“What to do if you find yourself stuck in a crack in the ground underneath a giant boulder you can't move, with no hope of rescue. Consider how lucky you are that life has been good to you so far. Alternatively, if life hasn't been good to you so far, which given your current circumstances seems more likely, consider how lucky you are that it won't be troubling you much longer.”
Don't wanna be here? Send us removal request.
Video
vimeo
5 Centuries Later 4 Seasons in Istanbul From Sinan's Minarets from Cüneyt Karaahmetoğlu on Vimeo.
This project has been shot from 28 Minarets built by Mimar Sinan who is famous Ottoman Architect lived in 16th Century.
Main sponsor of the project is Turkish Airlines, sub sponsor is Sony. All movie is filmed with Sony Products. Shooting has taken for 12 months. I shot 170.000 frames of İstanbul during project ( except F55 Footage ).
Can Erdoğan - Sus composed 4 different music for each season and Bratislava Studio Orchestra performed. And local instruments played by Erkan Oğur ( Kopuz, Oğur, E-Bow ), Derya Türkan ( İstanbul Kemençesi ) , Ertan Tekin ( Duduk ). Colorist of the project is Selim Söğüt.
Filmed with Sony A99, Sony A7r, Sony a7, Sony F55 4K Cine Alta Camera 2 x 24-70mm F2.8 Carl Zeiss ( A Mount ) 1 x 16-35mm F2.8 Carl Zeiss ( A Mount ) 2 x 70-200mm Sony G F2.8 ( A Mount ) 1 x 35mm F2.8 Carl Zeiss ( E mount ) 1 x 55mm F1.8 Carl Zeiss ( E mount ) 20-25-35-50-85-135mm Sony CineAlta Lens Kit ( PL Mount )
The whole post process was made with Adobe Products ( Lightroom, Photoshop,Premiere, After Effects ) For deflickring was used LrTimelapse.
If you want to read more detailed info you can check out the website : sinansminarets.com
19 notes
·
View notes
Video
AyseNereye teaser #1 from ilke yesilay on Vimeo.
polissiz polisiye dizisi.
5 notes
·
View notes
Link
Kadınların haklı mücadelelerini kazanacağı şahane günler yakındır. Bugün de tam olarak o gün kadar kutlu olsun! Not: erkeklere(?!) okutun.
5 notes
·
View notes
Text
Salçalı ve Yanmış...
Rüçhan'ı hatırlar mısınız bilmem. Hatırlayan olursa hoşuma gider ama ne yalan söyleyeyim… Neyse, özetleyecek olursak, aşk işini çok acayip algılayan bir adamdı Rüçhan.
Hala da öyle.
…
Rüçhan için normal bir sabahtı. Kalktı, kahve makinasının tuşuna bastı, sigara yaktı, tuvalete gitti ve kahvaltı yapmadı. Kafasını kurcalayan bir şeyler vardı Rüçhan’ın…Çok değil, 2 gece önce, Kadıköy’ün sıradan bir barında karşılaştığı geometri hocasının söyledikleri aklından bir türlü çıkmıyordu….
Rüçhan için bir barda henüz bir içki bile içmemişken ve dahası o bara sadece girebilmek için 10 tl vermek halihazırda büyük bir muamma olsa da, 10 tl vermeyi tercih etmek zorundaydı. 10 yıldır aşık olduğu muhteşem kadın D. bu akşam bu barda olacaktı. O da orada olmalıydı ve bunun bedeli 10 tl ise bu bedel ödenecek bedellerin en küçüğüydü. Verdi.
D. oradaydı. Etrafında türlü çeşit insan, kahkalar atıyor, bira içiyor, eğleniyordu.
Rüçhan elinde boş tepsiyle üzerine doğru hızla yürüyen o genci görür görmez durdurdu ve kendisine bir bira getirmesini söyledi ve o andan itibaren kendine D.’nin göremeyeceği bir yer seçip onu izlemeye başladı. Uzun uzun izledi… Saatler geçti Rüçhan izledi… Ve bir anda…
Lise’den geometri hocası, Güngör Hoca’nın şaplağı ensesinde şen kahkahalar eşliğinde patladı. “Naber lan Rüçhan? Yine itlik peşinde misin?” dedi hocası. “H-Hocam merhaba siz buralara gelir miydiniz ya?” diye cevap verdi ama cevap verdiğinin neredeyse farkında bile değildi. Mecburen hocasıyla muhabbet etmeye başladı Rüçhan. Sınıf arkadaşlarını çekiştirdiler, öğretmenler odası dedikoduları dinledi… Güngör aradan sanki 14 sene geçmemiş gibi davranıyordu ve Rüçhan hocasının bu işi bu denli doğal yapmasına garip bir biçimde hayranlık duyuyor, adeta hipnotize olmuş bir biçimde bu dedikodulara şaşırıyordu. Nasıl yani Ajda Hoca ile müdür yardımcısı???
Bir an geldi Güngör, Rüçhan’ın saatlerdir gizli gizli kestiği masada oturan D.’yi fark etti. Ve, sonuçta hoca olduğu için daha olgundu ve görmüş geçirmiş bir insandı, durumu kavradı. “Rüçhan, her şeye rağmen en iyi öğrencim sendin lan” dedi Güngör. Gözleri dolmuştu, neyin göz yaşlarıydı bunlar? Rüçhan’da gençliğini görüyor olabilir miydi? “Evet…” diye devam etti “en sevdiğim öğrencim sendin. Haylazdın, ittin belki ama yine de iyi niyetliydin” dedi. Rüçhan dinliyordu. Rüçhan D.’yi kesiyordu. “Ama evladım” dedi hocası “anlıyorum seni de ama, bu böyle olmaz. Olmaz evladım, senin biraz romantizm öğrenmen şart” dedi ve hızla ayağa kalkıp, aynı hızda masaya bir yüzlük bırakıp koşarak bardan çıktı. Ağlıyordu Güngör… Eski de olsa bir öğrencisinin önünde ağlayamazdı…
Rüçhan 100 tl’ye bakıyordu. “ 3 bira 100 tl mi ediyor yani?” diye düşündü. “Değildir ya…” diye geçiştirdi hemen ve D.’nin olduğu masaya çevirdi gözlerini. D. arkadaşlarına bir miktar para veriyordu ve kalkmak üzereydi. Rüçhan panikledi, ne yapacağını bilemez bir halde sağına soluna bakıyordu ancak dikkatini bir türlü toparlayamıyordu.
Romantizm de neydi? Niye ihtiyacı olsundu böyle bir şeye…
…..
Kahvesini içerken hala düşünceliydi. Birkaç şey okumuştu romantik olmak ile ilgili. Ne yapabilirdi? D.’nin hoşuna gidecek bir şeyler yapmak istiyordu ama neydi?
Metafor kullanmayı sevdiği için bir önceki gece D.’ye olan sevgisini, küçük çocukların makarna tenceresinin dibinde kalan salçalı ve yanmış makarna tabakasına olan büyük merak ve sevinç dolu açlığını kullanarak açıklamıştı. Onu öyle seviyordu. D. tencerenin dibindeki hafif yanmış salçalı makarna tabakasıydı işte, besbelli bir şeydi bu.
Ve bir fincan daha kahve koymak için ayağa kalktığında ne yapacağına bir anda karar verdi Rüçhan. Tamı tamına 13 saat boyunca internette makarna tarifleri okudu, 24 Kitchen izledi. En iyi salçalı makarnayı aradı.
Ve sonunda birinde karar kılıp pişirdi. Bir tencere makarnayı hızlıca yedikten sonra dipte kalan salçalı ve yanmış makarna tabakasına D.’nin tam adını yazmaya başladı.
Sadece ilk harfi yazabildi…
Daha fazla harf yazmasına olanak vermeyecek denli büyük yazmıştı D harfini. Geri dönüşü yoktu, silemezdi… Morali bozulmuştu, karnı şişmişti…
Ve bir tencere makarna daha yapmak için lavabonun altındaki dolabın kapağını açıp sıvı yağı çıkardı….
SON
6 notes
·
View notes
Text
sabahın 5'inde gündemli, siyasetli yazı ancak bu kadar oluyor konulu, düz yazı.
yeni sistemin "devrimci" güruhu, meşhur reyting sisteminin bir dönem sinekten yağ çıkarırcasına kullanıp - pop star mehtap buna bir örnek olabilir - sonrasında flash tv vb. küçük kanalların gettosuna yolladığı pre-sanatçılar gibi. sanatçı burada mevcut medya düzenine bir iğneleme amacıyla kullanılmıştır
. revoluiton will not be televised dedikleri hadise var ya hani... bilhassa son dönemde ortaya çıkar çıkmaz boşa düşen fikirlerden farksız bir mesele. sistem potansiyel tüm yaratıcı fikirlerin ortaya çıktıkları daha ilk anda içini boşaltmakta bir beis görmüyor.
yeni devrimcinin en büyük hedefi - ki devrimi dikkat ettiyseniz genel anlamıyla kullanıyorum, özeleştirisini verecek derken işi bütün parti düzenini gömmeye vardıran eleştirici modern solcu gibi algılanmak istemem - davasını trend topic eylemek. yani kardeşim sen hayalindeki devrime halihazırda harcadığın enerjinin binde birini kullanıp bu saçmalığa enfes kılıflar uyduruyorsun, sen zaten bazı şeyleri çözmüşsün. n'apıyorsun? yeni iletişim kanalları diyosun. aktif kullanmamız gerektiği için diyosun.
zaten bi şeyin başına yeni koyunca değişikmiş gibi oluyor. sanki kendinden bir öncekinin eleştirisini süper bir şekilde yapmış da tüm hatalarını düzeltmiş gibi algılanıyor. keşke olmasa.
benim siyaseten en büyük eleştirim budur. milletvekillerinin ki üstelik bilmemkaçıncı dönem milletvekilliği yapmış pek çok vekilin eylemşinas olması güzel bir durum fakat 10 yıldır başlayamadığın şeye 1 gecede başlamaya çalışmaktan olsa gerek, utanmadan "bu daha başlangıç" sloganları atarak, kabahatini örtme refleksinden bu kadar uzak olmaları anlaşılır şey değil.
gil-scott heron abimize de mahsus selam ediyor, gözlerinden öpüyorum.
0 notes
Text
şükrü ve şükrü gibi olabilmek üzerine kısa hikaye.
"herkes ilhamını bekliyor (böyle mi yazılıyordu bu? şapkalı a mıydı?) sanırım. yani, aslında hepimizin amacı da bu olmalı. mutlu olmak peşindeyiz.
bazı durumlar vardır. mesela, şöyle güzel bir mayıs günü, pek de tekin olmayan bir tip birden yanında belirip sana bugüne kadar kaç türlü ihtimali geride bırakıp bugün tam şu ana ulaşabildiğini anlatsa, çıldırırsın.
bununla birlikte, şöyle durumlar da vardır: işten çıkarsın, yorgunsun, eve gidersin ve uyursun.
yani açık konuşmak gerekirse hayat, tercih ettiklerinle etmediklerinden oluşan bir yığın değildir. tercih ettiklerin ve tercih edebileceklerinden oluşan neredeyse bir bütündür."
--- telefon çalıyor ---
telefonlar en olmadık zamanlarda çalardı. şükrü ve şükrü gibilerin kaderi gibi bir şeydir bu. tam da türk edebiyatına yepyeni bir soluk getirecek romanını yazmaya başladığı an, telefon çalmıştı.
şükrü'nün klasik gitarla marilyn manson şarkıları çalan bir lise talebesinden yazarlığa dek uzanan hikayesi biraz enteresandır. yani bakın, yazar olabilmek için 2,5 sene boyunca soft camel'ı filtrelerini koparıp öyle içen bir adamdan bahsediyorum. ama konumuz telefon. hala çalıyordu.
şükrü sigara yaktı. tütün içmeye başlamıştı. daha ekonomik oluyordu böyle. iMac me089lz/a 27'sinin başından (stephen king mübarek) biraz sinirli bir şekilde kalktı, ve telefonu açtı.
arayan berna'ydı.
berna.
şükrü'nün, en büyük eğlencesi uydudan rodeo turnuvaları izlemek olan sevdiceği. tabi ki de tek vasfı bu değil. berna'nın kreş günlerinden kalma en büyük hayali ilk sevgilisinin bir yazar olmasıydı. bunu şunun için sizinle paylaştım; kreş günlerinde bile bu kadar realist olabilmeyi başaran başka bir kız çocuğu daha yoktur. iyi bir insandır yani.
"alo, sevgilim sen misin?" dedi berna, şükrü telefonu açar açmaz.
"benim kahve çekirdeğim nasılsın?" dedi şükrü de. iMac me089lz/a 27'sinin başından biraz sinirle kalkmışı hatırlarsınız. işte o siniri bir anda kaybolmuştu.
"iyiyim sevgilim işten çıktım da, sana geleyim mi diye soracaktım" dedi berna. şükrü berna'nın epey üşüdüğünü sesinden anlayabiliyordu.
"gel gel, yemek yeriz hem film falan izleriz" diye cevapladı şükrü.
yemek yediler.
kahve içtiler.
sigara içtiler. filtresiz içtiler üstelik.
ve film izlemeye başladılar.
reconstruction'ı bu sefer gerçekten bitirmek üzerelerdi ve filmin bitmesine 20 dakika kala elektrik kesildi.
sonra şükrü'nün yazmakta olduğu kitap hakkında konuştular uzun uzun.
2 notes
·
View notes
Text
günaydın.
alkkåskøgen bir sabah uyandı ve kendini iş bilgilerini "sirius cybernetics'te asansör" şeklinde güncellerken buldu. normal şartlarda gelecekten haber vermek vb. her türlü girişimi anlamsız ve/veya mantıksız olarak değerlendiriyordu fakat, herkes değişirdi öyle değil mi?
üstelik alkkåskøgen bir keresinde "mozart'ın k 216 numaralı keman konçertosu'nu dinleyip de içinde keman çalmaya yönelik devasa bir ateş yanmayan insanlarla sevgili olmayınız" demişti ve -sonradan ortaya çıktı ki- gerçekten çok haklıydı.
velhasıl bu ani değişiklik -her ne kadar içinde bir parça sürprizli bir durum barındırsa da- aslında çok çok büyük bir değişim de sayılmazdı, öyle değil mi?
günaydın.
Mozart Violin Concerto n.3 K 216 I. Allegro
2 notes
·
View notes
Photo

haberin içeriğinden ziyade troçki'yi çizen arkadaş ve ufacık, minnacık bir kelime: "kalacuk"
Vakit gazetesi, 1 Nisan 1929
8 notes
·
View notes
Photo

you know, edesia is the roman goddess of food. "with bibesia, she ensured that the feast went well and the food was excellent." and kali, our kali... epicurean goddess of eating and... well, unconcernedness... #kali #goddess #rasputin (Bar Rasputin)
2 notes
·
View notes
Text
bulgur.
yıllar yılı her pazar aile boyu televizyon karşısına geçip, sanki günün tek önemli şeyi oymuş gibi bizimkiler izleyen, şükrü bey ve ailesini görüp "evet! işte aile dediğin böyle olmalı! bir erkek bir de kız çocuk, türlü sorunlar ve fakat önünde sonunda tüm bu sorunları gerçek bir aile içi demokrasi ortamında tartışarak çözebilmek!" ve benzeri türlü "küçük" aydınlanmaya bulanmış fakat asla o ideal aile ortamını sağlayamamış bir ailenin tek çocuğuydu.
örneğin hiçbir zaman kahvaltı sofrasında babasına "baba bana bi kredi kartı mı çıkartsak? olmuyo böyle... biz de artık hesabımızı bilelim.." diyememişti. ve işte tam da bu sabah, pazartesi sabahı saat tamı tamına 10:52'de, çocukluğunu düşünerek geçirmekte, babasının o davudi sesiyle verdiği "işte aile bu!" nutuklarına "evet baba, aslında şöyle de olmalı değil mi?" şeklinde şahane biçimlerde servisler yaparak, hem mevzu bahis idealin ilerlemesinin asıl sağlayıcısı olup hem de idealden zerre ekmek yiyememenin ıstırabını ruhunun ta derinlerinde hissetmekteydi.
fakat tabi bu tip duygusal hezeyanlara kapılmak öyle sonsuz bir iş olamazdı. sonuç itibarı ile işe gitmesi gerekiyordu ve sırf geçmişiyle hesaplaşacak diye otobüsü kaçıracak değildi. zaten eşofman altını giymişti ve evden çıkması için sadece bir tişört değiştirmelik zamana ihtiyacı vardı. fakat adı gibi biliyordu ki tişört seçmek farklı bir ıstırap olacaktı ve dolaptaki, zaten az sayıda olan tişörtlere bakıp yine bir geçmiş hesaplaşması, ruhsal bir hezeyan yaşamaya başlayabilirdi.
o riski göze almadı ve uyandığında üstünde hangi tişört olduğuna bakmaksızın çantasını alıp evden çıktı.
sıradan bir otobüs yolculuğunu sıradan bir metro yolculuğu izledi. çalıştığı yere vardığında ise o sıradanlık insanı nefessiz bırakacak denli şiddetlenmişti. yapması gereken rutin işlerin her birini mükemmel bir hızla gerçekleştirdikten sonra biraz yorulduğunu fark edip bir kahve yaptı. kahveyi hak etmişti ve durumdan memnundu. postacı da tam kahvesini içerken gelmişti...
hayatında belki de ilk kez mektup almanın şaşkınlığıyla mı baş edecekti yoksa mektubun üzerinde gönderenin kim olduğuna dair herhangi bir işaret olmamasına mı kıllanacaktı? bilemedi. öyle ki postacının cebine 50 lira sıkıştırmaya kalktı. postacı yok abi mok abi demeye çalışırken 50 lirasından oluvermişti bir anda. çok üstünde duramazdı. etrafını saran gizem perdesi aklını başından alıvermişti adeta. dikkatsizce zarfı açması da bundandı.
zarfa gelince.. üzerinde "ee akşam ne yesek?" yazan koca bir sayfa vardı. başka da bir şey yazmıyordu. bu da neydi şimdi? şaka mı? böyle şaka mı olurdu? onca gizemli, esrarengizli hallere girmiş, aklından binbir türlü şey geçirmişti. postacının gelişinden zarfı açıp da kağıdı gördüğü o 3 dakikaya lanet olsundu. kahvenin bile tadını kaçırmıştı bu densiz şaka..
o gün işte hiçbir şey yolunda gitmedi. o patladı, bu çatladı, öteki su kaynattı. yorulmuştu. bir de muhatap olduğu insanlar.. usanmıştı artık cemiyetin türlü ihtirasından. bir de üstüne böyle bir gün..
erken çıkmak için izin istedi. aldı da.
dönerken metroyu kullanmıyordu, otobüsle evine döndü. evde bir şeylerin değişmiş olduğ hissine kapıldı fakat gündüz yaşadığı o lanet olay yüzünden bir kere daha gizemliymiş gibi hallenemedi. odasına gitti biraz oturup bir sigara içti ve aç olduğu aklına geldi. mutfağa doğru gitmek gerçek bir zulümdü artık. nasıl kalkacaktı bu koltuktan? nasıl bir şeyler hazırlayacaktı?
bir sigara daha içip mutfağa neredeyse sürünerek gitti ve evet, evde gerçekten değişen bir şeyler vardı. o ani mistilki, gizemli hava yeniden etrafını sarıyordu hızlıca. hemen kendine geldi ve ocağın üzerindeki tencereye ilişti gözü.
evet yanlış görmüyordu bir tencere bulgur köftesi ocağın üzerinde duruyordu ve üstelik sıcaktı da!!
neler olduğunu anlamaya, en azından anlamaya birazcık da olsa yaklaşmaya çalışıyordu ki kapı çaldı. gelen kuryeydi. elinde kocaman bir koli vardı. adına bir paket gelmeyeli yıllar olmuştu sanki. az önceki mistikli gibi hadise ve şimdi gelen kolinin verdiği haylaz mutluluk... hemen imza attı ve kurye çocuğa zorla 12 lira bahşiş verdi.
kapıyı kapar kapamaz canhıraş bir şekilde koliye girişti. kocamandı. açmayı başardığında ise dünya başına yıkılmıştı, koli boştu! içinde sadece ufacık bir kağıt vardı.
"yoğurt dolapta, tereyağını da üşenirsin diye erittim ama donmuştur. altını yak da yeniden erisin" yazan bu kağıt ocağın üzerindeki tencerenin gerçek olduğunun güvencesiydi adeta. evet tencere gerçekti, içindeki bulgur köfteleri de öyle. nasıl da şen köftelerdi onlar!
bir tabak yedi. ikinci tabağı da gözüne kestirmişti ama o tabaktaki üçüncü köfteden sonra pili bitmişti. daha fazla yiyemeyecekti. kalan köfteleri çöpe dökmek zorundaydı çünkü tencereye koyamayacak kadar sarımsaklı yoğurt ve tereyağına bulanmıştı köfteler. çöpe dökerken "bulgur" diye bir black metal grubu kurabileceğini bile düşündü. kelimenin tam da black metal grubuna isim olacak bir tınısı vardı. güzel bir fontla logo yapıp arkasına da hafif silik bir pentagram koydun mu...
uzun süredir olmadığı kadar mutluydu. derken aklına bir şey geldi..
hemen çatı katına çıkıp içi kitap dolu olan bir koliyi gelişigüzel boşalttı ve odasına indi. çekmecesinden bir kalem ve bir de küçük kağıt çıkarıp üstüne şunları yazdı:
"baba, bana bir kredi kartı mı çıkartsak? olmuyor böyle.."
4 notes
·
View notes
Photo

best customer ever: kali! #kali #rasputin (Bar Rasputin)
16 notes
·
View notes
Video
Genius Party Beyond - "Toujin Kit" by Studio 4°C from Oskar E on Vimeo.
Genius Party is an anthology of short animated films from Studio 4°C (Animatrix, Tekkon Kinkreet) released on July 7, 2007. The short films are Japanese anime. A sequel called Genius Party Beyond was released on February 15, 2008, and includes most of the films which were finished but not included in the original Genius Party.
this is one of my favorites... NOTE (I do not own this, i did not work on this at all, just sharing...enjoy)
check out their website: studio4c.co.jp/english/
0 notes
Video
The Kooks | Around Town from Ryan Hope on Vimeo.
Music Video. Virgin Records. 2014. Featuring Pom Klementieff (Old Boy) and Chris Fairbank (The Fifth Element / Hercules / Pirates of The Carribean)
1 note
·
View note
Photo

pulletsus infernalis.
üç kişiydik... çok havalı bir rock bar olduğumuz için akşam yemeğinde kendimize hamburger yapmaya karar vermiştik. kendimizden emin bir şekilde en yakın süper markete, şok'a giderken, bu kararımızı bir kez olsun sorgulamamıştık. "en kötü," diyorduk "kuşbaşı alır sote işine gireriz..." ancak evdeki hesap yine çarşıya uymamıştı... etlerin muhafaza edildiği dolapta karşımıza çıkan şeye kayıtsız kalamayacağımızı o an anlamıştık. evet, bu oydu... bugüne kadar onu hep bir şehir efsanesi, bir... hayal ürünü sanmıştık ve çok büyük yanılıyorduk. oradaydı, karşımızdaydı... PULLETSUS INFERNALIS! şüphesiz ki bu bir işaretti.. bir uyarıydı hatta.. zebzeli tavuk sote yapıp yemek zorunda kalmıştı
(photo by uygar k.)
4 notes
·
View notes
Photo

içten içe adeta arjantin fanıyız yalnız. "nazi oyununa gelmeyin" mesajını henüz girişte, etkili bir biçimde veriyormuşuz resmen adfjlşsdf (Bar Rasputin'da)
0 notes
Photo

jim beam'in "genci yaşlısı, herkeş bu mereti içiyor" temalı reklam girişimi. #johnhuston #dennishopper #jimbeam
1 note
·
View note