mezarkertmesi-blog
mezarkertmesi-blog
mezarkertmesi
59 posts
yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım
Don't wanna be here? Send us removal request.
mezarkertmesi-blog · 12 years ago
Quote
Ah herkese bir park lazım tek başına ağlamalık Yandığı yerin uzağında nasıl da şaşkın canımız Teselli teşebbüsleri yerin dibine batsın Herkes sussun yahut içinden şarkı söylesin Bir yer var tahammül sınırının ırzına geçen Bir şey var sen bilmezsin o bilmez ben bilirim Bir acı bir can yangını ruhta ustura kesiği Bir kırmızısından tuborg bir kısasından parlement Bir vay anasını satayım bi' susun lan bi' dinleyin R'ye dahi tahammülüm yok yuvarlansın kelimeler Sıkıldım ben hepinizden herkes evine gitsin Tusubasa gelsin yanıma bir de obi van kenobi gelsin..
#alilidar
0 notes
mezarkertmesi-blog · 12 years ago
Quote
'...."ortaokuldayken bir haber okumuştum gazetede" diye hızlı hızlı konuşmaya başladı. "mersin'de bir adam, lop yumurtayı çiğnemeden yutarım diye arkadaşlarıyla iddiaya giriyor. genç bir adam. yumurtayı yutuyor ama yumurta o kadar sıcak ki, adamın midesi yanıyor, adam anlamıyor bunu, sonra da ölüyor. böyle bir şey. çok saçma değil mi? kahvaltıda önümde duran yumurtaya bakarken bu geldi aklıma. sonra şunu düşündüm selma. ben sanki o yumurta haberini okuduğumdan beri, bir armağan, bir mucize olduğu söylenen şu hayatın saçma sapan bir şekilde bitebileceğinden korktum hep.içimde böyle bir korku varken de hayatın tam da bu şekilde, yani saçma sapan bir şekilde sürdüğünü anlamadım. asıl bundan korkmam gerektiğini anlamadım...'
1 note · View note
mezarkertmesi-blog · 12 years ago
Link
Sayın Başbakanım,
Mektubumdaki başlığın mahiyetine bakarak olur da hakkımda “provakatör” yaftası yapıştırmayasınız diye derdimi anlatmadan önce kendimden bahsetmek zorundayım ne yazık ki…
33 yaşında, Uluslararası İlişkiler ve Siyaset tahsili yapmış, iki yabancı dil bilen, teknoloji dahil...
5K notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 12 years ago
Link
En yakın arkadaşlarımızın ölmesine 18 yaşında alıştık. Bizim arkadaşlarımız öldü. Liseden daha yeni mezun olmuştuk. Öldüler.
Birisi; hayatında hiç içki, sigara kullanmadan kanser oldu, öldü. Kullanırdı, kötü alışkanlıklarımız vardı ama onun zamanı olmadı. Eczacı olacaktı, ona da zamanı olmadı.
...
20 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 12 years ago
Photo
Tumblr media
Tattoo art Turkey
2 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 12 years ago
Photo
Tumblr media
Parka gidecekmiş iki gözümün çiçeği.. -Çöpçüler Kralı
21 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 12 years ago
Text
Behzat Ç küfür edince dizi, Cem Yılmaz küfür edince komik, Can Yücel küfür edince edebiyat oluyor, ben küfür edince terbiyesiz oluyorum. Adaletini skm :)
2 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 13 years ago
Photo
Tumblr media
"editör hanım, bunca acıya rağmen hala hayatta olduğumuza göre ya üçkağıtçıyız ya da umudumuz var. ben kendimi üçkağıtçı gibi hissediyorum. editör hanım, max beckmann'ı bilir misiniz? 1884-1950 yılları arasında yaşamış bu alman ressam, yirminci yüzyıl insanının yol açtığı dehşete tanık olmuş ve kayıtsız kalamamıştı. "aşırı duyguları yaşamak biçim yaratmanın kendisidir." demişti. "biçim kurtuluştur. " öfke, acı, dehşet, yalnızlık, korku, sıkışmışlık, huzursuzluk... bu duyguların itici renkler, çarpıtılmış şekiller kullanılarak aktarılmaya çalışıldığı bir resim aynı zamanda nasıl güzel olabilir? beckmann bunu başarmıştı, çünkü tanık olduğu şeylerin tahakkümünden biçim üzerine yoğunlaşarak kurtulabileceğini görmüştü.  günümüzde biçim üzerine bir tartışmaya girmek için ağzınızın epey laf yapması gerek ve ortalık bayağı karışır. ama şurası açık ki modern toplumda aşırı duygular yaşamak, hoş karşılanmayan, istenmeyen bir şey. bunun için hekimlerimiz ve ilaçlarımız var. ne olursa olsun hayatın devam edeceğini bize bildiren dostlarımız var. kendi acılarımıza ve başkalarının acılarına hiçbir yeni biçim arayışına girmeden tanık olmamız ve sessizce katlanmamız bekleniyor. günümüzün dünyası beckmann'ın dünyasından daha tekin bir yer değil. her şey kendini ölçüsüzce çoğaltarak var olmaya çalışıyor: insanlar, silahlar ve para. hayata baktığımızda orada, çöplüklerin ve cinayetlerin saltanatını görüyoruz, orada minarelerin ve süngülerin gülünç, berbat şiirini görüyoruz, kirli savaşların heybetli anıtını görüyoruz. edebiyat yavaş yavaş lüks haline geliyor. bu koşullarda yazmak, tek ve öldürücü bir hamleyse anlamlı. ötesi üçkağıttan başka bir şey değil. yayınevinize teslim ettiğim romanı yazarken, elbette ben de o tek ve öldürücü hamleyi aradım, hep aradım. ama şimdi yazdıklarımı düşünüyorum da... beş yaşımda, annem ve babamla bir taksiye binip sünnet olmaya giderken, annemin elinden tutmuştum. korkuyordum. babam ön koltuktan bana doğru dönüp canımın hiç acımayacağını müjdelemişti: "sinek ısırığı gibi bir şey hissedeceksin." hayır, o hamleyi bulamadım! yazar filan değilim ben editör hanım, ben sinek ısırıklarının müellifiyim. kitabımı basarsanız arka kapağına da okuyucu için lütfen şöyle bir uyarı yazın: hiç acımayacak! saygılarımla. "
1 note · View note
mezarkertmesi-blog · 13 years ago
Quote
Allah aşkına bırakın büyük insanlık idealleri vs. zımbırtılarını. Herkes herkesin bir sigara içimi kadar umurunda. Bir sigara içimi üzülüp, bir sigara içimi dertleniyor sonra sigaramızı söndürüp, boktan heveslerimizin peşine takılıp yanıbaşımızdaki insanların trajedilerini süratle unutuyoruz hepsi bu..
Ali lidar
0 notes
mezarkertmesi-blog · 13 years ago
Text
• Altmış dakika ayakta durmak ile on dakika öpüşmenin harcadığı enerji aynı ve yüz yirmi kaloridir. Bir saat boyunca ayakta beklediyseniz muhtemelen ekildiniz, öpüşmeyi unutun.
4 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 13 years ago
Photo
Tumblr media
Sabahattin Ali
16 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 13 years ago
Photo
Tumblr media
Hepinizi Her Zaman Sevmiyorum Biliyorsunuz. Bazılarınızı Hiç
Aklıselim bir insan gibi yaşamak için çok çalışmak gerekiyor. Sonra akıl yoruluyor, selim şinanay oluyor. Başkalarına katlanamadığı için şikayet edenlerden değilim aslında, umursamayacak ölçüde “cool” bir adam da sayılmam. İdare ediyorum. Ama arasıra üstüne alınmak isteyenlere sözler edesim var. Alınsınlar, yerinsinler, kırılsınlar, buz kessinler, kızışsınlar, buz soksunlar.
Kimden başlamalı? Sevgili yazar arkadaşım; yazmak, insanın biraz götünü kaldırıyor. Dinle ama! Tevazu triplerine girip sırıtmayı kes. Bir iki cümleden sonra başka kimsenin göremediğini duyamadığını söylenmedik bir biçimde dillendirdiğini sanabilirsin. Öyle değil. Başkalarının aklına gelen ama üşendikleri için ilişmedikleri şeyleri yazıyorsun. Üç aşağı beş yukarı herkes kadar çalışıyor kafan- seni okuyup beğendiğini söyleyenlerin çoğu orta zekalı, sıradan tipler. Genç olanları şansları varsa mezun olup sigortalı bir işe girecekler. Birkaç kitabı bitirmiş olmak fena bir şey değildir, evet, ama Joyce ya da Çehov değilsin. Olmayacaksın.
Sevgili akademisyen arkadaşım; şapşal öğrencilerin hevesi ve şaşkınlığı seni kandırmasın. Şu anlattıkların hepimizin bildiği şeyler. O makaleler dolusu tesbitlerin kimseye yararı yok; baştan yanlış yaptın, mühendislik ya da tıp okumalıydın. Neyse yani zaten kazanamazdın. Karar alırken kimse sana danışmayacak. İstatistikler, simülasyonlar ve çıkarların alelade mekaniği bütün görüşleri ezip geçecek. Kapanıp kaldığın o şirin kampüs aşık ya da kanser olmak için ideal. Sen mi? Aşık olmak için çok yaşlısın.
Sevgili dindar arkadaşım; bence inancın konusunda öyle pek cesur değilsin. Sen biraz çark edebilecek, tartışmanın azıcık koyulaştığı bir ortamda taviz verecek bir tipsin. Kitap konusunda kafan karışık. Bazen anlamak için evliya ya da din bilgini olmak gerektiğini sanıyorsun. Bazen de herkes kadar anlamanın en doğrusu olduğunu. Bu şekilde bir yere varamayıp ömrün boyunca bir dini eksik yaşamaya mahkumsun. O taşlar hiçbir zaman yerine oturmayacak.
Sevgili gazeteci arkadaşım; sana hayranım, çünkü kafası az çenesi çok çalışan bir insanın tercih edebileceği en şahane mesleği seçmiş durumdasın. Fazlaca düşünmeden bir şeyler söyleyebilirsin, bu harika değil mi? Mesleğin etik, düzeyli ya da işte bir şekilde fiyakalı bir türünü icra ettiğini sanıyor olabilirsin. Zaman kaybetmeden spor bölümüne geç. Yine geceli gündüzlü çalışıp bir hiç üretmeye devam edeceksin ama hiç değilse haftasonları hentbol maçlarını bedava izlersin. Sakın karıştırma, işin yazmak değil, yazdıkların da beş para etmez.
Sevgili okur arkadaşım; manyak mısın? Kimsenin senin yaşamını ya da biraz benzerini yazıp çizdiği yok. Kimse seni anlatmıyor, kimse seni de dinlemiyor. Okuduğunda sana öyle geliyor çünkü aynı fabrikadan çıkmış klonlar kadar çok benziyorsun başkalarına. Akıcı, yalın, dili temiz kitapları sevdiğini sanıyorsun. Doğrusu şu: O kadarını anlıyorsun. Adam Peter Weiss gibi yazsa okuyacak mısın? “İroni” sözcüğünü de o kadar sık kullanma, anlamını bilmiyorsun. Azıcık bilen birine denk gelirsin, rezil olursun.
Sevgili politik arkadaşım; sana tam nasıl hitap etmeliyim bilmiyorum. Halk, özgürlük, eşitlik gibi meseleleri şiirsel bir dille konuşuyorsun; ama şiirle uzaktan yakından ilgin yok. Meseleyle? Kuşkuluyum. Bugünlerde 20′li yaşlarındaki vatandaşlarımız bedelli askerlik konusunda ne kadar akıl yürütüyorsa sen de bu konularda o kadar düşünmüşsün. Hepsini geçtim ekonomiden zerre kadar anlamıyorsun, üstüne üstlük Wall Street protestolarına seviniyorsun. Bir noktada kapitalizm çökecek değil? Çökse bile hazırlıklı değilsin. Mutlu olmaya.
Sevgili sosyal medya dostu; sana ne diyeyim? İnternet icat olundu diye her an her ortamda herkese sövmek saymak serbest mi sanıyorsun? Değil. Artık hiçbir şeyi başından sonuna yapamadığının farkında mısın? Komik videoları bile izlerken ileri almaya başladın. Bütün yaşamın bir erken boşalma girdabı şeklinde tükenme tehlikesi altında.
Sevgili tüketici arkadaşım; sen tam bir çelişki içindesin. Kendini bir çağrı merkezine karşı gururla savunmuş, hakkını koparmış sanıyorsun. Aslında üçün birini aldın. Çağrı merkezindeki adamla hiçbir farkın yok. İkiniz de mesai yapıyorsunuz. Akşam kıl tüy bir arıza yüzünden birbirinizin başının etini yiyorsunuz. Sevin birbirinizi.
Sevgili üzgün arkadaşım; üzülmeyi bırakma. Mümkünse dünyayı sen değiştireceksin. Tanrılarla tartışılır, çok da güzel olur. Yani sonuç olarak muhtemelen yine hiçbir şey olmayacak. Başımıza daha kötü şeyler gelmemesi için biraz çaba göstereceğiz. Belki başkalarına da yararımız dokunacak. Ama bana güvenme, kolay vazgeçiyorum böyle şeylerden. Elinden geldiğince insan ol işte.
2 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 13 years ago
Quote
Deli olacağım yahut öleceğim desem yalan söylemiş olurum. İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor. Ben de yaşayacağım. Ama nasıl yaşayacağım! Bundan sonraki hayatım dayanılmaz bir işkence olacak! Ama ben dayanacağım. Şimdiye kadar olduğu gibi.
5 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 13 years ago
Photo
Tumblr media
"Günün birinde ya cildiracagiz, ya dünyaya hakim olacağız .."
6 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 13 years ago
Audio
"Kahraman olmaktan başka yolu yok Hasan’ın. Başka türlü bu dünya ile baş etmesi zor."
Postanenin girişine bir kamyon yanaşmış, çuvallar merdivene yığılmıştı. Çuvallara baktı Hasan. Mektuplar. Yüzlerce mektup. Sıhhıye’ye doğru yürümeye başladı, düşünüyordu: ‘’ Paltom olsaydı şimdi. Kış olsaydı. Kanyağım da. Kale’ye çıkardım. Alnımı gökyüzüne dayardım. ‘’  Başkaları da düşünüyordu. Mesela Hasan’ın adam olmayacağını düşünüyorlardı; babası, gazete büfesindeki şu adam, bankadan çıkan şu kadın, lokantadakiler, otobüs bekleyen kızlar. Hepsi. Kahraman olmaktan başka yolu yok Hasan’ın. Başka türlü bu dünya ile baş etmesi zor. Çocukluğunda ve ilk gençliğinde açılan yaraları başka türlü kapatamaz. Kendisi ile alay edemez. Kahramanlık konusunda çok şey biliyor. Sağlık Bakanlığı’na gelince duraladı. Herkes ona baktı. Böyle şeyleri hiç affetmezler çünkü. Tereddütü sevmezler. Abdi İpekçi Parkı’na girdi. Piknik masalarının birinde, bir gece oturup şarap içmişlerdi. Sulhi ile. Havuzda ışıklar oynaşıyordu, içlerinde hayaller. ‘’ Dostoyevski vahşi batıda yaşasaydı, çok şey bildiği için onu hemen temizlerlerdi. ‘’ Böyle söylemişti Suphi, gülmüşlerdi. İkisi iştahlı okuyuculardı. Neredeyse her gün yeni bir kahraman giriyordu hayatlarına. Bu iyi bir şey mi? Hasan artık bunu bilmiyor. Hasan söz konusu olduğunda onu tanıyanlar sıradan şeyler söylemiyorlardı. Yüzlerinde korkunun dalgalandırdığı bir gülümseme yerleşiyor ve hiç alışık olmadıkları sözcükleri kullanıyorlardı; yitik, karışık, giz, yenilgi, yanılgı ve kül. Böyle, başka bir dünyanın sözcükleri ile karışan akıllarını zorlayarak anlatıyorlardı: Seyran’daki köhne evlerini, asker emeklisi babasını ve babasından para almadığı için çektiği parasızlığı, Pervin’e beslediği aşkı ve birkaç şeyi daha, onlar için zehirli bir balık cinsinin Latince adı olan birkaç şeyi daha… İnsanların hemen her eylemi kendilerini inşa etmeye yönelikti. Hasan ise başka bir şeyi amaçlıyordu. Ve Pervin şöyle bir baktı karşısındaki yıkıntıya. Söyleyecek bir şeyi yoktu. Sabaha karşı çıkıp yürümüşler, sonra da bu tuhaf lokantaya gelmişlerdi. Kapının her iki yanındaki geniş camların alt kısmı, pirinç çubuklara asılı kirli tüllerle kapatılmıştı. Dışarıdan bakıldığında sadece bir sürü kafa görünüyordu, şimdi hepsi de onlarla çevrili çünkü hepsi erkek. Ama Hasan aldırmıyordu. O sabah, haklarında çok şey bildiği hemcinslerine aldırmıyordu. Öç peşinde. Mercimek çorbası içmişlerdi. Kalın porselenden çukur tabaklarda. Kenarları aşınıp erimiş mavi plastik sepete, dörde bölünmüş bir ekmek parçası koymuştu garson. Bir su bardağının içinde açık mavi ve pembe renkli kağıtlar duruyordu. Pervin bunlardan biriyle kaşığını silecek olmuştu, ‘’ Korkma ölmezsin!’’ demişti Hasan. Herkes, dünyadaki herkes, böyle eleştirir, rahatsız eder birini. Herkes yapar bunu. O da yapmıştı.
Garson gözlerini Pervin’den ayırmıyordu. Başka zaman olsa Hasan, ısrarla garsona bakarak engel olurdu buna. Oysa, parmağını ekmek sepetinin deliklerine sokup çıkarıyor, kirli tül perdenin üzerinden dışarıyı, yan yana sıralanmış, akordeon kepenkleri indirilmiş dükkanları seyrediyordu. Pervin de karşısındaki yıkıntıyı ve söyleyecek bir şeyi yoktu. Dokunduğu, değdiği yerde kalan parfümü, önüne düşen saçlarını kulağının arkasına sıkıştırması, yüzünün güzelliğini ortaya çıkaran renkli kazakları, alt dudağını uzatıp sigara dumanını yukarı üfleyişi, birdenbire Hasan’ın dizini tutması ve bırakması vardı, ama söyleyecek bir şeyi yoktu. Oysa Hasan’ın söyleyecek bir sürü şeyi vardı. Pervin bir gece gitmemesini, yanında kalmasını (‘’Birlikte uyuyalım.’’ demişti.) istediğinde bile hala açıklaması anlatması ifade etmesi söylemesi demesi gereken bir sürü şey vardı, üstelik durmadan da artıyordu. Çünkü Hasan’ın kelimeleri alttaydılar, köstebekler gibi, çoğalıyorlardı, görünmeden ilerliyor ve boşaltıyorlardı şekilsiz ağırlığın altını. Sonra, sonra Pervin karşısındaki yıkıntıya bakıyordu. Aşk ile edebiyat arasında kendince bir ilişki kurmuştu Hasan da, diğer bütün kahramanlar gibi. Önce aşkını (büyük) göstermek için başvurmuştu edebiyata. Duygularını abartan birkaç şiir, sabahlarını derse girmeden önce Pervin’in eline tutuşturduğu özlem, pişmanlık, kızgınlık mektupları, ünlü edebiyatçıları aşkının sözcüsü yapan alıntılar… Sonunda da karşılıksız aşkından arta kalanın süslü tasviri. Yazdığı her şeyi çok seviyordu, belki Pervin’den de çok. Aşk ile edebiyat arasında bir tercih yapmış ve kendini seçmişti. Pazar yerine doğru yürüdü, pişmanlık ve Pervin dolu geçmişiyle. Fırının önünde bir kamyonete kasalarla ekmek yüklüyorlardı. Ekmek kokusunu içine çekti iyice. Pazar yeri bomboştu. Sadece birkaç ihtiyar kenarda oturmuş sohbet ediyordu. ‘’Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım.’’  Bu inanç yetiyordu ona. Zaten hayat da yere çakılana kadar yaşanan bir şeydi. Kahramanlar için. Karşıdan karşıya geçen ve Kurtuluş Parkı’na giren kahramanlar için. Sulhi, bir parktan diğerine geçerek şehrin bir ucundan diğerine gidebileceğini söylerdi. Tıpkı ‘Yüzücü’ öyküsündeki havuzlar gibi. ‘’ Bu da bizim Lucinda Irmağı’mız. ‘’ Böyle benziyor işte öyküler hayata, hayatlar öykülere, öyküler öykülere, hayatlar yeter, ama yeter! Nikah dairesinin önündeki kalabalıkta gelinle(beyaz) damadı(siyah) aradı; süslü insan kalabalığı arasında. Onca süsün içinde mutlaka fakirliği hatırlatan bir şey olurdu. Hasan gördü: Takım elbisenin altına giyilmiş eski lastik bir ayakkabı. Galiba çorap da yoktu adamın ayağında. Sonra binanın duvarındaki o gülünç yazıyı hatırladı: ‘’ Aşkın sevgiye, arkadaşlığın dostluğa dönüştüğü yer. ‘’ Sinirli sinirli güldü, aynı zamanda böyle boştu işte sözcükler. Boş. Bu yüzden hafifler ve hızlı hareket ediyorlar. Çabucak yayılıyorlar. Salkımsöğütlerin altındaki banklardan birine oturdu. Havuzun çevresindeki çimenlikte iki köpek oradan oraya koşuyordu, hırlaya havlaya esaslı bir oyun oynuyorlardı ve Pervin onu sevse de artık o Pervin’i sevemezdi. Tamam severdi, ama boksörün kum torbasını sevmesi gibi. En çok sarhoş olduğunda özlüyordu onu; raslantı eseri, kalabalık bir sokakta görmüş de peşinden gidiyor sanki. Çevresindeki insanları itekleyerek ona ulaşmaya çalışıyor. Sokak çok kalabalık. Dar omuzlarını ve arkada tek bir kuyruk yapıp topladığı saçlarını görüyor yalnızca. Batıp çıkıyor bu görüntü, kalabalığın içine batıp çıkıyor. Peşinden gidiyor görüntünün, Pervin’in peşinden gidiyor. Sarhoş olduğunda. Varlığını o zaman kavrıyordu. Öyle biri olduğunu. Sarhoş olduğunda. Vazgeçilmez oluyordu. Telefon etmek istiyordu, kaleme kağıda sarılmak. Aklını kutsayan, nedenleri, sonuçları hepsini kutsayan bir heyecanla yazıyordu. Pervin ise iki mektup yollamıştı sadece, onun mektuplarını hiç okumamış gibi yazdığı, baş ağrılarından ve evin kalabalığından şikayet ettiği iki mektup. Oysa postacı ile çok şey yaşamışlar (ya da yaşayacaklar) gibi bekliyordu Hasan. Mektupları…
Ona en çok dokunan, Pervin ile ilgili aklını meşgul eden hemen her şeyin artık geride kalmış olmasıydı. Varlığını hissettiren, ‘’ Sen varsın Hasan, yaşıyorsun. ‘’ diyen, bir değeri olduğunu hissettiren tatlı konuşmaları, bakışları geride kalmıştı. Bir daha yaşanmayacak, sadece hatırlanacak. Hasan da her şeyi tekrar tekrar hatırlıyordu, kendisi ile baş başa kaldığı her an. Ve kısa boylu erkekler kendilerinden daha uzunlarla el sıkışıp öpüşürken eğiliyorlardı, dizlerini hafifçe kırıp, unutturmak için kısa boylarını, böyle gülünç bir hileyle. Gülünç hikaye. Bir de şu var tabii; yani insanların kendilerini ölümsüz kılma çabaları. Konuşmalarında da var bu. Tek başına yaşayan yaşlı kadın yemeği ocağa koyup bakkala bir şey almaya gidiyor. Gecikince yemek yanıyor, bütün apartman duman içinde kalıyor. Üst kattaki genç kız genzinin ne kadar yandığını anlatıyor, nefes alamadığını söylüyor. Balkona çıkmış, yaşıtı komşusuyla konuşuyor. Öteki de öksürmekten ciğerlerinin parçalanacak gibi olduğunu anlatıyor. Kadıncağız umurlarında değil, yaşlılığı, yalnızlığı, titreyen elleri, Kanada’dan bir türlü gelmeyen kızı. Peki ne oldu da bu kadar değersiz hissediyor kendini insan, Hasan? Göstermek başlıca meselesi olmuş! Bunları düşünüyordu, kalktı. ‘’ Ne oldu size ne oldu insanlar, ne oldu size! ‘’ Ağaçlı yola çıktı. Ağaçlara ve insanlara baktı. Kendini onların vicdanı gibi hissediyordu. Kurtuluş Parkı’nın James Joyce’u. ‘’ Hayat yine de kitapta durduğu gibi durmuyor ‘’ demişti Sulhi; köhne bir oteli soran (otel tam karşısında duruyordu.) kör adamı gördükleri akşam. Koyun Pazarı’ndaki çay ocağında oturuyorlardı; o daracık, durgun sular gibi durdukları, yüzdükleri sokakta, koyun postu kokuları içinde. Sırtlarını duvara dayamışlardı. Duvar, döşeklerine keyifle uzanmış süslü kadınların resmedildiği halılarla kaplıydı. ‘’ Ama sokağın ismi ne de güzel! Safa Sokağı ‘’ Böyle söylemişti Sulhi, dertlerini biraz olsun dağıtmak için. İnsanlığın bütün yükü omuzlarındaydı ve gönül şenliği, kadersizlik sokağında oturuyorlardı. Sonra kalkıp Kale’ye çıkmışlardı. Sulhi bir sokağın adını göstermişti. Neredeyse U biçiminde uzanan bir sokaktı bu ve tabelaların birinde YAYÇEKEN, diğerinde ise baştaki Y harfi pastan görünmez olduğundan AYÇEKEN yazıyordu. Sulhi heyecanla, bir gün gelip o Y harfini sileceğini ve o tabelayı AYÇEKEN yapacağını söylemişti. Gerçekten de ay sokağın bir ucundan doğuyordu sanki. Şehri seviyorlardı. Kendilerini bu şehre ait hissediyorlardı; Kale’ye, Çıkrıkçılar Yokuşu’na, Samanpazarı’na, Ulus’a, İsmet Paşa’ya, Gençlik Parkı’na ve tren yollarına. Kapısı doğrudan sevdikleri mahallelere açılan bir evde yaşıyor gibiydiler. Tekel birası içerek, geceleri şarkılar söylerek… Hayatın ve edebiyatın devamı için kulaklarına fısıldanan sözleri ezberleyerek. Geleceği hiç düşünmeden. Kendi karanlıklarının ortasında, ışığı aramadan, çünkü o eylemi gülünç bularak, avuçlarını duvara dayayıp sürtüne sürtüne düğme aramayı gülünç bularak. Hasan, bu günlerin de geride kalacağını düşündü. Sulhi ile bir gün anlayacaklardı: Sokağın ismi öyle kalacak ve içlerindeki yay kırılacak oku hedefe fırlatamadan. Parktan çıktı. Kabul etmek istemese de bazı şeyler yaşla ilgiliydi, gençlikle. Gençliklerini, onlar gibi göğüs kafesleri açık yaşayanlar da hastalanıyorlardı sonunda. Sonunda aşklar sevgiye, dostluklar arkadaşlığa dönüşüyordu. 
18 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 13 years ago
Text
Üzülmek
Bir şeylere üzülüyorsam, tuvalete gitmek gerekse bile gitmem. Üzülmekten gidemem. Üzülmeyi bırakıp gidemem… J.D.Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar
40 notes · View notes
mezarkertmesi-blog · 13 years ago
Photo
Tumblr media
hande özcan bu kitapta oldukça özgün ve yaratıcı bir projeye imza atmış. hikayenin gövdesini, onu oluşturan organlara ve detaylara şahane bir şekilde dağıtarak olay örgüsünü kurgulamış. her bölümde tanıtılan organ ve etrafında dönen olaylar, hikayenin hızlı ve akıcı bir şekilde ilerlemesini sağlarken, tüme varıma da güzel bir örnek oluşturmuş. bazı bölümlerde aşırı ağdalı ve şiirsel anlatımlar biraz sıksa da, genel gidişat oldukça akıcı olmuş. romanı ilginç kılan bir diğer özellik, sonunda yazarın görsel bir sürpriz olarak kısa bir film sunması. romanda yer almayan bir takım detaylar sayesinde hikayenin perde arkası filmde netleşiyor. filmdeki amatör oyunculuklar başta göz yoruyor fakat özellikle leyla karakteri film ilerledikçe daha gerçek gelmeye başlıyor. 
"hikayeler bir bedenin içinde geçer, bir bedenin içinden geçer. "
kitapta çalan müziğin sesi yazarın odasında olduğu gibi hep açık :) bu yönü ile müzik ve edebiyat arasında bir köprü görevi gören kitabın satır aralarında bolca altı çizilesi  saptamalar var. 
film ortaçgilin sesinden 'bu su hiç durmaz' ile bitse çok şahane olurdu bence. madem yazar öyle uygun görmemiş, yazıyı öyle bitiririz biz de. 
http://www.youtube.com/watch?v=FaFioA4LRYE
0 notes