Kapı kapı büyüyen ve anlatamadıkça insanın omzunda tıpkı ağır taşlar misali biriken suskunluklar...
Bir cümleyle yüreğimden akıp gidecek kadar hafif konuşacak olsam okyanuslar bile yetmeyecek sanki derinliğine. Ben yine de suskunluğa talibim. İçimde kendimle öylesine doluyum kı buna bir de sonsuz bir yalnızlık eklenince hiçbir şeyin gitmesini istemiyorum. Tek bir kelimenin, tek bir düşüncenin hatta tek bir zerrenin bile firarını kaldıramayacak kadar takatsizim...
Yollar yabancı, taşlar soğuk ve insanlar yine bildiğimiz gibiyken ben yalnızca kendi kendime yetme telaşesindeyim.
Bugün karnım tok mu?
Ellerim üşümüyor mu?
Ve sevdiklerim yanımda mı?
İşte o zaman diyorum ki çok bir şeye gerek yokmuş aslında. Aşk beni bulmasa da varsın zenginlik kapımı çalmasa da ve ben dipsiz bir suskunluğa bürünsem de mutluyum.
Sonuçta insan yağmuru izleyebiliyor ve annesine hala gülümseyebiliyorsa ne gerek var derde tasaya değil mi?
Güneşin doğuşuna ve batışına şahit olan gözler aşkına, ay ışığının nuruyla yıkanan aşıklar hürmetine ve masum bir bebeğin ilk tebessümü niyetine, birgün umudum tükenecek olsa da ben mutlu ayrılacağım bu dünyadan.
Ruhumdaki suskunluklar ve sevdiklerimin suretiyle silinip gideceğim ama ben gitsem de mutluluğum hep baki kalacak.
Tıpkı en sevdiğin şarkıyı bağıra çağıra söylerken dudaklarında bıraktığı o tatlı his gibi. Belki şarkının başı ve sonu unutulacak ama nakaratının güzelliği üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin hafızamdan silinmeyecek.
İnsanı öldüren aşk mıydı?
Yoksa aşık olduğu kişi miydi?
Neydi insanı öldüren?
Silah, bıçak, hançer miydi?
Yoksa gözler, saçlar, gülüşler miydi?
Neydi insanı öldüren?