KilsanBlog, Kilsan Tuğla tarafından hazırlanan ve mimarlık, sanat, tasarım, çevre konularında özgün yazılarla sürekli güncellenen kilsanblog.com adresinde yayın yapan bir web blogdur. Estetik, farklı, çevreci yapılar, isz bırakan mimar ve mühendisler, ekolojik gelişmeler, yaşama renk katan tasarımlar, sanatçılar ve sanat eserleri ile ilgili konulara yer veriyoruz. KilsanBlog'da Yeşil Yaşam, Referans Yapılar, Kentler ve Dokular, Mimari Öyküler, Mimari İzler, Sanat Tasarım, UNESCO Dünya Mirası başlıkları altında topladığımız yazılar farklı kaynakları tarayarak hazırladığımız özgün metinlerden oluşuyor.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Chaoyang Park Plaza

Pekin’de yer alan Chaoyang Park Plaza, doğal manzaraları betimleyen geleneksel Çin resim stili “shan shui”den ilham alıyor. Kavisli ve pürüzsüz yüzeyleriyle doğadaki formları kullanan kompleks, büyük ölçekli kent mimarisinin doğa ile sürdürülebilir ilişkisini yeniden şekillendiriyor.

Doğal dünyanın formlarını yapılı çevreye aktaran Chaoyang Park Plaza, Pekin'deki en büyük halka açık parklardan biri olan Chaoyang Parkı'nın güneyindeki 220 bin metrekarelik bir alanda yer alıyor. Parkın bir uzantısı olarak tasarlanan kompleks, mimari ile doğa arasındaki sınırları bulanıklaştırarak bölgedeki ofis binalarına farklı bir yaklaşım getiriyor.
Tasarımın esin kaynağı: Shan shui
Çinli mimar Ma Yansong liderliğindeki MAD Architects tarafından yapılan tasarım, Çin’in önemli resim sanatlarından olan “shan shui”den ilham alıyor. Shan shui, Çince’de “dağ ve su şehri” anlamına geliyor ve doğal manzaraları özellikle de dağ, nehir ve şelalelerin resmini içeriyor. Shan shui’yi diğer resim stillerinden ayıran en büyük fark ise resimlerin geleneksel boyalar yerine mürekkeple yapılıyor olması. Chaoyang Park Plaza’nın tasarımında kullanılan bu konsept, yapının geleneksel ile modern arasında bir diyalog kurmasını sağlıyor.

Chaoyang Park Plaza'nın konseptini oluşturan Wang Mingxian'ın yaptığı shan shui resmi Fotoğraf: © MAD Architects / i-mad.com Komplekste karma kullanımlı on adet bina ve yeraltı alışveriş alanı yer alıyor. Binalar rastgele yerleştirilmiş gibi dursa da, aslında her biri Çin bahçeleri oluşturacak şekilde birbirleriyle ilişkili olarak yerleştirilmiş. Bu düzen komplekse hem gizemli hem de rafine bir atmosfer kazandırmış.
Dağ görünümlü gökdelenler
Kompleksin shan shui sanatının duygu ve estetiğini tam olarak anımsatan yapılarını ikiz gökdelenler oluşturuyor. Kavisli formları ve pürüzsüz yüzeyleri ile iki dağ tepesi gibi görünen gökdelenlerden biri 26, diğeri ise 27 katlı. Yapı malzemesi olarak çelik donatılı beton kullanılmış; dış cepheler ise shan shui resimlerindeki mürekkep hissini yaratmak için koyu renk camla kaplanmış. İkiz gökdelenler, on yedi metre yüksekliğindeki camlı bir atriyumla birbirine bağlanıyor. Atriyum, hem alışveriş merkezine geçişte cam bir çatı hem de lobi işlevi görüyor. Lobide dağ atmosferi yaratmak için akan su efektleri kullanılıyor. Ayrıca, gökdelenlerin üzerinde oluşturulan boşluk alanlar kentin manzarasına hakim kamusal teraslar oluşturuyor.
Nehir taşları
Chaoyang Park Plaza’da gökdelenler dışında yer alan alçak katlı binalar shan shui resminin nehir kısmını oluşturuyor ve her biri benzersiz bir şekilde biçimlendirilmiş nehir taşlarına benziyor.

Dört tanesi ofis binası olarak kullanılan yapıların dış cepheleri, ikiz gökdelenlerdeki gibi, koyu renkli camlarla kaplı. Kompleksi tamamlayan iki Armani apartmanı ise ilginç balkonlarıyla hem dış mekan yaşamını teşvik ediyor hem de shan shui resmine estetik bir görünüm daha ekliyor.
Çevreye altın saygı
Kompleksin tasarımındaki “doğa” konseptini, inşaatında da görmek mümkün. LEED Altın Sertifikası’na sahip yapıda, yeşil bina standartları ve sürdürülebilirlik ön plana alınmış.

Komplekste bulunan tüm binalar akıllı bina özelliği taşıyor ve hem doğal aydınlatmayı en iyi şekilde kullanıyor hem de enerji tüketimini azaltan hava temizleme sistemleri içeriyor. Gökdelenlerin üzerinde yükseldiği gölet, yaz aylarında hava soğutma sistemi olarak çalışarak iç mekanların sıcaklığını düşürüyor. Ayrıca, dış cam cephesinde görülen dikey kanatlar, enerji verimli bir havalandırma ve filtreleme sistemi olarak işlev görüyor. Fotoğraflar: © Hufton+Crow / i-mad.com Read the full article
0 notes
Text
WAN 2019 ödüllerini kazanan kentsel tasarımlar

Uluslararası WAN Ödülleri her yıl otuz bir farklı kategoride değerlendirme yaparak mimari uygulamaları derecelendiriyor. Ödüller hem mimari alandaki rekabeti hem de mimari yaklaşımların küresel gelişimini destekliyor. Yüksek nüfus yoğunluğuna ve yapılı çevrenin altyapısına sahip olan kentsel alanlar, her kentin kendine özgü özellikleri çerçevesinde ve kentleşme süreci içinde gelişiyor. Birleşmiş Milletler, kentsel nüfusun 2050 yılına kadar 6.4 milyara çıkacağını öngörüyor. Bu da halka açık kamu alanları tasarımlarının doğru kentleşme süreci içindeki önemini daha da artırıyor. WAN Ödülleri jürisinin 2019 yılı ödülleri için seçmiş olduğu kentsel alan tasarımları da kentlerin gelişimine hem işlevleri hem de estetikleri ile katkı sağlıyor. Hunter's Point Güney Sahil Parkı / New York Mimarlık ofisi: SWA/BALSLEY and WEISS/MANFREDI Kentsel bir ekoloji modeli sunan Hunter's Point parkı, terk edilmiş bir sanayi bölgesinin on bir bin metrekarelik alanına yayılıyor. Kesintisiz bir sahile sahip olan park, kent halkı için canlı ve sürdürülebilir bir kamusal alan oluşturuyor. Parkta, çok amaçlı oyun ve dinleme alanları, çocuk parkı, basketbol sahaları, köpekler için koşu parkuru ve şehir plajı bulunuyor. Parkın önemli mimari unsurlarını ise geniş ve yükseltilmiş yürüme yolları ile geniş gölgelikler oluşturuyor. Hackney Wick Tren İstasyonu / Londra Mimarlık ofisi: Landolt + Brown Eski tren istasyonunun büyük çaplı yenilenmesini içeren tasarım, yeni bir istasyon ve yaya bağlantısı ile son derece modern bir görünüm kazanmış. Sanatçı Wendy Hardie’nin de katkıları olan istasyonun yeni girişi hava koşullarına dayanıklı çelik bir kanopinin altına yerleştirilmiş. Kanopide kullanılan eskitilmiş görünümdeki çelik kentin endüstriyel tarihini sembolize ediyor. Girişte yer alan altıgen camdan oluşturulmuş duvar ise hem kristal formu ile metroya derinlemesine günışığı yansıtıyor hem de yaya yolu ile istasyon girişini birbirinden ayırıyor. Borden Park Doğal Yüzme Havuzu / Edmonton Mimarlık ofisi: gh3 Architecture Havuz, Kanada'da inşa edilen ilk kimyasal madde içermeyen halka açık yüzme havuzu özelliğini taşıyor. Mevcut bir havuzun üzerine yapılan uygulama, 400 kişi kapasiteli soyunma odası barındırıyor. Havuz suyu, taş, çakıl, kum ve botanik filtreleme işlemleriyle doğal yollarla temizleniyor. Filtreleme işlemleri ile tasarım arasındaki kavramsal bağlantı, yapılı çevrenin doğaya uyumu ve düzlemsel bir peyzaj düzenlemesi ile gerçekleşiyor. Havuzu çevrelemekte kullanılan gabion sepet taş duvarlar ise görsel olarak filtreleme hissini uyandırmak üzere tasarlanmış. Read the full article
0 notes
Text
Küresel kirlenmenin çarpıcı kareleri: Kehanet

Fotoğraf sanatçısı Fabrice Monteiro, “The Prophecy / Kehanet” isimli serisinde dünyadaki ekolojik yıkımı ve küresel kirlenmeyi çarpıcı görüntüler ile gözler önüne seriyor. Sanatçı, tüketim alışkanlıklarımızın tahrip ettiği, atıklara boğulmuş dünyamızı moda sahneleri ile hikayeleştiriyor. Fabrice Monteiro kültürlerarası bir yaşam öyküsüne sahip. Belçika Namur'da doğmuş, Afrika’da Benin Cumhuriyeti’nde büyümüş, şimdi ise Senegal Dakar'da yaşıyor ve çalışıyor. Endüstri mühendisliği eğitimi alan sanatçı, bir süre model olarak çalışmış, fotoğraf kariyerine de o dönemlerde başlamış. Dünyadaki ekolojik sorunlara duyduğu sorumluk ise sanatçıyı bu konuda bir proje yapmaya itmiş ve Kehanet serisi böylece hayata geçmiş.

Projesinde çevre tahribatının sert gerçeğini vurgulamak için modayı metafor olarak kullanan Fabrice Monteiro, geleneksel Batı Afrika maskeleri ve görüntülerinden ilham alıyor. Yarattığı kompozisyonlarda ise petrol havuzlarını, çöp yığınlarını ve kurak bozkırları sahneleyerek çarpıcı görüntüler oluşturuyor. Böylece dünyada gözümüze güzel görünen her şeyi hızla kaybediyor olduğumuzun ve herkesin bu durumdan sorumluluk duyması gerektiğinin altını çiziyor.

Dünyaya gönderilen ruhlar Fabrice Monteiro Kehanet serisini oluşturan hikayesinde, Yunan mitolojisinin yeryüzünü simgeleyen tanrıçası Gaia’dan yola çıkıyor. Oluşumu milyonlarca yıl süren dünyanın 200 yılda yok olma aşamasına geldiğini gören Gaia hastalanır ve son çare olarak ruhlarını dünyaya göndermeye karar verir. Ruhların görevi insanlara görünerek onlara bir uyarı mesajı vermektir. Yarattığı hikayeye uygun olarak iki yıl boyunca on üç fotoğraf çeken sanatçı, seride yer alan kostümlerin tasarımında ve maskelerin stilize edilmesinde Senegalli moda tasarımcısı Doulcy ile işbirliği yapıyor. Serideki her kostüm plastik atık, küresel ısınma, iklim değişimi gibi tek bir çevre sorununa değiniyor ve çekim yapılan alanlardan toplanan gerçek atıklarla oluşturuluyor. Dünyanın pek çok ülkesinde sergilenen ve bazı önemli müzelerin kalıcı koleksiyonlarına giren Kehanet serisinin ilk çalışmaları Afrika’nın en kirli köşelerine ait. Ancak sanatçı projesinin henüz başlangıç aşamasında olduğunu söylüyor ve bundan sonraki çalışmalarında diğer kıtalara da giderek dünyanın her yerindeki çevresel tahribatları görüntülemek istiyor. Fotoğraflar: © Fabrice Monteiro /fabricemonteiro.viewbook.com Read the full article
0 notes
Text
Fiddle Oak’ın devasa dünyası

Fiddle Oak takma adıyla sosyal ağlarda ünlenen Zev Hoover henüz 14 yaşında bir fotoğraf sanatçısı. Çektiği fotoğraflarla dijital kolajlar yaparak hem ilginç hem de eğlenceli bir “devasa dünya” oluşturuyor.

Sanatçının kompozisyon yaratma süreçleri Fotoğraf: fiddleoak.files.wordpress.com ABD’nin Massachusetts eyaletinde yaşayan Fiddle Oak, 8 yaşından beri fotoğraf çekiyor. Betsy adını verdiği fotoğraf makinesi ile çekimler yapan genç sanatçı, çektiği görüntüleri grafik programlarda işleyerek etkileyici kompozisyonlar yaratıyor. Özellikle kendini ve ailesini fotoğraflayarak oluşturduğu küçük insan kompozisyonları ile internette büyük bir hayran kitlesine ulaşmış durumda. Fiddle Oak, serisinde gerçeküstü masal dünyasından yola çıkarak devasa bir dünyayı betimliyor. Fotoğraflarındaki konsept ve kurulumlarda 18 yaşındaki ablasından yardım alan sanatçı, tüm çekim, düzenleme ve grafik işlerini ise tek başına yapıyor. Read the full article
0 notes
Text
Norman Foster


Fotoğraf: achievement.org Mimari kariyeri boyunca, Pritzker de dahil olmak üzere dört yüzden fazla ödül ile çok sayıda uluslararası yarışma kazanmış olan Norman Foster, çelik ve camdan yapılmış yenilikçi ve şık tasarımları ile ünlü. Yüksek teknoloji binalarıyla dünya mimarisine heyecan verici katkılar sunan sanatçı, aynı zamanda Londra’daki Bloomberg binası ile dünyanın en sürdürülebilir tasarımının da mimar��. İngiliz mimar Norman Foster'ın mimarisi, sürdürülebilir mimarinin duyarlılığı ile yüksek teknolojik standartlara sahip mimarinin etkileyici ve başarılı bir harmanından oluşuyor. Sürdürülebilirlik kriterlerine uygun olarak projelendirdiği yapıları için yüksek teknoloji ürünü modüler parçalar tasarlıyor ve bunları fabrikalarda ürettirerek son derece estetik bir şekilde binalarına monte ediyor.

Barış ve Uzlaşma Sarayı, Aştana / Kazakistan Fotoğraf: fosterandpartners.com Kariyeri boyunca işlev, teknoloji ve estetik açısından iyi tasarlanmış ve insanı ön planda tutan projeler üreten sanatçı, iyi bir mimarinin, binanın karakterini oluşturan tüm unsurların sentezinden oluştuğuna inanıyor. Bu nedenle tasarımlarında binanın formu, insanlar için işlevi, ekolojisi, doğal ışığın kalitesi, sokak manzarası ile ilişkisi gibi entegre ve sürdürülebilir çözümler geliştiriyor. Sonradan seçilen meslek Norman Foster, işçi sınıfı bir ailenin çocuğu olarak 1935 yılında İngiltere'nin Manchester kentinde doğdu. Lisede başarılı bir öğrenciydi, mimarlığa da ilgi duyuyordu ancak üniversite eğitimini muhasebe ve ticaret hukuku üzerine yaptı. Üniversite’den sonra bir süre Manchester Belediye Sarayı'nın hazine bölümünde çalıştı. Mimar olmaya karar verdiğinde ise Kraliyet Hava Kuvvetleri'nde radar teknisyenliği yapıyordu. Mimarlık eğitimine Manchester Üniversitesi'nde mimarlık ve şehir planlama okuyarak başladı. 1961 yılında mezun oldu ve burs kazanarak yüksek lisans eğitimi için ABD’ye Yale Üniversitesi’ne gitti. Burada kendisi gibi İngiliz bir mimar olan Richard Rogers ile tanıştı.

Norman Foster ve Richard Rogers, 1962 yılında Yale'de Fotoğraf: achievement.org Foster, yüksek lisansını tamamladıktan sonra 1963 yılında ülkesine geri döndü. Döner dönmez sonradan eşi olacak Wendy Cheesman, Richard Rogers ve Su Brumwell ile “Team 4” isimli mimarlık ofisini açtı. Team 4, yüksek teknolojili endüstriyel tasarımları ile başarı ve ün kazandı. Sonraki yıllarda aynı üniversitede yüksek lisans yapan ve ülkelerine döndükten sonra ortak olan bu iki genç mimar çok ünlenecek ve her ikisi de Pritzker Ödülü kazanacaktı. Muhteşem bir kariyer Norman Foster, dört yıl sonra Team 4’den ayrıldı ve 1967 yılında günümüzün en önemli mimarlık ofislerinden biri olan Foster + Partners’ı kurdu. Londra’da kurduğu ofisin fark edilmesi uzun sürmedi. 1971-1975 yılları arasında Sigorta şirketi Willis Faber ve Dumas’a merkez ofis olarak tasarladığı Willis Binası sanatçının ilk başarısı oldu. İngiltere'nin Ipswich kentinde inşa ettiği üç katlı binada, yürüyen merdivenlerin kullanımı, yüzme havuzu, çatı katındaki restoran ve bahçe gibi yeni yaklaşımlar sundu. Asimetrik yapıdaki binanın cephe camlarında kullandığı gizli iç kanat sistemi o tarihlerdeki teknolojinin sınırlarını zorlar düzeydeydi. 1970'lerin ortasındaki petrol krizinden önce tasarlanan ve doğal gazla ısıtılan Willis Binası, enerji tasarrufu ve termal bir performans sağlayan yalıtkan çim çatıların da öncülüğünü yaptı. Bina içerdiği tüm yenilikler ve enerji verimliliği ile yıllar boyu pek çok ödül kazandı.

Sainsbury Görsel Sanatlar Merkezi Fotoğraf: fosterandpartners.com Willis Binası’nı, 1974-1978 yılları arasında tasarladığı Sainsbury Görsel Sanatlar Merkezi izledi. Norman Foster, üçgenlerden oluşan çelik bir konstrüksiyonu cam duvarlarla birleştirerek binaya hem bol doğal ışık hem de kesintisiz manzara sağladı. Geleneksel galerilerden çok farklı olan yapı, tek bir alan içerisinde galeriler, resepsiyon alanı, fakülte, ortak salon ve restoran içeren bir dizi alan barındırıyor. Küresel başarı Norman Foster’ın Hong Kong'daki Hongkong ve Shanghai Bank genel merkezi ve Japonya’daki Century Tower tasarımları uluslararası kariyerinde çok önemli bir rol oynayarak küresel başarılar kazanmasının yolunu açtı.

Hongkong ve Shanghai Bank / HSBC Fotoğraf: fosterandpartners.com Sanatçı, ekibi ile birlikte Avrupa'daki en yüksek bina olan 53 katlı Commerzbank Kulesi, Apple Park, Millau Viyadüğü, Yeni Alman Parlamentosu gibi ünlü yapılara, prestijli ofislere, kültürel binalara, konutlara ve kentleşmenin önemli yapıları olan terminal, metro, havaalanlarına imzasını attı. Sürdürülebilir mimari, şehircilik ve tasarım olarak hem İngiltere’de hem de dünyanın pek çok ülkesinde çok geniş bir yelpazede, farklı alanlara hizmet veren çok sayıda proje tasarladı ve hayata geçirdi.

İtalyan aydınlatma markası Lumina ortaklığıyla tasarladığı “Eve” Fotoğraf: fosterandpartners.com 1990 yılında şövalye ilan edilen Norman Foster, çelik ve camı birleştirdiği şık ve modern mobilya ve objeler de tasarlayarak, bina mimarisindeki geniş vizyonunu iç mekan mimarisine de taşımış oldu. Önemli eserleri The Bow Calgary kentinde yer alan kule, 236 metre ile Kanada’nın en yüksek üçüncü binası. Güneye yani güneşe doğru kıvrılan yay şeklinde bir plana sahip olan kulenin iç bükey bölümünde yer alan cam cephe binanın tüm yüksekliği boyunca bir dizi atriyum oluşturuyor. Bu alanlar iklimsel tampon bölgeler olarak işlev görerek binanın yalıtılmasına ve enerji tüketiminin yaklaşık yüzde 30 oranında azaltılmasına yardımcı oluyor.

Fotoğraf: Florian Fuchs The Corniche Konutlar, ofisler, restoranlar, spor tesisleri ve sosyal alanlar içeren karma kompleks Londra’da yer alıyor. 15 ila 27 kat arasında değişen yükseklikteki bloklarda toplam 253 daire bulunuyor. Yansıtıcı metalik detaylarla vurgulanan eğri formlar, güneş ışığını yakalamak için tasarlanmış. Konutlardaki balkonlar ise kutu benzeri tasarımların aksine panoramik manzaraların perspektifine izin veriyor.

Fotoğraf: fosterandpartners.com 30 St Mary Axe “The Gherkin” olarak da adlandırılan bina, Londra'nın ilk ekolojik gökdeleni. Kırk bir katlı, 180 metre yüksekliğindeki gökdelen, dairesel bir plana sahip. Orta bölümünde genişleyen ayırt edici formu sayesinde hem eşdeğer büyüklükteki dikdörtgen bir bloktan daha ince görünüyor hem zemindeki kamusal alanın genişlemesini sağlıyor hem de doğal havalandırma sistemini çalıştırmak için kullanılan dış basınç farklarını yaratıyor. Gökdelenin çapraz olarak bükülmüş yapısı, sarmal boşluklar oluşturuyor. Camla kaplı olan bu boşluklarda sosyal alan olarak kullanılan, aydınlık ve panoramik manzaraya sahip atriyumlar yer alıyor.

Fotoğraf: fosterandpartners.com Read the full article
0 notes
Text
The Twist

Kuzey Avrupa'nın en büyük heykel parkı olan Kistefos'a ek bir müze olarak inşa edilen The Twist, aynı zamanda köprü görevi de görüyor. Merkezinden bükülmüş dikdörtgen formuyla bir heykeli andıran sanat köprüsü, parkı ikiye ayıran nehrin kıyılarını birleştirerek kültürel rotayı tamamlıyor.

Norveç'in Jevnaker kentinde yer alan Kistefos heykel parkının tarihi 100 yıl öncelere uzanıyor. O zamanlar bölgede bir odun hamuru işletmesi yer alıyormuş. İşletmenin sahibi, Norveçli işadamı ve sanat koleksiyoncusu Christen Sveaas, 1996 yılında işletmenin olduğu alana heykel parkını kurmuş. Parkta, çağdaş sanatın önemli isimlerinden Anish Kapoor, Olafur Eliasson, Lynda Benglis, Yayoi Kusama gibi uluslararası sanatçıların eserleri yer alıyor. Parka eklenen Twist ise yerel ve uluslararası geçici çağdaş sanat sergilerine ev sahipliği yapıyor. Çağdaş heykel konsepti Parkın bulunduğu bölgeden geçen Randselva nehrinin iki yakasını birleştiren bin metrekarelik Twist, Danimarkalı mimar Bjarke Ingels ve ekibinin Norveç'teki ilk projesi. Twist’in tasarımının ana konseptini parkın “çağdaş heykel” konsepti oluşturuyor.

Yapıya anıtsal bir heykel görünümü kazandırmak için tam ortasından bükülerek 90 derecelik bir kıvrım verilmiş. Binanın hacmindeki bu bükülme, müzenin kuzey ve güney taraflarında iki farklı yükseklik ve iki farklı alan yaratıyor. Daha yüksek olan güney tarafında penceresiz ve dikey bir galeri, kuzey tarafında cam duvarlarla doğal ışık alan yatay bir galeri yer alıyor. Güney tarafta bulunan cam duvar bükülmeyi takip ederek yukarı doğru kıvrılıyor ve yirmi beş santimetre genişliğinde bir ışık şeridine dönüşerek kuzey tarafın doğal ışıktan faydalanmasını sağlıyor.

Müze tam ortadan 90 derecelik açıyla bükülüyor Müzenin dış cephesi kırk santimetre genişliğinde düz alüminyum panellerle kaplı. Binanın bükümlü formu panellere “kitap yığını” görüntüsü kazandırıyor. Işıkla ayrışan üç galeri Twist’in içine hem kuzeyden hem de güneyden girilebiliyor. Her iki taraf da ana giriş işlevi görüyor. Güney girişi için dokuz metrelik, kuzey girişi için ise on altı metrelik alüminyum kaplı çelik bir köprü bulunuyor.

Müzenin güney girişi Yapının dışındaki beyaz görünüm içeride de devam ediyor. Duvar ve tavanlar tek tip bir zemin olarak, sekiz santimetre genişliğinde beyaz boyalı çam çıtalarla kaplı. Duvar ve tavanlardaki bu bütünlük sanat eserlerini sergilemek için ideal bir zemin oluşturuyor. Cam pencerelerde kullanılan kavisli form, galerinin gün ışığından üç farklı yoğunlukta yararlanmasını sağlıyor ve mekanı üç bölüme ayırıyor. Sanatsal programlamalar için galeriye esneklik kazandıran bu bölümler, kuzey tarafta geniş, doğal aydınlatmalı bir galeri; güney tarafta yapay ışıklandırmalı,karanlık ve uzun bir galeri; ikisi arasında ise bükülmüş tavandan dolayı ışık şeridi ile aydınlanan ve heykellerin sergilendiği üçüncü bir galeri oluşturuyor. Ayrıca kuzey galeride yer alan cam bir merdiven, depo alanları ve tuvaletlerin bulunduğu en alt seviyeye iniyor. Fotoğraflar: Laurian Ghinitoiu / © BIG - big.dk Read the full article
0 notes
Text
Mercan Üçgeni

Batı Pasifik Okyanusu’nda bulunan ve altı ülkenin sularını kapsayan Mercan Üçgeni, deniz altı biyolojik çeşitliliğin küresel merkezi olarak kabul ediliyor. Bazıları sadece bölgeye özgü olmak üzere dünyadaki mercan türlerinin en yüksek çeşitliliği, yüzde 76 oranıyla bu bölgede bulunuyor. Üçgenin biyoçeşitlilik açısından en zengin bölgesi olan Filipinler’deki Verde Ada Geçidi UNESCO Dünya Mirası Alanı olarak ilan edilen tek mercan kayalığı olma unvanına da sahip.

Mercan Üçgeni'nin konumu Fotoğraf: coraltriangleinitiative.org Dünyanın en önemli resif sistemlerinden biri olan Mercan Üçgeni, Endonezya, Malezya, Filipinler, Papua Yeni Gine, Timor-Leste ve Solomon Adaları sularını kapsayan 6 milyon kilometrelik bir ekosistem oluşturuyor. Bölge aslında okyanusların sadece yüzde 1,6’sını kaplıyor olsa da barındırdığı biyoçeşitlilik ile deniz altı yaşamı için büyük önem taşıyor. Bu nedenle de bölgenin korunması küresel öncelik oluşturuyor.

Bölgenin korunması küresel öncelik oluşturuyor Fotoğraf: papuaparadise.com Şaşırtıcı zenginlikte bir ekosistem Mercan Üçgeni’ndeki yaşam çeşitliliği saymakla bitmiyor. Bölge göz kamaştırıcı ve şaşırtıcı ölçekte bir su altı bahçesi oluşturarak deniz yaşamına ev sahipliği yapıyor. On beş tanesi endemik yani sadece bölgeye özgü olmak üzere 605 farklı türde resif yapımı mercan türü bu deniz alanında yer alıyor. Bu oran dünyada bilinen 798 mercan türünün yüzde 76’sını kapsıyor. Bird's Head yarımadasının kuzeybatı ucunda bulunan ve 1.500'den fazla küçük adadan oluşan Raja Ampat takımadaları ise 574 türle bölgedeki mercan çeşitliliğinin merkez üssü durumunda. Bu rakam Mercan Üçgeni'nin yüzde 95'ini, dünya toplamının ise yüzde 72'sini oluşturuyor.

Raja Ambat Fotoğraf: Jonathan Chase Bölge, aynı zamanda yüzde 37 oranıyla dünyadaki mercan resif balıklarının da en yüksek çeşitliliğini barındırıyor. Üç bine yakın farklı türde resif balığı Mercan Üçgeni'nde beslenerek yaşamını sürdürüyor. Bu türlerin 235’i endemik veya yerel olarak sınırlı türleri oluşturuyor.

Fotoğraf: papuaparadise.com Resif balıklarının çokluğu ve çeşitliliği büyük balıkların da Mercan Üçgeni'nde beslenmesine neden oluyor. Dünyadaki en büyük hayvan olan mavi balina, diğer balina türleri, yunuslar, köpekbalıkları, orkinoslar, ton balıkları ve nesli tükenmekte olan deniz memelisi dugong bu deniz alanında besleniyor ve ürüyor. Mercan Üçgeni ayrıca, ton balıklarının geniş popülasyonları nedeniyle de milyarlarca dolarlık küresel ton balığı endüstrisinin önemli bölgelerinden biri konumunda bulunuyor. Mercan Üçgeni, sadece mercanların ve balıkların değil, diğer deniz canlılarının da yaşama alanını oluşturuyor. Dünyanın yedi deniz kaplumbağası türünden altısı bu alanda yaşıyor.

Bölgede dünyadaki yedi deniz kaplumbağası türünden altısı yaşıyor Fotoğraf: pixabay.com Bölge, deniz ekosistemi dışında diğer canlıların ekosistemi için de oldukça önemli. Gelgit sonucu oluşan haliçlerde, tuzlu bataklıklarda ve çamurlu kıyılarda oluşan mangrov ormanlarının dünyadaki en genişleri de Mercan Üçgeni'nde yer alıyor. Doğal üretkenliği bozabilecek tehditler Mercan Üçgeni'nde, resifin 30 kilometresi içinde 141 milyondan fazla insan hayatını sürdürüyor ve gelirlerini mercan resiflerinden sağlıyor. Ayrıca bölge balık zenginliği nedeniyle uluslararası ticarette de önemli bir yer tutuyor. Ancak bu ekonomik büyümenin beraberinde gelen nüfus artışı, yoğun ve yasa dışı yöntemlerle yapılan avlanma ile ısınma, asitlenme gibi değişen iklim koşulları alanın sürdürülebilirliği ve doğal üretkenliği açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Yerel halk gelirini mercan resiflerinden sağlıyor Fotoğraf: Thomas Haider / thomashaider.at Hem bölgedeki hem dünyadaki diğer ülkeler, pek çok sivil toplum örgütü, Dünya Doğa Fonu gibi doğa koruma kuruluşları ve işletmeler yerel halkın geçimini sağlayacak sürdürülebilir çözümler üreterek bu önemli ve zengin deniz alanını korumaya, tehditlerden oluşan bozulmayı durdurmaya ve tersine çevirmeye çalışıyor. Read the full article
0 notes
Text
Eden Projesi, dünyanın en büyük serası

Yeryüzündeki en büyük çoklu sera kompleksi olan Eden Projesi, “dünyanın sekizinci harikası” olarak tanımlanıyor. Aynı zamanda temalı bir etkinlik merkezi olan Eden, eşsiz ve sürdürülebilir mimarisi ile insanları hem çevresel konular hakkında eğitmeyi hem de insan-doğa ilişkisini en üst düzeye çıkarmayı amaçlıyor. Eden'de binlerce bitki sergileniyor. Fotoğraf: ©Hufton+Crow / edenproject.com İngiltere'nin Cornwall kentindeki eski bir kil ocağında yer alan Eden, bitkiler ve insanlar arasındaki bağlantıyı en üst düzeye çıkaran ve daha iyi bir geleceğe yönelik araştırmalar yapan büyük bir sera kompleksi. Komplekste biyomlar adı verilen iki devasa küresel bahçe bulunuyor. Birçok farklı iklim ve ortamlardan toplanan binlerce bitki, bu özel olarak tasarlanmış bahçelerde kendi doğal ortamlarına uygun şekilde barındırılıyor.

Eden'i hayata geçiren Tim Smit Fotoğraf: edenproject.com Öykünün kahramanı, Sir Timothy Bartel Smit Otuz futbol sahası büyüklüğünde yani 220 bin metrekare alana sahip, 50 metre derinliğindeki kil ocağının, dünyanın en büyük serasına dönüşme öyküsü Tim Smit ile başlıyor. Tim Smit, 1990’larda İngiltere'deki Heligan Kayıp Bahçeleri’nin restorasyon çalışmaları ile ünlenmiş bir iş adamı. Smith, uzun bir süredir insanlara çevre ve doğa bilinci konusunda eğitimler vermek isteğindeydi. Aklında, dünyanın en önemli bitkilerinin sergilenebileceği destansı bir yer oluşturma fikri vardı. Ancak, hayal ettiği proje için çok geniş bir araziye ihtiyaç duyuyordu. Yaşadığı Cornwall kentindeki Bodelva köyü yakınlarında, 160 yıldır faaliyet gösteren ancak artık işlevini yitiren kil ocağı, projeye uyan devasa bir alana sahipti. Smit, hayalini hayata geçirmek üzere hızla harekete geçti.

Eden'in inşa edildiği kil ocağı Fotoğraf: edenproject.com Eden’in tasarımı modern binaları ile dikkat çeken İngiliz mimar Nicholas Grimshaw’a verildi. Projenin finansmanı ise Milenyum Komisyonu, AB ve diğer fonlar ile ticari kredilerden karşılanıyordu. İnşaata 1998 yılında başlandı ama ilk birkaç ay sağanak yağmur nedeniyle ara verildi. Kil ocağı çukuruna dolan 43 milyon litre su, özel bir drenaj sistemi geliştirilerek temizlendi. Biyomların ilk tasarlanan huni şeklindeki yapısı, altlarındaki kayalık ve dengesiz zemine kolayca yerleşebilmeleri için küresel yapı ile değiştirildi. İnşaat sırasında bir de rekor kırıldı. Biyomların yapılması için kurulan iskele toplamda 370 kilometre uzunluğu ile Guinness Rekorlar Kitabı’na girdi. Eden’in inşası iki buçuk yılda tamamlandı ve devasa proje 17 Mart 2001 tarihinde kapılarını halka açtı. Pek çok ödül kazanan Eden Projesi 2018 yılında 1.006.928 kişi tarafından ziyaret edildi. Tim Smit'in projenin yaratılışını anlattığı 'Eden' adlı kitabı, yirmi birinci yüzyılın en çok satan çevre kitabı oldu. Biyomlar, şeffaf bahçeler Eden’de biyom adı verilen iki sera yer alıyor ve her bir biyom dörder adet birbirine bağlı şeffaf küreden oluşuyor.

Biyomlar, çelik çerçeveden yapılmış altıgen hücrelerden meydana geliyor Fotoğraf: grimshaw.global Biyomlar, çelik çerçeveden yapılmış yüzlerce altıgen hücreden meydana geliyor. Dış kaplamasında ağırlığından ve potansiyel tehlikelerinden dolayı cam kullanımından kaçınılmış. Cam yerine, yüksek korozyon direnci ve dayanıma sahip flor bazlı bir termoplastik olan ETFE katmanları kullanılmış. Böylece elde edilen yastık ile biyomların termal bir örtü ile kaplanması sağlanmış.

Biyomların dış yüzeyi termoplastik ETFE katmanları ile kaplanmış Fotoğraf: grimshaw.global Binlerce bitki türüne ev sahipliği yapan biyomlardan biri sıcak ve nemli diğeri ise ılık iklime sahip iki farklı eko-iklim içeriyor. “Rainforest Biome” sıcak ve nemli bir ortam sağlayarak yağmur ormanlarının tropik bitkilerini, “Mediterranean Biome” ılık iklimi ile Akdeniz bitkilerini barındırıyor. Aralarında en büyüğü olan Rainforest Biome, 55 metre yüksekliğe, 200 metre genişliğe ve 100 metre uzunluğa sahip. Mediterranean Biome ise 35 metre yüksekliğinde, 65 metre genişliğinde ve 135 metre uzunluğunda.

Açık bahçedeki Batı Avustralya bitkileri Fotoğraf: edenproject.com Ayrıca, komplekste bulunan açık bahçelerde dünyanın ılıman bölgelerini temsil eden çay, lavanta, şerbetçiotu, kenevir ve ayçiçeği gibi bitkiler ile yerel bitki türleri de yer alıyor. Eğitim tesisi, Çekirdek Eden’e Eylül 2005 tarihinde son eklenen yapı, eğitim tesisi olarak inşa edilen “Çekirdek /The Core” oldu. Sınıflar, atölye alanları, bir sergi salonu ve bir kafeyi içeren yapının tasarımı, mimarlar ve İngiliz heykeltıraş Peter Randall-Page’in ortak çalışması ile ortaya çıktı.

Çekirdek'in çatısı Fotoğraf: grimshaw.global Tasarım konsepti doğal olarak oluşan geometrilerden geliştirildi. Yapıya özgün bir görünüm sunan çatı tasarımında ise çam kozalaklarından esin alındı. Ahşap bir ızgaradan oluşan ve geri dönüşümlü gazete ile izole edilmiş çatının pencereleri sürdürülebilir kaynaklardan elde edilen bakır plakalar ile kaplandı.

Örümcek'in çizimi Fotoğraf: grimshaw.global Bina, çukurun kıvrımlarına yerleşen üç kattan oluşuyor. Alt kat sergi alanına, orta kat çocuk sınıflarına, üçüncü kat ise teras ve bir kafeye ayrılmış. Yapının girişinde bulunan “Seed/Tohum” adlı heykel Peter Randall-Page tarafından yapılmış. Dört metre yüksekliğinde ve yetmiş ton ağırlığında taştan yapılmış heykelin yumurta şeklindeki formu, bitkilerin büyümesinin altında yatan geometrik ve matematiksel ilkelere dayanıyor.

Peter Randall-Page tarafından yapılmış Tohum heykeli Fotoğraf: edenproject.com Read the full article
0 notes
Text
Calgary Halk Kütüphanesi


Cephede ahşap kaplama detayı Açılmış kitapları simgeleyen cephe kaplamasıyla dikkat çeken Calgary Halk Kütüphanesi, hafif raylı ulaşım hattını da barındırarak kentin merkezini doğusuyla bağlıyor. Böylece kent sakinleri için hem önemli bir kültürel alan hem de ulaşım rahatlığı sunuyor. Kanada’nın büyük kentlerinden biri olan Calgary’de yer alan kütüphane Kuzey Amerika'daki en aktif kütüphane sistemlerinden biri. Kent nüfusunun yarıdan fazlası kütüphanenin aktif kartına sahip. Bu nedenle kent halkının kütüphaneye ulaşımı kent için hayati bir önem taşıyor. Calgary Halk Kütüphanesi, hem kent merkezi ile kentin doğusunun kesişme noktasına inşa edilerek hem de ulaşım hattının bina içinden geçmesine izin vererek halkın ulaşım sorununa çözüm getiriyor. Chinook Kemeri ve ahşap çıtalar Norveç’in uluslararası mimarlık ofisi Snøhetta tarafından tasarlanan kütüphane, dinamik bir tasarıma sahip. Özellikle kitap formunda desenlerle oyulmuş alüminyum kaplama binanın camlı cephesine sanatsal bir görünüm ve dinamizm kazandırıyor.

Kütüphanenin girişi ve Chinook Kemeri Kütüphanenin giriş kapısı yaya bağlantılarını da kuran geniş bir meydanda yer alıyor. Meydan ve giriş kapısının üstü bir kemer şeklinde oyulmuş ve iç kısmı ahşapla kaplanmış. Kemerin formuna bölgede esen soğuk Chinook rüzgarları esin kaynağı olmuş. Bölge halkı rüzgarların bulutları batıya doğru iterken oluşturduğu yay şeklini bir sembol olarak görüyor ve Chinook Kemeri olarak adlandırıyor. Kütüphane girişi de bu bölgesel simgeye bir gönderme yaparak ortak kültürle bir etkileşim yaratıyor.

Çocuklara ayrılmış okuma ve etkinlik alanı Toplamda 22 bin metre kare alan kaplayan bina dört kattan oluşuyor. Alt katlar kamu etkinliklerine olanak sağlayan daha hareketli ve geometrik düzenli alanlara ayrılmış. Binayı çevreleyen ve cadde seviyesinde yer alan çok amaçlı odalar kütüphanenin içi ile dışı arasındaki bağlantıya süreklilik ve canlılık kazandırıyor. Üst katlarda ise sessiz çalışma ve okuma alanları ile grup etkileşim programları için ayrılmış özel alanlar bulunuyor. Calgary Halk Kütüphanesi’nin iç mekanı elips şeklinde bir atriyum çevresinde şekilleniyor. Atriyumun merdivenlere açık olması, ziyaretçilerin kütüphane içinde dolaşımını kolaylaştırıyor ve kat organizasyonunu hızlı bir şekilde kavramalarını sağlıyor. Kütüphanenin en üst katında yumuşatılmış ışığı ve akustik yapısı ile okuyuculara son derece işlevsel bir ortam sağlayan ana okuma odası bulunuyor. Kapalı duvarlar yerine ahşap çıtaların kullanıldığı dekorasyon hem mahremiyet hem de görünürlük sağlayarak büyük odanın sınırlarını belirliyor. Fotoğraflar: ©Michael Grimm / snohetta.com Read the full article
0 notes
Text
Ex of In House, sürdürülebilir deneysel mimari

Amerikalı usta mimar Steven Holl tarafından tasarlanan Ex of In House, insan ile doğa arasındaki ilişkiye odaklanıyor. T2 Rezervi olarak adlandırılan bir peyzaj alanı üzerine inşa edilmiş olan deneysel ev, sürdürülebilir bileşenleri ile modern banliyö konutlarına alternatif bir yaklaşım getiriyor.

New York’a bağlı bir kasaba olan Rhinebeck’te, yirmi sekiz dönümlük bir doğal peyzaj rezervi olarak tasarlanan T2 Rezervi, deneysel mimari ve kurulumlarla zenginleşen kültürel bir mekan olarak tasarlanmış. Doğal yaşam alanlarının korunmasına adanmış olan rezerv, sanatçılar ile halk arasındaki diyaloğu kolaylaştırarak sanat ve mimarlık konusunda eğitim vermek amacını taşıyor. Küçük bir gölü çevreleyen alanda, iki sergi mekanı ve sanatçı konuk evi olarak inşa edilmiş olan Ex of In House yer alıyor. Klişeleri sorgulayan çevreci ve deneysel tasarım Ex of In House, deneysel mimari araştırmalarının bir sonucu olarak, Steven Holl ve ekibinin mimari dil ve ticari uygulama kli��elerini sorgulayan “In Explorations In” projesinin bir parçası olarak inşa edilmiş.

Evin giriş kapısı Evin tasarımında mekanın ekolojisi ile güçlü bir bağlantı kurmak ve iç mekanı harekete geçirmek amacıyla belirgin bir geometri kullanılmış. Bu geometrik yaklaşım, ev içinde yamuklarla kesişen ve doğaya uzanan küresel boşluklar oluşturuyor. Küresel yapı evin giriş verandasından başlıyor ve içeride evin iç hacminden oyulmuş bir maun küre ile bütünleşiyor.

Evin iç hacminden oyulmuş maun küre Ex of In House���da kullanılan yapı malzemelerinin tamamı sürdürülebilir ham ahşaptan. Pencereler, kapı çerçeveleri ve merdiven maundan, duvarlar ise huş ağacından yapılmış. Ahşap oymalar CNC ile şekillendirilmiş. Camlar da dahil olmak üzere kullanılan tüm malzemeler yerel kaynaklı. Şebekeden bağımsız olan ev, elektriği güneş enerjisi kullanarak üretiyor. Isınma ise jeotermal olarak yapılıyor ve bir enerji depolama sistemine bağlı foto-voltaik hücrelerden besleniyor. Ayrıca tüm aydınlatma armatürleri, mısır nişastası tabanlı biyoplastikten 3D olarak basılmış. Yirmi sekiz dönümlük bir alanda olmasına rağmen ev 85 metrekarelik bir alan kaplıyor. Ahşap sayesinde son derece sıcak bir atmosfer kazanan iç mekan farklı dairesel pencerelerle evi çevreleyen doğa manzarasını adeta içeriye davet ediyor. İçerde kullanılan dinamik geometri, oturma alanını merkeze alan farklı kullanım düzenleri oluşturuluyor. Beş kişinin konuklayabileceği evde, yatak odaları bölmeyle değil, dikey kesişmelerin örtüşmesiyle birbirinden ayrılıyor. Fotoğraflar: © Paul Warchol / stevenholl.com Read the full article
0 notes
Text
Eski Yenimahalle

Eski Yenimahalle Türkiye’nin ilk toplu konut örneği olan ve 1949 yılında Ankara’daki memur kesiminin konut ihtiyacını çözmek için yapılmaya başlanmış Yenimahalle’nin tarihçesi üzerinden, mimarinin, planlamanın ve yerleşimle oluşan mekanların, toplum üzerindeki sosyolojik etkilerini anlatan, Hamit Annak'ın yönettiği belgesel film. Read the full article
0 notes
Text
Glenn Murcutt


Fotoğraf: © Anthony Browell /nma.gov.au Avustralya'nın en önemli ve Pritzker Ödülü de dahil olmak üzere en çok uluslararası ödül kazanmış mimarı olan Glenn Murcutt, “doğa ile uyumlu yaşama” felsefesinin en önemli isimlerinden. Tasarımlarında mevsimlerin değişimine öncelik veren sanatçı, binalarını suyun, ışığın, ısının ve rüzgarın hareketlerine uyum sağlayacak şekilde tasarlıyor. Avustralya kıtasının doğal dokusu ile bire bir örtüşen tasarımlarıyla dünya çapında takdir kazanan Glenn Murcutt, modernist, doğalcı, çevreci, hümanist, ekonomist ve ekolojist gibi ayırt edici niteliklerin tümüne sahip bir mimar. Avustralya kültürüne, iklimine ve topografyasına dayanan bir mimari izleyen sanatçı, binalarını rüzgarın yönü, suyun hareketi, sıcaklığın ve ışığın değişmesi gibi kavramları dikkatle inceleyerek tasarlıyor. Aynı zamanda binalarının hem sürdürülebilir hem de ekonomik olması için cam, taş, tuğla, ahşap ve oluklu metal gibi Avustralya kıtasındaki yerel malzemeleri kullanıyor. Aborijin yaşam biçiminden, özellikle de “Place of Spirit” ruhundan esinlenen Murcutt, “toprağa hafifçe dokunma” felsefesinden ödün vermemek için kendi projelerini tek başına ve sadece Avustralya'da gerçekleştiriyor. Felsefesine uygun olarak çok katlı, gösterişli, lüks yapılar yerine çok işlevli evler ve küçük ölçekli binalar tasarlıyor. Tasarımlarında yükseltilmiş zeminler ve serbest esinti akışını sağlayacak şekilde açılabilen panjur gibi ögeleri sıklıkla kullanıyor. Klima yerine çıtalı çatılar, perdeler ve panjurlarla hava akımını kontrol eden sistemler geliştiriyor. Çağdaş mimarinin, sürdürülebilir malzemelerin ve yerel işçiliğin uyumlu bir karışımı olan tasarımları, yapılı çevrenin doğal çevre üzerindeki olumsuz etkilerini en aza indirmeye odaklanıyor. Baba etkisi Glenn Murcutt, 1936 yılında Avustralyalı bir ailenin çocuğu olarak Londra'da doğdu. Babası Papua Yeni Gine’de altın arama çalışmaları yaptığı için çocukluğunun ilk beş yılı bu ülkede geçti. Yeni Gine'nin Morobe semtindeki evleri babası tarafından inşa edilmiş basit ve geleneksel bir mimariye sahipti. Babasının birçok yeteneğe sahip kendi kendine yeten bir insan olması, basit ve doğanın yasalarına uygun bir şekilde yaşanması gerektiğini savunan Henry David Thoreau'nun felsefelerini benimsemesi ve Ludwig Mies Van Der Rohe'nin sade mimarisine olan hayranlığı sanatçının küçük yaşlarda hem mimariye hem de sadeliğe ilgi duymasına neden oldu. Murcutt, beş yaşına geldiğinde ailesi Sidney’e taşındı. Liseyi bir erkek lisesinde okuduktan sonra lisans eğitimi için mimarlığı seçti ve Sidney’deki New South Wales Üniversitesi Teknik Koleji'nden mimarlık derecesi ile diplomasını aldı. Mezuniyetinin ardından iki yıl boyunca seyahat etti. Sonrasında Sidney’e geri dönerek ünlü Ancher, Mortlock, Murray ve Woolley mimari ofisinde beş yıl boyunca çalıştı. Pek çok mimarla çalışma fırsatı bulduğu bu beş yılda organik mimari felsefesini öğrendi ve bu konuda deneyim kazandı. Doğa dostu bir kariyer Sanatçı, çalıştığı ofisten ayrıldıktan hemen sonra, Sydney’in varlıklı bir banliyösü olan Mosman’da kendi mimarlık ofisini açtı. Aynı yıllarda Sydney Üniversitesi’nde tasarım dersleri vermeye başladı. Konutlar yaparak başladığı kariyerinin ilk yıllarında tasarladığı Marie Short Evi, Ludwig Mies Van Der Rohe’nin modern Miesian estetiğini Avustralya yün sundurma pratikliği ile birleştirdiği ilk evlerinden biri oldu.

Marie Short Evi Fotoğraf: © Anthony Browell/ozetecture.org Evi, iklimsel özelliklerle ilişkili olarak konumlandırdı. Oluklu çelikten çatıda yaptığı çift katmanlı geri çekilebilir pencereler ile hem güneş ışığının gün boyu eve girmesini ve hem de doğal havalandırmayı sağladı. Doksanlı yılların başında tamamladığı Simpson-Lee Evi ise mimari çevreler tarafından çok beğenildi ve Murcutt'ın çalışmalarının gelişiminde önemli bir proje olarak kabul edildi.

Simpson-Lee Evi Fotoğraf: © Anthony Browell/ozetecture.org Tasarımı ve uygulamalarıyla doğa-yapı ilişkisini tam bir soyutlama noktasına taşıdığı evde cilalı beton zeminler, tuğla, çelik yapı çerçevesi ve dış oluklu metal kaplama gibi basit ve aşınması güç malzemeler kullandı. Eve ulaşan yolu mevcut bir patikayı kullanarak tasarladı. Çevredeki göletten geçen bir ahşap köprü ve cam duvardan oluşan bir giriş ile tüm manzarayı evin içine taşıdı. Böylece ana yaşam alanı manzaraya kesintisiz bağlanan açık bir veranda görünümü almış oldu.

Sanatçı 80'li yıllarda ofisinde Fotoğraf: © Robert McFarlane / portrait.gov.au Murcutt, ülkesi dışında çalışmamasına veya büyük bir firma yönetmemesine rağmen dünya çapında bir etki yarattı ve başarılı bir kariyer sürdürdü. Ülkesindeki üniversitelerde uzun yıllar öğretmenlik yaptı; yurt dışındaki pek çok önemli üniversiteye konuk oldu. Doğa dostu, sade mimarisini ve deneyimlerini anlatan çok sayıda kitap yazdı. Halen çalışmalarını çoğunlukla tek başına, sadece proje kapsamında yaratıcı iş birlikleri yaparak yürütüyor ve öğretmenliğe devam ediyor. Önemli eserleri Avustralya İslam Merkezi İslami mimar Hakan Elevli ile birlikte tasarladığı cami, büyüklüğü ve farklı bir kültüre tasarım yapması nedeniyle Murcutt için yeni bir deneyimi temsil ediyor. Cami, biraz uzağında başlayan bir manzaranın parçası olarak tasarlanmış. Yapının en önemli özelliğini heykele benzeyen bıçak gibi sivri, yüksek bir beton duvar oluşturuyor ve geleneksel minarenin yerini alıyor.

Fotoğraf: © Veeral Patel / architectureau.com Arthur ve Yvonne Boyd Sanat Merkezi Ekili tarım arazileri ve doğal çalılar arasında yer alan eğitim kompleksi, üç ahşap kulübeden oluşuyor. Otuz iki öğrencinin eğitim alıp konaklayabildiği kompleksteki uyuma alanları, her biri dört kişiyi barındıran doğrusal bir düzlem olarak tasarlanmış. Açık bir geçit boyunca yer alan ve ortak banyoların etrafında gruplanmış olan her uyku bölmesinde manzaraya hakim bir pencere bulunuyor.

Fotoğraf: © Anthony Browell/ozetecture.org Palm Beach Evi Glenn Murcutt'ın en yeni evlerinden biri olan yapı, dik eğimli ve yoğun ağaçlık bir alanda yer alıyor. Yangın riski yüksek bir bölgede olduğu için evin yapımında beton zeminler, çelik çatı kullanılmış; cephesi siyah çinko ile kaplanmış. Evin salonu ise geniş ve açılabilen camlarla verandaya dönüştürülmüş.

Fotoğraf: © Anthony Browell/ozetecture.org Read the full article
0 notes
Text
Len Lye Center

Kinetik heykelleri ve deneysel filmleri ile tanınan Yeni Zelandalı sanatçı Len Lye anısına yapılmış olan müze, sanatçının yaşamından, eserlerinden ve fikirlerinden esin alan bir tasarıma sahip. Yapının sıra sütunlardan oluşan paslanmaz çelik cephesi sanatçının kinetik ve ışık alanındaki çalışmalarına atıfta bulunuyor. Leonard Charles Huia Lye, bilinen adıyla Len Lye, Yeni Zelanda doğumlu ünlü bir sanatçı. Çığır açan kinetik heykelleri ve deneysel film çalışmaları ile tanınan Lye, yaşamının son otuz yılını ABD’de geçirmiş. Ölümünden sonra koleksiyonu ve arşivi Len Lye Vakfı tarafından Yeni Zelanda’ya getirilmiş ve eserlerin sergilenmesi için sanatçının anısına bir bina inşa edilmesine karar verilmiş.

Len Lye'nin müzede yer alan kinetik heykellerinden biri Tasarımı Andrew Patterson ve ekibi tarafından yapılan Len Lye Center, Yeni Zelanda’nın New Plymouth kentinde yer alan çağdaş sanat müzesi Govett-Brewster'a bağlı özel bir galeri-müze olarak hizmet veriyor. Pek çok ödül kazanan bina Yeni Zelanda'da tek bir sanatçıya adanan ilk müze olma özelliği de taşıyor. Kinetikle buluşan tasarım Yapıda sadece iki malzeme, beton ve çelik kullanılmış. Tasarıma hakim olan sütunlu görünüm binada kullanılan malzemelerin sert görünümünü kırıyor ve binaya ışıkla dalgalanan bir tiyatro perdesi yumuşaklığı kazandırıyor. Sütunların bir özelliği de Len Lye’nin eski tapınaklara olan ilgisini vurguluyor olması. Antik Yunan mimarisinde sarayların büyük salonlarında kullanılan yapı tarzı binaya yansıtılmış.

Işığı yansıtan cephe ve dalgalı sütunlar Kentsel bir heykel gibi duran cephe, Len Lye'nin kinetik çalışmalarını tamamlayacak şekilde ışığı yansıtarak adeta hareket ediyor. Böylece hem Len Lye'nin kinetik ve ışık alanındaki yeniliklerini hem de bölgenin endüstriyel inovasyonunu birbirine bağlıyor. Len Lye Center toplamda 3 bin metrekare alana sahip. Müzede sergi alanlarının yanı sıra, eğitim stüdyoları ve sanatçının film çalışmalarının gösterildiği bir sinema salonu da yer alıyor. Bina ayrıca, uluslararası ESD yani Elektro Statik Deşarj ilkelerini uygulayarak sürdürülebilir bir enerji kaynağı kullanıyor. Binanın iç mekanı, müze ve galeri alanlarının tek bir esnek ve ortak yapı içerisinde olmasını sağlayacak biçimde dairesel olarak bölünmüş. Sütunlardaki açıklıklardan içeri giren gün ışığı, dairesel bir döngü yaratan yürüyüş yolu üzerinde hareketli ışık desenleri oluşturuyor ve yapının kinetikle buluşan konseptine bütünlük kazandırıyor. Fotoğraflar: ©pattersons.com Read the full article
0 notes
Text
Ağa Han 2017-2019 Mimarlık Ödülleri

Ağa Han Mimarlık Ödülü, Müslüman toplumların yaşadığı bölgelerdeki kamu alanı, sosyal konut, iyileştirme ve restorasyon gibi toplumun yaşam kalitesini artıracak ve geliştirecek mimari projelere veriliyor. Üç yıllık dönemler halinde verilen ödül birden fazla projeyi kapsıyor ve mimarların bireysel başarılarından çok, projelerin gerçekleşmesinde rol oynayan tüm paydaşları hedefliyor. 1977 yılından bu yana 9 binden fazla projeyi ödüllendiren Ağa Han Mimarlık Ödülleri’nin 2017-2019 döngüsünü altı proje kazandı. Jüride Türk tarih profesörü Edhem Eldem de yer aldı.
Al-Muharrak'ın yeniden canlandırılması (Bahreyn)
UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan Bahreyn’in eski başkenti Al-Muharrak, inci endüstrisi ile tarihe geçmiş bir kent. Proje önceleri bölgenin geçmişini vurgulamak amacıyla bir dizi restorasyon ve yeniden kullanım çalışmasını kapsıyordu. Ancak çeşitli mimarları, planlamacıları ve araştırmacıları içeren kapsamlı bir program haline gelerek şehrin demografik yapısını yeniden dengeleyen kamusal ve kültürel alanların oluşturulmasını da sağladı.
Arcadia eğitim projesi (Bangladeş)
Saif Ul Haque Sthapati mimarlığındaki proje, yılın beş ayı nehir yükselmesi nedeniyle su altında kalan bir bölgede yapılan suda yüzebilir okul tasarımını içeriyor. Binada hafifliği ve dayanıklılığı nedeniyle yerel bambu kullanıldı. Zemine iki metre gömülen bambu direkler, okulun birbirinden bağımsız ama birbiriyle bağlantılı dikdörtgen yapıları için birleştirici işlev gördü. Bina suda yüzebilmesi için bambu çerçeveler içerisinde kullanılan çelik variller üzerine oturtuldu.
Filistin Müzesi (Filistin)
LEED Gold sertifikasını alan proje, çevredeki tarımsal teraslardan esinlenen mimarisi ve yamaç bahçelerinin zikzak şekilleri ile toprakla olan bağı vurguluyor. Diyalog ve hoşgörü kültürünü teşvik etmek amacıyla yapılan müzenin tasarımı İrlandalı mimarlık ofisi Heneghan Peng Architects’e ait. Binanın cephe kaplamalarında yerel taş ocağından çıkarılan kireçtaşı kullanıldı. Batı cephesindeki metal kanatlı üçgen duvarların boyutları ve yerleri ise dikkatle hesaplanarak iç mekanın gölgelenmesi sağlandı.
Kamusal alanlar geliştirme programı (Rusya Federasyonu)
Tataristan halkı için kamusal alanlardaki öncelikleri yeniden ele alan proje, halkın özel mülkiyet eğilimini karşılamayı amaçlıyor. 2015 yılında başlatılan projede 33 köy, 42 kasaba ve iki büyük şehri kapsayan 328 mekan yeniden düzenledi ve inşa edildi. Havuzlar, bentler, sahiller, parklar, bahçeler, caddeler, sokaklar ve yürüyüş yolları gibi kamusal alanları hedefleyen yenilemelerde farklı mimarlarla 10 farklı proje tipi uygulandı.
Alioune Diop Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Birimi (Senegal)
Yerel inşaat tekniklerini kullanarak ve sürdürülebilirlik prensiplerini uygulayarak maliyet ve bakım giderlerini en aza indiren proje, İspanyol mimarlık ofisi IDOM tarafından gerçekleştirildi. Tek katlı kampüs, bir konferans salonu, on üç büyük öğrenci sınıfı, üç laboratuvar, on adet öğretim üyesi odası ile iki toplantı odası içeriyor. Güney cephesinde kullanılan ve yerel ustalar tarafından üretilen delikli moloz bloklarından yapılmış kafes, yapıya pasif soğutma sağlıyor. Binanın en büyük özelliğini ise güneş ışığını önleyen ancak havanın içinden akmasına izin veren büyük bir çift çatı kanopisi oluşturuyor.
Wasit sulak alan merkezi (BAE)
Basra Körfezi kıyısındaki eski sulak alanın temizlenmesini ve yerli ekosistemin rehabilitasyonunu içeren proje, biyolojik çeşitlilik ve ziyaretçilerin çevre eğitimini amaçlıyor. Dubai’de bulunan X-Architects tarafından tasarlanan projede mimarlar, ziyaretçi merkezinin toprak üstündeki görünümünü en aza indirmek için bölgenin doğal topografyasından faydalandı. Bu da yapıya toprağa gömülmüş bir görünüm kazandırdı. Çok sıcak çöl iklimine karşı koymak için ise camlar açılı olarak tasarlandı ve çatı çok iyi bir şekilde yalıtıldı. Kuş kafesinin gölgelendirilmesinde ise kumaş gölgelikler kullanıldı. Read the full article
0 notes
Text
Sabundan şişeler


Plastik atıkları azaltmak için endüstri tasarımcıları her gün yeni çözümler öneriyorlar. Yüksek lisans öğrencisi Mi Zhou’nun sabundan tasarladığı koleksiyonu da şampuan gibi ürünlerin ambalajlanması için sürdürülebilir bir seçenek sunuyor. Kullandığımız kozmetik ürünlerinin pek çoğu plastikten yapılıyor ve boşalınca çöpe atılıyor. Bir kişinin ömrü boyunca yaklaşık 800 şampuan şişesi kullandığını varsayarsak sadece şampuan şişelerinin bile dünyayı plastik çöplüğüne çevirebileceğini düşünebiliriz. Mi Zou’nun tasarladığı ve “Soapack” ismini verdiği şişe ve kavanozlardan oluşan koleksiyonu sıfır atık yaratmak için bitkisel yağ bazlı sabundan yapılıyor. Renklendirilmesinde ise minerallerin, bitkilerin ve çiçeklerin pigmentleri kullanılıyor. Şişeler çevre dostu oldukları kadar, camı çağrıştıran desenleri ve parfüm şişelerini anımsatan şekilleriyle oldukça şık bir görünüme de sahipler. Fotoğraflar: © Mi Zou / mizhoudesign.com Read the full article
0 notes
Text
Zaanse Schans: Yel değirmenleri ile canlanan tarih

Zaanse Schans, Hollanda’nın sanayi bölgesi Zaan’daki eski yel değirmenlerinin ve evlerin taşınmasıyla kurulmuş bir proje köy. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Zaan bölgesinde yaşayan ve çalışan topluluğu, o günlerdeki yaşamıyla günümüze taşıyan köy, Hollanda’nın sanayi tarihine adanmış bir açık hava müzesi özelliği taşıyor.

Fotoğraf: pixabay.com Hollanda’nın Zaandam kentinde yer alan Zaanse Schans, eski ahşap evleri, köprüleri, yel değirmenleri, atölyeleri, sokakları ile on sekizinci yüzyıldan kalma bir köy görüntüsünde. Köyün kuruluş öyküsü ise büyüleyici ve benzersiz bir projeye dayanıyor. Tarihten bugüne taşınan köy On sekiz ile on dokuzuncu yüzyıllar arasında, Kuzey Hollanda'da yer alan Zaan nehrinin kıyılarına yaklaşık 600 yel değirmeni inşa edilir. Bu değirmenler üretimleriyle Batı Avrupa'nın en eski sanayi bölgesini oluşturur. Bölgede ağaç işleri, boya ve kağıt üretimi, elmas parlatma, peynir yapımcılığı gibi pek çok farklı alanda üretim ve ticaret yapılır. Hatta değirmenlerin odun kesiminde kullanılmasıyla gemi üretimi için kereste bile sağlanır. Ancak zaman içinde buhar gücü kullanan makinelerin yel değirmenlerinin işlevlerini azaltması nedeniyle bölgede daha teknolojik bir sanayi oluşur. On sekizinci yüzyıldan beri bu bölgede yaşayan ve geleneksel üretim yapan halk, modernleşmenin getirdiklerinden etkilenir ve eski yaşamlarını sürdürebilecekleri bir çözüm ister. Halkın bu isteği doğrultusunda, Zaan’daki eski yerleşim mimar Jaap Schipper tarafından çizilen bir plana uygun olarak yine Zaan nehrinin kıyılarındaki Zaanse Schans’a taşınır. 1961 yılından 1974 yılına dek, bölgede hayatta kalan yel değirmenlerinin sekizi ile 35 ev kamyonlara ve teknelere yüklenerek Zaanse Schans’a parça parça yerleştirilir. Yel değirmenlerini, atölyeleri işleten ve Zaankanter olarak adlandırılan bölge halkı da, değirmenleri ve evleriyle birlikte göç eder. Evlerine yerleşen halk, değirmen ve atölyelerini kurarak çalışma düzenine geri döner; eskiden Zaan bölgesinde ürettiği ürünleri yeniden üretmeye başlar. Böylece Zaanse Schans’da on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların hayata geçirildiği, Hollanda sanayi tarihini canlandıran bir açık hava müzesi hayata geçmiş olur. Yeşil renkli evler, rüzgarla dönen değirmenler Zaanse Schans’daki evler tipik Hollanda mimarisine sahip. Toprak yumuşak olduğu için yapı malzemesi olarak çoğunlukla ahşap kullanılmış. Evlerin hemen hepsinde yeşilin tonları ve beyaz hakim. Nem ve küften korumak için ise duvarlara katran sürülmüş. Köy, dünyadaki hala işleyen geleneksel yel değirmenlerinin bulunduğu az sayıdaki yerlerden biri. Bu nedenle en ilgi çeken yapıları yel değirmenleri oluşturuyor. Günümüzde halen yedi değirmende üretim yapılıyor. Çoğu halka açık olan değirmenlerin bazılarında ziyaretçilere öğütme konusunda bilgiler veren etkinlik ve gösteriler düzenleniyor. Bu tarihi değirmenler arasında yer alan ve "De Kat", Türkçesiyle “Kedi” olarak adlandırılan değirmen rüzgar gücünü kullanarak boya imalatında kullanılan ham maddeleri öğütüyor. On yedinci yüzyılın sonlarında inşa edilen değirmen, Hollanda’da bu işleve sahip tek yel değirmeni.

Boya ham maddelerini öğüten De Kat Fotoğraf: Balou46 Köyün diğer bir özelliğini de sanayi tarihini odağına alan müzeler oluşturuyor. Zaans Müzesi’nde on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda hem üretilen hem de kullanılan mutfak eşyaları, giysiler, resimler ve fabrika malzemeleri sergileniyor. Yedi müzeden Fırın Müzesi, saatlerin yer aldığı Zaman Müzesi, Tahta Ayakkabı Müzesi ile Hollanda'daki en büyük süpermarket zinciri olan Albert Heijn'in müze dükkanı en çok rağbet gören müzeler arasında yer alıyor.

Albert Heijn müze dükkanı Fotoğraf: Arend Zaanse Schans halkı geleneksel el sanatlarıyla ilgili günlük etkinliklere sıklıkla ev sahipliği yapıyor. Bu zanaat etkinlikleri, ağırlıklı olarak korunmuş tarihi atölyelerin içinde gerçekleşiyor ve profesyonel zanaatkarlar tarafından yürütülüyor. Üretilen tüm ürünler köyün her tarafına yayılmış dükkanlarda satılıyor.

Tahta ayakkabı atölyesi Fotoğraf: Mario Sánchez Prada Read the full article
0 notes
Text
Kalabalık Alanlar

Amerikalı fotoğraf sanatçısı Pelle Cass, zaman atlamalı çekim tekniği kullandığı “Kalabalık Alanlar/Crowded Fields” serisinde aynı alanda ama farklı zamanlarda spor yapanları görüntüleyip, “hıncahınç dolu” diyebileceğimiz kompozisyonlar yaratıyor. Uzun yıllardır fotoğraf sanatçısı olan ve özellikle Seçilen İnsanlar/Selected People serisi ile ünlenen Pelle Cass, son ve devam eden serisi “Kalabalık Alanlar”da hareket halindeki bedenler ile zaman kavramını bir araya getiriyor.

Serisinde sporculara odaklanan sanatçı, aynı spor alanında, aynı kadrajda ama farklı zamanlarda sporcuları görüntülüyor ve bu görüntüleri tek bir karede kolaj yaparak birleştiriyor. Böylece adeta spor alanının günlük hafızasını oluşturan kaotik ama büyüleyici kompozisyonlar elde ediyor.

Fotoğraf çekimlerinde zaman atlamalı çekim tekniğini kullanan sanatçı, her bir kompozisyon için yaklaşık 40 saat boyunca bine yakın görüntü alıyor. Daha sonra çektiği yüzlerce hızlandırılmış fotoğraf arasından seçtiği görüntüleri tek bir karede topluyor. Kompozisyonunu oluştururken gerçekliği kaybetmemek için insanların yerlerini değiştirmiyor, üst üste gelen görüntüleri Photoshop'ta çok dikkatle temizliyor. Fotoğraflar: © Pelle Cass / pellecass.com Read the full article
0 notes