Text
NEHİRDEN DENİZE ÖZGÜR FİLİSTİN!
Ana sütü gibi hakkındır senin
Nehirden denize özgür Filistin!
Hürlüğe kavuşman yakındır senin
Nehirden denize özgür Filistin!
Paslı zincirlerin kırılır bir gün
Zalimlerden hesap sorulur bir gün
Müstakil bir devlet kurulur bir gün
Nehirden denize özgür Filistin!
Dost iyileştirir, yarayı eşmez
Filistin bayrağı yerlere düşmez
İnancımız budur, asla değişmez
Nehirden denize özgür Filistin!
Dünya var olukça varlığın kaim
Rüyalarımızı süslersin daim
Gönüller seninle bir ömür naim
Nehirden denize özgür Filistin!
Siyonist kudursun, çatlasın gayri
Gitsin uçurumdan atlasın gayri
Hasedinden ölsün, patlasın gayri
Nehirden denize özgür Filistin!
Özgürlük tokluktan elzemdir daha
Ona biçilemez kıymet ve paha
Hem Gazze hem Kudüs kalkacak şaha!
Nehirden denize özgür Filistin!
Sen ilk kıblemizsin, mübarek yersin
Rabbim asudelik ve huzur versin
Bizim gözümüzde müstakil, hürsün
Nehirden denize özgür Filistin!
Bu millet bin kere canından geçti
Vatanı uğruna ölümü seçti
Dik durdu bir ömür, sonsuza göçtü
Nehirden denize özgür Filistin!
Vicdanın ışığı, feri oldular
İslâm ümmetinin eri oldular
Zalim karşısında diri oldular
Nehirden denize özgür Filistin!
Bir gün dinecektir onca acılar
Kalıcı değildir, geçer sancılar
Huzura erecek ana, bacılar
Nehirden denize özgür Filistin!
Seni özgür görmek emelimizdir
Ümmet kardeşliği temelimizdir
Birlik beraberlik amelimizdir
Nehirden denize özgür Filistin!
Hürriyet güneşin doğacak elbet!
Üzerine rahmet yağacak elbet!
Yaradan, zalimi boğacak elbet!
Nehirden denize özgür Filistin!
Kelepçelerini kıracaksın sen!
Zalimin önünde duracaksın sen
Özgür Filistin'i kuracaksın sen
Nehirden denize özgür Filistin!
Alçak siyonistler devirse de çam,
Bize yoktur hüzün, bize yoktur gam
Hürriyete olan imanımız tam
Nehirden denize özgür Filistin!
M. NİHAT MALKOÇ
0 notes
Text
0 notes
Text
VATANSEVERLİK ÜZERİNE SAYIKLAMALAR
M. NİHAT MALKOÇ
Vatan, üzerinde yaşayanların uğruna canını verebileceği toprak parçasıdır. Bunun da ötesinde, o toprağın üzerinde yaşayanların geniş kitleler tarafından karşılık bulmuş değerleri, değerlileri ve genel kabulleridir. Bunların harmanlanmasıyla ortak bir zemin oluşturulur. Bu ortak zeminde bir araya gelen fertler, kendilerini o değerlerin yaşatılmasına memur sayarlar.
Aynı veya benzer gelenek ve görenekleri paylaştığımız, dinî ve içtimaî değerlerle adeta etle kemik gibi bütünleştiğimiz toprak parçasına “vatan” diyoruz. Vatan, alelâde bir toprak parçası değildir. Toprağı vatan yapan bir kısım maddi ve manevî değerler mevcuttur. Töre, dil, din ve tarih bunların başında gelir. Bu unsurlar birlik ve beraberliğimizin çimentosudur. Onlara sımsıkı sarıldığımız müddetçe gerçek kimliğimizi muhafaza etmiş oluruz. Bu değerlerden kopanlar, günün birinde melez bir varlık oluverirler.
Vatan; kadınından erkeğine, büyüğünden küçüğüne, zengininden fakirine geniş bir aile gibidir. Bu ailede doğuştan getirilen ve sonradan kazanılan statüler değişse de herkesin görev ve sorumlulukları bellidir. Buradaki birlik ve beraberlik huzurun yegâne kaynağıdır.
Alelâde coğrafyayı vatan yapan asli unsurlar ortak ruhu teşkil eden dinî ve milli duygu ve düşüncelerdir. Buna cami (kilise, manastır), saray, köşk, okul (eskiden medrese) ve müze gibi maddi (somut) değerlerimizi de katabiliriz. Sadece üzerinde yaşayanlar değil ebediyete irtihal eden ölülerimiz de bu toprağın vatan olmasındaki aslî unsurlardandır.
Bir toprak parçasının vatan telâkki edilmesinde dil (lisan) olmazsa olmazdır. Dil birliği millet olmanın esasıdır. Zira birlik ve beraberliğin çimentosu kabilindendir dil. Yahya Kemal'in şu sözü bunun en öz ve en güzel ifadesidir: “Türkçenin çekilmediği yerler vatandır. Ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar. Vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir.”
İnsan haysiyetiyle ve hamiyetiyle en çok da üzerinde yaşadığı toprağa benzer. Başka bir deyişle vatan bizim tek yumurta ikizimizdir. Onunla benzerliklerimiz saymakla bitmez.
"Vatan sevgisi imandandır." diye buyurmuş sevgili Peygamberimiz. Vatan bizim namusumuz ve iffetimizdir. Zira vatan işgal altında olursa namus da iffet de kalmaz. Milletlerin büyüklüğü arazilerinin genişliğiyle ölçülemez, vatanlarına bağlılıklarıyla ölçülür.
Ülkeler eğitim sistemlerinde vatanseverliği önceler. Çünkü vatanseverlik vatanın yücelmesine ve yükselmesine omuz vermektir. Vatanın çıkarlarını kendi şahsî çıkarlarından çok daha önde görmektir. Gaye millet iradesi ile birey iradesini aynı noktada birleştirmektir.
Fertlere vatanseverlik duygusu daha çok tarih ve edebiyat derslerinde yüklenir. Zira edebiyatta şair ve yazarlar milletlerin ortak kıymet hükümlerini edebî türler aracılığıyla geniş kitlelere aşılarlar. Tarih ise milletlerin ortak paydasıdır. Fertler bu ortak paydada bir araya gelerek geleceği şekillendirirler. Bu da kıymet hükümlerinin birlikteliğini sağlar.
Vatanseverlik duyguların en asili, en azametlisi ve en mukaddesidir. Onu şovenizmle (aşırı ulusçulukla) karıştırmamak gerekir. Kanaatimce soylu bir duygu olan vatanseverliği hakkıyla ve lâyıkıyla hissetmeyenler gerçek insan (hele de vatandaş) vasfı taşı(ya)mazlar. Öte yandan vatanseverlik, ispatı gerektiren bir iddiadır; kuru bir hamaset değildir. Vatanseverlik, başkalarının sırtına yük olmak değil başkalarının omzundaki yükü alabilmektir. Usta şair Tevfik Fikret'in de dediği gibi "Vatan çalışkan insanların omuzları üstünde yükselir."
Vatanseverlik sadece nimetleri değil çileleri de paylaşmaktır. Tabir caizse iyi bir (ask)ere iyi bir komutan, iyi bir komutana iyi bir (ask)er olabilme azim ve kararlılığıdır.
Vatanseverlik, kişi her ne iş yaparsa yapsın (mesleği ne olursa olsun) işini (vazifesini) özenerek bezenerek en iyi şekilde (adam gibi) yapmasıdır. Bu hususta Atatürk'ün şu veciz sözünü kulaklarımıza küpe etmemiz gerekir: "Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır." "Ben bir fert olarak ne yapabilirim?" dememek gerekir. Zira unutmamak gerekir ki "Bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir insanı, bir insan da bir ülkeyi kurtarır."
Ne güzel söylemiş hulefa-i raşidinin son halkası olan Hz. Ali "Şahsınıza kötülük eden bir düşmanı affediniz, lâkin vatanınıza ve milletinize kötülük eden bir kimseyi asla affetmeyiniz." diye. Nihai düşüncem odur ki vatan varsa her şey vardır, vatan yoksa hiçbir şey yoktur. Vatanseverlik ölümü göze alabilmektir. Zira vatan toprağında ölmek bile saadettir. Gelin bu mevzuya dair son sözü tarafımdan kaleme alınan bir şiirle tamamlayalım: "Uğrunda ölmeye ant içmişim ben/Toprağı bir ekip bin biçmişim ben/Vatanı kendime yâr seçmişim ben/Sensin sol yanımda atanım benim!/Biricik sevgilim vatanım benim!//Gurbete düşene âhsın, kedersin/Yaşlı gözlerimde nasıl tütersin? /Başka yâr aramam, bana yetersin/Yüreğime huzur katanım benim!/Biricik sevgilim vatanım benim!//Sendedir umudun çerağı sende/Hasret yolcusunun durağı sende/Her şeyin yakını, ırağı sende /Düşmana kaşını çatanım benim!/Biricik sevgilim vatanım benim!//Şereflidir mâzin, şanla doludur/Ay yıldızlı bayrak kanla doludur/Mübarek toprağın canla doludur/Hürriyet zevkini tadanım benim!/Biricik sevgilim vatanım benim!/Minarelerinde ezanların var/Gül yüzlü baharın, hazanların var/Şanlı destanını yazanların var/Gönül döşeğinde yatanım benim!/Biricik sevgilim vatanım benim!//Kalbim yalnız senin için atacak/Kara toprak bir gün bizi yutacak/Ölüm de dirim de sende yatacak/Sensin sol yanımda atanım benim!/Biricik sevgilim vatanım benim!"
0 notes
Text
TRABZON BELEDİYESİ "T" DERGİSİNİN DEVAMI NİÇİN GELMEDİ?
M. NİHAT MALKOÇ
Türkiye’de ne dergiler geldi geçti kültür sanat hayatından. Bunların bir kısmı kalıcı olsa da, çoğu matbuat mezarlığındaki yerini aldı. Öyle de olsa hepsi yayımlandıkları sürece hayatımıza renk ve ahenk kattılar. Zira dergiler bir mektep gibidir. Buralarda yetişiyor kalem erbapları. Onun içindir ki yayın hayatına başlayan her dergi beni fazlasıyla heyecanlandırır.
Malumdur ki şehirler kültür ve medeniyet değerleriyle var olurlar. Bundan beş yıl evvel (2020'de) Murat Zorluoğlu başkanlığındaki Trabzon Büyükşehir Belediyesi tarafından "T" dergisi yayımlanmaya başlandı. Üç aylık periyotlarda çıkarılması düşünülen derginin ilk sayısı "Ekim/Kasım/Aralık 2020" tarihini taşıyordu. Şimdilerde Diyarbakır Valisi olan Zorluoğlu, derginin ilk sayısında şunları söylüyordu: “T Dergi'mizin amblemindeki 'T' elbette sadece “Trabzon'u değil; Trabzon’la birlikte bütün “Türkiye'yi temsil ediyor. Zaten öyle olması beklenirdi. Çünkü her şeyden evvel, kadim bir kültür şehri olan Trabzon’a bu yakışırdı. Kültür ve sanatın yerelden güç alarak evrensele açılması gerektiği bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla 'T Dergi' de Trabzon yerelinden neşet bulacak, güç alacak ancak ulusal çapta etki uyandıracak ve kamuoyu oluşturacaktır. Her sayıda Trabzon’un değerlerini okuyucuyla buluştururken aynı zamanda edebî eserleri de bünyesinde barındıracaktır."
T Dergi'nin Trabzon Büyükşehir Belediyesi adına imtiyaz sahibi Murat Zorluoğlu idi. Söz konusu derginin yayın koordinatörü Erdem Zekeriya İskenderoğlu, Genel Yayın Yönetmeni Emre Gülsever, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Metin Şahin idi.
Güzel bir şehir dergisiydi T Dergi. Trabzon'un ve Türkiye'nin T'siydi. Ancak beş sayı yayımlanabildi. Bu beş sayı da, daha önce belirtildiği gibi, üç aylık periyotlarda yayımlanamadı. Derginin ikinci sayısı Ocak/Şubat/Mart 2021'de çıktı. Üçüncü, dördüncü ve beşinci sayılarda gecikme olduğu için ay belirtilmedi. İkinci ve üçüncü sayı 2021'de, dördüncü ve beşinci sayı ise 2022'de okuruyla buluştu. Yani derginin ilk beş sayısında yayınlanma tarihi açısında bir istikrar sağlanamadı. Bu, derginin devamlı olamayacağını gösteren bir işaretti. Oysa ilk sayı ne kadarda iddialı açıklamalarla çıkmıştı. İlk dört sayı 96 sayfadan ibaret, adeta bir kitap boyutundaydı. Son sayıda sayfalar 86'ya düşmüştü.
Trabzon Büyükşehir Belediyesi tarafından yayımlanan "T" dergisinde, biri 2. sayıda (Vefatının 60. Yılında Peyami Safa), öteki 3. sayıda olmak üzere (Aytekin Çakmakçı'yla Sinema Üzerine Röportaj) benim de iki yazım yayımlandı. Devamı maalesef gelmedi.
Trabzon T Dergi'si Zorluoğlu'ndan sonra devam etmedi. O da birçok dergi gibi tarihin dergiler mezarlığındaki yerini aldı. Peki bugünkü Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Metin Genç'in bu veya buna benzer bir şehir dergisi çıkarma gibi bir düşüncesi var mı? Bu şehirde 37 seneden beri yazan bir insan olarak bu konuda bir bilgimiz ne yazık ki yok.
Günümüzde birçok belediyenin çıkarmakta olduğu kültür, sanat, edebiyat ve şehir dergileri var. Belediye yönetimi demek sadece yol, su ve altyapı yapan ekip demek değildir. Şehrin kültürünü, sanatını ve edebiyatını yaşatmak ve bunlara hizmet etmek de belediye başkanlarının işleri arasındadır. Trabzon gibi kültürün, sanatın ve edebiyatın inkişaf ettiği tarihî bir şehirde belediye destekli bir şehir dergisinin yaşatılamaması esef vericidir.
Fatih'in fethettiği, Yavuz'un yönettiği, Kanunî Sultan Süleyman'ın doğduğu bu kadim şehre birinci sınıf bir dergi yakışır. İsterseler T dergisini kaldığı yerden devam ettirebilirler. "Biz belediyenin başına getirilen yeni bir yönetimiz, eskiyi devam ettirmek yerine yeni isimde bir dergi çıkarırız." derlerse ona da razıyız. Öyle veya böyle bu şehre böyle bir dergi gerekir.
Dergilerin uzun ömürlü olması ve devamlılığı iyi bir ekip oluşturmakla mümkün olur. Bu da Belediye Kültür Müdürlüğünün öncülüğünde oluşturulacak bir yapılanmayla gerçekleştirilebilir. Bizler bu şehrin kalemleri olarak böyle bir oluşuma her zaman destek vermeye hazırız. Trabzon'un kadim kültürü ve medeniyeti böyle bir dergi vasıtasıyla açığa çıkar. Hiç vakit kaybetmeden böyle bir derginin tekrar çıkarılması kültürel açıdan elzemdir.
0 notes
Text
SİYAHÎ BİR GECENİN AYDINLIK ŞAFAKLARI
M. NİHAT MALKOÇ
O kapkaranlık 15 Temmuz gecesi şüphesiz ki Türkiye için en uzun ve en acılı geceydi. O gece gerçekleştirilen o kalleş darbe girişimi Türkiye'ye yapılan en büyük ihanettir. 15 Temmuz gecesinde aslında Türk halkının umutlarına, hayallerine ve geleceğine darbe vurulmak istenmiştir.
15 Temmuz'da, içimizde gizlenen hainler nihayet ortaya çıkmıştır. Bunu yapan zalimler öldürdükleri polislerle ve masum vatandaşlarla bu ülkeye tokat attığını düşünüyorlar. Oysaki onların bize atmış olduğu tokat bizi uyandırdı. Asker dediğimiz insanlar ne yazık ki vatan haini çıktı. Biz onların tokadıyla daha fazla güçlendik. Onların hainlikleri bizi daha da kenetledi. Onlara milletçe hayatları boyunca unutamayacakları bir ders verdik. Neye uğradıklarını şaşırdılar.
O gece hainler umduklarını bulamadılar. Genciyle yaşlısıyla Türkiye o gece vatan sevgisiyle meydanlara döküldü. Bu da bizim, vatanına ne kadar düşkün ve bağlı bir millet olduğumuzu açıkça gösterdi. Hatırlarsanız o gece isyan sesleri yerine ezan sesi eksik olmadı semalarımızdan. Ezan seslerini duyanlar canlarını vatan uğruna vermek için sabırsızlandı.
O gece Ali, Ayşe, Mehmet yoktu. Sadece tek kelimeyle vatan vardı. Dediğim gibi tek kelimeyle vatan. Sonsuza dek var olacak, bölmeye kimsenin gücünün yetmeyeceği bir vatan.
Hiç beklenmedik bir anda geldi darbe! Vatandaş evine dönüyordu hiçbir şeyden habersiz. Belki de çocuğuna son defa sarılacaktı. Kiminin çocuğunun doğmasına bir gün vardı, kiminin ise evlenmesine. Ama o hainler, o acımasız hainler hiç umursamadan kıydı vatandaşlarımızın canına!
Darbeci hainler o gece insanlıktan çıkmışlardı. Kendilerini kaybetmişlerdi. Acaba bu hainler hiç düşündüler mi o evladı için ağlayan anneler bizim de annelerimiz olabilirdi, o hiçbir şeyden haberi olmayan çocuklar bizim de çocuklarımız olabilirdi. Ama böyle düşünmeye akılları yetmez.
15 Temmuz'da büyük bir sınav verildi. O gece askerler polise düşman edildi. Tanklar vatandaşların üzerlerine sürüldü. Yapılacak en büyük hainlikler, yapılmaktan geri durulmadı. Ama vatanı için canını seve seve verebilecek olan Türk milleti hesaba katılmamıştı. Türk milletini vatanına karşı ölümle korkutamazdı hainler. Korkarak evlerinden çıkamayacağı düşünülen halk akın akın sokağa döküldü. Adeta ölüme koştular. Tanklara, tüfeklere bedenlerini siper ettiler.
Marşların en güzeli olan İstiklal Marşı'nın ilk kelimesi "KORKMA!" ifadesiyle başlıyordu. Neden biliyor musunuz? Çünkü milli şair Mehmet Akif Ersoy biliyordu Türk milletinin asla korkmayacağını. Bu yüzden millî marşımızın ilk mısrasına "KORKMA!" ile başladı. Zira korkmayan insan her şeyi rahatlıkla yapabilirdi. Nitekim zafer korkmayanlarındı.
15 Temmuz gecesi birçok polisimiz ve masum, silahsız sivil vatandaşlarımız şehit oldu. Ama boşuna mı? Hayır! Türkiye'nin, canlarından aziz bildikleri vatanlarının uğruna şehit oldular.
Bu topraklar tarih boyunca nice büyük kahramanlar gördü. Hatırlayın Çanakkale'de yüreğiyle savaşan kahraman asker Seyit Onbaşı'yı. O Seyit Onbaşı ki on kişinin kaldıramayacağı mermiyi vatan aşkıyla kaldırıp namlunun ucuna koydu. Sanki bir mermi değil de masanın üstünde duran bir bardak misaliydi kaldırdığı top mermisi. Bunu bir insanın yapması imkansızdı.
Peki sadece erkek kahramanlarımız mı var? Rusların karşısına çıkarak bir erkek gibi savaşan Nene Hatun'a ne demeli? Ya Nene Hatun'un izinden giden diğer kahraman kadınlarımız? Onlar çocuklarını evde koyup cepheye gittiler. Bir anne için en zor olan şey yavrusunu beşikte bırakıp gitmektir. Belki de ona bir daha sarılamayacağını bile bile cepheye mermi taşımak kolay mı? Bu milletin içinden böyle yiğitler çıktı. İşte bunlar asırlar geçse de asla unutulmaz. Bunlar Türkiye’nin övünç kaynağı gerçekleri! Bu ülkede ne Seyit Onbaşılar, ne Nene Hatunlar can verdi. Vermeye de devam edecektir. Analar nice yiğitler daha doğuracaktır bu topraklarda.
Hiçbir gerekçe vatana ihaneti masum gösteremez. Vatan bizim iffetimiz ve namusumuzdur. Onun için vatan hainleri ağır cezalarla cezalandırıldılar. Zira kimse yaşattığını yaşamadan ölmez.
15 Temmuz’dan önce de birçok darbe oldu bu ülkede. Ama Türk milleti hâlâ ayakta. Asla yıkılmadık. Hep ayakta kalacağız. Bundan sonra bu gibi işlere yeltenenlere fırsat vermeyeceğiz.
O karanlık gecenin hiç bitmeyeceğini zannetsek de sabahın ilk ışıklarıyla doğuyordu güneş. Sanki havada uçan kuşlar Türk milletinin özgürlüğünü müjdeliyordu. Neticede geldikleri gibi gittiler, kazanan Türk milleti oldu. Bütün şehitlerimize Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum. Allah Türkiye'ye bir daha böyle bir acı yaşatmasın. Aziz milletimiz hep var olsun.
0 notes
Text
RAMAZAN'A KAVUŞMAK
M. NİHAT MALKOÇ
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalıyor; neticede dönüp dolaşıp kamerî aylarımız recep, şaban ve ramazan manevî feyiz ve bereketiyle her yıl gönül iklimimize misafir oluyorlar. Recep, şaban derken ramazan gönül kapımızda arz-ı endam ediyor bugünlerde. "Ben geldim." diyor. "Boş gelmedim, manevi feyiz ve bereketimle geldim." diyor. "Sana sonsuzluğun Rabbinden yepyeni fırsatlar ve manevî kazançlar getirdim." diyor.
Recep ayı girince Peygamber Efendimiz "Allahümme barik lena fi recebe ve şa'bân ve belliğna ramazan: Allah'ım Receb ve Şaban'ı bize bereketli kıl ve bizi Ramazan'a erdir" diye dua ederdi. Bizler de onun ümmetinden Müslümanlar olarak bu duaya "Amin" diyoruz.
Ramazanı kutlu bir ay yapan Kur'an'ın bu mübarek ayda inmeye başlamasıdır. Kur'an'ın inmeye başladığı geceye Kadir Gecesi (Leyletu'l-Kadr) denmiştir. Kur'an'ın indirildiği gece, Hak ve halk katında bin aydan, yani 83 yıllık bir ömürden daha hayırlı ve bereketli bir gece olmuştur.Yüce Kur'an o geceyi azametiyle bereketlendirmiştir. Bu da gösteriyor ki ramazan, kıymetini Kur'an-ı Kerim'in kendisinde inmesinden almaktadır. Onun içindir ki mübarek ve muazzez olan ramazana halk arasında "Kur'an Ayı" denmiştir.
Gönül coğrafyamızı bahara döndüren ramazan, rahmet iklimine susamış Müslümanlar için manevi bir sığınaktır. Ramazan manevi açıdan, yaşayan kullar için fırsatlar ayıdır. Geçen sene ramazanı oruçlu geçirip de bu ramazana erişemeyenler için bu rahmet kapısı kapanmış durumdadır. O zaman canımız bedenimizde iken bu büyük manevi fırsatı kaza etmemeliyiz.
Belli ki her ne kadar zamanını bilmesek de vakti gelince büyük bir yolculuğa çıkacağız. Bu, dünyevî yolculuklara nazaran çok daha uzun ve meşakkatlidir. Her yolcu yolda mağdur ve mahzun olmamak için azığını hazırlamak mecburiyetindedir. Ramazanda oruç tutarak, mealini de tefekkür ve tezekkürle Kur'an-ı Kerim okuyarak, hayır ve hasenatta bulunarak kazandığımız sevaplar bu sonsuzluk yolculuğunda azığımız olacaktır. Ne kadar çok azık biriktirirsek yolculuğumuzda elimiz o kadar rahat, soframız o kadar bereketli olacaktır.
Ramazan sadece imsaktan iftara kadar yemekten ve içmekten uzak kalmak değildir. Orucu bu derece yüzeysel olarak anlamak ve tatbik etmek onu hakkıyla ve lâyıkıyla anlamamaktır. “Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan sadece açlık ve susuzluk elde eder.” (Nesâî, İbn Mâce) hadis-i şerifi onlar için bir ihtar niteliğindedir.
Müslüman, ramazanda sadece midesine değil eline, kalbine, diline, gözüne ve kulağına da oruç tutturur. Zira her organın kendine göre orucu vardır. Kalbin orucu kin, nefret ve suizan gibi kötü duygulardan uzak durmaktır. Dilin orucu yalan, gıybet, iftira, kötü söz ve malayani konuşmamaktır. Gözün orucu harama bakmamaktır. Kulağın orucu kötü söz duymamaktır. Böyle bir oruç salihlerin orucudur ve Hak katında muteberdir. Ne mutlu kirlenmiş, yozlaşmış ve ayarını kaybetmiş bu ahir zamanda böyle temiz oruç tutabilenlere!
“Gözlerin zinası nazar, kulakların zinası dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası dokunmak, ayakların zinası yürümektir; kalp onu arzu eder, diler ve avret onları ya doğrular veya yalanlar.”(Buharî, Müslim) hadisi Müslüman'ın orucunun sınırlarını belirlemiştir.
İki cihan serverimiz ve daimi rehberimiz Resulullah Efendimiz “Beş şey vardır ki, oruçlunun orucunu bozar: Yalan, gıybet, kovuculuk, yalan yere yemin etmek, şehvetle bakmak.” Fakat bunlar bilinen oruç bozucu şeyler arasında sayılmaz. Varsa yoksa yememek... “Oruç, mümin için kalkandır. Bu bakımdan herhangi biriniz oruçlu ise, fahiş konuşmasın, cahilce hareket etmesin. Eğer bir kişi kendisiyle çirkin konuşur veya dövüşürse: ‘Ben oruçluyum, ben oruçluyum’ desin.” (Buharî, Müslim) hadisi bu konuda yol göstericidir.
Peygamber Efendimiz (asm) oruç ibadetinin kutsiyetiyle ilgili şöyle buyurmuştur: “Cennette Reyyan denilen bir kapı vardır. Bu kapıdan kıyamet gününde yalnız oruç tutanlar girer. Başka hiçbir kimse giremez. (Kıyamet gününde) "Oruçlular nerede?" diye çağırılır. Oruç tutanlar kalkıp o kapıdan girerler. Oruçluların sonuncusu bu kapıdan içeri girdiği zaman kapı kapatılır, artık oradan içeriye hiç kimse giremez.” (Sahih-i Müslim, hadis no: 1947)
Ramazan af ve mağfiret ayıdır. Bunun için de zaman kaybetmeden (ertelemeden) güç, kuvvet ve gençlik yerindeyken pişmanlık duyarak affa mazhar olmak gerekir. Ramazan, mazlum ve mağdur coğrafyalarda yaşayan bîçâre insanların huzur ve sükûn bulmasına vesile olsun. Rabbim bizi ramazandan hakkıyla ve lâyıkıyla istifade edenlerden eylesin. Rabbim bizlere son nefesimize kadar yolunda olmayı ve yolunda ölmeyi nasip eylesin.(Amin.)
0 notes
Text
İSLÂM ÇALIŞ DEDİKÇE SEN ÇALIŞMADIN, DURDUN…
M. NİHAT MALKOÇ
Çalışmak hayatın olmazsa olmazıdır. Dünya çalışma üzerine kurulmuştur. Bugün geldiğimiz aşama çalışmanın semeresidir. Çalışma durunca hayat da durur bir anlamda. Dünyada şuurlu veya şuursuz her varlık kendisine verilen vazifeyi bir şekilde yerine getirir. Vücudumuza baktığımızda beyin, mide, bağırsak, ciğerler, böbrekler, damarlar ve benzeri bütün organlarımızın devinim halinde olduğunu görürüz. Vücudun en ağır işçisi olan kalp gece gündüz demeden bütün organlara durmaksızın kan pompalar. Kalp çalışmazsa beden iflas eder. Bunu kâinattaki bütün varlıklara teşmil edebiliriz.
Belli bir yaşa gelen insanlar, hayatlarını idame ettirebilmek için çalışmak mecburiyetindedir. Çalışmak aslında hayatın devam edebilmesi için mutlak bir zorunluluktur. Başarı kapılarını açmak için sihirli bir anahtardır çalışmak… İnsanlığın taş devrinden bugünkü sibernetik devrine gelişi çalışma sayesinde olmuştur.
Çalışmak İslâm’ın emridir. Fakat ne yazık ki Müslümanlar bu emri hakkıyla ve lâyıkıyla anlayamamış, onun için de gereğini yerine getirememiştir. Bu yüzden İslâm dünyası geri kalmıştır. Bunu Tanzimat dönemi şairlerinden Ziya Paşa şöyle dile getirmiştir: “Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm,/Dolaştım mülk-i İslâm’ı, bütün vîrâneler gördüm.”
Yüce Rabbimiz “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Onun çalışması yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir.”( Necm, 53/39-41) buyurmaktadır.
İslâm dini çok ciddi zaruretler olmadan yapılan dilenciliği kerih görmüştür. Onun içindir ki “Veren el, alan elden üstündür” hadisi bu konuda söylenmiştir.
Ülkemizde uzun yıllardan beri işsizlikten ve aşsızlıktan şikâyet edilir durulur. Oysa kişi istese iş de, aş da bulabilir. Kişide her şeyden evvel çalışma azminin ve kararlılığının olması gerekir. Bu dirayette kişiler mutlaka eninde sonunda bir iş sahibi olabilirler.
Güya memlekette çalışılacak iş yok. Bunu söyleyenlerin çoğu aslında iş beğenmez asalak tipli kişilerdir. Oysa tembel olmayanlar için ve de iş seçmeyenler için iş de var, aş da. Yeter ki çalışma hususunda istekli ve kararlı olunsun.
Son yıllarda insanlar köylerdeki arazilerini terk ederek şehre inmişler. Köyler bu yüzden boşalmış, araziler çimen bağlamıştır. Şehre gelen insanların bir kısmı iş bulamadığı için zamanlarını kahve köşelerinde geçirmeye başlamıştır.
Türkiye dünyada kahve kültürü olan ender ülkelerdendir. Buralarda gün boyu kâğıt oyunlarıyla vakit öldüren insanlar dönüp de işsizlikten ve aşsızlıktan yakınırlar. Bu, Osmanlıdan günümüze kadar süregelen bir tembellik (kül)türüdür. Millî Şairimiz Mehmet Akif, vaktini kahve köşelerinde zâyi edenleri bir şiirinde şöyle eleştirir: “Mahalle Kahvesi, Osmanlılar bilir, ne demek/“Tasavvur etme sakın, ‘Görmedim, nedir?’” diyecek?/Dilenci şekline girmiş bu sinsi cânîler,/Bu, gündüzün bile yol vermeyen harâmîler/ Adımda bir dikilir azminin, gelir önüne;/ Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe…/Mahalle kahvesi şarkın harîm-i kâtilidir;/Tamâm o eski batakhaneler mukabilidir./Zavallı ümmet-i merhûme ölmeden gömülür;/Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür…”
Yaşınız ne olursa olsun, hasta olmadıktan sonra çalışmak İslâm'ın emri ve insan olmanın gereğidir. Çalışmaya gücü yettiği halde birilerinin eline bakmak acizlik ve şahsiyetsizliktir. Üstelik asalaklıktır. Yine Mehmet Akif'in deyimiyle “Her kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası;/Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası.”
Müslümanların geri kalmışlığını yüce dinimiz İslâm’a mal etmek bu dine yapılan en büyük haksızlıktır, iftiradır, alçaklıktır. Hiç kimsenin buna hakkı yoktur. Çünkü İslâm, çalışmayı ibadet derecesinde gören bir dindir. Öyle ki meşru dairede çalışmak hep övülmüştür. Yine büyük İslâm şairi Mehmet Akif bu durumu şu mısralarında şiddetle eleştirir: “Çalış! dedikçe şerîat, çalışmadın durdun,/Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!/Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,/Zavallı dini onunla çevirdin maskaraya!”
0 notes
Text
ÜSTAD ARİF EREN'DEN "ÂRİFANE SÖZLER VE SEÇİLMİŞ BEYİTLER"
M. NİHAT MALKOÇ
Günümüz yaşayan şairlerinin en önemlilerinden biridir üstad Arif Eren. O, bugüne kadar Türk şiirine birbirinden güzel yüzlerce şiir armağan etmiştir. 20 Kasım 1938'de Kahramanmaraş'ta doğan Arif Eren, ilk ve ortaokulu Maraş'ta okumuştur. İlköğretmen Okulu ve Erzurum Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdikten sonra Karaman Lisesi, Bursa Kız Öğretmen Lisesi, Bursa Anadolu Lisesi, Kahramanmaraş Kız Meslek Lisesi, Ticaret Lisesi ve Eğitim Enstitüsünde Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yapmıştır. 1993'te emekli olmuştur. "Bu Kent Sende Kalsın(1965), Yurt Tesbihi(1975), Hayatı Huzura Ayarlamak (1985), Görkemli Denge (1996), Zaman Yerinde Durmaz (2006), Ses İpine Asılan Sözler-Seçilmiş Şiirler (2019), Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" onun kıymetli eserleridir.
İlk şiiri Çağrı dergisinde yayımlanan Arif Eren'in şiirleri bugüne kadar "Hisar, Varlık Yıllığı, Türk Edebiyatı, Milli Kültür, Dolunay, Defne, Ilgaz, Elif, Toprak, Tepe Edebiyatı, Seviye, Kültür ve İnsan, Doğuş Edebiyat, Harman, Yeni Edebiyat Yaprağı, Çınar, Genç, Kardelen, Alkış, Güneysu, Kırağı, Mevsimler" adlı fikir ve sanat dergilerinde yayımlanmıştır. Dergi deyince kendisi tarafından 30 sayı yayımlanan Mevsimler dergisini unutmamak gerekir.
Şairler otağı (veya yatağı) diyebileceğimiz Kahramanmaraş'ımızın yüz akı şairlerinden biri olan Arif Eren, şairliğinin yanında bilge bir insandır. Onun birbirinden güzel vecizeleri (özdeyişleri) mevcuttur. O, bir anlamda "Tiryaki Sözler" adlı çok kıymetli bir kitabı bizlere hediye eden merhum şair Cenap Şahabettin'in günümüzdeki uzantısıdır. Şahabettin'in "Tiryaki Sözleri"ni çoğumuz biliriz de Arif Eren'in "Ârifane Sözler"ini çoğumuz bilmeyiz. Aslında bu bir eksikliktir. Anlam bakımından bu kadar yoğun ve derin olan bu sözler kenarda köşede kalmamalıdır. Sağlaması yapılmış (tecrübe edilmiş) bu sözler kulaklarımıza küpe olmalıdır.
"Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" Öncü Kitap tarafından kitap halinde okurların istifadesine sunulmuştur. 112 sayfadan meydana gelen bu kıymetli kitap adından da anlaşılacağı üzere iki bölümden meydana geliyor. Kitabın ilk bölümü "Ârifane Sözler" adını taşıyor. Kitapta sekiz sayfada 141 tane Arif Eren imzalı vecizeye yer veriliyor. İkinci bölüm ise "Seçilmiş Beyitler" adını taşıyor. Bu bölümde alfabetik sıraya göre (A'dan Z'ye kadar) sıralanmış onlarca özlü ve yoğun beyit okuyucuların ilgisine ve istifadesine sunulmuştur. Yine aynı kitapta 78 sayfada 400'ün üzerinde seçme beyit yer alıyor. Yoğurt var, süzme yoğurt var. Teşbihte hata olmaz, bu beyitler süzme yoğurt kabilinden, yani özün özü...
"Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" kitabı Arif Eren'in Ön Söz"üyle başlıyor. Eren, Ön Söz'ünde "Anahtar bir kapıyı, güzel söz her kapıyı açar. Açılan kapılar insanın yaşamını düzenler. Pişmanlıklar, keşkeler ve bizi üzen hüsran hep sözle olur. Bu bakımdan aklın vize vermediği hiçbir söz dil gümrüğünden geçmemelidir. İnsan diliyle dost olup onun düşmanlığından kurtulmalıdır. Birçok insan bunun farkında olmadan yaşar. Yerli yersiz konuşur. Bu tür konuşmalar hoş karşılanmaz. Dil kendi haline bırakılırsa aklın kontrolünden çıkar, telâfisi mümkün olmayan sonuçların suçlusu olur. Küskünlükler, kavgalar, hatta ölümler bile kötü söz yüzünden gerçekleşir. Bilmeliyiz ki yürek sevgiyle, dil sözle güzelleşir. Şiir meclislerinde, sanat toplantılarında ve aile arasındaki sohbetlerde yeri geldikçe okunan bir beyit ya da bir mısra konuşmayı daha çekici hale getirir. 'Ârifane Sözler' bölümüne seçtiğim beyitlerimi de ekleyince 'Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler' adlı bu kitap gerçekleşti. Kitabın, şairlerin beğenisini kazanacağına genç şairlere yol göstereceğine ve sanat sevenler tarafından zevkle okunacağına inanıyorum. " sözlerine yer veriyor.
Günümüz şiirinin iftihar kaynaklarından biri olan şair Arif Eren Türkçeyi bir kuyumcu titizliğiyle ve anlam yoğunluğuyla işleyerek ona hizmet etmiştir. Onun derin anlamlar içeren birbirinden güzel vecizeleri bunun canlı şahitleri gibidir. Bu vecizelere örnekler vermek istiyorum: "Şiir, ses ipine söz asmak sanatıdır. Şair, ses ipine söz asan sanatçıdır. Şiirin konuştuğu yerde nesir susar. Kitap aynadan daha vefalıdır, her yaşta insanı güzel gösterir. Karar vermekte geç kalma, zaman yerinde durmaz. Dil kendi hâline bırakılırsa aklın kontrolünden çıkar. Şahsiyet saygın yaşamanın bir simgesidir, rozet gibi her yakaya takılmaz. Şahsiyet namuslu insanın şeref madalyasıdır. Erkeğin gücü kadına korku değil güven vermelidir. Kadına şiddet hayvanî bir duygunun belirtisidir. Mutlu evin penceresi sokağa küsmez. Kısmet neredeyse ayaklar oraya götürür. Gideceği yeri bilmeyen, geldiği yeri bulamaz. Yükseklerde makam arama, tapulu yerin mezarındır. Temeli yalan olan konuşma, küçük bir sallantıda yıkılır. Dalkavukluk bir şahsiyet hastalığıdır. Vicdan kirlenirse dil arsızlaşır. Sabah namazı ibadet kapısının anahtarıdır. Ayna bir ömür boyu güzelliği saklayamaz. Hayat güzelliğini yitirmesin diye ölüm bir sır olarak kaldı. Oruç yürekte açan sabır çiçeğidir. Öğretmenin eskitemez öğrettiklerini zaman, silemez imzasını hiçbir silgi. Öğretmen gönlü ve kafası birer gergef yüreklere sevgi, beyinlere ışık dokur. İnsanları ayırsalar da seven gönüller aynı yerdedir. Aşkın şifresi unutuldu mu gözler gözlerde, yürek yürekte kilitli kalır. Göz bahçesinin söz salıncağında fazla sallanılmaz. Sevmeyen yüreklere ayrılık dikeni batmaz. İlkbahar terazisi renk ve koku ile dengelenir. Dikenin ele batması gülü kıskandığı içindir. Umut can evinde açan mutluluk çiçeğidir, onu soldurmayın. Yürümeyi sabır yolunda öğrenenin ahlâkı güzel olur. Yanlış yolda yürüyen, gideceği adreste huzur bulamaz. Bir insana hak etmediği değeri verirsen, o ölçüde değerini yitirirsin. İnsan farkında olmadan konuştuğu sözlerle kendini anlatır. Sanatın dokunulmazlığını hiçbir güç kaldıramaz."
Bugüne kadar Türk edebiyatına yüzlerce şiir kazandıran Arif Eren, üslûp sahibi bir şairimizdir. Onun şiirleri başka şairlerinin şiirlerine benzemez. Bu yönüyle özgün bir şairdir. Onun şiirleri zamanın hoyrat ellerinden kurtularak zamanımıza kadar gelerek rüştünü ispatlamıştır. İlk bakışta kolay gibi görünen mısraları, hakikatte söylenmesi zor ifadelerdir. "Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" kitabında bu düşüncemizi örneklendiren yüzlerce mısra mevcuttur. Bunlardan bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum: "Açılmış bir beyaz nilüferdir içi/Gözlerinin berrak sularında", "Adresi hangi dönülmez yerde/Yoluna mıhlanıp kaldı gözlerim", "Anıları yansıtan bir aynadır zaman/Ay yüzerken ırmakta", "Aldığı nefes, attığı adım sonrası/Ne olacağını bilemez insan", "Anahtarı kayıp kapılar gibi/Bilinmez ne zaman açılır yollar", "Arkasından özlem duyulan günler/Kuşlar gibi uçtu uzak yerlere", "Arkalarında iyi izler bırakarak/Dualarla bu dünyadan gittiler", "Aşk vatan ve din farkı gözetmemiş/Kerem'le Aslı'yı sevda kül etmiş", "Akan sular söndüremezdi/Kalbinde yansaydı aşk ateşi", "Bakmayın şiirde söylenenlere/Mısralara sığmıyor mutluluk", "Bilemezsin ömür takviminin yaprağında/Neler yazılı bugün", "Boş yere yük etme/Söküp at sevgisiz kalbi", Biliyorum bu kentten giderken/Gölgem bile yanımda olmayacak", "Bir salıncakta geçmiş zaman sallanır/Vefalı günler mevsim mevsim hatırlanır", "Bir takvimi yok/Bilinmez/Ne zaman başlar yolculuk", "Böyle olur garibin sevdası/Dumansız ateş gibi içten kanar", "Biliniz ki insanı insan değil/İnsanı vicdanı sorgular", "Bir dokunulmazlığın var/Güzelliğine/Bir şey yapamıyor yıllar", "Boynunda hüznün yağlı sicimi/Sallanırken gecenin darağacında/Bir soran olmaz nedir gerekçe", "Böyle şakşakçı seyirci varken/Telden ne diye insin cambaz", "Bu çıkmazda direnmek niye?/Rızkın mı kesildi insanlıktan?", "Canciğer dostlar vardır/Yanıma gelenler arasında/Gözlerim gelmeyenleri aradı", "Can ateşinde pervane gibi/Kendi canına kıyar bezginlik", "Çekilmez olmuştur artık hayat/Çiçek açmaz bir daha arzular..."
"Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" adlı kitabın sonunda şairin biyografisi yer alıyor. Bu bölümde şairin hayatından, eserlerinden, şiirlerinin yayımlandığı dergilerden, hakkında yazılan kitaplardan , hakkında yapılan lisans tezlerinden, aldığı ödüllerden, şiirlerinin yer aldığı antolojilerden, şiirlerinin bulunduğu ansiklopedilerden, şiir kitaplarına yazılan yazılardan , katıldığı şiir şölenlerinden bahsediliyor. Son olarak da "Arif Eren'in Eserleri Hakkında Yazılmış Yazılardan Seçilmiş Örnekler"e yer veriliyor. Bu kısımda Bahaettin Karakoç, Mustafa Ceylan, Prof. Dr. Kemal Timur, Sevinç Çokum, Hatice Eğilmez Kaya, Prof. Dr. Sabina Almamedova, Doç. Dr. Eşgane Babayeva, Prof. Dr. Latifoğlu Hüseyinzâde, Ramazan Avcı, M. Nihat Malkoç, Sara Gürbüz Özeren, Celâlettin Kurt ve Doç. Dr. Sönmez Abbaslı isimlerini görüyoruz. Bu son bölümde, yukarıda sayılan edebiyatçıların (şair ve yazarların) Arif Eren'in hayatına ve şiirine dair görüş ve çıkarımlarına yer veriliyor.
Örnek kişiliğiyle, ağır başlı duruşuyla ve güçlü karakteriyle gençlerimize rol model olabilecek bir şahsiyet olan şair Arif Eren'in şiir dünyasından nasiplenmeliyiz. Onun şiirlerini okuyup Türkçemizin güzelliğini doyasıya yaşamalıyız. Ayakları yere basan, kanatları göklere değen gerçek şiir arıyorsak adresimiz Arif Eren'dir. Kendisine şiirimize yaptığı bu büyük hizmetlerden dolayı teşekkür ediyor; hayırlı, bereketli ve sağlıklı bir ömür diliyorum.
Yayımlandığı Yer:
0 notes
Text
TARİHÎ VE KÜLTÜREL YAPISIYLA EYÜP SULTAN VE EYÜP SULTAN HAZRETLERİ
M. NİHAT MALKOÇ
Eyüp Sultan ve civarı İstanbul'un kalbi mesabesindedir.
Eyüp Sultan deyip de geçmemek lâzım. İstanbul'un ruhu ve kalbidir Eyüp Sultan. Bu şehrin tarihinin ve talihinin ön sözüdür (mukaddimesi) tarihe not düşülen bu kutlu topraklar.
Nebî-yi Zîşân Efendimiz’in, Medine’yi teşriflerini müteakip onu evinde misafir eden Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin medfun olduğu kutlu bir yerdir Eyüp Sultan ilçesi.
Bu şehir Suriçi istanbul'un dışında kalsa da Hz. Halid b. Zeyd’in (Ebû Eyyûb el-Ensârî) burada medfun olmasından dolayı Eyüp Sultan ilçesi, başta dindar kesimler olmak üzere, geniş halk toplulukları tarafından her zaman bir başka kıymetli tutulmuştur.
O Eyüp Sultan ki Konstantinopolis'ten İstanbul'a evrilen bu kadim şehrin aziz ve muhterem misafirini koynunda saklar. Söz konusu mekânın kıymetinden dolayı nice yüzyıllardan beri Fatih Sultan Mehmed'den Sultan Bayezid'e, Yavuz Sultan Selim'den Kanunî Sultan Süleyman'a, II. Mahmud'dan II. Abdülhamid'e kadar Osmanlı padişahları burada büyük törenler eşliğinde kılıç kuşanır, tahta cülûs ve biat merasimleri gerçekleştirirlerdi.
Dünkü(kadim) Eyüp'ten bugünkü Eyüp Sultan'a uzanan süreç ilgi ve dikkat çekicidir. Şehrin tarihî dokusunun oluşmasında bilge insan Mimar Sinan'ın büyük tesiri vardır. Onun 30’a yakın eseri Eyüp Sultan ilçesi sınırları içerisindedir. Onun inşa ettiği eserler Eyüp Sultan'ın kadim kimliğinin oluşmasında etkili olmuştur. Çoğu külliye olan ve banilerinin adıyla anılan bu eserler klasik Osmanlı mimarisinin tipik örneklerini teşkil etmektedir. Emir Buhari Zaviyesi Mescidi, Defterdar (Nazlı Mahmud Çelebi) Camii, Nişancılar (Nişancı Mustafa Paşa) Camii, Müzevvir (Süleyman Subaşı, Münzevi, Karcı Süleyman) Mescidi, Kapuağası (Davud Ağa) Mescidi, Şah Sultan Camii, Ali Paşa (Cedid Ali Paşa, Semiz Ali Paşa, Kurukavak) Camii, Dökmeciler Mescidi ve Zal Mahmud Paşa Camii bu döneme ait cami ve mescitlerden bazılarıdır. Bunlara türbe, hamam ve saraylar da eklenebilir.
Malum olduğu üzere, Akşemseddin’in Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin mezarı olarak gösterdiği bu bölgeye İstanbul'u bir İslâm şehri yapan Fatih Sultan Mehmed, 858 (1454) yılında bir türbe ve 864 (1459) yılında İstanbul’un ilk selâtin camiini inşa ettirmişti. Böylece Eyüp bir maneviyat merkezi olma yolunda büyük atılımlar gerçekleştirmiştir.
Konstantinopolis'ten İstanbul'a dönüşen bir coğrafyanın kalbi olan Eyüp, İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un imar ve iskânı için başlattığı çalışmaların ilk ayağı olmuştur. Bu çerçevede ilk vakıfların kurulduğu mekân da burası olmuştur. Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren Eyüp Sultan semtinde kurulan muhtelif vakıf eserler için 181 vakfın kurulduğu tespit edilmiştir. Bu vakıflar aracılığıyla ve teşvikiyle buraya değişik yerlerden yoğun göçler gerçekleşmiştir. Gelenler o günkü Eyüp'ün temellerini atmışlardır.
İstanbul'un manevî hafızası: Eyüp Sultan Külliyesi ve Türbesi
Eyüp Sultan Külliyesi ve Türbesi İstanbul'un manevî çehresini oluşturur. Eyüp Sultan Camii ve çevresinde bulunan medrese, aşhane-imaret, hamam ve türbeden oluşan külliye Fâtih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un fethinin hemen sonrasında inşa edilmiştir.
Fatih Sultan Mehmet 1453 yılında Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbesini yaptırdıktan beş yıl sonra 1458 tarihinde Eyüp Sultan Câmii’ni yaptırıp ibadete açmıştır. Câmiye ilâve olarak bir medrese, bir hamam, bir imaret ve bir çeşme de inşa edilmişti.
Eyüp Sultan Camii, İstanbul'da değişik zamanlarda meydana gelen depremler ve afetler sonucunda zarar görmüştü. Bu güzel mabet en büyük hasarı 1766'da meydana gelen depremde gördü. Bu depremin sonrasında yapılan onarım yetersiz kalınca, otuz yıl sonra Sultan III. Selîm (1789-1807) tarafından yeniden inşa edildi. III. Selîm, çıkardığı fermanda önce câminin Fatih tarafından yapıldığı şekliyle aslı korunarak onarılmasını istemiş, ancak bunun mümkün olmadığı mimarlar tarafından belirtilince tamamen yıkılmasını emretmiştir. Temeli 1798 yılında yeniden atılan câmi, Mimar Uzun Hüseyin Ağa nezaretinde 28 ay gibi kısa bir zamanda tamamlanarak 1800 tarihinde bizzat sultan tarafından ibadete açılmıştır.
Bizlere on ciltlik Seyahatname'yi bırakan meşhur seyyahımız Evliya Çelebi İstanbul'un manevî ruhunu üzerinde taşıyan bu cami hakkında şöyle der: "Leb-i deryâya karib âsitâne-i Ensârî'de düz bir zeminde bina edilmiştir, bir kubbelidir. Mihrap tarafında yarım kubbesi daha vardır, lakin o kadar yüksek değildir. Caminin içinde amud yoktur. Orta kubbe etrafında metin kemerler vardır. Mihrabı ve minberi musanna değildir. Hünkâr mahfili sağ taraftadır. İki kapılı , biri sağ canibde yan kapısı, diğeri kıble kapısıdır. Sağ ve solda iki minaresi vardır . Haremin iç tarafı hücrelerle müzeyyendir. Ortasında cemaat maksûresi vardır. Bu maksûre ile kabr-i Ebû Eyyûb arasında asumana ser çekmiş iki çınar vardır ki cemaat sayesinde ibadet ederler. Bu haremin de iki kapısı var, garp kapısında taşrada büyük bir harem daha vardır, içinde dut vesair ağaçlarla yedi adet büyük çınar vardır."
Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin varlığı, İstanbul'un bu kadim semtini değerli kılmıştır.
Peygamberimize yedi ay boyunca evini açan Ebû Eyyûb el-Ensârî, Allah’ın adını yüceltmek ( İ’lâ-yı kelimetullah) maksadıyla doksan yaşlarında İstanbul'un fethi için yollara düşmüş büyük bir hak ve hakikat dostudur. Fethi görmek kendisine nasip olmasa da, bu uğurda varlığını ve niyetini ortaya koymuş, İstanbul’un kalbinde vefat etme şerefine nail olmuştur. Asırlar sonra, fethin Nebi tarafından övülmüş komutanı Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası Akşemseddin’in gördüğü bir rüya üzerine vefat ettiği yer tespit edilmiş, halen ziyâretgâh olan o yere, onun adına bir makam ve bir türbe inşa edilmiştir. Türbenin yanına da bugünkü Eyüp Sultan Camii inşa edilmiştir. Eyüp Sultan şehri de bundan sonra o kutlu türbenin ve caminin etrafında şekillenmiştir. Fatih döneminde başlayan imar hareketleri oğlu Sultan II. Bayezid ve torunu Kanuni Sultan Süleyman zamanında artarak devam etmiştir. Zamanla cami ve türbenin etrafına birçok hânedan mensubu, âlim ve paşa tarafından çeşme, mektep ve dergâhlar yapılarak söz konusu mekân daha da zenginleştirilmiştir.
"Dersaadet" ve "Darüsselâm" olarak da nitelendirilen İstanbul'u şereflendiren Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin türbesi bugüne kadar sadece Türkler tarafından değil, dünyanın dört bir tarafından gelen Müslümanlar tarafından da ziyaret edilmektedir. İstanbul'un fatihi "Sultan II. Mehmed"in türbesi bile bugüne değin onun kadar ziyaret edilmiş değildir.
Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin varlığı, İstanbul'un bu kadim semtine bambaşka bir manevi hava ve itibar katmıştır. Burası adeta cennete açılan bir kapı olarak görülmüştür. Öyle ki birçok insan, ölünce bu semtteki mezarlığa gömülmeyi arzulamış, vasiyet olarak yakınlarına iletmiştir. Bugünkü Eyüp Sultan Mezarlığı böylece devasa bir kabristana dönüşmüştür. Bunun yanında vefat eden itibarlı insanlar Eyüp Sultan Camii ve türbesi etrafında onlarca hazirede defnedilmiştir. Bu insanların tercihinde Eyüp Sultan Hazretlerinin büyük bir etkisi olmuştur.
Eyüp Sultan ilçesi, Müslüman halkımızın büyük bir saygı ve hürmetle sıkça ziyaret ettiği bir mekândır. Çünkü halkımız bu türbeyi ve camiyi, ilk İstanbul kuşatması sırasında vefat eden Ebû Eyyûb el-Ensârî'den dolayı kutsal addetmekte, dua ve niyazlarının bu kutlu mekânda kabul edileceğine (geri çevrilmeyeceğine) inanmaktadır. Başta kadınlar olmak üzere, kendini dindar kabul eden hemen herkes bu camide ve türbede huzur ve sükûn bulmaktadır. Bu mübarek şahsın halk katındaki asıl kıymeti Hz. Muhammed(sav) ile olan dostluğundan dolayıdır. Peygamberine hürmet eden halkımız onunla iltisaklı kim ve ne varsa ona da o derece hürmet etmektedir. Eyüp Sultan Hazretleri sevgisinin asıl kaynağı budur. Bu hürmet ve muhabbet, haddizatında halk dindarlığının açık bir tezahürüdür.
Şair ve yazarların gözünde ve gönlünde yücelen Eyüp Sultan ve çevresi
Tarihî ve dinî açıdan önemli bir yer olan Eyüp, Fetih’ten itibaren devrin önde gelen şair ve yazarlarının övgüyle anlattıkları bir yerleşim yeriydi. Tâcizâde Câfer Çelebi, Âdile Sultan, Fasih Dede, Beliğ, Nedim, Leylâ Hanım, Keçecizâde İzzet Molla, Âşık Ömer, Eşref, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Attila İlhan, Hüsrev Hâtemi, Hâlid Ziyâ Uşaklıgil, Hâlide Edip Adıvar, Ahmet Râsim, Nâhit Sırrı Örik, Rûşen Eşref Ünaydın, Refik Hâlid Karay, Sermet Muhtar Alus, Mehmed Âkif Ersoy, Hâlid Fahri Ozansoy, Necip Fâzıl Kısakürek, Sâmiha Ayverdi, Orhan Okay ve İlber Ortaylı bunlardan bazılarıdır.
Arınmış gönüllerde apayrı bir yere ve öneme sahip olan Eyüp Sultan, her devirde kalplerde yer etmeye devam etmiştir. Neredeyse hiç kimse bu semte ve onun kutlu misafir(ler)ine bigâne kal(a)mamıştır. Kimi dünya kimi de gönül gözüyle temaşa etmiş burada olup bitenleri. Onun içindir ki hemen herkesin gözünde ve gönlünde kendince bir Eyüp Sultan semti tasavvuru vardır. Bunlardan biri de; bildiğini yaşayan, yaşadığını yazan gönül ehli bir âlim olan Abdülbaki Gölpınarlı'dır. Merhum Gölpınarlı’nın ifadesiyle “Eyüp, yatırıyla bir kutsîliktir, camisiyle bir tarihtir, selvisiyle bir çağdır, güvercinleriyle, hasta, garip leyleğiyle insanlıktır. Daha önceleriyse oyuncağıyla çocuktu, kebabıyla iştahtı, kaymağıyla lezzetti, haccın tamamlanması için ziyareti gerekli sayılmasıyla inançtı Eyüp.”
Şair Yahya Kemal Beyatlı'nın gönül gözüyle “Bir Rüyâda Gördüğümüz Eyüp”
Türk şiirinin abidevî şahsiyetlerinden olan Yahya Kemal Beyatlı'nın da belirttiği gibi “İstanbul ölüleriyle yaşayan bir şehirdir.” Fakat Eyüp Sultan, bunun en bariz yaşandığı bir semttir. Eyüp Sultan Mezarlığı şehrin yanı başında dirilerle bir ve beraberdir. Şair Yahya Kemal Beyatlı “Bir Rüyâda Gördüğümüz Eyüp” adlı yazısına “Türklerin ölüm şehri Eyüp, Avrupa toprağının bittiği sahilde İslâm cennetinin bir bahçesi gibi yeşil duruyor. Bu ölüm şehrine bir defa girenler, kendilerini bir servi ve çini rüyası içinde kaybolmuş gibi hissettikleri zaman biliyorlar mı ki hakikaten bir rüyada bulunuyorlar.” cümleleriyle başlar.
Romancı ve hikâyeci Refik Hâlid Karay da “Eski Ramazanları Yâd” adını taşıyan yazısında Eyüp’le ilgili olarak şunları dile getirir: “Arife günü erkekler bir taraftan, kadınlar öbür taraftan, muhakkak, Hazret-i Hâlid’i ziyârete gitmek mûtattı. Türbeden evvel mezaristana uğrardık; Edirnekapısı hâricinde âile mezarlığı… Öyle hatırlıyorum ki yalnız başıma oracığı, elan, bulmaya imkân yoktur. Mezar taşı ormanının kuytu, uğultulu, ücra bir kenarında îmar ve tezyin görmemiş yosunlu kırlar… Orada okur, üfler, yüreğimizde aynı zamanda bir genişlik ve kasvet duyarak, galiba vazîfemizi yapmaktan mütevellit bir ferah ve ölüme yakın bulunmaktan gelen bir melâl, âheste âheste arabalarımıza binerdik. Bu ne büyük, ne ucu bucağı bulunmaz bir servistandı… Ta Eyüb’e kadar loşluk, uğultu ve yalnızlık içinde, konuşmak cesâretini bulamazdık. Orada bizi hayat yeniden karşılar, kucaklardı: Oyuncakçı dükkânları, şekerciler, kahveler ve dilenci kafileleri… Türbenin avlusuna ne güçlükle, itişe kakışa girilirdi… İğne atsan yere düşmezdi, fakat kumrularla güvercinler gene dolaşacak yer bulur, o gün darı yemekten kursakları heybe gibi şişerdi. Hanımlar türbeye girmezlerdi, dışarıda hâcet penceresinde okuyup geri dönerlerdi. Erkeklerle gittiğim zaman tâ gümüş işlemeli sandukaya kadar, pür-hürmet yürür, inleye inleye, hattâ gözümüzden yaşlar gelerek Allah’a yalvarır, şükreder ve geri geri giderek dışarı öyle çıkardık."
Sâmiha Ayverdi "İstanbul Geceleri" adını taşıyan hatıralarında Eyüp’ü anlatır.
Eserlerinde milli ve manevi duyguları ustaca ve samimiyetle terennüm eden Cumhuriyet Dönemi kadın yazarlarımız içerisinde önemli bir yere sahip olan romancı ve hikâyeci Sâmiha Ayverdi de "İstanbul Geceleri" adını taşıyan hatıralarında Eyüp’ü şu satırlarda dile getirir: “Eyüp, merkezden muhîte doğru yelpaze gibi açılan şehrin içinde, yarı müstakil ve karakteristik hayatı ortasında, her şeyi kendi çatısı altında arayıp bulan kimselerin merdümgirizliği içinde, kendi kendine yeten bir semt sayılırdı. Avlusunda, kışın bile bir topal leyleği, durup dinlenmeden yağan bir güvercin sağanağı bulunan camiinden ve memleketin dört köşesinden ziyaretçi toplayan türbesinden, sükût işareti veren zenci parmakları gibi, havaya kalkmış hesapsız servilerinden başka, oyuncakçıları, kebapçıları, kaymakçıları, aşçıları, bahçeli bahçesiz sıra sıra kahvehâneleriyle nam almış bir çarşısı da vardı."
Peygamber kokusunu Medine'den İstanbul'a kadar taşıyan Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin mübarek türbesiyle, o türbenin yanı başında günde beş vakit ezanları gönüllerimize ziyafet olarak sunan Eyüp Sultan Camisi'yle, külliyeleriyle, dergâhlarıyla, ölülerle dirilerin hemhâl olduğu, adeta bir nekropolü andıran Eyüp Sultan Kabristanı'yla, onlarca türbeleriyle, yüzlerce insanın medfun olduğu hazireleriyle, saraylarıyla, İstanbul'u temaşa etmek için gidilip görülmesi gereken Piyer Loti Tepesi'yle ve Feshane'siyle Eyüp Sultan eşsiz bir dünyadır.
Yayımlandığı Yer: Somuncu Baba Dergisi/ Mayıs 2025/295. sayı
0 notes
Text
TARİHÎ VE KÜLTÜREL YAPISIYLA DÜNDEN BUGÜNE İZNİK
M. NİHAT MALKOÇ
Bursa'nın alâmet-i fârikalarından biridir İznik.
Dünyaca ünlü çinileri, Ayasofya'sı ve gölüyle Bursa'nın alâmet-i fârikalarından biridir İznik. Zira İznik deyince Bursa, Bursa deyince de İznik akıllara gelir. Bu güzel ilçe, dünyada eşine az rastlanan mutena ve müstesna bir şehirdir. Kadim tarihî, eşsiz doğası, zengin kültürü ve paha biçilemeyen antik eserleri bakımlarından bir açık hava müzesi görünümündedir.
Tarihî özellikleriyle ve tabii güzellikleriyle zamana adeta meydan okuyan İznik, Bursa’nın 86 kilometre kuzeydoğusunda, İznik Gölü’nün doğu kıyısında yer alan kadim bir Osmanlı şehridir. İznik’te ilk uygarlık izlerinin MÖ 4000 yıl öncesine kadar gittiği bilinmektedir. Fakat toplu yerleşmeler MÖ 2500 yıllarında höyüklerle ortaya çıkmıştır.
Roma döneminin meşhur Yunan filozofu, tarihçi ve coğrafyacısı Strabon’a göre bugünkü İznik kenti İ.Ö 316 yılında İskender’in komutanlarından ve saltanat soyunun kurucusu olan Antigonos Monophthalmos tarafından "Antigonia" adıyla kurulmuştur.
İznik'in adının nereden geldiği merak konusudur. "Makedonyalı Büyük İskender’in ölümünden sonra kumandanlarından Antigones, milâttan önce 316 yılına doğru o zamanlar Askania denilen İznik gölünün kıyısında kurduğu bu şehre kendi isminden hareketle "Antigoneia" adını vermiştir. Antigones milâttan önce 301’de Lysimakhos’a karşı açtığı savaşta ölmüş ve galip gelen Lysimakhos şehrin adını karısı Nike’den esinlenerek Nikaia’ya çevirmiştir; daha önceki ismin Helikore olduğu da söylenir."(TDV İslâm Ansiklopedisi)
Tarihte ne çok badireler atlattı İznik. 1071 yılında Malazgirt Meydan Muharebesi ile Anadolu’ya giren Selçuklu Türkleri hızla batıya ilerleyip, 1075 yılında İznik’i fethetmişler. Selçuklu Türkleri kenti ancak yirmi iki yıl kadar ellerinde tutabilmiştir.
İznik, Sultan Orhan Bey (1326-1362) zamanında 1331 tarihinde Osmanlılar tarafından fethedildi. Böylece İznik 234 yıllık bir aradan sonra yeniden Türk idaresine girmiş oldu. Dört büyük imparatorluğa başkentlik yapma şerefine erişen İznik, Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra önemli bir ilim ve kültür merkezi durumuna gelmiştir. İznik II. Murat ve Çandarlılar döneminde yeniden imar edildi; bu kapsamda birçok cami, medrese, han, hamam inşa edildi. Kurtuluş Savaşı sırasında da İznik oldukça zor günler geçirmiş, 21 Eylül 1920’de Yunan kuvvetlerince işgal edilmiştir. Bu tarihten itibaren dört defa el değiştirmiştir.
Birçok farklı millete, kültür ve medeniyete tanıklık eden İznik, Cumhuriyet döneminin başlarında Kocaeli’ne bağlı bir yerleşim merkezi iken 1927 yılında bir bucak merkezi haline gelmiş ve Bursa’nın Yenişehir kazasına bağlanmıştır. 1930’da ise yeniden kaza merkezi olmuştur. Bugün ise Bursa'ya bağlı 50 bin nüfuslu tarihî ve modern bir şehir konumundadır.
İznik; Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de önemini korumuştur.
Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de önemini koruyan İznik, Osmanlı'nın ilk payitahtı Bursa'nın kadim, şirin ve güzide bir ilçesidir. Roma döneminde birinci konsilin toplandığı bu tarihî şehir, 8 bin 500 yıllık geçmişin izlerini bütün haşmetiyle barındırmaktadır.
Bir süre Bitinya Krallığına başkentlik de yapan İznik'in adına altın sikkeler basılmıştır. Bunun için de "Altın Şehir" unvanıyla anılmıştır. Gotlar, Doğu Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar gibi önemli devletlerin parmakla gösterilen mamur şehirlerinden biri olmuştur.
İznik, o emsalsiz tarihî ve tabii güzelliğiyle dünyada eşine ve benzerine rastlanması güç bir yerleşim yeridir. Bire bin veren bu bereketli topraklar, başta tarih öncesi çağlar olmak üzere, tarihin her döneminde insanların ilgi odağı ve gözdesi hâline gelmiştir. Osmanlı'nın kültür mirasını günümüze taşıyan İznik; İstanbul Kapı ve Lefke Kapı, suların altındaki kayıp şehir ve bazilikasıyla misafirlerini ağırlamak için her geçen gün sabırsızlanıyor.
İznik'te bulunan Sarı Saltuk Türbesi, Çandarlı Hayrettin Paşa Türbesi, Çandarlı İbrahim Paşa Türbesi, Kırgızlar Türbesi, Merdivenli Kaya, Dörttepeler Tümülüsü, Herakles Kaya Kabartması, Şeyh Kutbuddin Camii ve Türbesi, Elmalı (Çivisiz Ahşap) Camii, İznik Nilüfer Hatun İmareti, Türk İslâm Eserleri Müzesi dışarıdan gelen ziyaretçilerin ilgi odağıdır.
Bursa'nın gözbebeği olan İznik, adeta bir höyükler şehridir.
Bursa'nın gözbebeği olan İznik ilçesinde dört önemli höyük vardır. Bunlar Çakırca, Karadin, Yüğücek ve Çiçekli höyükleridir. Bu höyüklerin geçmişi MÖ 2500 yıl öncesine dayanmaktadır. Çakırca Höyüğü, İznik Gölü’nden 2 km. içeride, adını aldığı Çakırca Köyü’nün 2 km. doğusunda İznik’in 5 km kuzey batısında, Orhangazi karayolunun güneyinde yol kenarında yükselmektedir. Çevresi 200 m. yüksekliği 9 m. dir. Bu ölçüleri ile bölgedeki büyük höyükler arasında yer alır. Karadin Höyüğü, İznik ilçesinin doğusunda İznik-Mekece karayolunun 13. km’sinden 2 km. içeride, aynı adlı köyün güneydoğusundadır. Höyüğün çevresi 150 m. yüksekliği 8 m’dir. Çiçekli Höyüğü, Bursa il merkezinin kuzeydoğusunda İznik’in yaklaşık 4 km doğusundadır. İznik-Mekece karayolunun hemen güneyinde yer alır.150×150 m. boyutlarında 8 m. yüksekliktedir. Üyücek olarak da bilinir. Yüğücek Höyüğü, İznik Gölü’nden 1 km uzakta yer almaktadır.100 m. çevreli 3 m. yüksekliktedir.
Medeniyetler şehri İznik ilçesinde 2020 yılında yapımına başlanan İznik Müzesi, 14 Ocak'ta ziyarete açılmıştır. Dört farklı uygarlığa ait eserlerin bulunduğu müzede neolitik dönemden Osmanlı'ya uzanan süreçte yer alan 1500'e yakın eser sergilenmekte olsa da bu tarihî eserler arasında en çok lahitler ilgi çekmektedir. Müzenin Hisar Odası bölümünde Roma dönemine ait Antigonos, Tanrılar ve Truva'dan esinlenilen Akhileus ile Anne-Kız lahitleri sergileniyor. Bunların içinde milattan sonra 2'nci yüzyılda yapıldığı bilinen ve bir kadının, kocasının ölümünün ardından yaşadığı üzüntüyü gösteren Antigonos lahdi öne çıkıyor.
Mavi ateşin düştüğü yerdir İznik.
Mavi ateşin düştüğü yerdir İznik. O ateş ki kadim bir medeniyete renk ve ahenk olmuştur. Zira İznik deyince hemen herkesin aklına öncelikle bu şehrin adıyla özdeşleşen çini gelmektedir. Bu kadim şehir, tabir caizse çininin başkentidir. Çinicilik sanatı bu şehirde, usta ellerde hayat bularak 14. ve 15. yüzyıllarda altın dönemini yaşamıştır. Dönemin birçok cami ve saraylarının bezenmesinde çini kullanılmıştır. Birbirinden güzel çiniler bu binalara ayrı bir güzellik ve ihtişam katmıştır. Çeşitli dönemlerde yaşayan sanatkârlar, dönemin sosyal yaşantısını, inançlarını motiflerle sembolize ederek zamanın ruhunu yansıtan çinilere işlemişlerdir. Bugün İznik çinileri teknolojiyle birleşerek daha güçlü bir noktaya evrilmiştir. Hem bu gerçekleştirilirken kalite ve estetikten de hiçbir şekilde ödün verilmemiştir.
İznik'te çinicilik zaman zaman sekteye uğrasa da yine de bugüne gelebilmiştir. Bunda İznik Vakfı'nın büyük katkılarını unutmamak gerekir. Geçmişte ve yakın zamanda İznik çinileri birçok farklı binaya değer kttı. Mescid-i Aksa Camii’nin içindeki yapılardan biri olan Kubbetü’s Silsile’nin (Zincirli Kubbe) bakım ve onarım çalışmalarında İznik Vakfı’nın çinileri kullanıldı. 1998’de hizmete açılan, konumu itibariyle Adana’nın sembolü haline gelen ve 28 bin 500 kişiye ibadet imkânı sunan Sabancı Camii’nde de İznik çinileri kullanıldı. 2011’de Avrupa’nın en büyük adliyesi olarak açılan İstanbul Adalet Sarayı’ndaki çeşitli mekânlara minyatür ve gravürlerden oluşan 11 pano, konferans salonuna da İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısının resmedildiği gravür bir çalışma tasarlandı. Ulusal ve uluslararası ölçekte etkinlikler düzenlenen ve farklı sektörlerden profesyonelleri buluşturan Haliç Kongre Merkezi’nin fuaye alanına Galata Köprüsü ve Eminönü’nün resmedildiği gravür çalışması yapıldı. 2010 yılında gerçekleştirilen çalışmada Mimar B. Haldun Erdoğan ile birlikte çalışıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı binasının hemen yanında bulunan camiinin VIP salonundaki kolonlara İznik Vakfı çinileriyle S-lale figürü işlendi ve oturma salonuna Mekke’yi merkez alarak dünyadaki önemli camileri gösteren minyatür çini çalışması yapıldı. Bunların sayılarını çok daha artırabiliriz. Bu da gösteriyor ki çinicilik İznik'te hâlâ yaşatılıyor.
İznik deyince Ayasofya Orhan Camii akla gelir.
İznik deyince öncelikle Ayasofya Orhan Camii akla gelir. Bu tarihi mabet, Orhan Gazi'nin İznik'i 1331 yılında fethetmesiyle kiliseden camiye dönüştürülmüştür. Bu tarihî caminin, Romalılar döneminde de tapınak olarak kullanıldığı ve 7. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu döneminde üzerine bazilika inşa edildiği biliniyor. 11. yüzyılda depremde tamamen yıkıldığı tahmin edilen caminin, mimarisinde mühim değişiklikler yapılmış; nefler, payeler ve bunların arasında yerleştirilen sütunlarla ayrılarak yeniden inşa edilmiştir.
Kadim bir mabet olan Ayasofya Orhan Camii, 16. yüzyılda geçirdiği yangından sonra Kanunî Sultan Süleyman'ın emriyle Mimar Sinan tarafından mimarisi de değiştirilerek tamir edilmiştir. Bu sırada güney tarafa sağ sahnın köşesine mihrap yerleştirildi. İçindeki kemerler ve bunların dayandığı sütunlar kaldırılarak geniş açıklıklı büyük kemerler yapıldı.
1920 senesinde Yunanlar tarafından yakılıp harap edilen bu tarihî yapının, 2007 yılında Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün başlattığı tadilat çalışmaları sırasında üstü çatıyla kapatılarak yıkık durumdaki minaresi tamir edildi. İznik'in Ayasofya'sı, 6 Kasım 2011 tarihinde Kurban Bayramı'nın birinci günü, bayram namazıyla yeniden ibadete açıldı.
Tarihî kaynaklara göre yaklaşık 850 yıl kilise olarak açık kalan Ayasofya, Hıristiyanlıkla ilgili önemli kararların alındığı çok önemli bir yerdi. Bu mekânın adı, yazılı belgelerde ilk kez 787 yılında Patrik Trasios yönetiminde toplanan ve 350 piskoposla çok sayıda keşişin katıldığı 7. Konsül dolayısıyla geçiyor. O zamana kadar kiliselerde yasak olan freskin (duvar resmi) 7. Konsül'de serbest bırakılması kararı alınmıştı.
Bu şehir kadim bir tarihî muhit olmasının yanında edebî bir muhittir de.
İznik dört büyük imparatorluğa başkentlik yapma şerefine erişmiş, pek çok devlet adamı, âlim, sanatkâr ve şâiri bünyesinde barındırmış kıymetli ve bereketli bir şehirdir. İlk medresenin Orhan Gazi tarafından burada kurulması önemli bir dönüm noktasıdır. Eşrefzâde Dergâhı da bu kadim topraklara manevi bir değer katmıştır. Yine İznik’in kültürel, sosyal ve ekonomik anlamda gelişmesine katkıda bulunan Çandarlı Vezir ailesinin varlığı şehrin bir anlamda talihidir. Bu şehir kadim bir tarihî muhit olmasının yanında edebî bir muhittir. Hatta Osmanlı şehirleri içinde 31. edebî muhittir. Bu topraklarda 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Abdurrahîm Tırsî, Bekâyî, Derûnî, Eşrefoğlu Rûmî, Eşref-i Sânî, Halîlî, Hamdî-i Evvel, Hamdî-i Sânî, Hâyalî, Hilmi, Hümâmî, Kurbî, Kutbî, Lütfullah Efendi, Nikâbî, Sadri, Selâmî, Sır Ali Efendi, Sırrî, Sun’î, Vahyî ve Veznî olmak üzere yirmi iki şâir yetiştirmiştir.
Eşrefoğlu Rûmî deyince İznik, İznik deyince de Eşrefoğlu Rûmî akla gelir.
Eskilerin “Şerefü`l-mekân bi`l-mekîn” sözü meşhurdur. Bu sözün mânâsı; bir makamın şerefi, orada oturan kişi(ler)den gelir, yani bir makamı dolduran o makama şeref verir. Şehirler de öyledir. Orada yaşayan önemli kişiler o şehrin sembolü olurlar. Şehir onlarla tanınır, bilinir. XV. yüzyılın meşhur mutasavvıflarından Eşrefoğlu Rûmî, İznik’in en tanınmış şâiridir. Eşrefoğlu Rûmî deyince İznik, İznik deyince de Eşrefoğlu Rûmî akla gelir.
Babasına istinaden "Eşrefoğlu" diye anılan şâirin asıl adının "Abdullah" olduğunu Bursalı Mehmed Tahir belirtmektedir. Eşrefoğlu’nun 754 H. / 1353 M. tarihinde İznik’te dünyaya geldiği yaygın kanaattir. Kadirîler arasında Abdülkadir-i Geylânî’den sonra tarikatın ikinci pîri sayılan Eşrefoğlu Rûmî daha hayatta iken büyük bir velî kabul edilmiştir. Menâkıb-ı Eşrefzâde’ye göre 874’te (1469-70) muhtemelen 100 yaşlarında İznik’te vefat eder ve daha sonraları camiye çevrilen dergâhın hazîresine defnedilir. "Divan", "Müzekki'n-Nüfûs", "Tarikatnâme", Eşrefoğlu Rûmî'nin bilinen belli başlı eserleridir. Allah rahmet eylesin.
Yayımlandığı Yer: Somuncu Baba Dergisi/ Nisan 2025/294. sayı
0 notes
Text
TARİH VE KÜLTÜR EKSENİNDE DARENDE VE ŞEYH HAMİD-İ VELİ KÜLLİYESİ
M. NİHAT MALKOÇ
Malatya deyince aklıma maneviyatın harmanlandığı Darende gelir.
Malatya deyince aklıma maneviyatın harmanlandığı Darende gelir. O Darende ki Hak ve hakikat dostlarının uğrak yeridir. Anadolu'nun manevî mimarlarından Şeyh Hamid-i Veli nam-ı diğer Somuncu Baba, ömrünün son kısmında bu toprakları mekân tutmuş, 1412'de vuku bulan ölümüne kadar burada manevî hizmetlerde bulunmuştur. Bu büyük Hak ve hakikat dostu 1412'de vefat edince Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin kıldırdığı cenaze namazı sonrasında halvethanesinin bulunduğu yere defnedilmiştir. Şeyh Hamid-i Veli ki hem Bursa'da hem Aksaray'da hem de Darende'de gönül gergefine sevgi ve hoşgörü nakışları işlemiştir. İnsanları Hakk'a ve hakikate çağırmıştır. Onları sırat-ı müstakime yönlendirmiştir.
Darende, İslâm'ın bendesi olan mütekâmil insanların soluklandığı ender bir gönül coğrafyamızdır. Burada dinî hassasiyetleri inkişaf etmiş nice insan Hak ve hakikat hizmetinde gönüllü erdir. Bu dinî hizmetler hiçbir dünyevî beklenti olmadan (fisebilillah) nice on yıllardan beri aynı heyecanla ve titizlikle devam etmektedir. Bu belki bir hayat tarzıdır onlar için. Bunu gerçekleştirdikleri için onlara ümmet ve millet olarak müteşekkiriz.
Malatya'nın uzağına düşen Darende'yi alelâde bir toprak parçası olmaktan çıkarıp onu gönül coğrafyası yapan, orada medfun olan Şeyh Hamid-i Veli'dir. "Dîvan-ı Hulûsî-i Dârendevî", "Mektûbat-ı Hulûsî-i Dârendevî" ve "Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler" adlı eserler Somuncu Baba Hazretlerinin biz insanlara bıraktığı kıymetli miraslardır. Bu kıymetli eserleri okumalı ve geleceğin mimarları olacak gençlere okutmalıyız. Zira bu eserlerde işlenen konulara ve hassasiyetlere bugün dünden daha çok ihtiyacımız vardır.
“Somuncu Baba” adıyla bilinen Hamid-i Velî Hazretleri, XIV-XV. asırda yaşayan tasavvuf dünyamızın büyüklerindendir. Bu yüzyıllarda Anadolu ve İslâm âlemi Moğol istilasına uğramıştı. Selçuklu Devleti yıkıldığı için hilâfetin siyasî bir yaptırım gücü söz konusu değildi. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden Hamid-i Velî tam da bu zamanda dünyayı teşrif etmişti. Bu belki de Allah'ın bir lütfüydü. Çünkü bu zor zamanlarda karanlıklara ışık olacak bir maneviyat büyüğü gerekliydi. O, bu manevî ışık vazifesini hakkıyla yerine getirecek bir olgunluktaydı.
Gönül sultanlarının vazgeçilmez mekânı, huzur beldesi Darende...
Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerini (nam-ı diğer Somuncu Baba'yı) tertemiz bağrında taşıyan Darende, Türkiye'nin önemli bir maneviyat merkezidir. Manevî ve kültürel açıdan çok zengin bir diyardır. Burada dinî ve kültürel mirasımız hakkıyla ve lâyıkıyla korunmakta ve geleceğe aktarılmaktadır. Hulusi Efendi Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı Hamid Hamidettin Ateş Efendi, Darende'yle Şeyh Hamid-i Veli ilişkisini şu sözlerle dile getirmektedir: "Somuncu Baba Hazretleri, ömrünün son yıllarını Darende’de geçirmiş ve Darende’de ahirete irtihal etmiştir. Somuncu Baba Hazretleri gül kokusunu verdiği Darende’de medfundur. Osmanlı padişahları tarafından verilen fermanlarda bile “Defin-i hâk-i ıtırnâk” olarak kayıtlara geçmesi, gül kokulu, güzel kokulu topraklarda defnedildiğinin ifadesidir. Bu topraklar kokusunu ondan almış, onun neslinin imar ve ihyasıyla hayat bulmuş, ‘Gül ve Gönül Medeniyeti’ onun manevî tasarruflarıyla şekillenmiştir."
Bayramiye Tarikatının kurucusu Hacı Bayram Veli’nin mürşidi olan Gavs-ül Âzam Şeyh Hamîd-i Velî, Darende’nin, çevre il ve ilçelerin manevî fethini sağlamıştır. O Anadolu’nun Eyüp Sultan’ıdır. Çoraklaşan gönüllere âb-ı hayat olmuştur. Peygamberimizin 24. kuşaktan torunu olan Somuncu Baba, Bursa’da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip çarşı pazar dolaşarak “Somun, müminler somun!..” nidasıyla insanlara ekmek dağıtmıştır. Zaten kendi adını unutturan “Somuncu Baba” sıfatını da bu yüzden almıştır. “Diriyiz daim ölmeyiz,/Karanlıkta hiç kalmayız,/Çürüyüp toprak olmayız,/Bize gece gündüz olmaz” diyen bu Hakk dostu, 815 (m. 1412) senesinde Darende’de vefat etmiştir. Mübarek kabirleri, kendi zamanında halvethane olarak kullanılan Şeyh Hamid-i Veli Camii içerisindedir. Bu ulu zatın kabri hoş bir görünüme sahip cevizden oyma sandukayla kaplıdır.
Gönül sultanlarının vazgeçilmez mekânı olan huzur beldesi Darende’de Somuncu Baba’nın izlerine rastlamak bizi şanlı mâziye götürür. Halil Taybi ve İnce Bedreddin gibi Hakk dostları, onun Darende’de bıraktığı manevî izlere somut örnektir. Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi de bu kutlu zincirin muhkem halkalarından biridir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin soyu Darende’de; oğlu Halil Taybi ile günümüze kadar devam etmektedir.
Tohma Çayı’nın masum çocuğu Darende’nin geçmişten bugüne, tabir caizse maneviyat üssü hâline getirilmesinde mühim rolleri olan Somuncu Baba, yolundan gidenlere şu hayatî tavsiyelerde bulunmaktadır: “Gizli ve aşikâr her yerde Allah'tan korksunlar. Az yesinler, az konuşsunlar, az uyusunlar. Avamın arasına az karışsınlar. Tüm masiyet ve kötülüklerden uzak dursunlar. Daima şehvetlerden kaçınsınlar. İnsanların elindekilerden ümitlerini kessinler. Tüm zemmedilmiş sıfatları terk etsinler. Övülen sıfatlarla süslensinler. Şiir ve şarkı (günaha götürüyorsa) dinlemekten kaçınsınlar. Ayrı bir görüşle, kendini cemaatten ayrı bırakmasınlar. Aç olarak ölseler bile şüpheli hiçbir lokmayı yemesinler.”
Maneviyat erenlerinin, gönül sultanlarının pak yurdudur Darende.
Darende, Hak dostlarının kabirleriyle inanç turizmine aday küçük bir yerleşim yerimizdir. Tohma Çayının emsalsiz güzelliğini cömertçe sergilediği bu diyarda olmak insana büyük bir gönül huzuru verir. Ortasından böyle görkemli bir çay geçen külliye sanırım sadece Darende’de var. Buradaki zikir ehli insanların içinin paklığı yüzlerine fazlasıyla yansımıştır.
Gönüllere tatlı bir huzur veren Darende’nin her yeri bir başka güzeldir; ama türbe ve külliyelerin olduğu yer çok daha mânâlı ve önemlidir. Burası insanı kendine çeken farklı bir çekim gücüne sahiptir. Darende’ye gelip de buraya çıkmamak, buradaki gönül dostlarının mübarek kabirlerini görmemek hoş değil. Çünkü burası Darende’nin ruhudur, kalbidir. Somuncu Baba Camii’nde kılınan namazların ruhumuza kattığı huzur ve huşu da bir başkadır. Sanırım bu huzur ve huşunun kaynağı burada yatan Hakk ve hakikat dostlarının varlığıdır.
Maneviyat erenlerinin, gönül sultanlarının pak yurdudur Darende. Hak ve hakikatin meydanıdır bu güzide topraklar… Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba bu toprakların manevî bekçisidir. Gönül sultanları bu topraklarda sonsuzluk uykularını uyumaktadır. Manevî feyizlerle müminlerin gönüllerini fetheden Şeyh Hamid-i Veli ve Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi’nin mübarek kabirleri bu güzel ilçede bulunmaktadır. Onlar bu mübarek ve muazzez toprakların tapuları hükmündedir.
Tarihin derinliklerinden gelen güçlü bir sestir Darende.
Tarihin derinliklerinden gelen güçlü bir sestir Darende. Bu şehir dünle bugün arasında bir çeşit köprü vazifesi görmektedir. Kesme taştan inşa edilen Zengibar Kalesi zamana meydan okumaktadır burada. Ayakta kalmayı başarmış duvarlar sanki gururla poz verirler ziyaretçilerine… Nazlı nazlı süzülen minareler bakan gözlere kim bilir neler neler söyler…
Darende, maddî ve manevî köprülerinin çokluğuyla da tanınır. Manevî köprülerin bir ayağı Somuncu Baba, öbür ayağı ise Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi’dir. Maddî köprüler Osmanlı’dan izler taşır. Bunlardan Kavlak Köprüsü, Darende’de bululan ve halen kullanılan, son Osmanlı dönemi eseri sayılan bir taş köprüdür. Darende’nin Günpınar Köyü sınırları içerisindeki Aşudu(Günpınar) Şelalesi kırk beş, elli metre yukardan, kayaların arasından akarak hoş bir manzara oluşturmaktadır. Bu arada Balaban İçmesini de unutmamak gerekir.
Malatya’nın batısına düşen Darende; Hititler, Asurlular, Persler ve Romalılardan kadim izler taşır. Her iki yanı dağlarla çevrili olan şirin Darende, insana huzur ve sükûn veren emsalsiz bir atmosfere sahiptir. Şehrengizler aciz kalır bu güzel toprakları vasfetmekte.
Geçmişte “Timelkia, Tiranda, Tiryandafil ve Derindere” adlarıyla anılan Darende, bir evliyalar kentidir. Allah dostları, bu toprakların gizeminden ilham almıştır. Yedi bin yıllık bir tarihî geçmişi vardır bu kadim şehrin. Zengibar Kalesi, Hüseyin Paşa Hamamı, Eski Çarşı (Bedesten) , Şeyh Hamid-i Veli (Somuncu Baba) Camii ve Külliyesi, Abdurrahman Erzincanî Camii, Seyyid Abdurrahman Gazi Camii, Maşat Tepe Tümülüsü, Hasan Gazi Şehitlik Anıtı, Balaban Evleri, Kudret Hamamı bu şehri farklı ve özel kılan müstesna mekânlardır.
Darende deyince aklıma Şeyh Hamid-i Veli Külliyesi gelir.
Darende deyince aklıma Şeyh Hamid-i Veli Külliyesi gelir. Şeyh Hamid-i Veli ömrünü hak ve hakikat davasına vakfetmiştir. O, hac farizasını yerine getirdikten sonra Tohma Çayı’nın kenarındaki Darende’ye, Zaviye’ye kurar dergâhını. Burada kabul eder talebelerini. Tohma Çayı’nın ruhlara inşirah neşvesi katan su sesleriyle zikir ve Kur’an sesleri birbirine karışarak bambaşka bir ahenk oluşturur. Bu ilâhî armoni ruhlardaki kiri ve pası silip temizler. 1412 yılına kadar manevî hizmetlerine aralıksız devam eden Somuncu Baba burada son nefesini verir. Ömrünün en bereketli yıllarını geçirdiği Tohma Çayı’nın kenarına defnedilir. Cenazesini Ankara’nın manevî dinamiklerinin başında gelen talebesi Hacı Bayram-ı Veli kıldırır. Oğlu Halil Taybî de ölünce babasının yanına defnedilir. Sağlığında yüzlerce âlim yetiştiren Somuncu Baba’nın manevî tesiri asırlar boyunca, bugüne dek, devam eder. Onun manevî soyunu devam ettirenler, hizmet yarışını büyük bir aşkla sürdürmektedir.
Kayısı diyarı Malatya’nın giriş kapısı olan Darende’yi manevî bir cazibe merkezi hâline getiren Somuncu Baba lâkabıyla bilinen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleridir. Darende demek Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Veli) demektir. Onun ardından, son yüzyılda burada manevî hizmetleri yürütenleri de unutmamak lâzımdır. Zira hizmet halkası devam ediyor.
Külliye, Darende’nin başında som altından bir taç gibidir.
Külliye, Darende’nin başında som altından bir taç gibidir. Külliye, Darende’ye vurulan manevî bir mühürdür. Somuncu Baba Türbesi’nin bulunduğu 600 yıllık camii 14. yüzyıl tarihî eserlerindendir. 1596 yılında onarılmıştır. Minaresi, Şeyh Hamid-i Veli neslinden Abidin Paşa tarafından 1685 yılında yaptırılmıştır. Külliye, 1990-2000 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün izni ile Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı tarafından restore edilmiştir. Külliyenin içerisinde bulunan balık kuyuları ve daha sonra yapılan havuzdaki balıkların Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri’nin zamanından kaldığına inanılmaktadır. Titizlikle korunmakta olan balıklar, Somuncu Baba’nın hatırası olarak özenle yaşatılmaktadır.
Zaviye Mahallesi’ni farklı ve özel kılan Somuncu Baba Külliyesi içerisinde inşa edilen Yeni Cami, göze ve gönle hitap eden görüntüsüyle müminleri kendisine çekmektedir. Kesme taştan yapılan bu yeni cami, kadim ve özgün mimarisiyle, geçmişe nazire yapılmış gibi dik, diri ve iri durmaktadır. Caminin insan ruhunu rahatlatan bambaşka bir yapısı ve havası vardır. Bu yeni mabedin şahsına münhasır durumu onu diğer ibadet mekânlarından ayırmaktadır. Pencerelerinin özgün mimarisi ve sayıca çokluğu camiyi benzerlerine nazaran çok daha aydınlık kılmaktadır. Caminin tavanına baktığımızda sıra dışı bir mimarî yine bizi kendine çekmektedir. Tavandaki bu farklı geometrik şekiller insana sonsuzluk hissi vermektedir.
Zaviye’ye, Somuncu Baba Külliyesi’ne gidip de Somuncu Baba Tanıtım Merkezi Müzesini gezip görmeden olmaz. Buradaki kadim objeler ziyaretçilerine sanki zamanda uhrevî bir yolculuk yaptırmaktadır. Söz konusu eşyalar bizi farklı dünyalara götürmektedir.
Somuncu Baba Külliyesi’nin duvar taşlarıyla birebir uyumlu olan avludaki şık mermerler mekâna çok farklı bir güzellik ve masumiyet katmaktadır. Bu mermerler Tohma Çayı etrafındaki tabiî kayalarla da bütünlük ve uyum arz etmektedir. Bunlar hep ince hesaplarla yapılmış mimarî ayrıntılardır. Yeni inşa edilen Taç Kapısı sanki ecdadın heybetini ve haşmetini bugünkü nesillere hatırlatmak için yapılmıştır. Dünden bugüne, bugünden yarına bir köprü vazifesi gören Selçuklu ve Osmanlı karışımı bu klasik mimarî, gözü ve gönlü okşamaktadır. Aynı güzellikler külliyedeki ek cami bölümünde de bizi karşılamaktadır.
Somuncu Baba Külliyesi’nin türbe bölümünde ziyaretçileri duygulandıran pek çok şey mevcuttur. Bunların başında Somuncu Baba Hazretlerinin(Şeyh Hamid-i Veli) mübarek kabri(sandukası) gelmektedir. Mütevazı bir hayat yaşayan, ömrünü İslâm’a ve ihsana vakfeden bu Allah dostu, bu mekânda dirileceği vakti, kıyamet gününü büyük bir sükûnetle bekler gibidir. Bu uhrevî havada kılınan namazların bambaşka bir manevî lezzeti hâsıl olmaktadır. Külliyenin hazire bölümüne girdiğinizde sanki sırlanmış bir âleme girdiğinizi hissedersiniz. Buranın küçük kareciklerden oluşan ahşap tavanı görülmeye değer bir detaydır.
Balıklı ve Kudret Havuzu, Hasbahçe’si, Hamidiye Çarşısı, Tohma Çayı ve heybetli kanyonlarıyla Darende’ye, Zaviye’deki Somuncu Baba Külliyesine mutlaka uğramalısınız.
Külliyeye gelenler, ihtiyaçları olan manevî feyzi ve bereketi temin etmektedir.
İyilik, çerçevesi geniş bir kavramdır. Herkes bu kavrama kendi zaviyesinden bakar. Rasullulah Efendimiz, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” diye buyurmuştur. Bu fayda maddi olabileceği gibi manevî de olabilir. Darende'deki Şeyh Hamid-i Veli Külliyesi'nde uzun senelerden beri bu düstur hayata geçirilmektedir. Söz konusu külliyeye gelenler, ihtiyaçları olan manevî feyzi ve bereketi temin etmektedir. Allah onlardan razı olsun.
Yayımlandığı Yer: Somuncu Baba Dergisi/ Haziran 2025/296. sayı
0 notes
Text
SÖZDEN ÖZE BİR GÖNÜL SULTANI: SÜNBÜL SİNAN EFENDİ
M. NİHAT MALKOÇ
Konstantinopolis'ten İslâmbol'a, Suriçi'nden metropole...
Bugün "İstanbul" adıyla andığımız ve bağrımıza bastığımız Konstantinopolis, imparator Konstantin (Constantinus) tarafından milâdın dördüncü asrında kurulmuştur. O günden bugüne köprülerin altından ne sular akmış, nice insanlar bu kadim topraklarda yaşayıp göçmüştür. Her gelen İstanbul'da bir iz bırakarak sonsuzluk yolculuğuna çıkmıştır.
Sultan II. Mehmed'i "Fatih" yapan ve Peygamber Efendimizin övgüsüne mazhar kılan aziz İstanbul, dünyanın gıptayla baktığı mümtaz bir şehir olmuştur. O ki Bizans ve Osmanlı olmak üzere iki büyük imparatorluğa ve Latin devletine başkentlik yapmıştır. Avrupa, Asya ve Afrika’nın tarihinde önemli bir yere sahip olan bu kadim şehir, Doğu ve Batı dünyasının tam ortasında yer alması hasebiyle de büyük bir ehemmiyete sahiptir.
İstanbul'un fethinden bugüne (2025-1453) 572 sene geçmiştir. Konstantinopolis veya Doğu dünyasındaki ifadesiyle Konstantiniyye’nin Türkler tarafından 1453’te ele geçirilmesi, dünya tarihini yeniden şekillendirmiş (dizayn etmiş), Orta Çağ'ın kapanıp Yeni Çağ'ın açılmasına vesile olmuştur. Bu büyük (kutlu) hadisenin mimarlığı da gencecik yaşında fetih ümidiyle yatıp fetih rüyaları gören Osmanlı'nın 7. padişahı II. Mehmed'e nasip olmuştur.
Byzantium’dan Fatih’e Suriçi'nde bir deveran...
Dün olduğu gibi bugün de Suriçi denince İstanbul, İstanbul denince de Suriçi akla gelmektedir. Öyle ki İstanbul, bu tarihî yarımadayla adeta özdeşleşmiştir. Bugünkü modern görünümlü metropol İstanbul, Suriçi'nin çok uzaklarına kadar taşsa da, kadim İstanbul bu mahalde bütün haşmetiyle (ihtişamıyla) yaşamakta, gönüllerdeki yerini sağlamlaştırmaktadır.
Suriçi, İstanbul'un tarihî yarımadası olarak da bilinir. Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma tarihî sarayları, camileri, kiliseleri ve diğer önemli yapıları ihtiva eder. Önemli semtleri arasında Süleymaniye, Zeyrek, Cibali, Fener ve Balat bulunur.
İstanbul'u Osmanlı (dolayısıyla İslâm) topraklarına dahil eden Fatih Sultan Mehmed, Fetih'ten hemen sonra İstanbul’da çok kapsamlı imar, iskân ve kültür faaliyetlerine girişmiştir. Fethi takip eden günlerde İstanbul'da ilim faaliyetlerinin başlaması için bazı kiliseler zaman kaybedilmeden medreseye çevrilmiştir. Bununla beraber külliyeler yapılmıştır. Bu kapsamda harabe halindeki Havariyyun kilisesinin temelleri üzerinde 1463 yılında cami, Sekiz Sahn (Sahn-ı Seman) Medresesi, sekiz Tetimme Medresesi, Kütüphane, Tabhane ve İmaret, Darüşşifa, Darüttalim, Kervansaray ahırları, Fatih ve zevcesi Gülbahar Sultan Türbeleri vs. olmak üzere bir çok birimden oluşan Fatih Külliyesi'nin inşasına başlanmış, külliye 1471 senesinde hizmete açılmıştır. Bu külliyede eğitim faaliyetleri hemen başlatılmıştır.
İstanbul'un ilim ve irfan müesseselerinin merkezi konumundadır tarihî ve kadim Suriçi. İlim merkezlerinin başında gelen Fatih Medreselerinden yaklaşık bir asır sonra kurulan ve medrese teşkilatı açısından en yüksek seviyeyi temsil eden Süleymaniye Medreseleri yine bu mahalde inşa edilmiştir. 1550-1557 tarihleri arasında tamamlanan söz konusu külliyede cami, dört medrese, darülhadis, tıp medresesi, darüşşifa (bimarhane), darüzziyafe, tabhane, sıbyan mektebi, hamamlar ve türbeler bulunmaktadır. Bu kapsamlı külliyede dinî, hukukî ve edebî derslere ek olarak hendese ve riyaziye derslerine de yer verilmiştir.
"Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın rûhu yanar..."
İstanbul'un ruhunu iliklerine kadar hissettiren aziz ve necip coğrafyanın adıdır Suriçi... Onun da ruh merkezi bence Koca Mustafa Paşa'dır. Koca Mustafa Paşa deyip de geçmemek gerek... Koca Mustafa Paşa demek Suriçi demek, Suriçi demek Fatih demek, Fatih demek İstanbul demek... Koca Mustafa Paşa demek Sünbül Sinan demek, Koca Mustafa Paşa demek Merkez Efendi demek... Koca Mustafa Paşa demek ilâhî aşk demek, maneviyat demek...
Kadim Türk şiirinin zirvesindeki şahsiyetlerden biri olan Yahya Kemal Beyatlı, "Kocamustâpaşa" adlı şiirinde bu semtteki hayatı ve manevi atmosferi öyle içten, öyle derin ve öyle içselleştirerek anlatıyor ki kelimeler kanatlanıyor sanki. Bu semtten bahsederken Sünbül Sinan'a ve onun mücevheri andıran ve yanan ruhuna göndermelerde bulunuyor: "Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr Istanbul!/Tâ fetihten beri mü'min, mütevekkil, yoksul,/Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada/Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü'yâda/Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyyetimiz/Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz/Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;/Yaşıyanlar değil Allâh'a gidenlerden uzak/Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı/Hisseden kimse hakîkat sanıyor hulyâyı/Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada,/O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada,/Geçer insan bir adım atsa birinden birine,/Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine//Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;/Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:/"Gitme! Kal!/Sen bu taraf halkına dost insansın;/Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın/Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,/Avutur gamlıyı, teskîn eder endîşeliyi;/Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,/Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın rûhu yanar/Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,/Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak!..." Büyük bir içtenlikle ve özlemle tarihî Suriçi'ndeki Koca Mustafa Paşa semtini adeta kelimelerle resmeden Yahya Kemal'in dudaklarından sonunda şu mahzun mısralar dökülür: "Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan/Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;/Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;/Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük/Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,/Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı/Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda/Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!"
Halvetiyye tarikatından Sünbüliyye koluna Sünbül Sinan Efendi
Asıl adı Yusuf Sinan olan ve halk arasında "Sünbül Sinan" olarak bilinen kıymetli Hak ve hakikat dostu 1452'de Merzifon'da doğmuş, 1529'da da İstanbul'da vefat etmiştir. "Sünbül" lâkabı ona şeyhi Cemâl-i Halvetî tarafından verilmiştir. Diğer lakapları Zeynüddin ve Sinanüddin'dir. Babasının adı (Kayabeyoğlu) Ali'dir. Ailesi hakkında başka da bilgi yoktur. Hayatına dair bilinenlerin önemli bir kısmı, halifelerinden Yâkub Efendi’nin oğlu Şeyh Yûsuf Sinâneddin’in “Menâkıb-ı Şerîf ve Tarîkatnâme-i Pîrân” adlı eserinde babasından naklen verdiği bilgilere dayanmaktadır. Onun dışında söylenenler pek de güvenilir bilgiler değildir.
Sünbül Sinan ilk tahsilini memeleketi olan Merzifon'da yapmıştır. Daha sonra ilmin en büyük kapısı olan İstanbul'a gelerek medrese tahsiline başlamıştır. İlerleyen zaman içerisinde devrin tanınmış âlimlerinden Efdalzâde Hamîdüddin’in talebesi olmuştur. Medrese yıllarında tasavvufa pek sıcak bakmayan Sünbül Sinan, bir arkadaşının etkisiyle Halvetiyye tarikatının ana kollarından Cemâliyye’nin pîri Cemâl-i Halvetî’ye intisap ederek tasavvuf yoluna girmiştir. Üç yıl talebelik döneminden sonra icazet alarak irşat vazifesiyle Mısır'a gitmiştir.
Hocası, Halvetiyye tarikatının Cemâliyye kolunun kurucusu ve bu tarikatın İstanbul’daki ilk temsilcisi, âlim ve şair Cemâl-i Halvetî hac yolunda vefat edince Sünbül Sinan, hac dönüşü hocasının vasiyeti gereği İstanbul'a gelerek şeyhinin kızı Safiye Hatun'la evlenmiş, Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nda postnişin (şeyh) olmuştur. 1494 yılından vefatına kadar (1529), kendi adıyla anılacak olan Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nda 35 yıl irşad faaliyetini sürdürmüştür. Bunun yanında Ayasofya ve Fatih camilerinde vaazlar vermiştir. Yavuz Sultan Selim, yaptırdığı caminin açılış merasiminde vaaz etme görevini ona vermiştir.
İstanbul'un büyük velilerinden olan Sünbül Sinan, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman dönemlerini görme ve o dönemlerde irşat vazifesini yerine getirme bahtiyarlığını doyasıya yaşamıştır. Sünbül Efendi, Muharrem 936’da (Eylül 1529) vefat etmiştir. Cenaze namazını Fâtih Camii’nde Osmanlı devleti şeyhulislâmlarından Kemalpaşazâde (İbn-i Kemal) kıldırmıştır. Cenaze namazının akabinde İstanbul Suriçi Kocamustafapaşa’daki Kocamustafapaşa Dergâhı'nın haziresine defnedilmiştir. Şeyhin ölümüne zamanın önemli şairleri tarafından “Eyledi bostân-ı zühdün sünbülü me’vâya azm”; “Cânına Sünbül Sinân’ın Fâtiha”; “Üstâd-ı aşk.” ifadeleriyle tarihler düşürülmüştür.
Sünbül Sinan, şiirle de yakından ilgilenen bir söz ve gönül sultanıdır.
Sünbül Sinan birçok talebe yetiştirmiştir. Başta Merkez Efendi olmak üzere Yâkub Germiyânî, Cem Şah Efendi, Akşehirli Cemal Efendi, Maksud Dede, Kefeli Alâeddin Ali, Çavdarlı Şeyh Ahmed Dede onun halifeleri arasında sayılabilir. Sünbül Efendi'nin vefatından sonra yerine damadı Merkez Efendi postnişin olmuş, Sünbüliyye tarikatını yaygınlaştırmıştır.
Sünbül Sinan, sema ve devrana çok önem vermiş, bu özelliğinden dolayı devrin âlimleri tarafından şiddetli şekilde eleştirilmiştir. Yapılan bir va'zın, okunan âyetlerin veya söylenen ilâhîlerin etkisiyle duygulanan ve coşan bir sûfinin çoğu kez iradesi dışında yerinden fırlayıp dönmeye başlamasına devir, devran, deveran, sema ve benzeri isimler verilmektedir.Sünbül Sinan "Risâletü’t-taḥḳīḳiyye" adlı eserinde devranın kâfir oyununa benzetilmesine, ona raks denilmesine şiddetle karşı çıkmaktadır.
Şeyhliğinin yanında divan şairi de olan Sünbül Sinan'ın "Risâletü’t-tahkikiyye,Risâle Der Hakk-ı Zikr ü Devrâ, Risâletü eṭvâri’s-sebʿa, Tarîkatnâme, Risâle fî deverâni’s-sûfiyye" adlarında kıymetli eserleri mevcuttur. O, bu eserlerinde ve çoğu şiirlerinde tarikat adabını anlatmış, bu konularda yapılan eleştirilere ve hücumlara cevap(lar) vermiştir.
Sünbül Sinan Efendi sanatla ve onun çok mühim bir şubesi olan şiirle (Divan şiiri) ilgilenen bir kalem erbabıdır. Bu yüzdendir ki onun yolundan gidenler (müntesipleri) sanatla, musikiyle ve şiirle ilgilidir. “Gel ey sâlik diyem bir söz ki haktır” dizesiyle başlayan on beyitlik bir ilâhîsi bestelenmiş ve dergâhlardaki ayinlerde okunmuştur. İşte onun birkaç dizesi: "Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır/İşitir Hakkı şol kim hak-kulakdır/Hadîs-i Hak durur hak söz hakîkat/Egerçi söyleyen dildir dudakdır//Şular kim geçmedi cân u cihândan/Ne duydu ‘aşkı ne de duyacakdır/Sorarsa hânkâh-ı ‘aşkı zâhid/Makâm-ı ‘âlîdir ulu ocakdır//Münevver olamaz zühd ile zâhid/Anın yeri karanlık bir bucakdır/Kalanlar zühd ü takvâda mukarrer/Sefer ehli değildir o durakdır"..."Sarây-ı vahdet olmuşken makâmım/Bu kesret âlemin seyrâna geldim/Çü birdir Sümbülî ma'rûf ü ârif/İdüp da'â deme irfâna geldim"
İstanbul'un manevî mekânlarından Sünbül Sinan Efendi Türbesi
Köklü bir tarikat olan Halvetiyye tarikatının Sünbüliyye kolunun kurucusu olan Sünbül Sinan'ın İstanbul'daki türbesi dün olduğu gibi bugün de en çok ziyaret edilen türbelerden biridir. Sünbül Sinan Türbesi, İstanbul'un Fatih ilçesinde bulunan tarihî bir yapıdır. Hak ve hakikat dostları, bu büyük Allah dostunun türbesini görme iştiyakındadır.
Hak ve hakikat dostu Sünbül Sinan'ın türbesinin de yer aldığı Kocamustafapaşa, İstanbul'un Fatih ilçesi sınırlarında yer alan tarihî bir semttir. Burası adını Sadrazam Koca Mustafa Paşa’dan almıştır. II. Bayezid saltanatı sonunda ve I. Selim saltanatı başında 1511-1512 döneminde sadrazamlık yapan Osmanlı devlet adamlarından olan Koca Mustafa Paşa, Bizans döneminden kalan Ayios Andreas Manastırı Kilisesi’ni 1489 yılında camiye çevirmiştir. Fakat Koca Mustafa Paşa demek en çok da Sünbül Sinan demektir. Çünkü bu semtin Müslüman kimliği Sünbül Sinan'ın ve onun talebesi olan Merkez Efendi'nin eseridir.
Sünbül Sinan Türbesi bugünkü görünümünü Sultan II. Mahmud Han (1808-1839) zamanında yapılan onarım ve Serasker Mehmet Rıza Paşa'nın 1920 yılından önce yaptırdığı restorasyonla almıştır. İlk yapıldığı zaman sekizgen planlı olan türbe, bugün yuvarlak planlı ve üzeri kubbelidir. Türbenin güneyine yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, bu bölüme Sünbül Efendi ile Serasker Mehmet Rıza Paşa'nın mezarlarının bulunduğu bölümün kapıları açılmıştır. Ayrıca burada Hattat Ömer Efendi'nin mezarı ile bir de kuyu bulunmaktadır.
Osmanlı'nın yetiştirdiği gönül er(en)lerinden Sünbül Sinan Efendi, gönül göğümüzün parlak yıldızlarından biridir, yolumuzu aydınlatandır. O, hakikatin izini kendisine iz edinmiş bir alperendir. Rabbim izini iz etmeyi bizlere nasip ve müyesser eylesin. Ruhu şâd olsun.
Yayımlandığı Yer: Somuncu Baba Dergisi/ Mart 2025/293. sayı
0 notes