mimzedall
mimzedall
İsimsiz
267 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
mimzedall · 5 years ago
Text
Doğu'nun Limanları [Amin Maalouf]
Tumblr media
İsyan adında birisinin uysal birisi olacağı düşünülebilir mi? Bizim İsyan da uysal değil tabi ki. Babasının kendisini tıp tahsil etsin diye gönderdiği Avrupa'da 2. Dünya Savaşı'na yakalanıyor. Boş durmaktansa Almanlara direnen bir örgüte karışarak savaş kahramanı oluyor. Fakat hayat her zaman adil değildir ve yaşadıklarınız nihayet bulduğunda hikayeniz çoğunlukla sıradan, nadiren destan ya da trajedidir. İsyan'ın hayatı da işte bu nadir bulunan destan yahut trajedilerden.
Tumblr media
"Yıllar ve yıllar geçti ama zaman, bir yansımadır: geçmiş saatler ve günler, haftalar ve yıllar sonunda aynı kül yığınına sahip olurlar." Bir insanın kanında kaç değişik cevher bulunabilir ki? İsyan'ın kanında Araplık, Türklük, Ermenilik iç içe geçmiş. Hatta bir dedesinin Sultan Abdülaziz olduğunu düşünürsek damarlarında kaç milletin kanının dolaştığı daha da bir netleşir. Beyrut'taki hayatı Fransa'da devam ediyor ve ardından yeniden Beyrut. Arap-Yahudi mücadelesinin orta yerinde bir Beyrtu'ta sıradışı bir hikaye. Amin Maalouf'un 200 sayfa civarındaki bu güzel eseri Doğu'nun Limanları'nı Esin Talu Çelikkan dilimize kazandırmış. Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları [John Perkins]
Bu kitap bana bilmediğim bir şeyler öğretir diye ümit etmiştim, yanıldığımı düşünüyorum. İtiraf diye bize anlatılanların içerisinde bilinmeyen bir şey yok. Ben bu kitap vesilesiyle başka bir noktaya temas etmek istiyorum. Artık, zamanın bu döneminde yani bilgi akışının 20-30-50 yıl öncesine göre çok daha fazla ve hızlı olduğu bu dönemde herkes her şeyi biliyor. Fakat maalesef umursayamıyorlar. Bilgi kirliliği öylesine uyuşturmuş ki insanları, kıllarını kıpırdatmıyorlar. Bir Allah’ın kulu çıkıp “Kral Çıplak” diye bağırmıyor mu? Bir değil binlercesi çıkıp bağırıyor fakat dinleyen kim. Casusluk romanlarında olur ya hani, gizli bir bilgi vardır, gazetelere giderse felakete sebep olacak olan bu bilginin peşinden koşulur, bilgi gazetelerin eline geçmesin diye dünyanın macerası yaşanır, insanlar ölür. Şimdi o bilgi var ya, aynı bilgi hem de, bütün internet sitelerinde, gazetelerde, dergilerde. Kimse umursamıyor ki. Amerikan devlet başkanına bakın. Adamla ilgili o kadar çok şaibe öne sürdüler ki. Halk tam tersi bir şekilde buna destek oldu. Halk artık hiçbir şeye şaşırmıyor, hiçbir şeye inanmıyor, hiçbir şeyi dinlemiyor. İnsanların algılarında ve anlayışlarında büyük bir deprem oldu. Üstüne üstlük unutkanlık da had safhada. 4-5 yıllık hadiseler hususunda kimsenin doğru dürüst bir bilgisi yok. 5 sene önce gündem yaratan bir hadise bugün hatırlanmıyor. O gün savunduklarının tam tersini savunanlar yadırganmıyor. Dinleyenler yadırgamıyor. Amerika göstere göstere yapıyor her şeyi. En son Saddam’ı kimyasal silah bahanesiyle astılar, şimdi artık böyle şeyler söylemelerine gerek bile yok. Gider doğrudan asar çıkar. İki sene sonra hatırlayan da çıkmaz. Bilgi kaynağının internet olduğu bir dünyada wikipedia üzerinden basit bir değişikliğe bakar her şey. Bugün Afganistan’a gir, iki sene sonra internetten asılsız bilgiler yay. Aslını araştıran mı var? Durum çok karışık. Dünyadaki bilgi kirliliği çok vahim bir halde. Doğru bilgiye ulaşmak için ayıklanması gereken çok fazla pislik var. Belki değmiyor bile. Dünya bu durumdayken bu kitap da bir anlam ifade etmiyor. Evet, Amerika dünyayı domine etmiş durumda. Evet, bunu şirketleri vasıtasıyla yapıyor. Evet, geçtiğimiz yüzyıllardaki sistem değişti, artık ülkeler değil şirketler yönetiyor dünyayı. Markalarla idare ediliyoruz. Evet, sömürenler var, sömürülenler var. Sömürenler çok küçük bir azınlık, sömürülenler yüzde 99’un üzerinde. Bütün bunları biliyoruz. Ekonomik tetikçi bu süreçlerden bahsetmiş fakat dediğim gibi, bilinmeyen bir şey değil. Hatta bu kitabı yayınlayan da aynı şirketokrasi sistemi. Dünyayı sömürme metotları aşikar olmaya olacaktı, bari paraya çevirelim bile demiş olabilirler. Nihayetinde, bu işe benim kadar kafa yormamış olanlar için kısmen akıcı bir şekilde dünyanın iktisadi düzeni hakkında bilgi veren 400 sayfalık bu kitap John Perkins adlı bir vatandaş tarafından yazılmış, Murat Kayı tarafından Türkçe’ye çevrilmiş, April Yayınları tarafından da basılmış. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Biz [Yevgeni Zamyatin]
Tumblr media Tumblr media
Yevgeni Zamyatin, Rus yazar. Biz, tek roman çalışması. 1924 yılında İngiltere'de yayınlanmış. Kitap bilimkurgu türünde bir eser. Yüzlerce belki binlerce yıl sonraki bir dünyada geçiyor. Çok fazla yerin altını çizemedim o yüzden de buraya bir alıntı aktaramayacağım. Kitap hakkındaki fikirlerimi kısmen yazıp bırakacağım.
Tumblr media
1984  ve Cesur Yeni Dünya gibi eserlerin yazarlarının bu kitaptan etkilendikleri söyleniyor kitabın girişinde. Cesur Yeni Dünya henüz okumadığım bir kitap fakat yeni aldım bu sıralar okumayı düşünüyorum. 1984 tabi ki bu eserler kıyaslanınca daha iyi, daha derli toplu. Her ikisi de insanların özgürlüklerinin tümden boyunduruk altına alındığı dönemlerde geçiyor. Kimi kastettikleri ise yoruma açık. Bence dünyanın tüm tek tipleşme/tipleştirme arzusundaki idareleri bu kitapların ve bu kitabın ilgi alanına giriyor. Yevgeni Zamyatin, Sovyetler Birliği'nin ilk kurulduğu zamanlarda yazmış bu kitabı. Komünist Rusya'ya sunduğu bir eleştiri olarak da düşünülebilir. Distopik gelecekte insanlar artık Tek Devlet'in numaraları haline gelmiş durumdalar. İnsanlık bugüne ulaşana kadar ikiyüzyıl savaşları diye adlandırılan büyük dünya savaşları yaşamış. Daha sonra Tablet dönemine ulaşmışlar. Bu dönemde artık devlet tek bir tane, insanlar tamamen "Biz" adlı bir bütünün parçaları durumundalar. Kitabımızın kahramanı bu tek devletin "Biz"liğini yaymak için uzaya göndereceği bir makinenin mühendisi: D-503. Kahramanımız zaman içerisinde, başka insanların da etkileriyle insanların sadece birer numara olamayacaklarını, her şeyin matematikle ifade edilemeyeceğini anlıyor. Hayal gücü var olduğu sürece insanlar düşünecekler, sevecekler, normal kabul edilen davranışların aksine davranışlar gösterecekler. İnsanlık ne kadar matematiksel düzene doğru evrilirse evrilsin hayal gücü varlığını sürdürecek. Tek Devlet tabi ki bunu istemiyor. İnsanların kontrol edilebilir canlılar halinde var olmalarını istiyor. Yemeklerinden uyku saatlerine kadar hepsi hesap edilmiş/edilebilir olmalı. İnsanlığın son devrimi Tek Devlet'in oluşması sırasında yapılan devrim. Fakat yine kitabın içinde insanlık var olduğu sürece devrimlerin de süreceğinden bahsediliyor. Yine hayal gücü olduğu sürece. Kitap genel olarak biraz sıkıcı ama yazıldığı dönem itibariyle bakıldığı zaman güzel bir yenilik. Mükemmel bir bilimkurgu. İthaki Yayınlarından çıkan kitabın çevirisini Fatma ve Serdar Arıkan yapmış. 250 sayfa civarında.   Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
İntikamlar [Philippe Djian]
Tumblr media Tumblr media
İntikamlar, Philippe Djian adlı Ermeni asıllı Frans��z yazarın bana karmaşık gelen bir romanı. Anlatıcı bazen yazar oluyor bazen de kitabın baş karakteri Marc. Kitabı okurken, Bukowski okuyor gibi oldum bir ara, öyle bir içim buruldu. Böyle bir şeyi deneyimlemedim çok şükür fakat o kadar alkol, uyuşturucu ve dumana maruz kalan insanların normallik dediğimiz alana pek fazla uğrayabileceklerini düşünmüyorum. "Seninle aynı fikirdeyim" dedi Anne, burnunu menüden kaldırmadan. "İlaçsız, uyuşturucusuz, alkolsüz bir dünyada ne yapardık?" Marc adlı bu arkadaş 45 yaşında bir sanatçı. Rakıya ekmek doğrayıp kahvaltı yapan tiplerden. Uyuşturucu, zina ve sair tüm günahlar da cabası. İki tane arkadaşı var, dalgalı bir ilişkisi var arkadaşlarıyla. Oğlu intihar etmiş, bunalımlarını henüz atlatamamışken metroda sarhoş bir kız bulur. Kitaptaki tiplerin kendilerine göre doğru ve yanlışları var. Bazı ahlaki sınırlar koyuyorlar kendilerine ama sınırları kendileri koyuyorlar. Adama göre sınır olan bir şey temel erdemler açısından tam tersi olabilir ya da tam tersi. Değişik insanlar işte. Böylesi hayatlar var mıdır acaba. Bilmiyorum fakat tanışmak istemezdim. Kitabın bir yerinde esas kahraman adının Marc değil de yazarın adı olan Philippe olmasını istediğini söylüyor. Karşısındaki kadınsa "Berbat bir isim" diyor. Philippe Djian'ın 144 sayfalık romanını Hakan Tansel dilimize çevirmiş. Ayrıntı Yayınları titizlikle basmış. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Kodes Kuşu [Kurt Vonnegut]
Tumblr media
Kodes Kuşu, Kurt Vonnegut'un 1979 yılında yayınlamış olduğu bir roman. Vonnegut Evreni'nin ortalarına doğru yazıldığını düşünebiliriz. Keşke ilk kitabından itibaren kişileri, yerleri filan not alsaydım diye düşündüm bu romanı okurken. Yine de gecikmiş sayılmam. Bu romanı okurken kişi adlarını çıkardım yanlarına ufak notlar yazarak. Sonraki romanlarda aynı kişileri görürüm belki.
Tumblr media
Kitabın konusu, başına gelen talihli olaylarla talihsiz olayların art arda geldiği bir adamın hayatının ilginç bir kesiti. Walter F. Starbuck, çocukluğunu ve gençliğini, ruh sağlığı için pek de iyi olmayacak birisiyle geçirir. Babasının patronu ve kendisinin de velinimeti olan Alexander Hamilton McCone ile. McCone bir gün onu Harvard’a yollayacağına söz vermiştir. Gönderir de. Sonrası hiç de beklendiği gibi olmaz ama. McCone ailesi ABD'nin Cleveland adlı bir şehrinde yaşayan sanayici bir ailedir. Ailenin ikinci kuşağından Alexander Hamilton McCone, Walter'in hamiliğini üstlenir. Kendisi de babası gibi Harvard'lıdır. Walter ise sıradan bir insandır. Hayatında dört kadını sever. Annesi, Sarah Wyatt, Mary Kathleen O’Looney ve Ruth Starbuck. 1970'lerin sonunda Amerika'nın yüzde 19'una sadece bir şirket sahiptir: RAMJAC. Bu şirketin sahibi bayan Jack Graham'ı hiç kimse görmemiştir. Şirketin sahibi olduğu bazı kuruluşlar şunlardır: Illinois Eğitim Enstitüsü (mektupla sertifika programı var), Youngstown Çelik, Sıla Ezgileri Plakçılık, The New York Times; Heartland House (dini yayınlar basıyor), Playboy-Vogue vb.; Pinkerton Bürosu (dedektiflik şirketi), Konuksever Ortaklar Ltd. (Hilton vb. otelleri var); McDonald Hamburgerleri; Kentucky piliç kızartması, mağazalar, film şirketleri ve sair yüzlerce şirket. Arpad Leen şirketin yöneticisidir. Leland Clewes ise Walter'in bir zamanlar komünist olmadığı halde komünist olduğunu söylemesi yüzünden parlak geleceği yok olmuş bir insandır. Sacco ile Vanzetti: Amerikan kamuoyunu 1. dünya savaşı sonrasında uzun süre meşgul etmiş bir dava. Sacco ile Vanzetti işçi hakları savunucusu oldukları için haksız yere idam ediliyorlar. Yazar romanında tafsilatı ile anlatıyor davayı. “Aşk tökezleyebilir ama incelikler hep yürürlüktedir.” Unutmadan, meşhur Kilgore Trout bu romanda hapishanede çıkıyor karşımıza. Vonnegut'un neredeyse her kitabında adına ve bazen kendisine rastladığımız bilim-kurgu yazarı. Burada gerçek adı Dr. Robert Fender- Bob Fender ve vatana ihanet suçuyla hapishanede yatıyor. Takma isimlerinden birisi de Frank X. Barlow. “Ne var ki Vicuna’da zaman kıtlığı başgösterdi, diyor yargıç. Gezegenin kara yazgısını bu kıtlık hazırladı, bilim adamları toprağın üst tabakalarından, okyanuslardan ve yerküreden zaman damıtmanın yöntemlerini buldular - evlerini ısıtmak, hız motorlarını güçlendirmek, ekinlerini gübrelemek amacıyla zamanla tükettiler zamanı; zamandan giysiler bile üreterek. Her öğünde zamana bol bol yer verildi, ne kadar zengin ve zeki olduklarını kanıtlamak için zamanı evcil hayvanların önüne attılar. Koca zaman dilimleri, dolup taşan çöp tenekelerinde kokmaya bırakıldı. “Vicuna’da yarınımız yokmuş gibi yaşadık,” diyor yargıç. En kötüsü de, zaman zaman düzenlenen yurtsever şenlik ateşleriymiş dediğine göre. Bebekken, annesiyle babası, kraliçenin doğum günü onuruna milyonlarca yıllık geleceğin ateşe verilmesini gözlemesi için onu havaya kaldırmışlar, keyifle gu-gu demiş, agucuk yapmış. Elli yaşına bastığında, gelecekten kala kala birkaç hafta kalmış. Dört bir yanda korkunç gerçek fireleri görülüyormuş. İnsanlar, duvarlardan geçebiliyorlarmış. Kendisinin hız motorunda dümenden başka bir şey kalmamışmış. Çocukların oynadıkları boş arsalarda çukurlar açılıyormuş ansızın, çocuklar, çukurlara yuvarlanıyorlarmış.” Kodes Kuşu'nu Tomris Uyar Türkçeye çevirmiş. Çeviriyi çok beğendim. Bazı çeviri romanlarda olduğu gibi “ne anlatıyor bu yahu” dedirtmedi bana. Elimde Dost Kitabevi'nin yazım hatalarıyla dolu baskısı var. Geçen Ocak'ta, henüz koronavirüs bizi evlerimize hapsetmemişken, Ankara'da Dost Kitabevi'nden almıştım. 250 sayfalık bu kitap Vonnegut hayranlığımı bir seviye daha artırdı. Vonnegut kitapları listesini buldum internetten: Otomatik Piyano (1952) Titan’ın Sirenleri (1959) Gece Ana (1961) Kedi Beşiği (1963) Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater (1965) Maymun Evine Hoşgeldiniz (1968) Mezbaha 5 (1969) Şampiyonların Kahvaltısı (1973) Hacıyatmaz yahut Paldır Küldür (1976) Kodes Kuşu (1979) Kör Nişancı (1982) Ölümden Beter Yazgılar (1982) Galapagos (1985) Mavi Sakal (1987) Hokus Pokus (1990) Allah Senden Razı Olsun Dr. Kevorkian (1999) Ülkesi Olmayan Adam (2005) Ölümlüler Uyurken (2011) Enayinin Portföyü (2012) Daha Ne Olsun (2013) God Bless You Mr. Vonnegut. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Dünden Bugüne İnönü Üniversitesi [Nezir Kızılkaya]
Tumblr media
Malatya'da bir üniversite kurulması fikri çok eski zamanlara, ta 1950'lere dayanıyor. O zamanlar Türkiye'de çok üniversite yok, topu topu 7 üniversiteye ek olarak bir 8.si neden Malatya'da olmasın ki? Burada Malatyalının girişimci ruhu ortaya çıkıyor. Dünden Bugüne İnönü Üniversitesi kitabının ilerleyen yerlerinde aynı girişimci ruhun işin gerçek olmasının yani Malatya'ya bir üniversite kurulmasının en önemli müsebbibi olduğunu görüyoruz. Sivil toplum kavramının sürekli gündemde olduğu günümüz dünyasına, bundan 70 sene evvelin Malatyası harika bir ders veriyor. Bugün Malatya'da aynı atmosferin yakalanması mümkün mü ya da bugünün Malatyasında aynı sivil toplum kuvveti var mı sorusunun cevabını Malatyalılara bırakıyorum.
Tumblr media
Avukat Hayrettin Abacı'nın vefat haberini bundan üç sene kadar evvel yerel haberlerde okumuştum. Ne kadar değerli bir insan olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Hayrettin Abacı, Malatya'da bir üniversitenin kurulması için gösterdiği çabalarla anılması gereken, üniversitede bir yerlere ismi verilerek adı yaşatılması gereken bir isim. 1961 yılında tek başına tek sayılık bir gazete çıkararak Malatya'ya Üniversite Kurulmalıdır başlığı ile sivil bir bilinç oluşumu için gayret etmesi alkışlanmaya değer bir davranış. Bunun dışında da üniversite kurulması için kurulan iki derneğin de başkanlığını yürüten isim yine Hayrettin Abacı. Bu derneğin üniversite kurma ülküsü o kadar kuvvetli ki, 1973 yılında rahmetli hemşehrimiz İsmet İnönü'nün cenazesi için Ankara'ya giden Malatyalılar ellerinde devlet büyüklerine yazdıkları mektuplarla muazzam bir baskı oluşturuyorlar. Daha önce kurulan her üniversite devletin planları dahilinde kurulmuşken bizim İnönü Üniversitesi bu baskıların neticesinde kuruluyor. Malatyalıların baskısıyla milletvekilleri, milletvekillerinin baskısıyla hükumet harekete geçiriliyor ve 1975 senesinde İnönü Üniversitesi'nin kurulması ile ilgili kanun çıkıyor. Kanun çıkmasıyla olur mu bu işler, olmuyor tabi ki. Önce bir kurucu rektör atanması, ardında da üniversite için bir yer bulunması lazım. Yine Malatya'ya İnönü Üniversitesi Yaptırma ve Yaşatma Derneği iş başında. Kurucu rektör olarak atanan Süreyya Aybar'a en büyük desteği dernek sunar. İlk olarak Karakavak'ta bulunan, Hayvan Sağlığı Memurları Okulu binası üniversiteye tahsis edilir ve üniversite şimdiki kampüsüne taşınana kadar burada eğitim verilir. Bu binanın fotoğrafına bakınca liseyi okuduğum Malatya Fen Lisesi binasıyla karşı karşıya geldim, demek ki benim lise olarak eğitim aldığım, pansiyonunda kaldığım bu bina bir dönem üniversite binasıymış ve bunu bu kitabı okuyana kadar bilmemişim. Benim liseyi okuduğum bina 1977 yılında üniversite olarak derse başlamış. Açılışını dönemin başbakanı Süleyman Demirel yapmış ve ilk dersi rahmetli hemşerimiz Erdal İnönü vermiş. Hayat sürprizlerle dolu. Burada eğitim devam ederken üniversitenin bugünkü kampüsünün olduğu alanda inşaat ve ağaçlandırma faaliyetleri başlamış. 1984-1985 döneminden itibaren de kampüste eğitim faaliyetleri başlamış. Bugün aynı arazi üzerinde 14 tane fakülte ile İnönü Üniversitesi eğitimine devam ediyor. Gerçekten de hayranlık verici bir kampüse sahip İnönü Üniversitesi. İİBF, Mühendislik, Fen-Eebiyat, Eğitim, Tıp, Spor Bilimleri, İlahiyat, Sağlık Bilimleri, Hemşirelik, Eczacılık, Güzel Sanatlar, Hukuk, Diş Hekimliği, İletişim fakültelerinin yanı sıra Yabancı Diller Yüksekokulu ve Konservatuvar ile dolu bir kampüs. Bünyesinde barındırdığı Turgut Özal Tıp Merkezi de ülke çapında önemli ve modern bir sağlık kuruluşu. Turgut Özal Tıp Merkezi, rahmetli hemşerimiz Turgut Özal'ın adını taşımakla birlikte Özal'ın büyük emek verdiği bir hastane. Turgut Özal, Amerika Houston'daki Methodist Hastanesi ile işbirliği ile buranın kurulması için çaba gösteriyor. Ne yazık ki açılışını görmeye ömrü vefa etmiyor Özal'ın. 1990 yılında kendi eliyle temelini attığı bu merkezin açılışını yapmak Süleyman Demirel'e nasip oluyor. Dünden Bugüne İnönü Üniversitesi kitabı, üniversitenin 44. yılına özel olarak Nezir Kızılkaya tarafından hazırlanmış bir eser. Üniversitenin kuruluşu ile ilgili, bırakılsa tarihin sayfalarında kaybolacak tüm olayları bu kitapla gün yüzüne çıkarmış Kızılkaya. Kuruluş süreçleri, bu süreçlerde yaşananlar, bu üniversite için emek verenler tek tek yad edilmiş. Yaşayan tüm rektörlerle röportajlar yapılmaya çalışılmış, dönemin şahitlerinin hatıraları kitaba aktarılmış. Üniversitenin tüm birimlerinin de detaylı bir tanıtımı yapılarak önceki dönemlerin fotoğraflarına bakanlara "nereden nereye" dedirtilmiş. Yeri gelmişken söylemeden geçmeyeyim, kitapta kullanılan fotoğraflar da üniversitenin dünü ve bugünü açısından bilgilendirici. Bu eserin her Malatyalının kütüphanesinde bulunması gerektiğini düşünüyorum. 132 sayfalık bu eseri İnönü Üniversitesi Yayınevi basmış. Nezir Kızılkaya hazırlamış. Emeği geçen herkese teşekkür etmekle birlikte Hayrettin Abacı'yı da rahmetle yad ediyorum bu vesileyle. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Son Av [Jean-Christophe Grange]
Tumblr media
Almanya'nın, başkenti Stuttgart olan Baden-Württemberg eyaleti Fransa toprakları ile komşudur. Sınırı Ren nehri belirler. Sürek avının Almanya'da 1950'den beri yasak olması av meraklılarını Ren Nehri'ni geçerek av meraklarını burada gidermeye yönlendirir. Böyle bir av, aristokrat Geyersberg ailesinin en önemli kişisinin, Kont Jürgen von Geyersberg'in ölümüyle sonuçlanır. Üstelik bu ölüm bir kaza değil, vahşi bir cinayettir.
Tumblr media
Son Av "Niémans bu tür kesin inançların yanlış olduğunu ve bunun tersinin de doğru olmadığını biliyordu" Cinayet Fransa topraklarında gerçekleştiği için Fransız polisler görevlendirilir araştırma için. Fransız müfettiş Pierre Niemans ile yardımcısı Ivana Bogdoviç, sınırın diğer tarafından Alman komiser Fabian Kleinart'la birlikte cinayeti soruşturmaya başlarlar. Alman aristokrasisinin günümüzdeki örneklerini oluşturan Geyesberg ailesi bir sanayi imparatorluğu kurmuş olmakla birlikte aile fertlerinin av merakıyla da nam salmışlardır. Bunun için özel bir orman alanına dahi sahiplerdir. Jürgen'in kızkardeşi Laura, sakat ve çocuksuz amca Franz, daha önce ölen diğer amcanın çocukları Max ve Udo ailenin diğer fertleridir. Sakat amca hariç hepsi de av meraklısıdır. Özellikle yakından avlanma şekli olan "pirsch" ailenin en meraklı olduğu av türüdür. "Bir anda polis, bu ifadede bir aristokratın halka, toplumun aşağı tabakalarına, onlara değer katacak ne bir atası ne de arması olan normal insanlara karşı duyduğu tiksintiyi suçüstü yakaladı." Jean-Christophe Grange, yeni kitabı yayınlandığı zaman beni heyecanlandıran bir yazar ve hiç hayal kırıklığına uğramadım. Kitabın temel konusunun dışında da birçok mesele hakkında aydınlatıcı bilgi sunan bir yazar. Bu kitapta "av" konusunda bilgi vermekle birlikte Nazi'lerin içerisinde bulunan aşırı bir kolun vahşetlerini de anlatmış. Ayrıca Alman aristokrasisi, halk kesimleri ile elit kesimler arasındaki gerilime de şöyle bir değinmiş. "Geçmiş yeniden yüzeye çıkınca ataların sorgulamanın zamanı gelmiş demektir." Yazarın diğer kitaplarına nazaran, heyecan sürekli dorukta olmasa da güzel bir kitap Son Av. Bu kitapta Avrupa ormanlarının havasını alacak, buradaki Fransız-Alman karışımını ve bazı çingene topluluklarını göreceksiniz. 300 sayfalık nispeten kısa bir kitap Tankut Gökçe tarafından dilimize kazandırılmış ve Doğan Kitap tarafından basılmış. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Cesaret Beşlisi [Michel Faber]
İsimlendirirken kısa roman mı desem uzun hikâye mi desem bilemediğim kitaplardan biri daha: Cesaret Beşlisi. Cesaret Beşlisi aynı zamanda bir müzik grubunun da adı. Hani şu enstrüman olmaksızın sadece kendi sesleriyle müzik yapanlardan. Batı müziği hususunda bilgili olmadığım için çoğu şeyi atlamış olabilirim romanda. Bu müzik grubu bir müzik festivalinde seslendirecekleri bir parçanın -ki bu parça yarım saat filan sürüyor- provalarını yapmak üzere iki haftalığına Belçika kırsalında bir şatoya gidip yerleşirler. Doğa üstü olaylar filan yok, çok heyecanlı bir olay örgüsü de yok hatta ifade açısından çok zengin bir anlatım da yok. İki haftalık bir provaya giden bir müzik grubunun beş üyesi etrafında geçen olaylar. Kitabın bende bir iz bırakacağını da zannetmiyorum, buraya not almamış olsam unutacağım gidecek. Tabi kitabın bana bakan tarafı böyle, başka bir göz için az bulunur bir eser olabilir. Paritum Mutante; seslendirilmesi için prova edilen şarkı da öyle. Cesaret Beşlisi; Michel Faber adlı Hollandalı yazarın eseri. 120 sayfa. Sel Yayıncılık tarafından basılmış, Nurcan İnce Ateş tarafından incelikle Türkçeye kazandırılmış. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Göğü Delen Adam - Papalagi [Erich Scheurmann]
İnsanın kitap okuma sıklığı yüksek olmalı. Haftada bir, haftada iki, günde bir... Sürekli artarsa bu meşguliyet işte böyle kitaplara rastlama imkânı/ihtimali de artıyor. Uzun zamand��r not defterimin bir köşesine yazdığım bu kitabı geçenlerde bir arkadaşımın elinde gördüm. Sağ olsun hediye etti hemen bana. İşte mükemmel bir kitaba ulaşılması için aşılması gereken merhaleler bunlarmış dedim içimden. Takip etmek, sürekli okumaya devam etmek. Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Kitapta yazılanların kabile şefi Tiavea’lı Tuiavii’nin anlattıkları olduğuna başta inanmamıştım. Kitabı okurken fark ettiğim nokta bakış açısının orijinalliği oldu. Yani bu kadar safiyane bir bakış açısı içeriden birine ait olamaz. Dışarıdan bakan birisi ancak bu kadar net olabilir. Kabul edelim etmeyelim bütün dünya insanları artık Avrupalı olmuş durumda. Avrupalı gibi yaşayan, Avrupalı gibi düşünen insanlarız. Kabile şefi Tuiavii ise Avrupa’yı tanımadan uzun yıllar yaşamış ve Avrupalıları tanıdıktan sonra dışarıdan bakabilmiş bir insan. Bu açıdan düşünceleri çok önemli. Üstelik bu anlatım geçtiğimiz yüzyılın başındaki Avrupa içindi. O günden sonra dünyanın neredeyse tamamı Avrupalı haline geldi fakat anlatılanlar hala geçerliliğini koruyor. Kitap Avrupalı bakış açısının sakatlıklarının en önemli birkaç yönünü sunuyor bize. Her bölümde başka bir hastalıktan bahsediliyor. Birincisi örtünme hastalığı. Tuiavii’nin Avrupalılarda gördüğü ilk hastalık örtünmesi. Ayakları sürekli kapalı olan insanların bir zaman sonra koşmayı unutmalarından, vücutlarını güneşten mahrum bırakmalarından bir hastalıkmış gibi bahsediyor. Tabi ben bunu onun Polinezya’daki ılıman iklime alışıklığına yordum. Şu an Aralık ayındayız ve rahmetli Tuiavii burada örtünmeden dolaşsaydı ne olurdu bilemiyorum. Genel olarak giyinmenin dışında kişilerin giyinme alışkanlıklarına da değişik bir şekilde bakmış şef. Kadınların özel günlerinde sırtlarını ya da başka yerlerini açmalarının edepsizlik sayılmamasını anlayamamış. Ya hep aç ya hiç açma diyor. Özel günü mü olur bu işin. Renklerin kullanımının sınırlı oluşuna da anlam verememiş. O kadar vurucu fikir varken örtünme ile başlanmış olması kitap için bir talihsizlik bence. Yine de bugünlerde de geçerli olacak eleştirileri var. Kadınların sandık sandık giysilerinin olmasını benim gibi o da anlayamamış. Her gün “bugün hangisini giysem” diye düşünmeleri de şefe mantıksız gelmiş. İkinci mevzu taştan yarıklar. Şehri görünce bir şaşalıyor Tuiavii. Papalagi dediği Avrupalı ona göre çıyanlar gibi taşların arasında yaşıyordur. Barınaklarına taş sandık diyor Papalagi’nin. Bütün evler taştan sandıklardır ve taştan yarıklarla birbirlerinden ayrılıyordur. O kadar taş sandığın arasında Tuiavii’nin aradığı ise gökyüzü. Mavi göğün altında yaşamaya alışmış bir insan şehrin içinde kendini hapishanede hisseder doğal olarak. Gökyüzü, izleyenler ve izlemeye alışanlar için sonsuzluğu, Allah’ın kudretinin sınırsızlığını ifade eder. Papalagi şehirde yaşamaya alıştığı için gökyüzüne bakmayı unutmuştur artık. Gökyüzüne bakma ihtiyacı dahi duymaz. Onun sonsuzluğu yaşadığı yerdir. Onun hayatı yekparedir, sonsuzluğun bir parçası değildir. “İşte bütün bunları hepsi yani kalabalık taş kutular taş yarıklar oraya buraya uzanan binlerce ırmağın içindeki insanlar gürültü, kargaşa, ağaçtan gökyüzünün mavisinden, temiz havadan, bulutlardan yoksun kapkara kumlar ve dumanlarla kaplı yerler Papalagi’nin kent adını verdiği şeydir. Ömründe hiçbir ağaç, tek bir ırmak ve gökyüzünü görmemiş ve de Büyük Ruh’la yüz yüze gelmemiş insanların yaşadığı ama yine de gurur duydukları yaratıları lagündeki mercanların arasına yuvalanmış sürüngenler gibi insanlar. Ama o sürüngenlere bile denizin berrak suları. Güneşin sıcacık soluğu ulaşır. Acaba Papalagi yarattığı bu taşla övünüyor mu, bilemem. O kendine özgü fikirleri olan bir yaratıktır. Hiçbir anlamı olmayan, onu hasta eden pek çok şeyi yapar üstelik bununla da yetinmeyip bir de bunları ödüllendirir. Üstüne maniler düzer.” “Bu köylerde, kentlerdekinden başka türlü düşünen insanlar yaşar. Bunlara toprak insanları denir. Yarık insanlarından daha çok yiyecekleri olduğu halde elleri daha kaba, örtüleri daha kirlidir. Yaşamları diğerlerinden çok daha güzel ve sağlıklıdır. Ama kendileri buna inanmaz ve toprağa basmayan, tohum ekip ürün biçmeyen bu yüzden onlara boş gezer gözüyle bakan yarık insanlarını kıskanırlar… Tüm yarık insanlarına yiyecek sağlamaktan canları çıkar. Yine de neden öbürlerinin örtülerinin daha güzel, ellerinin daha beyaz olduğunu, neden kendileri gibi güneşten terleyip rüzgârda üşümek zorunda olmadıklarını bir türlü almaz kafaları.” Sonraki bölümde ise para meselesine giriyor Tuiavii. O gün var olan bugünse varlığını katlanarak artırmış olan para meselesi. İnsanların gerçek tanrısı olan para. Savaşlar çıkaran, insanların en aşağı durumlara düştükleri, katilliğin, katliamların, çocukların sakat kalmalarının kaynağı para. Dünyamızın bugünkü tüm acılarının sebebi para: “Çünkü beyaz adamın gerçek tanrısı, kendisinin “para” adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kâğıttan başka bir şey değildir. Bir Avrupalı’ya sevginin tanrısından söz edecek olsan yüzünü buruşturur ve güler. Senin düşüncenin yalınlığıyla alay eder. Ama pırıl pırıl bir yuvarlak metal ya da koca bir ağır kâğıt uzatacak olursan o an gözleri parıldar ve dudaklarının arasından salyalar akar. Onun sevgisi paradır, Tanrısı paradır… Para uğruna mutluluklarını, vicdanlarını yitirenler; gülmekten, onurundan, sevincinden, hatta karısından, çocuğundan olanlar vardır. Çoğu, sağlığını bile bunun uğruna feda eder, yuvarlak metal ya da ağır kâğıt uğruna… Papalagi’nin gerçek Tanrısı yalnızca paradır.” Bilerek ya da bilmeyerek kapitalist sistem eleştirisi de yapıyor şef. Belki de şefin sözlerini kâğıda döken Erich Scheuermann Tuiavii’nin sözlerini daha düzenli bir şekilde yazdıysa mesaj da netleşmiştir: “Başkalarının gücünü sömürüp, kendi işlerinde kullandıkları için ne başları ağrır ne de uykuları kaçar. Parayı sevmeyenle alay edilir, aptal gözüyle bakılır.” Para muhabbetinden sonra “şey” muhabbeti başlıyor. Şef Tuiavii dünyadaki tüm maddeyi Tanrı’nın şeyleri ve Papalagi’nin şeyleri olarak ikiye ayırıyor. Papalagi Tanrı’nın şeylerine hayranlık besleyip onlarla yetineceğine kendisini tanrılaştırmak için sürekli yeni şeyler, yeni şeyler için yeni şeyler, onlar için yeni şeyler yapıp duruyor. Şeylere kıymet de vermiyor üstelik. Binlercesini yapabilen makineler icat edip birbirinden farkı olmayan “Özge” olmayan binlerce mamül yapıyor ve dolayısı ile hiçbirine de kıymet vermiyor. Üstelik kendisini ölümden koruyabilecek bir makine de yapamadı henüz. “Daha ne demeye aptallık edip de Büyük Ruh’un “şey”lerine başka “şey”ler katmaya çalışalım. Hem biz onunkiler gibi “şey”ler yapamayız… Bugüne kadar ne bir Samoalı ne de bir Papalagi bir palmiye ya da kavak ağacı yaratabildi. Ama tabi Papalagi, bütün “şey”leri yaartabileceğine ve Büyük Ruh kadar güçlü olduğuna inanır.” “…kendisinin Büyük Ruh olduğunu sanır.” “Eğer insan çok fazla “şey”e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yokluğun göstergesidir. Çünkü bu, o insanın, Büyük Ruh’un “şey”leri açısından yoksul olduğunun kanıtıdır. Papalagi’de yoksuldur, çünkü o tam bir “şey” düşkünüdür. “şey”leri olmadan yaşayamaz.” “Büyük Ruh’un “şey”lerinden başka çok az “şey”e ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız.” Kitabın bir diğer bölümünde ise şef, Papalagi’nin zaman dediği kavramını hayretle inceliyor. Hayatı günlere, saatlere, dakikalara hatta saniyelere bölen Papalagi sürekli zamanın azlığından bahsediyor. Sayma hastalığı var. Zamanı sayıyor. Geçen saniyeleri, dakikaları, yılları sayıyor. Şaşkınlık verici bir biçimde herkes kaç mevsim yaşadığını biliyor. Tuiavii bilmiyor kaç yaşında olduğunu. Bilmeyi gerekli de bulmuyor. Hayat bitecek diye düşüne düşüne ölen Papalagi ona hastaymış gibi geliyor. Zaman bir hastalık Tuiavii’ye göre. Tuiavii sahiplenme olayını da anlayamıyor. Bu da bir hastalık sanki. Onun dilinde “benim” diye bir kelime yok. “Lau” diyor, hem “benim” hem “senin” anlamına geliyor. Ne senin olabilir ki “Papalagi? Elinle sıkı sıkıya tutamadığın banka hesabındaki paran ya da arazin ya da benim dediğin her hangi bir şey senin değil ki. Elinle sıkı sıkı tutsan bile senin değil aslında. Dünyadan bihabersin Papalagi. “Ama Tanrı Papalagi’ye korkudan daha beter bir ceza vermiş. Çok az “benim”i olan ya da hiç olmayanlarla, bütün “benim”leri toplayanlar arasında sürüp giden bir savaş sarmış başına. Bu savaş yakıcıdır, çetindir ve sabah akşam durmak bilmez. Bu savaş herkese acı verir, yaşama sevincini kemirir. Sahip olanlar vermek zorundadırlar, ama hiçbir şey vermek istemezler. Sahip olmayanlar ise sahip olmak isterler, ama hiçbir şey alamazlar. Üstelik bunların da ulvi savaşçılar oldukları pek söylenemez. Ya soyguna geç kalmışlardır, ya beceriksizdirler, ya da ellerine fırsat geçmemiştir. Her şeyi Tanrı’nın ellerine teslim etmeyi öneren bir çağrı hemen hemen hiç duyulmaz.” Bir de meslekler var. Meslekleri de çözememiş şef. Sabahtan akşama kadar bir insan aynı şeyi yapabilir mi? İnsan hem kano yapabilmeli hem ev hem de ağaçtan meyve koparabilmeli. Tüm işlerini yapmayı bilmeyen insan sakat gibi geliyor. Kendi yatağını bile toplamayan insan… Ne garip. Meslekleri yüzünden hep aynı şeyi yapan insanların bedenlerinin alt kısımları domuzlar gibi yağ bağlıyor. Aynı şeyleri sürekli yaptığı için mutlu da değil. Bu kadar çok çalışılması ya. Ekmeğini ve barınağını yaptıysan dans et diyor Tuiavii. Eğlenmene bak, Tanrı daha fazlasını istemiyor senden… Sözü çok uzattığımı biliyorum fakat Tuiavii’nin bakış açısı cidden çok objektif geldi bana. İçerisinde yaşadığımız için farkında değiliz. Dönem itibariyle televizyonu görmeyen şef sinema ile tanışıyor ama. Hem de sessiz sinema. Fakat ne kadar güzel tespit ediyor saçmalığı. Bugün bu saçmalığın ulaştığı boyutları görmeden, daha o günden ne güzel söylüyor. Yalancı bir yaşamın içinde hapsolan insanlar. Bu yalancı yaşamı gerçeğinden ayırt etmeyi yavaş yavaş unutuyorlar. Kafaları bulanıyor ve kendilerini farklı görmeye başlıyorlar. Yoksul zenginim diyor çirkinse güzel. Tuhaf şey. Hele bir de günlük gazete okuma alışkanlığı var ki, çok güzel görünse de ne kadar saçma. Aynı şeyleri binlerce kişinin tekrarlayıp durması bütün insanları tek bir kafa haline getirme uğraşından başka nedir? Tuiavii bilge bir filozof gibi söylüyor tüm bunları. Nasıl düşünmem gerektiğini neden bir kağıt parçasından öğreneyim ki? “Avrupa’da biri çok ve hızlı düşündü mü ona “çok akıllı bir adam” derler. Adam “çok akıllı” oldu diye üzülecek yerde, özellikle saygı gösterirler.” “Sevgili kardeşlerim, Tanrı’ya tapmamızın yanı sıra saygı gösterip, sevgiyle yüreğimizde taşıdıklarımıza put denirse eğer, Papalagi’nin bizden daha çok putu vardır. Papalagi’nin bize getirdiği İncil, onun için takas edilecek bir maldan başka bir şey değildir…" Kitabın tamamını buraya aktaracak halim yok sevgili okuyucu. Bu kitabı alıp başucuna koyman gerekiyor zira bu senin dışarıdan çekilmiş bir fotoğrafın. Seni gözlemleyip ne olduğunu ortaya sermiş bir eser. Bu eseri tekrar tekrar okumam gerekiyor sanırım. 100 sayfaya bu kadar çok şeyin nasıl sığdığına hayret ederek. Teşekkür ederim Ayrıntı yayınları, Teşekkür ederim Levent Tayla, Teşekkür ederim Erich Scheurmann ve teşekkür ederim bilge şef Tuiavii.  Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Yeni Başlayanlar İçin Göbeklitepe [Göktuğ Halis]
Tumblr media
Göbeklitepe hususunda bilgi edinme arzum beni önce kötü bir yola, buranın sadece ismini kullanarak kitap yazma güdüsünü tatmin etmeye çalışan bir adamın kitabına sürdü. Izdırabımı iki satırla ifade edince konuyla ilgili araştırmaları ve kitapları olan bir yazar beni buldu: Göktuğ Halis. Büyük bir nezaketle, kitaplarından Göbeklitepe ile alakalı olanları bana hediye etmek istediğini söyleyince çok sevindim. Şu sıkıntılı günlerde heyecanla kargo yolu gözlemeye başladım ki hızlıca ulaştı kargo bana. Üç adet kitabını göndermiş Göktuğ Bey. Elimdeki kitapları bir kenara bırakarak hemen birincisine, Yeni Başlayanlar İçin Göbeklitepe kitabına başladım.
Tumblr media
Yeni Başlayanlar İçin Göbeklitepe birden fazla amaca yönelik olarak yazılmış bir kitap. Birincisi ve hepsinden önemlisi, Göbeklitepe hususunda aydınlatıcı bir bilgi vermek. Bunun için tarih öncesi çağlardan başlayarak Göbeklitepe'ye kadar bir sunum yapmış yazar. Bu sunum çeşitli fotoğraf ve resimlerle de daha eğlenceli hale getirilmiş. Öyle ki, daha büyük boy ve renkli olsaydı çocuklar için de bilgilendirici bir kaynak olabilirdi. Göbeklitepe'nin neredeyse tüm ayrıntıları krokilerle ve fotoğraflarla sunulmuş. Bir fırsatını bulup Urfa'ya gidip yerinde görmek istiyordum, görmüş kadar oldum. İkinci olarak, buranın bir tapınak olduğu hususundaki kabullenişe karşı biraz daha temkinli yaklaşılması gerektiğinin altını çiziyor yazar. Göbeklitepe bir toplanma yeri olarak kullanılmış olabileceği gibi yaşama alanı olarak da kullanılmış olabilir. Hemen burayı tapınak olarak adlandırmadan önce arkeologlar dışındaki bazı bilim insanları da konunun üzerinde durmalılar. Halis'e göre tapınak kelimesinin bugünkü anlamından ziyade yapıldığı günün kültüründe ne ifade ettiğine bakmak gerekiyor. Burada bulunan kafatasları da duruma farklı bir boyut kazandırıyor. Atalara ait kafatasları da biriktirilmiş olabilir, düşmanların kafatasları da sergileniyor olabilir. Bir kurban ritüelinin de parçaları olabilir. Henüz bu konuda elimizde yeterince veri yok. Bu kitaptan öğrendiğim yeni bir bilgi de, tarih öncesi insanların göçebe avcı-toplayıcı iken tarım devrimi ile birlikte yerleşik hayata geçmiş olmalarının tam doğru olmayışı. Avcı ve toplayıcı gruplar da kendileri için verimli yerlerde yerleşik hayata geçmişler. İkinci bir bilgi de, neolitik yaşama geçişte Anadolu'nun merkezi bir rol oynadığı gerçeği. Mezopotamya'yı merkez kabul eden bilgilerin aksine, Anadolu bulguları merkezin burası olduğunu gösteriyor. Göbeklitepe, günümüzden 12 bin yıl önce inşa edilen bir merkez. Kazılar neticesinde bulunan şekillerin dışında bunların ne ifade ettiği de insanlık için merak konusu. Göktuğ Halis de bunları inceleyerek kendi deneyimleri ışığında çeşitli çıkarımsamalarda bulunmuş. T şeklindeki yapıların aslında haç olduğu konusunda yazar oldukça emin. Göbeklitepe'nin şiddet içeren bir ritüele şahitlik ettiği kesin olmasa da kanlı bir ritüele tanıklık ettiği belli oluyor. Netice itibariyle burayla ilgili bilgilerin derinleşmesi için bulguların daha iyi analiz edilmesine ihtiyaç var. Bu kitap için sevgili yazar Göktuğ Halis'e teşekkür ediyorum. Konuyla ilgili yazılma iddiasında olup konunun kenarından şöyle bir geçen bir Göbeklitepe kitabından sonra ilaç gibi geldi. Göbeklitepe Sembolizmi adlı, yazarın bir diğer kitabında sanırım konuyu derinleştireceğim. Bu kitap başta da söylediğim gibi girizgah niteliğinde oldu benim için. A7 Kitap Yayıncılık tarafından basılan Yeni Başlayanlar İçin Göbeklitepe 102 sayfa. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Sanatçının Genç Bir Köpek Olarak Portresi [Dylan Thomas]
Tumblr media
Sanatçının Genç Bir Köpek Olarak Portresi isminden dolayı ilgimi çeken bir kitap oldu. İsmi, James Joyce'un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi adlı kitabından dolayı aşina geliyormuş meğerse. O kadar da bilinen bir kitap değil, en azından ben bilmiyorum.
Tumblr media
Dylan Thomas Galli bir şair. Bu kitapta da çocukluğundan kesitler sunmuş. İlk hikayelerde Galce konuşan insanlardan ve davranışlarından bahsedince Trevenian kitaplarının Basklardan sık sık bahsetmesi gibi olacak zannettim fakat ilerleyen bölümlerde pek bir Galler vurgusu yok. Hikayeler birbirlerini takip etmiyor fakat yazarın çocukluk ve gençlik dönemlerine ait. Yazar, daha sonra Amerika'da yaşamaya başlıyor ve genç yaşında vefat ediyor. Bu kitaba böyle bir isim vermesinin sebebi de James Joyce'tan hoşlanmamasıymış. Hikayeler birbirlerinden kopuk ve anlaşılması güç. "Şiirlerini okumayanlar bu kitabı sıradan bulacaklardır" yorumunu okudum internette. Ben de sıradan buldum dolayısıyla. Belki bir gün şiirlerine de denk gelirim. Sanatçının Genç Bir Köpek Olarak Portresi, Dylan Thomas'ın çocukluk öyküleri ile başlıyor. Gençlik dönemi fırtınaları ile devam ediyor. Adının geçmediği bazı öyküler de eminim kendi yaşadıklarından izler taşıyordur. Sarhoş bir amcanın tasvirini çizdiği ilk öykülerden sonra sarhoş bir adama dönüşüyor yazar fakat daha çok hayat sarhoşu. Altıkırkbeş Yayınları'ndan çıkan kitabı Türkçe'ye Duygu Dölek kazandırmış. Tam 200 sayfa. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Fîhi Mâfih [Mevlana]
Tumblr media
Sanırım Mevlana'nın bu eserinin iki ayrı kaynağı var. Mevlana'nın değişik yerlerde yaptığı sohbetlerinden tutulan notlar ve Mevlana'nın kendi yazdıkları. Bazı yerlerde kendisi konuşurken bazı yerlerde ondan "Mevlana şöyle dedi" diye rivayet etmişler. Konular değişiyor. Bazı yerlerde doğrudan konuya girerken hazret, bazı yerlerde sorulan sorulara cevaplar veriyor. Nihayetinde yüzlerce yıldan süzülüp gelmiş şeyler bunlar. Yüzde yüz doğruluk ya da bugünkü kurallara uygunluk bekleyemezsiniz. Fakat içerisindeki mesajlar çoğunlukla evrensel. Cevaplarsa bugün dahi sorulabilecek sorulara verilmiş.
Tumblr media
1969'da basılmış olan bu eseri ben kim bilir ne zaman almışım. Adetimdir, her aldığım kitaba tarih atarım, şimdilerde mühür de basıyorum. Demek ki yoğun bir zamanıma denk geldi tarih dahi atmamışım. Uzun yıllardır kitaplığımda okunmayı bekliyordu, kısmet bu koronavirüs günlerineymiş. Kitabı çeviren Meliha Ülker Anbarcıoğlu uzun ve bilgilendirici de bir önsöz yazmış kitaba. Önsözü Tarıkahya soyadıyla imzaladığına göre ilk baskılarda bekar, bu elimdeki üçüncü baskıda evli olduğunu düşünebiliriz. Önsöze göre kitap Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin oğlu Sultan Veled ya da başka bir müridi tarafından toplarlanan notlardan oluşuyor. Fihi Mafih tamlamasının içindekinin içi, içindeki içinde gibi bir anlama geldiğini söylüyor Anbarcıoğlu. Önsözde ayrıca Meliha hanım kitabın bir nevi özetini çıkarmış, bahsedilen her konuya değinmiş. Zaten önsöz 56 sayfa yani kitabın onda biri kadar bir hacme sahip neredeyse. Burada Hazreti Mevlana'nın Tanrı'nın varlığı, akl-ı küll, âlem, devir, dünya ve ahiret, insan, veli ve nebi, sülûk ve dereceleri, mürşid ve mürid, yakin ve dereceleri, aşk, sema, din algısı, cennet ve cehennem, iman, namaz, oruç, hac, filozoflar, irade, ihtiyar, mesuliyet gibi birçok konudaki düşünceleri özetlendiği gibi devrin siyaset adamları ve tarihi hadiselerine de yer verilmiş. "Gerçekte cezbeden birdir; fakat sayılı görünür. Görmüyor musun bir insanın türlü türlü, yüzlerce arzusu vardır: 'Tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, kızarmış et isterim, meyva isterim, hurma isterim' der. Bu söylediği ve saydığı şeylerin aslı birdir ve o da açlıktır. Açlık tek bir şeydir. İnsan birinden doyunca: 'bunların hiçbiri istemez' der. O halde anlaşılmış oluyor ki on ve yüz sayıları yoktur; sadece bir vardır." Kitap fasıllardan oluşuyor. Her fasılda Hazreti Mevlana farklı bir konuya değinmiş. Ya bir soruya cevap vermiş ya da doğrudan meseleyi anlatmış. meseleleri anlatırken de Kuran ayetlerinden ve hadislerden faydalanmış. Kuran ayetlerinin geçtiği yerlerde dipnotlarla hangi sureye ait oldukları verilmiş fakat hadislerde kaynak yok. Genelde bilinen hadisler. Ayetleri bazen konuyu açıklamak için kullanmış bazen de sadece ayeti tefsir etmiş. "Kendini ucuza satma, çünkü değerin yüksektir. Ulu Tanrı buyuruyor ki: ben sizi, vaktinizi, nefsinizi, mallarınızı satın aldım. Eğer bunları benim için harcar, bana verirseniz, bunun karşılığı ölümsüz cennettir." Bazı yerlerde de hikayelerle anlatım kuvvetlendirilmiş. Bilginlerin kılı kırk yarmaları, kendileriyle ilgili olmayan çok şeyi pek iyi bilmeleri ve fakat bilmeleri gereken şeylerden uzak olmalarını bir hikayeyle anlatmış: Padişahın biri oğlunu hünerli bir topluluğa teslim ediyor ve eğitmelerini istiyor. Çocuk çok akıllı değil ama. Eğitimden sonra çocuk geliyor ve babası onu bir teste tabi tutuyor. Elinde bir yüzük saklayıp ne olduğunu bilmesini söylüyor. Çocuk, yuvarlak, halka biçiminde bir şey olduğunu bilip kalbur olduğunu tahmin ediyor. Alametleri bilgi ve tahsil sayesinde doğru veriyor fakat akıl yürütmeyi beceremediği için bütün tahsil boşa gidiyor. "Dert daima insana yol gösterir. Dünyadaki her iş için, bir insanın içinde ona karşı bir aşk, bir heves ve dert olmazsa insan o işi yapmaz ve o iş dertsiz, zahmetsiz olarak ona müyesser olmaz. İster dünya, ister ahiret, ister ticaret, ister padişahlık, ister ilim, ister astronomi ve ister daha başka işlerde olsun." Bazı yerlerde de hadisler açıklanmış: "Eğer sen kardeşinde bir kusur görüyorsan o sende bulunan kusurun aksinde ibarettir. Alem de işte böyle bir ayna gibidir." Bu, Mümin müminin aynasıdır hadisinin açıklamasında geçiyor. İnsanın kendinde olan bir yaradan tiksinmeyip başkasında olandan tiksinmesini de buna benzetiyor. Kendi kusurunu küçük gören insan başkasının kusurunu ise büyük görüyor. "İnsan fazlasına dayanamıyarak delirir. Aşıklardan Mecnun, Ferhat ve daha başkalarını görmüyor musun? Bunlara tahammüllerinin üstünde şehvet verilmiş olduğundan bir kadının aşkı ile dağlara ve çöllere düştüler. Baksana Firavun'a, fazlaca mal ve mülk verdikleri için tanrılık iddiasında bulundu." Soru cevaplardan birinde de namazdan üstün ne olabileceği soruluyor. Hazret de imanın namazdan üstün olduğunu çünkü namazın vakte bağlı olduğunu imanın ise her zaman farz olduğunu söylüyor. Sevgi bahislerinden birinde, insanda bulunan bütün sevgilerin sonunda Yaradana çıkacağını, bütün diğer sevgilerin nikap (örtü) olduğunu söylüyor. "Sıkıntı, mutlaka bir günahın cezası, ferahlık ise ibadetin karşılığıdır. Bunun için Mustafa (Tanrı'nın selam ve salatı onun üzerine olsun) parmağındaki yüzüğü çevirdiğinden: "Seni boş yere vakit geçirmek ve oynamak için yaratmadık!" diye azarlanmıştı." Bir yerde sert bir şekilde Kuran okuyup da manasını bilmeyenlere kızmış Mevlana, burada ben de şaşırdım. Kuran okumayı ekmek yemeğe benzetmiş. Her insanın bir ekmek yeme sınırı var. Alıp çiğneyip tüküren birisi istediği kadar ekmek yer fakat gerçekte yemiş olmaz. Başka bir yerde de hafızlara kızıyor. Kuranı ezbere bilmelerine rağmen manasından gafil olanlarına tabi ki. Adamın biri çöle düşüyor. Çölde yaşayan birilerine denk gelip misafirleri oluyor. Getirdikleri su, tuzlu ve lezzetsiz. Yemek olarak da çöl fareleri yiyorlar. Onlara nasihat etmek istiyor, burayı bırakın şehre gidin, şehirde her şey çok güzel diye. Ev sahibi karı koca aralarında konuşuyorlar ve adamın kendilerini kıskandığı için böyle konuştuğuna hükmediyorlar. "İşte halk da böyledir" diyor Mevlana. Sen şefkatinle nasihat etmek istersin, onlar da sana kıskanç derler. Mevlana'nın bu kitaptaki bir bahisten dolayı eleştirildiğini okumuştum başka yerlerde. Kadınların örtünmesiyle ilgili bir bahis. "Sen ne kadar kadına: 'kendini sakla, örtün!' diye emretsen, kendin gösterme arzusu onda o nispette fazlalaşır. Onda eğer kötü bir işi yapmamak cevheri varsa, sen mani olsan da olmasan da o güzel yaradılışına temiz ve iyi huyuna uyacaktır. Sen merak etme. Aklını, işini, gücünü karıştırma; bunun aksine de olsa, o yine kendi bildiği yolda gidecektir. Ona mani olmak, muhakkak ki rağbetini artırmaktan başka bir şeye yaramaz." Yani, kadınlar örtünmesin demiyor. Örtünme baskısı yapmayın diyor Hazret. "İnsan her zaman görmediği ve işitmediği, düşünmediği bir şeye aşıktır. Gece gündüz onu arar ve ister. Ben o görmediğim kimsenin kuluyum. İnsan gödüğü ve anladığı şeyden sıkılır, usanır ve kaçar." "La ilahe illlallah: Bu avamın imanıdır. Has olanların imanı Lahuve İllah Huve'dir. (Başka bir hüviyet yoktur, ancak O'nun hüviyeti vardır." Kitabı okurken, Mevlana'nın Hazreti Ali'den bahsettiği yerleri aradım, hani o "Cihan var oldukça Ali var olur" diye başlayan yerleri. Kitapta rastlayamadım, internete baktım Divan-ı Kebir'de geçtiği yazıyor bir yerlerde. Tam emin olamadım. Kitapta yer yer "Sünniler şöyle yaparlar" tarzında söylemler var fakat mezheplerle ilgili bir konudan bahsedilmemiş. Hazreti Ali'den de diğer halifeler kadar bahsedilmiş hatta daha az bile lafı geçiyor diyebilirim. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan bu eser, dediğim gibi 1969 yılına tarihlenmiş. O günün Türkçesi ve imkanları için güzel fakat günümüzde daha iyi çeviriler, daha iyi baskılar mevcuttur eminim. 400 sayfalık kitap ekleriyle birlikte 500 sayfaya yaklaşıyor. Meliha Ülker Anbarcıoğlu çevirisi. Read the full article
1 note · View note
mimzedall · 5 years ago
Text
Keşf-i Kadim [Dücane Cündioğlu]
Tumblr media
Üstad Dücane Cündioğlu'nun ilk eseriyle müşerref oldum bu hafta. Keşf-i Kadim. Bu toprakların çocuklarını, Müslümanları, yeniyi keşfetme sevdasından vazgeçip eskide olan güzellikleri bulmaya davet ediyor ve bu davetini İmam Gazali'yi keşfetme seviyesinde yapmanın da hemen hemen yeterli olacağını söylüyor. Kitabın başından itibaren söz söyleme hakkını elde edebilmek için bir insanın bir konu hakkında hemen her şeyi okumuş, özümsemiş olmasını şart koşuyor. Ben de dini literatüre ait belki çok şey okumuş olsam da her şeyi okumadığım için kitaptan bahsederken şahsi yorumumu katmayacağım işin içine. Haddi aşmamak lazım.
Tumblr media
Yazar Gazali etrafında dönen bazı sözlerin, "Gazali'den sonra İslam ilerlemesi durdu", "Gazali'den sonra içtihat kapısı kapandı denildiği için Batı bizi geçti"; eleştirisiyle sürdürüyor makalelerini. İki bölümden birincisi tamamen Gazali'ye ait. İkinci bölümde de birkaç makale ile Mantık ilminden bahsediyor. Gazali eleştirilerine doğrudan cevap vermiyor Cündioğlu. Bunun yerine, bu eleştiriyi yapanların cahil olduklarından bahsediyor. Mantık, Tefsir, Hadis, Kelam, Tasavvuf ve illa ki Felsefe ve de bu bilimlerin usullerini bilmeyen insanların kalkıp da Gazali eleştirisi yapmaları cahilliktir diyor özetlemek gerekirse. Kapı Yayınları tarafından basılan bu eser, Keşf-i Kadim-İmam Gazali'ye Dair, 34 adet makaleden oluşuyor. Dediğim gibi, bazı fikir sahiplerinin yüzeyselliğini ifade etmiş yazar kitap boyunca. İlgilileri için güzel bir eser. Teşekkürler Dücane Cündioğlu, Teşekkürler Kapı Yayınları.  Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Diyabet [Jean & Charles Darnaud]
Tumblr media
Dost Kitabevi Yayınları'nın böyle minik ve şirin bir dizisi var. Sokrates ile başlamış ve devam ettirmişler Kültür Kitaplığı'nı. yüz küsur sayfalık cep boy eserlerle okuyucuya aspirin bilgi veriyorlar. Çok güzel bir düşünce ve uğraşı. Geçtiğimiz Ocak ayında, henüz gündemimizde salgın hastalık ve ev hapsi yokken Ankara'dan Dost Kitabevi'nden almıştım bu kitabı. Bugünden geriye bakınca sanki yıllar yıllar önceymiş gibi geliyor. Halbuki daha üç ay olmamış.
Tumblr media
Serinin diğer kitaplarıyla da zaman içerisinde tanışmak isterim. Şimdilik, bu sıralar mücadele konusu olarak belirlediğim Diyabet başlıklı bu kitapçığı okudum. Bu kitap adından da belli olduğu üzere Diyabet üzerine yazılmış, konuyla ilgili ön bilgisi olan kişileri hedef alan bir kitap. Jean ve Charles Darnaud iki kişiyi ifade ediyor sanırım. Kitabın ilk baskısı 1944 yılında Fransa'da yapılmış. Yazarlarla alakalı internet üzerinden yaptığım taramada pek bir bilgiye ulaşamadım, bir iki referans, o kadar. Anlatım olarak biraz bilimsel bir dil kullandıkları için okuması oldukça zor bir kitaptı, küçük hacmine rağmen. Üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde diyabetin tanımı yapılmış. Diyabete yol açan nedenler ve diyabet tipleri anlatılmış. İkinci bölümde diyabetin türlerine göre tedavilerine ayrılmış. Son bölümdeyse diyabetle ilgili birkaç konuda bilgi verilmiş, diyabet ve hamilelik, diyabet ve cerrahi gibi. 132 sayfalık bu küçük kitapçıktan umduğum faydayı göremedim zira tıp ya da sağlık bilimleri konusunda bir eğitim almadım. Kitap biraz daha bu türlü bilgisi olanları hedef almış. Dost Yayınları'nın Kültür Kitaplığı'ndan çıkan kitabın yazarları Jean & Charles Darnaud. Kitabın çevirisini de Işık Ergüden yapmış. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Göbekli Tepe [Karl W. Luckert]
Tumblr media
Trollendim!!! İlgimi çeken bir konu olan Göbeklitepe'yle ilgili bir kitap okumak istiyordum. Bu kitaba rastlayınca da hemen sipariş verdim. Adı Göbekli Tepe, kapağında arkeolojik kalıntılar. Fakat konu bambaşkaymış. Konu Karl W. Luckert adlı bir amcanın tarih öncesi çağlarda ve Göbeklitepe'de yaşayan insanların dinleri ve düşünceleri ile ilgili varsayımlarından ibaretmiş.
Tumblr media
Karl W. Luckert, ömrünün son deminde meşhur olmaya karar vermiş. Amerika'daki kızılderililerin inançları ile ilgili bir iki şey yazmış, ufak tefek çalışmalar yapmış. Bakmış ki olmuyor, "Göbeklitepe yazayım bari" demiş. Bu arada belirteyim, adamın adı Wikipedia'da dahi yok. Meşhur filan değil. Kendisinin dinler tarihi hocası olduğunu varsayıyorum zira arkeoloji ile tarihle uzaktan yakından alakası yok adamın. İsmini uzun uzun aradım, eski bir çalışmasını Oklahama Üniversitesi basmış, ya da bu üniversitenin dergisinde çıkmış. Amerika'da Oregon eyaletinde kayıtlı bir telefon numarası buldum bu isme ait. Arayıp rahatsız etmek istemedim, 85 yaşında adam. Her neyse, kalkmış, zahmet etmiş, Şanlıurfa'ya kadar gelmiş. Burada kazı yapan ekibin başkanı olan Klaus Schmidt ile (toprağı bol olsun) karşılaşmış. Artık nasıl yapıştıysa adama, kitabı için bir önsöz yazmaya ikna etmiş. Birkaç tane de fotoğraf çekmiş. Kitabın önsözü zaten hayal kırıklığına uğrayacağımın göstergesiydi. Klaus Schmidt daha ilk cümlesinde "Karl W. Luckert bu kitapta din ve etnografya alanlarında yürüttüğü araştırmaları temel alan özgün şahsi yorumunu sunmaktadır" diyerek kitapçıda kitabı eline alıp şöyle bir göz atmak isteyenlere mesajını veriyor. Devamında, Luckert'in yorumlarıyla ilgili tereddütlerinin olduğunu da söylüyor. Daha ne yapsın. Ben kitabı elime almadım, kitapçımdan istettim. İnternette görmüştüm, dediğim gibi, Göbeklitepe ile ilgili bir şeyler okumak istiyordum. İçeriğini çok detaylı araştırmamıştım. Başa gelen çekilir. Kitap 20 alt bölümden olan 3 ana bölümden oluşuyor. Hepsi birbirinin aynı gibi geldi bana. İlk bölümde bir şey anlatmaya başlamış yazar sonrasında da bu hikayeye dayandırmış her şeyi. İnsanoğlu avcılık yaparken hayvanları öldürüyor ve bundan pişmanlık duyuyor. Pişmanlığından dolayı kefaret ödeme hissine kapılıyor ve bu da dinlerin oluşmasına sebep oluyor. Kitap boyunca tekrarlanıp duran bir fikir bu. Kitabın bir yerine "varsayım" diye not aldım aynı sayfada "varsayım" kelimesine rastladım. Kitap baştan sonra varsayımlardan ibaret. "Günümüzde bile insan teknolojilerinin çoğu, suni yırtıcıların "doğa" halklarına ve birbirlerine karşı yürüttükleri ilkel silahlanma yarışının uzantılarıdır." İnsanın yırtıcı değil "suni yırtıcı" olarak adlandırılmasına ilk defa rastladım, tabi ki Luckert'in buluşu değil bu. Luckert, bir yerde, Schmidt'i ve bütün dünyayı etkileyen, "katedralin şehirden eski olmsının ortaya çıkması" durumunun kendisini o kadar önemsemediğini yazmış. O çağlardan kadınların toplayıcı erkeklerinse avcı olduğu varsayımı da Luckert'e ait sanırım. Bölük pörçük, birbiriyle bağlantısı olmayan bir sürü lüzumsuz varsayım, ne anlattığından kendisi bile emin olamayan bir yazar. Daha önce yazmış olduğu Navajolarla ilgili kitaba atıf yapabilmek için gereksiz yere şişirilmiş bölümlerle birkaç ilkel kabileyle ilgili yine birbiriyle bağlantısız bilgiler dolu bir kitap. Benim için komple zaman kaybı. İlgilisi var mıdır, okumuş mudur bilmiyorum. Göbekli Tepe, Karl W. Luckert tarafından kaleme alınmış. Alfa Yayınları tarafından yayınlanan bu 400 sayfalık eserin çevirisini Leyla Tonguç Basmacı yapmış. Zaman kaybı olarak hatırlanacak. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Titan'ın Sirenleri [Kurt Vonnegut]
Tumblr media
Hayranı olduğum yazarlar listesinin tepelerinde bir yere sahip olan sevgili Kurt Vonnegut'un gençlik dönemi eserlerinden, ikinci romanı Titan'ın Sirenleri. Bu romanı okurken, daha önce okumuş olduğum ve yazarın en başarılı romanı sayılan Mezbaha No:5'teki kahraman Billy Pilgrim'i de yad etmiş oldum zira Titan'ın Sirenleri'ndeki Winston Niles Rumfoord da aynı Bay Pilgrim gibi zaman içerisinde ileri ve geri gidip gelebilme yeteneğine sahip bir kişi. Vonnegut evreni için şaşılacak bir şey değil tabi ki. Vonnegut evreninde kişiler ve olaylar birbirlerinin içine giriyorlar fakat bu ikinci yazmış olduğu romanında fikirler varsa da kişiler henüz sahneye çıkmaya başlamamış. Kilgore Trout'u aradım roman boyunca, maalesef henüz evrene girmemişti. Tralfamador gezegeni ise burada olduğu gibi başka romanlarda da var olacak.
Tumblr media
Bu, zamanda ileri-geri gidebilme fikriyle ilgili henüz geçen hafta okumuş olduğum Zaman Makinesi kitabı da birbirlerine selam veriyorlar gibi. Vonnegut, H. G. Wells'in zamanda ileri-geri gidebilme fikrini biraz işleyerek daha fantastik bir hale sokmuş. Otostopçunun Galaksi Rehberi'nde de benzeri bir durum söz konusuydu, orada da Vonnegut'tan etkilenilmiş olabilir. 1959 yılında, insanoğlu henüz aya ayak basmadan önce yazılan ve yayınlanan bu roman güneş sisteminin çeşitli elemanlarında geçiyor. Satürn'ün uydusu Titan, Merkür, Mars ve Dünya. Hepsi de Winston Niles Rumfoord'un bir kronosinklastik infundibulumdan geçmesi sayesinde oluyor. Romanda 50'li yılların Amerikası ile ilgili çok gönderme var fakat bu yılların tanığı olmadığım için göndermeleri de anlayamadım. Daha genel, tüm çağlara hitap edecek şeyler ilgimi daha çok çekiyor. Mesela hayatın anlamını aramak gibi. Daha önce yine farklı Vonnegut kitaplarında dünyaya farklı anlamlar yüklendiğine şahit olmuştum, bu yazarı bu kadar tutacağımı bilsem yayınlanma sırasıyla okurdum. Burada da hayatın anlamı ya da anlamsızlığı üzerine bir zihin jimnastiği var. Bu anlam ve anlamsızlık bağlamında Otostopçunun Galaksi Rehberi'ne ilham verdiği fikrimi yineleyeceğim. "Muhtemelen biraz çatlaktı. Kendisinden başka yalnızca iki insanın daha yaşadığı bir uyduda, Güneş Sisteminde Hayatın Gerçek Amacı adını taşıyan bir kitap yazıyordu." Sadede gelecek olursak. 1959 yılında yayınlanan bu romanda Vonnegut, hayatın anlamından insanların bencilliğine kadar çok geniş bir yelpazedeki konulara değinip duruyor. İşin içine bir Mars-Dünya savaşını dahi sokacak kadar zengin bir eser sunuyor okuyucusuna. Dilimize Handan Balkara tarafından çevirilen bu 300 sayfalık eserin basımını da Can Yayınları yapmış. Tekrar ve tekrar ruhun şad olsun Vonnegut Dayı. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Masal Masal İçinde [Ahmet Ümit]
Tumblr media
“Hiç kuşkusuz yaşam bir armağandır,” diye yanıtlamış Padişah. “Ama biz öyle aciz yaratıklarız ki, bize sunulan bu armağanın tadını çıkarmak yerine kendimizi acılara boğuyoruz.”
Tumblr media
Polisiye türüyle bildiğimiz Ahmet Ümit ismini bir masal kitabında görünce polisiye bir masal kitabı olduğunu düşündüm. Kafamda canlandırdığım, evvel zaman içinde işlenen bir cinayet ve kalbur saman içinde aranan ipuçlarıydı. Yanılmışım ve yanılmam bu kitabı görmemle okumam arasında uzunca bir zamanın girmesine sebep olmuş. Kitapçıda rastladığım emekli bir edebiyat öğretmeni bu kitabı methedince, yeni tanıştığım hocanın ciddiye alınabilecek bir insan olduğuna kanaat getirince, kitabı oğlum için aldım, ben de şöyle bir göz atayım dedim. Dememle birlikte kitap beni sardı, içine çekti. Read the full article
0 notes