Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
1...
Merhabalar! Nasılsınız görüşmeyeli? Benimki de soru işte… İyisiniz tabi ki de! İnsan neden “Nasılsın?” sorusuna hep iyiyim der? Neden asıl hissettiği duyguyu söylemez? Kötüyüm, yalnızım, agresifim üstelik obsesifim, obezim, abazayım mesela…
.
Bazılarımız kelimeler yerine vücut dilini kullanır. Mesela Sezarın -perfecto- manasına gelen işaretini yaparlar. Bu aynı zamanda “Beğendim.” demek.
.
Bazılarımız çok daha iyi olduğundan, çok daha iyiyim manasına gelen iki yumruğunu sana doğru sıkıp dilini çıkarma hareketini yapar. Tabi bu aynı zamanda “Koyduk mu?” demektir.
.
Benim Burak diye bir arkadaşım vardı. O da öleydi mesela. “Nasılsın?” diye sorulduğunda hep cevap olarak -fısıırrıt- diye osururdu.
.
Bunu her seferinde nasıl başarırdı bilmiyorum. Ama iyi bir kimyagerdi onu biliyorum. Odasında kimsenin bilmediği bir kimyasal deneyi yaparken kimyasal bir gaz soluduğundan boğularak ölmüş. Dışarıya hep gaz salan birinin içine gaz alarak ölmesi ne garip bir ilahi adalet değil mi? Bu, sanırım ona “Nasılsın?” diye sorulduğunda, Burakla aynı odada bulunup nasıl olduğuyla ilgilenmeyenlerin “Üffff!” diye çıkan beddualarından kaynaklı bir durum.
.
Yani kafaya göre… Pardon düzeltiyorum kafasızlığa göre gaz kullanmamak gerekiyor! Sonucu nere gider? Hiç bilinmiyor.
.
Tabi dünyada ki herkes Burağa beddua etmiyordu. Benim de aralarında bulunduğum bir grup seveni vardı. Polis ağabeylerin “Teşhis için!” dediği zorunlulukla Burağın yakın arkadaşları olarak morga maktul ziyaretine gittik.
.
Burağı mosmor şişmiş, kaskatı kesilmiş bedeni ve pörtlemiş gözleriyle görünce duygulanıp “Ah be kardeşim! Şimdi kim bilir nerede, nasılsın?” demiş bulundum. “Zo zorot! Zurut zurt!” diye cevap verdi Burak bu uhtevi duama.
.
Burağın hala hayatta olduğunu düşünerek çok korkmuş ve heyecanlanmıştım. Heterofobik doktor teselli maksadıyla kalçamın sol lobunu okşuyor, sakin olmam gerektiğini, ölülerde de bu tarz durumların oluşabileceğini söylüyordu. Ya da Adli Tıp Uzmanı işte! Adı her neyse… İnsansan, insansın işte!
.
Doktor da kimya bildiği için haliyle bize anlatmaya başladı. Burak gizli çalışmasında polis için yeni bir gaz üretiyormuş. Bu gaz, endorfin salgı sistemi üzerinden, lustrafit etkiyle, hipotalamus orta sinaptiğinden antiaflatoksinal uyarıyı kandaki tiamin oranını azaltarak sağlayacakmış. Yani kabaca bu gaz toplumsal olaylarda taraflar gerildiğinde kitlenin ve polisin kendi üstüne sıkılacak ve insanda sevgi, mutluluk, aşk gibi dürtülerle karşısındakine sarılma veya karşısındakinin dudaklarına parmak ucuyla şeffaf ve narince dokunma hissi uyandıracakmış. Ne diyelim? Nur içinde yatar inşallah.
.
Ve bazılarımız da müsait olamadığından farklı tepkiler verir bu “Nasılsın?” sorunsalına. Mesela Genel Astronomi-2 dersinde üç saat boyunca mola vermeden logaritmik olarak yıldız uzaklığı hesaplamasını harıl harıl anlatan Doçent Doktor İpek ÇAYa, el kaldırmak suretiyle anlatımını bölerek “Hocam bu matematik işleri zor. Onu bunu s.ktir et de; bu gün nasılsın?” dediğimde bana “Çık dışarı!” demesi gibi.
.
Bir başka örnek vermek gerekirse; adı Burak olan, kimyager olan, “Nasılsın?” diye sorulduğunda osurarak cevap veren, ama biraz önce öldüğünü anlattığım Burakla aynı Burak olmayan, yani ikinci bir Burakla bir gün bir bara gittim. Yalnızdım! Solak olduğumdan yalnızlıktan sol elim şişmişti. Neyse ki ikinci Burak yanımdaydı ve beni teselli ediyordu.
.
O sırada Burak bana yan masada oturan dört kızdan birinin beni sürekli kestiğini söyledi. Hemen sol elimle kendimi bardan iterek arkama döndüm. Bir el insanın yalnızlığını gidermesinde sahibiyle bu kadar mı hem fikir olabilirdi? Kız çok güzeldi. Hemen yaladığım sol elimle saçımı düzeltip kızın masasına doğru yöneldim. Dört kız, kız kıza gayet güzel eğleniyordu. Tam masaya vardığımda, yazmayı düşündüğüm kız eğlenceleri gereği bir hamburgeri bütün yutmaya çalışıyordu. Ve neredeyse tamamını ağzına almıştı. O an heyecandan elimi sıksın bari diye sol elimi uzatarak “Merhaba. Nasılsın?” dedim. Kız bana cevap vermek istediğinden olacak ki ağzındaki hamburgeri ısıramasada sıktı. Yazdığım kız hamburgeri ısırınca ya da ağzıyla sıkınca işte! Adı her neyse… İnsansan, insansın işte! Sıkılmış hamburgerden fışkıran ketçap kızın çenesinden aşşşşağı akarak, kızın ağzının sağ kenarından süzülen salyayla boynunda birleşip çatalından aşşşşağı göğüslerine doğru yol aldı. “Iyyy!”. Yanlış anlamayın! Vurgulamak istediğim o iğrenç akışkanlar. Kızın göğüsleri değil! Zaten bende fetişist değilim. Sadece her erkek gibi göğüs gördüğümde benim de içimde mutluluk hissi uyanır. Hatta bazen çataldan ziyade göğüsleri daha derinden görürsem mutlulukla karışık heyecandan refleks olarak sol elimi kalbime götürürüm.
.
Uzatmayalım! Kız hemen peçete, ıslak mendil, kağıt havlu ya da tuvalet kağıdı aramaya başladı. Fakat ikinci Burak -Acılı Adananın İnsan Sindirim Sistemi Üzerindeki Etkileri- kapsamlı deneyi gereği mekanda ki bu saydığım envanterlerin hepsini bitirdiğinden kız aradığını bulamadı. Dolayısıyla çok sinirlendi. “Bak yaptığına! Gördün mü?” diyen bir öfkeyle bluzunu sıyırıp göğüslerini açarak neredeyse burnuma dayadı. “Nasılsın?” sorunsalına cevap olarak daha önce hiç böyle mutluluk verici bir hediye almamıştım. Ortamda ki değişkenler yüzünden kimin sol eli kimin neresinde belli değilken tek stabil, yutulmadan hala kızın ağzında duran hamburgerdi. Çok yaşa hamburger!
.
Ve dahi hatta bazılarımız soruya soruyla cevap verir “Nasılsın?” diye sorulduğunda… Ortaokulda İngilizcesi çok iyi olan Elif BAYRAKTAR diye bir arkadaşım vardı. Mesela ben ona ne zaman “Nasılsın?” desem, “Sana ne?” diyerek soruya soruyla cevap verirdi. Gerçi bu kızın Türkçe iletişimi çok sorunluydu. Sanırım İngilizcesi çok çok iyi olduğundan Türkçesi de bir o kadar kötüydü. “Günaydın!” dediğimde de “Seni ilgilendirmez!” derdi mesela... Bir gün sırada ayağıma bastı ve ayağıma bastığını fark etmedi. Ayağımın acısına artık dayanamadığımdan “Pardon Elif! Ayağıma basıyorsun ama…” dediğimde de “Gerizekalı!” diye net ve kısa bir cevap vermişti.
.
Neyse ki benim kaleci olduğum dönemlerde bir gün okulun bahçesinde top oynarken okulun en iyi forveti olan, adı Burak olan, kimyayla ilgilenen ve “Nasılsın?” diye sorulduğunda osurarak cevap veren, fakat daha önce size anlattığım iki Burakla da alakası olmayan üçüncü bir Burak çok sert bir şu çekti ve ben o şutu kurtaramadığım için top, kalenin tam arkasında elinde beş bin sayfalık kaskalın bir kitapla developing grammer yapan Elifin suratıyla buluştu da, Türk Dil Kurumu böyle bir Türkçe katilinden kurtuldu. Çok yaşa hamburger kılıklı top!
.
Ve işte şimdi yeniden soruyorum. İyi düşün! Öyle cevap ver! Merhabalar! Nasılsınız görüşmeyeli?
Ozan Barış CAN
0 notes
Text
iyi hal sonucu
İYİ HAL SONUCU
Aylardır tık yok! Dün gece rüyamda Achillesle Hektorun Truva için savaşmasını gördükten sonra bir uyandım ki; sertleşme var! “Gay miyim lan ben acaba?” korkusuyla yataktan fırlayıp hemen tuvalete koştum. İçeride yaşadığım panik atak geçsin diye Kırmızı Başlıklı Kızı okurken birisi kapıyı tıkladı. “Dolu!” dedim. “Kimsin?” dedi. “Hananzınımı!” deyip çıktım lavabodan. Bu pansiyon işleri hep böyle olur zaten. Millet evin içinde odası var diye evin her yerinde odası var zanneder. Dal daş.ak gezer! Kimsenin kimseye saygısı kalmaz.
Bir gün hiç unutmam yorgunluktan gebermişim. Gecenin üçüne kadar bilgisayar başında çalışmışım. Eve gelip, kimseye “Merhaba.” demeden odama geçip direk uyuma niyetindeyim… Bir baktım anahtarım yok! Kış mevsimi ya hani, hava da soğuk! Eve girer girmez kat kat pijamalarımı giyer, yorgana bürünür bürünür yatarım derdiyle kapıyı tıkladım. Kapıyı “Hoş geldin birader!” diyen çırılçıplak bir beden açtı! Hemen hızlıca odama geçmeye yeltendiğim sırada “Bak, yanlış yorumlama! Ben sadece bir iki kalem bir şeyler çizebilmek için ilham gelsin diye böyle dolaşıyorum.” dedi.
Odama kavuştum. Pijamalarımı kat kat giydim. Yorganı bir açtım, bismillah; bu sefer de benim kanepede çırılçıplak bir kadın. Beni o vaziyette görünce, ya da ben onu o vaziyette görünce sinirlenip, “Hemen çıkar mısın odadan dışarı?” dedi. “Replikleri karıştırdın. Onu benim sana söylemem gerek!” derken; odaya başka bir çocuk girip; “Baba kusura bakma ya! Farklı mekanda takılalım dedik. Hemen malzemeyi alıp gidiyorum.” dedi. Benim yorganı kızın bedene sarıp çıktı. “Pardon! İç çamaşırlarınızı unuttunuz.”dedim. “At gitsin ya! Lazım değil.” dedi. Ama yorgan bana lazımdı! “Baba yorgan…” dedim. “Tuzlu fıstıkla biraz votka unuttuk odada… Sana afiyet olsun kaaardeşim.” dedi ve çıktı gitti. Sinirden belki bir tepki olur diye bütün fıstıkları votkanın içine attım. Salladım salladım bıraktım. Ama hiç bir tepkime olmadı!
Bu pansiyonda kimseye yardımcı da olmayacaksın. Sabah diş fırçalarken iki kişi aynı anda geldi. “Pardon ben nerede tıraş olabilirim?” ve “Kıble ne taraf?” dediler. Bende ağzımda fırça olduğundan elimle tıraş için diğer lavaboyu gösterdim. Ertesi gün “Yazıklar olsun sana! Utanmıyor musun kıbleye ters namaz kıldırmaya?” diye bir tepki… Neyse işte pansiyon hayatı böyle yani… Paran varsa ev tut! “Gay miyim lan ben acaba?” diye diye giyindim, pansiyondan çıktım.
Otobüse orta kapıdan bindim. O sırada bir koltuk boşaldı. Baktım oturan yok “Merhaba.” deyip yan koltukta oturan kızın yanına oturdum. O da “Merhaba.” dedi. Her otobüse binişimde birinin yanına oturduğumda “Merhaba.” derim ben. İlk defa biri de bana “Merhaba.” diye cevap vermişti. “Ne iyi kız lan…” dedim içimden. Sonra akbilimi uzattım. “Burdan bir basım lütfen.” dedim. Elden ele, “Burdan bir basım lütfen.”, “Burdan bir basımmış lütfen.”, “Burdan bir basım lütfenmiş.” diye diye öne gitti. En önden “Yetersiz!” lafıyla elden ele “Yetersiz!”, “Yetersiz!”, “Geçersiz!” diye diye ilk uzattığım adama kadar geldi. Adam tam bana bakıp “Geçersiz!” diyecekti ki; “Aaa! Geçersiz miymiş ya?” diye sorunca, adam emin olamayıp, bir arkasına dönerek “Geçersiz?” diye sordu. Sekseninci kez “Geçersiz!” denince de emin olarak bana bir suç işlemişim de yüzüme vuruyormuş gibi ; “Geçersiz tabi!” diyerek akbili verdi. “Yetersiz değil miydi o ya?” dedim. Yanımda ki kız birden kahkahayı patlattı. Kahkahayla kıza dönüp suratına baktım. “Pardon ya! Komik geldi biraz. Kusura bakmayın.” dedi. Bense hala o güzel gülüşte kaldığımdan; “Ne organik kız lan!” dedim içimden.
Benim “Estafurullah! Komik tabi…” dememle organik kızla sohbete başladık. Sadece güldük. Daha komik şeyler konuştuk. Sonra “Ben bu durakta iniyorum. Görüşürüz.” dedi.
İki-üç durak sonra bende indim. Tekrar karşılaşır mıydık acaba? Kızın yanındayken “Gay miyim lan ben acaba?” sorunsalı kafamdan kalkmıştı. Ama şimdi kız yoktu. Sorunsalıma geri dönüp saatlerce yürüdükten sonra işin içinden çıkamayıp bir parka oturdum. Amcanın biri geldi. Pamuk şeker satıyordu. Üstelik sapları da rengarenk. Elinde sadece dört tane pamuk şekeri kalmıştı. Demek ki renkli sap işe yarıyordu. İkisi pembe saplı, diğer ikisi mor… Amca, baktığımı fark edip yanıma geldi. Tam ben “Abi karnım aç! Aç karnına gitmez, mideyi bozar sağol.” diyecekken; “Paşam sana pembeleri vermiyim. Yakışmaz! Erkek adamsın. Morları al.” diye uzatınca, ben amcaya sinirlenip; “Gay miyim lan ben? Pembeleri ver!” diye hiç alakam yokken iki pembe saplı pamuk şekeri almış oldum. Yan bankta da arkası bana dönük bir kızla iki küçük erkek çocuk otuyordu. Sanırım ablaları kardeşlerini gezdirmeye gelmişti. Ama çocuklar çok huysuzdu. Hiç rahat durmuyordu. Pamuk şekeri diye tutturdular. Kız pamuk şekerleri aldı. Fakat çocuklar bu sefer de pembe saplılar diye ağlamaya başladı. Pembe saplılar bendeydi. Çocukları yanıma çağırıp pembe saplıları verdim. Yerine onlarda ki mor saplıları hiç istemesem de aldım. Karşılığında da ablalarının yanına dönüp uslu uslu oturmalarını istedim. Kız ise arkasını dönmeden eliyle “Teşekkürler!” manasında bir işaret yaptı. Öylece bankta oturuyordu. Bu oturuşu biliyorum. Mutsuz insan oturuşu… Siz de çok iyi bilirsiniz aslında bu oturuşu. Sessiz, hareketsiz… Mutsuz işte!
Çocuklardan biri diğerine göre biraz daha büyük ve sevimsiz, pis, çirkindi. Bir kaç dakika sözümü dinlediler. Pembe saplı şekerleri alınca uslu uslu oturdular. Fakat sonra yine kudurdular. Kıza yardım olsun diye yanlarına gidip; “Bakın; ablanızı rahat bırakıp uslu durmazsanız, pembe saplı şekerleri sizden geri alırım.” dedim. Küçüğü hemen –donk- diye poposunu banka vurup oturdu. Büyük ve pis olanı, kendi kafasında derince bir hesaplama yapıp, sarkan sümüğü sertçe çektikten sonra “Alır lan hakkaten bu o.ospu çocuğu!” bakışıyla istemese de oturdu. Kızda “Sağol ya!” diyerek bir döndü ki; bir de ne görelim; oysa bu kız organik kızmış!
“Yemin ederim otobüsten sonra seni takip etmedim.” dedim. “Yemin ederim sana inanmıyorum şu an.” dedi. Gülüştük. Aramızda tekrar koyu bir sohbet başladı. İkimiz de çok eğleniyorduk. Sohbetin gidişinden belliydi… Bu sefer otobüste ki gibi “Görüşürüz!” ile askıda kalmayacaktı. Sohbet ilerledikçe keyiften pamuk şekerlerimin ikisini de yedim. Keyif devam edince, bu sefer de çocukların kalan şekerlerine salça olup; “Eğer bana pamuk şekerlerinizi verirseniz size kaydıraktan kaymayı öğretirim.” dedim. Çocukların ikisi de aslında kaydıraktan kaymayı biliyordu. Ama “Öğretirim…” kelimesini duyunca yeni bir şey öğreneceklerini sanıp şekerleri hemen verdi salaklar.
Organik kız bu çocukların ablası değilmiş. İnternetten kendine bir iş bulmuş. Bankacı bir ailenin, aile işteyken çocuklarına birkaç saat bakıp günlük elli lira alıyor. “Çok iyi para valla dedim!”
Her şeyi konuştuk. Aramızda bir çekim başladı. Daha da konuştuk. Yalnız saatler ilerledikçe şekerler yüzünden midemden acayip sesler geliyordu. Ama ikimiz de çok eğlendiğimizden sesleri pek umursamıyordum. Derken organik kız başından geçen ciddi bir aşk acısını anlatmaya başladığında ince bir sesle gaz kaçırdım. Bünyem şekerci amcanın üstün pazarlama teknikleriyle aslında ihtiyacım olmadığı halde ihtiyacımmış gibi bana kakaladığı şekerlere tepkisini koymaya başlamıştı. Organik kız birden sinirlendi. “Hiç komik değil! Lütfen ben seni ciddiye alıp önemli şeyler konuşurken böyle şakalar yapma! Onun dışında zaten görüyorsun, bende şaka kaldırıyorum.” dedi. İstemeden olmuştu. Neden bu kadar kızdı anlayamadım… Azarlanmış çocuk gibi, “Tamam!” diyebildim sadece…
Neyse ki sorun büyümedi. Tatlı sohbetimize devam etti. “Biliyor musun? Seninle bu gün hata yapabilirim!” dedi. Daha ne diyecekti? İşinden ne zaman çıkacağını sordum. Daha vardı. Çocukları erken bırakıp kaçamaz mıydık? “Çocuklara bağlı.” diyerek gülümsedi. Çocuklara “Biz ablanızla sizi bir saat erken eve götürsek, siz uslu uslu otursanız biz gezmeye çıksak olmaz mı?” dedim. Küçüğü hemen kabul etti. “Evet evet! Olur. Ben zaten hep usluyum. Annemler gelince de bu gün öğrendiğim bütün hayvanları sayarım.” dedi. “Ne öğrendin bakıyım sen?” dedim.”Zülafaaa… Kus… Eekek!” dedi. Büyüğü asla kabul etmedi. Hemen ispiyonlarmış bizi. Eğer onları eve bırakırsak da her şeyi kırıp dökecekmiş. “Gel bak kulağına ne dicem?” dedim. Geldi. “O pembe saplı şeker var ya …”dememle “Evet! Evet! Var! Benim şekerim pembe.”, “Hayır benim ki pembe.” , “Benim ki daha pembe!” “En pembe benim ki!” diye ortalık galeyana gitti. “Hişşşt! Yapmayın çocuklar! Hem bak daha kulağına söyleyeceğimi söyleyemedim.” diye fısıldadım büyük, çirkin ve pis olanına… O da, merakına yenik düşüp yine geldi yanıma… Kulağına “O pembe şekerler var ya…” dedim fısıldayarak… Fısıldayarak “Eeee?” dedi. “İşte onlar sana girsin!” dedim. Cümleyi hayal edip korkudan ağlaya ağlaya oturdu.
Böylece çocuklardan kurtulduk. Organik kızla bir-iki bira alıp sahile geçtik. Taşlara da oturduk mu sana… Aileden çok sitemkardı. Kızı sürekli sorguluyorlarmış acaba bu gün çocklarımıza ne öğretti diye. “Oysa kimse kimseye bir şey öğretmez ki; herkes sadece istediğini alır!” dedi. Sonra konu tekrar aşka geldi. “Gidelim mi?” dedim. Çünkü midem giderek kötüleşiyordu. Ve organik kızın bu konuda ki tepkisini bildiğim için korkuyordum. “Dur yaaa! Acelen ne? Biraz daha deniz izleyelim işte.” dedi. Durduk, konuştuk, gülüştük, tekrar durduk, durduk, durduk ha durduk!
Neyse ki, ben altıma kaçırmadan organik kızı kalkmaya ikna edebildim. Benim pansiyona gidecektik. Eğer yatağım ve odam boşsa da büyük ihtimalle iyi vakit geçirecektik. Ve ben “Gay miyim lan ben acaba?” sorunsalımdan bu tatlı kızla kurtulacaktım. Ama şu an çok daha ilkel sorunlarım vardı. Acayip sıkışmıştım lan! Benim hararetim arttıkça organik kızınki de artıyordu. “Düşünebiliyor musun? Aslında hiç bir şey hissetmemiş! Tamam, başlarda bir şeyler varmış ama olmamış. Bu ne demek ya? Anlıyor musun?” dedi. Ciddi konuydu. Anlamalıydım. “Tabi ki haklısın. Şerefsiizzzzzmiş.” dedim kapının önüne geldiğimizde dişlerimi sıkarak. “Beni ilk öpüşü bile yalanmış. Öpmeden önce yarım saat bana, beni nasıl sevmeli onu anlatmıştı. O bile sırf ben kendimi iyi hissedeyim diyeymiş.” dedi. Anahtarı cebimde ararken bacağımı büzüp; “Çok haklısın. Allllllah belasını versin.” dedim ama neremle dedim sen bana sor. Anahtarı buldum. Kapının deliğine soktum. Bilirsiniz o anlarda daha da bastırır ya… “Son öpüşü bile bana bir şans vermek içinmiş. Ama olmamış hissedememiş. Nasıl bir bencil? Hangi hakla bunu bana yapar? Haksız mıyım?” dedi organik kız. “He! He Haklısın.” derken kapıyı açtım… S.çıtm! “N’aapıyorsun sen ya?” dedi, sinirlendi direk organik kız. O sırada bizim pansiyondan esmer tenli benim boylarımda bir çocuk çıkıyordu. Ağzını kocaman gererek erkeksi bir gülüşle “Arkadaşlar n’aaptınız? Bu ne koku böyle? Neyse ben tutmayayım sizi. Geçmiş olsun!” deyip hiç yadırgamadan, benim utancımı yumuşatarak aramızdan geçti gitti. Organik kız ise hala car car konuşuyordu. Beni bu konuda uyarıyordu. Sanki farklı bir alternatifim vardı da, ben bu yolu seçmişim gibi davranıyordu. Çocuksa bir alt katta arkasına dönüp durum ona komik geldiğinden bana tekrar gülümseyip gitti. O ne tatlı gülüştü be…
Ozan Barış CAN
0 notes
Text
burun karıştırma günlükleri-1
BURUN KARIŞTIRMA GÜNLÜKLERİ-1
Sıkıntıdan patlıyorum. Çalar saati sabahın altısına kurdum. Ve saat şu an altı. Ben sıkıntıdan uyanığım. Saat çalınca ben sanki gerçekten uyuyormuş da zangırtıyla uyanmış gibi sıçrayarak kafamı ranzanın üstüne küt diye vurdum. Ben kafamı küt diye vurunca üste yatan kardeşim gerçekten kütürtüyle uyandığından, korkudan sıçrayarak ranzadan aşağı pat diye düştü. O pat diye düşünce bende sanki gerçekten patırtıdan korkmuşçasına sıçrayarak kolumu masaya çat diye vurdum. Ben kolumu çat diye vurunca garibim çalar saat Newtonun yasası gereği şangırt diye yere düştü. Bu şangırtıyı kardeşim gerçekten duyunca “Sabah sabah nooluyoh a.ına goyum?” dermişçesine “Aneeeee!” diye çığlığı bastı. Bu çığırtıyla subliminalden cezalandırılacağımı düşünerek gerçekten korkarcasına odadan kaçıyım derken kardeşimin yerde yatan bedeninin solucan gibi -vıcırık- diye üstüne bastım. Ben kardeşimin üstüne basınca henüz daha sadece beş yaşında olan kardeşim on sekizlik abisini taşıyamadı -cırt- diye ezildi. O ezilince ben de Newtonun dinamiği gereği süratle yere düştüm. Ben yere düşünce biz halıyla biraz kerkiştik. Halı da benle beraber kayınca halının üstünde ki sehpa, sehpa da bizle beraber kayınca sehpanın üstünde ki anne el yapımı cam vazo ikinci şangırtıyla yere düştü. Kardeşim “Lan yeterin lan sabah sabah!” dermişçesine “Aneeeee! Anneeeee!” diye iki kez çığlığı bastı.
Annem odaya girdi. “Ne bu hal? İnanamıyorum size yaa! Biz bu gün erkenden Gebzeye düğüne gideriz diye sabahın beş ellisinde kalkalım. Sizin başıma çıkardığınız işe bak!” dedi. İşte bende buna inanamadım. Annem benden on dakika önce uyanmıştı. Kalleş kadın! Lise hayatım boyunca bir kez benden önce uyanıp bana kahvaltı hazırlamamıştı. Annem yaşım çok büyük olduğundan beni cezalandırmadı, sadece suratıma tükürdü. Ama kardeşim ceza olarak dört gözle beklediği hafta sonu okul gezisine gidemeyecekti. “Üzülme lan! Abin seni o geziye yollar, cebine çikolatanı da koyar, dondurma paranı da verir.” dedim. Kardeşim olacak kardeşim de; “Sabah sabah nooldu bilmiyorum ama kesin senin yüzünden olmuştur p.ç!” dedi bana. Tam düzgün konuş benimle bakışı atacağım; “Görürsün sen! Ben o geziye gidemiyim, bak o bana elli lira verip de çık dışarı gez dediğin gün üst kattaki komşunun kızı Esra ablayla annemlerin yatak odasında seviştiğini nasıl anlatacam anneme gör.” dedi. P.çe bak! Bir de bana p.ç diyo!
Neyse ki kardeşimle biz bu diyaloğu ayna karşısında sırtımız odaya dönük ve annemin hala odada olduğunun farkında olmadan düğün hazırlığı yaparken konuşuyormuşuz da; annemin duymasıyla ben solucan kardeşimin santajından kurtuldum.
Annemin hızlıca tekrar suratıma tükürüp nasıl iğrenç bir evlat yetiştirdiğini daha hızlıca car car anlatmasından sonra kravatımda ki tükürüğü silerek evden çıktık.
Kravatı da oldum olası sevemedim. Düşünüyorum bu kravat nasıl bir can sıkıntısı sonucudur? İnsan nasıl bir dikkat çekme ihtiyacından kravat yapar? Tam ben bunları düşünürken annem aslında oğlunun ahlaksızlığına dayalı kızgınlığından “Düzgün bağla şunu!” deyip, zaten direk gibi dümdüz vücudumun tam ortasını hizalamış kravatı sağa sola çekişire çekiştire iyice sıkarak kravatı bulan modacıyı bir kez daha kötü kötü anmamı sağladı.
Kapıya bir çıktık, neredeyse tüm mahalle Gebzeye düğüne gidiyor. Kimdi acaba bu evlenen? Mahallece gittiğimizden herkes imece usulü boş yer oldukça birbirlerinin araçlarına yerleştiler. Ben Esranın babasıyla yan yana gittim. Düğün yerine vardığımızda kapıda beni ilk Esranın abisi karşıladı.
Hayat bana kendimi suçlu hissettirmeye çalışıyordu! Ne? Ne yani? Rahibe Teresa mı olacaktık? Neydi bu annemin bana yüklediği ahlaksız kavramının yansımaları? Ayrıca sevişmek neden ahlaksızlık olsun ki? Hem ahlaksızlıksa bile neden sadece bana mal edildi? Sonuçta ben bu olayı Esrayla birlikte gerçekleştirmiştim.
Annem kanaryaları çiftleşecek diye odanın en güzel yerine özel çiftleşme kafesi yaptırdı. Abuk subuk, kuşlarda -afrodizzak- etki yapan birçok ot, tohum aradık günlerce ailecek. Üstelik bu olay Ramazan ayına denk geldi. Kimse ahlaktan dem vurmadı ama! Hatta erkek kanarya arada coşkulu coşkulu ötünce annem; “Geniş takılmak istiyorlar! Hadi odadan dışarı!” deyip, bizim erkek kanarya gol atacak diye Fenerin kaç golünü izleme fırsatı kaçırttırdı bana biliyor musunuz? Tam ben bunları düşünürken Esranın annesi yanıma oturup; “Hoş geldin oğlum! Sen kimlerdendin bakıyım?” dedi. “Kızınızla yatanlardan!” diyemedim tabi.
Hadi hoppa! Bir baktım düğün Esranın. Damat da çok şık, gelin olan Esra da. Ne biliyim? Acayip şeyler hissettim o an. Çok mutlu görünüyorlardı. Çok sevindim bu duruma. Neredeyse bende mutlu oldum o an. Damadın adı Kamurandı… Ne güzel değil mi? Yeşilçam filmi gibi… Esrayla Kamuran…
Eyvah! O da neydi? Çok tutkulu bir ilişki yaşadığım ve gidişiyle çok üzüldüğüm Merve de düğündeydi! Sekiz buçuk ay, altı gün… Tam annem yine düzelt şu kravatı derken, Merve Kamuranın kız kardeşi çıkmasın mı sana?
Hemen lavaboya koştum. Aynanın karşısına geçip kendi suratıma tükürdüm. Benim bu ensest ilişkilerin içinde ne işim vardı? Neredeyse sevişmenin ahlaksızlığına artık bende inanıyordum. Derken içeri alaca sakallı, göbekli, ağzında sigara, işemek için pantolunun fermuarını açarken “Oy anasını siiii….” diyen tiksinç bir adam girdi. Bir taraftan pisuvara işiyor bir taraftan da benim aynanın karşısında garip garip konuşmama bakıyordu. “Sıkma canını genç!” dedi.
Hemen kravatımı çıkardım. Aynada ki iğrençliğimi kravatla silip aynayı pırıl pırıl yaptım. Kravatı direk çöpe attım. Kusura bakma kravatı bulan modacı… Sana bir kinim yok da; sadece bırakın neyin hoş olduğuna genel değil, hoşlananlar karar versin.
Salona döner dönmez Mervenin yanına oturup “Boş musun kız?” dedim. Karnıma sert bir dirsek yapıştırıp; “Altan, hayvanlaşma.” dedi. “Eski günlerde ki gibi bir sakızı iki ağızda çiğneyelim mi kız?” dedim romantik olur diye, bu sefer de çantasını suratıma yapıştırdı. “Hayvan mısın?” dedi. “Hayvanım. Tasmala, al sürükle beni istemesem bile çek götür.” dedim. Abisine düğün hediyesi diye aldığı kravatı kutusundan çıkarıp boynuma taktı. Güzel ve nazikçe düzeltti. Ve beni kravatımdan kendine çekip ahlaksızca öptü.
O sırada salon alkışa boğuldu. “Evet!” demişlerdi ve damat gelini öpüyordu. Alkışlarken, salonun yarısı bizi yarısı gelinle damadı izliyordu. Adamların düğüne de iş olmuştuk. Ama sevişmelerimiz kimseye ahlaksız gelmedi. Kardeşim; “Öpüşürken giyiniksiniz. O yüzden tam sevişme sayılmaz.” dedi. Merveyle düğünden sonra plansız bir yerlere gideceğiz. Canımız sıkılırsa da mekan değiştireceğiz. Tabi sıkılırsa… Annem düğün hediyesi olarak Esrayla Kamurana kanaryalarının hepsini veriyor. Ve pasta da çok güzeldi. Düğün de… Hiç canım sıkılmıyor!
Ozan Barış CAN
https://www.facebook.com/pages/Ozan-Bar%C4%B1%C5%9F-CAN/583093421720910
0 notes
Text
ablukada alengir
geceucbucugu
Adım Ömer ÖMER! Soyadım da Ömer! Yalnızım. O kadar Yalnızım ki; adıma eşlik edecek bir soyadı bile bulamadım. Babamı hiç görmedim. Annemin de adı Ömerdi gülme! Özellikle bu gün iyice yalnızlaştım. Sabah sabah kız arkadaşım beni terk etmiş haberim yok! Bir de not bırakmış. “Ay Ömer valla artık sana dürüst davranıcam yani… Ben seni iki aydır aldatıyorum ama sen bunu anlayamıyosun ya aşk olsun! Kusurabakma tamam mı? Çok öpüyorum görüşürüz!” Neyse ki terk edilmem bu sabah değil, dün sabah! O yüzden ben size dünden bu güne geçen zamanı anlatacağım. Beni kesin parasızlığım yüzünden terk etti. Gerçi yirmi iki lira on beş kuruşum var. Ama yirmi üç lira on beş kuruş da su faturam var! Öfkeyle ve burnumu çekerek mutfağa geçip temizlik malzemelerinden ne var ne yok karıştırdım. İçtim. Tam ölüyorum eski patronum aradı; “Oğlum Ömer beş aydır evde yatıyorsun! Bir dükkana uğra yaa!” dedi. Ölürken “Allah!” dedim. Patron da bunu “Evet!” anlamış göndermiş özel şoförünü beni alacak… “Abi ne bu halin? Domates gibi olmuşsun. Hadi hemen giyin de toplantıya yetişelim.” dedi şoför. Herkes ağır takım elbiseleri ve kravatlarıyla koltuğunu almıştı. Bense, kravat bağlamayı bilmediğimden papyon takıp gelmiştim. O biraz biçimsiz oldu. Papyonla da takım tek başına uyumsuz olur diye yakama da dili dışarıda bir mendil taktım. Aydan; “Hangi gazinodasın? Seni dinlemeye gelelim.” diyerek dalga geçti. Toplantı başladı. Yeni makinenin işlevleriyle ilgili çok ciddi örneklemler veriliyordu. Patron örneklem olarak Türkçeden girdi. “Mesela zamiri bulmak için cümleye ne soruyoruz arkadaşlar?” dedi. “-Sen zamir misin?- diye sorarız.” dedim o da biraz biçimsiz oldu. O sırada içeri bir kız girdi. Toplantıya geç kalmasına rağmen kimse tepkisini koymadı. Çünkü o patronun kızıydı. Patron bana kızını göstererek; “Hanfendiyi tanıdınız mı Ömer bey?” dedi. Esprisi olsun diye, “Tanımam mı? Eski patronumun kızı.” diyeceğime, “Tanımam mı? Patronumun eski kızı.” dedim. O tamamen biçimsiz oldu! Bir ara gözlerim Aydana daldı. Aydan yeşil gözlü bronz tenli incecik belli çok zarif bir kızdı. Toplantıya çok şık derin yaka bir ceketle gelmişti. Gerdanına doğru süzülen incecik zincirli ucunda küçük bir altın damla olan kolye takmıştı. Gözlerimi Aydandan alamıyordum. Çok güzeldi çünkü… Ben insanlara çaktırmadan kalemin sapını kemirirken bir baktım, Aydan da kalemle ensesini kaşıyordu. Enseyi kaşıyabilmek için sağ elini arkaya atmış göğsünü hafif öne kabartmıştı. Aydanı izlerken utanmama rağmen boynunu kaşımasından başka her şey aklımda beliriyordu. Tam Aydanın seyrine dalmışken telefonuma bir mesaj geldi. Beni babasızlığımda bakıp büyüten yer yer bana baba, yer yer arkadaş olan dayımın ölüm haberiydi mesaj! Bir tanecik dayım vardı şu koca dünyada… Ve ben her şeyimde dayımı aradım. O yüzden olacak ki annem; “Dayın öldü! Dayını ara da başsağlığı dile!” yazmış mesajda. Ne yapılmalı bilemedim o an! Dayım zaten hep böyle münasebetsizdir. “Ölene çare yok.” deyip Aydanı izlemeye devam ettim. O esnada çok şaşılacak bir olay oldu. Aydana da mesaj gelmişti. Üstelik o telefonunu toplantı moduna da almamıştı! Aydan bir anda gözyaşlarına boğulup salonu terk etti! Ama bence durumu abartıyordu çünkü Aydanın sekiz dayısı vardı. Bende salonu terk edip hemen peşinden koştum. Ama Aydanı şirketin içinde bulamadım. Kapıya çıktım. Sı.tığım kapıya çıkana kadar otuz tane turnikeden geçtim. Of! Allah kahretsin! Kapıda sağa sola bakıyorum Aydan yoktu! Derken bir baktım altmış-yetmiş yaşlarında bir dede bastona dayanmış koşa koşa biraz da düşe düşe bir yere yetişmeye çalışıyor. Adamın haline çok acıdım. Hali; aynı benim turnikelerden geçerken ki halimdi. “Ben yandım o yanmasın.” dedim. Yardıma gittim. Elini tuttuğum gibi “Çekil lan önümden zibidi! Sevgilime yetişmeye çalışıyorum. Çok az vaktim var. Karım ilişkimizi öğrendi. Çekil, çekil!” dedi. Çok şaşırmıştım. “Anaaa! Adama bak! Mezardan izin alıp gelmiş hala ne peşinde!” diye tepkimi koydum. Ama dayanamadım. Düşer ölürdü bu adam sevgilisine gidecek diye. Takip ettim hissettirmeden belki yardıma ihtiyacı olur diye. Takibimin sonucunda bir de ne göreyim? Adamın seviglisi yirmi beş yaşında incecik belli yeşil gözlü… Dedenin sevgilisi bizim Aydandı! Hızlı bir kavga ettiler. Dede Aydanın ardından; “Aydanııııım! Dur gitme!” diyecekken nefesi yetmediğinden öksürüklere boğulup yere yığıldı. Aydan hüngür hüngür ağlayarak koşuyordu. Derken beni gördü. Şoka girmişti! Sakinleşsin diye, “Ayrıldınız sanırım. Çok üzüldüm.” dedim. “Sen nereden biliyorsun be?” dedi. “Boş ver. Üzülme sen naaparsan yap ya da yapma, gelen gelir, giden gider ve hayat beğen ya da beğenme sen ölene kadar devam eder.” dedim. Aydanı sakinleştirmiştim. Beraber yürümeye başladık. “Düşünebiliyor musun? Beni aylarca kandırmış. Bana evli olduğunu söylemedi. Ama ben yine de bitsin istemedim. O karısının daha önemli olduğunu, böyle arada idare etmemiz gerektiğini söyledi. Karısı da bir çirkin, her yeri kırışık bir kere o kadının.” dedi. Dedeye bak sen? Yahu Aydan; dede de kırışık. Hindi bile dededen daha gergin sende nasıl mide var? Biz yürüyüşümüze devam ettik. Laf lafı açıyordu. İçim mutluluğun heyecanından titriyordu. “Şu büfeye girip bi susamlı çubuk alcam. Sende bi şey ister misin?” dedim. “Ya aslında ben acıktım. Şöyle şık bir restorana gidip yemek yiyelim mi?” dedi. O sırada ben kraker için cebimde ki bozuk paraları şıngırdatıyordum. “Yok! Çiğ köfte yiyelim.” dedim. Kahkahayı patlattı. “Böyle grand tuvalet mi?” dedi. Çiğ köfteciye geldik. Aydan mini eteğinden dolayı pek rahat oturamadı tabureye ama yine de rahatsız değil, aksine çok mutluydu. Ben sürekli yiyorken o da sürekli konuşuyordu. Benim işe geri dönmem gerektiğini söyledi. Çok başarılı bir mühendismişim. Son makınamın tork istatistikleri inanılmazmış. Tork fiziksel bir performans ölçme terimi. İncecik dudakları vardı. Gülüşüyle bembeyaz dişleri ortaya çıkıyordu. Gülerken iç çeken bir kadındı. Her kahkahasında gırtlağı o kadar hayat dolu oynuyordu ki anlatamam… Sesi büyüleyici değil, büyüydü… “Ömer seni bu zamana kadar nasıl fark edememişim? Lütfen işin yok ya da paran yok diye üzülme. Hem herkes senin şirkete geri dönmeni istiyor.” dedi. Bende cevap olarak; “Şu turşu biberi uzatsana ya az.” dedim. “Ya sen ne alem adamsın? Bunu bana evliysen yapma ama tamam mı?” dedi gözleri dolarak. Ağlamasın diye koynu değiştirdim. “Çok borcum var Aydan! Bu beş ay beni sarstı dedim.” Hemen tekrar yüzünü gülümseme aldı “Olsun noolcak ki? İşe geri dönünce hemencecik ödersin hepsini.” dedi. “Ya geri döner miyim bilemiyorum! Bu gün toplantıda patronun pek de hoşuna gitmedim. Ayrıca o işte çalışmak istediğimden emin değilim. Ama param da hakikaten bitti.” dedim. “Sence ben güzel miyim?” dedi. “Hee!” dedim. Birden sinirlendi. Ağlamaya başladı. “Ömer artık şu bana söylemen gerekeni söyler misin?” dedi ağlayarak… Bense çiğ köfteyle doymamış çubuk krakere geçmiştim. “Anlamadım neyi söyliyim?” dedim. “Açıl işte! Ömer içinde ki ne onu söyle…” dedi. Aydan bana göre çok kusursuzdu. Bu bir şey söylemesi gereken Ömer her halde ben değildim Başkası olmalıydı… Arkama baktım acaba başkasına mı söylüyor diye. Arkamda çok yakışıklı uzun boylu sarışın bir adam vardı. Ağzıma yanlamasına bütün soktuğum susamlı çubuk ağzımdayken adama sordum; “Tseni alın Ömel mi?” “Hayır Gıyaseddin.” dedi adam. Sonra Aydan işaret parmağını uzattı. Bana onun işaret parmağına işaret parmağımla dokunmamı söyledi. Dokundum çok tatlıydı… Çok narin… “Ömer sevmenin nedeni yoktur!” dedi. Gıyaseddine dönüp “Gıyaseddin bey sevmenin nedeni var mıdır” dedim. “S.ktir git lan! Manyak mısın?” dedi. Yani bu s.ktir gi lan manyak mısın, “Olur mu öyle şey? Sevmenin nedeni yoktur.” demekti her halde. Gıyaseddin yakışıklı adamdı, o diyorsa öyledir. “Lütfen küfretmeyin beyefendi!” dedim. Gıyaseddin masadan kalktı Aydanın kibarca elini öptü. “Sizi hanfendinin kusursuz güzelliği için bu seferlik affediyorum.” dedi. Çok korktuğumdan ezildim kaldım. Gıkım çıkmadı. Ayağa kalkınca fark ettim. Gıyaseddin iki metreydi. Aydan içeri geçip hesabı ödedi ve kalktık. “Aydan kusura bakma ya adamdan cidden ürktüm.” dedim. Sanırım beni artık bir ezik olarak görürdü. “Düşünme öyle şey! Sana hiçbir şey yapamazdı. Ben seni korurdum. Hem sana göre çok iri ama ben eminim ki sen aklın, içtenliğin ve tatlılığınla onu her alanda yenersin.” dedi. “Ya masada borcumu, parasızlığı falan konuştum. Sıktım seni. Ezik hissediyorum biraz.” dedim. Dudağıma hızlıca bir öpücük kondurup ceylan gibi iki adım sekerek kendini geri çekti. Anlamıştım! Ne söylemem, ne yapmam gerektiğini anlamıştım. Hemen ağzıma bir susamlı çubuk atıp Aydana açıldım. “Aydan bana beş yüz lira borç versene.” dedim. Atkuyruğu saçlarından tokasını çıkardı. Saçlarını rüzgarla savurdu. Dudaklarıma kapandı. Çok tutkuluydu. Hemen Aydanı itip bu sefer dikine yutmaya çalıştığım susamlı çubuğu elimi ağzımın en dibine sokarak boğazımdan çıkardım. Krakerin her yeri salya sümük olmuştu. “Yenmez lan artık bu!” deyip krakeri attım. Tam o sırada dede geldi. Bastonuyla sürekli bize vuruyordu. Baktık baş edemiyoruz hemen kaçmaya başladık. Dede arkamızdan bağırıyordu. “Ananızı s.kiiiiiiiiii… Öhö ööö ö!” derken de düştü öldü. Aydanın arabasına geçtik. Aydan benim sürmemi istedi. Aydanlara gidiyorduk. Ben tam arabayı çalıştırırken Gıyaseddin TATTLITUĞ geldi. Aydana “İyi akşamlar güzel bayan!” dedi. Bense “O.ospu çocuğu!” deyip hemen gaza bastım. Gıyaseddin arkamızdan koştu ama yetişemedi. Çünkü Aydanın yedi yirmisi vardı. Gıyaseddine küfrettim valla! İyi de yaptım. Beni kovalarken suratı tam bir klasikti… Aydanlara geldik. Bir şeyler içtik. Aydan kadehlerin içine aramızda kalsın polis duymasın hap attı… Şimdi bu sabah her şeyi daha iyi anlıyorum. Her yerim ağrıyor. Canım acıyor. Tecavüze uğradım. Meğersem Aydan şiimeyılmış… Ozan Barış CAN
https://www.facebook.com/pages/Ozan-Bar%C4%B1%C5%9F-CAN/583093421720910
0 notes
Text
filan
FİLAN Teşekkürler! Bende iyiyim. Hatta neredeyse çocukken anneannemin çilek tarlasına daldığım anlarda ki kadar iyiyim. Çocukken dediğim dört-beş yaşındayken yani… O çilek tarlası, tam bir özgürlük abidesiydi. İstediğin kadar yiyebilirdin. Sadece anneannem arada “Oğlum çok yeme! Kusarsın.” derdi. Hoş; çok da kime göre çok neye göre çok tartışılır ama… Mesela bir gün Yunus amcanın kümesinden yumurta çalarken yakalandım. Hemen babamı aradı. Babam olay yerine gelince beni kulağımdan tutup yolda sürükleye sürükleye anlatmaya başladı; “Oğlum salak mısın? Adam saymış, yirmi üç tane yumurta bulmuş çantanda. Bu kadar çok çalınır mı?”. Oysa ben daha bir gün önce Yunus amcanın yan komşusu olan Nebahat teyzenin koca kümesinden tam yüz yirmi sekiz yumurta çalmıştım. Yani yirmi üç bence çok değildi. Babam kulağımı boşuna acıtıyor ve hakkım yeniyordu. Ve biz hala çokluk, varlık, yokluk gibi ileri felsefe konularını tartışırken, hırsızlığın yanlış bir şey olduğu ve yapılmaması gerektiği üzerine tek bir kelime bile etmiyorduk… Ben ise her seferinde yiyebileceğim kadar çok çilek yerdim anneannemin çilek tarlasından. Çünkü o zaman korkularım, karanlıklarım, geçerdi. Ağzıma her yeni çileği atışımda mutsuzsam mutlu, mutluysam daha da mutlu olurdum. Bu bende çok içseldir! Aklıma geldikçe hem etkilenir hem de çevremdekileri etkilerim. Mesela bir gün kuzey ülkelerinin birinde güneş geç battığından yaklaşık yirmi saat niyetli olması gereken oruçlu bir arkadaşıma iftara yarım saat kala bu içsel ve duygusal çilek anılarımı, çileğin tadını şapırtısını, oooof lezzetini de kata kata anlattığımda oda benim gibi duygusal ve içsel olarak çok etkilenmiş olacak ki, zonk diye bayılmıştı. İşte yine böyle ben beş yaşındayken hayatımın en içsel çilek anılarından birini komşumuzun dokuz yaşındaki kızı Tülayla yaşadım. Komşumuzun dokuz yaşında ki kızı Tülay dokuz yaşındaydı! Ve bu durum bana çok ulaşılmaz gelirdi. Tülay bir gün bana “Pişt! Gelsene az çeşmenin arkasına.” dedi. Bende gittim. “Benim kukum var biliyor musun? Sana gösteriyim mi?” diye iki soru sordu. Daha ben soruların her hangi birine bile cevap vermeden pantolonunu indirdi! Korkarak ve ağlayarak hemen çilek tarlasına doğru koşmaya başladım. Anneannem bana çileğin cennet meyvesi olduğunu söylemişti. Tülayın belden aşağısını çıplak görmüştüm. Ya Allah bu yüzden beni cennete almazsa? Bundan sonra asla çilek yiyemeyecektim! Tülaysa üstü t-shirt altı çıplak bir biçimde peşimden koşuyordu. “Gördüüün! Gördüüün! Kaçma gördün.” diye diye kovalıyordu beni. Ağlayarak Tülaydan kaçarken “ Görmedim! Görmedim!” diye bağırdım. Bana bunu nasıl yapardı? Ben saklambaç oynarken Tülayı görsem de sobelemezdim. Çizgi oynarken sekizlerde, dokuzlarda, ya da onlarda yanmasın diye Tülay hedefe doğru taşı attığında sanki yönünü değiştirebilecekmiş gibi taşı üflerdim. Kalbim çok kırılmıştı. Deli gibi koşuyor, koşuyor, koşuyordum. Çok hızlanmıştım! Tutamadığım gözyaşlarım artık koşma hızıma yetişemiyor gözlerimden geriye doğru süzülüyordu. Resmen kalp kırıklığına dayalı kriz geçiriyordum. “Huaaaaaa!” diye bir nara attım koşmaya devam ederken… Ama hiçbir işe yaramadı. Beynim kafa sınırlarıma kadar zonkluyordu. Öfkeden patlayacaktı. Ben çilek tarlasına yaklaştıkça öfkem, gözyaşım, kalp kırıklığım aklımın sınırına abanıyordu. Çok öfkelenmiştim. Öfkeden; “A.ına koyim senin kukunun!” diyerek çilek tarlasına girdim. Tülay buraya gelemezdi. Anneannem yabancı çocukların bu tarlaya girmesine kızardı. Ve Tülay da anneannemden çok korkardı! Hemen tarların ortasına oturdum. Tüm çileklere tek tek baktım. Ama bu sefer farklıydı. İçimde mutluluk değil öfke vardı. Öfkemden çileklere hunharca saldırmaya başladım. İki çileği elime alıyor suçlu hissettiriyor. İkisi de “ Acaba hangimizi yer de diğerimiz kurtuluruz?” diye az da olsa bir kurtulma ümidiyle söylenirken ben ikisini birden aynı anda ağzıma atıyordum. Suçsuz çileklere öyle bir eziyet ediyordum ki çoğunu kendilerini değersiz hissetsinler diye bütün yuttum. Son olarak ağzıma aynı anda en çok ne kadar çilek alabileceğimi denerken, yani ağzımda otuz sekiz çilekle, anneannem hıçkıra hıçkıra ağlayarak yanıma geldi! Aman tanrım! Yoksa anneannemde mi Tülayın kukusunu görmüştü? Tam ben “Anneanne n’ooldu? Neden ağlıyorsun?” diyecekken. Anneannem bana “Deden öldü. Kalk gidiyoruz.” dedi. Şaşkınlıktan ağzım açık kaldı! Ağzım açık kalınca ağzımda ki çilekler takur tukur dökülmeye başladı. Ağzımdan o kadar çok çilek dökülünce anneannemin de şaşkınlıktan ağzı açık kaldı. Tülayın da kukusu açık kalmıştı… Anneannem bir iki saniye sonra hemen kendini bir titretip toparlandı. Beni kucakladığı gibi sırtına aldı. İp, bez karışımı bir sistemle alelacele, idareten, beni sırtına kundaklayıp koşmaya başladı. Artık anneannemde deli gibi koşuyor, koşuyor, koşuyordu… Bense pek de sağlam olmayan kundaktan her koşuşta küçük küçük dışarı fırtlayıp düşme tehlikesi geçiriyordum. Yolda ölenin Hakkı YEŞİLTAŞ olduğunu öğrendim. Kandırılmıştım! Üstelik anneannem tarafından… Hakkı YEŞİLTAŞ benim dedem değil, annemin dedesiydi! Yani anneannemin babası… Söz konusu annemde olsa; başka birinin dedesinin cenazesine deli gibi koşarak gitmek bana çok saçma geliyordu. Bu fikrimi anneannemle paylaşmayı yol boyunca denedim. Ama o acısından beni duyamıyor, hiç konuşmuyordu. Hatta, işe yaramaz kundak patladığında; “Anneanne nası koşuyosun beeee? Sırtından düşürdün beni yaaaa!” diye yerde ağlarken bile bırakın konuşmayı arkasına dahi dönüp bakmadı. Yapacak bir şey yoktu! Ne söylesek boştu! Kadını kendi acısıyla baş başa bırakmalıydım. Hemen yere düşünce kafamın yarılması da dahil, sakatlanmama rağmen üstümün başımın tozunu silip, anneannemin peşinden koşmaya devam ettim. Mahallede, köyde, çocukken her kulvarda en hızlı ben koşardım. Şu an ki gibi sakat olsam bile koşardım. Hatta tek bacağım olmasa bile koşardım. Bunda en büyük etmen yine Tülaydır. Bana bir gün; “Bizim koyunumuz var. İnanabiliyor musun? İnanmazsan gel bak! Ahırda…” dedi. Buna neden inanmak zorundaydım ya da inanmamalıydım bilmiyorum! Sonuçta bu ne bir bilimsel kuram ispatı ne de tanrı algısıydı! Herkesin koyunu olabilirdi. Ama yine de Tülayla vakit geçirmekten çok hoşlandığımdan o karanlık ağıra girdim. Girer girmez bana “Benim kukum var biliyor musun? Sana gösteriyim mi?” diye sordu. Ben iki soruya da; “Hayır ya hayır! Bana ne?” diye cevap vermeme rağmen t-shirtünü çıkardı. Üstü çıplaktı. Anladım kuku bir organdı! Ama neredeydi? Bir türlü yerini kavrayamıyordum. Sürekli yer değiştiriyordu çünkü! Kukundan hastalansan doktor bu kaosta kukunu nasıl bulup nasıl muayene edebilirdi? Tıpkı günümüzde psikologlar, kitaplar, bilmem ne uzmanları ve kişisel gelişimcilerin sürekli yer değiştiren duygularımızın doğru yerini bulmaya ve bize buldurmaya çalışıp, aslında her seferinde o duygularının yerinin bizde değil hep o hoşlandığımız insanda kalıp, gelip, gidip değişmesi gibi bir kaos! Sana cümlenin sonunda hiçbir organımı göstermeyeceğimi garanti ederek söyleyebilirim ki; inanır mısın; Tülayların ağırda bir de inekleri vardı… Ne ilginç değil mi? İnekleri vardı inanabiliyor musun? Bende Tülay yine sapıklaşınca korkudan kaçayım derken ineklerinin b.okuna basıp düştüm. Kalçam sakatlandı. Ama yine de kalkıp deli gibi koştum, koştum, koştum… Tülay tabi ki büyüdü! İnanılmaz çekici ve güzel bir kadın oldu. Mükemmelde bir kariyeri var. Tüm dünyaca tanınıyor. Her yıl değişik değişik ödüllere boğuluyor. Kukunun nerede olduğunu çok iyi bildiğinden olacak ki; geçen senede -yetişkin film sektörü- kapsamında porno dalında en prestijli ödül olan AVN ödüllerinde birincilik aldı. Bense, o kadar iyi anlatıcı olmama rağmen, bırakın ödülü, daha bir teşekkür bile alamadım. Neyse ki biz anneannemle zorlu bir yolculuk sonrası cenaze evine varmıştık. Cenaze evinde ki tek çocuk bendim. Herkes feryat figan ağlıyordu. Sanırım rahmetli çok sevilen bir adamdı. En az üç-dört saat aralıksız ağladılar. Taş olsan dayanamazdın! Bizde oldukça marjinal bir adet vardır bilirsiniz! Çocuklara ağlayarak “ Gel oğlum gel öp rahmetliyi…” diye ölüyü öptürürler. İşte sen öpmeyi böyle sapıkça bir fanteziyle aşılamaya çalıştığından o çocuklar ilerde birbirlerine yakınlaşmaya çalışırken öpmek yerine kukularını gösteriyor! Ben bu olaya çok tepkiliydim. Ölü öpme de neydi? Ama yinede ben bu adam için bunu yapacaktım. Hakkı YEŞİLTAŞ madem bu kadar seviliyor, o halde tarafımdan öpülmeyi hak ediyordu. O sırada cenaze evine derin bir sessizlik çöktü. Artık kimse ağlamıyordu. Sessizce düşünüyorlardı. Hemen cesaretimi topladım. Bir Selçuk komutanı gibiydim. Ölüden çok korkardım. Ama dedim ya Selçuk Beyi gibi olmalıydım. Korkularım bire on, bire ellide gelse üstüme bunu yapmalıydım. Hemen derin bir nefesle göğsümü kabartıp, “Hakkı dede nerde?” diye sordum. Benim sorumla bir anda odada ki sessizlik bozuldu. Anneannemin “Aaaaaaauuuuuv!” çığlığıyla herkes tekrar kendini yırtarcasına ağlama başladı… Nasıl bir cümle çıktıysa ağzımdan artık? Ortamın içine sı.mıştım bidiğin… Hakkı dede, Fatsa da kalp krizinden ölmüş. Onu orada yıkatıp gasilledikten sonra cenaze arabasına atıp köye doğru yola çıkmışlar. Fakat araç yolda kaza yapınca Bolaman ırmağına uçmuşlar. Cenazeyi de ırmak alıp götürmüş. Bir daha da bulamamışlar. Yani on sekiz yaşında Merve diye bir kızı öpüşümü saymazsak, birini öpmek için ilk defa bu kadar cesaret toplamışken ben, cenaze ortada yoktu! Hakkı dedeye üstünde hiç çilek yetişmeyen bir tepede temsili bir mezar yaptılar. Belediye de ne alakaysa mezarın karşısına mezar manzaralı bir bank koydu. Hala bile, ara ara köye gittiğimde hakkı dedenin mezarına uğrar, bildiğim birkaç duayı okur, ve mezara bir çilek bırakır dönerim. Ozan Barış CAN
https://www.facebook.com/pages/Ozan-Bar%C4%B1%C5%9F-CAN/583093421720910
0 notes
Text
falan
FALAN Merhabalar! Nasılsınız görüşmeyeli? Benimkide soru işte… İyisiniz tabi ki de! İnsan neden “Nasılsın?” sorusuna hep iyiyim der? Neden asıl hissettiği duyguyu söylemez? Kötüyüm, yalnızım, agresifim üstelik obsesifim, obezim, abazayım mesela… Bazılarımız kelimeler yerine vücut dilini kullanır. Mesela Sezarın -perfecto- manasına gelen işaretini yaparlar. Bu aynı zamanda “Beğendim.” demek. Bazılarım çok daha iyi olduğundan çok daha iyiyim manasına gelen iki yumruğunu sana doğru sıkıp dilini çıkarma hareketi yapar. Tabi bu aynı zamanda “Koyduk mu?” demektir. Benim Burak diye bir arkadaşım vardı. O da öleydi mesela. “Nasılsın?” diye sorulduğunda hep cevap olarak -fısıırrıt- diye osururdu. Bunu her seferinde nasıl başarırdı bilmiyorum. Ama iyi bir kimyagerdi onu biliyorum. Odasında kimsenin bilmediği bir kimyasal deneyi yaparken kimyasal bir gaz soluduğundan boğularak ölmüş. Dışarıya hep gaz salan birinin içine gaz alarak ölmesi ne garip bir ilahi adalet değil mi? Bu, sanırım ona “Nasılsın?” diye sorulduğunda, Burakla aynı odada bulunup nasıl olduğuyla ilgilenmeyenlerin “Üffff!” diye çıkan beddualarından kaynaklı bir durum. Yani kafaya göre… Pardon düzeltiyorum kafasızlığa göre gaz kullanmamak gerekiyor! Sonucu nere gider? Hiç bilinmiyor. Tabi dünyada ki herkes Burağa beddua etmiyordu. Benim de aralarında bulunduğum bir grup seveni vardı. Polis ağabeylerin “Teşhis için!” dediği zorunlulukla Burağın yakın arkadaşları olarak morga maktul ziyaretine gittik. Burağı mosmor şişmiş, kaskatı kesilmiş bedeni ve pörtlemiş gözleriyle görünce duygulanıp “Ah be kardeşim! Şimdi kim bilir nerede, nasılsın?” demiş bulundum. “Zo zorot! Zurut zurt!” diye cevap verdi Burak bu uhtevi duama. Burağın hala hayatta olduğunu düşünerek çok korkmuş ve heyecanlanmıştım. Heterofobik doktor teselli maksadıyla kalçamın sol lobunu okşuyor, sakin olmam gerektiğini, ölülerde de bu tarz durumların oluşabileceğini söylüyordu. Ya da Adli Tıp Uzmanı işte! Adı her neyse… İnsansan, insansın işte! Doktor da kimya bildiği için haliyle bize anlatmaya başladı. Burak gizli çalışmasında polis için yeni bir gaz üretiyormuş. Bu gaz, endorfin salgı sistemi üzerinden, lustrafit etkiyle, hipotalamus orta sinaptiğinden antiaflatoksinal uyarıyı kandaki tiamin oranını azaltarak sağlayacakmış. Yani kabaca bu gaz toplumsal olaylarda taraflar gerildiğinde kitlenin ve polisin kendi üstüne sıkılacak ve insanda sevgi, mutluluk, aşk gibi dürtülerle karşısındakine sarılma veya karşısındakinin dudaklarına parmak ucuyla şeffaf ve narince dokunma hissi uyandıracakmış. Ne diyelim? Nur içinde yatar inşallah. Ve bazılarımız da müsait olamadığından farklı tepkiler verir bu “Nasılsın?” sorunsalına. Mesela Genel Astronomi-2 dersinde üç saat boyunca mola vermeden logaritmik olarak yıldız uzaklığı hesaplamasını harıl harıl anlatan Doçent Doktor İpek ÇAYa, el kaldırmak suretiyle anlatımını bölerek “Hocam bu matematik işleri zor. Onu bunu s.tir et de; bu gün nasılsın?” dediğimde bana “Çık dışarı!” demesi gibi. Bir başka örnek vermek gerekirse; adı Burak olan, kimyager olan, “Nasılsın?” diye sorulduğunda osurarak cevap veren, ama biraz önce öldüğünü anlattığım Burakla aynı Burak olmayan, yani ikinci bir Burakla bir gün bir bara gittim. Yalnızdım! Solak olduğumdan yalnızlıktan sol elim şişmişti. Neyse ki ikinci Burak yanımdaydı ve beni teselli ediyordu. O sırada Burak bana yan masada oturan dört kızdan birinin beni sürekli kestiğini söyledi. Hemen sol elimle kendimi bardan iterek arkama döndüm. Bir el insanın yalnızlığını gidermesinde sahibiyle bu kadar mı hem fikir olabilirdi? Kız çok güzeldi. Hemen yaladığım sol elimle saçımı düzeltip kızın masasına doğru yöneldim. Dört kız, kız kıza gayet güzel eğleniyordu. Tam masaya vardığımda, yazmayı düşündüğüm kız eğlenceleri gereği bir hamburgeri bütün yutmaya çalışıyordu. Ve neredeyse tamamını ağzına almıştı. O an heyecandan elimi sıksın bari diye sol elimi uzatarak “Merhaba. Nasılsın?” dedim. Kız bana cevap vermek istediğinden olacak ki ağzındaki hamburgeri ısıramasada sıktı. Yazdığım kız hamburgeri ısırınca ya da ağzıyla sıkınca işte! Adı her neyse… İnsansan, insansın işte! Sıkılmış hamburgerden fışkıran ketçap kızın çenesinden aşşşağı akarak, kızın ağzının sağ kenarından süzülen salyayla boynunda birleşip çatalından aşşşağı göğüslerine doğru yol aldı. “Iyyy!”. Yanlış anlamayın! Vurgulamak istediğim o iğrenç akışkanlar, kızın göğüsleri değil! Zaten bende fetişist değilim. Sadece her erkek gibi göğüs gördüğümde benim de içimde mutluluk hissi uyanır. Hatta bazen çataldan ziyade göğüsleri daha derinden görürsem mutlulukla karışık heyecandan refleks olarak sol elimi kalbime götürürüm. Uzatmayalım! Kız hemen peçete, ıslak mendil, kağıt havlu ya da tuvalet kağıdı aramaya başladı. Fakat ikinci Burak -Acılı Adananın İnsan Sindirim Sistemi Üzerindeki Etkileri- kapsamlı deneyi gereği mekanda ki bu saydığım envanterlerin hepsini bitirdiğinden kız aradığını bulamadı. Dolayısıyla çok sinirlendi. “Bak yaptığına! Gördün mü?” diyen bir öfkeyle bluzunu sıyırıp göğüslerini açarak neredeyse burnuma dayadı. “Nasılsın?” sorunsalına cevap olarak daha önce hiç böyle mutluluk verici bir hediye almamıştım. Ortamda ki değişkenler yüzünden kimin sol eli kimin neresinde belli değilken tek stabil, yutulmadan hala kızın ağzında duran hamburgerdi. Çok yaşa hamburger! Ve dahi hatta bazılarımız soruya soruyla cevap verir “Nasılsın?” diye sorulduğunda… Ortaokulda İngilizcesi çok iyi olan Elif BAYRAKTAR diye bir arkadaşım vardı. Mesela ben ona ne zaman “Nasılsın?” desem, “Sana ne?” diyerek soruya soruyla cevap verirdi. Gerçi bu kızın Türkçe iletişimi çok sorunluydu. Sanırım İngilizcesi çok çok iyi olduğundan Türkçesi de bir o kadar kötüydü. “Günaydın!” dediğimde de “Seni ilgilendirmez!” derdi mesela. Bir gün sırada ayağıma bastı ve ayağıma bastığını fark etmedi. Ayağımın acısına artık dayanamadığımdan “Pardon Elif! Ayağıma basıyorsun ama…” dediğimde de “Gerizekalı!” diye net ve kısa bir cevap vermişti. Neyse ki benim kaleci olduğum dönemlerde bir gün okulun bahçesinde top oynarken okulun en iyi forveti olan, adı Burak olan, kimyayla ilgilenen ve “Nasılsın?” diye sorulduğunda osurarak cevap veren, fakat daha önce size anlattığım iki Burakla da alakası olmayan üçüncü bir Burak çok sert bir şu çekti ve ben o şutu kurtaramadığım için top, kalenin tam arkasında elinde beş bin sayfalık kaskalın bir kitapla developing grammer yapan Elifin suratıyla buluştu da, Türk Dil Kurumu böyle bir Türkçe katilinden kurtuldu. Çok yaşa hamburger kılıklı top! Ve işte şimdi yeniden soruyorum. İyi düşün! Öyle cevap ver! Merhabalar! Nasılsınız görüşmeyeli? Ozan Barış CAN
0 notes
Text
Adım Ömer ÖMER! Soyadım da Ömer! Yalnızım. O kadar Yalnızım ki; adıma eşlik edecek bir soyadı bile bulamadım. Babamı hiç görmedim. Annemin de adı Ömerdi gülme! Özellikle bu gün iyice yalnızlaştım. Sabah sabah kız arkadaşım beni terk etmiş haberim yok! Bir de not bırakmış. “Ay Ömer valla artık sana dürüst davranıcam yani… Ben seni iki aydır aldatıyorum ama sen bunu anlayamıyosun ya aşk olsun! Kusurabakma tamam mı? Çok öpüyorum görüşürüz!” Neyse ki terk edilmem bu sabah değil, dün sabah! O yüzden ben size dünden bu güne geçen zamanı anlatacağım. Beni kesin parasızlığım yüzünden terk etti. Gerçi yirmi iki lira on beş kuruşum var. Ama yirmi üç lira on beş kuruş da su faturam var! Öfkeyle ve burnumu çekerek mutfağa geçip temizlik malzemelerinden ne var ne yok karıştırdım. İçtim. Tam ölüyorum eski patronum aradı; “Oğlum Ömer beş aydır evde yatıyorsun! Bir dükkana uğra yaa!” dedi. Ölürken “Allah!” dedim. Patron da bunu “Evet!” anlamış göndermiş özel şoförünü beni alacak… “Abi ne bu halin? Domates gibi olmuşsun. Hadi hemen giyin de toplantıya yetişelim.” dedi şoför. Herkes ağır takım elbiseleri ve kravatlarıyla koltuğunu almıştı. Bense, kravat bağlamayı bilmediğimden papyon takıp gelmiştim. O biraz biçimsiz oldu. Papyonla da takım tek başına uyumsuz olur diye yakama da dili dışarıda bir mendil taktım. Aydan; “Hangi gazinodasın? Seni dinlemeye gelelim.” diyerek dalga geçti. Toplantı başladı. Yeni makinenin işlevleriyle ilgili çok ciddi örneklemler veriliyordu. Patron örneklem olarak Türkçeden girdi. “Mesela zamiri bulmak için cümleye ne soruyoruz arkadaşlar?” dedi. “-Sen zamir misin?- diye sorarız.” dedim o da biraz biçimsiz oldu. O sırada içeri bir kız girdi. Toplantıya geç kalmasına rağmen kimse tepkisini koymadı. Çünkü o patronun kızıydı. Patron bana kızını göstererek; “Hanfendiyi tanıdınız mı Ömer bey?” dedi. Esprisi olsun diye, “Tanımam mı? Eski patronumun kızı.” diyeceğime, “Tanımam mı? Patronumun eski kızı.” dedim. O tamamen biçimsiz oldu! Bir ara gözlerim Aydana daldı. Aydan yeşil gözlü bronz tenli incecik belli çok zarif bir kızdı. Toplantıya çok şık derin yaka bir ceketle gelmişti. Gerdanına doğru süzülen incecik zincirli ucunda küçük bir altın damla olan kolye takmıştı. Gözlerimi Aydandan alamıyordum. Çok güzeldi çünkü… Ben insanlara çaktırmadan kalemin sapını kemirirken bir baktım, Aydan da kalemle ensesini kaşıyordu. Enseyi kaşıyabilmek için sağ elini arkaya atmış göğsünü hafif öne kabartmıştı. Aydanı izlerken utanmama rağmen boynunu kaşımasından başka her şey aklımda beliriyordu. Tam Aydanın seyrine dalmışken telefonuma bir mesaj geldi. Beni babasızlığımda bakıp büyüten yer yer bana baba, yer yer arkadaş olan dayımın ölüm haberiydi mesaj! Bir tanecik dayım vardı şu koca dünyada… Ve ben her şeyimde dayımı aradım. O yüzden olacak ki annem; “Dayın öldü! Dayını ara da başsağlığı dile!” yazmış mesajda. Ne yapılmalı bilemedim o an! Dayım zaten hep böyle münasebetsizdir. “Ölene çare yok.” deyip Aydanı izlemeye devam ettim. O esnada çok şaşılacak bir olay oldu. Aydana da mesaj gelmişti. Üstelik o telefonunu toplantı moduna da almamıştı! Aydan bir anda gözyaşlarına boğulup salonu terk etti! Ama bence durumu abartıyordu çünkü Aydanın sekiz dayısı vardı. Bende salonu terk edip hemen peşinden koştum. Ama Aydanı şirketin içinde bulamadım. Kapıya çıktım. Sı.tığım kapıya çıkana kadar otuz tane turnikeden geçtim. Of! Allah kahretsin! Kapıda sağa sola bakıyorum Aydan yoktu! Derken bir baktım altmış-yetmiş yaşlarında bir dede bastona dayanmış koşa koşa biraz da düşe düşe bir yere yetişmeye çalışıyor. Adamın haline çok acıdım. Hali; aynı benim turnikelerden geçerken ki halimdi. “Ben yandım o yanmasın.” dedim. Yardıma gittim. Elini tuttuğum gibi “Çekil lan önümden zibidi! Sevgilime yetişmeye çalışıyorum. Çok az vaktim var. Karım ilişkimizi öğrendi. Çekil, çekil!” dedi. Çok şaşırmıştım. “Anaaa! Adama bak! Mezardan izin alıp gelmiş hala ne peşinde!” diye tepkimi koydum. Ama dayanamadım. Düşer ölürdü bu adam sevgilisine gidecek diye. Takip ettim hissettirmeden belki yardıma ihtiyacı olur diye. Takibimin sonucunda bir de ne göreyim? Adamın seviglisi yirmi beş yaşında incecik belli yeşil gözlü… Dedenin sevgilisi bizim Aydandı! Hızlı bir kavga ettiler. Dede Aydanın ardından; “Aydanııııım! Dur gitme!” diyecekken nefesi yetmediğinden öksürüklere boğulup yere yığıldı. Aydan hüngür hüngür ağlayarak koşuyordu. Derken beni gördü. Şoka girmişti! Sakinleşsin diye, “Ayrıldınız sanırım. Çok üzüldüm.” dedim. “Sen nereden biliyorsun be?” dedi. “Boş ver. Üzülme sen naaparsan yap ya da yapma, gelen gelir, giden gider ve hayat beğen ya da beğenme sen ölene kadar devam eder.” dedim. Aydanı sakinleştirmiştim. Beraber yürümeye başladık. “Düşünebiliyor musun? Beni aylarca kandırmış. Bana evli olduğunu söylemedi. Ama ben yine de bitsin istemedim. O karısının daha önemli olduğunu, böyle arada idare etmemiz gerektiğini söyledi. Karısı da bir çirkin, her yeri kırışık bir kere o kadının.” dedi. Dedeye bak sen? Yahu Aydan; dede de kırışık. Hindi bile dededen daha gergin sende nasıl mide var? Biz yürüyüşümüze devam ettik. Laf lafı açıyordu. İçim mutluluğun heyecanından titriyordu. “Şu büfeye girip bi susamlı çubuk alcam. Sende bi şey ister misin?” dedim. “Ya aslında ben acıktım. Şöyle şık bir restorana gidip yemek yiyelim mi?” dedi. O sırada ben kraker için cebimde ki bozuk paraları şıngırdatıyordum. “Yok! Çiğ köfte yiyelim.” dedim. Kahkahayı patlattı. “Böyle grand tuvalet mi?” dedi. Çiğ köfteciye geldik. Aydan mini eteğinden dolayı pek rahat oturamadı tabureye ama yine de rahatsız değil, aksine çok mutluydu. Ben sürekli yiyorken o da sürekli konuşuyordu. Benim işe geri dönmem gerektiğini söyledi. Çok başarılı bir mühendismişim. Son makınamın tork istatistikleri inanılmazmış. Tork fiziksel bir performans ölçme terimi. İncecik dudakları vardı. Gülüşüyle bembeyaz dişleri ortaya çıkıyordu. Gülerken iç çeken bir kadındı. Her kahkahasında gırtlağı o kadar hayat dolu oynuyordu ki anlatamam… Sesi büyüleyici değil, büyüydü… “Ömer seni bu zamana kadar nasıl fark edememişim? Lütfen işin yok ya da paran yok diye üzülme. Hem herkes senin şirkete geri dönmeni istiyor.” dedi. Bende cevap olarak; “Şu turşu biberi uzatsana ya az.” dedim. “Ya sen ne alem adamsın? Bunu bana evliysen yapma ama tamam mı?” dedi gözleri dolarak. Ağlamasın diye koynu değiştirdim. “Çok borcum var Aydan! Bu beş ay beni sarstı dedim.” Hemen tekrar yüzünü gülümseme aldı “Olsun noolcak ki? İşe geri dönünce hemencecik ödersin hepsini.” dedi. “Ya geri döner miyim bilemiyorum! Bu gün toplantıda patronun pek de hoşuna gitmedim. Ayrıca o işte çalışmak istediğimden emin değilim. Ama param da hakikaten bitti.” dedim. “Sence ben güzel miyim?” dedi. “Hee!” dedim. Birden sinirlendi. Ağlamaya başladı. “Ömer artık şu bana söylemen gerekeni söyler misin?” dedi ağlayarak… Bense çiğ köfteyle doymamış çubuk krakere geçmiştim. “Anlamadım neyi söyliyim?” dedim. “Açıl işte! Ömer içinde ki ne onu söyle…” dedi. Aydan bana göre çok kusursuzdu. Bu bir şey söylemesi gereken Ömer her halde ben değildim Başkası olmalıydı… Arkama baktım acaba başkasına mı söylüyor diye. Arkamda çok yakışıklı uzun boylu sarışın bir adam vardı. Ağzıma yanlamasına bütün soktuğum susamlı çubuk ağzımdayken adama sordum; “Tseni alın Ömel mi?” “Hayır Gıyaseddin.” dedi adam. Sonra Aydan işaret parmağını uzattı. Bana onun işaret parmağına işaret parmağımla dokunmamı söyledi. Dokundum çok tatlıydı… Çok narin… “Ömer sevmenin nedeni yoktur!” dedi. Gıyaseddine dönüp “Gıyaseddin bey sevmenin nedeni var mıdır” dedim. “S.ktir git lan! Manyak mısın?” dedi. Yani bu s.ktir gi lan manyak mısın, “Olur mu öyle şey? Sevmenin nedeni yoktur.” demekti her halde. Gıyaseddin yakışıklı adamdı, o diyorsa öyledir. “Lütfen küfretmeyin beyefendi!” dedim. Gıyaseddin masadan kalktı Aydanın kibarca elini öptü. “Sizi hanfendinin kusursuz güzelliği için bu seferlik affediyorum.” dedi. Çok korktuğumdan ezildim kaldım. Gıkım çıkmadı. Ayağa kalkınca fark ettim. Gıyaseddin iki metreydi. Aydan içeri geçip hesabı ödedi ve kalktık. “Aydan kusura bakma ya adamdan cidden ürktüm.” dedim. Sanırım beni artık bir ezik olarak görürdü. “Düşünme öyle şey! Sana hiçbir şey yapamazdı. Ben seni korurdum. Hem sana göre çok iri ama ben eminim ki sen aklın, içtenliğin ve tatlılığınla onu her alanda yenersin.” dedi. “Ya masada borcumu, parasızlığı falan konuştum. Sıktım seni. Ezik hissediyorum biraz.” dedim. Dudağıma hızlıca bir öpücük kondurup ceylan gibi iki adım sekerek kendini geri çekti. Anlamıştım! Ne söylemem, ne yapmam gerektiğini anlamıştım. Hemen ağzıma bir susamlı çubuk atıp Aydana açıldım. “Aydan bana beş yüz lira borç versene.” dedim. Atkuyruğu saçlarından tokasını çıkardı. Saçlarını rüzgarla savurdu. Dudaklarıma kapandı. Çok tutkuluydu. Hemen Aydanı itip bu sefer dikine yutmaya çalıştığım susamlı çubuğu elimi ağzımın en dibine sokarak boğazımdan çıkardım. Krakerin her yeri salya sümük olmuştu. “Yenmez lan artık bu!” deyip krakeri attım. Tam o sırada dede geldi. Bastonuyla sürekli bize vuruyordu. Baktık baş edemiyoruz hemen kaçmaya başladık. Dede arkamızdan bağırıyordu. “Ananızı s.kiiiiiiiiii… Öhö ööö ö!” derken de düştü öldü. Aydanın arabasına geçtik. Aydan benim sürmemi istedi. Aydanlara gidiyorduk. Ben tam arabayı çalıştırırken Gıyaseddin TATTLITUĞ geldi. Aydana “İyi akşamlar güzel bayan!” dedi. Bense “O.ospu çocuğu!” deyip hemen gaza bastım. Gıyaseddin arkamızdan koştu ama yetişemedi. Çünkü Aydanın yedi yirmisi vardı. Gıyaseddine küfrettim valla! İyi de yaptım. Beni kovalarken suratı tam bir klasikti… Aydanlara geldik. Bir şeyler içtik. Aydan kadehlerin içine aramızda kalsın polis duymasın hap attı… Şimdi bu sabah her şeyi daha iyi anlıyorum. Her yerim ağrıyor. Canım acıyor. Tecavüze uğradım. Meğersem Aydan şiimeyılmış… Ozan Barış CAN
https://www.facebook.com/pages/Ozan-Bar%C4%B1%C5%9F-CAN/583093421720910
0 notes