Tumgik
#tenin san
meganegirloftheday · 3 years
Photo
Tumblr media
The Megane Girl of the Day is Tenin-san from Please tell me! Galko-chan!
22 notes · View notes
paganimagevault · 3 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Aulus Metellus (The Orator), Etruscan senator in Rome 110-90 BCE. The lifesize bronze Etruscan statue from Arretium (Arezzo) known as the Arringatore or 'Orator'. 1st century BCE. 179 cm in height, or 5'10" in Imperial measurements. (Archaeological Museum of Florence, Italy).
The lower hem of the short toga carries an Etruscan inscription: “auleśi meteliś ve[luś] vesial clenśi / cen flereś tece sanśl tenine / tu θineś χisvlicś” which can be interpreted as reading, “To (or from) Auli Meteli, the son of Vel and Vesi, Tenine (?) set up this statue as a votive offering to Sans, by deliberation of the people” (TLE 651; CIE 4196). -taken from Wikipedia.
"The statue of Aulus Metellus offers us a glimpse of the changing socio-political landscape of the Italian peninsula during the latter first millennium B.C.E.—a period in which sweeping change brought on by the hegemonic fortunes of Rome and its booming population, signaled profound and lasting change for other Italic peoples, including the Etruscans. As Rome’s territory expanded during the fifth through first centuries B.C.E., her neighbors were gradually absorbed into the sphere of Roman cultural, economic, and political influence. Some groups, of course, resisted in one way or another, while others gladly “joined up” through political and military treaties and through adopting a Roman lifestyle. This process of acculturation–or Romanization, to use a term that is considered outmoded by some scholars—means that cultural heterogeneity becomes less visible in the archaeological record, replaced instead by a more homogeneous cultural model. These were the fortunes of the Etruscans—as the autonomy of the various Etruscan states eroded, the Etruscans themselves elected to adopt the trappings of a Roman culture that was, in turn, indicative of wider, pan-Mediterranean dynamics. Etruscan art, politics, and even language gradually slipped away."
-taken from smarthistory
https://paganimagevault.blogspot.com/2020/04/aulus-metellus-orator-etruscan-senator.html
50 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 177. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 177: On Bin Tanrı Mağarası, On Bininin de Yüzü Aydınlatılıyor
Xie Lian Hua Cheng’in kollarında taşınırken mağaranın en karanlık yerlerine doğru ilerlemeye devam ediyorlardı.
Çevrelerindeki tek ışık kaynağı yumuşak bir şekilde uçuşan gümüş kelebeklerdi. Xie Lian Hua Cheng’in yüzündeki ifadeyi seçemiyordu, ama Hua Cheng’in tüm bedeninin kaskatı olduğunun farkındaydı.
Geçmişte Hua Cheng onu bu şekilde hiç taşımamış değildi, ama şimdi bariz bir şekilde bir şeyler değişmişti ve Hua Cheng doğrudan onun boynuna veya ellerine bile dokunmuyordu. Xie Lian Hua Cheng’in yüzüne bakmaya devam etti, güçlükle göz kırptı, ama Hua Cheng onun bakışlarından kaçınıyordu, göz göze gelmeyi reddediyordu ve bir mağara odasına varmışlardı. Odada taştan bir yatak vardı ve hemen Xie Lian’ı oraya bırakmak üzere hareketlendi. Tam Xie Lian’ı yatağa yatırırken aniden bir şeyin farkına vardı. Xie Lian’ın sırtını kontrol etti ve konuştu: “Sana büyü mü yaptılar?”
Xie Lian çok sevinmişti. En sonunda fark etmişti!
Ancak Hua Cheng’in onda bir tuhaflık olduğunu bu kadar geç fark etmesi, öncesinde ne kadar kendinde olmadığını gösteriyordu. Xie Lian, Hua Cheng’in sırtındaki tılsımı sökmesini bekliyordu ancak beklenmedik bir şekilde, her ne kadar Hua Cheng çoktan elini uzatmış olsa da, yarı yolda duraksadı. En sonunda elini geri çekti ve Xie Lian’ı düz yatağa bıraktı.
Belki Xie Lian’ın endişelenmemesi içindi ama sessizce konuşuyordu. “Ekselansları, endişelenme. Şimdilik o işe yaramaz iki pisliği öldürmeyeceğim. Her ne kadar çok istesem de…”
Taş yatağın üzerinde kalın ama yumuşak bir saman tabakası vardı. Xie Lian gevşek bir şekilde üzerinde uzanıyordu, hiç endişeli değildi, ama o kadar gergindi ki kalbi ağzındaydı sanki. Hua Cheng’in neden tılsımı çıkartmadığını anlayamıyordu. Tam mücadele etmek için çaresizce kıvranıyordu ki, Hua Cheng’in belindeki kuşağa uzandığını ve kemerini çözdüğünü gördü.
Tam bu sırada, yersiz bir tesadüfle Xie Lian sırtındaki Emir Tılsımının solmaya başladığını hissetti ve dudaklarının arasından bir ‘ah!’ haykırışı çıkarken bacağını sertçe çekti.
Her ne kadar ölü bir balığının hayatının son saniyesindeki beyhude çabasından fazlası gibi görünmese de ve itirazının hiçbir ağırlığı olmasa da, Hua Cheng donakalmıştı ve hemen ellerini geri çekti.
“Yapamayacağım!”
Sanki Hua Cheng ses tonunun fazla katı olmasından ve Xie Lian’ı korkutmasından, onun kaçmasından çekiniyor gibiydi, bu nedenle birkaç adım geriledi ve ses tonunu yumuşattı, yüz ifadesi okunmaz bir haldeydi, son derece dikkatli ve boyun eğmiş görünüyordu.
Sakin bir şekilde konuştu. “Ekselansları, sana hiçbir şey yapmayacağım. Kork… Korkma.”
Xie Lian en sonunda anlamıştı.
Hua Cheng efsunu kaldırdıktan sonra Xie Lian’ın nasıl bir tepki vereceğinden emin değildi, bu yüzden de cevabını duymayı tümüyle reddediyordu.
Hua Cheng bir tür dürtüye karşı direniyor gibiydi ve bir kez daha tümüyle güven verici, yumuşak bir ses tonuyla konuştu. “Ekselansları, güven bana.”
Ama bu ‘güven bana’ öncesinde aynı şeyi söylediği zamanlara göre oldukça cılız çıkmıştı. Xie Lian ona cevap vermek istiyordu ama yapamıyordu ve yanlış anlaşılmayı derinleştirmemek adına mücadele etmeye bile cesaret edemiyordu. Bu nedenle tek yapabildiği hiç hareket etmeden öylece yatmak ve Emir Tılsımının solmasını beklemekti. Xie Lian’ın artık ‘direnç’ göstermediğini görünce Hua Cheng tekrar yaklaştı, uzandı ve ihtiyatlı bir şekilde Xie Lian’ın kemerini çözdü.
San Lang???, Xie Lian içinden haykırıyordu.
Elbette Hua Cheng’in çaresiz durumdaki insanlardan faydalanmayacağına tüm kalbiyle inanıyordu, ama bu gelişme onun beklentilerinin çok dışındaydı ve istemsiz bir şekilde gözleri ardına dek açıldı. Hua Cheng, Xie Lian’ın cübbesini çözerken hala onun tenine dokunmamak için elinden geleni yapıyordu, bu yüzden işi uzun sürmüştü. Uzunca bir süre sonra Xie Lian’ın cübbesi çıkartılmıştı, ardından ise iç cübbesi açılmıştı. Ancak ondan sonra bir hayalet kelebek Xie Lian’ın omzuna uçtu ve oraya tünedi, sıcak ve gıdıklayıcı bir his tenine doldu, Xie Lian ise omuzlarının hafifçe kızarık ve soyulmuş olduklarını fark etti, cildinin bazı yerleri çatlamıştı hatta. Gümüş kelebek omzuna tünedikten sonra ise iyileşmeye başlamışlardı.
Bunlar soğuk ısırığının yaralarıydı, karlı dağa tırmanırken oluşmuşlardı.
Xie Lian fark etmemişti bile, sonuçta uzun zamandır acıya karşı hassas değildi. Eğer soğuk ısırığı varsa, o zaman soğuk ısırığı vardı; bu tür yaraları fark etmese bile muhtemelen kendiliğinden yavaş yavaş iyileşirlerdi. Ancak Hua Cheng onun yaralandığını kendisinden daha iyi biliyordu, aklında tutmuş ve ne olursa olsun yaralarıyla ilgilenmeye kararlıydı.
O dalgın bir şekilde otururken Hua Cheng ise kolunu kaldırdı. Ellerinde ve ayaklarında daha da fazla yara vardı ve çaresiz bir şekilde oradan oraya koştuğu ve çekiştirildiği için bazıları kanamaya başlamıştı. Xie Lian acıdan korkmuyordu, ama gıdıklanıyordu. Dahası geçmişteki pek çok bölük pörçük anı istemsizce zihnine doluşmaya başlamıştı. Karanlık bir mağarada, bir oğlanın titreyen ve sıcak elleri, rasgele dokunuşları, düzensiz nefesleri ve hızla çarpan kalbi…
Bu anılar normalde o kadar kaybolmuşlardı ki neredeyse tümüyle solup gitmişlerdi ve uzun zaman önce onları mühürleyerek bir kenara atmıştı. Şimdi ise anıları tekrar yüzeye çıkıyordu, şaşırtıcı bir şekilde artık farklı gibiydiler, başını ellerinin arasına alıp çığlık atmak istemesine neden oluyorlardı. Özellikle de şimdi karşısında Hua Cheng varken, yine neredeyse aynı sahne yaşanıyorken. Xie Lian yüzü ve zihni sanki alev almıştı. Hua Cheng’in görmesinden korkuyordu, ama Hua Cheng ona bakmıyordu bile, tümüyle sözünü tutuyor ve asla çizgiyi aşmıyordu. Başını hafifçe diğer tarafa çevirmişti, bakışlarını yarı yarıya gözler önüne serilmiş beyaz omuzlarından uzakta tutuyordu.
Ancak beklenmedik bir şekilde tam bu sırada bir ses Hua Cheng’in arkasından yükseldi. “Hua Cheng! Seni deli herif, Ekselanslarına ne yaptığını sanıyorsun?! İğrençsin!”
Hua Cheng hızla başını çevirdi ve Xie Lian da gözleriyle onu takip etti, gözleri mağara odasının girişine kaydı. Konuşan Mu Qing’di!
Hemen yanında Feng Xin duruyordu. İkisi öncesinde Hua Cheng tarafından devasa kozalara sarılmışlardı ama bir şekilde serbest kalarak odayı bulmuşlardı.
Odanın içindeki sahneyi gördüklerinde ise yüzleri solmuştu. Xie Lian’ın da yüzü soldu.
Sahiden korkunç bir sahneydi!
Feng Xin Hua Cheng’i işaret etti, ardından kıyafetlerinin yarısı soyulmuş Xie Lian’ı. Uzunca bir süre geçtikten sonra zorla konuşabildi. “SEN… SEN… ONU HEMEN BIRAK!”
Hua Cheng hemen Xie Lian’ın giysilerini örttü ve soğuk bir şekilde konuştu. “Siz iki işe yaramaz pislik peşimizden gelmeye nasıl cüret edersiniz, sanırım yaşamaktan bıktınız.”
Mu Qing alayla güldü. “Pis ellerini çek. Çirkin kurbağa kuğudan bir parça mı istiyor? Sekiz yüz yıl hayalini kursan da, bin sene daha dua etsen de, Ekselanslarının saçının tek teline dokunamayacaksın.”
Bunu duyunca Xie Lian’ın kalbi titredi. Öfkesinin ardında, bir tuhaflık olduğunu hissedebiliyordu.
Bu ikisinin nesi vardı? Her ne kadar biraz önce Hua Cheng onları pelte olana dek dövmüş olsa da, onunla bu kadar kaba bir şekilde konuşmalarına gerek yoktu, özellikle de Mu Qing’in. Sanki Hua Cheng’i bilerek kızdırıyor gibiydiler. Hua Cheng’i kızdırmanın ise hiçbir faydası yoktu; onu yenemezlerdi, amaçları neydi? Dahası sinsi bir şekilde sesleriyle Xie Lian’ın olduğu yöne doğru işaret ediyorlardı, sanki kargaşa çıkmasını bekliyor, Hua Cheng’in çok sinirlenirse Xie Lian’a bir şey yapacağını umuyor gibiydiler.
Sahiden de Hua Cheng çok sinirlenmişti ve bembeyaz yüzü karanlıkla sarılmıştı. Yumuşak bir sesle tehdit etti. “Madem ölmek için geldiniz –”
Xie Lian gözlerindeki çıplak öldürme isteğini görebiliyordu ve kalbi korkuyla doldu. “YAPMA!!!”
Çok geçti. Eğri kılıç kınından çıktı ve E-Ming’in soğuk ışıltısı parladı.
Feng Xin ve Mu Qing gerildiler ve başlarını eğdiler. Neyse ki yaralanmamışlardı.
Ancak beklenmedik bir şekilde onlar daha biraz bile rahatlayamadan, bir saniye sonra bir PAT! Sesiyle üst bedenleri alt bedenlerinden ayrıldı.
Kan sıçradı ve her yere fışkırdı, yerlere akıyordu.
Xie Lian böyle bir şeyin olacağını hiç tahmin etmemişti ve şoka girmişti, yattığı taş yatakta donakalmıştı.
Hua Cheng – sahiden Feng Xin ve Mu Qing’i kesmişti!
İkisi henüz ölmemişlerdi, ve yerde yuvarlanıyorlardı, biri dişlerini sıkmıştı diğeri ise öfkeyle bağırıyordu, trajik bir sahneydi. Eğri kılıcını kınına sokarken Hua Cheng’in yüz ifadesi katıydı. Yüzünün sadece küçük bir kısmına kan sıçramıştı, küçük kızıllık kaşlarının arasındaki korkunç haleye uyuyordu, onun çok daha çarpıcı görünmesine neden oluyordu.
Bir anlığına kan havuzunun ortasında durdu, ardından geriye baktı ve Xie Lian’a doğru ilerledi. Xie Lian ardına dek açık gözlerle Hua Cheng’in kasvetli ifadesiyle kendisine yürümesini izledi ve ancak o zaman Xie Lian kendine geldi.
Ama Hua Cheng çoktan yanına gelmiş ve elini tutmuştu. Onu oturttu ve kollarıyla sımsıkı sardı, fısıldıyordu. “…Nasıl seni bırakırım.”
Xie Lian onun kollarıyla sıkıca sarılmıştı, konuşamıyordu ve Hua Cheng kulağına bir şey daha fısıldadı. Kalbi delicesine çarpıyordu, sanki yerinden çıkacak gibiydi ve aniden bedeni gevşedi.
Mu Qing’in çizdiği ve sırtına yapıştırdığı Emir Tılsımı en sonunda tümüyle çözülmüştü.
Her ne kadar onu bırakmayacak olduğunu söylemiş olsa da, Xie Lian’ın Emir Tılsımından kurtulduğunu fark edince Hua Cheng yine de kollarını açtı ve Xie Lian’ı serbest bıraktı. Xie Lian derin bir nefes aldı, ayağa kalktı ve yerdeki kan havuzuna koştu. “Feng Xin? Mu Qing? Hayatta mısınız?!”
Mu Qing’in yaraları daha ciddiydi ve dudaklarının kenarından kanlar akıyordu, gözlerindeki ışık söndü. Feng Xin hala nefes alıyordu ve Xie Lian’ın eline sıkıca yapıştı. “Ekse…lansları…”
Xie Lian da onun elini tuttu. “Ne? Ne söylemek istiyorsun?”
Feng Xin bir ağız dolusu kan yuttu ve zorla konuştu. “Hua Cheng’e… dikkat et… Ona yaklaşma… O… bir canavar!”
Ölmeden önce tüm enerjisini onu uyarmak için kullanmış gibiydi, ama beklenmedik bir şekilde Xie Lian’ın yüz ifadesi yavaşça sakinleşti.
“Canavar mı?” Feng Xin’in elini bıraktı ve ayağa kalktı. “Merak ediyorum. Siz ikinizden daha mı canavar?”
Bunu duyunca Feng Xin şaşırmıştı. Ancak kelimeler dudaklarından döküldüğü anda Xie Lian Fang Xin’i çekti ve bir an sonra Feng Xin’in kalbini delerek onu yere mıhladı!
Feng Xin gözlerine inanamıyordu. “Ekselansları, sen!...”
Sözlerini bitiremeden, yitip gitmişti. Xie Lian Fang Xin’i onun kalbinden çekti, sallayarak kanı temizledi ardından Hua Cheng’in yanına geldi, kılıcının ucu yerdeki cesetleri gösteriyordu. “Kan döküldüğüne göre, bu cesetlerle daha fazla konuşmaya gerek yok?”
“Hahaha…”
Yerden ürpertici bir kahkaha yükseldi. Mu Qing, bedeni ortadan ikiye bölünmüş olan, boynunu çevirmişti. Kahkaha onun dudaklarından yükseliyordu.
Üst bedeni yere uzanmıştı. Yüzünü çevirmek istese de, yüzünün yarısı yerde kalıp hareket edememeliydi. Ancak başını tümüyle çevirmiş ve yerden kalmış, Xie Lian’a gülüyordu.
Tahmin ettiği gibi. Bu ikisi gerçek Feng Xin ve Mu Qing değillerdi, onun yerine kim bilir nereden gelmiş iki taklitçiydiler.
Gerçek Feng Xin ve Mu Qing hala kozalarının içinde olmalıydı, kemirerek kendilerini serbest bırakmaya çalışıyorlardı. Biraz önce Hua Cheng Xie Lian’ın Emir Tılsımını serbest bırakmaya çalışırken ona söylediği şey buydu.
Yüzleri şok oldukları veya korktukları için beyaz değildi, insan olmadıkları içindi!
Xie Lian çoktan kılıcını çekmişti, ‘Feng Xin’ ve ‘Mu Qing’ ise ürpertici bir şekilde gülüyorlardı, aynı anda konuştular:
“Nasıl istersen.”
Arından kalın bir kan tabakasına benzeyen iki havuza dönüştüler Hua Cheng onu korumak için Xie Lian’ın önüne geçti ve iki kan havuzu sallandı ve katılaştı, kaynarmış gibi fokurduyorlardı, ve kısa bir süre sonra bir erkek formuna büründüler. Kendisini adım adım bir şeylerden oluşturmasını izlerken, Xie Lian iliklerine dek ürperdi.
Kısa bir süre sonra ‘Feng Xin’ ve ‘Mu Qing’ tümüyle önlerinden kaybolmuştu ve onun yerine beyazlara bürünmüş uzun ve ince genç bir adam belirmişti.
Dış görünüşüne bakılırsa, bu genç adam on yedi, on sekiz yaşında olmalıydı ve yüzünde bir maske vardı, yarısı ağlıyor, yarısı gülüyordu. Yüzü görünmüyordu, genç bir adama ait parlak ses ise maskenin arkasından geliyordu.
Sıcak bir şekilde konuştu. “Nasılsın, Xie Lian?”
Xie Lian’ın dudakları farkında olmadan titredi, zihni uyuşmuş gibiydi. Önünde ona kalkan olan Hua Cheng ise kılıcını kaldırdı ve saldırdı.
Eğri kılıç E-Ming’in korkunç keskinliği karşısında, beyaz cübbeli adam hiçte korkmuş görünmüyordu ve yana adım attı, kılıç onu birkaç milimle ıskaladı. Ardından bir saniye sonra, Hua Cheng’in arkasına geçti elini uzattı, Xie Lian’ı hedef almıştı, yüzüne dokunmak istermiş gibi görünüyordu. Gümüş bir ışık süzüldü ve Hua Cheng ona engel oldu, bir kez daha Xie Lian’la arasına girmişti.
Sesi soğuktu. “Pis ellerini çek.”
Hua Cheng kendisine söylenenleri ona iade etmişti. Beyaz cübbeli adamın eli ise E-Ming tarafından kesilmiş ve yere düşmüştü. Ancak onu hiçte etkilemişe benzemiyordu. Geniş kol yenlerini salladı, kesilmiş uzvunu bir an gizledikten sonra tekrar kolunu salladı ve yaranın olduğu yerde yeni bir el belirdi. Parmakları katı birer pençeye dönüşmüştü ve doğrudan Hua Cheng’in sağ gözüne doğru atıldı!
Tüm bu olanlar sadece bir saniye sürmüştü. Hua Cheng hızla kaçındı ancak yine de sol yanağında kanlı izler belirdi.
Hua Cheng ilk defa rakibinden yavaş kalmıştı. Gözleri keskinleşti ve hemen taktik değiştirdi. Binlerce kelebeği çağırarak adamın üzerine gönderdi. Kelebekler beyaz cübbeli adamı gümüşe sardılar, titreyerek insan şeklinde bir koza oluşturmuşlardı, ama muhtemelen uzun süre dayanamayacaklardı. Hua Cheng tam Xie Lian’ı yakalamak üzereydi ki, gümüş kelebekler haykırdı, göz kamaştırıcı gümüşi tozlara dönüştüler!
Hua Cheng’in yüz ifadesinin değiştiğini görünce Xie Lian işlerin yolunda gitmediğini anlamıştı, binlerce kelebek bir anda yok edilmişti. Beyaz cübbeli adam hayalet kelebeklerin ışıldayan gümüşi tozlarının arasından havada belirdi ve yeni büyümüş eliyle saldırdı, bir kez daha Hua Cheng’in sağ gözünü hedeflemişti!
Bu kez sıra Xie Lian’daydı, Fang Xin’i çekti ve saldırdı! Darbesi sadece beyaz cübbeli adamın kolunu kesmekle kalmamış, neredeyse tüm bedenini ikiye bölmüştü.
Bunu fırsat bilen Hua Cheng seslendi. “Ekselansları, gidelim!”
Xie Lian da dövüşe devam etmemeleri gerektiğinin farkındaydı, bu nedenle geri çekildi ve ikisi mağaraya doğru koşmaya başladılar, yollarına hiçbir engel çıkmadan mağaranın derinliklerine doğru karanlık tünelde koşuyorlardı.
Xie Lian koşarken haykırdı. “Bu o! O… o ölmedi!”
Yolu gösteren Hua Cheng’di, hızlıydı ama aynı zamanda daha sakin olandı. Kelebekler ve ipeklerle yol boyunca ağır engeller oluşturuyordu. “O gerçeği olmayabilir.”
Xie Lian aniden durdu ve başını ellerinin arasına aldı. “Hayır… hissedebiliyorum. O olmalı! Sadece ölmemekle kalmamış daha da güçlenmiş. Bir şey onun yeniden doğmasına neden olmuş… yoksa, nasıl bu kadar kolay bir şekilde Feng Xin ve Mu Qing’in şekline bürünsün? Cennet mensuplarını taklit etmek oldukça zordur, onların sahte derilerine bürünmek neredeyse imkansız!”
Ses tonunun gittikçe boğulduğunu fark eden Hua Cheng de durdu ve ellerini tutmak için döndü. “Ekselansları! Korkma. Güçlenmiş olmasına gerek yok. Başka bir ihtimal daha var ve o da Feng Xin ile Mu Qing’i yakinen tanıyor olması. Bu sayede onların görünümünü alabildi. O hepinizin tanıdığı birisi olma…”
Sözlerini bitiremeden Xie Lian’ın gözleri kendisininkini tutan ellere takıldı. Bunu görünce Hua Cheng’in hem sesi hem ifadesi dondu. Yüzü soldu, ellerini hemen geri çekerek arkasına sakladı ve ilerlemeye devam etti. Xie Lian ise peşinden gitmedi. “San Lang.” Diye seslendi.
Hua Cheng’in bedeni kaskatı kesildi ve durdu, ama geriye dönmedi ve sadece karşılık verdi. “Ekselansları.”
Sesi kulağa sakin geliyordu. Xie Lian arkasında durdu ve konuştu. “Pek çok şey yaşandı, ve herkesin kafası karıştı.”
“Evet.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian devam etti. “Her ne kadar hala kendimize gelememiş olsak da, yine de bu fırsatı sana bir soru sormak için kullanmak istiyorum, umarım bana dürüst ve ciddi bir şekilde cevap verirsin.”
“…”
“Peki.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian ciddiyetle sordu. “Şu bahsettiğin ‘soylu, zarif, özel kişi’ kim?”
Hua Cheng’in eli kırmızı bağlılık ipiyle düğümlenmiş parmağı fark edilmeyecek bir şekilde birkaç kez titredi.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra yavaşça cevapladı. “Eğer Ekselansları çoktan öğrendiyse, o zaman neden soruyor.”
Xie Lian başını salladı. “Anlıyorum. O zaman yanlış anlamadım. Sahiden doğru.”
Hua Cheng konuşmadı.
Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian sordu, sesi ifadesizdi. “Sen… benim bu konuda… ne düşündüğümü bilmek istemiyor musun?”
“…”
Hua Cheng başını hafifçe çevirdi, sanki ona bakmak istiyor ama aynı zamanda Xie Lian’la göz göze gelmekten korkuyor gibiydi. Bu nedenle sadece yanağındaki iki kızıl iz görünmüştü.
“Ekselansları… bana söylemeyecek mi?”
Sesi çatlamıştı.
Xie Lian konuştu. “Özür dilerim. Böyle bir konuda net bir şekilde konuşulmalı.”
Hua Cheng’in nefes almaya ihtiyacı yoktu, ama bunu duyduğu anda, yine de derin bir nefes aldı.
Her ne kadar yüzü korkunç bir şekilde beyazlamış olsa da, yine de gülümsedi ve nazik bir şekilde karşılık verdi. “Haklısın. En iyisi bu.”
Sanki darağacındaki bir suçlu gibiydi, cezasını bekliyordu, gözlerini kapattı. Ancak beklenmedik bir şekilde, gözlerini kapattıktan sonra daha birkaç saniye geçmişti ki aniden tekrar açtı.
Bir çift kol ona dolanmış ve aniden tüm gücüyle ona sarılmıştı.
Xie Lian yüzünü onun sırtına gömdü ve o da konuşmadı. Her ne kadar hiçbir şey söylememiş olsa da, yeterliydi.
Uzunca bir süre geçtikten sonra Xie Lian sarıldığı kişinin ona döndüğünü, kendisine sarıldığını, sımsıkı sardığını hissetti.
Hua Cheng’in titreyen sesini duydu. “…Ekselansları. Beni sahiden… öldüreceksin.”
 Çevirmen: Nynaeve
184 notes · View notes
outdoor-indoor · 3 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
1-2. Bangkok, Thailand 3.  Spirit houses at a private house, Phetchaburi, Thailand 4.  Spirit house, Hua Hin 5. Cambodian-style spirit houses 6.  Spirit House at U.S. Embassy, Bangkok | © l.hillesheim / Flickr 7.  Offerings on a spirit house | © Johan Fantenberg/Flickr 8.  A spirit house in Udon Thani | © Stefan Fussan/Flickr 9. A spirit house watches over a rice field
A spirit house is a shrine to the protective spirit of a place that is found in the Southeast Asian countries of Burma, Cambodia, Laos, Thailand, Malaysia, Indonesia, Vietnam and the Philippines. The spirit house is normally in the form of small roofed structure, and is mounted on a pillar or on a dais. They can range in size from small platforms to houses large enough for people to enter. Spirit houses are intended to provide a shelter for spirits that could cause problems for the people if not appeased. The shrines often include images or carved statues of people and animals. Votive offerings are left at the house to propitiate the spirits. More elaborate installations include an altar for this purpose.
In Indochina, most houses and businesses have a spirit house placed in an auspicious spot, most often in a corner of the property. The location may be chosen after consultation with a Brahmin priest. Spirit houses are known as နတ်စင် (nat sin) or နတ်ကွန်း (nat kun) in Burmese; ศาลพระภูมิ (san phra phum, 'house of the guardian spirit') in Thai; and rean tevoda ('place for the tevoda-spirit') or pteah phum in Khmer.
In maritime Southeast Asia, spirit houses are connected to the various traditional animistic rituals involving spirits. In the Philippines, spirit houses are dedicated to ceremonies or offerings involving the anito spirits. They are also referred to as shrines. They are known magdantang in Visayan; ulango or simbahan in Tagalog; tangpap, pangkew, or alalot (for various small roofed altars), and balaua or kalangan (for larger structures) in Itneg; maligai in Subanen; tenin in Teduray; and buis (for those built near roads and villages) and parabunnian (for those built near rice fields) in Bagobo.
In Thailand, it is a long-standing tradition to leave offerings of food and drink at the spirit house. Rice, bananas, coconuts, and desserts are common offerings. Most ubiquitous is red, strawberry-flavoured Fanta. The idea seems to be that friendly spirits will congregate to enjoy free food and drink and their presence will serve to keep more malign spirits at bay. The popularity of red Fanta offerings has existed for decades. Opinions as to "why Fanta?" vary. Most point to the significance of the colour red, reminiscent of animal sacrifice, or perhaps related to the practice of anchoring red incense sticks in a glass of water which promptly tints the water red. Sweetness is explained by the observation that sweet spirits naturally have sweet tooths.
Before you set up a spirit house, you must consult the services of a Brahman priest or Buddhist monk. Not one glove fits all when it comes to finding the correct spirit house; in fact, it is largely dependent on the landlord’s astrological chart to find the perfect match. A Brahman priest or Buddhist monk will also use the owner’s astrology to determine the colour and size of the spirit house and the correct date and time to have the erection ceremony for it. The placement of the spirit house is also extremely important; Thai architects will change their designs to accommodate the auspicious placement of a spirit house on a property. Its location should preferably be in front of a tree, should not be on the left side of a door, and should not face a toilet or a road – these are but a few of the things that need to be taken into consideration when finding the perfect place for a spirit house.
A spirit house should only be put up with an elaborate and sacred ceremony. Family, friends and neighbours are invited, along with invisibles, including angels, gods, house gods and nagas. At the pre-determined date and time, the ceremony begins with auspicious food being laid out, followed by the land buying ritual to show respect to the Goddess of the Earth; she then reciprocates by clearing away negative energy from the land. The Brahman priest or Buddhist monk will then remove any curses or evil spirits on the land by infusing the hole for the pillar with goodness, which means placing nine lucky leaves, flowers and stakes of lucky Lanna-inscribed wood inside of the hole. Added to the mix is a matrix of geometric figures and nine gemstones that relate to the astrological planets.
After some chanting, the attendees then help erect the spirit house in the correct location. Next, the Brahman priest or Buddhist monk calls on the invisible witnesses and does some more chanting to collectively invoke all the energy into a statue of the Hindu angel Phra Chai Mongkon who is believed to protect homes and businesses. This figure holds a money bag and a sword, and once the spirit world’s energy has been directed into the statue, gold leaf is placed on top of it. It is then the landowner’s responsibility to place the statue inside the spirit house. Ceremony attendees then place flowers and some coloured cloth around the shrine, which is followed by the ‘San Jao Tii’ ceremony to let the land gods know that they will honour them. Finally, the Brahman priest or Buddhist monk does some more chanting, and then they sprinkle holy water on the spirit house. And with this, the ceremony closes, marking that the spirits have a new home.
It’s best not to remove a spirit house; spirits are like tenants in that they do not want to be evicted. Traditionally, landowners leave an old spirit house intact and build another one alongside it. If there is no other option, and the shrine must be removed, a ceremony just as auspicious as the birth of a spirit house must take place. A Brahmin priest or Buddhist monk will decide on the correct date and time to remove the spirit house, which is then transported to a blessed spirit house graveyard. The above steps are extremely important as the belief is that if the spirit house does not rest in peace, the landowner is at risk of a lifetime of bad luck.
Among the innumerable variety of phi, or spirits that can inhabit a spirit house, many of which can influence human life, are the ghosts of people killed by animals, women who died in childbirth, and those who perished but didn’t receive a proper burial.  Trees are one of the most common places for phi to dwell. A rock, river bend, spring or cave is infused with spiritual properties.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
8 notes · View notes
alican-disbudak · 2 years
Text
Elvan San - Felek Hoyrat Olmuş
elvan san - felek hoyrat olmuş şarkı sözleri
Cefadan usanmaz vefalı dostlarCihanı lutfeyler sevgi bağışlarFelek hoyrat olmuş insan sayıklarTeneşir de bir su dökmeye geldikMezarına çiçek çiçek ekmeye geldik Can pazarda elin asılı kalmışKefenin biçilmiş kabrin kazılmışKırılmış kanadın yürek dağılmışArdından ağıtlar yakmaya geldikMusalla da adın anmaya geldik Can tenine kondu uçtu neyleyimBin kez öldüm birkez diri gezeyimAna bacı gardaş…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
designtaiyotokumo · 6 years
Photo
Tumblr media
kawaii conbini-tenin iida-san  [ te no hira ]
1 note · View note
jpntoeng · 7 years
Video
youtube
KANA-BOON - Naimononedari 
(Asking for the Moon) [Translation]
Always nothing but selfish, you’re like a little child Always asking for the moon. What is it that you want? Tell me, tell me
You look this way and that way, you sure seem to like beautiful women, huh? The guy working in the café over there is your type, isn’t he? Answer me
Round-and-round-and-round-and-round, my heart gives way to the wind Round-and-round-and-round-and-round, your heart scatters off into pieces Round-and-round-and-round-and-round, our love swirls around in mid air Round-and-round-and-round-and-round, spinning around like a piece of fluff 
You weren’t listening to what I just said, were you? Hey hey, listen to me. I said the doughnut shop over there opens next week
Ah…I was thinking we’d go together Ah…I was going to take you along with me
Round-and-round-and-round-and-round, my heart is stuck out in the rain Round-and-round-and-round-and-round, your heart scatters off into pieces Round-and-round-and-round-and-round, our love swirls around in mid air Round-and-round-and-round-and-round, burning away like a cigarette
Round-and-round-and-round-and-round, my heart is stuck in the past Round-and-round-and-round-and-round, your heart disappears into the future
Round-and-round-and-round-and-round, my heart Round-and-round-and-round-and-round, you heart
Round-and-round-and-round-and-round, my heart gives way to the wind Round-and-round-and-round-and-round, your heart floats even higher up
Round-and-round-and-round-and-round, my heart Round-and-round-and-round-and-round, and your heart
credits: JPNtoENG.tumblr
[Romanizaton]
Itsu datte wagamama bakka de kodomo mitai ne Kimi datte nai mono nedari nani ga hoshii no? oshiete
Acchi mitari socchi o mitarai bijin ga suki na no ne Kimi datte sakki no kafe no tenin san ga taipu desho? kotaete
Yurayura yurayura boku no kokoro, kaze ni fukarete Yurayura yurayura kimi no kokoro, hanarebanare Yurayura yurayura futari no koi wa chuu ni matteiku Yurayura yurayura watage mitai ni yureteru
Sakki kara kiite nai desho watashi no hanashi. Nee nee, kiite yo soko no doonatsuya raishuu oopun datte
Aa, futari de ikou to omotteta no ni Aa, tsuretette yarou to omotteta no ni naa
Yurayura yurayura boku no kokoro, ame ni furarete Yurayura yurayura kimi no kokoro, hanarebanare Yurayura yurayura futari no koi wa chuu ni matteiku Yurayura yurayura tabako mitai ni moeteku
Yurayura yurayura boku no kokoro, kako ni toraware Yurayura yurayura kimi no kokoro, mirai ni kiete
Yurayura yurayura boku no kokoro Yurayura yurayura kimi no kokoro
Yurayura yurayura boku no kokoro, kaze ni fukarete Yurayura yurayura kimi no kokoro, takaku matte
Yurayura yurayura boku no kokoro to Yurayura yurayura kimi no kokoro to
11 notes · View notes
ftbugatti · 7 years
Quote
Le principe de souveraineté nationale exclut donc logiquement, dans le suffrage politique, ce qu'on appelle "la représentation des intérêts". C'est là pourtant une combinaison que beaucoup d'esprits envisagent aujourd'hui avec faveur et qui d'ailleurs n'est point nouvelle. Elle consiste à grouper les citoyens qui ont, surtout par leur profession, les mêmes intérêts matériels ou moraux pour élire des représentants. [...] Mais cela paraît inconciliable avec le principe de la souveraineté nationale. Si ces groupes ont droit à une représentation propre, c'est que chacun d'eux doit être reconnu comme possédant une fraction de la souveraineté, sans qu'on ait à respecter aucune proportion entre le nombre de leurs membres et la population nationale dans son entier.
Adhémar Esmein, in “Eléments de droit constitutionnel et comparé, chapitre 2 “La souveraineté nationale”, Section Première : “La souveraineté nationale et le droit de suffrage politique”, I, p.303. Editions L. Larose et L. Tenin (Paris, 1914)
0 notes
mettenette · 8 years
Text
Bakom translations
Here’s some translated sentences from this episode of Space Time about the newly discovered planets in the TRAPPIST-1 system.
Kensap go, ta leminginot e banpol e pay e kife me kuda, simi a fa jan kanla niw e tijin. 
Last week in a NASA press release, we learned about an amazing new discovery.
A kan la sil nin ro gu nin wa i, wan un, wa sap bolmun yo boldi, tomo ra ne a i dompo wa po ko bi.
 A nearby red dwarf star was discovered to have not one, but seven earthlike planets, and any of them may be capable of supporting life.
To tu matgu a mal wedompe, wa kan e jonin lum sil ta miw ta wa go bolmun pe pam.
 Both telescopes used the transit method, watching for the dimming of the central star as the planets pass in front of it.
Simi ta no wakgo a on u muy bolmun yo boldi ta un ka.
 Never before have we seen so many earthlike planets in one place.
A i dompo tomo un ra ne wa ten aw ni ban, e tem po bo bi.
 Any one of them could bear liquid water, maybe even life.
Wepang TRAPPIST-1 (tarappista un) a ta 39 (samday naw) me 1 (un) deltu sanlum min ta belsemsil casaw.
 The TRAPPIST-1 system lies 39 and a half lightyears away in the constellation of Aquarius.
Sil so TRAPPIST-1ko a sil nin ro nocol e rannat ho 10% (day delcen) metkenyun silde, tenin 10% (day delcen) muymu.
 The star TRAPPIST-1A is an ultracool red dwarf star about 10% the diameter of the sun and less than 10% its mass.
A tenocol ri da e tem, ho 2500 (tumil pancen) ricoltensel, ta seme 5800 (panmil patcen) ricoltensel e silde. It’s also much colder, about 2500 Kelvin compared to the sun’s 5800 K.
A im bolmun gu nin sem e, wa fa tek tote ra i lipes. A tam, wa cam long san ri nin. The planets reside so close together that they all tug on each other gravitationally. It’s enough to slightly vary the lengths of their years.
A se bolmun pe jo la salomsem e tanom me tote ra, ne a ti, wa i dompo, wa jaw oya gu da min, sek u, wa mot kaim ho na. The planets have now settled into stable orbital resonances with each other, and that’s a hint that they may have formed further out and then migrated inwards.
Yu wa jo mujo nosem i ban ta ricol nosem, gu bolmun min sil ta wak jaw a se pang mukimujo bolmun e del da. “Because different chemicals condense at different temperatures, planets’ distance from the star at the time of formation largely determines the planet’s chemical makeup.”
A po kit kon domta suy kim bi e sil i i ko li ron ponlum me domon jenhaw imtom hawom. We can estimate the location of the habitable zone for a given star based on the intensity of its photon flux and the effect of atmospheric greenhouse gasses.
Suy kim bi wepangsil simi a co min 1 (un) rimetatjan nofin, so yuntan boldi, la 1 (un) me 1 (un) deltu rimetatjan, co boldi me munbolca. Our solar system’s habitable zone extends from roughly one astronomical unit, earth’s orbit, to one and a half astronomical units, covering Earth and Mars.
Wa gu nin silko yo u, a ti sadil sil e bolmun. Ta u ta boldi, gu me hawomlifa simi a ham simi en del da kitminyumlum da. Being so close to their central star exposes the planets to stelar activity. Here on earth, our distance and magnetosphere protect us from most of the sun’s coronal mass ejections.
 En ta na delday rimetatjan min TRAPPIST-1ko, kitminyumlum da a i podan, lok tanom a jo hawomlifa e ham bolmun i li nin. But within a tenth of an AU of TRAPPIST-1A, coronal mass ejections would be dangerous, and tidal locking would weaken the planet’s protective magnetosphere.
0 notes
designtaiyotokumo · 4 years
Photo
Tumblr media
kawaii conbini-tenin iida-san  [ ano ko ga hoshii ]
0 notes
designtaiyotokumo · 7 years
Photo
Tumblr media
kawaii konbini-tenin iida-san [ boku wo mitsukete / ikiteiru ]
0 notes