benistanbuls-blog
benistanbuls-blog
Ben İstanbul
29 posts
İstanbul'u benimseyen ve onunla bütünleşen bütün oluşumların yer alacağı blog..
Don't wanna be here? Send us removal request.
benistanbuls-blog · 4 years ago
Photo
Tumblr media
ABDİ ÇELEBİ MAHALLESİ
Fatih kazasının Samatya nahiyesi mahallelerinden dir. Samatya tramvay caddesi. Merhaba caddesi, Hocakadm caddesi, Kocamustafapaşa caddesi ve Mütesellim sokağiyle çevrilmiştir.
İç cadde ve sokakları şunlardır: Çamçak sokağı. Balta çıkmazı. Hacıkadm çeşmesi sokağı, Demirci Osman sokağı, Pamukçu sokağı. Marmara caddesi, Pulcu sokağı, Şırlağan sokağının bir kısmı, Balık sokağının bir ki mı, Mereanbahğı sokağı. Bestekâr Hakkı sokağı, Sarraf Tahsin sokağı (Bütün bu cadde ve sokak isimlerine bakınız).
Adını, Abdi Çelebi camünden almıştır. Az meyilli bir sırt üzerine kurulmuştur, Marmara caddesi de bu sırtın hemen en yüksek yerini teşkil eder, bu seviyeye kadar olan evlerin üst katları Marmarayı görür. Vaktiyle sekenesinin büyük bir kısmı ermeni imiş, son yirmi beş otuz yıl içinde şehrin diğer semtlerine, bilhassa Galata ve Boyoğlu taraflarına hicret edip dağılmışlardır. Marmara caddesinde kuçu ^ bir mahalle çarşısı varsa da, mahalleli ıhlpacinin mühim kısmını Samatya çarşısından temin eder.
ABDİ DEDE
Asıl adı Ab dullahtır, Kasımpaşa mevleviha neaini kuran şeyhtir. On yedinci asrın birinci yansında yaşamış, zamanında evliyalığına inanılmıştır. Vaızlarını dinlemek üzere tekkesine ili: defa olarak ayak bacan kimselere “Safa geldin, falan firen di” diye adiyle aşinalık ettiği söylenir. Evliye Çelebi de şu fıkrayı nakleder: Dördüncü Murad Bur sadaıı IsLanbula gelirken Bozbu runda fırtınaya tutulur, bindiği gemi batmak tehlikesiyle karşılaşır, derken Abdi Dede geminin baş tarafında görünür, elindeki bahçe küreği ile denize vurarak. “Üskün bihakkil melikil Kuddûs!” diye bağı nr ve azgın deniz derhal süt liman olur.
Abdi Dede Galata mevlevihancsi şeyhi iken yerine Mesnevü şerif şarihi İsmail Dede Efendi tayin edilmiş, o da Kasımpaşada kendi mülkü olan bostanma yeni bir mevlevihane yaptırmıştı. 1631 (H. 1041) de öldü, kabri Kasımpaşa mevlevihanesi mezarlığın dadır.
ABDİ DEDE
Asıl adı Abdüikerimdir, Kasımpaşa mevlevihanesi dervişlerinden ve on sekizinci asrın namlı hattatlarından idi. Sülüs ve nesih yazıyı Ressamzade Mehmed Efendiden Öğrenmişti, talikte kuvvetli bîr hattattı. Pek çok eser bırakmıştır, 1766 (H, 1130). de, akrabasından birinin yanında çıktığı bir seyahatte vefat etti.
Son devrin değerli zikirlerinden ve İlâhi bcstckârlann dandır; Kocamustafapaşa dergâhının bir odasında münzevî hayatı sürerdi: âyinlerde tekkenin ihtiyar zâkirbaşısı ilk İlâhiyi okur, alt tarafını bu Abdi Dede idare ederdi. Hak kâktikte kıymetli bir üstad idi. Mecdi mahlesi ile de şürleri vardır. 1902 de öldü ve Kocamus tafapaşa tekkesi mezarlığına defnedildi.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İngiliz Erkek, Fransız Kadın Ve Karadenizli
İki arkadaş “memleketin halini” tartışıyorlardı.  “Ne olacaktı bu memleketin hali?”
Birine göre, memleketin halinde hiçbir şey yoktu. Şemaat tellalları ortalığı birbirine katmasa, her şey güllük gülistanlıktı.
Diğerine göre ise, memleket batmak üzere değil, batmıştı, üzerinde konuşulmaya bile değmezdi. Tartışmak boşunaydı. Teknenin dibi delinmişti. Kimse su aldığının farkında değildi. Gemi, “cup” diye denizin dibine çökünce, herkes apışıp kalacaktı. Hem bundan sonra gemiyi kurtarmak için uğraşmak da boşunaydı. Kimse teknenin dibindeki deliği tıkayamazdı.
Laf bu minval üzere uzayıp giderken onları dinleyen biri lafa karıştı: “İkiniz de yanlışsınız!”
“Niye?”
“Öyle! Ne senin dediğin gibi memleket güllük gülistanlık, ne de senin dediğin gibi battı, batıyor. Bundan yanlışsınız.”
“Peki, sana göre doğrusu ne?”
“Dinleyin… Bir gemi batmış. Yolcular denize dökülmüş. Bir İngiliz, bir Fransız kadın ve de bizden bir Karadenizli tahtaya tutunmuşlar, sürüklene sürüklene minik bir adaya çıkmışlar. Önce kurtulduklarına. şükrettikten sonra başlamışlar kara kara, düşünmeye: “Buradan nasıl kurtulacağız?”
Karadenizli bir fikir atmış ortaya: “Şurada bir ağaç var. Onun üzerine çıkıp nöbet tutalım. Geçen bir gemi görürsek işaret verip bizi kurtarmalarını isteriz.”
İngiliz de Fransız kadın da teklifi olumlu bulmuşlar. İngiliz bir ilave daha yapmış: “Sadece ağacın üzerinden gözetlemek yetmez. Birimiz adanın bir ucuna, diğerimiz de öbür ucuna gitsin. Üçüncüsü de ağacın üzerinde kalsın. Üç yönden gemiyi gözleyelim.”
Bu da kabul edilmiş. Ama İngiliz bir öneri daha getirmiş: “Bir kadım ağacın üzerine çıkarıp nöbet tutturmak doğru değil, centilmenliğe uymaz.”
Karadenizli dikilmiş: “Ya ne olacak?”
”Ağaç nöbetini ikimiz tutarız, madam da yerde bekler.”
Karadenizlinin biraz midesi bulanmış ama “Peki” demiş, “Ağaç nöbetini ilk defa kim tutacak?”
“Kura atarız!”
Yazı tura atmışlar, nöbet Karadenizliye vurmuş. İngiliz adanın bir ucuna, Fransız kadın öbür ucuna gitmiş, Karadenizli de ağaca çıkmış. Biraz sonra başlamış bağırmaya: “Ben burada ağacın tepesinde baykuş gibi tüneyeyim, sen orada madamla o biçimi”
İngiliz şaşırmış: “Yahu ben neredeyim, kadın nerede? Utanmıyor musun?”
  “Ya, sen öyle de! Ben görmüyor muyum sanki! Biz ağacın üzerinde nöbet tutalım, sen madamla aşna fişna! Bu hak mıdır, hukuk mudur?”
“Delirdin mi sen? Aramızda yirmi metre var… Bu durumda böyle şey yapılır mı?”
Ama gel de Karadenizliye anlat! Nöbetin sonuna kadar bağırıp durmuş. Nöbet bitince aşağı o fırlamış Fransız kadının yanına… İngiliz nefes nefese ağacın tepesine tırmanıp aşağı bakınca, gözlerini ovuşturmuş: “Allah Allah, adamın hakkı var, demek buradan böyle görünüyor!”
Hikâyeyi bitirdikten sonra ““Kıssadan, hisse!” dedi.
“İkiniz de memleketin halini ağacın üstündeki İngiliz gibi görüyorsunuz. Karadenizlinin İngiliz’i. şartlandırdığı gibi, sizler de öyle şartlanmışsınız ki!”
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İşler Hiç, Ama Hiç Goley Değil
Sonunda bizim sınıftan biri bakan olamadıysa “Başkan” oldu… Dişçi Vecihi Küçük, Akşehir Belediye Başkanı seçildi. Arkadaşlar çok sevindi, biri telgraf çekip kutladı:
“Len oğlum, goley gele!” Vecihi’den cevap geldi: “işler goley değil! Goleyse başına gele!” Gerçekten işler “goley” değil!
Önümüzdeki günlerde, her tarzan zor durumda… Şimdi zor işleri teker teker sıralamaya başlayalım… Yarın gensorunun gündeme alınıp alınılmaması görüşülecek. Eh “goley” o gibi görünüyor. Eğer Nuri Bayar’ın dedikleri yanlış çıkmazsa, AP gensorunun gündeme girip görüşülmesi için beyaz oy verecek.
Ondan iki gün sonra gensorunun görüşülmesi başlayacak. Meclisin halini bir düşünebiliyor musunuz? Bir tarafta iktidarda kalabilmek için bugüne kadar neler yaptılarsa, bundan sonra da aynı şeyleri yapabilmek için her şeylerini ortaya koyanlar…
Bir tarafta iktidar olabilmek için belki de eline geçen önemli fırsatı hatasız kullanmak isteyenler… Ortada da bağımsızlar… Bir tarafa göre vatan kurtaranlar, bir tarafa göre de partiyi batıranlar.
Gonsoru işte bu hava içinde görüşülmeye başlanacak. Bir bölükbaşı eksik. Böyle şenlikli günlerin gülüdür Bölükbaşı…  Kavga dövüş, patırdı gürültü, görüşmeler bitti. Sıra geldi gensorunun oylanmasına…
Kelle hesabı sayalım bakalım… CHP: 214 (Meclis Başkanı Cahit Karakaş’ı düşün) 213 + 12 AP den ayrılan bağımsız 4- CHP kökenli 2 bağımsız (Abdül-kerim Zilan ve Nurettin Yılmaz) + 2 CGP + 1 DP = 230.
Bunların oyu ilk bakışta kırmızı gibi görünüyor. Yani hükümeti düşürecekler. 230’a karşı MC’nin oyu ise 218… AP 178 + MSP 24 + MHP 16 = 218.
MC’nin, AP dışında fire vermesi pek olanak içi görülmüyor. Yani “MSP ve MHP’den adam kopmaz ama, AP hâlâ fire verebilir” deniliyor.
“Kim?” diye sorulursa “Edirneli Mustafa Bulut galiba.!.” deniliyor ama nafile. Mustafa Bulut’un hiç öyle bir niyeti yok.
“CHP fire vermez!” Vermesine vermez ama uyanık durmakta da sayısız faydalar var. Birinci MC kurulurken Sait Reşa’yı unutmamalı. Ya da partiden de milletvekilliğinden de istifa eden CHP’li Necati Aksoy’u…
CGP’ye golince Feyzioğlu ile Salih Yıldız’dan bu aşamada pek korkmamak lazım. Hükümetin düşmesi için oy verirler. AP’den kopan “12 ler”e gelince…
İşte her şeye rağmen buraya bir nokta koymak gerek. Günahı Sadettin Bilgiç’in boynuna bir şeyler çevirmeye çalışıyor galiba. Ama tutar, ama tutmaz! O başka hikâye Faruk Sükan “şudur, budur, zehir hafiyedir” ama sözünü tutar.
‘Kırmızı dedi mi, kırmızıyı basar. Yani bu hesaba göre, en yakın olanak hükümetin düşmesi. Buraya kadar biraz goley… Çünkü Demirel açıkça ilan etti ve bizi de yine bir ölçüde faka bastırdı.Biz ne diyorduk? Kendisinden menkul bir laf ediyorduk: “Boyler bulun 226’yı düşürün Süleyman Beyi!” diyorduk. Oysa Süleyman Bey bizi yine atlattı: “220 yı beklemeyeceğim, bir tane kırmızı fazla çıkarsa çekip gideceğim!”
Süleyman Bey bu! İlle de bizi açık düşürecek… Neyse buna da şükür diyelim Süleyman Bey düştü…
N’olacak? “Gerisi goley!”“Nah goley!”
Sayın Cumhurbaşkanı demokratik geleneklere uygun olarak Başbakanlık görevini Ecevit’e verdi ve hükümet kurmasını istedi.
‘Ecevit ne yapacak? Demirel’e gidip “Gel birlikte hükümet kuralım” mı diyecek. Dese bir türlü, demese bir türlü. Önce bütün CHP grubunu buna razı etmek mümkün mü? Sonra en önemlisi “12 ler”in tutumu… Bir kısmı açıktan açığa böyle bir şeye karşılar, işte Orhan Alp! “CHP-AP koalisyonu olmaz!” deyip kestirip attı.
Ya Cemaiettin: “Demirei ile Ecevit artık inatlaşmayı bırakmalıdır. Bir CHP-AP koalisyonu memleketi esenliğe kavuşturur.”
Gel de işin içinden çık bakalım. Bir de aynı sazı bir başka çalanlar var:
“Ecevit önce Demirel’e gidip koalisyon önermeli. Demirel kabul etmezse günah bizden gider. O zaman CHP ile ortak hükümet kurarız. ”Bize sorarsanız CHP-AP koalisyonu bugün için olmayacak duaya âmin!
Demirel, Ecevit’in başbakanlığına razı olmaz, Ecevit de haklı olarak kendisinden başka başbakan istemez.
Tek çare CHP – bağımsızlar koalisyonu… Hükümet nasıl kurulacak? Bakanlıklar nasıl dağıtılacak? Bağımsızlar her ne kadar yaptıkları açıklamada, “Biz makam ve mevki hırsı için yola çıkmadık” diyorlarsa da, yine “Her gönülde bir aslan yatar” lafını kulak arkası etmemek gerek.
Hem dikkat edin açıklamalarına… Hiçbirinde “Biz CHP’nin kuracağı hükümete oy veririz” demediler. “Bu hükümete kırmızı oy veririz!” dediler. Beyaz oylarını saklı tutuyorlar.  Ya kadim Bağımsız Abdülkerim Zilan ile Nurettin Yılmaz…
Biri Kâmran İnan’ın ağabeyinin damadı, birinin de ne yapacağı her zaman belli olur mu? Feyzioğlu acaba Ecevit Hükümetine “evet” der mi?
1968’in yüreğindeki ateşini söndürdü mü?
DP’li Faruk Sükan kendisine bir koltuğu yakıştırmaz mı?
Ecevit hükümet kurmaya çalışırken “Süleyman Bey”in elleri de armut devşirecek değil ya! Şimdiden başladı “Koltuk ikramı ile hükümet kurulmaz!” demeye… Sanki CHP’den aldığı Selahattin Kılıç İle Gıyasettin Kara-ça’ya koltuk ikram eden bizim rahmetli pederdi. Der o, daha neler der! “Süleyman Bey” demişler adına…
Bizim de diyeceğimiz şu ki, bu işler “goley” değil! Belki bu hükümeti düşürmek biraz “goley” de, yenisini kurmak hiç “goley” değil!
Diyeceksiniz ki, senin niyetin pişmiş aşa soğuk su katmak mı? Hayır, aşı pişireceklere tuzun, biberin, yağın, suyun ölçüsünü hatırlatmak. Aşı pişireyim derken, tencereyi devirmek de var. Allah “goleylık” versin.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yıldırım Telgrafla Doktor Tayini
Kimse bizi “gidenin arkasından teneke çalmakla” suçlayamaz. Milleti ikiye bölen, koskoca bir devlet kadrosunu müsteşarından odacısına kadar tedirgin eden, yerinden eden, can ve mal güvenliğini yok eden, memleketi 70 sente muhtaç eden bir cephenin hiçbir zaman yanında olmadık ve de olmayacağız.
Dün neysek, bugün de oyuz. Çünkü güçlü, halka dayalı, ciddi, adil, sosyal, çağdaş bir devlet yönetiminden yanayız.  Giden cephe böyle değil miydi? Değildi!  Bu öyle bir cepheydi ki…
Bırakın da acı örnekleri bir daha vermeyelim. Acıları bir daha depreştirmeyelim. Süleyman Bey giderayak milletin kürsüsünden feryat ediyordu: “İcraatımızdan hesap sorun!”
Hangisinden? Gece saat 22.30’da yıldırım telgrafla görevden alınan hükümet tabibinden mi? Bir örnektir bu! Sağlık Bakanlığı 22 Aralık 1977 günü Sakarya Valiliğine bir telgraf çeker. Saat 22.30’dur. “Geyve Hükümet Tabibi Dr. Yılmaz Korular’ın Ankara Kalecik Hükümet Tabipliği’ne tayini yapılmıştır. Tel emri alınır alınmaz, emrin tebliği ile tebellüğ edildiğinin telle bildirilmesi rica.”
Ne olmaktadır? Savaş hali mi vardır? Düşman karşısında bozguna uğrayan cephe kumandanı mı değiştirilmektedir? Gece on buçukta yıldırım telgrafla bir hükümet tabibini değiştirmenin âlemi nedir?  Telgrafta bir eksik vardır: “Dakika fevki idamı muciptir” kaydı unutulmuştur.
Bir de o olsa tamam olacaktır. Ama telgrafın saati kadar tarihi de önemlidir.
22 Aralık 1977… Yani gensoru önergesinin verildiği gün… Sanki yangından mal kaçırılmaktadır… Cephecilik budur işte… Bütün bir devlet kadrosunu tedirgin etmek budur işte… Gecenin yarısında bir doktoru yıldırım telgrafla görevden almak… Cephenin icraatı budur işte… “Devietluiarımız” akıllarınca gider ayak işi sağlama almaktadırlar.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Barbarlık Nedir Ve Neye Denir?
İngiliz gazetesi Sunın manşeti bu. Barbarlık! Niçin? İstanbul’da 26 kilo esrar satarken suçüstü yakalanan İngiliz çocuğu Timothy’ye, Türk kanunlarının en hafif cezası verildiği için… Demek, haşmetlû majestelerinin ülkesinde barbarlık kelimesinin karşılığı bu olsa gerek. Oysa Barbarlık kelimesinin anlamını, küstah İngiliz çok iyi bilmesi gerek. Hem şuradan, buradan değil, kendi tarihlerinden… Zira haşmetlû majestelerinin ülkesinin tarihinde barbarlığın ne olduğu o kadar açık ve seçik olarak yazılıdır ki!
Belki unutmuşlardır; onun için tarihin inkâr kabul etmez gerçeğini bir kere daha hatırlatalım. Dünya tarihi afyon savaşı başlığı altında şöyle yazar:
İngiltere’nin Çin ile yaptığı ticaretin en büyük kısmını Hindistan’da yetişen afyonun satışı teşkil ediyordu, 1800 yılında Çin İmparatoru, halkına bu yabancı süprüntüsünü kullanmamasını emretmişti. Fakat afyon kullanılışı, azalacağı yerde arttı. 1767’de Çin’e bin sandık afyon sokulmuştu. 1820’de ithalat 20 bin sandığa ulaştı. 1838’de afyon hakkında İmparatora sunulan bir rapordan sonra, ithalat yasaklandı.
Kanton’a gelmiş bulunan 20 bin sandık afyon müsadere edilerek, yerine sandık başına 5 kilo çay verildi. Oysa bir sandık afyonun değeri 1000 sterlingdi. İngiliz çıkarlarını korumak amacıyla, Ingiliz – Hindistan kumpanyasının temsilcisi, Kanton’un karşısındaki Hong Kong’a gidip yerleşti ve itirazlarına hiçbir cevap alamayınca, iki İngiliz savaş gemisi Kanton’u topa tuttu. Kanton kalelerinde de üç top vardı. Ateşe karşılık verildi, bir Ingiliz gemisi batırıldı ve İngilizierin Kanton ile her türlü ticareti yasaklandı. Çin İmparatoru ülkesine afyon sokan tacirlerin başının kesilmesini emretti.
Bunun üzerine İngiltere, Çin’e savaş ilan etti ve 1840’ta bir İngiliz filosu Kanton nehrini kesti. 1841’de Kanton kalelerinin bombardımanından ve bir öncü birliğin karaya çıkarılışından sonra. Kanton halkı teslim oldu. Kanton valisi İngiltere’ye 6 milyon dolar tazminat verilmesini ve şehrinin afyon ticaretine açılmasını kabul etti. Fakat Çin İmparatoru Valinin verdiği tavizleri kabul etmeyince savaş yeniden başladı. Bu sefer İngilizler Yançe bölgesine çıkarma yaparak Amoy ve
Ningpo’yu ele geçirdiler. İngiliz donanması Yançe boyunca çıkarak, surlarla çevrili Şanghay’ı ele geçirdi. Küçük Mançu kasabasının halkı, İngiliz kuvvetlerine direniyordu. 16 bin Çinli teslim olmaktansa intihar etmeyi tercih etti. Hepsi öldü. Ancak bundan sonra, İngiliz kuvvetleri bu kasabayı aldı ve Çen – Kiyang – Fu’ ya girdi.
Bir ay sonra İngiliz ordusu Nanking önlerine geldi. Savaşta İngiltere sadece 520 kişi kaybetmişti. Çinliler ise 20 bin ölü vermişlerdi. İngilizlerin silah üstünlüğüne karşı koyamayan Çinliler, 29 Nisan 1842’de de Nanking Anlaşmasını imzaladılar. Bu anlaşmaya göre, Ingilizler, artık Çin’de serbestçe afyon satabileceklerdi.
Afyon savaşını kazanmışlardı. Barbarlık ha! Barbarlık budur İşte! Önce kendi tarihini oku, barbarlığın ne olduğunu öğren, ondan sonra o kelimeyi kullan. 1972 yılında, karşında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milleti var. 1840’iarın Çin imparatorluğu ve Çin halkı değil.
Ve senin, o haşmetlû unvanın da, 1972’de, artık mizahtan öte bir anlam taşımıyor. Hem haşmetlû olsan ne çıkar? Çanakkale önünde gördük, senin o yenilmez armadanı…
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihi Anlatılarda “Kibbutz”
Kibbutz’lar… ‘Moşav’lar… ‘İsrail köyleri bunlar. Çöl ortasında, ya da verimli topraklarda tarım yapanların yerleri… İsrail modeli köyler. Önce Kibbutz’lardan başlayalım. Kibbutz grup demek.
Otuz kişi bir araya geldik Hükümete başvurduk. Hükümet bize el sürülmemiş bir arazi verdi. Çadırları kurduk ve Kibbutz’ umuzu hazırlamaya başladık. Malzemeyi devlet bize krediyle verdi. Gündeliklerimizi ise yine devlet ödüyor. İlk evlerimizi yapıyoruz. Evler bitince ekip biçmeye başlayacağız. Evleri bitirdik, tarıma geçtik. Ne ekeceğimizi devlet bildirdi. Şu kadar elma, şu kadar portakal, fidan dikeceğiz, şu kadar tavuk, şu kadar koyun, ya da inek besleyeceğiz. Kendimiz toplandık yöneticilerimizi seçtik. Her şey ortak burada toprak hepimizin, ağaçlar hepimizin, tavuklar hepimizin, üretim araçları hepimizin, sadece evler bizim. O da mülkiyeti bizim değil.
Oturduğumuz sürece bizim. Birlikte yemek yiyoruz, birlikte eğleniyoruz, çocuklarımız doğar doğmaz bakımevlerinde büyüyor. Akşam paydostan sonra çocuklarımızı görüyoruz. Onlarla oynuyoruz, seviyoruz, yatma saati gelince onlar da evlerine gidiyor. Kibbutz’umuzda her şeyimiz var. Plajımızdan yüzme havuzumuza, çocuk bahçemizden evimizdeki televizyona kadar. Yiyeceğimizi, içeceğimizi, sigaramızı, elbisemizi, ayakkabımızı, şapkamızı, çorabımızı Kibbutz veriyor.
Kibbutz’un esası şu: Herkes gücü kadar çalışacak, ihtiyacı kadar alacak. Yıl sonu genel kurulu topluyoruz. Hepimiz oy sahibiyiz. Hesap kitap ortaya dökülüyor. Şu kadar mal ürettik, şu kadar para kazandık. Bu parayı ne yapacağız?
Traktör mü alalım, kümes mi yapalım, sinema salonu mu açalım, spor takımı mı kuralım, evlerimize kütüphane mi yaptıralım?
Herkes bir fikir atıyor ortaya? Mesela siz yılda iki çift ayakkabı az geliyor diyorsunuz, üç çift’olsun. Oya konuyor. Genel kurul kabul ederse o yıl üç çift ayakkabı alacağız. Birkaç kişi, daha çok kazanmalıyız, diyor, bir fabrika kuralım, mozaik taşı yapalım. Tartışıyoruz, oyluyoruz, kabul edersek mozaik fabrikasının yapımına başlıyoruz. Kibbutz’un ilk kuruluş günleri hariç, gündelik, haftalık, aylık, yıllık diye bir şey yok. Her ihtiyacı Kibbutz karşıladığına göre paraya ne gerek var? İşi yavaş yavaş büyütüyoruz. Kibbutz’a yeni üyeler gerek.
Kibbutz demek büyük bir aile. Aileye girecek yeni fertleri bir yıl deniyoruz, bir yılın sonunda yeni arkadaş bizim şartlarımıza uyuyorsa aramıza alıyoruz, uymazsa «Güle güle» diyoruz. Ya da tam tersi. O, ben bu hayatı yaşayamam, diyor ayrılıyor. Kibbutz’a! girmek de insanın isteğine bağlı, çıkmak da. İstediğin an, kaç yıllık Kibbutz üyesi olursan ol ayrılıp gidiyorsun.
Topluiğneden televizyona, yatak çarşafından halına kadar her şeyi Kibbutz karşıladığına göre paraya ne ihtiyacın var? Ama ‘yıl sonunda genel kurul toplantısında, «Canım biraz cep harçlığımız olsa» diyenler çıkabilir. Eğer kabul edilirse, yatırım için gerekli paradan onu da veriyoruz.
Kibbutz’larda her şey ortak ve herkes eşit. Amir, memur, üst ast yok. İş var, iş bölümü var.
Diyelim ki yaşlandınız, ya da hastalandınız.
O zaman ne olacak?
Siz hiç evinizdeki yaşlı babanızı, ya da hasta çocuğunuzu, karınızı sokağa atar mısınız?
Kibbutz da kocaman bir ev ve aile olduğuna göre…
Yaşadıkça orada kalacaksınız, yiyeceksiniz, içeceksiniz ve yararlı olmaya çalışacaksınız. Artık tarlada traktör süremiyor, portakal toplayamıyorsunuz, ama Kibbutz’daki arkadaşlarınızın kitaplarını da cilt yapamaz mısınız? Ya da kirli çamaşırları yıkayan çamaşır makinesinin başında durup, sökükleri dikemez, misiniz?
Diyeceksiniz ki hepsi iyi hoş, ama bu ürettiğimiz malları ne yapacağız.
İsrail ekonomisi kooperatiflere dayanıyor. Hisdadut denilen sendikalar konfederasyonunun tüketim kooperatifleri emrinizde. Ama isterseniz özel sektöre de satabilirsiniz. İsrail’de aracı ma-racı yok! Devlet fiyatları altı ay önceden tespit ediyor. Ürettiğiniz malı kimse, bu fiyatın altına alamaz. Ama yüksek fiyatla satabilirsiniz.Kibbutz bir ortak yaşama. Üretimde, tüketimde, mülkiyette her şeyde ortaklık. Ama istekle, zorla değil.
‘Fakat böylesine ideal görülen Kibbutz’larda, tarım nüfusunun ancak yüzde üçü veya dördü yaşıyor. İnsanlar her demokratik ülkede olduğu gibi İsrail’de de «mülkiyet» tutkularından vazgeçmiyorlar.
Kibbutz çocuklarına, Sabra dendiğini daha önce yazmıştık.
Nedir bu Sahraların özelliği? diye sorsanız şöyle anlatırlar :
Çocuk musluğu kendisi açar, elektrik düğmesini kendisi çevirir. Bu, şu demektir: Kibbutz bakımevlerinde çocuklar özel bir eğitimle yetişirler. Çocukların yaşlarına göre bakımevlerinin eşyaları yapılır. Sandalyeler onun boyunda, masalar onun boyunda, musluklar onun boyunda, elektrik düğmeleri onun boyunda, her şey ona uygundur. Sahralar evde yetişen çocuklar gibi, Anne musluğu aç, sandalyeme minder koy’ demezler. Her işlerini kendileri yapar. Bu onlara kişilik* kazandırır. Öyle bir kişilik ki, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek..
İlk Kibbutz’ları 1907 yıllarında Rusya’dan göç edenler çölde kurmuş. Fakat giderek bundan şikâyetler başlamış. Demişler ki:
Tamam anladık, herkes güçü kadar çalışacak, ihtiyacı kadar alacak. İyi hoş ama ben, senden daha kuvvetliyim, daha becerikliyim, daha bilgiliyim, elim işe daha yatkın. O halde niçin seninle eşit ve ortak olayım. Ürettiğimiz değerde, bu eşitlik adil değil. Buna bir çare bulmak gerek.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Eski Hikayelerimizden Derleme
Ucu, Kime Dokunur
Cumhuriyet Senatosu’nda içişleri Bakanlığı bütçesi görüşülüyordu. Oturuma başkanlık eden ‘Ihsan Hamit Tigrel, konuşan da CHP’li İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuz Bekataidi. Bekata “Huzur dan bahsediyordu. Huzursuzluğun çeşitli sebeplerini saydı ve günün konusuna temas ederek “Milletvekili ve Senatörlerin borçlarını faizsiz taksite bağlayan kanun bir huzursuzluk kaynağı olmuştur”  dedi. Başkan İhsan Hamit Tigrel hemen müdahale etti : “Bakan bey! Bu husus sizin bütçenizi ilgilendirmez… Lütfen bütçeyle ilgili konuşun!”
Ufak bir not “İhsan Hamit Tigrel’in Ziraat Bankası’na 30 bin 782 lira 49 kuruş borcu vardır. Bu borç kabul edilen kanunla taksite bağlanmıştır.”
 “Ali Efendi” Sancaka Kızdı
Haydarpaşa Askeri Hastanesinde bir hastabakıcı vardı. Ona kısaca Ali Efendi derlerdi. Yıl 1958, “Vatan Cephesi” daha yeni kuruluyordu. “Ali Efendi”yi de “WC”ye davet ettiler. “Girmem!” dedi. “Ben Halkçıyım!” Bu kadarla kalsa iyi! Hastanede hiç kimseden çekinmeden devrin iktidarı aleyhinde atıp tutuyordu. Nihayet işine son verdiler. CHP Üsküdar ilçe ‘İdare Kuruluna başvurdu. “Ekmeğimden oldum” dedi. “Hakkımı arayın” “Ali Efendi”nin durumu ile o zaman Parti Meclisi üyesi bulunan İlhami Sancar meşgul oldu. İşine iadesi için başvurmadık kapı bırakmadı. Amma muvaffak olamadı. Devir değişti. “Ali Efendi”  başka bir ‘işe girdi; ihtilal oldu, Meclis açıldı, Hükümet kuruldu ve llhami Sancar Milli Savunma Bakanlığına getirildi. “Ali Efendinin inadı inattı. İlle de çıkarıldığı yere tekrar girecekti. ‘Kalktı Ankara’ya gitti. İlhami Sancar’ı buldu.
“Beyim sen Bakan oldun” dedi. “Hastane de sana bağlı. Emir ver de işime döneyim!” ilhami Sancar “Olmaz Ali Efendi” diye cevap verdi. “Sen haklısın! Amma ben seni işe alırsam, bana partizanlık yapıyorsun, derler. Ben Hakan olduğum müddetçe bu kapıdan içeri particiliği sokmam! Kusura bakma!
Şimdi “Ali Efendi” her gördüğüne “İlhami Bey”i şikâyet ediyor, “Bırak canım”diyor. “Hiç böyle de Bakan mı olurmuş!”
 Parti Derler Adına Doyum Olmaz Tadına
Tahsin Demiray Meclis kürsüsünde son olaylarla ilgili olarak açılan genel görüşmede Adalet Partisi adına konuşuyor :
“Hani şu 1958 Mayısında kıyamet koptu ya efendim… 1958 Mayısında sinirler fevkalade gergindi. Muhterem kardeşlerim. Peki 1957 olsun. 1959 olsun… Fakat 1960 değil! Hani orada taşlar atıldı. Sayın İnönü burada, hatırlayacak… Topkapı vesaire… İnönü 19 Mayıs stadına gidecek… O zaman atladım Ankara’ya geldim. Biz seksenlik Ethem Beyi öne kattık. Evvela zamanın Başbakanına gittik. Biz mütareke teklif ettik. Gittik o tarafa da söyledik. O zaman 19 Mayıs stadyumuna gidilmedi.”
Tahsin Demiray, Genel Başkanı Gümüşpala’yı işaret ederek devam ediyor :  Rumeli’nin paşası, yoktur kızın maşası. Şunun şurasında Orgeneral!” Tahsin Demiray, İçişleri (Bakanı Hıfzı Oğuz Bekata’ya çatıyor : “İçişleri Bakanı neredesin? Neye biriktirdin bu suçları? Vaktinde kulağımızı çekecektin? Topla, topla, sonra bir partiye yükle… Hepimizi tongaya bastırdı… Olmaz böyle şey!”
Tahsin Demiray bu minval üzere devam eden konuşmasını bitirdikten sonra AP’liler hariç bütün milletvekilleri tarafından fasılasız iki dakika coşkun bir şekilde alkışlandı! AP’liler de kendisini tebrik etmek (!) için koridorda beklediierse de Demiray dışarı çıkmadı!
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihteki Kıssadan Hisseler
Dön Baba Dönelim
Olay Trabzon’da geçer. Vakit gece yarısıdır. Sokaklarda kimse yoktur. Ûç bekçi Adapark’ta buluşurlar. Birer sigara yakarlar ve sohbete başlarlar. Laf arasında bekçilerden biri arkadaşlarına Luna Parktaki döner salıncakları göstererek “Gelin şunlara binelim” der,  “Gündüz binsek çoluk çocuk alay eder… Şimdi kimse yok.” Bu teklifi diğer bekçiler de beğenir. “Hadi be!” derler. “Oldu olacak biraz dönelim!..” İki bekçi salıncağa biner, üçüncüsü de elektrik şartelini indirir ve o da salıncağa atlar. Salıncak yavaş yavaş hızlanarak dönmeye başlar. Beş dakika, on dakika, on beş dakika…  Salıncak döndükçe döner ve sonunda bekçilerin d© başı döner… Aşağı İnmek isterler ama nasıl insinler?!.. Salıncağı kim durduracak?  Şarteli kim indirecek? “Hay Allah kahretsin!” diye başlarlar söylenmeye: “Binerken burî  hiç düşünmemiştik!” Dön baba dönelim, hacılara gidelim misali tam üç saat dönerler… Nihayet sabaha karşı namaza giden bir adam onları görür… Gözlerini ovuşturur- “Allah, Allah…” diye hayret eder: “Bu bekçilere de ne olmuş? Delirmiş mİ bunlar!” Bekçiler adama bağırırlar. Adam gelir, şarteli indir ve üç bekçi yan baygın halde yere inerler.
Birol “Vefakâr Amigolar”A Veda Etti
Salı günü (Beşiktaş idarecisi Himmet Ünlü’nün yazıhanesi ana x baba günüydü. Ağlayanlar, birbirlerine sarılanlar, gömleklerini yırtanlar, kalfalarını duvarlara vuranlar, “Bileğimi kesseniz kanım siyah – beyaz akar!” diyenler… Neler de neler… Amigo çetesi, Bİrot’u Kadıköy’deki evinden kaçırmıştı!.. İdareciler taraftarların bu baskısı karşısında bunalmışlar, Birol’u geri almaya karar vermişlerdi. Ama Birol 110 bin lira istiyordu. ‘İdareciler de 55 bin lira teklif ediyorlardı. Anlaşmaya varılmasına imkân yoktu… Ve varılamadı! iBirol bir dram aktörüne yakışır pozlarla ((Beşiktaş’a gönül vermiş, vefakâr taraftarlara” veda etti, çıktı gitti. Oda boşalmış içeride birkaç kişi kalmıştı. Bunlardan biri Abdullah Ziya Kozanoğlu’na yanaştı. “Hoca!” dedi “2750 papel masraf yaptık!” Kozanoğlu hayretle sordu:
“Ne masrafı yahu?” “Birol’u taaa ‘Kadıköy’den buraya getirdik!”
“Hususi vapur mu tuttunuz?” “Yok be hoca! İki gecedir otelde kalıyoruz… Kolay mı Birol’u kaçırmak!”
  “Oğlum size Birol’u kaçır, diyen oldu mu? Hem hiç kaçırılmışa benzemiyordu… Tıpış tıpış gelmiş” “Olur mu hoca! Bütün Fenerliler peşinde… Hırsız Semai’yi nasıl atlattık biz biliriz!” “Oğlum bu nasıl otelmiş?… İki günde 2750 lira!” “Vallahi hoca duman olduk! Sen şu parayı ver de belimizi doğrultalım!”
Ve kafalarını duvarlara vuranlar, gömleklerini yırtanlar, ağlayanlar (Bileğimi kessen kanım siyah- beyaz akar” diyenler… 2750 lirayı alıp gittiler!…
Az Pilav Ver!
Urfa Valisi iken, Ankara’ya deve getirip devrin başbakanının evinin önünde kesen ve son seçimlerde milletvekili seçilen AP’li Kadri Eroğan, Meclis kürsüsünde 1963 bütçesini tenkit ediyor: “Vatandaş İsmet Paşa’dan plan değil, pilav istiyor!” CHP’liler de kendisine cevap veriyorlar: “Fasulyalı mı, salçalı mı, yoksa deve etinden kavurmalı mı?”
Film Nece
Feriköy’deki bir yozluk sinemanın gişesi önünde kuyruğa girmişti. Arkadaşı bekliyordu. O gün inşaatta çok yorulmuşlardı. Hem film seyredip, hem de dinleneceklerdi. Sıra kendisine gelince gişedeki memura sordu:
“Hemşerim filim nece?””Bini Türkçe, biri orijinal!” Kenarda bekleyen arkadaşına bağırıp sordu : “Ülen Memet! Filimin biri Türkçe, biri orcinalceymiş… Bilet a lam mı?
Hafıza Kuvveti Buna Derler
Asliye Hukuk  Mahkemelerin den birinde, bir “yaş tashihi” davasına bakılıyordu. Dava konusu bir kızın yaşı idi. Nüfus kâğıdına göre 14 yaşında görülen kızın yaşının 16’ya çıkarılması isteniyordu. Kızın babası doğum tarihinin nüfus kâğıdına yanlış kaydedildiğimi iddia ediyordu. Bunu ispat etmek için de tanıklar getirmişti. Tanıklardan ilki yaşlı bir kadındı. “Bu kız benim elimde doğmuştur” diye söze başladı: “Hiç unutmam karli bir gündü. Onlar üst katta, biz alt katta oturuyorduk. Hacer Hanımın sancıları tuttu. Hemen ben yukarı çıktım. Doğum yakındı. Ebe hanım karşı sokakta oturuyordu. Ona koştum, aldım, geldim biraz sonra Gönülcüğüm dünyaya geldi. Bugün gibi aklımda,.. 1947 yılının Şubat ayının 18’inci günüydü!!” Gülümseyerek tanığı dinleyen yargıç sordu “Peki hanım! Bu kızın doğumunu bu kadar tafsilatlı olarak hatırlıyorsun… Sen ‘hangi yılın hangi ayı ve hangi günü doğmuşsun? Bunu bana söyler misin?”
Sirkeci De Film Çevriliyordu
Pazartesi sabahı Sirkeci Meydanında bir film çevriliyordu. Meraklılar filmcilerin etrafına toplanmış onları seyrediyor, bu yüzden de trafik aksıyordu. Oyuncular, teknisyenler kan ter içinde sahneyi bitirmeye gayret ediyorlardı. Bu sırada ağır ağır yürüyen otomobillerden birinden bir baş uzandı. Şoför, Ayhan Işık’a bağırdı: Ayhan abi.. Ayhan abi… Film bu akşam biterse bana da İki bilet ayır Galaya gelecem!.”
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Text
ALTINDAĞ TİYATROSUNUN SAMİMİ SEYİRCİSİ
ALTINDAĞ TİYATROSUNUN SAMİMİ SEYİRCİSİ
Devlet Tiyatrosu yöneticileri Altındağ Tiyatrosunu açtoaya karar verdikleri zaman çok düşündüler. Ya tiyatro tutmazsa, ya halk tiyatroya ilgi göstermezse diye çok endişelendiler. Tiyatro açıldı ve bir hafta sonra endişelerinde ne kadar haksız olduklarını anlayıp, her gece salonu dolduran halkın yüzlerine bakarak utandılar. Halk İyiyi, güzeli anlıyordu. Mesele halka iyiyi, güzeli, doğruyu onun anlayacağı dilde verebilmekteydi. Gecekondu mahallesi Altındağ’ın halkı da böyleydi. Salon her gece allı güllü başörtülü kadınlarla, kasketli erkeklerle dolup taşıyor ve oyunu büyük ilgiyle izliyorlardı. Bir kusurları hislerini hemen yüksek şeşle anıklamalarıydı, O kadar samimi ‘tiyatro’ seyircisiydiler ki, neredeyse sahneye çıkıp oyuncularla kavga edecek ler, yahut sarılıp öpüşeceklerdi. İşte oyun esnasında Altındağ Tiyatrosu salonunda yükselen seslerden birkaçı:
“Herife ba… Zengin oldum diye böbürlenip duruyol… Ölen senin neren zengin? Galıbına, gıyafetine bakıp ta. gendin!  zengin,  oldun mu sanıyon?  Golunda saatin  bilem yok!”
“Ülen hizmetçi garıya bak! Zaten onda hizmetçi gılığt yoktu ki… Herifi yalandan dazlattılar.,. Ondan sonra hanımefendi oldu çıhtı! Sen ne diyon? Ben taa başından anladım o herifin ga-rısı olacağını.” “Yaşlı garıya bak!  Leğeni önüne almış sözüm oğa çamaşır  çiteliyo…  Leğende su bilem yok! Lan kocakarı sen kime yutturuyon? Hem leğende öyle mî çamaşır yakana?! Öyle yıkanmaz! Sen srkmasını bilem beceremiyon!…”
“Tam vaktinde perdeyi kapattılar. Yoksam tüm rezalet çıkacaktı! Görüyon mu herifin gafasına ihtiyar nasıl da indiriverdi çantayı! Ama o herifte dayağı  yiyecek göz yok! İçerde garanti dövüyo onu”. İşte Altındağ seyircisi böyle içten, böylesine samimi bir seyirciydi..
AMERİKALI GAZETECİ VE KIBRISLI TÜRK
Amerikalı bir gazeteci Kıbrıs’ta köyleri dolaşıyordu. Yanmış, yıkılmış bir Türk köyünde bir ihtiyarla karşılaştı. Yaşlı Türk sırtını bir ağaca vermiş, ağzında çubuğu, bacaklarının arasında değneği, dalgın dalgın batan güneşe bakıyordu. Amerikalı gazeteci ihtiyar Türkün yanına yaklaştı. Tek bildiği Türkçe keli-meyle ‘Merhaba!’ dedi. Yaşlı Türk Merhaba’ diye cevap verdi ve tekrar batan güneşi seyre devam etti. Amerikalı gazeteci tercümanı aracılığı ile ihtiyara bir soru sordu:
“Üzüntünüzü anlıyorum. Kim bilir belki siz de yüzlercenız ,! gibi çarpışmalarda çocuklarınızı, torunlarınızı, yakınlarınızı kaybettiniz. Eviniz barkınız yakıldı, yıkıldı. Bunların hepsinin sizi ne kadar müteessir ettiğini biliyorum. Fakat size şu anda bir şey sormak isterim. Belki zamansız ama… Bütün bu acıları bir gün unutup bu Ada’da Rumlarla bir arada yaşamayı düşünüyor musunuz?”
ihtiyar Türk dudaklarında buruk bir tebessüm, tercümana döndü. «Aniatacağım hikâyeyi hiç değiştirmeden Amerikalıya söyle» dedi. «Sorduğunun cevabını bu hikâyede bulacak!”
Ve hikâyeyi anlattı: Geçmiş zaman içinde bir çoban varmış. 8u çoban koyunları dağa götürüp otlatırken bir yılanla dost olmuş. Yılan her gün kovuğundan çıkar ve çobana ağzından bir altın çıkartıp verirmiş. Bu yıllarca devam etmiş. Çoban sırrını kimseye söylememiş. Çobanın bir gün şehre inmesi gerekmiş. Bir ay kadar orada kalacakmış. Sırrını oğluna açmış ve sürüsünü teslim edip gitmjş. Çobanın oğlu da birkaç gün sürüyü dağa götürüp yılandan birer altını almış. Ama bir gün şeytana uymuş. Her gün birer altın alacağına bu yılanı öldürüp kovuğundaki altınların hepsine sahip olayım diye düşünmüş… Ertesi gün yanına bir balta alıp dağa çıkmış. Kovuğun önüne gelmiş ve yılanın yıllardan beri alıştığı ıslığı çalmış. Yılan kovuktan çıkmış. Tam altını verirken çocuk arkasına sakladığı baltayla yılana hücum etmiş… Fakat yılan birden çekilince balta kuyruğuna inmiş ve yaralamış. Yılan can acısıyla çocuğa saldırıp sokmuş ve zehirleyerek öldürmüş. Bir ay sonra çoban dönmüş, durumu öğrenmiş… Bir süre oğlunun ölümüne ağlamış. Sonra acısı geçmiş, yılanla tekrar dost olmayı düşünmüş… Dağa çıkmış, kovuğun önüne gelmiş, ıslığı çalmış ve yılanı çağırmış. Yılan dışarı çıkmış. Çoban, ‘Gel artık barışalım’ demiş. ‘Olan oldu! Benim oğlum öldü, sen de kuyruğundan sakat kaldın! Her şeyi unutup eski düzene dönelim.
Yılan, Bak arkadaş!’ diye cevap vermiş. Bizim barışmamız imkânsız! Bende bu kuyruk acısı, sende bu evlat”acısı varken biz dost olamayız.  Ve donup kovuğuna girmiş.” İhtiyar Türk bu hikâyeyi anlattıktan sonra başını çevirip yine -güneşin batışını seyre başladı. Amerikalı gazeteci de sorduğunun cevabını bin kere fazlası ile almanın sessizliği içinde uzaklaşıp gitti.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Cercle Dorient Abraman Paşa İnci Pastanesi
Aynı sıradan az daha ilerlediğimizde, cadde üzerinde, sol taraftaki köşeyi boydan boya kaplayan oldukça büyük bir bina ile karşılaşıyoruz. Burası, bir dönem gayrimüslimlerin ve yabancüarın üye olabildiği, istisna olarak da Türklerden ancak en büyük rütbede iki üç paşanın kabul edildiği, zamanın en şık kulübü Cercle d’Orient (Serkl Doryan ya da Büyük Kulüp). Aslında bir şehir kulübünün adı olan Cercle d’Orient’m müdavimleri genellikle bankerler, diplomatlar, tüccarlar ve devletin diğer üst tabaka gayrimüslim kesimiydi. Kulübe kabul edilen az sayıda Müslüman üyenin arasında Prens Aziz, Yunus Nadi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Damat Ferit Paşa, Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa vardı. Kulübün müdavimleri yukarıda adı geçenler olursa sahibi de onlardan aşağı kalacak değil!
Binayı ünlü mimar Vallauri’ye yaptıran Abraham (Eramyan) Paşa, Eğin’den İstanbul’a göç eden bir aüeden geliyordu. Ana dili Ermenice’ydi ama Türkçe ve Arapça’yı sular seller gibi öğrenmiş, Fransızca’yı da çok iyi konuşuyordu. Bir zamanların kapı kahyası olan Abraham Eramyan, sonra ayan oldu. En sonunda da divan üyesi olup paşalığa kadar yükseldi. Bu tanrının sevgili kulunun zaman içinde Boğaz’da yalıları, çeşitli apartmanları, arazileri oldu. Mesela, Beykoz’dan Riva’ya kadar bütün topraklar onundu. Benzer şekilde İstanbul’un dört bir yanında koruları, köşkleri, konaklan, dükkanları vardı. Abraham Paşa zevkine oldukça düşkündü. Avcılığa, özellikle de lüfer avına çok meraklı olduğu bilinir.
Hatta, Boğaz’da lüfer avlamak için ortasında olta sarkıtacak deliği olan, camekanlı özel bir yat bile yaptırmıştı. Tam bir zevk düşkünü olan paşa ata binmeye, tavla ve büardo oynamaya da meraklıydı. Tüm bunlar dışında Büyükdere’de bir polo kulübü de kurdurmuştu. Bir diğer tutkusu da Viyanalı kadınlardı. “Mutlu bir hafta sonu” geçireceği güzel kadınları Tuna kıyılarından bulup getirmek için adam dahi tutmuştu. Bu işle görevli adamı, Viyana’dan sarışın, beyaz tenli, renkli gözlü Tuna kadınlarının birini getirip diğerini geri götürüyordu ki, gün geldi Abraham Paşa öldü. Mirası da bir şekilde paylaşüdı gitti. İstiklal Caddesi üzerindeki bu bina da Emekli Sandığının malı oldu. Bu yüzden de kısaca Emek Pasajı diye anılmaya başladı. Özellikle de binayla aynı adı taşıyan sineması son derece bilinen bir yer.
Cercle d’Orient’m altında bir başka sembol mekan olan İnci Pastanesi’ni görüyoruz. İnci denince akla tek bir kelime geliyor: “Profiterol”. İnci Pastanesi’nin kurucusu Luca Zgonidis’e göre profitero-lün adı da kendisi de uydurmaca. Nasıl mı? İşte öyküsü: Arnavut asıllı Rum olan Zgonidis, Türkiye’ye on beş yaşında iken gelir ve babasının ölümünden sonra pastacı çıraklığı yapmaya başlar.
Mesleğinin inceliklerini Tokatlıyan ve Park Otel’de öğrenir. Sonra dört ortak, Tepebaşı’nda bir yapının bodrum katında pastacılık yapmaya başlarlar. Ortaklardan ikisi bir pastacı dükkanı açmaya karar verdiklerinde İkinci Dünya Savaşı yıllarının zor koşullarında 45 bin TL (Amerikan Doları’nın 38 kuruş olduğu dönemde) hava parası vererek İstiklal Caddesindeki İnci Pastanesinin bulunduğu mekanı tutarlar. İlk günler çok zorluk çeken iki ortak, ancak ucu ucuna kurtarır, pek bir kâr edemezler. Zgonidis, yeni bir tatlı üretmeye karar verir ve ilk yaptığında oranını kendisinin de bilmediği miktarda yağ, şeker, kakao ve unu karıştırır, bir de isim uydurur. Ancak ortaya çıkardığı tadı çok iyi tutar ve dünya pastacılık literatürüne mucidi Zgonidis, adı da “profiterol” olarak girer.
Zgonidis böyle anlatsa da etimoloji sözlükleri ve tarih onu pek desteklemiyor. Zira, profiterol sözcüğü 16. yüzyıldan kalan Fransızca bir deyim; “ufak kar” demek. Belki de şimdiki anlamını Zgonidis üe almıştır. 1942’den bugüne, İnci ve profiterol, birbirinden ayrılamaz iki kavram. İstanbul’da önüne ekler getirilerek “Bir İnci”, “Öz İnci” vesaire gibi adlarla türlü taklidi yapıldı. Ancak, İnci Pastanesi’nin profiterolünün tadı ve yıllardır duvarında asılı duran “başka şubemiz yoktur” yazısı her şeyi açıklamaya yetiyor.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Plastik Bomba, Büyüteç, Uzaktan Kumanda ve Vinç Hakkında
Plastik Bomba
Plastik bomba adı verilen patlayıcı madde, hamur kıvamında, elle kolayca biçim verilebüen bir maddedir. Havaya uçurulması istenen yerin üzerine yapıştırılır, sonra da istenilen anda uzaktan patlatılır.
Taş ocaklarında, maden kuyularında plastik bomba adı verilen bir patlayıcı maddeden de yararlanılır. Bu patlayıcı maddeye bu adham kauçuğa benzemesinden ötürü İkinci Dünya Savaşı sırasında verilmiştir. Nitrogliserin ya da trinitrotoluen gibi kuvvetli bir patlayıcıdır, fakat daha kalımlı öldüğü için üzerinde çalışılması daha az tehlikelidir. Patlamak İçin patlama kapsülü ya da fitilden yararlanılır. Patlama sırasında etrafa öylesine sıcak gazlar yayılır ki patlamanın etkisi böylece daha da artmış olur.
Büyüteç
Büyüteç, ülserine koyup baktığımı cisimleri olduklarından daha büyük ve daha ayrıntılı bir şekilde görünmesini sağlayan camdan bir mercektir. Meselâ güzlük camları da, etrafımızı daha iyi görmemişi sağlayan birer büyüteçtir. Mercekler, fotoğraf makinesinin, ya da sinema oynatıcısının objektifini meydana getiren, büyüteçlere benzeyen yassı ve yuvarlak camlardır. Çoğu zaman birkaçı bir arada kullanılır. Marcaklar, üzerlerine parlatılmış, yuvarlak cam parçalarıdır.
Uzaktan Kumanda
Ya çok tehlikeli olduğu ya da çok uzakta bulunduğu ve onu bizzat giderek yapmamıza imkân olmadığı için bazı işler uzaktan kumanda edilerek gerçekleştirilir.  Uzaktan kumanda usulü günümüzde pekçok alanda kullanılmaktadır. Uzaktan kumanda sayesinde bit demiryolu hatlındaki makasın açılıp kapatılması, bir vincin çalıştırılması, dinamitle bir köprü, nün uzaktan havaya atılması, hattâ otur, duğumuz koltuğumuzdan odanın karşı köşesindeki televizyon alıcısında istediğimiz programı arayıp bulmamız mümkün olur. Bunun gibi radyoaktif ürünlerle çalışmak zorunda olan işçi, uzaktan kumanda sayesinde elini bile sürmeden kalın camın geri, sinden radyoaktif ürünlerle istediği gibi çalışabilir. Günümüzdeki büyük modern fabrikalarda makineler, kumanda odasında birtakım düğmelere basılarak kontrol ve idare edilmektedir.
Vinç
Ağır cisimleri yükseklere kaldırmak için vinçlerden yararlanılır. Vinçler,  daha çok inşaatta,  fabrikalarda,  gemilerde,  limanlarda, yükleme boşaltma merkezlerinde kullanılır. Vinç, bir gövde ve kumanda odası, eğik olarak duran bir kol, bir de bu koldan aşağıya sarkan kablolardan meydana gelir. Va gemilerdeki gibi sâbit yâni durağandır veya rıhtımdakiler gibi tekerlekler veya raylar üzerinde hareket eder. Makinist ya kumanda odasından ya da uzaktaki kumanda merkezinden, kocaman vinci tek başına çalıştırabilir. Günümüzde helikopterler de vinç yerine kullanılmaktadır. Daha güçlü, hareket kabiliyeti çok daha fazla olduğu için meselâ bir kulenin tepesine heykel yerleştirmek gibi cambazlık isteyen işlerde vinç yerine helikopterden yararlanılmaktadır.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Text
Drakkar, Deniz Haydutları ve Feribot Nedir?
Drakkar, Deniz Haydutları ve Feribot Nedir?
Drakkar
“Vikingler”,  ya da “Normanlar” diye anılan eski çağların İskandinav korsanları «drakkar» denilen ahşap gemiler yaparlar, bunlarla denizleri aşarlardı. Gemilerinin önlerine yerleştirdikleri tahtadan oyma ejder heykelleri düşmanlarım korkutmak içindi.
Vikingler, reisleri savaşırken öldüğü zaman gelenekleri gereğince cansız vücudunu kumanda ettiği gemiyle birlikte ya denize ya da karaya gömerlerdi. Bu âdet sâyesinde bugün burunlarındaki oyma ejderlerden ötürü «drakkar» diye anılan bu gemileri el değmemiş hâlde bulmak mümkün olmaktadır. Meselâ Oslo’nun 80 kilometre uzağında, Oseberg’te bulunan drakkar bunlardan biridir. Milâttan sonra 800 yıllarında yapıldığı tahmin edilen tekne 22 metre boyunda, 5 metre genişliğindedir. Teknenin içinden ayrıca büyük bir araba, bir kızak, çeşitli kap kacak, âlet-edevat, elbiseler, çizmeler çıkartılmıştır.
Deniz Haydutları
Genellikle Amerika yakınlarındaki denizlerde gezen deniz haydutları kaçamayacak kadar yavaş giden ya da çok zayıf gemilere rastlayınca içindekileri öldürüp mallarım yağma eden haydutlardı.
Korsanlar deniz haydutlarıyla karıştırmamak gerekir. Deniz haydutlarının hiçbir devlete bağlı olmamalarına karşılık, korsanlar, doğrudan doğruya bir devletin emrinde çalışan ve düşman memleketlerin gemilerini saldıran deniz akıncılarıydı.
Genellikle Amerika denizlerinde görülen deniz haydutlarının çoğu, yakalandıkları zaman asılmaları için haklarında önceden idam hükmü verilmiş canilerdi. Gemileriyle tüccar gemilerinin yolunu keserler, ele geçirdikleri malları ambarlarına doldurup üslendikleri limana dönerlerdi. Haiti adalarının kuzeyindeki «Kaplumbağa» adası, bu deniz haydutlarının âdetâ merkezi olmuştu. Burada yağmaladıkları malı satar ya da başka bir malla değiş-tokuş ederler, bu arada da aralarında kanlı kavgalara girişirlerdi. Bunların birçoğunun direğinde, siyah üzerinde kuru kafa bulunan bayrak dalgalanırdı.
Feribot
Otomobillerin yolcularıyla birlikte taşınması için özel olarak yapılmış bir gemi çeşididir.  Otomobilleri, otobüsleri, kamyonları içine alır, vakit kaybına meydan vermeden karşı kıyıya geçirir. Köprüsü olmayan akarsular Özerinde ulaşım genellikle sallarla yapılır. Ama daha uzun bir yolculuk İçin sal yerine gemilerden yararlanılır. Feribot, taşıtların uzun bir yolculuk yapmalarını sağlayan bir gemi çeşididir. Taşıtları kullanan şoförler de tıpkı bir garaja gidiyorlarmış gibi arabalarıyla birlikte feribota girerler. Karşı kıyıya çıktıkları zaman da hiç vakit kaybetmeden yollarına devam ederler. Bizdeki feribotların küçüklerine araba vapuru denir. Bunlardan başka, bütün bir trenin vagonlarını, içindeki yolcularla birlikte alıp taşıyan büyük feribotlar da vardır.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Text
Plankton, Tuz ve Denizaltı Gemisi Hakkında Yararlı Bilgiler
Plankton, Tuz ve Denizaltı Gemisi Hakkında Yararlı Bilgiler
Plankton
Deniz suyunda olduğu gibi tatlı sularda da yaşayıp çoğalan çok küçücük hayvanlar ve bitkiler vardır. Bunların hepsi topluca plankton’u meydana getirir. Deniz yaratıklarının çoğu, balıklar, hattâ dev balinalar bile planktonla beslenirler.
Plankton suda yaşayan hayvanların temel besinini meydana getirir. Bir litre deniz suyunda bu küçücük yaratıkların yüzlerce milyonu bir arada bulunabilip: Bunların çoğu yosunlar ve çok küçük yumuşakçalardır. Bazıları ikiye bölünerek çoğalırlar. Bu her İki parça da yine kendi arasında İkiye bölünür ve böylece büyük bir hızla çoğalma başlar. Eğer bu yosunların büyük bir kısmı başka canlılar tarafından yenilip yutulmamış olsaydı bunların bir tanesi on günde kendi başına dünyanın hacmi kadar bir aile meydana getirebilecek şekilde çoğalırlar. Plankton, balıkları, dolayısıyla bizleri de beslemekte büyük rol oynar.
Tuz
Suda kolayca eriyen bir maddedir. Daha çok denizlerin içinde erimiş bir hâlde bulunur. Akarsular geçtikleri yerlerdeki tuzlan eriterek beraberlerinde taşır, denizlere akıtırlar.
Tuz, ya da kimyasal adıyla «Sodyum klorür» hayat İçin gerekli maddelerden biridir. İnsan vücudunda oldukça fazla miktarda tuz bulunur. Bu tuzu da yediğimiz yemeklerle alırız. Mutfaklarımızda kullandığımız tuz denizlerden elde edilir. Deniz suyunun her litresinde 30.40 gram kadar tuz vardır. Bu tuz, geniş tuzlalarda deniz suyunun buharlaştırılmasıyla elde edilir. Ayrıca toprakta açılan ocaklardan da tuz çıkartıldığı gibi, bir zamanlar deniz altında kalmış olan topraklardan da elde edilebilir. Buna kaya tuzu denir. Memleketimizin tuz ihtiyacının büyük bir kısmı Tuz Gölü’nden alda edilen tuzla karşılanır.
Denizaltı Gemisi
Denizaltı gemisi, tıpkı bir balina gibi suyun içinde yol alabilen bir gemidir. Nasıl balina zaman zaman nefes almak için su yüzüne çıkmak zorundaysa denizaltı gemisi de makinelerinin ve içindekilerin hava alabilmesi için arada bir su yüzüne çıkmak zorunda kalır.
Denizaltı gemisinin dalabilmesi için gerek makinelerinin, gerek içindekilerin havaya ihtiyacı vardır. Denizaltı gemileri suyun içindeyken elektrik motoruyla yol alırlar. Ama yine de akümülatörler dizel motorlarıyla şarj edildiği için zaman zaman su yüzüne çıkmaya mecburdurlar. Yalnız atom gücüyle çalışan denizaltı gemileri uzun bir süre su altında kalabilirler. Denizaltı gemileri, suyun basıncıyla ezilmemek için 150-200 metreden daha derinlere inemezler. Çok daha derinlere inebilen özel araçlara “batiskaf” denir.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Kehribar, Piramit ve Zafer Sütunu
Kehribar
Çoğumuz saydam, sarı renkte tanelerin yanyana dizilmesiyle yapılmış gerdanlıklar, teşbihler görmüşüzdür. Bu sarı saydam madde “kehribar”dır. Çoğu yerde süs eşyası olarak kullanılır, bazı ülkelerde uğur getirdiğine ve hatta çocukların sağlığını koruduğuna inanılır.
Çam ve benzeri ağaçlar reçine salarlar. Kehribar, tarihöncesi çağlarda yaşamış kozalaklılardan bazı ağaç çeşitlerinin fosil hâline gelmiş reçinesidir. Daha çok Baltık Denizi kıyıları boyunca uzanan kumsallarda bulunur, büyükçe çakıllar hâlindeki kehribarların dalgalarla kıyıya vurduğu görülür. Kehribar yontulup işlenip şekil verilerek gerdanlık, teşbih, ağızlık, pipo başı, uğur taşı, biblo gibi çeşitli süs eşyası yapılır. Bazı kehribarların içinde milyonlarca yıl öncesinden kalma, yapışkan reçinenin arasında kalan ve günümüze kader bozulmadan duran böcek fosillerine de rastlanır.
Piramit
Piramitler, Eski Mısır’ın kralları olan Firavunların hayattayken kendileri İçin yaptırdıkları mezarlardır. Nil vadisinde yükselen bu dev anıtların 4000 yıldan daha fazla bir tarihi vardır.
Bugün bizler Eski Mısırlıların günlük yaşayışlarını, tarihlerinden çok daha iyi bilmekteyiz. Bu da Eski Mısır mezarlarının baştanbaşa, firavunların ve halkın günlük hayatını yansıtan heykeller ve resimlerle süslü olmasından ötürüdür. Ne var ki bu mezarların pek çoğuna hırsızlar girmiş, İçerde bulabildikleri değerli eşyayı yağma edip götürmüşlerdir. Yalnız «Krallar Vadisi» denen yerdeki mezarların ölüm odalarına girilmemiş, İçindekilere el değmemiştir. Oradaki mumyalanmış firavun cesetleri, etrafında eşyası, mücevherleri, elbiseleri, âletleriyle 4.000 yıl önceki gibi bulunmuştur.
Zafer Sütunu
Zafer sütunları, Romalıların, kahramanlarının zaferlerini yaşatmak için diktikleri anıtlardı. Günümüzde, büyük şehirlerde, aynı amaçla daha sonradan dikilmiş başka zafer sütunları da vardır.
Roma’daki Traian sütununun üzerinde, dönerek yükselen 200 metrelik bir şerit hâlinde bu İmparatorun hayatını yansıtan yarı-kabartmalar vardır. Günümüzdeki modem sütunlar İse Romalılarınkinden ilham alınarak bir olayı anmak için dikilmiş anıtlardır. Meselâ Paris’te, düşman toplarından eritilen tunçla dökülen Vendöme sütunu. Napoleon’un zaferlerinin hatırasına dikilmiştir. Basille sütunu ise 1830 ihtilâlinin timsalidir. Londra’daki Nelson anıtı İse büyük İngiliz amirali Nelson’un adına dikili bir zafer sütunudur. Ziyaretçiler sütunun içindeki merdivenden yukarıdaki sahanlığa çıkıp etrafı seyredebilirler.
1 note · View note
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Bulutlar, Küme Bulut ve Sisler Hakkında Faydalı Bilgiler
Bulutlar
Bulutlar, çok hafif oldukları için rüzgâr tarafından havada tutulan çok küçük su damlacıkları, ya da buz iğneciklerinden meydana gelmiştir. Hazan bunlar bir araya gelerek yağmur hâlinde yere düşerler.
Bulutlar pek çok kimsenin sandığı gibi su buharı değil, sıvı, ya da donmuş hâldeki su parçacıklarıdır. Bu parçacıkların da kendine göre bir ağırlığı vardır bunun etkisiyle de havadan yere doğru düşerler. Ne var kİ hızları o kadar azdır ki saatte 50 metreyi geçmez. Bazı kereler düşerken- sıcak hava tabakalarına rastlarlar, buharlaşarak dağılırlar. O zaman bulut faize havada uçuyormuş gibi görünür. Batı kerelerde aralarında birleşerek ağır yağmur damlası, ince sis perdesi, ya da hafif kar tanecikleri hâlini alırlar.
Küme Bulut
Küme bulutlar «kümülüs» güzel havalarda görülen beyaz ve yusyuvarlak bulutlardır. Yağmur taşıyan kurşuni renkli ve yere yakın ağır karabulutların «nimbüs» tam tersidirler. Biçimleri ve duruşlarına göre bulutlar başlıca dört grupta toplanır. Yağmur yağacağına işaret eden İnce uzun lifler hâlindeki beyaz tüybulutlar “sirüs”; Güneşin batışı sırasında meydana çıkan, yatay şeritler hâlindeki katmanbulut’lar “stratüa”; Alçaklarda meydana gelen, kurşuni ronkte, yağmur dolu karabulutlar. “nimbüs”; Hava açık olduğu zaman masmavi gökyüzünde uçuşan, İyi hava habercisi kümebulut’lar “kümülüs”. Ayrıca bunlar aralarında birleşerek yumakbulut “sirrokümûlüs”, tülbulut “sirrostratüa”, yığınbulut “strâtokümülüs”, boranbulut “kümülonimbüs”, kababulut “altokümülüs”, üst-katmanbulut “altosratüa” gibi bulutları meydana getirirler.
Sis
Toprak, ya da su yüzeyinde meydana gelen bir buluttur. Küçücük su damlacıklarından meydana gelen bu bulut, arkasında kalan manzarayı bir perde gibi örter. Çoğu kere kara trafiğinin yavaşlamasına, deniz trafiğinin ise tamamen durmasına sebep olur.
Sis, sakin havalarda, su buharıyla dolmuş olan havanın, suyun donmasını gerektiren bir ısıyla karşılaştığı zaman meydana gelir. Bu da, nemli ve sıcak olan havanın ya soğuk bir hava akımıyla soğuması, ya da gece soğuğuna maruz kalmış olan toprağın etkisi sonucu olur. Şehirlerin üzerinde sis, dumanların ve tozların etkisiyle daha kolay meydana gelir. Londra’da ais bazı kereler öylesine kalın olur ki, İnsanların üzerindeki çamaşırları bile kirletir. İngilizler böyle sisler için «bezelye püresi gibi sis», derler.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Text
Tarihi Kahramanlarla Küçük Bir Derleme
Tarihi Kahramanlarla Küçük Bir Derleme
Niobe
Niobe (Ağlayan Kadın), bir mitoloji kahramanı olup Lydia kralı Tantalos’un kızıdır Manisa’da Yankaya denilen yerde, Tantalos’un kalesi bulunur Niobe’yi temsil eden «Ağlayan Kaya» da Manisa dağında görülür. Bu kayanın bir yüzü daima ıslaktır.
Niobe. Thebai Kralı Amphion ile evlenir Altı erkek, altı kız çocuğu olur, On İki çocuklu Niobe sadece İki çocuğu olan Tanrıça Leto ile alay eder. Leto, çocuklarının çoklu ğuyla öğünen Niobe’den Öcünü almak İçin Artemis ve Apollon isimli çocuklarına, Niobe’nin bütün çocuklarını oklarla teker teker vurdurarak öldürtür. Çocukların babası Amphion canına kıyar. Niobe de, ölen çocuklarının ve kocasının ardından o kadar hiç kırır, o kadar gözyaşı döker ki sonunda gözpınarları kurur, sesi çıkmaz olur. Dağda, evlâtlarının ölüleri arasında kaskatı kesilir. Efsaneye göre Tanrı Zeus, Niobenln acı sini dindirmek için onu taş yapar. Bugün Manisa dağında, Niobe’yİ temsil eden ve bir kadına benzeyen kocaman bir kaya vardır. Söylentiye göre bu kayadan sızan sular, Niobe’nin gözyaşlarıdır.
Daidalos ve İkaros
Yunan mitoloji kahramanları baba-oğul, Üstün bir sanatkâr, mimar ve heykeltıraş olan Daidalos, oğlu İkaros’ü kanatlandırıp Girit Labyrinthos’undan uçurmayı başardı. Fakat İkaros denize düşüp boğuldu.
Daidalos, Girit’te, içine girince biı daha çıkılması mümkün olmayan Ünlü Labyrln-thos’u İnşa etti. Fakat oğlu Ikaros’İa birlikte bunun ilk kurbanı oldu. Baba-oğul, Girit kralı Minos tarafından Labyrinthos’a hapsedildiler. Minos’un karısı Pasiphae onları kurtardı. Daidalos kendisi ve oğlu için omuzlarına balmumu ile tutturulan- kanatlar yaptı ve bunlarla uçtular. Yalnız, Daidalos oğluna, güneşe fazla yaklaşmamasını söyledi. İkaros babasının tembihini unuttu: Güneşe çok yaklaşınca balmumu eridi. Kanatsız kalan İkaros, Sisam adası yakınında denize düşerek boğuldu. Düştüğü denize İkarion denizi denildi. İkaros’tan sonra bir süre daha yaşayan Daidalos’da, oğlu İkaros’un düşüşünü tasvir etmeye iki kere teşebbüs ettiyse de her ikisinde de, acısı buna engel öldü. İkaros’un düşüşü birçok kabartma ve tablolara konu olmuştur.
Odysseus
Ünlü Yunan kahramanı; İthaka adasının efsanevî kralı, M.Ö. XX. yüzyılın sonuna doğru yaşadığı kabul edilir.
Troia savaşından zaferle dönen Odysseus, binbir serüvenle karşılaştı. Homeros’un yazdığı Odysseia destanı, en eski seyahat ve serüven hikâyelerinden biridir. Hikâyenin kahramanı Odysseus, kazandığı Troia savaşı dönüsü, sâdık karısı Penelope’nin kendisini beklediği İthaka adasına varabilmek için on yıl boyunca uğraşacaktır. Odysseusun gezisi, çeşit çeşit tuzaklarla birçok kere engellenir Fırtınaların kurbanı olan Odysseus, çoğu zaman, kendisini düşmanca karşılayan adalara çı» kar ve oralarda kendisini bekleyen tehlikelerden kıl payı kurtulur. Nihayet, bu kadar uzun bir ayrılıktan sonra ithaka kralı, sarayına vardığı zaman, onu sâdece yaşlı köpeği Argus tanıyabilir ve ilk önce bu köpek sevincini belirtir. Odysseus aynı zamanda, Eski Yunan’ın canlı bir portresidir. Odysseia destanı bize, kaybolmuş bir uygarlığı, aslına sadık bir biçimde yansıtır ve onu daha İyi tanımamıza yardım eder.
0 notes
benistanbuls-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Fauna, Hayvanat Bahçesi ve Milli Parklar
Fauna
Bir ülkede yaşayan hayvanlar en küçüğünden, en büyüğüne kadar tek bir ad altında toplamak gerektiği zaman buna o ülkenin faunası denir.
Fauna, her ülkede değişiktir. Daha çok o ülkenin bitki örtüsü ve ortama uyma şartlarıyla yakından ilgilidir. Gerçekten de yalnız ortama uyabilen hayvanlar hayatta kalabilirler. Meselâ böcek yiyerek beslenen böcekçi bir hayvan, ancak böceklerin çok bulunduğu yerlerde yaşayabilir. O bölgede böceklerin azalıp yok olmaya başlaması hâlinde, yaşamak için ya göç edip başka yerlere gitmek ya da yiyecek çeşidini değiştirip daha başka şeyler de yemek zorundadır. Ekoloji adı verilen bitim dalı, hayvanlar, bitkiler ve tabii ortam arasındaki hayat ilişkilerini inceler.
Hayvanat Bahçesi
Dünyanın hemen her büyük şehrinde bir hayvanat bahçesi vardır. Bu bahçeleri gezenler, aslan, ayı, maymun, fil gibi vahşi hayvanları tehlikesizce yakından seyredebilirler.
Zooloji, hayvanları inceleyen bir bilim dalıdır. Dünyanın dört bir bucağından tutulup getirilen hayvanlar, hayvanat bahçelerinde tabiattaki yaşayış şekillerine mümkün olduğu kadar uygun bir şekilde beslenirler. Bunun İçin de yaşadıkları yerin iklimi ve yaşayış şekli göz önünde bulundurulup bunlara göre hazırlanan özel yerlerde barındırılırlar. Arslanlar için suni kayalıklar, mağaralar; timsahlar İçin de bataklıklar hâlinde havuzlar yapılmıştır. Ne var ki bunca hayvana gerektiği şekilde bakmak hem bilgi, hem de para ister. Bir tek filin, bir günde tek başına 100 kilo saman yediğini unutmamak gerekir.
Milli Parklar
Millî parklar, içinde avlanmak yasak edildiğinden hayvanların barış içinde yaşadığı geniş tabiat parçalarıdır. Meraklılar ve ziyaretçiler tabiatın her yönüyle olduğu gibi muhafaza edildiği bu yerlere girip bu hayvanların yaşayışlarını inceleyebilirler.
Bazen, nesil tükenmekte olan hayvanların öldürülmesini önleyip onların üremelerini temin etmek için milli parklar tesis edilir. Kanada’da, Amerika Birleşik Devletlerinde, Fransa’da, Senegal’de, yurdumuzda ve daha birçok ülkede, bu amaçla milli parklar meydana getirilmiştir. Hayvanlar bu muazzam parklarda avcı korkusundan ve İnsan elinin değdiği her şeyden uzak, rahatça kendi hayatlarını yaşarlar. Yellowstone’daki milli park, dünyanın en büyük gayzerleri, Everglade’deki en güzel bataklıklarıyla On yapmıştır. Nikolo Kobe’deki milli park İse bütün bir ekvator iklimi hayvanlarını barındırır.
0 notes