağır sönen alevlerin ve ortalığa çöken gölgelerin arasında Falmer’ın belli bir noktaya odaklanmış olan ve her an biraz daha donuk ve biçimsiz hâle gelen yüzüyle karşılaşıyordu.
  Ertesi sabah Thone kendini daha güçlü hissetti; zihni berraklaşmış, nabız atışı normale dönmüştü, Falmer’a baktığında ise onun zorlukla ayıldığını ve neredeyse hiç konuşmadan son derece ağır ve uyuşuk bir şekilde hareket ettiğini fark etti. Bizzat ortaya atmış olduğu Orinoco yönünde ilerleme planını unutmuşa benziyordu, bunun üzerine Thone bütün yol hazırlıklarını kendi üstlendi. Arkadaşının içinde bulunduğu durum onu giderek daha fazla endişelendiriyordu: Gözle görülür bir humma yaşamıyordu ve hastalık belirtileri de tamamen silikti. Yine de yola çıkmadan önce ne olur ne olmaz diye Falmer’a yüklüce bir doz kinin vermeyi ihmal etmedi.
  Eşyalarını kayıklara yükleyip kendilerini sakin görünen akıntıya bıraktıklarında doğmakta olan yakıcı güneşin solgunlaşan safranı üzerlerine çökmekteydi. Thone kayıklardan birinin başına Falmer da arka kısmına oturmuş, kayığın ortasına ise içinde orkide kökleri bulunan büyük bir denk ve diğer eşyalarının bir bölümü yerleştirilmişti. İki yerli rehber de eşyaların kalan kısmıyla beraber öteki kayığı almıştı.
  Yolculuk oldukça durağan geçiyordu. Nehir, gulyabani suratlı orkidelerin şehvetli bakışları altında ormanın sonsuz karanlığı arasında tembel bir zeytin yılanı gibi kıvrılıyordu. İnip kalkan küreklerin şapırtısı, maymunların öfkeli bağırtısı ve alev renkli kuşların huysuz çığlıkları dışında hiçbir ses duyulmuyordu. Yağmur ormanının üstünde yükselen güneş her yana göz kamaştırıcı bir ışık saçıyordu. 
  Sakince kürek çeken Thone, Falmer’a dostane sorular sormak için zaman zaman omzunun üstünden arkasına dönüyor, Falmer ise güneş ışığının altında kısılan bulanık gözleri ve tuhaf bir biçimde solgunlaşmış olan yüzü ile kürek çekmek için hiç çaba sarf etmeksizin hareketsiz biçimde oturuyordu. Thone’un sorularını yanıtlamıyor, gönülsüzce yapıldığı besbelli olan bir tarzda ara sıra başını sallamakla yetiniyordu. Bir süre sonra bir hezeyana kapılmışçasına acı içinde inlemeye başladı. 
  Bu şekilde saatlerce ilerlediler. Yağmur ormanının boğucu duvarlarından yansıyan sıcaklık giderek daha dayanılmaz bir hâl alıyordu. Thone dostunun iniltilerinde keskin bir dalgalanma sezdi. Başını çevirip baktığında Falmer’ın öldürücü sıcağın farkında değilmiş gibi şapkasını çıkarıp tırnaklarını başına sapladığını gördü. Tüm bedeni bir öfke nöbetiyle sarsılıyor, gözle görülür bir acıyla öne arkaya savrulması sonucu kano tehlikeli biçimde sallanıyordu. Sesi ise bir insana ait olamayacak bir çığlığa dönüşmüştü. 
  Thone çabucak karar verdi. Kasvetli ormanın kıyısı boyunca dizilen sık bitki örtüsünün arasında bir boşluk görmüş ve kayığı hemen oraya yönlendirmiş, gözlerini Thone’un aklını feci şekilde karıştıran bir endişe ve dehşet ifadesiyle hasta adama bakıp kendi aralarında fısıldaşan yerliler de aynını yapmıştı. Tüm bu yaşananların ardında korkunç bir sır olduğunu hisseden Thone, Falmer’ın ne gibi bir sorunu olduğunu kestiremiyordu. Tropik hastalıkların bilinen belirtilerinin hepsi gözlerinin önünden korkunç bir hayal dizisi şeklinde geçmiş ama hangisinin arkadaşını etkisi altına aldığını saptayamamıştı. 
  Hastaya yaklaşmaktan kaçınıyora benzeyen kızılderililerin yardımı olmadan Falmer’ı yarım daire şeklinde sıralanmış sarmaşıklarla çevrili bir kumsala taşıyan Thone ecza kutusundan çıkardığı ve yüklü miktarda morfin içeren şırıngayı arkadaşına enjekte etti. İlaç Falmer’ın acılarını dindirmiş olsa gerek ki adamın kasılması son buldu. Bundan faydalanan Thone  arkadaşının başını kontrol etti. 
  Karmakarışık hâldeki saçların arasında yeni çıkan bir boynuzun ucunu andıran ve henüz yırtılmamış olan derinin altında çıkıntı yapan sert bir yumru bulmak onu çok şaşırtmış ve dehşete düşürmüştü. Parmaklarının altındaki bu yumrunun, içinde barındırdığı engellenemez bir varlık tarafından itiliyormuşçasına büyüdüğü hissine kapılıyordu.
  Aynı anda tamamen kendine gelmiş görünen Falmer gözlerini ansızın ve gizemli bir şekilde açtı. Birkaç dakika bilincini harabelerden döndüğünden beri hiç olmadığı kadar iyi kazanmış, kendi benliğine bürünmüştü. Ruhunu ona eziyet etmekte olan bir yükten kurtarmak istercesine konuşmaya yeltendi. Sesi alışılmadık derecede kalın ve tınısızdı ama Thone onun mırıltılarını takip edip toparlamayı ve onlardan anlamlı bir bütün çıkarmayı beceriyordu.
  “Çukur! Çukur! diyordu Falmer, ...çukurdaki, o derin mezardaki cehennem kaçkını şey!...Bir düzine El Dorado’nun hazinesini toplayıp verseler oraya geri dönmem... Sana o harabeler hakkındaki her şeyi anlatmadım, Thone. Bu konuda konuşmakta nedense zorlandım... konuşmak imkansızdı sanki.
  Sanırım o kızılderili rehber harabelerle ilgili ters bir şey olduğunu biliyordu. Beni oraya götürdü... ama bana oraya ilişkin hiçbir şey anlatmadı, ben hazineyi ararken o nehrin kıyısında beklemeyi tercih etti.
  Orada ormanın kendisinden bile daha eski olan büyük ve kasvetli duvarlar vardı... ölüm ve zaman kadar yaşlı duvarlar. Unutulup gitmiş bir gezegenden gelen varlıklar tarafından inşa edilmiş olmalıydılar. Öyle çılgın ve anormal açılar çizecek şekilde eğilip bükülüyorlardı ki çevredeki ağaçları parçalamaları işten değildi. Bir de sütunlar vardı, üzerlerine oyulmuş korkunç şekiller orman tarafından gizlenememiş olan çirkin biçimli kalın, bombeli sütunlar.
  O lanetli mezar çukurunu bulmak zor olmadı. Üzerindeki kapak çok yakın bir zaman önce kırılmıştı sanırım. Altında yüzyılların küfü gömülü olan yassı taşların arasında boa yılanını andıran kökleriyle büyük bir ağaç baş vermişti. Taşlardan biri kapağa doğru eğilmiş, bir diğeri ise çukura doğru devrilmişti. Ağaçların arasından sızan ışığın altında dibini hayal meyal görebildiğim delik kocamandı. Dipte bir şeyin solgun ışıltısını seçebiliyordum ama bunun ne olduğundan emin değildim.
  Senin de hatırlayacağın gibi yanıma bir kangal ip almıştım. İpin bir ucunu ağacın ana köklerinden birine bağladım, diğer ucunuysa açıklıktan içeri sarkıtıp bir maymun gibi aşağı indim. Dibe vardığımda etrafımı ve zemini tamamıyla saran o beyaz ışıltı dışında pek bir şey göremedim. Başlangıçta ne olduğunu anlayamadığım gevrek ve kırılgan bir şey ben yürüdükçe ayağımın altında eziliyor, çıtırdıyordu. El fenerimi yakınca her yanın kemik yığınlarıyla kaplı olduğunu gördüm. Etraf yığın yığın insan iskeletiyle doluydu. Oraya çok eskiden koyulmuş olmalıydılar. Bu kemik ve toz yığınının içinde kendimi bir hortlak gibi hissederek el yordamıyla gezindim fakat kayda değer hiçbir şey bulamadım; iskeletlerin üstünde ne bir bilezik vardı, ne de bir yüzük.
  Karşı karşıya bulunduğum asıl dehşeti ancak yukarı geri tırmanmaya karar verdiğimde fark ettim. Köşelerden birine doğru -ki çatıdaki açıklığa en yakın olan köşeydi bu- başımı kaldırıp baktığımda gölgelerin içinde o şeyi gördüm. Başımın üç metre kadar üstünde asılı duruyordu, ipe asıldığımda farkında olmadan neredeyse dokunuyormuşum ona.
  İlk bakışta beyaz bir çerçeveye benziyordu. Sonra bu çerçevenin kısmen insan kemiklerinden yapılmış olduğunun farkına vardım... tıpkı bir savaşçınınki gibi oldukça uzun boylu ve güçlü kuvvetli olan bir iskeletti bu. Kafatasından uçuk renkli bir şeyler fırlamıştı; çatıya dek uzayan ve sayısız dokunaçla son bulan hayret verici bir dizi boynuzdu bunlar. Vaktiyle birileri burayı tırmanırken bu iskeleti veya bedeni de yukarı çekmeye çalışmışlardı herhalde.
  El fenerimi kullanarak bu şeyi inceledim. Bir çeşit bitki olmalıydı bu ve büyümeye kafatasının üst kısmından başladığı da açıktı. Dallardan bazıları kafatasının tepesinden çıkıyor, diğerleriyse göz boşlukları, ağız ve burun deliklerinden geçip yukarı uzanıyordu. Bu iğrenç şeyin kökleri ise iskeletin her bir kemiğine sarılarak tam tersi yönde aşağı doğru uzanmaktaydı. El ve ayak parmaklarına da dolanıp aşağı doğru  kıvrıla kıvrıla sarkmayı sürdürüyorlardı. En kötüsü de ayak parmaklarının ucundan fışkıran  bu bağların hemen aşağıda sallanan ikinci bir kafatasında kök salmasıydı. Zeminin o köşenin dibine denk gelen kısmında düşen kemiklerden oluşma bir yığın göze çarpıyordu. 
  Bu manzara karşısında kendimi her nasılsa biraz zayıf hissetmem bir yana, insan ile bitkinin bu iğrenç ve dayanılmaz karışımı midemi bulandırmıştı. Bir an önce dışarı çıkabilmek için büyük bir aceleyle ipi tırmanmaya başladım, ama o şey o denli ilgimi çekmişti ki yolun yarısını çıkmışken durup onu incelemeye devam etmekten kendimi alamadım. Ona doğru biraz fazla hızlı eğilmiş olsam gerek, çünkü ip suratımı kafatasının üzerindeki geyik boynuzlu biçimli o berbat boğumlara sürtmekten son anda kurtulmama neden olacak kadar savrulmuştu. 
  Tam o anda bir şey kırıldı... büyük olasılıkla dallardan birindeki bir tür kabuk. Başımın etrafını çok hafif, hoş ve kokusuz, inci renginde bir bulutun kapladığını hissettim. Bu duman saçıma yerleşti ve beni neredeyse nefessiz bırakıp kör edercesine burnuma ve gözlerime doldu. Elimden geldiğince ondan kurtulmaya çalıştım. Sonra tırmanmaya devam ettim ve kendimi açıklıktan dışarı çektim...”
  Falmer’ın anlattıkları zihnini toparlayıp konuşmaya çalışmak ona ağır bir yük gibi gelmişçesine bağlantısız birtakım mırıltılara dönüştü. O esrarengiz hastalık her ne idiyse yeniden ona hakim olmuş ve sarf ettiği şuursuz sözcükler acılı iniltilere karışmaya başlamıştı. Yine de şuurunu ara sıra toplamayı başarıyordu.
  “Beynimin içinde bir şey olmalı, sürekli büyüyen ve yayılan bir şey; inan ki onun varlığını hissedebiliyorum. O mezar çukurunu terk ettiğimden beri tam anlamıyla kendime gelemedim... O zamandan beri aklım tuhaf bir etki altında sanki... Buna neden olan şey çok eskilerden kalma o şeytani bitkinin polenleri olsa gerek... O polenler zihnime kök saldı... kafatasımı parçalayıp beynime inmeye çalışıyor; tıpkı saksı yerine insan kafatasında yeşeren bir bitki gibi!”
  Sonra birden o korkunç kasılmalar geri geldi ve Falmer acıyla çığırarak dostunun kolları arasında kontrol edilmez şekilde debelenmeye başladı. Bu durum karşısında içi sızlayan ve dostunun böylesine acı çektiğini gördükçe şaşkınlığı giderek artan Thone onu yatıştırmaya çabalamaktan tümüyle vazgeçti ve bir kez daha morfin yüklü şırıngaya el attı. Oldukça zorlandıysa da üç doz enjekte etmeyi başardı ve yavaş yavaş sakinleşen Falmer gözlerinde donuk bir ifadeyle ve hışıltıyla nefes alarak öylece uzandı kaldı. Thone ilk defa olarak dostunun gözlerinde yuvalarından başlayıp kapaklarının kapanmasına engel olacak şekilde kendini gösteren ve gerilmiş olan yüz hatlarıyla beraber adamın suratına çılgın ve korkunç bir ifade veren tuhaf bir pörtleme fark etti. Sanki bir şey Falmer’ın gözlerini kafasından dışarı doğru itiyordu. 
  Bu ani zayıflık ve dehşetten ötürü titreyen Thone olağanüstü bir korku ağıyla sarılmış olduğu hissine kapıldı. Falmer’ın anlatmış olduklarına ve bu öykünün çağrışımlarına inanamıyor, inanmaya cesaret edemiyordu. Bütün bunların dostunun yakalandığı yüksek ateşin etkisiyle gördüğü hayallerin ürünü olduğuna kendini inandıran Thone onun üstüne doğru eğilince Falmer’ın kafasındaki boynuzumsu çıkıntının deriyi yırtıp dışarı çıkmaya başladığını keşfetti.
  Yapışık saçların içini parmaklarıyla yoklayarak  ortaya çıkardığı nesneye bakan Thone gerçeküstü bir durumla yüzleştiğini hissetti. Kafatasının orta hattının üstünden baş gösteren ve gittikçe yayılıyor gibi görünen soluk yeşil ve koyu pembe renkli kat kat bu şeyin bir çeşit bitki tomurcuğu olduğuna şüphe yoktu. 
Midesinin bulandığını hisseden Thone irkildi ve bakışlarını sallanmakta olan kafadan ve o kafadan fışkıran nesneden başka yöne çevirdi. Ateşi yeniden yükseliyor, kolları ile bacaklarına ıstırap verecek bir halsizlik çöküyor, damarlarında gezinen kininden dolayı kulakları çınladığı için de arkadaşının anlamsız sayıklamalarını zorlukla duyabiliyordu. Gözleri ise ölümcül ve hayaletimsi bir sisle bulanıyordu. Hastalığın ve halsizliğin yarattığı etkiyi üzerinden atabilmek için büyük çaba sarf etti. Bu meselenin peşini bırakmamalı , Falmer ile birlikte yolculuğu sürdürüp ona tıbbi yardım sağlanabilecek en yakın ticari istasyonu -ki Orinoco üzerindeki en yakın istasyon günlerce mesafe uzaklıktaydı- ulaşmalıydı. Keskin bir irade gücüyle görüşü birden berraklaştı ve kaybettiği gücü yeniden kazandığını hissetti. İnanmaz gözlerle çevresini tarayıp rehberlere bakındı ve adamların kayıplara karışmış olduğunu görüp hayretler içinde kaldı. Daha dikkatli bir kontrolün ardından kayıklardan birinin, yerlilerin kullandığı kayığın da ortadan kaybolduğunu fark etti. Onu ve Falmer'ı terk edip kaçtıkları ortadaydı. Belki de yerliler hastanın başına gelenleri biliyor ve bundan dolayı korkuya kapılıyorlardı. Sebep ne olursa olsun gerçek olan şuydu ki sıvışmışlar ve kamp malzemeleri ile erzağın çoğunu da beraberlerinde götürmüşlerdi. Tiksintisini yenmek için büyük çaba gösteren Thone bir kez daha yerde hareketsiz yatmakta olan Falmer'ın yanına döndü. Kararlı bir tavırla kemerinden bıçağını çıkardı ve hasta adamın üstüne eğilip çıkıntı yapan tomurcuğu kafa derisine zarar vermeksizin yapabildiği ölçüde yakından keserek almaya çalıştı. Yumru olağanüstü sert ve lastiğimsi olup dışarıya ince, kanlı bir sıvı sızdırıyordu; Thone tomurcuğun sinir benzeri liflerle çevrili kıkırdağımsı bir çekirdekten oluşan iç yapısını görünce ister istemez titredi. Kestiği parçayı hemen uzağa, nehrin kıyısındaki kumula doğru savurdu. Sonra Falmer'ı kollarına alıp kaldırdı ve yerlilerden geriye kalan kayığa doğru sendeleye yalpalaya yürümeye koyuldu. Birden çok kez düştü ve dostunun hareketsiz bedeninin yanında bayılırcasına uzandı. Yükünü bir taşıyıp bir sürükleyerek sonunda kayığa ulaştı. Gücünün son kısmını da Falmer'ı malzeme yığınına dayayıp kayığın kıç kısmına oturtmak için harcadı. 
   Ateşi giderek yükseliyordu. Uzun bir gecikmenin ardından her ne kadar usanmış ve neredeyse kendini kaybetmiş olsa da ateşine tamamen yenilip kürek parmaklarının arasından kayıp düşmeden önce kayığı büyük bir gayretle kıyıdan uzaklaştırmayı başardı... 
  Doğan güneşin sarı ışıltısı altında beyin işlevleri ve sezgileri eskisine oranla daha sağlıklı hâle gelmiş şekilde uyandı. Hastalığı onda büyük miktarda bitkinlik bırakmış olmasına rağmen ilk düşüncesi Falmer'ın durumunu gözden geçirmek olmuştu. Gücünü yeterince toplamadan harekete geçtiği için az daha kayıktan aşağı düşecekti, neyse ki diğer yana dönebildi ve yüzü arkadaşına bakar halde oturdu. 
  Sırtını battaniyeler ve diğer yüklerden oluşan yığına vermiş olan Falmer, yarı oturur yarı yatar vaziyette, halen onu ilk bırakmış olduğu konumdaydı. Yukarı doğru bükülü dizlerini tetanoza tutulmuşçasına elleriyle sarmalamıştı. Yüz hatları ise tıpkı bir ölününkiler gibi yalın ve dehşetengiz bir ifadeye bürünmüştü ve tüm vücuduna ölümcül bir kasılma hakimdi. Thone'un gördüklerine inanmaz bir ifadeyle dehşet içinde yutkunmasına neden olan şey de işte bu olmuştu. 
   Deriyi yırtıp dışarı çıkmak korkunç bitki tohumunu hızlandırmış olmalıydı ki Thone'un kendini kaybedip uykuya daldığı sırada doğaüstü bir hızla Falmer'ın başından çıkıp uzamayı sürdürdü. Giderek uzayan soluk yeşil renkli bu iğrenç, kalın dal on beş yirmi santimlik bir boyuta ulaşınca geyik boynuzu misali dallanıp budaklanmaya başladı. 
  Daha da kötüsü benzer uzantılar gözlerden de çıkıyordu ve adamın yüzünde dikey bir şekilde ilerleyerek gözleri kapatıyorlardı. Onlar da daha şimdiden kafadan fışkıran benzerleri gibi dallanmaya başlamıştı. Bütün bu boynuzların ucu soluk bir kırmızıyla kaplıydı. Tiksindirici hareketlerle kıvranıyorlar, sıcak ve rüzgarsız havada her nasılsa ritmik olarak sallanıyorlardı... Ağızdan çıkan bir başka dal ise uzun beyaz bir dil gibi yukarı doğru kıvrılıyor olsa da çatallaşmaya henüz başlamamıştı. 
  Thone bu şok edici manzaradan uzaklaşabilmek için gözlerini kapadı. Göz kapaklarının ardında, sökmekte olan şafağın yol açtığı ışık huzmesinin içinde solarak yeşile dönmüş korkunç su kurtları gibi uzanmakta olan o mezar kaçkını şeyleri görüyordu. Giderek büyüyüp uzayarak ona doğru yaklaşıyor gibiydiler. Gözlerini yeniden açtığında boynuzların birkaç saniye öncekine oranla çok daha uzamış olduğunu görüp bir kez daha dehşete kapıldı. 
  Bunun ardından önlenemez bir hipnozun etkisine girmişcesine oturduğu yerde onlara bakakaldı. Bitkinin gözle görülür şekilde büyümesi ve serbestçe hareket edebilmesi biçiminde yansıyan bu sanrı -gerçekten sanrıysa tabii- onu büyülenmişti. Falmer ise hiç kıpırdamıyordu, beti benzi atmış olan suratının derisi sanki büyüyen dalların kökleri kanını emiyor ve onun etlerini hortlaklara özgü doymak bilmez bir açlıkla somuruyorcasına pörsümeye ve içine çekilmeye yüz tutmuştu. 
  Thone gözlerini bu manzaradan koparıp nehrin kıyısında doğru çevirmeyi başardı. Nehir genişlemiş ve akıntı durgunlaşmıştı. Kıyı boyunca dizilmiş olan uçuk yeşil tepelerde tanıdık bir işaret bulabilme umuduyla boşu boşuna etrafına bakınıp bulundukları yeri saptamaya çalışan Thone müthiş bir ümitsizlik ve yalnızlık duygusuna kapıldı. Yanındaki eşsiz korkunçluktaki şeyle birlikte bilinmeyen bir çılgınlık ve kabus akıntısına kapılmış gidiyordu sanki.
  Bir çember çizercesine tuhaf bir seyir izleyen aklı dönüp dolaşıp hep Falmer'ı sömüren o şeye takılıyordu. İçinde aniden uyanan bilimsel bir merakla bunun ne tür bir canlı olduğunu düşünmeye başladı. Ne mantardı ne de sarmaşık, araştırmaları sırasında karşılaştığı ya da duyduğu hiçbir şeye benzemiyordu. Falmer'ın öne sürdüğü gibi başka bir gezegenden gelmiş olmalıydı, çünkü böyle bir varlığın dünya üzerinde yetişmesi akıl alır gibi değildi.
  Falmer'ın öldüğü fikrini benimseyerek biraz olsun avunmaya çalıştı. Bu şartlar altında buna bile şükretmek gerekirdi. Tam bu fikri zihnine yerleştirmeye çalışırken Falmer'ın gırtlağından derin bir inilti geldiğini duydu ve irkilerek o yöne baktığında adamın vücudunun ve kollarının zangırdadığını gördü. Bu titreme giderek şiddetlendi ve önceki günkü acı olu, vahşi kasılmalar kadar şiddetli olmasa da ritmik bir düzen kazandı. Thone otomatik olarak nitelenebilecek bu titremenin bitkinin dipten gelen o tiksindirici sallantısıyla eş zamanlı olduğunu fark etti. Bu manzaranın yarattığı etki öyle hayrete düşürücüydü ve uyuşturucuydu ki Thone kendisini ayağıyla bu ritme uymuş tempo tutarken buldu.
  Gözü dönmüş bir şekilde sağ duyusunu dayayabileceği bir şey arayarak kendisini toparlamaya çalışırken hastalığı kaçınılmaz biçimde yeniden baş gösterdi: Yüksek ateş, mide bulantısı ve ölüm karşısındaki iğrenmeden bile beter olan bir tiksinti. Ama bu hislere tamamen teslim olmadan önce ateşlenmeye hazır durumdaki tabancasını kınından çıkarıp içindeki kurşunların altısını da Falmer’ın kıvranan bedenine boşaltma fırsatı bulabilmişti... Iskalamadığına emin olmasına karşın son kurşunu da sıktıktan sonra Falmer’ın hâlâ inlediğini ve bitkinin korkunç uzayışıyla uyumlu bir şekilde seğirdiğini gören Thone’un yeni bir hezeyana kapılmadan önce duyduğu son şey, hiç durmadan devam eden o otomatik inilti oldu.
  İçine sürüklendiği bu heyecan verici gerçek dışılığın ve kendini sınırsız şekilde kaybedişin ne kadar sürdüğünü söylemek olanaksızdı. Yeniden kendine geldiğinde aradan saatler mi yoksa haftalar mı geçtiğini kestiremiyordu. Farkına vardığı ilk şey, kayığın artık hareket etmiyor olduğuydu ve halsizce doğrularak baktığında botun sığ ve çamurlu bir suda süzülerek bir adacığa doğru gittiğini gördü. Etrafı, çöp dolu bir göletin ortasındaymışçasına çürük kokuyor, kulaklarına ise böceklerin tiz vızıltısı geliyordu.
  Güneşin tam tepesinde olduğuna bakılırsa saat öğleyi gösteriyor olmalıydı. Sarmaşık dalları adadaki ağaçlardan aşının üstüne bir dizi yılan gibi sarkıyor, görkemli benekleriyle kocaman kelebekler etrafında uçuşuyordu. 
  Müthiş bir baş dönmesi eşliğinde ayağa kalktı ve kendisine eşlik eden o korkunç şeye baktı. Geçen zaman içinde o şey inanılmaz derecede büyümüştü: Falmer’ın başının üstündeki devasa boyutlara ulaşmış üç boynuz dalının her yanında yardım -ya da yeni bir yemlik- ararcasına huzursuzca kıpırdanan bir sürü iğrenç duyarga belirmişti. En yukarıdaki boynuzda ise çok büyük bir çiçek açmıştı... bir insan suratı genişliğinde ve cüzzam hastalığına yakalanmış bir ten beyazlığında olan etimsi bir tür daire. 
  Falmer’ın yüzü her bir kemiğinin hatları bir kağıdın altındaymışçasına belirginleşene dek titredi. Bu haliyle insan derisinden bir maskeye bürünmüş bir ölü suratını andırıyordu ve iskelet ile deri arasında yok denecek kadar az bir et katmanı kalmıştı. Adamın bedeninde dalların birbiriyle uyumlu kıvranışı dışında hiçbir hareket gözlenmiyordu. Bu acımasız bitki onu kurutana dek emmiş, organlarını ve etlerini yemişti. 
  Thone bu yaratıkla kapışmak üzere onun üstüne atılmak için dayanılmaz bir istek duydu. Ama garip bir dürtü ona engel oldu; felç geçiriyordu sanki. Bitki adeta canlı ve bilinçliydi... onu gözetleyen, kötü fakat üstün bir irade yardımıyla ona hükmeden bir yaratık. Dikkatlice baktığında dev çiçeğin giderek doğaüstü bir insan suratının bulanık görüntüsüne büründüğünü fark etti. Az çok Falmer’ın suratını andırıyordu ama yüz hatları çarpıklaşmış ve tümüyle insanlık dışı ve şeytansı bir şeyle karışmıştı. Thone hareket edemiyordu... gözlerini bu tiksindirici mahluktan ayıramıyordu. 
  Ateşi bir mucize eseri bir daha gelmemek üzere düştü. Onun yerini bu hayret verici bitki karşısında çakılıp kalmasına neden olan çılgınca bir korku almıştı. Hemen önünde duran ve bir zamanlar Falmer olan kuru, ölü kabuktan yükselen bitki, sayıları giderek artan kabarık dallarını ve duyargalarını usulca sallıyor, insan yüzünü andıran küfür gibi dev çiçek ise pis bakışlarını Thone’un üzerinden bir an olsun ayırmıyordu. Sonra birden, derinden gelen tarifsiz ölçüde tatlı bir şarkı duyar gibi oldu ama sesin gerçekten de bitkiden mi çıktığını yoksa fazlasıyla yıpranmış olan duyularının bir sanrısından mı ibaret olduğunu anlayamadı.
  Saatler ağır ağır geçti ve güneşin insanı bitip tüketen ışınlarını dev bir işkence kazanından boşalan erimiş kurşun gibi etrafa saçtı. Thone'un başı bitkinlikten ve bu pis kokulu sıcaktan dolayı dönse de, bu bile içinde bulunduğu durumun perişanlığını bastırmaya yetmiyordu. Büyümesi durmuş gibi görünen korkunç bitki kurbanının tepesinde sallanıp duruyordu. Thone'un gözleri uzun bir aradan sonra ilk kez Falmer'ın yukarı doğru çekip elleriyle kavradığı ve düzensiz aralıklarla sıkmaya devam ettiği dizlere takıldı. Her bir parmağın ucundan beyaz renkli küçük kökler türemiş olup havada yavaşça kıvranıyorlardı... Görünüşe göre yeni bir beslenme kaynağı arıyorlardı. Diğer taraftan boyun ve çeneden de başka uçlar görünmeye ve tüm vücudun derisi sanki içeride kertenkeleler geziniyormuş gibi şüpheli bir şekilde kımıldamaya başlamıştı. 
  Bu sırada şarkı daha yüksek bir sesle, daha tatlı ve hükmedici bir şekilde duyulur hale gelmiş, büyük bitkinin kıvranışı ise tanımlanması güç ve uyuşturucu bir tempo tutturmuştu. Şehvetli sirenlerin cazip şarkılarını ve kobra yılanlarının ölümcül dansını çağrıştıran bir tempoydu bu. Thone üzerinde karşı konulmaz bir baskı hissetti: Ona bir çağrıda bulunulmuştu, uyuşmuş zihni ve bedeni bu çağrıya uymalıydı. Falmer'ın parmakları yılanvari bir kıvrılışla onu çağırıyordu sanki. Bir anda kendisini kayığın dibinde, elleri ve dizleri üzerinde emeklerken buldu. 
  İçi orkide dolu bohçaya doğru santim santim ilerlerken dehşet ve heyecan beynine işliyordu... başı Falmer'ın her yanından kökler fışkıran kurumuş ellerinin hizasına gelinceye dek emeklemeyi sürdürdü. 
  Felç edici bir büyü elini kolunu bağlamış, onu çaresiz bırakmıştı. Köklerin bir şey kurcalayan parmaklar gibi saçında, yüzünde ve boynunda gezindiğini ve iğne sivriliğinde tırnakların etlerine battığını hissetti. Kımıldamıyor, gözlerini bile kapayamıyordu. Kökler donakalmış göz bebeklerini parçalamadan önce gördüğü son şey, uçup giden bir kelebeğin altın ve şarap renkli ışıltısı olmuştu.
  Doymak bilmez kökler gittikçe daha derine inerken, yeni yeni lifler bir cadının ördüğü ağ misali onu sarmak üzere büyüyorlardı... Ölü ve canlı, bir süreliğine iç içe geçmişti... Sonunda Thone durmaksızın genişleyen bu ağın ortasında hareketsiz şekilde asılı kaldı; bitki şişmeyi ve uzamayı devamlı olarak sürdürürken, sakin ve boğucu öğle güneşi en üstteki dallarda açmaya başlayan ikinci bir çiçeği aydınlatıyordu.
1 note · View note
kitapidea · 6 years
Photo
Tumblr media
Gulyabani Türk edebiyatının ilk korku romanı olma özelliği taşıyan Gulyabani, bir yandan batıl inançları ele alırken bir yandan da güncelliğini hâlâ koruyan bir başyapıt.
0 notes
korkufilmler-blog · 6 years
Link
Gulyabani İzle (2014) Filmi Tek Parça
İZLE; http://www.cinfilmleri.com/2018/04/01/gulyabani-izle-2014-filmi/
#gulyabani #korku #gerilim #fantastik #komedi #film #sinema #izle #YerliKorku #TürkKorku #Filmİzle
0 notes