Text
2017′nin İlham Veren 7 Albümü
2018 yaldızlı hayal sınırlarını ötelese de daha çok koyu renkleri genişleten cool bir hüzün yılı oldu, belki biraz da protest. Bu hüzünlü yıldan geriye geçtiğimiz senelere kıyasla iyi kabul edebileceğimiz daha fazla albüm kaldı galiba ancak 10, 9, 8 değil 7 albümü sıralamak ve hepsinin hakkında bir şeyler karalamak istedim. Yedi albümün sıralanmasının mistik hiçbir tarafı yok, tamamen cool olma çabası…
P.s - - - - - 2017’nin son çeyreğinde hatta son ayında çıkan albümler maalesef listeye giremedi. Döngü (ki kendisi gayet 2017 listemde yer almış zaten) ve Güz Şarkıları örneğin, girebilmiş olsalardı bu listenin üst sıralarından birinde arz-ı endam ederlerdi muhtemelen. Albümler hakkında yazarken bir de o albümdeki favori şarkılarımı yazarak onlardan bir spotify listesi hazırladım ve bazılarını neden sevdiğimden bahsettim. Bütün yazıyı yazdıktan sonra Sena Şener’in İnsan Gelir İnsan Geçer’ini es geçtiğimi fark edip yıkıldım ancak hakkında bir yazı toparlamak son dakika için mümkün olamadı. Sena Şener’in albümünü listeye dahil etmiş olsaydım ilk dört arasında yer alsın isterdim.

7 – DÜNYA (Üç yıldız)
Albümleri yazarken kendimce bir sıralama oluşturdum evet ama söz konusu yedi şarkılık bir liste olduğundan, yedinci sıraya bakıp da “aaa” demeye pek gerek yok. Türkçe rock’ta kadın vokaller arasında en sempati duyduğum isimlerden biri Aslı benim. Upuzun yıllar boyunca albüm yapmadığından (ben en son “BÜYÜDÜK” maxi single’ını dinlemiştim) bu albüm daha prodüksiyon aşamasından itibaren takip ettiğim ve dinlemek için sabırsızlandığım bir albümdü. Single değil de albüm insanı olduğumdan, çok track’li albümleri bilhassa daha fazla seviyorum. 16 şarkılık bu albümde Aslı’nın daha önce söylediği şarkıların yeni düzenlemeleri de yer alıyor fakat ağırlık yeni şarkılardan oluşuyor. Alen Konakoğlu prodüktörlüğünde kaydedilen albüm bu yönüyle bir avantaja sahip ve düzenlemelere baktığımızda bu avantajın yerinde kullanıldığını görebiliyoruz. Hepimizin hayatında, hiç değişmesin istediğimiz şeyler vardır ya hani, Aslı’nın sesi benim için biraz hep öyle sanki. Yıllar içinde müziğini, anlattıklarını elbette geliştirdi fakat kendisinde sevdiğimiz “öz”ü de hep saklamayı başardı. Belki de o yüzden bu albümü dinlerken kendimi 2000’lerin ilk çeyreğinde buluverdim. 10 yaşlarında bir çocukken bile çok iyi bir müzik dinleyicisi olduğumdan (evet kendimi çekinmeden övüyorum) Aslı’nın ta o zamanlar bile bir meselesinin olduğunun farkındaydım. Albüme geri dönecek olursak; çok fazla sevdiğim iyi şarkı var içinde. Dünya’yı geçecek olursak, Seher, modern bir türkü türü Kara Orman, içli sözleriyle Anneler Affetmez Seni başlıca favorilerim oldular ancak albümden seçtiğim ve 2018 Playlist’ime aldığım şarkı Mış Gibi oldu. Aslı’nın Ferman Akgül ve Nev ile beraber seslendirdiği şarkıda üç sesin uyumu muazzam. Bu üç sese bir de Göksel eklenecekmiş dördüncü ses olarak aslında fakat takvim uyuşmazlığı falan gerçekleşememiş, bunu Aslı’nın ağzından duyduğumdan beri Göksel’in vokalini de hayal ediyorum falan ama kısmet belki bir canlı kayıtta duyarız. Yaani bunca cümleyi tek elde toparlamak gerekirse; Dünya çok iyi bir geri dönüş albümü olmuş!

6 – ESTRELLA (Üç buçuk yıldız)
Yasemin Mori’siz bir liste elbette olmaz, en azından benim için. Onun albüm çıkarmadığı yıllarda listelerimi sadece sosyal medyada paylaşma küstahlığını bile gösteriyorum. İlk olarak; Yasemin Mori’nin kült debut albümü Hayvanlar gibi dokuz şarkıdan oluşan Estrella subliminal bir mesaj mı veriyor emin değilim. Hani o güçte, yıllardır istediğiniz, beklediğiniz albümü nihayet kaydettim diye… Merak etme Yasemin, benim sadık bir dinleyici olarak böyle bir isteğim, arzum yok ve hatta kaydettiğin albümlerden gayet memnum; ha bir önceki kayda dair küçük maruzatlarım olsa bile halledilmeyecek şeyler değil. Bu albüm bir kere önceki albümden çok daha iyi olduğunu daha açılış şarkısında gösteriyor, hem de fersah fersah! Karambol benim son yıllarda dinlediğim en iyi Yasemin Mori şarkılarından biri (hadi ilk beş diyelim) ve 2018 boyunca en çok dinlediğim şarkılardan. Dokuz şarkının içinden çıkış teklisi olarak “Estirelim mi?”yi seçmek başarılı bir PR hamlesi olarak görüldü sanırım fakat maalesef şarkı albümün en zayıf kaydı olduğundan sonuç pek görkemli olamadı. Onun yerine Karambol çok iyi bir çıkış teklisi olabilirdi örneğin… Diğer şarkılardan favorilerim; Cem Yılmaz ile düet Konyak (aşırı sevdiğim bir 2018 şarkısı daha), Satsuma ve elbette Tuzlu Su. Şimdi uzun uzun Tuzlu Su hakkında yazacağım. Yasemin Mori Instagram paylaşımıyla şarkıya bir klip çekildiğini duyurdu fakat hâlâ yayınlamış bir video yok. Tuzlu Su bana kalırsa hem 2018’in, hem Yasemin Mori’nin, hem de Türkçe sözlü müziğin bugüne değin kaydedilmiş en iyi şarkılarından biri. Son cümle biraz iddialı olmuş olsa da ben gayet o derece sevmiş durumdayım şarkıyı. Yıl boyunca döne döne, hiç usanmadan dinledim ve dinlemeye devam ediyorum. Yasemin Mori ve Korhan Futacı’nın beraber yazdığı Uçan Kedi de dikkate değer şarkılardan, not alınmalı yani. Korhan Futacı’dan bahsi sona sakladığıma göre nihayet değinmek istediğim noktaya değinerek yazıyı sonlandıracağım; yıllardır dinlediğimiz Yasemin Mori albümlerinin aksine bu albümün prodüktörlüğünü Korhan Futacı değil, Gürsel Çelik üstlendi. Evet hepimizin bildiği, Tarkan şarkılarını falan da remixleyen Gürsel Çelik. Açıkçası kendisini geçmiş referanslarıyla pek sevmezdim fakat bu sene hem Edis, hem de Yasemin Mori albümleriyle kafamdaki olumsuz yargıyı kırdı. Bence Estrella’da da hiç fena olmayan işler yapmış. Yasemin Mori de bir önceki albümünden sonra hiç fena olmayan bir ivme yakalamış. En sevdiğim ve 2018 playlist’ime eklediğim şarkı tabii ki; “Tuzlu Su”.

5 – LAFIMA GÜCENME (Dört yıldız)
Biz yeni bir Duman albümü beklerken hahahah şaka şaka! Duman’dan solo albüm çıkaran Kaan Tangöze ve Ari Barokas’ın albümleri hakkında yazılmış çoğu viral yazı bu cümleyle başlamıyordur umarım. Durum biraz ilginç yine de. Yani Duman başlı başına çok iyi giden bir projeyken işe bir de solo projeleri dahil etmek hem mesele, hem de risk. Kaan Tangöze bu riski lehine döndürebildi mi emin değilim fakat Ari Barokas debut albümüyle, bir bütün olarak bunu başarmış. Albümü baştan sona evire çevire dinlediğim ve hemen her şarkıyı delice sevdiğimden tek tek şu şarkı bu şarkı diye bahsetmek istemiyorum ama açılış şarkısı Yaşıyorum Sil Baştan, hemen akabinde Salaksın alternatif hitlere dönüştü bile. Yalnızlık Kanında Var, Nafile, Yangın Var benim diğer çok sevdiğim şarkılar (albümün tamamını saydım bile). Gitar düzenlemelerinden oluşan albümün prodüktörlüğünü de bizzat Ari üstlenmiş. Bir dinleyici olarak benim Duman projesinde en sevdiğim şarkıların altına da imza atan Ari, ruhundaki country yankıları bu albümün bütününe çok iyi yansıtmış. Albüme bildiğim kadarıyla bir klip çekilmedi ama buna rağmen hak ettiği ilgiyi çabucak toparladı. Yani iş her zaman iyi şarkı yazmakta bitiyor bu örnekte de gördüğümüz gibi. 2018 yılında Ari’nin sesini, sözünü sindirmişken; Batuhan’dan bir albüm gelmeyecek düşüncesiyle, hep birlikte yeni Duman albümünü beklemeye başlayabiliriz sanırım artık şimdi; son albüm hâlâ bir başyapıt olarak masamızda zira! Bu albümden playlist’e eklediğim şarkı; “Salaksın”.

4 – İSTİKRARLI HAYAL HAKİKATTİR (Dört yıldız)
Şimdi Times’ın, The Guardian’ın dört buçuk, beş yıldız verdiği albüme dört yıldız vermek benim ne haddime bilmiyorum ama sembolik olarak verme hakkını kendimde görüyorum. Gaye Su Akyol’u Seni Görmem İmkansız’da dinlediğimde alternatif rock’ta ilk kez böyle bir yorumla karşılaştığım için biraz afallamıştım. Sonra artarda gelen solo projeleriyle uyandırdığı hayranlık daha da büyüdü çünkü ürettikleri yorumunun farklılığıyla çokça örtüşüyordu. İstikrarlı Hayal Hakikattir ise benim en sevdiğim GSA projesi oldu. Hem şarkıların iyi yazılmış olması, hem de muazzam kayıtlar bunun için çok yeterli iki sebep aslında. İstikrarlı Hayal Hakikattir’deki vokal kayıtları, Gölgenle Bir Başıma’nın kuytu melankolisi, Laziko’nun çılgın introsu falan derken yine uzayıp, tüm albüm şarkılarına yayılan bir favori listesi çıkar albümden. Bu 2018 albümlerinin genelinde yaşadığım ve aslında pek de güzel olan bir şey. Yani 90’larda yaşıyor olsak kaseti teybe koyduğumuz gibi hiç dokunmaz, bir sonraki yüzüne geçmesini beklerdik her şarkıya kartonetten bakıp, ezber çalışarak. Bubituzak’ın superstarı Ali Güçlü Şimşek’in adını anmamak bu albüm yazısını ıssız, üssüz kılar zira kendisi kayıt, yazım, vokal dememiş her işe adım atma girişiminde bulunmuş. Bence güzel de yapmış, darısı Bubituzak’ın yıllar süren devam projesine! Şimdi ilk cümlemdeki meseleyi biraz daha açarak albümün global yansımasına da değinmek istiyorum. Sahiden bahsettiğim gazeteler (ve çok daha fazlası) ciddi ciddi albümle ilgili methiyeler dizmiş durumda. Hepsini Google’layarak bulmanız mümkün. “Bu adamlar yazmışsa iyidir” kafasına girmeyi hiç sevmem, hatta çoğu zaman ana akım medya dili beni sevdiğim olaylardan uzaklaştırabilir fakat bu albüm hakkında yazılan her güzel cümleyi okumak bir dinleyici olarak sizi mutlu ediyor. Orijinallik her daim kazanır temeline dayandırarak Gaye Su Akyol’un başarısını kolayca açığa çıkarabiliriz bence. Türkiye’den kimse bu albümü yazmamış, şöyle olmuş böyle olmuş pek önemli değil bence çünkü medyamızın kirli dili sanatı uzun zamandır terk etmiş durumda zaten. Ama sosyal medya ve stream platformlarında gördüğümüz kadarıyla albüm kitlesine ulaşmış ve ulaşmaya devam ediyor. Benim için şu yanıyla da özel bir albüm oldu İstikrarlı Hayal Hakikattir; bir adet “Orijinalinden İyi Cover” barındırıyor albüm, çok özür dilerim Barış abi! 2018 Playlist’ime hem orijinal versiyonu hem de Gaye Su Akyol’un müthiş düzenlemeli yorumunu alıyorum.

3 – SÜRSÜN BAHAR (Dört yıldız)
Son birkaç yıldır üretiminden en keyif aldığım isimlerden biri Can Kazaz. Hem yorumu, hem de yazım gücü yaptığı işe ciddi hayranlık beslememe sebep oluyor. Geçtiğimiz iki yılda kaydettiği Bunca Yıl, Kendi Halimde, Biraz gibi şarkılarının birer alternatif hite dönüşmesinin sebebi de bu orijinal yanı bence. 2018’de bir uzun çalar yayınlayacağını bilmek benim için gayet sevindiriciydi yani ama açıkçası bunun bu kadar başarılı bir kayıt olacağını pek beklemiyordum. Çünkü herkeste olan çok sevdiğin bir şeyin tekrar nüksedemeyeceği korkusu beni de sarmıştı. Albümden yayınlanan ilk tekli Keşke Uyuyabilsem bu anlamda yanıldığımın ilk sinyali oldu çünkü sahiden çok güçlü bir çıkış teklisi bana kalırsa ama bir diğer güzel yanı ise şarkının albümün en güzel şarkısı olmaması. Yani albüm aslında birbirinden güzel dokuz kayıt içeriyor. Bazı şarkıların hikâyesi ise onları çok çabuk içselleştirmemizi sağlıyor. Prodüktörlüğü yorumcusu tarafından yapılmış bir albüm daha Sürsün Bahar, zaten Can Kazaz’ı en başında bu yanıyla tanıdığımız için pek şaşırtıcı olmadı dinleyici için bu durum. Yine kendi hâlinde, orijinal ve naif şarkılarla dolu tam bir güz albümü kaydetmiş Can Kazaz ve tüm bunları kendini tekrar etmeden yapmayı başarabilmiş. Albümde hem yakın dönemde yazılmış, hem de yazımı çok eskiye dayanan şarkılar var. Muhteşem introsuyla Sürsün Bahar, altın çerçevede Sürekli Dert, Leylek, Sen Diye benim için öne çıkanlar bu şarkıların arasında. Bilhassa Sürekli Dert 2018 mottom hâline bile geldi! Albüm 2018’in son çeyreğinde yayınlandığı için henüz çok taze ve şimdilik yalnızca bir video barındırıyor ama konserler, turne programı derken promosyon süreci 2019’a yayılacaktır doğal olarak. Böyle orijinal işlere devam! 2018 Playlist şarkım tabii ki; “Sürekli Dert”.

2 – AKUSTİK TRAVMA (Beş yıldız)
Evet, yazının başında da bahsetmiş olduğum cool hüznün temsilcilerine geldi nihayet sıra. Aslında 2018’imi özetlemem gerekirse hiç düşünmeden bu albümün şarkılarıyla açabilirim hislerimi. Açılış şarkısından, son şarkıya kadar sahiden tüm hislerimin referansı hâline geldiler. Oscar and the Wolf ile başlayan (ya da yükselen daha doğru bir kelime olabilir) elektronik akım bana kalırsa alternatif müziğe ve daha ötesinde Yüzyüzeyken Konuşuruz’un anlatımına çok yakıştı ve 2018’i bitirirken çok daha iyi anlıyorum ki Akustik Travma ile gerilerinde bir kült bıraktı grup. Kartonet fotoğrafından kayıtlara, şarkı sözlerinden sounda yükselen ve yükselten bir kült albüm oldu. İki albüm öncesi tekliyi (Sandal ve Bodrum) dışarıda tutarsak; Uykusuz ve Dengesiz, Yıkılma Sakın, Onlar da Yansın, Esen, Dinle Beni Bi’ öne çıkan şarkılar. Aslında geriye kalan iki şarkı da öyle ama yine albümdeki tüm şarkıları sayıyor olmak istemedim. Ali İsmail Korkmaz için yazılan 2013’ün introsu albüm genelinin en orijinal introsu örneğin bana göre. A1 şarkısı Kadıköy Kızı da müzikal yönüyle öne çıkan bir diğer şarkı (OATW referansının çok kuvvetli olduğunu düşünüyorum). Bu albümden bahsediyorken aynı yıl çıkan Kaan Boşnak’ın EP’sini de es geçmek de olmaz. Yedi albümlük bir liste olmasa hemen üçüncü sıramda yer alacağına da çok eminim. Zaten her şey Kaan Boşnak’ın yazdığı şarkıların başının altından çıkıyor değil mi… Velhasıl Akustik Travma bende uyandırdığı bu hatıra torpiliyle beş yıldızı çokça hak etmiş durumda, playlist’ime alacağım şarkı ise geçmişte bıraktığım ama asla geçmişte kalmayanlara gelsin; “Uykusuz ve Dengesiz”.

1 – MAYA (Beş yıldız)
Bir numarayı seçerken çok fazla zorlandığımı söyleyemem. Mabel Matiz’in dördüncü uzun çaları Maya, (Mabel Matiz’in her albümüyle ilgili benzer yorumu yapmaktan yorulmuyorum) hem müzikal, hem de lirik anlamda bir başyapıt. Hatta 2000’li yıllara dikilmiş bir pop anıtı! Öncelikle iki tanesi dijital bonus, iki tanesi de albüm öncesi tekli olmak üzere yirmi iki şarkıdan bahsediyoruz. Dile kolay evet ve çok daha önemlisi hiçbirinin kuru sıkı olmaması. Her biri başlı başına bir hikâye ve içsel hikâyelerini tek başlarına da taşıyacak güçte. Geçtiğimiz yaz yayınladığı teklisi Ya Bu İşler Ne ile prodüktör değiştirip (Gök Nerede’de ağırlıklı olarak Can Güngör ile çalışmıştı) elektronik referanslarıyla bildiğimiz Sabi Saltiel ile çalışmaya başlayan Mabel Matiz şarkıyla beraber soundunda ciddi bir güncelleme yaşamıştı; bu albümde de bu değişikliği sürdürüp, daha da büyütmüş. Sabi Saltiel dışında Jakuzi’den tanıdığımız Taner Yücel de prodüktör olarak karşımıza çıkıyor albümde ve kimi ortak düzenlemelerde Mabel Matiz’in adını da görüyoruz. Albüm çıkmadan önce çok güçlü bir tekli Öyle Kolaysa’yı yayınlayan Mabel, albümün çıkışının ardından sırayla Sıla Gençoğlu ile birlikte yazdığı Sarmaşık ve A Canım’ı kliplendirdi. Kültürel referanslar da taşıyan iki klip arasında benim favorim Sarmaşık’ınki oldu. Her iki klibin de yönetmeni de Sinan Tuncay bu arada. Yirmi iki şarkılık bir albüm söz konusuyken klip bolluğu da yaşanacaktır mutlaka, benim kişisel olarak klip beklediğim ve klip hikâyelerini şimdiden merak ettiğim şarkılar; Mendilimde Kırmızım Var, Boyalı da Saçların, Yaban, Sarışın Değil, Mükemmeli ve hem albümdeki favorim, hem de Mabel’in diskografisi genelinde favorim hâline gelen Fırtınadayım. Orta Doğu için yazılan şarkının introsunun bile söyleyecek çok fazla sözü var. Albümde dikkate değer diğer şarkılar Gülden Karaböcek’le ortak çalışma Kalbime Azap, Mabel’in kişisel defterinden bir hatıra Babamı Beklerken, introsuyla Mabel’in ilk albüm yıllarına götüren Dualar Değişir… Sözü ve yazıyı bitirirken zirveye bir başyapıt bırakmanın gururunu yaşıyor, 2018 Playlist’imin son şarkısı için Fırtınadayım’ı seçiyorum.
#mabel matiz#yüzyüzeyken konuşuruz#can kazaz#gaye su akyol#ari borakas#yasemin mori#aslı gökyokuş#turkish music#türkçe pop#2018#music
9 notes
·
View notes
Text
236 kelimeyle The Shape of Water
Hayat planlarımızın karaya oturmasından başka bir şey değildir.

Guillermo del Toro’nun soğuk savaş dönemindeki bir takım fantastik olayları anlattığı yeni filmi The Shape of Water’ı tek cümleyle özetlemek istesem, o da filmde yer alan yukarıdaki cümle olurdu. Film hikâyesi ve yönetmeninin geçmiş referanslarıyla proje aşamasında heyecan yaratsa da, perdede maalesef bunu başaramıyor.
Bir deney laboratuvarında temizlik görevlisi olarak çalışan dilsiz Eliza’nın sıradan hayatı laboratuvara gelen insan-balık arası bir canlıyla değişir. Amerika ve Sovyet askerleri arasında bir savaş silahı olarak görülen ve bulunduğu tarafa ekstra güç vereceğine inanılan bu canlı Eliza’da ise daha farklı duygular uyandırır. Başlangıçta kendisine yalnız yaratığı hayatta tutmaya yönelik güç veren bu duygular zaman içinde büyür ve cinsel bir romantizme dönüşür.
Kulağa gayet hoş gelen bu hikâyenin izleyicide hayal kırıklığı yaratmasının başlıca sebebi zayıf kurgusu. Hollywood sığlığındaki anlatım dili yönetmenin hikâyeyi yeterince içselleştiremediğini hissettiriyor ve doğrudan seyir zevkini etkiliyor. Hele ki El laberinto del fauno ile benzer atmosferde harikalar yaratan bir adamın filmini izlerken..
Karakterlerin bile epey yüzeysel bırakıldığı filmde müzikler ve oyunculuklar ön plana çıkıyor. Alexandre Desplat imzalı müziklerin Retro görüntülerle bir araya gelmesi filmin en büyüleyici tarafı. Sally Hawkins (ki nihayet Oscar’a bu kadar yaklaşmışken alabilecek olmasını isterdim) ve Michael Shannon ise performanslarıyla bence çok iyi iş çıkarmışlar.
Türkiye’ye ilk kez Filmekimi ile gelen The Shape of Water Şubat’ta Oscar öncesi daha fazla salonda görülebilecek. 13 adaylığın kaçı ödüle uzanır bilinmez fakat ben hâlâ Altın Aslan hayreti içerisinde olduğumu söyleyebilirim.
7/10
4 notes
·
View notes
Text
Kimseyi sevilmekten dışlamayan aşk: Call Me by Your Name
“Her şey akıp gider” sözü, her şey değiştiği için aynı şeylerle bir kez daha karşılaşmayacağız anlamında değil, bazı şeylerin ancak değişerek aynı kalacağı anlamındadır.

André Aciman’ın aynı adlı romanının uyarlaması olan Call Me by Your Name özünde tıpkı yukarıdaki cümlenin söylediği gibi akıp giden zaman, hisler ve açığa alınmış duyguların gücüyle ve biraz da bunlara rağmen değişerek kendini bulma hikâyesi.
İlk Türkçe baskısı 2009’da Süha Sertabiboğlu çevirisiyle Sel Yayınları’ndan basılan Call Me by Your Name, 17 yaşındaki Elio’nun perspektifinden hemen her fikirde farklı bir ses uyandıran “aşk”ı tanıma ve tanıyarak anlamlandırma hâlini bir mevsime sığdırarak anlatıyor aslında. Onu değiştiren, hislerini farklılaştıran ve bu yönüyle kendisini tanımasına da sebep olan Oliver ile elbette.
1983 yazında, Kuzey İtalya’da geçen film Elio’nun felsefe profesörü olan babasının yüksek lisans öğrencisi Oliver’ın yazlık evlerine gelmesiyle başlıyor. Yalnız sekiz haftalık bir öğrenme sürecinden geçecek olan Oliver, daha ilk temasta ailenin her ferdiyle özel bir bağ kuruyor; bilhassa Elio ile. Oliver’ın evlerine gelişiyle beraber daha önce karşılaşmadığı duyguları tanıyan Elio farkında olmadan hayatının en zor ve en önemli dönemini aynı anda yaşamaya başlıyor bu tanışıklıkla.
Okumaya devam et
1 note
·
View note
Text
Gücünü kaybetmiş hiyerarşi: Sarmaşık
Sundance Film Festivali’nde yarıştıktan sonra İstanbul, Adana ve Malatya Film Festivallerinin de ulusal yarışmalarında boy gösteren Sarmaşık, devasa bir geminin içindeki esaretten yola çıkıp, güncel bir Türkiye fotoğrafı çekiyor.

İlk filmi Gişe Memuru’yla başarılı bir çıkış yakalayan, yurtiçi ve yurtdışında katıldığı festivallerden ödül ve övgüyle dönen yazar-yönetmen Tolga Karaçelik, uzun bir süredir üzerinde çalıştığı son filmi Sarmaşık’la karşımızda.
Ocak ayında Sundance Film Festivali’nde Dünya Sineması bölümünde yarışan, geçtiğimiz aylarda Toronto Film Festivali’nde World Cinema Contemporary bölümünde gösterilen, eylül ayında Adana Film Festivali’nden en iyi yönetmen ve erkek oyuncu ödülleriyle ayrılan film, Malatya Film Festivali’nden de en iyi erkek oyuncu ödülünü kaptı.
Gökhan Tiryaki imzalı görüntü yönetimiyle de büyük beğeni toplayan Sarmaşık’ı yazarı ve yönetmeni Tolga Karaçelik’le konuştuk.
Sundance’teki dünya prömiyerinin ardından Toronto, İngiltere, Hamburg derken epey festival gezgini bir film oldu Sarmaşık... Gişe Memuru da festivallerin sevdiği bir film olmuştu fakat özellikle uluslararası arenada Sarmaşık’a ilgi çok daha büyük. Dış basın ve festivallerden nasıl reaksiyonlar aldı film?
Gişe Memuru’yla arasındaki fark Sarmaşık’ın çok daha büyük festivallerde gösterilmesi. Dış basının ilgisi, festival eleştirileri, gelen reaksiyonlar çok iyiydi. Sundance’te ilginç olan, bana Gişe Memuru hakkında da sorular sorulmuş olması; karakterler arasındaki bağlantı sorgulandı. Hamburg’da da sokakta yürürken imza isteyenler oldu ki bunlar bu ülkenin yönetmenleri için çok şaşırtıcı şeyler. Filmle ilgili çok güzel yazılar yazıldı ve bundan yola çıkarak iyi bir şekilde de algılandığını söyleyebilirim. Esasında yüzde yüz anlaşıldığını da iddia etmiyorum çünkü film burayla alakalı ve Amerika’daki seyircinin Türkiye’de yaşayan bir insan kadar hâkim olabileceğini düşünmüyorum.
Film keskin bir metin; beraberinde toplumsal şekillenmeden insanî ilişkilere kadar birçok alt metin ve metafor barındırıyor. Yazım süreci nasıl geçti, senaryoyu bu metaforlarla destekleme fikri nasıl doğdu?
Bu senaryoyu üç-dört sene önce not almaya başladım, Gişe Memuru’nu yazdığım dönemlerde de vardı. Senaryonun en büyük çıkış noktası iktidar ilişkileriydi ve iktidar ilişkilerine kafa patlatırken ortaya çıktı diyebilirim tam olarak. Söylemek istediğim şey şuydu: gemi gitmiyorsa biz ona gemi diyemeyiz, deniz artık bitmiştir orada. Peki kaptanla ne yapacağız? İşlevini, otoritesini kaybetmiş bir hiyerarşi, gücünü devam ettirmek için neler yapar? Ülkemde ve birçok siyasi sistemde gördüğüm tıkanmışlıktan beslendim yazarken. Benim anlatım biçimim, hoşlandığım anlatım biçimi kör göze parmak değildir; Gişe Memuru’nda da öyle, kısa filmlerimde de, yazdıklarımda da... Hep öyleydi yani. Metaforların gücüne inanıyorum. Salyangozların ve sarmaşıkların simgelediği, anlatmaya çalıştığı bir duygu bütünlüğü var ve duygu bütünlüğü kısmında bana çok yardımcı oluyorlar. Çıkarttığında eksik kalmıyorsa ama varlığı da rahatsız etmiyorsa o zaman o dilin içerisine oturduğunu, anlatmak istediğimi de o dilin içerisinde başardığımı düşünüyorum.
Başta Nadir Sarıbacak olmak üzere oyunculuklar da öne çıkıyor filmde. Oyuncu seçimleri hangi aşamada, ne şekilde belirlendi?
Sulukule, senaryoda yer bulan alt metinlerden biri. Nadir’le 11 sene önce Gevende’nin “Çelik Çomak” klibini çekerken tanıştık. Sulukule yıkılıyordu ve biz klibi orada çekmek istiyorduk. O zamandan beri Nadir’le bir kısa, bir de uzun metrajda birlikte çalıştık. (Gişe Memuru’nda küçük bir rolde yer almıştı). Bu filmi yazarken de en başından itibaren Cenk rolü için Nadir’i düşünüyordum ve seçme yapmadan direkt dahil oldu projeye. Nadir dünya tatlısı bir adam ya hani, böyle bir rolde oynamasını istedim özellikle. Onun dışında Hakan Karsak'la çalışmayı çok istiyordum; çok sevdiğim bir insan ve oyuncu, onun da Nadir rolünde olmasını istiyordum. Yazarken biraz öyle yazıyorum galiba, karakteri kimin canlandıracağını düşündüğüm roller oluyor. Özgür Emre’nin oynadığı Alper rolü için Ekran Kolçak Köstendil’i düşünmüştüm ancak Erkan, İstanbul’da olmadığı için seçme yapamıyorduk ve bir gün Özgür geldi oynadı, “işte bu” dedim. Nadir ve Hakan dışındaki oyuncular seçmelerle belirlendi.
Cenk’in filmde “İnsan insanın yüzüne tekme vurur mu” dediği bir sahne var. Son derece fırlama ve yer yer antipatik bir karaktere sahip olsa da film boyu onun iyi bir insan olduğuna inanıyoruz. Hattâ İsmail’le yaşadığı sürtüşmelerde kendimizi ister istemez onun tarafında buluyoruz. Filmin psikolojik bir yanı da olduğundan karakterleri tüm köşeleriyle görme fırsatımız oluyor aynı zamanda. Karakterlerin oluşum süreci nasıl gerçekleşti, Cenk’i hikâyenin merkezine oturtma fikri nasıl doğdu?
Cenk'in hikâyenin merkezinde olmasının en büyük sebebi bu sisteme ilk baş kaldıran adamın o olması bir anlamda. Replikler bakımından baktığımızda güç olarak pek fazla farkı yok aslında ama Cenk'in karakteri biraz daha renkli olduğu için aklımızda kalıyor. İsmail'le Beybaba'nın ilişkisi de en az Cenk'le İsmail'in ilişkisi kadar işlenmiştir filmin içerisinde. Tabii ki Cenk'in merkezde olması baştan beri planlanan bir şeydi çünkü var olan sistemi değiştirmeye çalışan ya da "Yanlış bir şey var, bunu devam ettirmeyelim" diyen adam Cenk. "Karışmayın bana" diyor adam, benim hissettiğim şey de bu açıkçası yazarken. Karışmayın, herkes herkesi rahat bıraksın. Ben de çok fazla bu histe olduğum için hak veriyorum Cenk’e ama bir yandan İsmail’e de hak veriyorum. İsmail yazarken en çok düşündüğüm karakterlerden biriydi çünkü korkunun kendisi esasında ve insana dair çok şey söylüyor. Cenk’i siz çok iyi görüyorsunuz çünkü esasında İsmail de çok iyi oynuyor, çok güzel pas veriyor. Cenk'i oynamak tabii ki çok zor ama orada İsmail de, Özgür Emre de, Hakan Karsak da, hepsi görevlerini çok iyi yerine getiriyor. Ben bu filmi kısaltamam daha fazla çünkü bir hikâye eksik kalırsa bir başka hikâyenin eksik kalmasına sebep olur; bir ilişkiler ağı nihayetinde. Herkesin performansı birbirine yardım eder nitelikteydi ve en keyiflisi de oydu yönetmen olarak.
Kürt her ne kadar film boyu herkese yabancı kalıp etkisizmiş gibi görünse de ortadan kaybolması tüm karakterlerin taşmasına sebep oldu. Film boyu süren sessizliğinin sebebi neydi?
En büyük etkisi karakterler üzerinde olanı. Ortadan kaybolduğu zaman çok tehlikeli oluyor. Nereden çıkacağı belli değil, çok güçlü ve konuşursa ne diyeceği belli değil. Bir şekilde ortadan kayboluyor ve onun gücü de o oluyor. Sessizliğinin sebebi de denklemin bir parçası olmak istememesiyle ilgili büyük ihtimalle.
Filmin oluşum aşamasında bir destekleme fonundan da destek almıştınız Kültür Bakanlığı'nın yanında. Türkiye’de sinema fon ve destekleri yetersiz mi sizce?
Türkiye bu konuda tabii yetersiz. Büyük bir sorun bu ama çok daha önemli sorun filmin seyirciyle buluşması. Sadece Kültür Bakanlığı’nın destek verdiği, başka herhangi bir yerden destek alamadığımız bir fonlama sistemi içerisindeyiz. Mesela ben bu filmi televizyona satamıyorum. Küfürlü ve tehlikeli bulunuyor. Vizyona kaç kopyayla girecek, ne kadar vizyonda kalacak bilmiyorum. Türkiye’de Kültür Bakanlığı’nın dışında farklı destekleme fonlarının da yaratılması gerekiyor. Sansürle mücadele konusunda da çok elzem bir konu bu bence. Amerika'ya baktığın zaman hiç böyle bir durum yok ama ortada acayip bir seyirci ve televizyon var. Onlar mesela filmin ön satışını yapmaya çalışıyorlar. Avrupa'ya baktığın zaman Almanya'da ve Fransa'da güzel fonlama sistemleri var. Dolayısıyla Türkiye sineması fonlaması dediğimiz zaman yalnızca yerel fonlamadan bahsetmemiz anlamsız oluyor. Ama seyircinin filme ilgisi her şeyden daha önemli. Ne yaparsan yap, filmini 8 bin kişi izlerse bu sorunu aşamazsın.
İlk iki uzun metrajınıza bakarsak takibi ve seyri de keyifli filmler aslında...
Takip edebileceğin, içinde kalabileceğin filmler diyorsan eğer, benim amacım bu. Ben yönetmenim. Bir hikâye anlatıcısı olarak dünyanın en derin konusunu da anlatayım, karşımdaki uyuyorsa bir önemi yok. Bana göre festival filmi, gişe filmi algısından ziyade sıkıcı ve sıkıcı olmayan film vardır. Gişe Memuru’nun takip isteyen temposu yüzünden filmi üçüncü dördüncü kez izlediklerinde çok daha fazla keyif aldığını söyleyen insanlar var. Sarmaşık’la ilgili de aynı şeyleri duyuyorum ve amacım bu. Bizim eleştirmenlerimiz izlemesi kolay bir film yapıldığında iletilmesi planlanan birçok detayı gözden kaçırıyorlar. Burayla ilgili eleştirmem gereken noktalardan biri de bu; çok şeyi gözden kaçırıyoruz. Nuri Bilge "Bu filmi izlemeye başladığım andan son âna kadar acaba ne yapacak demedim, sadece filmi izledim ve bu bana çok ender oluyor" dedi mesela. Bu benim amacım, baştan sona seni alıp bir yere bırakmak.. Hikâye anlatıcısıyım ben; sen uyursan ne anlatacağım?
Sarmaşık’tan sonra sırada ne var? Hazırlığını sürdürdüğünüz bir senaryo var mı?
Şu an yazdığım bir senaryo var, ne durumda olduğunu tam olarak bilmiyorum açıkçası. Yazdığım zaman keyif almıştım, heyecanlıyım galiba onunla ilgili. Heyecanlı olduktan sonraki "Bu ne acaba” dediğim dönemdeyim. Üç senedir yazıyorum bu senaryoyu. İlgilenen ülkeler var ama şu an Kültür Bakanlığı yok. Kültür Bakanlığı olmazsa ne yapacağız?

0 notes
Text
Hayatın karşılaşmaya çekindiğimiz köşesinden: Mustang (Bant Mag. Röp #3)
Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan, ardından Saraybosna Film Festivali’nden en iyi film ve kadın oyuncu ödüllerini toplayan ve şimdi de Fransa’nın Oscar adayı olan Mustang’in, Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday olan ilk Türkçe film olması epey olası.

Deniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metrajlı filmi Mustang, şu sıralar sinema dünyasının, en azından bizim şahit olduğumuz kısmının en çok konuşulan olayı. Hayatın karşılaşmaya çekindiğimiz bir köşesinde duran beş kız kardeşin bol çetrefilli ancak her şeye rağmen asi hayat hikâyelerine odaklanan film bu ilgiyi çokça hak ediyor üstelik. Cannes’da Quinzaine des Réalisateurs seçkisinde gösterilen ve adını ilk olarak bu gösterimdeki beğenisiyle duyuran film, şimdiye kadar yalnızca Fransa’da yarım milyon kişi tarafından izlendi bile. Katıldığı hemen her festivalden ödülle dönen ve son olarak Fransa’nın Yabancı Dilde En İyi Film Oscar adayı olan Mustang, 23 Ekim’de Türkiye’de vizyona giriyor. Biz de bu bahaneyle filme dair merak ettiklerimizi yönetmen Deniz Gamze Ergüven’e sorduk.
Mustang, en küçük kız kardeş Lale’nin anlatımıyla başlayıp, biraz olsun diğer kardeşlerden sıyrılarak onun kurtuluş hikâyesine dönüşüyor. Diğer kardeşler kendilerine dayatılanlar karşısında daha çaresizken, Lale’nin film boyu başkaldıran tavrını koruması, asi ruhu tek başına üstlenmesi kardeşlerin içinde en küçüğü olup, olay örgüsünde sıranın en son ona gelecek olmasıyla mı ilgili?
Mustang beş kız kardeşi aynı anda sahneleyen bir film. Bu beş kızı hep tek bir karakter, beş kafalı, on bacaklı, on kollu bir Hidra gibi düşündüm ve filmi bu fikirle çektik. Hikâyeden her bir kız çıktığında karakterimizin bir parçası kopuyor gibi. Ve Lale, ablalarının yaşadıklarına tanık olduğu için, onların kendilerini çaresiz buldukları durumları tekrarlamamak için elinden geleni yapıyor.
Bugüne dek toplumsal baskı ve onun getirdiklerini işleyen birçok film izledik fakat Mustangincelikli analiziyle çok daha aykırı bir yerde duruyor. Tıpkı içindeki karakterler gibi. Ve filmi izledikten sonra uzun bir süre senaryonun yarattığı atmosferden kurtulmak mümkün olmuyor. En az aykırılığı kadar sahici çünkü. Hikâyeyi bu kadar içselleştirmeyi nasıl başardınız?
Tıpkı Lale gibi, büyük bir kadın ve kız topluluğundan oluşan bir ailenin en küçüğüyüm. Kızların oğlanların omuzlarına çıkarak yol açtıkları küçük skandal, boy sırasına göre dayak yemeleri, gördüğüm veya yaşadığım durumlar. Küçük skandalı örnek alırsak, kendimi aynı durumda bulduğumda “Şuran bir erkeğin şurasına dokundu da, bilmem ne oldu” dendiğinde utandım ve gıkımı çıkarmadım. Filmde kızlardan biri ise evin sandalyelerini kırıp, “Bu sandalyeler de kıçımıza değdi, iğrenç değil mi?” diye isyan ediyor ve ona yapılan suçlamanın saçma mantığıyla karşılık veriyor. Kahramanlık, benim için bu! Filmin her sahnesinin temel taşları sahici olsa da, Mustang olağandışı karakterler, diyaloglar ve durumlar sahneleyen bir kurgudur. Film mitolojik ve masalsı motiflerle yoğrulduğu gibi, dramaturjisinden dekoruna kadar tüm estetik seçenekler natüralizmden uzak.
Filmde beş genç kadını da birer kurban rolünde izliyoruz ancak bu beş kadının güçlü karakterleri salt mağduriyetle karşılaşmamıza izin vermiyor. Onları karakterlerinin hüzünlü atmosferinden uzaklaştırma fikri nasıl doğdu?
Kızları hep azim ve zekâ figürleri gibi gördüm. En karanlık durumlarda cesaret ve mizah gösterebilmeleri çok önemliydi ve filmin ışığına kadar her elemanı bu durumu yansıtıyor.

Mustang, Türkiye’de üstü kapatılmaya çalışılsa da hâlâ yaşanmakta olan birçok olaya ışık tutuyor, Selma’nın gerdek gecesi yaşadıkları örneğin çoğunlukla kırsal kesimde hemen her genç kadının bugün bile yaşamak zorunda kaldığı bir durum. Film birçok ülkede ilgiyle karşılanırken, Türkiye seyircisinin tepkisini de merak ediyorsunuzdur sanırım. Olaylara yaklaşım gerçekçiliği herhangi bir rahatsızlık uyandırır mı sizce?
Önemli bir miras taşıyan, çok güzel bir ülkeye sahibiz. Çocukluğumdan beri Türkiye’nin çok hızlı bir şekilde gelişmesine tanık oldum. Tanıdığım diğer ülkelere göre, Türkiye hep büyük bir dinamizm ve hareket içerisinde oldu, ilerliyoruz. Kritik düşünce illa bir antagonizm değil, bizi ilerleten dinamizmin bir parçası ve sadece entelektüellere ya da sanatçılara değil de, her vatandaşa düşen bir görev. İnsan olarak en temel sorumluluklarımız düşünmek, sorgulamak, dürüst bir şekilde gerçeklerle yüzleşmek. Problemlerimizin üstünü örtmek yapıcı bir davranış değil, tam tersi. Bir sinemacı olarak insanî deneyimlerimizin her köşesine ışık tutabilmeliyim. Gerdek gecesi kanamadıkları için apar topar yataklarından çıkarılıp (gelinliklerine gelişigüzel sarılıp paketlenmiş şekilde) acil servise getirilen gelinler, onlara düğün kıyafetleriyle hastanede eşlik eden heyetler, günümüzde rastlayabileceğimiz gerçek durumlardır. Hattâ çok olağandışı da değildirler. Ankara’daki bir devlet hastanesinde çalışan kadın hastalıkları uzmanı bir doktor, evliliklerin yoğunlaştığı ilkbahar ve yaz mevsimlerinde, bana bu gibi durumlarla 40-50 kez karşılaştıklarını anlattı. Selma’nın gerdek gecesinde yaşadığı olağanüstü sahneler de böyle gerçekçi bir çerçeveye oturtularak yazıldı.
Filmde kadın karakterlerin mahalle baskısını en az erkek karakterler kadar, hattâ bazen daha fazla baskın olarak hissediyoruz, yer yer karşılaştığımız alt metinlerde de geçerli bu durum. Özellikle tercih ettiğiniz bir yönelim miydi bu yoksa senaryo akışında kendiliğinden mi gelişti?
Toplumumuzun temeline işlemiş ataerkil değerlerini, davranışlarını kadın olarak biz de yudumlayıp, sorgulamadan tekrarlayabiliyoruz. Film de bunun bir yankısını taşıyor.
Mustang ülkemizde bu ay vizyona girse de, Fransa’da çoktan 450 bin bilete ulaştı ve onun öncesinde başta Cannes olmak üzere birçok önemli festivalde gösterilerek ciddi bir beğeni ve coşkuyla karşılandı. Peki bu festivallerde sizin dikkatinizi çeken filmler hangileri oldu, dünya sinemasında takip ettiğiniz sinemacılar kimler?
Aynı jenerasyonda, en büyük kardeşlik duygusunu hissettiğim yönetmenler László Nemes (Son of Saul; çok önemli bir film) ve Alice Winocour (Maryland). Emin Alper’in Abluka filmini çok merak ediyorum ve ilk fırsatta görmeyi umuyorum.
Filmin senaryosu oluştuktan sonra çekimler ve sonrası ne kadar vaktinizi aldı, filme destek fonu edinme süreci sıkıntılı mıydı?
Senaryoyu 2012 yazı boyunca yazmıştım, çekimi 2014 yazı boyunca gerçekleştirdik. Destek fonu edinme süreci nispeten uzun ve sakin bir dönemdi. Ondan sonrası işler karıştı. Çekime haftalar kala gelişmeler dramatik bir hâl aldı. İlk prodüktör gemiyi çekimin başlamasına üç hafta kala terk etme kararı aldı. Bu aşamada projenin dağılmaması için çok fazla mücadele etmem gerekti. Fransız prodüktör Charles Gillibert filmi çok kısa sürede sahiplendi. O günden itibaren birkaç hafta içinde filmi tekrar rayına oturttuk. Sürekli aşılması imkânsız gibi görünen engelleri aşarak ilerledik. Film, ateş üzerimde ilerliyor gibiydi, bu durum da paradoksal bir şekilde bize daha da güç veriyordu. Bu tür engelleri aşma kapasitemiz bizi daha da coşturmaya başladı. Sonuçta filmin etrafındaki bütün bu kargaşa ekrana yansımadı, hatta tam tersineMustang’in sağlam bir görüntüsü var.
Mustang’in festival ve vizyon yolculuğu uzun bir süre daha devam edecek gibi görünüyor, en son Saraybosna’da En İyi Film ve En İyi Kadın Oyuncu (filmin beş kadın oyuncusu da) ödüllerini alması ve vizyon takvimine Kuzey Amerika’nın da eklenecek olması bunu gösteriyor. Peki Mustang’den sonra neler olacak?
Sinema tabii ki evrensel bir dil. Fakat bizim Karadeniz’in bir köyünde, Türkçe çektiğimiz bir filmden çok Amerikan sinemasının dünyayı gezmesi fikrine alışığım. Şu an Mustang’i çocuğummuş gibi elinden tuttum ve dünyanın dört köşesinde attığı adımlarında yanında yürüyorum. Aynı zamanda Alice Winocour’la yeni bir senaryo üzerinde çalışıyoruz ve Mustang, Fransa’nın Oscar adayı seçildi. Benim dili Türkçe olan ilk filmimin seçilmesi hem çok radikal, hem çok modern bir hareket. Bunun beni duygulandıran bir onur olduğu kadar, büyük bir mesuliyet olduğunu ölçüyorum ve Fransa’nın bana verdiği güvene ve göreve layık olabilmek için elimden geleni yapacağım.
0 notes
Text
Mert Fırat ve İlksen Başarır ile: Bir Varmış Bir Yokmuş üzerine (Bant Mag. Röp #2)
Başka Dilde Aşk’tan bu yana beraber ürettikleri işlerle Türkiye sinemasının dikkat çeken isimlerinden olan yönetmen İlksen Başarır ve oyuncu/senarist Mert Fırat’la bir araya geldik ve bu ay gösterime giren son filmleri Bir Varmış Bir Yokmuş’u konuştuk...

İşitme engelli Onur ve bir çağrı merkezinde çalışan Zeynep'in "konuşmadan anlaşmak" üzerine kurulu hikâyesiyle başladı her şey... Çok az salonda vizyona girse de hatırı sayılır bir gişe başarısı elde eden Başka Dilde Aşk, jenerasyonumuzun en bilinen ve beğenilen yönetmen–oyuncu ilişkisini de seyirciye sundu aynı zamanda.
Ensest meselesine sert ve dolaysız yaklaşımıyla dikkat çeken Atlıkarınca ve erkeğin şiddet diline odaklanan Erkek Tarafı Testosteron sonrası bu defa doğrudan kadın erkek ilişkisine dokunuyor İlksen Başarır ve Mert Fırat. Bir rock solisti olan Ozan ile anaokulu öğretmeni Nehir'in korkularıyla ve kendileriyle yüzleşme hikâyeleri, Bir Varmış Bir Yokmuş.
6 Mart'ta vizyona girecek olan film, fragmanı ve Bubituzak'ın yazıp Mert Fırat'ın seslendirdiği şarkılarıyla bir "aşk filmi”nden fazlası olduğunu şimdiden ortaya koymuş durumda. Biz de hem filmin ortaya çıkış sürecini anlamak hem de hikâyenin yaşadığımız hayata paralel yönlerini konuşmak üzere bir araya geldik Mert Fırat ve İlksen Başarır’la. Onlar anlattı, biz dinledik!
Mert Fırat: Buyurun hocam.
İlksen Başarır: Şarkıları siz söylediğiniz için siz de başlayabilirsiniz..
MF: Estağfurullah!
İB: Filmimizde baş karakter bir rock grubunun solisti ve film boyu karakterin beste yapma sürecinden canlı performanslarına kadar şahit oluyoruz. Filmde kullandığımız, filme yaydığımız bir "masal" teması var ve şarkılar bu temaya uygun olarak Bubituzak tarafından yazıldı. Bu yönüyle müziğin biraz daha baskın olduğu diğer filmlerden ayrılıyor.
MF: İlksen'in de söylediği gibi filmin teması "masal", Melisa'nın canlandırdığı Nehir de bir ana okulu öğretmeni ve masal anlatıcısı. Türkiye sinemasında şu sıralar "masal" teması çok etkin ama biz bu hikâyeyi iki yıl önce yazdık. Kızın bir anaokulu öğretmeni olması ve masal anlatması; benim canlandırdığım karakterin ikinci albümünün temasının masal üzerine olması ikisinin kesişmesine sebep oluyor ancak ikisi de masala farklı yönlerden bakıyor. Nehir masalları iyileştirici özellikte bulurken, Ozan masalı daha vahşi bir şey olarak görüyor: "Hayat aslında sizin düşündüğünüz kadar yumuşak ve güzel değil; olabildiğine sert ve acı verici."
İB: Sonunda masal Nehir'in de söylediği gibi karakterleri iyileştiriyor mu bilmiyoruz ama, orası muamma…
“Özellikle hayata dokunma gibi bir çabamız da yok aslında!”
MF: Film bir terk edilme ya da iyileştirme hikâyesi değil. Sokaktan geçen adamla, barı işleten kişiyi ya da köşede simit satan adamı buluşturabilecek gerçekliğe sahip, teması öyle. Hattâ filmi izleyen insanların "Birebir replikler, ne kadar gerçek, ne kadar doğal diyaloglar" demesinin sebebi bu sanırım. Biz fena diyalog yazmıyoruz, İlksen gerçekten bu konuda çok iyi.
İB: Bakalım, göreceğiz!
MF: Ama olay iyi diyalog yazmakta değil bence, olay herkesi yakalayan bir durum bulmakta. Söylediğim gibi bir banka memuruyla simit satan adamın arasında da yaşanabilir.
İB: Çiftin arasındaki meseleler çok günlük konular, hepimizin her gün yaşadığı çatışmalar... Biz anlatım tarzıyla bunu biraz daha farklı hâle getiriyoruz yalnızca.
MF: "Sinema nasıl yapılmalı ya da bir senaryo nasıl yazılmalı" konusunda ikimiz de şu anlamda muhafazakârız: bunun bir yöntemi yok, bu konuda çok tutucuyuz. Yani aslında muhafazakâr değiliz! Çünkü bir şeyin tek bir yöntemi olamaz.
İB: Özellikle hayata dokunma gibi bir çabamız da yok aslında! Senaryo yazarken birkaç tane hikâye oluyor aklımızda ve o anda hangisini en hızlı şekilde geliştirip, çalışmaya müsaitsek onu önümüze alıp, onun üzerinden yürüyoruz. Bir aşk hikâyesi yazmak istiyorduk biz, senaryonun ilk adı Tersine Aşk’tı ve bambaşka bir şekilde başlamıştı. Filmler biraz da yazıldıkça şekillendiği için şimdi baktığımızda bambaşka bir film var karşımızda ancak başlangıçta anlatmak istediğimiz o temel duygu aynı.
MF: Kendi yöntemini öneriyor aslında. Mesela filmin içinde göreceğiniz video kısımlarını biz daha farklı bir şekilde hayal etmiştik, filmi çekerken yeni bir şey düşündük ve bambaşka bir hâle dönüştü. Yazmakla bitmiyor hikâye, yazdıktan sonra da bir süreci var her işin...
“Çok hızlı geçen bir film, seyirciyi sıkmıyor.”
İB: Başka Dilde Aşk hariç, çektiğimiz filmler içinde en aydınlık olanı bu galiba.
MF: Başka Dilde Aşk daha karanlık!
İB: Yok, değil bence...
MF: Değil mi diyorsun?
İB: Karanlığını bilmem ama etrafımızdaki insanlara filmi izlettiriyoruz ve çok güldükleri sahneler de var filmde. Filmin karanlığını karakterden, şarkılardan ya da karakterin bir rock sanatçısı olması sebebiyle hissediyor bence insanlar.
MF: Bir de karakter depresif bir insan; neşeli olduğunu söylemek mümkün değil ancak buna rağmen karanlık bir teması olduğunu söylemek doğru olmaz. Çok hızlı geçen bir film, seyirciyi sıkmıyor.
İB: Filmdeki olayların genel olarak gece yaşandığını söyleyebiliriz ama...
MF: Daha çok gece yaşayan insanlar oldukları için çok fazla gün sahnesi yok.

"Türkiye'de her şey olabilirsin, bir tek rezil olmazsın."
İB: Filmlerimizde muhakkak bir alt metin olsun diye uğraşmıyoruz, kendiliğinden oluşan bir durum bu. Mesela bu filmi karakterleri çok sevdiğimiz için yaptık.
MF: Bizim özellikle sanat sineması yapalım diye bir kaygımız da yok zaten. Her projenin kendini anlatma tarzı olduğuna inanıyoruz. Erkek Tarafı'nda hardcore vardı mesela, erkek şiddetinin diline dokunuyordu hikâye. Son dönemlerde yaşanan şiddet vakaları ortada, filmde de artık bunun olağan hâle gelme meselesi vardı. Ancak filmi eleştiren arkadaşların yanlış yönlendirmeleri oldu ve film istediğimizden farklı bir yöne götürüldü. Bir Varmış Bir Yokmuş'ta da kadın erkek ilişkilerine ve bu ilişkideki dürüstlüğe dair bir alt metin var. Bu alt metin küçük gibi görünse de değerli bir alt metin.
İB: Bence kadın erkek ilişkilerine dair her şeyin farkındayız zaten fakat farkında olmak işimize gelmiyor. Sosyal medyayı bu yüzden çok fazla seviyorum, her şeyden çok hızlı haberimiz oluyor ve bunun tepkisini rahatlıkla doğurabiliyoruz. Bundan beş sene önce hiçbir olay karşısında bu kadar çabuk bir araya gelemezdik!
MF: Hükümeti, iktidarı, bakanı, muhalefeti sürekli maruz kaldığımız çevre şiddetin dilini hâkim kılıyorsa, kısasa kısas kültürünü ön plana çıkartıyorsa, şiddet ister istemez bu boyutta olur. Eğer bir adalet duygusunu zedeliyorsa, bu sebeple içeri giren insanların yüzde dördü yeniden çıkacağını biliyorsa ve zaten çıkıyorsa "yapılan hiçbir suç cezasız kalmaz" diye bir şey yok demektir. Murathan Mungan'ın dediği gibi; "Türkiye'de her şey olabilirsin, bir tek rezil olmazsın." Bir cinayetin haberini verirken kişinin hafifletici bütün sebeplerini sıralayan, akabinde de bundan neredeyse özür dileme boyutunda olan bir habercilik yapısıyla karşı karşıyayız. Sen "Ananı da al git" dersen, "Karı mıdır kız mıdır orasını bilmem ama" diye girersen cümleye vatandaş da benimkiler zaten arkamda der ve kadın erkek ilişkisini temel alan yüz tane film de çeksen şiddetle ilgili bu sorun çözülemez. Bizim ��ekeceğimiz filmlerin gücü yetmez.
İB: Ona derman olamaz!
“Kavga etmeden çalışmak imkânsız.”
MF: Kadın erkek ilişkisini yalnızca kadın erkek ilişkisi olarak indirgemememiz lâzım aslında. Hayat duruşunu belirleyen şeyler bunlar. İnsanın bir başkasına nasıl davrandığı, kendisini nasıl ifade ettiği çok önemli. Bizde sanatçı kişiliği ve normal hayattaki kişilik birbirinden ayrı düşünülüyor ve bu bana şizofrenik bir durum gibi geliyor. Bunları ayrı ayrı değerlendirmemek gerekiyor.
İB: Mert’le ortak projede yer almak benim çalışmam açısından çok büyük bir avantaj. Beraber çalışmak çok zor bir şey ve birbirimizin çalışma sistemine alışmışken, başka bir kişiyle ben baştan başlayamam. Tabii ki çalışırım ama bu konfordan da vazgeçmek istemem.
MF: Ama yapıyoruz tabii..
İB: Biz sürekli kavga ederiz bir proje üzerinde çalışırken mesela, kavga etmeden çalışmak imkânsız. Kendi fikrini sonuna kadar savunuyorsun, sonunda ya karşı fikri kabul ediyorsun ya da kendi fikrini kabul ettiriyorsun, bu güzel bir şey. Bu bir dezavantaj olarak bana hiçbir zaman dönmez ama yaza çekmek istediğimiz bir film var mesela, Mert onda yok!
MF: Belki küçük bir rol çıkar hocam!
İB: Belki de...
“Sette çekim yaparken yardımcı oyuncular ikinci çalışta ezberlediler şarkıları…”
MF: Bubituzak’la birlikte hep planladığımız bir şeydi önden şarkıları yazma meselesi ve filmden önce şarkıları söyleyeceğimiz bir lansman gecesi düzenledik.
İB: Biz ses bandının çıkışını biraz daha erken düşünüyorduk, sonra o programdan vazgeçtik. Filmin vizyona girdiği gün çıkacak ses bandı ve filmden önce albümle ilgili bir lansman yapacağız kendi aramızda. Çekimlerde herkes çok yoruldu ve böylelikle biraz olsun bu yorgunluk sonrası hep beraber eğlenmiş olacağız. Fragman dışında şarkılar henüz duyulmamışken bile oldukça olumlu tepkiler aldık şimdiden..
MF: Daha da fazla ön plana çıkacak galiba.
İB: Çünkü şarkılar çok iyi oldu.
MF: Çok iyi, çok memnunuz bu durumdan.
İB: Sette çekim yaparken yardımcı oyuncular ikinci çalışta ezberlediler şarkıları, hattâ çekimde "Bu şarkıları şu an ilk defa duyuyorsunuz, siz söylemeyin" şeklinde müdahale etmek zorunda kaldık.
“Bu filme yalnızca bir aşk filmi demek her iki karaktere de haksızlık olur.”
İB: Bir filmin hangi sınıfa girdiğini filmi izleyen insanlar karar veriyor. Biz baştan oturup belli kategorileri esas alarak bir proje oluşturmuyoruz, bunu hesaplamıyoruz. Whiplash bir gişe filmi değil bence ama çok iyi gişesi var, bizim filmin de iyi bir gişe yapmasını ve çok seyredilmesini isterim.
MF: Film en temelde korkularından kaçan ve kendileriyle yüzleşememiş iki karakterin hikâyesi ve buna yalnızca bir aşk filmi demek her iki karaktere de haksızlık olur. Fragmana baktığımda, dönen hikâyeye baktığımda, şu anda sinemalardan gelen talebe baktığımda ben şimdiye kadar yaptığımız filmlerin gişesinin toplamını geçmesini bekliyorum!
İB: Bana da öyle geliyor... Film senaryoda düşündüğümüzden çok daha iyi oldu. Melisa'nın olması da çok iyi oldu. Mert ve Melisa hem çok iyi oynadılar hem de çok iyi bir uyum yakaladılar. Perdede çok iyi bir çift göreceğiz!
0 notes
Text
Erzincan dağlarında bir medea: Nesrin Cavadzade (Bant Mag. Röp #1)
Altın Portakal Film Festivali’nde kazandığı En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ve geçtiğimiz yıl rol aldığı üç filmle son dönemde adından çokça söz ettiren Nesrin Cavadzade ile hem yakında vizyona girecek Kutluğ Ataman imzalı yeni filmi Kuzu, hem de gelecek planları hakkında konuşmak üzere buluştuk. Oyunculuktaki yeteneği hakkında sinema sektörünün ağız birliği ettiği Cavadzade, hem başarılı hem de belli bir duruş sahibi olunabileceğini de kanıtladı bugüne kadarki kariyeriyle. Söz konusu filmler ve Türkiye’de oyunculuk yapmak olunca, söz ister istemez bu topraklar üzerinde kadın olmaya geldi.
Kuzu ile başlayalım. Film, tanıtımlarda “Yılın En İyi Türk Filmi” diye duyuruluyor. Bu iddialı cümle seyirci beklentisi açısından bir dezavantaj oluşturmuyor mu? Kuzu’nun Antalya’dan En İyi Film ödülü almasıyla birlikte oluşan bir cümle bu. Türkiye’de maalesef ortalama izleyicide, “Bu bir festival filmi, kesin sıkıcıdır” önyargısı var. Hâlbuki Kuzu’nun seyirciyle temasıyla birlikte inanılmaz bir şey oldu. Biz ilk defa Berlin’de seyirciye sunduk filmi, 2 bin kişilik devasa bir salonda izledik ve orada da çok beğenildi, ayakta alkışlandı; fakat Antalya’da defalarca kahkahalarla, alkışlarla kesildi film. Ben hayatımda ilk defa böyle bir şey yaşadım ve sanki eski açık hava sinemalarındaymışız gibi hissettim. O tepkilerden yola çıkarak tahmin ediyorum ki Kuzu’nun kasvetli bir film olduğuna dair algı kulaktan kulağa yorumlarla çok dağılacak. Tanıtımlardaki o cümle de bu algıyı kırmaya yönelik sanırım.
Anadolu hikâyelerinde kadın karakterlerin ürkek hâllerine alışkınız; fakat Medine herkese kafa tutan, güçlü bir kadın… Siz hangi aşamada Medine olmaya karar verdiniz? Senaryoyu okur okumaz! Hem senaryonun kendisi, edebi gücü, hem de Medine karakteri çarptı beni. Okur okumaz çok etkilendim, çünkü böyle kadın karakterler çok fazla yazılmıyor… Bir erkek karaktere bağımlı olmayan, bütün köye meydan okuyabilecek kadar güçlü bir kadın Medine. Bu anlamda, daha önce yine çok severek oynadığım Cemal Şan’ın Dilber’ini hatırlatıyor. Ama Medine biraz daha deli. Dilber daha çok duygularıyla hareket eden bir kadındı; Medine ise daha mantıklı ve kurnazca hareket ediyor. Aslında ben anne rollerinden hâlâ biraz uzak durmaya çalışıyorum ama bu rolde hiç tereddüt etmedim.
Karakterin hedefi oğluna bir sünnet düğünü yapabilmek ve bu düğünün görkemiyle statü atlamayı istiyor. Siz bu tür statülere çok da prim tanımayan bir dünya görüşünün içinden geliyorsunuz. Durduğunuz noktadan Medine’ye bakmak zor olmadı mı? Ben bu filmi bir maske düşürme hikâyesi olarak görüyorum. Köyün en fakir ailesinin hanımı Medine, 27 yaşında bir kadın, iki çocuğu var… Beş yaşındaki oğluna sünnet düğünü yapmak ve “en fakir aile” sıfatından kurtularak statü atlamak, saygınlık kazanmak istiyor. Bunlar hiçbirimize yabancı duygular değil. İstersen dağın tepesinde yaşa, istersen bir metropolde, herkes saygı görmek ister. Medine de bu hedefe ulaşmak için sezgileriyle hareket ediyor. Onun ruh hâlini çok iyi anlayabiliyorum.
Kutluğ Ataman ile siyasî duruşunuz Gezi olayları döneminde çok keskin bir şekilde ayrıldı. Siz aktif bir şekilde direnişe destek olurken, Kutluğ Ataman karşıt bir noktada durdu. Bu aranızda bir sorun yaratmadı mı? Senaryoyu okuduğum, filme başladığımız esnada henüz Gezi olayları yaşanmamıştı ve ben doğal olarak Kutluğ’un o sırada nasıl bir tavır içinde olacağını bilmiyordum. Kendisini Twitter’dan takip ediyordum, bütün filmlerini, video çalışmalarını biliyordum ama politik anlamda benden bu kadar uzak bir noktada durabileceğini hayal etmemiştim. Bu anlamda film çekildikten sonra tereddüt ettiğim oldu ama şu açıdan vicdanım çok rahat: Kuzu çok güzel bir film, Medine mükemmel yazılmış bir karakter ve Kutluğ’un politik fikirleriyle ortaya çıkan filmi birbirinden ayrı ayrı değerlendirebiliyorum. Benim düşüncelerim beni, bir başkasının düşünceleri de kendisini ilgilendirir ve bu açıdan ikimiz için de çok profesyonel, aynı zamanda medeni bir süreç oldu. Bizim zaten en önemli toplumsal sorunlarımızdan biri, bu kutuplaşmış ortamda farklı şeyler düşündüklerimizle yan yana gelebileceğimiz zemini kaybetmiş olmamız. Ben, karşımdakiyle aynı doğrultuda düşünmesem de onunla aynı projede ve yer alabileceğim bir alanı yaratma çabasının değerli olduğuna inanıyorum. Ayrıca filmin bütün bunlarla hiçbir ilgisi yok. Mesela Medine karakteri muhafazakârların kolayca alıp bağırlarına basabileceği bir karakter değil; hattâ onların hiç hoşlanmayacakları bir kadın.
Buna rağmen Kuzu’ya Kutluğ Ataman sebebiyle önyargıyla yaklaşacak bir kesim muhakkak olacaktır. Bu kaygı Antalya’da vardı, filmin bu açıdan nasıl karşılanacağı merak ediliyordu. Ama hem seyirci hem de jüri filme büyük bir sıcakkanlılıkla yaklaştı. Bu sene jüri çok farklı kesimden insanlardan oluşuyordu ve yine de Kuzu’ya En İyi Film ödülü verildi. Bu da filmin iyi ve hikâyenin güzel olmasının göz ardı edilmediğini gösteriyor. Film kendi ayakları üzerinde duruyor ve söylemesi gerekeni söylüyor; insanlar da Kuzu’nun değerini bunlara bakarak değerlendiriyor. Önemli olan da bu.
Ekrandaki projelerde bazı karakterlerin karikatürize edilmesinden rahatsız olduğunuzu biliyorum. Herhangi bir dizide, mesela sahici bir lezbiyen kadın izleyebilecek miyiz sizce? Keşke buna dair umutlu bir şey söyleyebilsem ama Türkiye bu anlamda giderek daha tutucu bir yer oluyor. Atıf Yılmaz’ın kadın karakterlerini hatırlayın mesela. Bugün artık böyle kadın rolleri yazılmıyor sinemada. Geçen gün Ahmet Hakan bir köşe yazısında Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştiriyordu. Biliyorsunuz, “Erkek gibi konuş, çık erkek gibi anlat!” benzeri cümleleri pek sık duyarız politikacıların ağzından. Ana muhalefet partisinin başkanı da böyle bir cümle kurunca, “Bari sen yapma Kemal Kılıçdaroğlu” diyordu Ahmet Hakan yazısında. Özetle, bu kadar ataerkil, bu kadar homofobik bir ülkede farklı cinsel yönelimlere ne derece kucak açılır, bilemiyorum. Bırakın televizyonu, sinemada bile karikatürize edilmeden ne kadar değiniliyor ki? Keşke “Evet yapılabilecek, biz bu sorunlarla yüzleşiyoruz, demokratlaşıyoruz, ifade özgürlüğü gittikçe yerleşiyor” diyebilsem…

Fotoğraf: Muhsin Akgün
Sizin de dâhil olduğunuz bir grup oyuncunun canlandırdıkları rol için Kürtçe öğrenmeleri de konuşuldu geçenlerde; hattâ Vildan Atasever “Aborijin dili öğrensem bu kadar tuhaf karşılanmazdı!” dedi. Bu meselenin haber değerinin olması çok tuhaf değil mi? Bu da bir tabuydu çok yakın zamana kadar. Çok eleştirdiğimiz iktidar bu tabunun yıkılmasında büyük bir rol oynadı aslında; aldı ve bir noktaya kadar getirdi. Barış süreci nasıl yürüyecek, nasıl sonlanacak, bunu henüz öngöremiyoruz ama şu an geldiğimiz nokta çok kıymetli. Hiçbir gencin Türk-Kürt çatışmasında ölmediği bir Anadolu her şeyden daha önemli. Sürecin bu noktada olması tamamen iktidarın başarısı değil elbette, Kürt halkının inadı çok önemliydi. Mesela Erol Mintaş, Annemin Şarkısı’nı baştan sona Kürtçe çekerek bu inadın sinemadaki bir temsilini sundu bize. Vildan’ın söylediğine de katılıyorum ve bu anlamda Gezi’nin ciddi bir kırılma noktası olduğunu düşünüyorum. Biz medyanın ne kadar içi boş ve yalan üreten bir makine olduğunu gördük ve Batı’dakiler ilk defa, “Biz burada ölüyorken bunlar penguenlerle ilgili haber yapıyorsa, demek ki 30 yıldır Doğu’da neler olup bitti de neler seyrettirdiler bize” dediler nihayet.
Kuzu yakında vizyona giriyor ve Şubat’ta da Son Mektup. Sizin için yakın gelecekte daha çok sinema mı var, yoksa ekrana dönüş söz konusu mu? İstediğim daha çok sinema tabiî ki. Ben senede ortalama iki film yapan bir oyuncuyum. Eğer senede iki-üç film yapabilecek durumda olursam herhalde televizyonu çok aramam. Ama Türkiye şartlarında televizyona otomatikman hayır demek de pek mümkün değil. Projenin beni heyecanlandırması çok önemli. Mesela Ağır Roman: Yeni Dünya bugüne kadar bittiğine üzüldüğüm tek projedir, çünkü Kara Leyla beni çok çarpan, çok emek verdiğim bir karakterdi. Ben her zaman senaryoya, kahramana ve kendimi orada görüp göremeyeceğime bakıyorum. Bunun dışındaki meseleler çok da önemli değil.
0 notes
Text
Kimseyi sevilmekten dışlamayan aşk: Call Me by Your Name
“Her şey akıp gider” sözü, her şey değiştiği için aynı şeylerle bir kez daha karşılaşmayacağız anlamında değil, bazı şeylerin ancak değişerek aynı kalacağı anlamındadır.

André Aciman’ın aynı adlı romanının uyarlaması olan Call Me by Your Name özünde tıpkı yukarıdaki cümlenin söylediği gibi akıp giden zaman, hisler ve açığa alınmış duyguların gücüyle ve biraz da bunlara rağmen değişerek kendini bulma hikâyesi.
İlk Türkçe baskısı 2009’da Süha Sertabiboğlu çevirisiyle Sel Yayınları’ndan basılan Call Me by Your Name, 17 yaşındaki Elio’nun perspektifinden hemen her fikirde farklı bir ses uyandıran “aşk”ı tanıma ve tanıyarak anlamlandırma hâlini bir mevsime sığdırarak anlatıyor aslında. Onu değiştiren, hislerini farklılaştıran ve bu yönüyle kendisini tanımasına da sebep olan Oliver ile elbette.
1983 yazında, Kuzey İtalya’da geçen film Elio’nun felsefe profesörü olan babasının yüksek lisans öğrencisi Oliver’ın yazlık evlerine gelmesiyle başlıyor. Yalnız sekiz haftalık bir öğrenme sürecinden geçecek olan Oliver, daha ilk temasta ailenin her ferdiyle özel bir bağ kuruyor; bilhassa Elio ile. Oliver’ın evlerine gelişiyle beraber daha önce karşılaşmadığı duyguları tanıyan Elio farkında olmadan hayatının en zor ve en önemli dönemini aynı anda yaşamaya başlıyor bu tanışıklıkla.
Oliver’ın babasıyla olan iletişiminin yanında, kendiyle de daha öncekilerden farklı bir yakınlık kurması, baş başa geçirdikleri zamanlar onu duygularıyla yüzleşme hâline ikna ederken, bir yanıyla da yakın geleceğin olası sesleri sebebiyle rahatsızlık ve hissettiklerini susturma isteği uyandırıyor. Bu da zaman zaman Oliver’dan uzaklaşmasına yahut fevri ruh hâllerine saklanmasına sabep olabiliyor. Ancak geçen zamanla beraber aralarında büyüyen duygu, elektrik, gerginlik ve adını koyamadığı pek çok şey Elio’yu ölmektense söylemeye itiyor ve her iki karakter daha önce bilmedikleri bir hisle aynı anda tanışıyor. Her ikisi de karşı cinsle duygusal ve cinsel birliktelik yaşasa da, birbirleriyle karşılaştıklarında duydukları tutku onları cinsel eğilimlerinden uzaklaştırarak kişisel bir evrilmeye sürüklüyor ve ikisi de ancak bu hatıranın yaşattığı değişimle aynı kalabiliyor.
“Biz iki aşık birlikte kaçmıştık , elimizde ayrı yönlere dönüş biletlerimizle..”


Daha önce Io sono l’amore ve A Bigger Splash ile tanıdığımız yönetmen Luca Guadagnino ve senaryoyu yazan James Ivory kitaptaki tutkulu ruhu filmin her anına yansıtıyor ve Sayombhu Mukdeeprom’ın görüntü yönetimiyle desteklenen bu ruh bizi anlatılan hikâyenin gerçekliğine koşulsuz inandırıyor. Özellikle öyküyü her hâliyle içselleştirdiğini hissettiren Luca Guadagnino’nun sinema dili, kullandığı planlar ve iki karakterin taşıdığı duygusal gerginliği perdeye yansıtma şekli filmi şiirsel bir başyapıta dönüştürüyor. Reji, senaryo ve görüntü yönetiminin yanında; sanat yönetimi, müzikler ve oyunculuklar da olağanüstü güzellikte. Elio ve Oliver’ı canlandıran Timothée Chalamet ve Armie Hammer, kendilerine Golden Globe adaylığı da getiren rolleriyle film boyu (kusursuz rejinin de etkisiyle) muazzam portreler sunuyor. Özellikle geçtiğimiz sezonu epey verimli geçiren Timothée Chalamet Elio rolüyle adeta yıldızlaşıyor ve gelecek sezonlara dair umut vadediyor. Bu noktada baba rolünü canlandıran Michael Stuhlbarg için de bir parantez açmak yanlış olmaz sanırım. Başlangıçta her iki karakter için birleşme unsuru olsa da, Elio ile ilişkiler üzerine konuştuğu sahnenin filmin en vurucu anlarından biri olmasında fazlaca payı var.
Kitabı okuyan herkesin zihninde canlanan çoğu ikonik sahnenin uyarlamada korunması da filmin başarılı bir diğer tarafı. Okuyucuları tarafından sahiplenilmiş kitapların uyarlamaları sinemada genel bir tatminsizlik hissi yaratsa da, Luca Guadagnino James Ivory’den aldığı destekle metni çok iyi kullanarak bunu avantaj hâline getirmiş.
İlk kez gösterildiği Sundance’den bu yana yılın favorisi ilan edilen, hatta çoğu sinemacıya göre türünün en iyi örneklerinden biri olarak görülen Call Me by Your Name işte bu incelikli kuşatmalar sayesinde kendisine verilen unvanların tamamını hak ediyor. Geçtiğimiz yıl Filmekimi’nde gösterilen Call Me by Your Name ne yazık ki Türkiye’de vizyon şansı bulamamıştı fakat ödül sezonunda adından sıkça söz ettirmesinin bir sonucu olacak ki 23 Şubat’ta Başka Sinema ile birkaç salonda daha gösterime giriyor. Filmin henüz açıklanmayan Oscar adaylıklarına rağmen, pek çok kategori için favori olacağı ise aşikâr ama her şeyden önce yaşattığı seyir zevki için mutlaka görülmesi gerekiyor.
1 note
·
View note
Text
236 kelimeyle The Shape of Water
Hayat planlarımızın karaya oturmasından başka bir şey değildir.

Guillermo del Toro’nun soğuk savaş dönemindeki bir takım fantastik olayları anlattığı yeni filmi The Shape of Water’ı tek cümleyle özetlemek istesem, o da filmde yer alan yukarıdaki cümle olurdu. Film hikâyesi ve yönetmeninin geçmiş referanslarıyla proje aşamasında heyecan yaratsa da, perdede maalesef bunu başaramıyor.
Bir deney laboratuvarında temizlik görevlisi olarak çalışan dilsiz Eliza’nın sıradan hayatı laboratuvara gelen insan-balık arası bir canlıyla değişir. Amerika ve Sovyet askerleri arasında bir savaş silahı olarak görülen ve bulunduğu tarafa ekstra güç vereceğine inanılan bu canlı Eliza’da ise daha farklı duygular uyandırır. Başlangıçta kendisine yalnız yaratığı hayatta tutmaya yönelik güç veren bu duygular zaman içinde büyür ve cinsel bir romantizme dönüşür.
Kulağa gayet hoş gelen bu hikâyenin izleyicide hayal kırıklığı yaratmasının başlıca sebebi zayıf kurgusu. Hollywood sığlığındaki anlatım dili yönetmenin hikâyeyi yeterince içselleştiremediğini hissettiriyor ve doğrudan seyir zevkini etkiliyor. Hele ki El laberinto del fauno ile benzer atmosferde harikalar yaratan bir adamın filmini izlerken..
Karakterlerin bile epey yüzeysel bırakıldığı filmde müzikler ve oyunculuklar ön plana çıkıyor. Alexandre Desplat imzalı müziklerin Retro görüntülerle bir araya gelmesi filmin en büyüleyici tarafı. Sally Hawkins (ki nihayet Oscar’a bu kadar yaklaşmışken alabilecek olmasını isterdim) ve Michael Shannon ise performanslarıyla bence çok iyi iş çıkarmışlar.
Türkiye’ye ilk kez Filmekimi ile gelen The Shape of Water Şubat’ta Oscar öncesi daha fazla salonda görülebilecek. 13 adaylığın kaçı ödüle uzanır bilinmez fakat ben hâlâ Altın Aslan hayreti içerisinde olduğumu söyleyebilirim.
7/10
4 notes
·
View notes