erenaksoyoglu
erenaksoyoglu
Eren Aksoyoğlu
72 posts
Buraya bakarlar
Don't wanna be here? Send us removal request.
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Doğu Ergil: “Kürt sorununun çözülmesi iktidar için faydalı değildi”
Profesör doktor Doğu Ergil akademide geçirdiği sürenin önemli bir bölümünde Kürtleri çalıştı. Türkiye’de siyaseti sarsan raporlar yazdı, açıklamalar yaptı. AKP’nin başlattığı çözüm süreci içerisinde pozisyon aldı. Ergil’in baktığı yerden Türkiye’yi, ülkenin Kürtlerini, Alevileri, dindar muhafazakarlarını; sıklıkla Tayyip Erdoğan’ı ve güncel politik gelişmeleri konuştuk.
Eren Aksoyoğlu: Bir süre önce hükümet bir açılım yapacağını söyledi ve Kürtler bir miktar rahatladılar. Ancak şimdi çok tersine bir ilişki var. HDP’nin seçilmiş belediye başkanları gözaltında, tutuklu ve görevden almalar var. Bir yandan da Cumhurbaşkanı “biz Kürt sorununu çözdük” diyor. Kürtler size göre nasıl bir psikoloji içerisinde, bundan sonra neler olur, neler yapacaklar?
Doğu Ergil: Bu soruyu Türk olarak ancak yanıtlayabilirim. Farklı Kürtler var, farklı şeyler düşünüyorlar ama bunun harcanmış bir fırsat olduğunu düşünüyorlar. O dönemde ilk defa Türk siyaseti Kürt sorununa farklı bakmaya çalıştı. Farklı bakarsa şimdiye kadar uyguladığı yöntemlerden farklı bir yöntem bulur ve kullanır diye bakıldı. Bana akil insanlar konusunda davet geldiğinde (zaten ben akademik hayatımın yarısını Kürt sorununun, daha doğrusu Kürt varlığının bu ülkede nasıl sorun olduğunu ve bu soruna nasıl bakıldığı ve nasıl baş edildiğini anlamak için harcadım) ilk defa bir ümit doğmuşken bu çalışmanın içinde yer almamak büyük bir çelişki olurdu. Fakat hala çoğu CHP’li olduğunu sandığım insanlar “sen akil insanlar heyetindeydin, ihanet ettin” teranesindeler. Kardeşim siz bu ülkenin insanlarını, kaynaklarını, geleceğini tüketen bir sorunun çözülmesini istemiyor musunuz diye sorduğumda bir cevap yok. Olaya sadece ihanet açısından, terörizm açısından ve milli birliği bozmak açısından bakıyorlar. Fakat sorun niye ortaya çıktı?
Türklerin talepleri kabul etmeyeceği anlaşıldı
Doğada sorun yoktur, olgular vardır. Siz bu olguları doğru dürüst, kendi tabiatına uygun yorumlayıp yönetemezseniz bunlar sorun haline gelir. Kürt sorunu yönetilememiş bir olgudur. Kürt varlığı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yurttaşlığı açısından nasıl yorumlanacak ve nasıl yönetilecektir olay. Biz bunu yapamadık. Biz Kürtleri tanımlayamadık ve sistem içinde yerine oturtamadık. Ayrı bir statü mü verilecek? O en son iş. Her sorunun önce tanınması gerek, sonra tanımlanması, tanımlandıktan sonra da çözülmesi gerek. Kürtlere hep dışsal bir varlık olarak bakıldı. Kürtlerin her talebi ki bunlar normal vatandaşlık talepleri olarak başladı, sonunda şiddete evrildi. Bir sapma olarak, isyan olarak, ihanet olarak bakıldı.
Kürtler önce kapıyı tıklattılar, açan olmadı. Ondan sonra hızla vurmaya başladılar, yine açan olmadı. Sonra tekmeyi vurup kapıyı kırdılar. Bunu Kürt siyasi hareketinin radikal kanadı için söylüyorum. O yüzden bunlar yapılmadığı sürece bir çözüm geliştirmek mümkün değil. Çözüm için alternatif geliştireceğiz dediler, ben müthiş bir sevinçle girişimi destekledim. En zor alanlardan birinde, milliyetçiliğin mümbit toprağı olan orta Anadolu’da çalıştım. Başta yüzde 50 civarındaki destek bizim iki aylık çalışmamızdan sonra yüzde 70’e çıktı. Fakat şu anlaşıldı: İktidar için Kürt sorununun çözülmesi kendisinin iktidarını sürdürmek için yararlı değil. Bu zaten duraklatıcı bir bulgu. Ancak ikincisi, ciddi bir sistem değişikliği gerekliydi. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının hepsi Türk’tür ve o Türklük de Türk anadan doğma, Türk babadan olma ve Türk oğlu Türk olma anlayışının uzağında yeni bir tanımlama gerekliydi. Ayrıca bu topraklarda Türklerden başka bir halkın varlığını kabul ediyorsan, onun dil ve din gibi bir takım temel hakları oluşuyor. Eğer talep olursa yerinden yönetim gibi haklar da var. Bütün bunları Türklerin kabul etmeyeceği anlaşıldı. Zaten başta da etmiyordu ama hükümet siyasal ağırlığını koyarak ilerleyebilirdi. Zaten o zamanlar iktidarın oy oranı çok yüksekti. Buna dayanarak toplumu ikna edebilirdi ama etmemeyi seçti. Tekrar bildiğimiz, o eski döngüye geldik.
Düşman olarak kodlamazsan öldürmez
E.A.: O halde iktidar partisi oy karşılığında bütün bu süreçten vazgeçti.
D.E.: O kadar basit değil tabii. Türkiye’de var olan siyasal kültür Türklükten başka bir kimliğin tanınmasına izin vermiyor. Böyle bir farklı kimliğin taleplerini de ihanet olarak görüyor. Eğer öyle görmese iki kuşak güneydoğuya gidip bir savaş vermez. Babanın askerlik yaptığı yerde çocuklar askerlik yapıyor. Ölüyor ve öldürüyorlar. Eğer düşman olarak kodlamazsan, o senin yurttaşın dersen “ben yurttaşımı neden öldüreyim” der. “Hayır, o haindir, vatanı bölüyor” dersen onu öldürürsün. O nedenle bu değişmedi. “Siz kardeşsiniz” denemedi. Öyle laf ola söylenmesi yeterli değil, fiiliyata dökülmesi gerekiyor. Kardeşlik her şeyden önce eşit haklar demektir.
E.A.: Türkler acı bir gerçeklikle karşılaştı o halde.
D.E.: Kürtler vazgeçmediği için, kendi özgün etnik kimliğini dayattığı için diyelim; bunu siyasallaştırdığı için demeliyiz. Bir etnik kimliği siyasallaştırırsanız bu önce bir özerklik talebine dönüşür. Özerklik talebi çatışma sürdüğü müddetçe bağımsızlığa kadar gider. Türkiye’yi askeriyle siviliyle yönetenler bunu gördüler. Farklı bir kimliğin kabulü ve ona bağlı taleplerin karşılanması özerklik talebinin kabulü demektir. Türkiye halkıyla hükümetiyle Kürtlerin özerkliğini kabul etmedi.
CHP’den bağımsız hareket etmeleri mümkün değil
E.A.: Demirtaş’ın gözaltına alınması da bir sebep, yerel seçimlerde sosyal demokrat partinin adaylarının Kürtlere sıcak yaklaşımı da bir oy karşılığı getirmiş gibi görünüyor. Siz bu sürecin devam edeceğini düşünüyor musunuz? Kürtler ana muhalefet partisine yüzünü dönük tutabilir mi?
D.E.: En radikal seçimi yaparsınız, “biz ayrılacağız” dersiniz, topyekün bir mücadeleye girersiniz, Kürtlerin küçük bir bölümü dışında kimse bunu istemedi, istemiyor da. Dolayısıyla sistemin içinde kalabilmek, sistemden mümkün olduğunda fazla yararı elde etmek için ittifaklar kurması gerekecek. Çünkü siyasal örgütlenme olarak kısmi bir temsil kabiliyetine sahipler. Dolayısıyla ana muhalefet partisine yakınlık gösterdiler. Hiç olmazsa ana muhalefet kendi haklarını daha fazla korur, daha fazla hak tanır diye. Nitekim bizim büyük çoğunluğu sağcı olan Türk göçmenler gidip Avrupa’da sol partilere oy veriyorlar. Çünkü onların haklarını daha fazla korurlar. Osmanlıcı olanları var, çok ironik bir şey tabii. Menfaati öyle gerektiriyor. Bu yüzden eğer Kürt hareketi daha fazla taban bulabilse, kendi imkanlarıyla kendi örgütsel gücüyle daha fazla destek bulabilse ana muhalefet partisinden daha bağımsız hareket edebilir. Şimdi bu mümkün değil.
E.A.: Bu birlikteliğin gelişebileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin Ahmet Şık bir süredir bunun altını çizen mesajlar veriyor.
D.E.: Bir siyasal alternatif çıkmazsa bu devam eder, ha daha az istekle devam eder. Çünkü ihtiyaçları var.
Alevi nefreti devlet tarafından destekleniyor
E.A.: İzninizle Alevilere geçmek isterim. Son dönemde çok enteresan bir şey oluyor. AKP’li belediyeler sırasıyla Cemevi açmaya başladılar. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Toplumun bu kanadında bir alt üst oluşsun isteği mi var?
D.E.: Çok sessiz açıyorlar. Kendi tabanlarına göstere göstere açmıyorlar. Her şeyden pay çıkarmak için “bak, biz yapıyoruz” derler. Ancak bunları çok sessiz yapıyorlar. Özgürlükçü, demokrat Sünniler bir kere herkesin inanç hakkını, inanç özgürlüğünü kabul ederler. Ama bu Cemevi açalım şeklinde dile getirilir mi, onu bilemem. Fakat genel çoğunluğu itibariyle Sünniler, Alevileri sapkın bir inanç mensubu olarak görmüşlerdir, çünkü öyle gösterilmişlerdir. Aslında bunun inançla da ilgisi yok. Ali kültünden gelen Safevi Devleti ile Osmanlı Devleti arasında kalan Alevi itikatlı bir halk var. Onlar İran’a kayarlar ve doğu Anadolu’nun kaybına neden olurlar diye bir korku var. O yüzden Kürtler desteklendi. Kürtlerin bugün bu kadar desteklenmesi Sünni olmalarındandır. Tampon bölgede yaşayan Sünniler olarak görüldüler. Şimdi onlar tabii Kürt olarak taleplerde bulununca devletin tutumu değişti… Sonra da Anadolu’da nefret söylemiyle Alevileri marjinalleştirmeye çalıştılar. Halbuki Aleviler, Anadolu İslam’ı denilen şeye daha yakınlar. Sünnilik ise Arap İslam’ına daha yakın. Daha doğrusu Aleviler göçer Türk İslam’ına daha yakın bir itikat. Aleviler tekfir edilince nefret nesnesi haline geldiler ve her zaman dışlandılar. Ana kimliğinin Müslüman olduğu iddia eden Sünniler, Alevilerden hiç haz etmezler, niçin haz etmediklerini de bilmezler. Bu bağladıkları nefretleri uyduruk nedenlerle kurgulanmıştır. Kurgulanmış bir nefrettir ve devlet eliyle sürekli beslenmiştir. 80’lerde askeri darbeden sonra Alevi köylerine cami yaptırılmıştır. Üstelik laik bir yönetim yapmıştır bunları.
Eğitim tamamiyle Sünni eğitimidir
E.A.: Bu neden oldu? Laik yönetimin cami yaptırması veya Madımak Katliamı’nda laik askerin hiçbir şeyden yapmadan meydanı terk etmesi, katledilenler ile katledenleri baş başa bırakması çelişki değil mi?
D.E.: Alevilerin sapkın bir topluluk olduğu ve “sonunda sapkın olan herkes ihanet eder” anlayışıdır. Halbuki laikliğin en büyük destekleyicisi Aleviler olmuştur. Ben bunu askerlere sordum, bana bir cevap veremediler. Madımak’ta sadece askerler müdahale etmedi değil, benim de gözlemlediğim bir şey oldu. Yanımızda çalışan bir kadın, daha sonra Alevi olduğunu bir vesileyle öğrendik. Oğlu Harp Okulu’na girmişti, bir gün pat diye kapının önüne koymuşlar çocuğu. Çok da çalışkan bir çocuktu. Ağlıya yakıla geldi, neden olduğunu söylememişler. Sorduk askere ama hakikaten hiçbir cevap alamadık. Her yere sirayet etmiş durumda, bir toplumsal nefret var ve bu toplumsal nefret bir devlet politikası haline gelmiş. Bu çok yaygın ve sürekli besleniyor.
E.A.: Akkuzulu’da Kılıçdaroğlu’un linç edilmesi girişimini de sormak isterim. Bir Sünni köyüne giden bir Alevi kanaat önderi, mezhepsel açıdan da gözlemlenebilir şekilde linç edilmek isteniyor. Anadolu’da Alevilere yönelik irili ufaklı linç girişimleri de oluyor. Bunun altındaki psikoloji nedir size göre?
D.E.: Bu üretilmiş bir nefret. Aslı dediğim gibi çok eskiye dayanan, Safevi Devleti desteğine kadar giden bir nefret. Sonradan bu değişe değişe bugüne geliyor ve Alevi nefreti olarak kalıyor. Efsaneler üretiliyor tabi. Ahlakları yok, sınırları yok, cinselliğe atıflar var gibi. Her türlü kötülüğü yaparlar gibi. Alevi gelinin elinden yemek yemeyen Sünni ebeveyn var. Hıristiyan gelinin elinden yiyebilir ama Alevi gelinin elinden yiyemez neredeyse. Bu zihinsel DNA’lara işlenmiş bir nefret. Bunun rasyonel bir tarafı, açıklanacak bir tarafı yok. Ancak her dönemde resmi olarak desteklenmiştir.
E.A.: Devlet böyle bir şeyi hangi aygıtlarla yapar?
D.E.: Okuldan başlıyor bu. Ortaöğretime girmiş olan din eğitimi tamamiyle Sünni eğitimidir. Biraz Hıristiyanlığı anlatır, biraz Aleviliği ve Budizmi anlatırsanız değişir. Bunu anlatacak hoca da var mı, ayrı mesele. Bizde din ezbere dayanır. O yüzden okuldan başlarsın. Cemevlerini yasakladılar Türkiye’de. Niye yasakladıklarını da söylemediler, çünkü arkasında nefret altyapısı var. En yukarıdan aşağıya kadar Alevi nefreti söylemi sonlandırılır, Aleviliğin saygın bir inanç sistemi ve İslam’ın bir kolu olduğu söylenir. Değişim başlar.
Bizde taşra muhafazakarlığı var
E.A.: Bu aralar çok konuşuluyor, herkes bir şey söylüyor bu konuda: Muhafazakar burjuvazi kavramsallaştırması. Burası dönüşüyor, değişiyor. Para kazandıkça para harcamak istiyor, kendi kabına sığmıyor. Yönelimleri de değişiyor. Bu insanlar değişiyor mu? Bu insanların ait hissettikleri AKP geride mi kalıyor? AKP gidiyor mu size göre?
D.E.: Bu soruya en önce muhafazakarlık nedir diye başlamak lazım. Neyi muhafaza ediyoruz? Toplumun sanayi öncesi ve sanayi sonrası dönemi var. Sanayi öncesi dönemde kırsal var, insanlar küçük topluluklar halinde yaşıyor ve yüz yüze ilişkiler ile geleneklerin hakim olduğu bir dönem bu. Erkeğin hakim olduğu bir kültür, bir yaşam biçimi. Muhafazakarlar sanayi öncesi toplumun değerlerini, yaşam biçimini, kalıplarını mı muhafaza etmek istiyorlar, yoksa sanayi sonrası toplumun değerlerini, yaşam biçimini, kalıplarını mı? Sanayi sonrası toplumda bireycilik vardır, özgürlük vardır. Özgür seçim yapılır ve siyasal anlamda cemaatin dışında teşkilatlanma vardır. Farklı örgütlenmeler vardır. Bunun değerlerinin muhafazası bambaşka bir şey. Çoğulculuğun egemen olduğu yerde demokrasi yeşerir. Sanayi sonrası toplumun muhafazakarı demokrasinin temel ilkelerini muhafaza eder. Biz hala sanayileşebilmiş bir toplum değiliz, bizim muhafazakarımız hala o taşra muhafazakarlığıdır. Bireyin olmadığı, kadının erkeğe tabi olduğu, gerekirse zorun kullanılabileceği, teşkilatlanmaktan hep kuşku duyulan bir yapı. Çoğulcu olmayan, emir komuta ilişkilerinin devam ettiği ve geleneklerin temelinde de dinin olduğu bir yapı. Dindarlığın egemen olduğu bir muhafazakarlık. Büyük çelişki işte burada.
Batıda devlet zenginleşme aracı olamaz
Biz muhafazakarlıktan batıyı anlamayalım. Batının muhafazakarı demokrasiye inanır. Seçimlerin toplum kazanının dibinden, en alttakileri çıkarıp en üste getirmesini engelleyecek bir elit demokrasisine inanır. Çünkü elitlerin iyi değerleri; anlaşmalara rivayet, çalışarak hayatını kazanmak, aile değerleri ve aynı zamanda seçimle oluşacak, seçime hile katılmadan oluşacak bir yönetim düzeni. Bu düzeni sürdürmek ve alttan gelecek olan maceracılara sırf hırslarını tatmin için düzeni bozacak kaos imkanını sağlamayacak bir muhafazakarlıktır bu. Ama bizim gibi hala taşra vasıflarını koruyan toplumların davranış kalıpları, kurumları (ki cemaatçi kurumlardır bunlar-komin anlamında söylüyorum), bireyin olmadığı, çeşitliliğin tehlike olarak görüldüğü bir muhafazakarlık başka bir şey. İşte bizimki bu muhafazakarlık. Bu kavram kargaşasından dolayı bizde muhafazakarlık sanki iyi bir şeymiş gibi görülüyor. Bu artık çağdışı bir muhafazakarlıktır. Böyle bir dünya yok. Ama bizde sanayileşme-modernleşme geciktiği için her şey sündü. Bütün bu geleneksel davranış kalıpları sürebiliyor. Buna uygun bir düşünce tarzı da sürüyor. Az önce Twitter’da yazdım. Devletin görevi milleti zenginleştirmektir. Ancak milletin içinden birileri çıkıp devleti kendilerini zenginleştirme aracı olarak görebiliyor. Bunu hak görüyor kendisinde. Modern muhafazakarlıkta böyle bir hak yoktur, bu suçtur. Modern muhafazakarlık Türkiye’ye yerleşmedi. Bunlar toplumun küçük bir bölümü tabi. Toplumun büyük bölümüne adını veremez.
Toplum yeni partileri konuşmuyor,
Erdoğan gider mi diye konuşuyorlar
E.A.: Bu grup AKP’den uzaklaşır, yeni gelecek partilere (Davutoğlu ve Babacan’ın partisine) geçiş sağlar mı? Bu grupların iktidar partisinden uzaklaşacak paradigmayı dağıtabileceğine inanıyor musunuz?
D.E.: Paradigmalar küçük hareketlerle dağılmaz. Geniş hareketler ve örgütsel tabanını yaratan hareketler dağıtabilirler. Küçük gruplar eski paradigmanın artık işlemediği için yeni arayışların ortaya çıktığını gösterirler. Örneğin Türkiye’de çok sol parti kuruldu ama ülkeyi sola doğru götüremediler. Yetmez. Bunların toplumda bir karşılığı olması lazım. Bu karşılık oy sayısında değil, nasıl bir düzen kurmak istedikleriyle ilgili. O düzenin eski toplum düzenini dönüştürecek gücü var mı ve dünyaya uyumunu sağlayacak kabiliyeti var mı? Bunlar önemli. Bu gelenler, dikkat edin, daha çok Ak Partili seçmenin gücünü azaltıp bugünkü Cumhurbaşkanı’nın tekrar seçilmesini engellebilir mi diye bakılıyor. Yoksa yepyeni bir düzen getirecek mi diye bakılmıyor. Yeni bir ekonomik model, yeni bir dış politika, yeni bir eğitim düzeni teklifi var mı diye bakılmıyor. Toplum bunları düşünmüyor. Bunların içinde bir çekirdek grup belki bütün bunları düşünüyor ama bu dışarıya yansımıyor. Zaten soran da yok. Bunlara örneğin “yeni din eğitimi politikan nedir” diye soran var mı? Yok.
E.A.: Topluma umut olabileceklerini düşünmüyorsunuz anladığım kadarıyla.
D.E.: Bunların ortaya çıkışına atfedilen önem başka. Bunlar şimdiki tek adam diye nitelenen sisteme karşı tekrar parlamenter sisteme (demokrasiye demiyorum) dönülecek bir başlangıça dönebilir mi? Ayrıca şimdiki Cumhurbaşkanı’nın seçilmesini engelleyebilirler mi? Bu ikinci soru daha önemli. Çünkü şimdiki Cumhurbaşkanı eğer tekrar seçilmesinin şartı olarak parlamenter sisteme dönülmesi gerektiğine inanıyorsa döner. O kadar da pragmatik bir insan. Ancak kendisinin seçilmesi garanti edilirse. Yapılan anketlere bakıyoruz, hala tek başına en fazla rağbet edilen Cumhurbaşkanı adayı o. Kendisine yönelik beğeni devam ediyor. Kabul edelim ki, ortalama Türk’ü en iyi o temsil ediyor nitelikleri itibariyle. Ortalama Türk’ten müthiş bir sanatsal yaratıcılık, bilimsel bilgi birikimi, müthiş bir diplomatik incelik bekler misin? Beklenmez. Ondan da beklenmiyor. Ama iddialı, güçlü görünen, dediğini yaptıran bir adam. Bu beklentiye en uygun aday o. O bakımdan hala azalmakla beraber desteğini sürdürüyor. Daha da önemlisi alternatifi yok.
İttifak ana muhalefet fikrine pek uygun değil
E.A.: Bir süre daha devam eder mi iktidarı?
D.E.: Orasını bilemem.
E.A.: Bir süredir Kılıçdaroğlu ve Davutoğlu’nun bazı şartlar altında yan yana gelebileceği, gelecek için görüşebileceği kulislerde konuşuluyor. Siz buna ne dersiniz? Kılıçdaroğlu’nun cepheyi geniş tutma ve ittifaklar arama politikası hakkında ne düşünüyorsunuz?
D.E.: Bir muhalefet partisi eğer oylarını radikal şekilde arttırıp iktidar olamıyorsa kaçınılmaz olarak ittifak kuracaktır. Bu bir zorunluluk. Eğer kendi cazibesini arttıramıyorsa başka düşüncelere iltifat eden insanları bir araya getirecektir. Ancak çok fazla farklı grupların kurduğu ittifakların şöyle bir sakıncası var: Siz bir düşüncenin partisisiniz, bir dünya görüşü ve eğilimin yansıması partisiniz ama diğerleri değil. O zaman hangi seviyede ittifak kuracaksınız? Bütün bu fikirlerin temsil edileceği bir platformda. Bu ana muhalefet fikrine de pek uygun değil. Neticede bu iki parti de iktidar partisi içinden çıkmış yapılar. Sorumluluğu büyük ölçüde ve uzun süre paylaşmışlar. Sokakta bizden bile hesap soruluyor. Koskoca bir siyasi harekete, ana muhalefet partisine seçmeni hesap sorar mı, ona bakmak lazım. Ana muhalefet partisi pek çok grupla bir araya geldiğinde kendi seçmeni ne kadar destek verir, onu da bilemiyorum. O yüzden çok fazla bilinmeyen var. Ancak tek başına iktidara gelecek bir imkan yaratamıyorsa seçim ittifakı kurabilir ama bir koalisyon kurulabilir demiyorum.
Erken seçim olursa Erdoğan kazanır
E.A.: Son yerel seçimle birlikte sosyal demokrat partinin kazandığı kentlerde neredeyse yeni bir kuşak ortaya çıktı. Belediye başkanlarının yaşları birbirine yakın. Bu siyasette bir yenilenme getirir mi? Bu insanların rolleri kısa süre içerisinde değişir mi?
D.E.: Buna kuşak hareketi demek çok mümkün mü bilmiyorum. Çünkü onlar da çok genç insanlar değiller. Benim anladığım kuşak hareketi 20 ile 30 arasında olur. Ben 68 kuşağıyım. 68 ve 78 siyasal hareketlerdir. Son dönemde de bu sol hareketler çıktı: PODEMOS vesaire. Şimdi de ortalık duruldu. Yine somut verilere bakarak ilerleyelim. Hepsinin bir alıcısı var. Ancak yüzde 10, yüzde 15 gibi. Erdoğan’a bakıyorsun, yine yüzde 40’larda. Partiden bağımsız olarak bir beğeni kitlesi var. Eğer birinci seçimi rakip aday yüzde 50’in üzerinde bir oyla kazanamazsa ikinci seçimde yine Erdoğan kazanır. Böyle bir realite var. Seçimin ne zaman olacağı da önemli. Şu anda seçim olsa Erdoğan ikinci turda alır. Bunların hepsinin hesabını yapıyordur zaten. Ancak zamanında, yani iki yıl sonra seçim olacaksa çok şey değişebilir. Çünkü ekonomik kriz biley taşı gibi sistemi zımparalayarak geliyor. Türkiye çok zor bir durumda kalacak. İşte o zaman bu insanlar gerçekten bir ümit olarak ortaya çıkabilecekler mi? Erdoğan’ın temsil ettiği güç merkezileşmesini de dağıtabilecekler mi? Buna bakmak gerek.
E.A.: Erken seçimin Erdoğan için bir avantaj olduğunu söylüyoruz.
D.E.: Tabii. Kesinlikle. Evet, erken seçim olmalı ama şöyle olmalı: Cumhurbaşkanı değişecekse, Cumhurbaşkanı değişince sistem değişecekse olmalı. Ancak değişmeyecek. Bütün göstergeler böyle bir sonuç ortaya koyuyor. Yani erken seçimin bir işe yaramayacağını söylüyorum. Cumhurbaşkanı ve sistemi değiştirmek isteyenlerin, bu beklenti içinde olanların beklentilerinin gerçekleşmesi açısından istenen olmayacak. Onu söylemeye çalışıyorum.
Sosyal demokrat parti yeterince itiraz etmiyor
E.A.: Ana muhalefet partisinde bir kongre var. Kılıçdaroğlu en güçlü döneminde. Müstakbel rakibi İnce’nin kongre salonuna gireceğini ama rakibini zorlamayacağını öngörenler var. Diğer yandan parti programının güncelleneceği belirtiliyor, parti içinde bir çalışma var. Sosyal demokrat siyaseti heyecanlandıran başka gelişmeler de var. İngiltere’de İşçi Partisi seçimlere hazırlanıyor ve bir ivme yakalamış durumdalar. İspanya’da sosyal demokrat PSOE ve sosyalist PODEMOS yan yana geldi, Almanya’da SPD’de dengeler değişmiş durumda. Amerika’da Trump azledilebilir, Demokratlar içinde Sanders kapıları zorluyor. Gezegenin üzerinde pek çok sosyal demokrat hareket var. Türkiye bu tablodan nasibini alır mı? Türkiye’ye bu yönelimler daha geç geliyor ve örneğin Baykal döneminde Blair’in “yeni solu” bir doktrin temelliydi.
D.E.: Baykal aynı hayali gördü. O dönemde İngiltere’de Blair kazanmıştı ve biz de kazanırız diye düşünmüştü. Biz sanayi dönemini dünyada başlatmış bir toplum değiliz. Burada bir taşra toplumu var. Bunları benzetmek için sosyal bilimlerden hiç nasip almamış olmak lazım ki sayın Baykal, benim kürsümün eski doçentiydi. Ancak bu bir hayal ve bir yere varmadı. Türkiye’de sanayi büyüyor, işçi sınıfı güçleniyor ve dolayısıyla buna uygun olarak sosyal demokrat ideolojinin altı doluyor diye bir gerçeklik var mı? Buradan ümit var bir sonuç çıkaramam. Tam tersine işçi sendikaları dağıtılıyor, sendikalı işçiler işten çıkarılıyor vesaire. Buna bile karşı çıkılmıyor. Kendisinin sosyal demokrat olduğunu iddia eden hangi parti buna karşı çıkıyor?
E.A.: Bütün bunlara karşı çıkarsa sosyal demokrat parti etkili olur mu?
D.E.: Etkili olabilir ama çıkış yok. Maalesef yok.
E.A.: İngiltere’de Momentum adında bir hareket parti liderini itekleyebiliyor. Bizde siyasi yapı mı büyük kamuoyunu etkiler, yoksa büyük kamuoyu mu siyasi yapıyı? Bu tersine ilişki biraz tuhaf görünüyor.
D.E.: Bu doğru bir tespit. Geniş kamuoyu partilerin oluşumunu, düşüncesini ve hareketini etkiliyor. Örneğin Türkiye’deki seçmenin büyük çoğunluğu milliyetçidir. Partilerden bağımsız olarak milliyetçidir. Dini çok önemser. Dindardır veya dincidir demiyorum. Devletini önceler, devlet milletten önce gelir. Bu genel temayüllere uygun olarak toplum rahatlıkla yönlendirilebilir. Bunları somut siyasalara dönüştürecek bir liderlik, bir örgüt çıkarsa toplumu yönlendirir. Şimdi biz Suriye’ye asker göndereceğiz deniyor ve gönderiliyor. Hiç karşı çıkan yok. Tek tük sesler çıkıyor, büyük bir çoğunluktan ses yok. Çocuklar gönderiliyor. Ölen ölüyor, kalan kalıyor. Sonucunda ne edinildiğini bilen de yok. Şimdi Libya’ya asker göndereceğiz deniliyor. Siz bununla ilgili bir tartışma duyuyor musunuz? Bir itiraz duyuyor musunuz? Çünkü bu millet gider. Bunu kaybedilmiş imparatorluğun geriye kazanılması olarak görüyor. Şanı ve namı geri getirecek bir hareket olarak görüyor. Ayrıca gücünü dışarıya yansıtmanın bir aracı olarak görüyor; biz dünyadaki yerimizi belirliyoruz diye görüyor. Bunların da yanında kaybettiği imparatorluk var ya, kendi kimliğini bağlı olduğu yer olarak görüyor. Biliyorsunuz artık arabaların arkasında Mustafa Kemal imzalarının yanı sıra tuğralar da var. Ben soruyorum “bu kimin imzası” diye, bilmiyor kimse. Hangi padişahın imzası olduğu bilmiyor ama onu koyuyor. Çünkü kendisini Osmanlı’yla irtibatlandırıyor. Osmanlı’yı ihya edeceğiz zannediyorlar. Bunu düşünen ve hisseden ciddi bir kesim var. O yüzden bütün bunların var olduğu bir yerde bu genel temayül siyasi hareketlerin kolaylıkla yönlendirebileceği ve etkili olabileceği bir duygusal ve ideolojik altyapı oluşturuyor.
E.A: Size çok teşekkür ederim.
D.E.: Ben teşekkür ederim.
Bir Yol, Aralık 2019
28 notes · View notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Aslında Alpay rakibini düşürmek istiyordu
1996 yazında yapılan Avrupa Futbol Şampiyonası’nda ulusal takım oyuncusu Alpay, Hırvat rakibi Vlaovic’in kendisini geçmesine izin verince turnuvadaki ilk golümüzü yemiş ve ilk mağlubiyetimizi almıştık. Hırvatistan ulusal takımı kazandığı o maçla birlikte iyi bir periyot yakalamıştı. Defans çizgisinin son adamı Alpay ise kısa süre sonra (önceleri centilmenlik sonraları kadınlara verilebilmesi için sportmenlik adıyla) verilen Fair Play ödülünü bir törenle almıştı. Alpay aklı başında yurttaşları gururlandıran bu gelişmenin ardından futbola devam etti. Kendisini seremonide ulusal marşlar okunurken gırtlağına kadar gördüğümüz zamanlar oldu. Rakibe sert basmaları, agresif oyunu ve öfkesi Fair Play alan bir oyuncuya yakışmıyordu. Yeşil sahalarda “top geçer, adam geçmez” yaklaşımını kavrar futbol niteliğiyle tribünlerin sempatisini yeniden toparlamaya çalışıyordu. Alpay şanslıydı da. Ortadoğu’da yaşıyor olmasına rağmen Latin meslektaşı Andres Escobar’dan bile daha şanslıydı. Alpay’ın Vlaovic'le yaptığı çapraz koşudan sadece iki yıl önce Escobar, Kolombiya savunmasında hayatına mal olacak bir hata yapmış ve kendi kalesine gol attıktan 10 gün sonra mafya tarafından öldürülmüştü. Alpay ise kendi ülkesinde tarih boyunca vazgeçmeyen ve inandığı değerler uğruna mücadele eden herkesin sevildiği kadar seviliyordu. Yıllar yeni zorluklar getirdi. Alpay ofsayt çizgisini öne çekmeye çalışırken siyasal İslamcılar önlerinde duran bütün bir savunma hattını yıkıp iktidara gelmişlerdi. Memleketin her bir köşesi değişirken futbolun değişmemesi düşünülemezdi. Türk sağı bütün gücüyle memleketi iğdiş etmek için uğraşırken ulusal takımdaki saflar da netleşti. Alpay futbolculuk kariyerinden sonra iktidar partisinin saflarında kendine bir yer buldu.
Esasen bütün bir hikaye Türk sağının da hikayesini simgelediği için önemli. Türk sağı iktidarda olmadığı dönemlerde görece dingin ama her zaman sorunlu olmuştur; zira sağ siyaset toplumsal konularda rakibini ofsayta düşürme konusunda daima çok başarılı oldu. Baksanıza, hep bir ağızdan, organize olabilen ve rakibini eleştiri yağmuru altında tutan kadrolar rakibini ofsayta düşürmek için uğraşan Alpay’ın savunma çizgisini öne çıkarmasına benzemiyor mu? Ya Türk sağının temsilcilerinin oyunu rakip ceza sahasına yıkmak için sürekli muhalefeti suçlamasına ne demeli? Yandaş köşe yazarlarının irili ufaklı çakallıkları taç atışının topun taca çıktığı yerden değil, daha da ileriden yapılması değil mi? Gözlemcinin, hakemin, tribündeki taraftarın hoşuna giden ve görmezden gelinen bunca şey topyekün bir haksızlık değil mi?
Bunca şeye rağmen iktidar partisi saflarında muhalefete sesini yükselten Alpay tek başına suçlu değil tabii, onun gibi top oynayanlar da suçlu. Kendisine uzun ve sağlıklı ömürler dileyelim. 1996 yazında düşürmediği rakibini eline bir daha fırsat geçse düşürmek isterdi kanımca. Öylesine öfkeli, öylesine kindar, öylesine yıkıcı onlarca arkadaşı kendisinin yapamadığı bu şeyi yapabildikleri için kendini oraya ait ve mutlu hissediyordur mutlaka. Darısı Alpay’ın da başına. Bir rakibini düşürürse o da ait ve mutlu olur.
Bir Yol, 9 Aralık 2019
1 note · View note
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Büyük kongre
Türkiye’nin sosyal demokratları birkaç ay sonra dev bir kongrede buluşacaklar. Kongre takvimi açıklandı. Kongrenin sadece Ankara Arena Spor Salonu’nda yapılması planlanıyordu ama yoğun talep nedeniyle birkaç salon daha tutulmuş durumda. Çalışma grupları Ankara’daki başka büyük salonlarda toplanacak ve dört gün sürmesi öngörülen kongrenin son gününde raporlarını salona sokacak, oylanmasını talep edecekler. Aslında sosyal demokratlar son iki yıldır geniş bir çalışma içindeler. 1 milyon 300 bin üyesi ve büyük fikirsel çevresiyle parti 21.yüzyılı şekillendirecek bir program üzerinde çalışıyordu. Büyük Kongre ile bu çalışmanın son bulması, AKP’yi yıkacak ve gerçekten sosyal demokratik Türkiye’yi kuracak büyük bir programın seçmenlere hediye edilmesi bekleniyor. Herkes çok heyecanlı. Dolu dolu sosyal demokrat parti programının sac ayakları da ortaya çıktı. Buna göre Altı Ok güncellenecek; devrimcilik ve halkçılık yeniden öne çıkacak. Sosyal demokrasi yeniden tanımlanacak ve parti yüzünü orta ve alt sınıflara dönecek. Son sac ayağı, Türkiye’nin gerçekleri bölümünde ise ekonomik ve sosyal politikalar öne çıkarılacak; yeni ekoloji, dijitalleşme ve kent politikaları belirlenecek. Çalışma hayatında yeni bir eksen çizen partinin gücünü emekçilerden alması da bekleniyor. Birkaç milyon yurttaşın yaptığı bu çalışmalar sendikaları, odaları ve dernekleri de hareketlendirdi. DİSK, KESK ve SODEV’in ardından irili ufaklı binlerce yapı partiye desteğini açıkladı. Bildiğiniz gibi partinin çalışmaları sendikaların üye sayılarının da artmasına neden olmuştu. Sokaklar, plazalar ve fabrikalar hareketlenirken partinin kolları da boş durmuyor. Çalışma grupları altı ayrı salondan sonuç raporlarını taşırken gençlik kolları da öğrencileri ve genç işsizleri sokaklara çağırdı. Altı koldan yüzbinlerce genç Ankara Arena Spor Salonu’na akın edecek. Kongre salonunun içinde de sıkı tartışmaların olması bekleniyor. Kadınların parti yönetiminde henüz açıklanan yüzde 50 kadın kotasını geçersiz kılması ve yüzde 65 temsili görmesi bekleniyor. Ayrıca partinin farklı eğilimlerini temsil eden isimlerin sosyal demokrasi çatısı altında birleşeceğinin altını çizelim. Zira sosyal demokrasinin yeni yönelimi piyasanın baskısı karşısında kamunun, sendikal hareketin ve geniş sosyal grupların yanında yer almayı öngörüyor.
Türkiye yıllar sonra solundan gelen bir rüzgarı kucaklamak istiyor sanki. Her yaştan yurttaş yüzünü partiye dönmüş. Heyecan duyuyor ve bu iktidar yürüyüşüne eşlik etmek istiyor. O büyük yürüyüş isteği her konuşmaya, her sohbete yansıyor.
Rüya gibi değil mi? Türkiye’nin sosyal demokratları sadece AKP’yi değil Türk sağının tamamını sandıkta paramparça edecek bir yürüyüş başlatıyor. Elbette bu bir rüya. Çünkü az önce sözünü ettiklerim maalesef güzel bir rüyadan öteye geçemiyor. Türkiye’nin sosyal demokratları şu ara bütün bunlarla ilgilenmek yerine delege seçmekle meşgul. Hemşehricilik, mezhepçilik, ekipçilik belirleyici. Delege ağaları listeleri yazıp çiziyor. Büyük Kongre’ye bir ay kala lord kıvamında delegeler seçilecek. Delegeler kongre öncesi Ankara’nın otellerine yerleşecek ve Parti Meclisi listelerine girmek isteyenleri misafir edecekler. Delegelerin oylarını isteyenlerin ziyaret edeceği otel lobilerinde büyük ihtimalle AKP’nin ülkeyi ne kadar yaraladığından da dem vururlar. Sosyal demokratlar 20 yıl sürecek bir iktidarı kaçırmak üzereler. Bazılarının dertleri delege olmaktan öteye geçmiyor. Yine ve maalesef.
Bir Yol, 4 Aralık 2019
1 note · View note
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Yenileceklerini bildikleri kavgalara bile
Yazının başlığı değerli hocamız Doğan Tılıç’a ait. Hoca 2014 yılında sola çekenleri anlatırken şöyle diyordu: Solda duranlar yenileceklerini bildikleri kavgalara bile gözlerini kırpmadan girdiler, ilkeleri vardı. Sola çekmek cesaret ister o yüzden.
Yazı Birgün’de yayınlamıştı. İnterneti tekrar taradım ama yazıyı bulamadım. Ama ne yazılar ne de kavramlar zaman geçtikçe niteliklerini kaybediyor. “Sol bitti” deniyor; reel sosyalizm yıkıldı, sosyal demokrasi kapitalizme katıldı, devrimcilik sokakları terk etti. Aslında İslam'ın içinde solculuk var, o bize yeter; ben sağcıyım ama gazete özgürlükçü olacak; konu solculuksa en büyük solcu Tayyip, sen ne konuşuyorsun?
Bütün bunlar solun sendeliği dönemlerden kalma, mitlerle bugünlere taşınmaya çalışıyor. Bugün tuhaf bir şekilde, sol geri dönüyor. Ancak bu sol başka şeylerin içinde de değil. Tek başına ayakta durmayı biliyor. Hem de “nefes bile alamaz” dedikleri coğrafyalarda. Bugün dünya sistemini oluşturan ABD ve İngiltere’de soldan sesler duvarları yıkıyor. Genç kuşağın çok sevdiği Bernie Sanders, yanına Alexandria Ocasio-Cortez’i takıyor. Cortez uzunca süredir dijital ekonominin ve içeriğin serbest dolaşımını temelinden sarsacak müdahalelerde bulunuyor. Romantik bir girişimden fazlasını da edinecek gibi. İngiltere’de Corbyn modası sürüyor. Kısa süre önce İngiliz muhafazakarlarla arasındaki 20 puanlık farkı eritmeyi sürdürüyor. Son ana kadar sürüklenecek, Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında avuçlarımızın içini terletecek bir mücadele bu. İspanya’da bağımsızlıkçılara mesafeli ve bu yüzden tepki alan PSOE seçimlerden birinci olarak çıktı. Sosyalist PODEMOS’la yan yana geldiler. Her bir coğrafyada sol birbirinden farklı çözüm önerileriyle sokaklarda. O sokaklar sadece sandık için yan yana gelenlerle de dolu değil üstelik. Gezegen üzerinde pek çok noktada direnişler, grevler ve eylemler sürüyor. Fransız solu, aldığı yenilginin ardından toparlanıyor. Ülkenin en büyük sendikaları hayatı kilitleyecek bir grev dalgasına hazırlanıyor. Karşı cephenin paniği büyük. Hiçbir zaman yıkılmayacağına inandıkları dünya sistemini savunurken bir sinema filminde, bir kitapta, bir kampanyada bitebilecek kadar kırılgan hissediyorlar artık. Sistemin karşısında duranlar ise Doğan Hoca’nın söylediği gibi yenileceklerini bildikleri kavgalara bile gözlerini kırpmadan giriyorlar. Çünkü onları ilerleten şey hep birlikte inşa ettikleri ve ödün vermeyecekleri ilkeleri.
Hiçbiri romantik girişimler değil. Biri hariç. Yazar Mathieu Magnaudeix, “Ya sosyalist seks daha iyi idiyse?” diye soruyor. Yazar doğu Almanya deneyimi üzerine kadınların çalışma hayatına katlılarını, erkeklerle eşit ilişkilerini ve bunun aşk hayatlarına yansımalarını sorgulamış. Haldun Bayrı’nın çevirisini Medyascope’dan okumak gerek. Çünkü siyasal akımların kuşatıcı olması da gerekiyor şüphesiz. Magnaudeix’ın, eğer tamamlanırsa, solun 360 derecesi içerisinde azımsanmayacak bir katkısı olacağı kesin.
Bir Yol, 29 Kasım 2019
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Sosyal demokratlara gündem önerisi
Türkiye günlerdir ülkenin sosyal demokrat partisine kurulan kumpası konuşuyor. Bu konuşmalar günün sonunda iktidar partisinin hakim atmosferi sürdürmesini getiriyor. Nihayet, gündemi değiştirmek için bir gelişme oldu. Hem de Türkiye’de değil, İngiltere’de. Gelişme fabiancı köklerden gelen, Anglosakson solunun taçsız kralı İşçi Partisi’nden. İşçi Partisi uzun yıllar İkinci Enternasyonal başta olmak üzere içine girdiği bütün uluslararası yapıları domine eden, piyasa yanlısı ve hatta bir dönem savaş yanlısı bir sosyal demokrat partiydi. Bütün bunların kavramsal karşılığı “üçüncü yol” ile ifade ediliyor. Tony Blair’e tekabül eden bu dönem aynı zamanda Türkiye sosyal demokrasi hareketini de teorik anlamda derinden etkilemişti. Sonraları eski bir sosyalist Jeremy Corbyn’in Momentum Hareketi’ni de arkasına alarak İşçi Partisi’nin yönetimine gelmesi partinin yönelimlerini de değiştirdi. Türkiye’de sosyalistleri heyecanlandıran hareketleri, esasen söyledikleri neredeyse her şeyle bizim “ikinci yol” olarak kavramsallaştırdığımız yere tekabül ediyor. Ancak Corbyn buna “21.yüzyıl sosyalizmi” diyor. Zira Anglosakson siyaseti içerisinde bizimki gibi parçalı bir Marksist-post Marksist gelenek yok. Kürt sorununu karşılayan bir sorun kısmen var ve İngiltere’de sosyal demokratik hareket halk yığınlarına umut olmak için partiyi yan yollara saptıracak bir dizi sorunla boğuşmuyor. Sadeliğe ve netliğe eriştirilmiş, hedefe odaklı politik söylemleri aynı zamanda kuşatıcı da. İşçi Partisi, İngiliz muhafazakarların gündemlerinin peşine de takılmıyor. Bütün bunlar İşçi Partisi’nin oylarının yükselmesine neden oluyor. Parti kısa süre içinde rakibiyle arasındaki 20 puanlık farkı epey düşürdü. Fark gün gün eriyor.
Bütün bunlar Türkiye’nin sosyal demokratları için ders gibi değil mi? Evet, öyle. Ancak Türkiye’nin sosyal demokratlarına bunu salık verenlerin kafaları karışık. Gazetede, dergide, web sitesinde; Türkiye’nin düşünsel iklimine katkı koyanlar sosyal demokratların kafasını epey karıştırıyorlar. Çünkü onlara göre İşçi Partisi’nin yönelimi halkçı, kamucu, solcu, sosyalist ama sosyal demokratik değil. Zannederim bütün ideolojilerin içerisinde bir tutam sosyal demokrasinin olduğu, köşeye sıkışanın piyasayı düzenleyip denetlemekten yerel yönetimlerde sosyal demokratik yönelimler içerisine girmesine kadar pek çok alanda “gelmek” zorunda kaldıkları “sosyal demokrasi” ifadesini epey anlamsız, aptalca ve sığ buluyorlar. Türkiye'nin sosyal demokratlarını tartışmanın içine çekmek isteyen ve iyi niyetli bir çabayla Saray’ın zorunlu gündeminden çıkmak gerektiğini vurgulayan yurdum düşünürüne sosyal demokrasinin toplumun derinlerinde bitmediğini, bunun akademiden siyaset kurumuna kadar pek çok aşama için yanlış bir tespit olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Corbyn’nin “21.yüzyıl sosyalizmi” kavramsallaştırması Türkiye’nin sosyalizm deneyimine tekabül etmiyor. Sosyal demokrasinin ikinci yol pratiğine tekabül ediyor.
Çünkü bizim anladığımız ve arzuladığımız anlamda sosyal demokrasi kamucu, yüzünü sınıfa dönen, insanın özgürleşmesine odaklanan bir siyasal akım. Böyle bir ortamda İşçi Partisi’nin yönelimlerini Türkiye’nin sosyal demokratlarına gösterme çabasında olan herkese “gündem önerisi” konusunda gösterdikleri iyi niyetli çabalar için teşekkür etmek gerekir, kavramları boğma istekleri için değil.
Bir Yol, 26 Kasım 2019
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Siyasetin öncelliği
Siyasette hakim atmosferi kuran yapı her zaman en büyük faydayı sağlar. Aşağıya doğru inildikçe fayda küçülür ve ufalır. Türkiye birkaç gündür Sözcü gazetesi yazarı Rahmi Turan’ın 9 Kasım tarihinde bir CHP’linin Saray’a ziyareti iddiasını konuşuyor. İddiaya göre teyit edilmediği için adı saklanan CHP’li ile Cumhurbaşkanı arasında yaşanan sohbet Saray’ın CHP’yi dizayn edeceği kuşkularını da doğuruyor. Merak edilen kaynak bir süre boyunca Turan tarafından “gazetecilik ilkeleri gereği” korunuyor. Tartışmalar sürünce Turan kaynağını koruyup kaynağından geldiğini iddia ettiği “Saray’a giden CHP’liyi” açıklıyor. Bu isim açıklamayı yalanlıyor. Canlı yayına bağlanan gazetenin genel yayın yönetmeni “o haber aslında bana da geldi” diyor. Gazetenin başka bir yazarı bir belediyenin meclis üyelerini tartışmaya dahil ediyor. İktidar partisine yakın olduğu kamuoyu tarafından bilinen bir gazeteci FETÖ diyor, Atatürkçülükten dem vuruyor, konu partinin kongrelerine ve delegasyonuna kadar geliyor. Gelişmeler öyle hızlı ki, iddiayı ortaya atan Turan yeniden açıklama yapıyor ve iktidar partisine yakın başka bir gazeteciyi kaynak olarak gösteriyor. İktidar cephesinde de durum farklı değil. Cumhurbaşkanlığı’nda bir ofis iddiaları kesin bir dille yalanlıyor. Makamın sahibi bir miting konuşmasında CHP liderini suçluyor. Bir bakan “sevgisinden içine sığdıramadığı” CHP’nin “bunlardan kurtulması gerektiğini” söylüyor. Bu konu günlerdir sabah ve akşam hiç durmadan sağından solundan çekiştirilerek tartışılıyor. Yerden toz kalkarken kimin yumruk attığının da bir önemi olmuyor. O kavgayı uzaktan izleyenler için dövenin veya dövülenin önemi yok, kavganın kendisi yeterince kötü.
Hakim atmosferi kuran yapı siyasetin öncelliğini biliyor. Bunun çıktılarını tartıyor. İktidar partisinin bayi teşkilatlanması şu ara millet kıraathanelerinde “bunlar yine kavga etmeye başladı” derken anket şirketleri de sokaklara düşer. “Bütün bu işlerden kimin faydası var” diye sorarken cevabı en üstte aramak gerekiyor.
Bir Yol, 24 Kasım 2019
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Farklı sorunları olan farklı gruplar: Genç işsizler
Türkiye’nin sosyal demokrat partisi uzunca süredir içselleştirdiği yeni orta sınıf tezi üzerine politika inşa ediyor. Buna göre başlarda yeni orta sınıfın yüzünü kaçınılmaz olarak sosyal demokratlara döneceği öngörülüyordu.
Partinin hiçbir şey yapmasına gerek yoktu, bunun olmasını beklemek yeterliydi. Bu teze itiraz edenler partiyi politika yapmaya yönlendirdiler. Görece agresif yönelimler içerisine giren parti buradan da kolayca sonuç elde edemeyeceğini gördü. Aynı zamanda parti ekonomi politikasında, orta sınıflara bakan klasik Keynesçi sosyal demokratik parti görüntüsünü sürdürdü.
Israrla eskidiği söylenen kamu politikalarından hızla vazgeçen ve piyasa tahakkümünü görmezden gelen tavrının, partiyi sistem içine taşıyacağını umut edenler vardı. Sermaye çevreleriyle iyi geçinen, bankalarla konuşan, işveren sendikalarıyla temas kuran partinin yönetici eliti bir süre sonra büyük halk yığınlarının sorunlarını kavramakta zorlanmaya başladı. Sadece vekillerin kürsü performanslarına indirgenen bu yönelim zaman içerisinde halka, sendikal harekete ve devlet aygıtına baskı kuran neoliberal saldırıya karşı sağlam bir duvar örme arzusunu da yok etti.
Bugün Kamuculuk 2.0’ın inşa edilebileceği bir konjonktür varken maalesef fabrika grevlerini ziyaret etmekten öteye geçemeyen bir sosyal demokrat parti görüntüsü var. Mevcut programı, seçim bildirgeleri ve söylemleri ise alt ve orta sınıflarda bir heyecan yaratmıyor. Ekonomik krizin bütün yüküyle toplumu baskıladığı böyle bir dönemde evlerdeki ateşin iktidar partisini yakmıyor olması biraz da Türkiye sosyal demokrasi hareketinin ateşi iktidarın yüzüne yelleyecek kadar rüzgar yapamıyor olmasından kaynaklı. Zira toplumsal sınıflar da olabildiğince büyük bloklar olarak görülüyor, ele alınıyor ve neoliberal saldırı karşısında kıvranan kitleler daha dikey kesenlerle kategorilendirilemiyor.
Örneğin büyük bir yığını anlatan genç işsizliği uzun süredir gündemde. DİSK-AR’ın Ağustos 2019 dönemi Hane Halkı İşgücü Araştırması’na göre genç işsizliği 2018 Ağustos ayında yüzde 20,7 iken Ağustos 2019’da 6,6 puan artarak 27,3’e yükselmiş. Türkiye’nin sosyal demokrat partisinin bu verilere çözüm üretecek politika geliştirmesi gerekirken verileri kamuoyuyla paylaşması görevine soyunması oldukça tuhaftı; çünkü DİSK’e bağlı araştırma merkezi zaten bu görevi yerine getiriyor.
Bu aşamada sorunu sadece bir tarafından ele almaya çalışalım. Türkiye’nin sosyal demokrat partisinin “genç işsizliği” başlığıyla yürüttüğü; yöneticileri, danışmanları ve vekilleriyle yaptığı çalışmalar oldukça yatay. Yüzde 27,3’ün içinde birbirinden farklı sorunları olan çok fazla grup var: Öğrenciler, mezunlar, freelancer’lar, henüz tecrübe edinememişler, hizmet sektöründen onlarca farklı nedenle ayrılmış olanlar, vergi borcu nedeniyle işletmesini kapatanlar, hatta özgeçmiş yazmasını dahi bilmeyenler. Bütün bu grupları ayrı ayrı dinlemeye, anlamaya, çözüm üretmeye ihtiyaç var. Genç işsizliği son derece yatay bir başlık, dikey yeni kategoriler edinmemiz gerek. İktidar partisinin, piyasa baskısının, neoliberal saldırının karşısında çok daha fazla argümana sahip olmalıyız.
Bir Yol, 23 Kasım 2019
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Tek adam hakim atmosferi sürdürmek istiyor
Sözcü gazetesi yazarı Rahmi Turan’ın iki gün önce köşesine taşıdığı iddia sosyal demokrat partinin kulislerini hareketlendirdi. Turan’a göre kaynağı, Saray’a ziyaret düzenleyen bir CHP’linin Erdoğan’la görüştüğünü ve Erdoğan’ın bu ziyaretçiyi CHP’de genel başkan olarak görmek istediğini, hatta bu konuda destekte bulunabileceğini söylediğini belirtmişti. Turan dün yayımlanan yazısında da bu iddiasının arkasında durdu ve haberin ardından tedirgin olan kaynağını koruyacağını belirtti. Dün sabah Fox Tv yayınına katılan parti lideri Kılıçdaroğlu ise böyle bir şeyin mümkün olabileceğini ve yorumda bulunmak istemediğini belirtti. Aynı bağlamda ilerleyen konuşmasında Erdoğan’ın CHP'yi dağıtmak için devletin içindeki en kritik kişileri devreye soktuğunu söyledi. Lider bir süredir, operasyonlardan geçirildiğini iddia ettiği partisini korumak için pek çok hamleyi püskürtmeyi deniyor. Salı günü yapılan Meclis grubu konuşmasındaki retorik gücü yüksek “Bay Kemal” konuşması da bu bağlamdaydı. İki gündür CHP’yi hareketlendiren Saray görüşmesi kulis konuşmalarının daha rafine hale gelmesiyle “Saray Komplosu”na dönüştü. Zira olası bu komplonun ayakları da var. Açıklamaya çalışalım. Burjuva siyasetinin çizdiği sınırlar içerisinden bakınca son genel yerel seçimlerin Türkiye’nin sosyal demokrat partisinin yelkenlerini doldurduğunu, bu hareketin getirdiği psikolojik etkiyle iktidar partisinin ve Saray’ın kurduğu hakim atmosferin, en azından, bazı fazlarda yırtıldığını belirtebiliriz. Her bir kurumda tekleşmeye başlayan yeni siyasetçi tipolojilerinin sempati topladığı bu dönemde Saray’ın yeniden bir hakim atmosfer kurma çabasında olduğunu da biliyoruz. Bu dönemin “kullanışlıları” ise ülkücüler. Bir süredir İyi Partililerin kamuoyunun bir bölümüne göre iktidar partisine göz kırpar tavrı da bunu doğruluyor diyebiliriz. Son yıllarda daha da belirginleşen seküler kentli-dindar kırsallı ekseninde şekillenen ve ortadan ikiye yarılan ülkücü hareket anahtar olma iddiasını da sürdürmüş oluyor. Türkiye sosyal demokrasi hareketinin .ncü partisinin eleştirilere maruz kalmasını da getiren “ülkücülerle flört”siyasetinin getirisi özellikle Ankara’da karşılık bulmuştu. Şimdi parti lideri bütün ülkücüleri blok olarak muhalefet cephesine çekmek için siyasetinde ısrarcı davranıyor. Şüphesiz Saray da MHP dışındaki ülkücülerle temas kurabileceği yeni hatlar buluyor. Ancak Erdoğan’ın stratejisi daha detaylı. Zira zaten yeterince yıpratıcı olan ekonomik kriz ve işsizlik ülkücüleri devlet kadrolarına kendiliğinden çekiyor. Bu şartlar altında Saray’ın hakim atmosferi kurma çabasının ülkücüleri kendiliğinden iktidara yakınlaştırması öngörülüyor. Bunun yolu da “iktidara en yakın olduğu söylenen muhalefet partisini bile biz dizayn edebiliyoruz” mitini dolaşıma sokmaktan geçiyor.
Bunun için CHP’nin dayandığı toplumsal tabanın en yaygın gazetesinin seçilmesi de başka bir tartışma konusu. Erdoğan’ın en büyük rakibi CHP’ye bir genel başkan seçemeyeceği çok açık. Ancak “makullükle” şekillenen bu dönem rakibinin sarsılmasına ve örneğin kongreler sürecindeki delegasyonun görece radikal tercihler yapmasına neden olabilir. Hakim atmosfer sürecek mi, yoksa üzerinde koca bir delik mi açılacak? Bunu siyasal İslamcılar ile sosyal demokratlar arasında yapılan hamleler belirleyecek.
Bir Yol, 22 Kasım 2019
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Tek adamın hakim atmosferi
Bekir Ağırdır, katıldığı bir YouTube yayınında AKP’nin en büyük kötülüğünü anlatırken köy okulundan gelen öğrencilerin iyi bir tedrisattan geçerek yükselmesiyle ilişkilenirken artık bunun olmadığını/olamadığını belirtiyor. Ağırdır’a göre AKP’nin yaptığı en büyük kötülük en aşağıdan en yukarıya olan hakkaniyetli geçişi kapatması. Bunun hayata yansıması ise çok geniş bir alanda oluyor. Muhalefet hattına yakın olan kurumların açıkladığı işsizlik rakamları korkunç boyutlarda. Özellikle genç işsizliği öne çıkıyor. Oranları görünce memleketin yangın yeri olduğunun tekrar farkına varıyorsunuz. Ancak bunun yansımaları sadece gençler ile devlet arasındaki bir eksende kendini göstermiyor. Aynı zamanda neredeyse bütün siyaset kurumunu kuşatacak bir kalabalık var. Ekonomik krizin ve buna bağlı işsizliğin yarattığı psikolojik yıkım dile ve söyleme de yansıyor. İktidar partisinin büyük baskısı da eklenince dil ve söylem muhalefet içinde şekil değiştiriyor. O sivri çıkışlardan büyük direnişlere neredeyse her fazda eylemek ve söylemek inceliyor, yumuşuyor, form değiştiriyor. Muhalefetin en büyük partisinden, yeni oluşmaya başlayan belediyeler siyasetinin hiçbir yerinde küçük bir eleştiri yok. Tartışma zeminleri oluşturulmuyor. En çok tartışması gereken dönemde muhalefet hattı içeriye gömülmüş ve kronometreye bakıyor. Toplumsal muhalefetin partiler siyasetiyle temasa geçen gruplarında da benzer bir sessizlik var. Toplantılar, kongreler, genel kurullar eleştirisiz ve tartışmasız geçiyor. Buraya kadar olan bölümün eleştirisi sonraya bırakılabilir. AKP baskıladığı için çok hassas bir dönemden geçtiğimizin altı da çizilebilir. İyi bir ivme yakaladığımız ve bunu sürdürmemiz gerektiği de belirtilir hatta. Hepsi makul ve anlaşılabilir.
Ancak bu ayarı iyi yapamamışız gibi görünüyor. Tek adamın yarattığı hakim atmosfer siyaset kurumunu tümden dönüştürüyor. Kadrolar köşeleri tutmaya çalışıyor. Hesap içinde hesapların sayısı arttı. Bu süreçlerin her birinin lehimize toplumsal çıktılarının olacağını iddia etmek epey zor. Aslında aşınıyor, yıpranıyoruz. O köşeleri tutarken içine girdiğimiz süreçler, görüşmelerimiz, ilkesiz yan yana gelişlerimiz bizi zehirliyor olabiliyor.
Ağırdır’ın altını çizdiği kötülük aşağıdan bir baskılamanın da önünü tıkıyor. Artık nehiri besleyen derelerin bazılarından su gelmediğinin altını çizmek gerek. Dikkat edin, örneğin anakent belediyelerimizi yönetenler bugün yaratılan hakim atmosferin, onun dil ve söyleminin temsilcileri değiller. Bir önceki dönemi çok iyi kanıksamış ve oraya ilişkin kelimelerle farklılaşma çabası içerisine giren kişiler. Buradan bir çıkış yakalamayı umuyorlar. Ancak geriden gelecek ve iktidarı sandıkta devirecek bir taşkın görünmüyor. O derelerden su gelmiyor. Belediye yöneticileri oldukça yalnız, sahnede tekler. Tek adamın hakim atmosferini en azından kendi mahallemizde ortadan kaldıramazsak dere olamayacak, taşkına su taşıyamayacağız.
Bir Yol, 20 Kasım 2019
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
İktidar olmadan dünyayı değiştirmek
İngiliz muhafazakar lider Margaret Thatcher’a en büyük başarısını sormuşlar, “İşçi Partisi’dir,” demiş. Anglosakson solunun Fabiancı İşçi Partisi yıllar süren sağcılaşma sürecinin ardından nihayet eski Marksist Jeremy Corbyn’in arkadaşlarının eline geçti. Sonucu iyi olacak gibi ama “yol" boyunca İngiliz solu çok fazla şey kaybetti. Benzer bir durum Almanya’da da yaşandı. Marx’ın evinin anahtarını elinde tutan Sosyal Demokrat Parti (SPD), 1959’daki Bad Godesberg programında kendine üçüncü yolcu yeni bir yön çizdi. Bugün piyasa aygıtı karşısında dizleri üzerine çökmüş bir parti görüntüsü veriyor. Ancak bütün bu tavizler sırasında dahi sol, topluma çok fazla şey kazandırdı. İnsanlığın çoğu kazanımı liberal demokrasiyle ilişkilendirilmesine rağmen solun tarihsel tutumu milyonlarca insanın siyasal anlamda özgürleşmesine, iktisadi anlamda haklar kazanmasına neden oldu. Bugün maviden beyaza dönen yakaların, aşınmasına rağmen, grev hakkını elinde tutuyor olması; anayasal metinlere dayanan direnme hakkı, ucuz işgücünün mesaiye dönüşmesi solun küresel başarısı. Benzer bir durum Cumhuriyet ekseninde Türkiye’de de görülüyor. Progresif tarihimiz çoğunlukla yolları, binaları, kurumları ve yasaları yapanları işaret ediyor. O yüzden konuşulmayanı konuşalım. O yollara düşenler, binaları kuşatanlar, kurumları yaşatanlar, yasalara sahip çıkanlar; yani “katılanlar” Cumhuriyetin sol kanadını temsil ediyor. Tiyatro sahnesinde oynanan oyun seyirciler, radyodaki kültür kuşağı programını dinleyenler, meydanlardaki mitingleri dolduranlar olmasa bir toplumsal yaşamdan söz etmek de mümkün olmazdı. Bunların her biri ısrarcılığın başarısı.
Sol yıllardır iktidara gelemiyor, çok da hata yaptı. Bunu kahvehanede, altın gününde, rakı masasında, cami çıkışında tekrar ediyoruz. Ancak solun bir başarısı var: Hayatı sürdürmek. Bakın, sağcılar her bir köşe başında başarılarının altını çiziyor. Yazar Fatih Yaşlı yaptığı akademik araştırmadan notlarını paylaşıyor. Nota göre önceleri imam hatip okulları ifadesi imam hatip mezunlarının üniversiteye girişlerine engel. Hükümetteki Ecevit’e bu okulların adının liseler olarak değiştirilmesi teklif ediliyor. Ecevit de bu ifadeyi anlamsız buluyor ve imam hatip okulları ifadesi imam hatip liseleri olarak düzeltiliyor. Türk sağı temsilcilerinin iştahlıca anlattığı bu olay imam hatiplilerin kritik görülen pozisyonlara yerleşmelerinin önünü açıyor. Ne sol yükseldiğinde ne insanlık adına kazanımlar elde ettiğimizde ne toplum adına bir avantaj yakaladığımızda buna dayanan herhangi bir olayı veya olguyu böyle iştahla anlatamadık. Belki buna ihtiyacımız vardır, iktidar olmadan dünyayı nasıl değiştirdiğimizi anlatmaya.
Bir Yol, 17 Kasım 2019
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Yeni satranç masası: Türkiye
Uluslararası ilişkiler uzmanları ve dış politikacı çevreleri iki şeyi çok önemser: Çıkarlara dayanan realist politikalar ve belirli periyotlarla değişiklik gösteren-coğrafyalar arasında kayan satranç masaları. Atlantik’in 60 yıllık çevreleme politikası, reel sosyalizmin çökmesi ve batıdaki uluslararası sistemi ayakta tutmak için siyasal İslam’ın hedef olarak belirlenmesi süreçleri zaten sıklıkla konuşuluyor. Bunların da yanında 2002 kırılmasıyla birlikte belirgin şekilde değişen bir Türk dış politikası var. Esasen yeni gibi lanse edilen Türk dış politikasındaki bazı şeyler pek de yeni sayılmaz. Rusya’ya yakınlaşma politikası bunlardan biri. Cumhuriyet’in kuruluşu ve Kıbrıs Barış Harekatı dönemlerinde de Atlantik’in düşmanı Sovyetler Birliği’yle belirgin bir yakınlaşma olmuştu. Bugün yeni diye sunulan şey Türk dış politikasının açısından bir tekrardan fazlası değil. Ruslar açısından ise durum farklı.
Atlantik’in Kuzey Avrupa’dan Hindistan’a kadar sürdürdüğü çevreleme politikası Rusya’nın üç hamlesiyle yerle bir oldu. Rusya kısa süre içerisinde Kırım’ı ilhak etti, Suriye’de meşru hükümet içindeki gücünü muazzam şekilde arttırdı ve Türkiye’de Saray’la pek çok aşamada işbirliğini ilan etti. Rus dış politikasında önemli yer tutan Gazprom’un lisans verdiği Türk dağıtım şirketlerinin ortaklık yapılarını Rusya’nın lehine bozması dahi tek başına çok çarpıcı bir çalışmaydı. Buna benzer pek çok aşama geçildi. Bu aşamaların her birinde Saray’ın menfaati de yüksek. Zira basit bir ajans çalışmasıyla ilerleyen rejimin partisi bir süre sonra geniş halk kitlelerini ikna etmek için lideri ABD ve Rusya liderleriyle görüntü verir duruma taşıdı. Anadolu’da geniş bir bayi teşkilatlanması gibi çalışan iktidar partisi, kahvehanelerde “gördünüz mü, reis dünya liderleriyle oturup kalkıyor,” mesajını vermeye çalışıyor. Özellikle Suriye topraklarındaki son askeri operasyonun Saray’ın görev onayını yükselttiğine vurgu yapan çevreler bunu milliyetçiliğin daima yükselmesiyle ilişkilendiriyor. Ancak anlatımlar sırasında “karizmatik liderlik” gibi bulunduğumuz coğrafyaya ait daha ilkel duyguların atlandığına da şahit oluyoruz. Türk dış politikasının bu bağlamda bir bayi teşkilatlanmasıyla ilişkilenmesi Saray’ın kurumlar ve yasalarla olan ilkel ilişkisini ortaya koyması açısından da ilginç. Orta vadede bu yaklaşım aynı zamanda Türkiye’yi başka bir tehlikenin içine daha çekiyor: Doğu Akdeniz’deki gerilim.
Kanımca Saray şunun farkında: Eğer satranç masası Türkiye’ye doğru kayarsa kültürel ve sosyal milliyetçiliğe dayanan bir politika, rıza birliğini çok daha kolay sağlar ve yüksek görev onayı Anadolu kahvehanelerindeki “karizmatik lidere” bir meşru zemin kazandırır. Bu bir sarmal ve bu sarmal daima başarılı olur. Son askeri harekattan Ruslarla ve Amerikalılarla temasa kadar neredeyse her şey bu bağlamda düşünülmeli. Zaten bu bağlamın dış politikadaki karşılığını düşününce son askeri harekatın Doğu Akdeniz’de Fransa ve Yunanistan’a karşı bir güç gösterisi olduğunu, arası açık olan ABD-Fransa ekseninde Saray’ın ABD’den yana tavır aldığını zaten fark etmiş oluyorsunuz.
Bir Yol, 15 Kasım 2019
1 note · View note
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Koltuktan kalkan tarihe not edilir
Türkiye sosyal demokratlarının yıllar sonra sağladığı yerel seçim zaferinde parti liderinin siyaset yapma tarzının da çokça etkisi var. Parti lideri olmadan önce çok fazla ayak kaydırmaya maruz kalmasına rağmen seçimler gibi önemli pratiklerde adayların önüne geçmemeye çalışan görüntüsü, destekleyici tavrı, hataları düzeltmeye çabalayan davranışlarıyla kadrosunun başarısına eşlik etti. Halbuki lider olmadan bir süre önce Ankara anakent belediye başkanı karşısındaki televizyon performansının ardından parti kamuoyunda “Ankara adayı olur” denilen siyasetçi İstanbul’a aday yapılmıştı. Hatırlayın, aynı seçimde SHP’nin başındaki Karayalçın ise Ankara adayı yapılmış, iki aday da seçimi kaybetmişlerdi. Ancak dönemin parti lideri bu iki hamlesiyle hem partisinin oylarını yükseltmiş hem de yükselmekte olan iki siyasi rakibine kaybettirmişti. Yeni parti lideri ise kartlarını daha açık oynamaktan yana. Eleştirilecek çok yönü olmakla birlikte siyaset yapma tarzı büyük kongrede rakibi olduğu adayı aynı zamanda Cumhurbaşkanı adayı yapmasını da getirebiliyor. Parti lideri siyasi rakiplerinden korkmuyor, onlarla cenk edebileceği bütün aşamaları parti kamuoyuna taşıyor.
Türkiye sosyal demokratları şu ara mahallelere sandık kurmakla meşgul, parti kongre sürecini işletiyor. Kentlerde mahallelerden başlayan delege ağalığı rejimi yerini ilçe kongrelerinden itibaren belediye baskısına bırakıyor. Parti lideri ise büyük kentlerin il başkanlarını ve yönetimlerini belirleyecek. Bu dönem önceki dönemlerden farklı olarak anakentleri kazanan belediye başkanlarının müdahelelerinin fazlaca olacağını görüyoruz. Varsın parti lideri “belediye başkanları bu işe karışmasın” desin. Bu işin böyle olmayacağını biliyoruz. Ankara dışındaki bütün anakent belediye başkanları sürece müdahil. Ankara’da ise seçilecek il başkanı nezaketen anakent belediye başkanıyla tanıştırılacak. İstanbul’da işler daha çetrefilli. Belediye başkanı Berlin’de önemli temaslarda bulundu. Benzer bir şekilde Londra’da pek çok temasta bulunacak. Beni bağışlayın ama kamuoyunun algısı başkanın Cumhurbaşkanı adayı gibi bir görüntü verdiği yönünde. İl başkanı ise seçim kampanyasının başında bulunan Necati Özkan’la çatışır görüntüde. Elbette bunu görmezden gelinen örgütünü görünür kılmak için yaptığını biliyoruz, öyle bir durum içinde başka bir tepki veremezdi.
İstanbul’da kongreler sürecindeki partililerin olup biten buncan şeye kaçınılmaz olarak tepki verecekler. Kanımca en büyük ama bir o kadar da sessiz tepki belediye başkanına olacak. Partiyi genel merkez ve il düzeyinde temsil edenlerden daha çok bu ekonomik kriz ortamında belediyeciliğe yeterince odaklanmayan başkana listeler nezdinde bir reaksiyon verileceğini öngörebiliriz. Kaftancıoğlu-Özkan gerilimini biraz da buradan okumak gerekir.
Ancak parti çevresinin gördüğü bir risk daha var: Başkanın koltuktan kalkması ihtimali. Bunu sosyal demokratların Ankara anakent belediye başkanı bir defa yapmıştı. Belediyeyi bırakıp merkezi hükümete başbakan yardımcısı olmuştu. Sosyal demokratlar o günden beridir Ankara’yı yönetmeye yaklaşamadılar bile. Koltuktan kalkan tarihe not edilir.
İstanbul’daki aktörler bu dersi alacak mı? Kongreler bu dersi vermeye hazırlanıyor, gözlemler o yönde.
Bir Yol, 13 Kasım 2019
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Gıda güvenliği piyasa baskısı altında eziliyor
Gıdayı düzenleyici-denetleyici enstrümanlarla koruyabilmek mümkün. Ancak piyasa aygıtı aşkın bir güç, karşısında esaslı bir tahakküm kurmadığımız sürece yaygın bir şekilde gıda güvenliğini sağlamanın bir yolu yok.
Çoğumuzun “iyi biliriz” dediği pek çok markanın ürünleri Avrupa, Rusya ve Çin pazarına çıkarken gümrük kapılarından geri dönüyor. Bundan sonraki aşamanın ürünlerin imhası olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak durum pek öyle değil. Ürünler iç piyasaya dağıtılıyor. Bunun da iki nedeni var: Denetim mekanizmalarımızın yetersiz olması ve marka algımız.
Aslında Türkiye’nin mevcut marka algılamasına kadar da pek çok aşama geçildi. Önceleri bakkalların yaygın olması aynı zamanda fabrika, toptancı ve bayi zincirlerinin faaliyetlerinin (maliyetlerini yüksek tutmasına rağmen) etkin olmasını, dolayısıyla pazarda pek çok irili ufaklı üreticinin tutunmasını da sağlıyordu. Bu süreç zamanla bakkallardan B tipi marketlere kaydı. Buradan da ulusal perakende zincirlerine doğru bir gidişat yaşandı. Böylece oligopol piyasaların oluşturulması aşamasında büyük markalar da üzerlerine düşeni yapmış oldular. Ulusal perakende zincirleri içerisinde başlangıçta kendine yer açabilen küçük üreticiler ve markalar karşılarında insert, sepet, havuz gibi uygulamalar ile konsinye bırakma ve giriş bedeli gibi ödeme kalemleri buldular. Her geçen gün güçlenen ulusal perakende zincirlerinin kar elde etme iştahı karşısında büyük üreticiler ve markalar hiç zorlanmadı. Hatta bu kalemleri teşvik ederek hem küçük üreticileri oyunun dışına atmış hem de rekabet etmek için iktisadi liberalizmin öngördüğü fiyatlama politikasını gözardı etmiş oldular. Kısa süre içerisinde küçük üretici ve markalar büyük ödeme kalemlerinden dolayı rekabet edemez duruma geldiler. Bu büyük rekabet alanı öngörüldüğü üzere tezgahtaki fiyatlara yansımadı, satın alma birimlerine yansıdı. Peşin ile vadeli satın alma arasındaki makas giderek açıldı ve piyasalar 4-5 yıllık bir periyodu bu iki satın alma işlemi arasında doğan sermaye birikimini izlemekle geçirdi. Likidite gücü düşük satın alma birimleri ulusal perakende zincirlerini ayakta tutmayı başaramadı ve oligopol piyasa giderek zirvedekilere kazandırmaya başladı. Kısa süre içerisinde daha yaygın ve “sadece etik değerlere” dayanan gıda güvenliği giderek daha az ve piyasalarda etkisi azalan bir grup üreticinin elinde kalmaya başladı. Küçülen kar marjı ve sermaye birikimi gıda güvenliğinin gözardı edilmesini zorunlu kıldı.
Bu bağlamda gıda güvenliğinin iki aşamada piyasa baskısı altında ezildiğini belirtmek durumundayız. Bunlardan birincisi zirvedeki, ikincisi ise en alttaki üreticiler. Biri yüksek kar marjı hırsıyla, diğeri ise ayakta kalma kaygısıyla gıda güvenliğini tehlikeye atabiliyor. Dolayısıyla son dönemlerde kamuoyunda beliren “gıda güvenliği için küçük üreticiye gidin” tezi yeterli bir açıklama olmayabilir. Daha köklü ve kapsamlı bir çözüme ihtiyacımız olduğu ise kesin.
Fabrica Today, 10 Kasım 2019
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Tartışma zemini
İlhan Tekeli dar bir toplantıda “sadece birimizin istediği parti olsa orada elli kişi bile olamazdık” demişti. Partiler siyaseti, tartışma zeminlerinin de oluşturulduğu programatik metinlere bağlı yapılar. Tartışma zeminleri olduğu sürece farklı pek çok fikri içinde barındırabiliyor. Ancak farklı fikirler aynı zamanda tanımlanmış bir parantezin içinde olmalı. O parantezi parti programları anlatıyor. Türkiye sosyal demokrasi hareketinin öncü partisi asırlık bir programa sahip. Diğer tarihsel sosyal demokrat partiler gibi Türkiye deneyimi de pek çok aşamadan ve kırılmadan geçti. Parti programıyla ülke kurdu, ortanın soluyla ilk yıllarında sade bir ideolojik yönelim belirledi, demokratik solla bu yönelim doktrinleşti ve 12 Eylül sonrası bir takım kırılmalarla görece sosyal demokratik bir yönelim içerisine girdi. Bugün Türkiye sosyal demokrasi hareketinin öncü partisi klasik üçüncü yolcu, piyasaları denetlemeyi ve düzenlemeyi taahhüt eden, Keynesçi iktisat politikalarına odaklanmış bir parti programına sahip. Ancak Türkiye’de sosyal demokratların partilerinin programı dünyadaki örnekleri gibi eskiyi revize ederek yeniyi aramış olmadı. Örneğin Alman sosyal demokratlar Marx’ın savunusundan Bad Godesberg’e ve oradan Hamburg Programı’na kadar pek çok tarihi kırılma yaşarken İngiliz sosyal demokratlar Fabiancılık’tan 21.Yüzyıl Sosyalizmi'ne kadar epey yol katetttiler. Bu yol boyunca pek azı eski doktrine sadık kaldı. Türkiye sosyal demokrasi hareketi bütün bu tartışma zeminlerinde eskiyi güncelleme pratiklerini, hem de toplumun değişmesine ve dönüşmesine rağmen, reddetmeyi tercih ettiler. Bu yüzden öncü partinin yönetici elitlerinin herhangi bir yaklaşımından gençlik kollarındaki öncülerin ortaya çıkışına kadar bütün politika oluşturma süreçlerinde sosyal demokratlar ile sosyal demokratlar, Kemalistler ile Kemalistler, sosyalistler ile sosyalistler yarışmış oluyor. Dikkatle izleyin, kürsüye çıkan hemen hemen herkes aşağı yukarı aynı politik argümanlarla üyeyi ve seçmeni ikna etmeye çalışıyor. Bunun doğrudan doğruya tartışma zeminiyle ilgisi var. Türkiye sosyal demokrasi hareketinin öncü partisi önümüzdeki günlerde mahallelerden başlayarak genel merkez yönetimine kadar bir dizi kurul seçeceği kongrelere hazırlanıyor. Son iki büyük kongrede karşı karşıya gelen parti lideri ve partinin Cumhurbaşkanı adayı yine karşı cephelerde yer alacaklar gibi görünüyor. Parti liderinin en güçlü olduğu dönemdeyiz, bunun yansıması olarak kongrelerin pek çoğunun “tek liste, tek adayla” geçileceğini öngörmek zor değil. Partinin Cumhurbaşkanı adayı, doğal adayı olduğu partisinin genel merkezine “tek liste tek aday” yönelimi doğrultusunda itiraz ediyor. Partinin örgüt sekreteri ise itirazın mecrasına işaret ediyor, “bu tartışmayı televizyon ekranlarında sürdürmenin zararını" belirtiyor. Hem tek liste ve aday yönelimi hem de partiyi televizyon karşısında tartışmaya açmak ahlaki görülmeyebilir. Bu yöntemsel iki itirazın çözümü bir tartışma zemini kurmaktan geçiyor. Partiye, yönetici elite, kadrolara ve politikalara farklı fazlarda itiraz eden irice bir parti çevresi var. Ancak konuşabilecekleri mecralar söz konusu değil. Parti elitleri konuşmayı merkez medyada sürdürmeyi tercih ediyorlar. Bunu sosyal medya takip ediyor. Danışma kurulu, kongre gibi organizasyonlar parti çevresinin tartışma zeminine katkı sunmasını sağlamıyor, tam tersine buna engel organizasyonlar. Dolayısıyla kongre süresince bir sıkışma söz konusu olacak. Yeni alınan belediyelerin “müdahaleleriyle” bu sıkışmaların önüne geçilmek istenecek. Yöntemsel olarak Türkiye sosyal demokrasi hareketinin elinde bu açmazları giderecek yeni bir şey yok. Alman sosyal demokratları Hamburg Programı’nı 2 yıl gibi uzun bir sürede neredeyse bütün üyelerinin katılımıyla yazmışlardı. Şimdi de başarısızlığı bütün üyeleriyle tartışıyorlar. Türkiye'nin sosyal demokratlarına ders olması dileğiyle.
Bir Yol, 10 Kasım 2019
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Nasıl sona erecek?
Sandığın konulması demokrasiyi tek başına açıklamaya yetmezken daha fazlasını isteyen bir grup kentli geriye kalanları bir uygarlık ölçütüne sürüklemeye çalışıyor. Bu girişimin her defasında başarılı olması modern toplumu da şekillendiriyor. Ancak Ortadoğu’da bir ülkede sürüklenmeyen çoğunluğun öyküsünü yazmaya soyunanlar var. Sancılar, acılar ve gözyaşları da buna ilişkin. Ülkenin piyasacı ve gerici partisi pek çok aygıtı kullanarak tırnaklarını topluma geçirmiş, ilerici güçleri ise paramparça. Bir süre önce süregelen tartışma zeminini kaybedilmiş. Yerel seçimler yapılınca nefes alacak birkaç delik açılmış. Ancak içeride ve dışarıdaki bir takım gelişmeler yapılan anket çalışmalarında da belirtildiği üzere iktidarda olan partiye can suyu vermiş. Ekonomik krizin sosyal etkileri ülkeyi sarsıyor. Her bir köşede çarpıcı gelişmeler var. Ülkenin üzerine kurulduğu coğrafyada güneşli tarlalar da var, karabasanlı evler de. Onur, her gece o evlerde hayatta kalma mücadelesi veriyor. Yaşamın doğası her şeyin kötüye gitmesine engel ama iyi şeyler görünmeyecek kadar az veya yetersiz. Aklı başında herhangi bir yabancıyı bu ülkenin kentlerine veya kasabalarına soksanız “nasıl sona ereceğini” hemen sorgulayacak, muhtemelen iktidara bir son kullanma tarihi bile biçecektir. Bütün veriler ve yaşanan her şey bu Pazar günü seçmenin önüne sandık koysanız iktidarın barajı aşamaz görüntüsünü anlatır. Ama defalarca kez deneyimlediğimiz gibi bu bir türlü olmuyor. Doğa bilimleri defalarca kez giriştiği deneylerde 1 defa farklı sonuç almanın yeterli olduğunu söyler. Ancak sosyal bilimlerin hiçbir gerçekliği bunu anlatmaya yetmiyor. İktidardaki parti bırakın duraklamayı, geriye gitme ivmesini bile yeterli görmediği bir ortamda mutlak gücünü sürdürmeye devam ediyor. Ülkenin sosyal demokrat partisi ise büyük bir sessizliğe gömülmüş durumda. Bu fırtına öncesi sessizliğiyse iyi, değilse kötü. Bütün şartlar bir iktidar değişikliğini zorunlu kılarken AKP’den kurtulup BKP’ye yakalanma riski de mevcut. Bundan korunmak, dahası tarihsel bir fırsatı kaçırmamak için geniş toplumsal tabakaların önüne esaslı bir program koymak şart. Ülkenin sosyal demokrat partisi bunu yapabilirse yerel seçimlerde elde ettiği göreli başarıyı esaslı hale getirebilir. Bunu gözardı ederse parti liderinin çok korktuğu SHP’ye dönüşme riskiyle karşı karşıya kalınabilir. Bu yüzden ısrarla programa, ısrarla vizyona ve ısrarla kuşaklara dayanan kadro hareketlerine bakmak gerekiyor. Nasıl sona erecek? Bunu ülkenin sosyal demokrat partisinin performansı belirleyecek.
Bir Yol, 9 Kasım 2019
1 note · View note
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Sevgi ve cesaret arasında: İstanbul’u kim kazandı?
Sosyal demokrasi refah devleti yaklaşımından beri sevgiyle ilişkilendirilir. Melez bir ideoloji olması ve bir elin sıktığı gülle simgeleniyor olması sevgiyle ilişkisini güçlendiriyor. Türkiye’de bu daha belirgin bir durum. Kısa tarihi boyunca neredeyse her siyasal akım ve ideolojiyle iktidarda veya muhalefette teması olmuş, yan yana gelmiş. Bu da naiflik ve empati gibi saiklerle bağını güçlendiriyor. Türkiye sosyal demokrasi hareketinin simge isimleri de benzer şekilde sevgi, naiflik ve efendilik gibi kavramlarla sıklıkla anılıyor. Şüphesiz Erdal İnönü bu isimlerin en önünde. Ancak onu ve onun nezdinde Türkiye sosyal demokrasi hareketinin bir dönemini şekillendiren ve rahatlıkla sevgiden daha çok cesaretle ilişkilendireceğimiz çok fazla konu var. 12 Eylül’ün gölgesinde darbeye karşı cesaret gösterecek pek çok girişimden Kürt sorununda cesur yaklaşımlar geliştirmesine, klasik CHP seçmenini küstürmeden sistem dışı görüntüsüyle kent yoksullarının elini tutmayı istemesinden Türkiye’deki siyasal iletişimi dönüştürmesine kadar liderin giriştiği her iş cesaretle ilişkilenmeli. Erdal İnönü’nün, partisinin ve ideolojisinin cesur tavrı bugünü dahi aydınlatıyor. Buna rağmen her ölüm yıldönümünde cesaretinin gözardı edilip sevgi ve naiflik gibi kavramlarla anılması şaşırtıcı. Sosyal demokrasinin cesaretini simgeleyen başka olgular veya olaylar dizisi yok. Geriye kalan bütün dönemlerde ideoloji sevgiyle ilişkilendiriliyor. Son yerel seçim zaferinin de bununla ilgili olduğu iddia ediliyor. Türkiye sosyal demokrasi hareketinin öncü partisinin belediyeleri kampanyalarında sevgi temasını sıklıkla işliyor, partinin genel merkez yöneticileri raporlarda “demokratların ittifakını” yazıyor ve parti lideri sevgi ikliminin altını kalın harflerle çiziyor. Ancak sandığa tahvil edilmiş bu zaferin altında cesaretin de azımsanmayacak bir payı var. Ünlü bir iletişimciye “bir seçim kampanyası ne zaman başlar" diye soruyorlar, “seçimden sonraki gün” cevabını veriyor. Öncü partinin seçim kampanyası da aslında bir önceki seçimden sonra başlıyor. Önceki yerel seçimlerde Sarıgül’ün İstanbul anakent belediye başkanlığına aday olduğunun açıklandığı gün yapılan anketlerde Sarıgül, AKP’li rakibinin 600 bin oy gerisindeydi. O günün şartlarını bilen aklı başında hiçbir siyasetçi Sarıgül’e bir şans vermemişti. Zaten İmamoğlu’nun ve partisinin kampanyası da o seçim bittiğinde başlamıştı. Kaftancıoğlu’nun CHP İstanbul İl Kongresi’nden çarpışa çarpışa çıkması da kampanyanın bir parçasıydı, İmamoğlu’nun kongreden bir gece önce Kaftancıoğlu’nu destekleyeceğini kendisine belirtmesi de. Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki yıkım ve ertesi güne biriken öfke miting alanlarını milyonlarla doldurmamamız gerektiğini gösteriyordu. Daha itidalli olmayı öğrendik. Kürtlerin başına gelen onca kötülük çok belirleyiciydi. Kentli Türk milliyetçilerinin devletten uzaklaşmaları sosyal demokrat partiye yakınlaşmalarını getirmişti. Bütün bunlar olurken sevgi yerine cesaret sahnedeydi. Sonra bütün bunların üzerine hata yapmamaya özen gösteren bir kampanya tüm Türkiye kentlerinde ve sonra İstanbul’da kendini gösterdi. İstanbul kampanyasının başında bulunan Necati Özkan geçtiğimiz hafta Media Cat’ten bir kitap çıkardı: Kahramanın Yolculuğu. Kitap iki seçimin İstanbul ayağını ve zaferleri anlatıyor. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu iki gün önce kitaba tepki gösterdi, yönettiği örgütlerin başarısına işaret etti ve görmezden gelindiklerini belirtti. Özkan’ı, Kaftancıoğlu’nu ve İmamoğlu’nu takip eden, tartışmanın içinden seslenmeye çalışan herhangi bir örgütlü “örgütsüz olur mu hiç, seçimi sandık başında bekleyen partililer kazandı” diyebilir, oy verip adayla heyecanlanan bir seçmen ise “siz ne anlatıyorsunuz, İmamoğlu kitleleri önüne kattı ve kazandı” diye cevap verebilir. Biri sevgiyi diğeri cesareti savunabilir. Biri adayı önemseyebilir, diğeri ise örgütü. Ancak seçimleri kazanmanın da, toplumun dönüştürmenin de; her iki yolla sosyal demokrasiyi kökleştirmenin de sevgiyle ve cesaretle ilişkisi olabilir. Parti çevresi bir süre boyunca Özkan-Kaftancıoğlu arasındaki gerilimin tarafı olacak şüphesiz. Bu gerilim sırasında tartışmaya katkı koymak da önemli. Kanımca çok şeyi başaran sevgi ve cesaret arasındaki geniş reaksiyon aralığında gidip geliyor olmak. Ben ikisine eşit mesafedeyim ama yüzüm cesarete dönük. Çünkü eksik olan o.
Bir Yol, 8 Kasım 2019
1 note · View note
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Roller değişiyor: Erdoğan demokratik katılımı engeller mi?
Anakent belediye başkanı Ekrem İmamoğlu, Brand Week Istanbul’un açılış konuşmasında yeni nesil yerel demokrasiden detaylıca söz etti. Başkanın konuşmasının içeriği İstanbul’un kenarından gelen bir belediye başkanı için zorlayıcı nitelikteydi. Fazlalıkla beyaz kalan ajans çevreleri karşısında yerel demokrasinin altını en çok AKP’nin İstanbul’unu eleştirerek doldurmaya çalıştı. Bütün bir içerik yeni yönetimin yolun çok başında olduğunu gösterdi. Seçim kampanyasında öne çıkan öğeleri anlattı ve demokratik katılım yollarını değerlendirdi. Çokça simgesel birkaç işten söz etti, dijitalleşmeyi anlattı. Türkiye’de kamunun dijitalleşmeden anladığı şey, şimdilik, aktif sosyal medya yönetimlerinden ibaret. Merkez ve yerellerdeki kurumlar bir süredir dışarıdan satın almalar yoluyla akıllı telefon uygulamaları yaptırıyorlar ama bu uygulamalar web sitelerinin mobildeki karşılıklarından daha fazlasını anlatmıyor. İzmir’den umut edilen, Ankara’nın uygulayacağını açıkladığı dijitalleşme süreçleri İstanbul’un yeni yönetimi için demokratik katılımla özdeşleşiyor. Ancak Türkiye’nin temel sorunlarından biri de İmamoğlu’nun da içinde bulunduğu kuşağın dijital dönüşümü tam anlamıyla içselleştirememiş olması. Dolayısıyla bu kuşağın yönetici sınıfının bu alana ilişkin bildiği neredeyse her şey bir kulak dolgunluğundan ibaret. Brand Week Istanbul konuşması sırasında İmamoğlu’nun bunu detaylıca anlatmamış olmasının nedeni de bu. Dinleyicilerin çok daha fazlasını duymak istemesine rağmen İmamoğlu çok fazla detay vermedi. Ancak yakın ekibi içerisinde alana ilişkin çalışmalar yapmış ve yaptığı çalışmaları kurum hafızasına enjekte edebilecek kişiler olduğunu da tahmin edersiniz. Her şeye rağmen yöneticilerin sadece tam anlamıyla alana hakim olmasıyla demokratik katılım yollarının açabileceğinin altını çizelim. Zira fiziki alanda bir demokratik katılımın ne kadar demokratik olduğunu gözlemleyebilir, bu sürecin herhangi bir yerinde demokratik olup olmadığı konusunda itiraz gerçekleştirebilirsiniz. “Cloud” bir alanda bu pek mümkün olmayabilir. Bunu bir televizyon kumandasına benzetebilirsiniz. Kumandayı sıklıkla kullanırsınız ama çoğu zaman çalışma prensibini anlayamaz veya kavrayamazsınız. Şüphesiz alana hakim olduğunu anlatanlar da var. Anakent belediye başkanlarından Mansur Yavaş, geçtiğimiz ay katıldığı bir televizyon programında bir akıllı telefon uygulamasıyla dolaşım verisi toplayacaklarını ve bunu analiz ederek Kızılay merkezli EGO ulaşım planını gözden geçireceklerini belirtmişti. Çarpıcı bir performanstı. Kanımca esas demokratik katılım da bu: kentlinin kente katılması. Ancak burada da bir endişe devreye giriyor. Amazon’u, Netflix’i ve Facebook’u nerede ve nasıl durduracağımızı tartıştığımız bir düzende kamunun nereye kadar veri toplayacağı, nereye kadar müdahil olacağı, verinin toplanması ve işlenmesi konusunda nerede duracağı herhangi bir yasayla belirlenmemiş oluyor. Elimizde olan tek şey sosyal demokratların etik kaygılar gözetebileceği. Bu da bir hukuk devleti için yeterli çerçeve değil. Şaşırtıcı gelebilir ama Saray Rejimi önümüzdeki günlerde gayet dinamikleşecek ve sosyal demokrat yerel yönetimleri (ve Mansur Yavaş’ın Ankara yönetimini) öne geçirebilecek bu verili alana kısıtlama getirebilir. Roller iyiden iyiye değişiyor. Sosyal demokratların düzenleyici-denetleyici rolünü Saray Rejimi görebilir. Sosyal demokrasinin yerel yönetimler politikası gelişirken Erdoğan rol kapabilir. Neler olacağını göreceğiz.
Bir Yol, 7 Kasım 2019
1 note · View note