matrushka
matrushka
matrushka
15 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
matrushka · 10 years ago
Photo
Lütfen bunu ben yapayım burada.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Book And Bed Tokyo Suppose Design Office
93K notes · View notes
matrushka · 10 years ago
Video
youtube
(yetmişaltı başlıklı çözümlemenin içinden dört parça)
XI. bizi varolmanın yertarihine düşünen hakikat, kalblerimize sığmayan sözcüklerin birdenbire kırıldım deyiverişiyle anlatılmaz bir şeye dönüşüyor.
XII. taşın ağzı haklılığından kapalı, su evine ne zaman döner bilmiyorum, sonra efendim; herkesin kazandığı bir çukur var ne fena.
XIII. ölüme asırlardır bir pencereden bakmanın (yahut yokolmanın ülkesine asılmanın) zarafetini taşıyanlar belki birazdan mezarına sığmayanların altına uzanacak
XIV. bu çocukses bu zamansızkoku yeter anlatılmaz bir şeye dönüşmeye
7 notes · View notes
matrushka · 11 years ago
Photo
Tumblr media
547K notes · View notes
matrushka · 11 years ago
Audio
Ah..
0 notes
matrushka · 11 years ago
Quote
bu kıvırcık ateşten yalanlar 300.000 kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma kadınları çıplak görüyorum koşup seni soyuyorum bir açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma geliyor bilemezsin seni kentlere seni bankalar seni seni 300.000 seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000 kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları 300.000 elimden tut beni acar balıklara alıştır tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda gel anasız pencereme perde ol kurtulayım kalk ellerini yıka bize gidelim soyunur dökünür odalarda konuşuruz bir o kaldı 300.000 odalara kapanmak odalarda konuşmak odalarda ölmemek canımız çekerse sevişiriz dövüşürüz 300.000 benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü yadırgamadan gökyüzüne aşka acıkmaya alışkın zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam senin ağustos çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum bir karşı durulmaz istek bir telaşla kendiliğinden bir serin renk anlıyorum aydınlık gözlerinden sorma sen zenginsin alırım tükenmezsin allah gelene kadar sen olursun şiirlerimde bu bir boş ver kavgalara kuruntu sorunlarına boğuntuya gelme ben adını demesem de anlıyorsun 300.000 ü ç y ü z b i n cümbür cemaat aşka abanıyoruz
2 notes · View notes
matrushka · 11 years ago
Quote
NİLÜFER Ben oraya koymuştum, almışlar, Arasına sıkışık saatlerin. Çıkarır bakardım kimseler yokken; Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar. Kışken ilkyaz, sularımda açardı; Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı? Eski defterlerde sararırmış yaprak. Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar. Bir ışıktı yanardı gecelerde; Akşam, çiçekler uykuya yattı, Sardı karşı kıyıları karanlık- Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar. Behçet Necatigil
2 notes · View notes
matrushka · 11 years ago
Text
Becerebilseydik, çoktan ölmez miydik?
1 note · View note
matrushka · 12 years ago
Photo
Tumblr media
“Bu toplumu haklı çıkarmadan ölmenin bir yolunu bulmalıyım diye düşünüyorum. Akciğer kanserinden ölsem çok sigara içiyordu diyecekler. Sirozdan ölsem çok içki içiyordu diyecekler. Araba çarpsa, herhalde hafif içkiliydi, şoför haklıdır diyecekler. Türkiye’de intihar da edilmez. İlaç ve içki şişelerinin kapakları açılmaz, su gelmeyebilir, havagazı gelmeyebilir, tren vaktinde gelmez, atamazsın kendini altına.”
  Tomris Uyar
    Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı 15 Mart 1941 / 4 Temmuz 2003 ________________________ Titreyen bir elle yazılıyor hem de özlem dolu bir yürekle… Yedi yıl önce kavurucu bir Temmuz günü gördüm onu en son. Gayrettepe’de bir hastane odasında. İki gün önce çevresindeki herkes gibi beni de karşısına almış, veda etmişti. Bu ‘son’ onun kararıydı çünkü… Tıpkı ‘ruh arkadaşı’ Virginia Woolf’un dediği gibi: “Kendimi üstüne fırlatacağım ölüm; boyun eğmeksizin ve yenilmeksizin”. O, Tomris Uyar’dı. Ve bu yazı, şu cümlesine rağmen yazılıyor: “Yaşam öykümün yazılmasını istemem. Kendi üzerime düşünmeyi bu kadar önemli saymıyorum”. 15 Mart’ta 70 yıl olacak Tomris Uyar doğalı. Oysa o, 4 Temmuz 2003’ten beri 62 yaşında… O benim ‘hocam’ ve arkadaşımdı. Evde öykü çalıştığı ‘şanslı’lardan biriydim. Aslında Bilgi Üniversitesi’nde açtığı “Kıyıdan Açılmak” atölyesinde tanıştık. Tam da onu anlatıyordu atölyenin adı. Güvenli, kuralları belli, çerçevesi çizili kıyı yerine açık denizi tercih ederdi hep. Özgürlüğü… Bağımsızlığı… Güçlü olmayı… Edebiyatıyla tanımıştım onu önce. İlk okuduğum kitabı “Yürekte Bukağı”ydı. Sarsılmıştım. Dilindeki duruluk ve keskinlik büyülemişti beni. Sonra “Aramızdaki Şey”, sonra “Dizboyu Papatyalar”, “Otuzların Kadını”… Ve diğerleri… Yazarlarla tanışmak tehlikelidir. Satırlarıyla kişiliği arasında uyum olmaz bazen, hem hayal kırıklığına uğrar hem de lezzetli okumalarınızı bir eksiltmiş olursunuz. Gereksiz bir risk… Ama bazen de müthiş bir buluşma yaşanır. Yazılan, yazan ve okuyan arasında… Bizimki öyle bir buluşmaydı. Kısa sürdü. Şimdi, 70. yaş günü vesilesiyle Tomris Uyar’ı anlatmaya oturdum. Öykücülüğünü değerlendirmeye kalkışacak kadar şuursuz değilim. Haddimi biliyorum. Kitaplar orada duruyor zaten, “Gündökümleri” ve çevirileri de… Belki onunla hiç karşılaşmamış olanlar için ipuçları taşır bu yazı; Tomris Uyar ‘değer’ hayatlarına… Değil mi ancak sizi hatırlayan son kişi öldüğünde ölürsünüz, Tomris Uyar’ın ömrünü uzatırız belki 70. yaş gününde… "ÖYKÜ BİR ANDIR" ———————————- 15 Mart 1941’de İstanbul’da doğdu Tomris Uyar. Anne Celile Hanım da, baba Ali Fuat Gedik de hukuk mezunuydu. Babasının bir şiir kitabı, annesinin yayımlanmamış çevirileri vardı. Edebiyata düşkün bir aileydi onlarınki. Kışları Talimhane’de, yazları yıllar sonra da Tomris Uyar’ın dilinden düşmeyecek Büyükdere’de yaşadılar. Huzurlu bir hayat olduğu söylenemezdi; anneyle baba geçinemiyordu. Ne Tomris ne de kardeşi Süleyman’ın hafızasında ‘mutlu bir çocukluk’ olarak kalacak yılların sonunda boşandılar. Tomris Uyar, Arnavutköy Kız Koleji’nde okudu. Henüz ortaokuldayken karar vermişti ‘öykücü’ olmaya. Çünkü “Öykü, bir insanın hayatındaki bir ân�� ele alıp onun ışığında, o kişinin vereceği kararların, yaşayacağı değişimin ve hayatının alacağı yönün işlenmesi”ydi. Ona göre “öykü bir andı, bir oda yani…” ‘Oda’ tesadüfen seçilmiş bir benzetme değil burada. Zaten Tomris Uyar’ın dilinde nasıl bir tesadüf olabilir ki? Her sözcüğü taammüden edilmiş bir yazardı o. Derslerine de ‘oda’ ile başlardı. İlk ödev buydu: ‘Oda’yı yazmak. Tıpkı Virginia Woolf’ta olduğu gibi, onda da bir ‘oda meselesi’ vardı. Yazma koşullarının getirdiği bir meseleydi bu. Uzun yıllar ‘kendine ait bir oda’sı yoktu çünkü. Olduktan sonra da kullanamamıştı: “Çalışma odam hiçbir yere bakmıyor, çıt çıkmıyor, aklıma hiçbir şey gelmiyor”. Alışmıştı bir kere, hayat bir yandan aksın isterdi. Yaşayan bir dünya içinde yazmalıydı: “Postacı gelir, çocuk su ister, konuklar ansızın bastırır, ben o arada çalışırım işte”. Kolejden sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne bağlı Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Ama ne yapacağı çoktan belliydi: Yazacaktı. Ama onun için önce öykü değil, çeviri vardı. Nedenini şöyle anlattı: “Çeviriyi seçmemin nedeni İngilizceyi daha iyi öğrenmek değil, Türkçede dilimin kıvraklığını, esnekliğini sınamaktı. Öyküye daha sonra cesaretlendim.” ŞAHSİYET RÖTARI ————————————- Hâl böyleyken çevirilerle başladı imzasını göstermeye, ki o imza R. Tomris’ti. Kimilerine göre babaannesi Rafia’dan geliyordu bu “R” kimileri de Richard Tomris diye eğleniyordu. İlk imzası, Varlık dergisinde 1962’de yayımlandı; Tagore’den “Şekerden Bebek” çevirisiyle. O sıralarda soyadı Tamer’di aslında. Şair Ülkü Tamer’in eşi Tomris Tamer’di. Trajik bir hikayeye evrilen evlilikleri, ikisi de kolejden mezun olur olmaz başlamıştı. Bir de kızları olmuştu, Ekin. Ancak Ekin, henüz birkaç aylıkken sütten boğuldu. “Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı” milatlardan biriydi, ayrıldılar. Bir şair daha girdi hayatına, Cemal Süreya. Bambaşka bir ilişkiydi bu… Her akşam işten çıkıp şıp diye eve damlıyordu Süreya. Bir gün Tomris Uyar, “Biraz gez dolaş” dedi, “Arkadaşlarınla buluş”. Ertesi gün geç geldi Cemal Süreya, daha ertesi gün de, art arda geç geldi. Bu akşamlardan birinde örtü silkmek için pencereyi açan Tomris Uyar, apartmanın girişinde oturan Cemal Süreya’yı gördü ve gerçek ortaya çıktı: Her akşam iş çıkışı eve geliyor, ama aşağıda oturup ‘gecikiyordu’ Cemal Süreya. Tomris Uyar tarafından durumun adı derhal kondu: “Şahsiyet rötarı”. Onun için her şeyin bir adı vardı. İkinci eşi Turgut Uyar’la birlikte çevirdikleri Lucretius “Lükrettin”di söz gelimi; hesap makinesi “Hafız”, son günlerinde sıklıkla buluştuğu radyoloji cihazı ise hayır getirmesi beklendiğinden “Hayrullah”… Belki de bu nedenle Edip Cansever ona “Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı” diye seslenmişti o meşhur “Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir”de; “Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene”… Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever… Hiç şiir yazmadığı halde İkinci Yeni’nin olmazsa olmazıydı Tomris Uyar. Hatta İkinci Yeni’nin kraliçesiydi o. Ama aralarında Edip Cansever’den daha çok etkilendiğini açık açık söylerdi: “Daha çok anlatan, daha süslü ve imgesi bol. Tekrarı seven bir şair”. İLK DOSYASI YANDI —————————————— İlk öykü dosyası “Suya Yazılı”yı bitirdiğinde tarih 1967’ydi. Adı, dosyanın kaderini de çizdi, “Suya Yazılı”nın tek kopyası, Cemal Süreya ile birlikte çıkardıkları Papirüs dergisi yangınında kül oldu. Geriye yalnızca 1965’te Türk Dili dergisinde yayımlanan “Kristin” adındaki öyküsü kaldı. Ne o dosyayı ne de aynı yangında yok olan, Dos Passos’un “USA” çevirisinin 100 sayfasını yeniden yazmayı düşündü. Öyle biriydi çünkü, giden gitmiştir. Nokta. Bu kadar ciddiye alınacak şeyler değildi bunlar. Açık açık da söyleyecekti: “Yaptığı işi çok ciddiye alan insanlar için üzülürüm. Bir şeyi ciddi yapan bir insanın bir de kişisel bir ağırlık taşıması gerekmez.” Kendisini ciddiye almakla da meselesi vardı. Sağlıklı yaşamak gibi bir derdi yoktu bir kere: “İnsan hayatının üstüne titreyerek korunacak bir şey olmadığına inanıyorum”. Feyza Hepçilingirler de bu tavrını destekleyecekti: “Tomris uzun yaşamak isteseydi, yaşadığı gibi yaşamazdı zaten”. “Suya Yazılı”nın akıbetinden sonra, yayımlanan ilk kitabı “İpek ve Bakır” oldu. Yıl 1971’di. Artık Turgut Uyar ile evliydi ve oğul Turgut’un annesiydi. “İpek ve Bakır” onu anlatan bir addı sanki. İpek kadar asil, bakır kadar dayanıklı… Bunun ardından gelen kitaplar da onu anlattı: “Ödeşmeler” (1973), “Dizboyu Papatyalar” (1975), “Yürekte Bukağı” (1979), “Yaz Düşleri Düş Kışları” (1981)… Kadınların dünyası ağırlıktaydı bu kitaplarda. Buruk ve kırgın anlar, toplumsal dönüşümler… Şiirsel dili İkinci Yeni’nin ruhunu taşıyordu. Ama yazmak onun için her şeyden önce yenilenmekti. Temel izlekleri her daim baskıya karşı çıkma ve ödeşmeydi; ama teknik olarak yeni bir mecraya doğru akmalıydı öyküleri: “Kendimi tekrar etmek istemiyorum. O yüzden gittikçe güçleşiyor öykü yazmak“. Kendini ‘profesyonel bir yazar’ olarak tanımladı hep. Bir meslekti bu, duygusal yaklaşmaya gerek yoktu. “Yazmak / yazı, yazarlıktan daha önemli”ydi. “Bunu yazmam neyi değiştirdi?” sorusuna cevap vermeliydi öncelikle. Gönül çelmek ya da ‘iyi gelmek’ için yazmak gibi bir derdi hele hiç yoktu. “Yaşadığım ülkede ferahlatıcı yazılar yazılabileceğine inanmıyorum” diyordu, “Oyalayıcı bir şeyler yazmaktansa kopkoyu bir karamsarlığı yeğlerim.” YORUM OKURA AİT ————————————— “Gecegezen Kızlar”da (1983) daha önce “Şahmeran Hikayesi”nde yaptığını ileriye götürdü, masal kahramanlarını günümüze getirdi. “Dön Geri Bak” (1985) ve “Yaza Yolculuk”ta (1986) ise yazar da bir öykü kahramanıydı. 1990 tarihli “Sekizinci Günah”, en büyük özelliklerinden birini, ironisini bonkörce kullandığı bir kitap olarak buluştu okurla. “Otuzların Kadını” (1992) ise bana imzaladığı gibi “hayatının kitabı”ydı. O kadın, annesiydi. Dönemin kadınlarını anlattığı, bulmaca gibi bir kitaptı bu. Uzun bir öykü… Sonra her zamankinden fazla bir süre, altı yıl girdi araya. Ve “Aramızdaki Şey” kırmızı temasıyla çıkageldi. Bir öyküde kırmızı bir elbise, diğerinde kan pıhtısı olarak… Ve son kitap, “Güzel Yazı Defteri” (2002)… İletişimsizliği, Tomris Uyar’ın yaşadığı toplumla arasının iyiden iyiye açıldığını apaçık gösteren bir uzun öykü. Kendi kendine ve öykülerinde sorduğu soruların buluşması. On bir kitaplık külliyatın sonundaki halka. Tomris Uyar öykücülüğünü değerlendirmeyi yetkin ellere bırakmakta fayda var. Şöyle anlatıyor Semih Gümüş: “Tomris Uyar’ın konuşmaktan kaçınmayan, hem kendilerini anlatmak için hem de karşılarındaki kişilerle ilişki kurmak ya da tartışıp hesaplaşmak için düşündüklerini seslendiren öykü kişileri var. Öykü, aynı zamanda insanların birbirleriyle konuşarak anlaştıkları bir dünyadır onun için. Ama yazdığı hiçbir öyküde öykü kişilerinin aldıkları yeri boş sözlerle genişletmeye kalkıştıkları görülmez. Kısa ve özlü konuşma tümceleri içinde yoğunlaşmış anlamlara gönderirler okuru. Okura da söylenen sözlerin ardındaki suskuları anlama çabası düşer ki, Tomris Uyar’ın öykülerini okumanın değeri de buradadır. Okura öğretmenlik edecek bir edebiyatı düşünmesi bile olanaksızdır onun: Yorumu okura bırakır.” SONA DOĞRU —————————- En yakın dostlarından Füsun Akatlı ise “Öykülerinin doğru yaşamak/ yanlış yaşamak üzerine uzun uzun düşündürdüğünü, farkına varılmaksızın benimsenmiş değer yargılarını adamakıllı silkelediğini de söylemeliyim” diyor: “Kişilerinin değer bilincini, yaşamlarının mihenginden geçirerek irdelemektedir Uyar. Onun öykülerindeki, her biri insanlık cevherini başka bir katmanında saklayan karakterler kimlerdir? Sahip çıkılmayanlar, sahip çıkamayanlar, umarsızlar, yaşamaya özenenler, bir şeyleri kendilerine yediremeyenler, yaşamın köşeye kıstırdıkları, alışkanlıklara tutsak olanlar, kendine yabancılaşanlar, tükenenler, sıradanlığın usul güvenini taşıyanlar, kendini salıverenler, tutunmak isteyenler ve tutunmamak isteyenler… Hepsi, bütün bu yaşantılarla baskın verirler Tomris Uyar’ı okuyanlara.” “Güzel Yazı Defteri” yayımlandıktan sonra aklında korku öyküleri yazmak vardı. Zaman yetmedi. 2003’ün bahar aylarıydı. Telefon, onun sesi: “Yemek borusu kanseriymişim”. Sonrası hızlı, çok hızlı. “İyi gidiyor” diye sevinilen radyoterapi seansları, yılların alkol yükü ve siroz tecrübesiyle takati kalmayan karaciğerin havlu atması, apar topar kaldırılan hastanede geçen haftalar… Her geçen gün bir parça daha ‘giderek’ ama hep Tomris kalarak… Gözlerindeki ışıltı hiç eksilmedi, zaman zaman yıkıcı bir hâl alan zekası hastalıktan hiç etkilenmedi. Acılarına rağmen sarkastik mizahı yerli yerindeydi. Hele ki cesareti… Onu hiç terk etmedi. Kendisi ufak tefek, yüreği dev gibi bir kadındı. Arkadaşımdı. Hocamdı. Gündökümlerinden birinde şöyle diyordu: “Bu toplumu haklı çıkarmadan ölmenin bir yolunu bulmalıyım diye düşünüyorum. Akciğer kanserinden ölsem çok sigara içiyordu diyecekler. Sirozdan ölsem çok içki içiyordu diyecekler. Araba çarpsa, herhalde hafif içkiliydi, şoför haklıdır diyecekler. Türkiye’de intihar da edilmez. İlaç ve içki şişelerinin kapakları açılmaz, su gelmeyebilir, havagazı gelmeyebilir, tren vaktinde gelmez, atamazsın kendini altına.” Ama olmadı. Toplum haklı çıktı; Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever’le aynı yaşlarda çekip gitti. Onların yanına… “Hayatta olur, edebiyatta olmaz” —————————————————————— Öykü yazmak konusunda da bildiğini öğretmekten hiç çekinmedi. Uyar derslerin yanı sıra yazdığı yazılarla da ‘formül’ü söyledi hep. Öykü yazdığı kadar, ‘öykü yazmak’ üzerine de kafa yordu. Teorisi üzerinde çalıştı. Bir zanaat olarak da öyküyü nasıl ileriye taşıyabileceğini araştırdı durdu. Öykü onun için şuydu: “Zaten hayatın anlaşılır pek bir yanı yoktur. Düzgün bir kurgusu da yoktur. Hayatta herkesin başına bir saksı düşebilir, ama öyküde yeterince nedeniniz olmalıdır”. Derslerde en sık duyduğum sözlerden biri de şuydu: “Hayatta olur, edebiyatta olmaz”. Artık aktarılan ya da duyulan olaya ‘hikâye’, özel bir biçemden geçmiş yazılı metne öykü diyorum” diyordu Mottosu ise şuydu: “Edebiyatta önemli olan inandırıcılıktır; içtenlik ya da sahicilik değil.” “Çevirdiği yazarın fotoğrafını masasına koyardı” ————————————————————————————- Tomris Uyar’ın edebiyattaki tahtlarından biri öyküyse, diğerleri de gündökümleri ve çevirilerdi. Günlerini dökmeye 1975’de başladı. “Gündökümü/ Bir Uyumsuzun Notları (1975-1980)”ydı ilk kitap. Kendini ‘uyumsuz’ olarak tanımlamıştı. Ama onun ardından yazdığı yazıda Ferit Edgü buna itiraz edecek, “Bence uyumsuz değil aykırıydı” diyecekti. İkinci kitabın adını “Günlerin Tortusu (1980-1984)” koydu. Sonra “Yazılı Günler (1985-1988)”, “Tanışma Günleri/ Anları (1989-1995) geldi. Bu kitapta günleri tarih sırası gözetmeden sıralamayı yeğlemişti. Okur bazı ipuçlarını kullanarak tarihleri kestirebilirdi de, “Acaba yaşadıklarını anımsatmamak daha büyük bir incelik mi olurdu?” 20 yılı kapsayan gündökümleri, Yapı Kredi Yayınları tarafından iki kitapta toplandı. Adı yine “Bir Uyumsuzun Notları” oldu. Çeviri ise, öyküden de gündökümlerinden de önce başlayan bir işti Tomris Uyar için. Gündökümlerinde çeviri süreçlerini bir bir yazdı. Başlı başına birer hikayeydi aslında bunlar. En çok kendisini rahatsız hissettiren metinleri çevirirken rahat ediyordu. Favorisi ise elbette Virgina Woolf’tu. Meydan okuma getiriyordu onu çevirmek. Bir de götürdükleri vardı: “Yığınla hikâyemi elimden almış, bir o kadarına da kaynaklık etmiş bir çeviriyi gözden geçiriyorum, yayına hazırlıyorum sonunda. Virginia Woolf’un ‘Mrs. Dalloway’i bu roman.” Çevirdiği yazarın fotoğrafını masasına koyarak başlardı. Dostlarının kimler olduğunu, nerelere girip çıktığını, neleri sevdiğini öğrenirdi. Ancak bu şekilde o yazarın Türkçede ‘nerede durduğunu’ keşfedebiliyordu. Tomris Uyar İçin Bir Şiir Kurma Çalışması ————————————————————————- seni sonsuz biçiminde buldum o biçimi almıştın sandviçlerle, kötü şehirle, terle başbaşa kalmıştın yürüdü üstüne herkesin neonu, herkesin babaannesi herkesin en eski olan kökü, en eski hanesi yeşili bozup suya çevirdin, akşamı sonsuz uzattın ne buldunsa o akşama uygun, ne buldunsa ona kattın perdeler uzundu, rüzgar kısa, masalar üç bacaklı masalar dört bacaklı, rüzgarlar uzun, perdeleri kısalttın sen bir atmacanın en uzun çığlığısın her tür gökte göğü büyüttün, otobüsleri aldın, şehirleri ufalttın yıkılan bir kedi bir süre olarak doldurur sesini seversin bir kanaryanın sesinden çok kendisini denizi ve ormanı, açlığı ve başkaldırmayı ayırmadın bırakılmış bir köşebaşının en güzel tanımıdır adın seversin diye söylerim her şeyi, sana uygun olsun çünkü her şeyin birbirine uygununu sen bulursun gel ellerini ver en güzel ellerini öyle ruhum, ateş yüreğim, kokum, birlikte öyle Turgut Uyar
13 notes · View notes
matrushka · 12 years ago
Link
çok şeyin izleri kaldı, istemesemde, kusssamda, düşsem de, savrulsam da, yıkasam da içimi bir şeylerle… olmadı kaldı ama gülmeyi öğrendim büyük kahkahalarla uzatmayayım; gülüyorum, selam sabah, merhaba, hoşçakal, nasılsın iyiyim’ ler dilimde sevgi içimde saygı da ama gülüyorsam da...
17 notes · View notes
matrushka · 13 years ago
Text
DEĞERSİZ TAŞLAR -2-
Barda terasta oturuyordu. Hava güzel. Belki de uzunca bir zamandır hava gece gece bu kadar güzel olmamıştı. Soluduğu havaydı. Diğer tüm adamlarla soluduğu bu hava, hiç bu kadar -aklı yerinde- hissettirmemişti ona kendini. Soğuk birasını sevmişti. Bira sevmezdi oysa. Ama soğuk birası güzeldi. Eli güzeldi çünkü. Eli kalem tutuyordu. Sonra aynı eli sigarasını. Sonra tekrar soğuk birasını tutuyordu eli.
Kafasını kaldırdı. Belirsiz bir süre -muhtemelen sadece ona öyle gelmişti- gökyüzüne baktı. Nedense karşı binadaki tek olan pencereye gözü takıldı. Pencereden bir odanın tavan ve duvarı, ve birbirlerinin kesişimleri görünüyordu. Görünen, tavanın sadece bir kısmıydı. Görünen, sadece duvarın bir kısmı. Duvar üstünde, tam da kesişimlerine yakın yerde bir florasan vardı. Yarısı görünüyordu. Rengi griye çalan beyazlıkla yanan, beyaz bir florasan. Düşündü, bir şeyin yanmasından bahsettiğinde aklına sadece kırmızı geliyordu. Cayır cayır yanan bir alev. Maviden kırmızıya yanan bir alev. Fark etti, "beyaz" yanmak da mümkündü. Işığı düşündü sonra; dalgalardan mı oluşuyordu ışık, parçacıklardan mı? Işınların üzerinde yolculuk etmek mümkün müydü? Peki zaman parçalanır mıydı o ışınlara binmiş dolaşırken? Duraksadı. Duraksadı. Hep sövgülerle bahsedilen "zaman" çelmişti aklını. Ve ilk kez zamanı anladığını hissetti. En derinden. Hep derdi, "zaman her -şeyin- ilacı" ki hep öyle olmamış mıydı, öyle olmuştu. Lakin zamanı daha önce hiç anlamamıştı. Sorgulamamış da olabilirdi. Geçmişteki hiçbir şeyi unutmak istemediğini -bilinçli olarak ilk kez-, ruhunun tüm bunlarla buralarda olduğunu soğuk birayı sevdiğini fark ettiği gibi -fark etti. 
Çünkü zaman "YOLCULUK"un bir elemanıydı. Yol, zaman ve hızdan oluşuyordu. Bu yıllardır bildiği denklem bugün kafasına bir filmle -dan diye- çarpmıştı. Tek derdi "YOL"da olmaktı. Aradığı buydu. Yol, onun kendisiydi. Oysa zaman dursa, yolda olamazdı. Kendisi durmuş olsa yine yolda olurdu fakat bir YOLCU olamazdı. tüm bu düşünceler uzun zamandır kavramayı istedikleriydi. İçte içe sayıklıyordu, "I'm on the road." 
Başını kaldırdı. Gözlerini kısa bir zaman dilimi -derin nefes al- kapadı. Açtı. Nefesini yavaşca bu güzel havaya geri verdi. Verilen nefesinin yerine içi huzurla doldu.
O, zaten hep yoldaydı. Kim bilir, sabit bir hızda ilerliyordu belki. Sabit hızda ileri, sabit hızda geri. Bir ileri bir geri. tüm bu düşüncelerin ona ivme kazandırdığını hissetti. Rüzgarı kirpiklerinde hissettiğinden, gülümsedi. Soğuk birasından bir yudum daha aldı.
2 notes · View notes
matrushka · 13 years ago
Text
DEĞERSİZ TAŞLAR -1-
Dağınıktı saçları. Kafası gibi. Saçları da dağınıktı. Sigaradan çıkan dumanın dağılması gibi dağılıyordu ruhu.
-Toplayacak mıydı?
Saçını dağınık bıraktı. Kafasını da. Fakat ruhu toplanmalıydı. Bu kendiliğinden oluyordu. Zaten dağılması da öyle olmamış mıydı? Öyle olmuştu.
Kafasını kaldırdı. Ekranda ''O''nun en sevdiği -en sevdiği miydi- kadın vardı. Gülümsedi. Geçmişti. Şaşırdı. Onun zayıflığını görmüştü belki. Belki sadece o andı. Aşık olduğu sadece andı. Ensesini gördüğü an. Gideceğini, belki de hiç gelmemiş olduğunu anladığı an. Bir adamın ensesini ilk kez görüyordu belki de o an. Mum ışığı ve vanilya kokusu çarpmıştı belki de o an. Belki o an sadece aşık olmak istemişti. Belki duvardaki fotoğraflardı onu o anda aşık eden. Yahut o anki aşkı şiirlerdi. Sordu:
-Aşk neydi?
Yüz yıllardır bunun cevabını kimse bulamamıştı. Düşünmemek en iyisiydi. Sadece 'an' yaşanacaktı. Bunu uzun zamandır yapmamıştı. Fark etti.
Gitmişti ''O''. Biliyordu. Gelmeyecekti. ''Geleceğim elbette.'' derdi. Lakin gelmeyecekti. Anladı. Gelmesin isteyen kendisiydi. Yoksa aşkı yaşayamazdı. O an geleceğini bilseydi, aşık olmayacaktı. Kim bilir, bu satırları da yazamayacaktı.
0 notes
matrushka · 14 years ago
Photo
Tumblr media
24K notes · View notes
matrushka · 14 years ago
Photo
Tumblr media
6K notes · View notes
matrushka · 14 years ago
Text
biliverdin:
dün gece masada unuttuğun kek gibi kararlı olsan. onun gibi kuru demiyorum ama hiç değilse bi işe yara. bi karar ver o olucaksın anında
kek kadar kararlı
kek kadar kararlı
kek kadar kararlı
kek kadar kararlı
kek kadar kararlı
beynimi deldiniz lan. albümünüz çıkarsa yedi sülaleme dağıtırım.
3 notes · View notes
matrushka · 15 years ago
Text
Giderek Büyüyen Boşluk:
Dibe bile vuramamanın kanıtıdır.
Düşersiniz yahut düştüğünüzü sanıyorsunuzdur. Yeter artık, nereye çakılacaksam çakılayım dersiniz. Çakılırsanız, ölürsünüz. Ve ölmek meraktır. Ölmek, daha önce tadılmayan bir bilinmezliği tatmaktır. Oysa düşmek sürekli tekrarlanandır. Ya da tekrarlanmayan, sadece devam eden. En monoton şekilde. İç sıkıcı. İç bunaltıcı. Nefesini çalan, kaçıran.
Halbuki uçuyorsundur düşerken. Uçmak bu kadar özlenirken, düşmekten neden bu kadar korkulur? İkisinin de özü aynı değil midir? İkisinde de yüzünde rüzgarı hissetmez misin sonuçta? İnanın, uçmanın bedeli düşmekse eğer, göze alırım ben. Aldım da zamanında. Çünkü uçmak, mavi olmaktır.
Aslına bakarsanız giderek büyüyen boşluğun ne renk olduğunu bilmiyorum ama ne renk olmadığını biliyorum. Kesinlikle siyah değildir. Çünkü siyah sadece yaşamanın rengidir.
Çünkü siyah benim rengimdir.
1 note · View note