nargileist-blog
nargileist-blog
NargileİST
46 posts
Mavi'den eğlenceli bir şehre...
Don't wanna be here? Send us removal request.
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Süleyman Beye Hiç Böyle Soru Sorulur Mu?
Ellemeyin gayrı şu Süleyman Beyi yahu! Üstüne üstüne gitmenin ne âlemi var? Süleyman Bey bu! İşine gelince devlet arşivine sığınır, işine gelince de devlet arşivine “mevhum” der, çıkar… Bunca yılın Süleyman Beyini biz mi değiştireceğiz. Kırk yıllık Kani hiç olur mu Yani? Laf işte!
Yıl 1970… Devri Süleyman… ‘İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu… Hani güya kanal açtırıp Deniz Gezmiş’i ağa düşüren meşhur Eminönü Kaymakamı… İçişleri Bakanlığına bağlı -Emniyet Genel Müdürlüğünün Önemli İşler Müdürlüğü bir rapor hazırlar. Bu rapor, ülkede cirit atan siyasal akımları ve eylemleri anlatmaktadır. Nasyonal sosyalizm bölümü de MHP’nin faaliyetlerini ve komando kamplarını kapsamaktadır. İşte bu rapor, kendi İçişleri Bakanı Menteşeoğlu’nun imzasıyla Başbakan Demirel’e gönderilmiştir.
Şimdi bu raporun hesabını Demirel’e soruyorlar… Önce “Bu rapor mevhumdur” diyor. Gösteriyorlar, “Ooooo, böyle kâğıtlara ne raporlar yazılır” diyor.
Fotokopisini veriyorlar, “Bunun düzmece olmadığını kimse iddia edemez” diyor. Var mı daha başka türlüsü, ya da çeşitlisi…
Adam aklına koymuş bir kez; Böyle bir raporu tanımayacak. Ne âlemi var üstüne gitmenin… Hem ne zamanki rapor? Sekiz yıl önceki rapor! Çarp 365’i 8’le, eder 2920 gün…
Süleyman Bey, dünü hatırlamaz, sen kalkıp 2920 gün önceki rapordan söz ediyorsun. İnsaf be kardeşim, sizde hiç insaf yok mu?
“Dün dündür, bugün bugündür” diyen adama iki bin küsür gün önceki rapor sorulur mu?
Süleyman Beydir bu… Siz istediğiniz kadar mangal tahtası deyin, o lafı evirip çevirip bayram haftasına getirir. Cumhurbaşkanı seçimlerini ne çabuk unuttunuz. Süleyman Beye sordular:
“Genelkurmay Başkanı Sancar’la görüştünüz mü?”
“Böyle bir görüşme olmamıştır.”
Ertesi gün Genelkurmay açıklama yaptı:
“Görüşme olmuştur.”
Bizim meslektaşlar, Süleyman Beyi yakaladılar:
“Bu nasıl iş?”
Elcevap:
“Dün dündür, bugün de bugün!”
Süleyman Beyi bilmek lazım, tanımak lazım, ondan sonra soru sormak lazım.
Biz olsak, hiç öyle soru sormazdık. Çünkü ağzımızın payını nasıl alacağımızı bilirdik.
Diyelim ki sorduk:
“Bu rapora ne diyorsunuz?”
“Ecevit, 800 kişinin kanının hesabını versin.”
“Biz, rapor diyoruz…”
“Meşruiyet içinde çare tükenmez, her işin bir çaresi vardır.”
“Beyefendi rapor…”
“Florya motellerinde kurulan hükümetin başı çılgındır.” “Rapor rapor… Süleyman Bey rapor!”
“Onlara gül gibi, gülistan gibi bir memleket teslim ettik.” “Ya rapor…”
“Sosyalist Enternasyonale girmek, kanunlarımıza göre fevkalade suçtur.”
“Gözünün yağını yiyşyim Süleyman Bey, şu rapordan söz et!”
“Bakın ben size bir şey söyleyeyim. Van’daki deprem evlerini biz yaptık. 4090 tane evi ben dağıttım, işte tapuları…”
“Rapor!”
“Bu memlekette tapuyu deldirmeyeceğiz. Doğa Kanununu kim icat etti?”
“Rap…”
“Türk ordusu demokrasiye bağlıdır.”
“Ra…”
“Yaaaa.’. Hükümet olmak kolay mi? Önlesin bakalım şimdi… Bu kanların hesabını ben ondan soracağım.”
Bizim arkadaşlar yine dua etsinler, başlarına bu gelmemiş. Süleyman Beyin iyi tarafına gelmiş de rapor üzerine birkaç laf etmiş.
Bunu da yapardı ha!
Süleyman Bey derler ona…
Sağı, solu hiç belli olmaz.
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Geçmişten Bir Kesit "İlçe Başkanının Bakana Mektubu"
Bundan böyle Ankara’ya bir işiniz düşerse, MSP İlçe Baş-kanınız Kasım Taşçı’ya başvurmadan yola çıkmayınız…
“Neden!” diye sual ederseniz, hemen cevabını verelim: Derik hangi ilin ilçesidir? Mardin’in değil mi? Şu gün Mardin’in en önemli milletvekili kimdir? MSP’li Fehim Adak değil mi? Niçin önemlidir? Çünkü kendisi halen Bayındırlık Bakanıdır da ondan…
Diyelim ki bir işiniz var. Ankara’ya gittiniz, işiniz takıldı. İnsan seçtiği milletvekiline gidip yardımını rica etmez mi? Eder elbet! Hele bu milletvekili bakan da olursa…
Ama dedik ya, sizin Mardin’in Derik ilçesinden olmanız ve de Bayındırlık Bakanı Fehim Adak’ın sizin’ milletvekiliniz olması yetmez. Önce MSP İlçe Başkanı Kasım Taşçı’dan ruhsat almak gerek! Bu da nereden mi çıktı? Okuyun mektubu görün:
“Sayın Muhterem Hacı Fehim Bayındırlık Bakanı Esselamün Aleyküm Ve Rahmatüllahi Ve Bere-Katühü…”
4.5.1975 pazar gününde ilçemize teşrif buyurduğunuzda bütün ilçe halkının sevinç ve heyecanını bizzat kendiniz görüp müşahede ettiniz. Bunun yanı başında pek tabii ki, sizlerin bir kolunuz olarak Derik’te M.S. Partisi Başkanı ve mensuplarının sizlerin teşrifiniz ve halka hitap ederek halkın takdirini kazanmanızla bizlerin de göğsümüz kabarmıştır.
Allah’ın izin ve müsaadesiyle seçime Derik merkezi ve köyleri ile beraber, reylerin 4/5 i M.S. Partisine verileceğini herkesçe söylenen bir söz olmuştur. Allah sizleri ve bizi hak yolundan ayırmasın. Din kardeşlerimizin bizlere iltihaklarını yüce Tanrı’dan temenni ederiz.
Mühtererce bakanımız ve hacı ağabeyimiz sizlerin de gördüğünüz Derik – Mazıdağı yolunun perişanlığının giderilmesi ve hiç değilse iyi bir onarım yaptırılması için ilgililere emirlerinizi İstirham edeceğim. Tabii ki, yeni proje faaliyete geçinceye kadar emin bir şekilde arabalarımız Diyarbakır’a gitsin ve gelsin. İstiyoruz.
Sizleri fazla rahatsız etmek ve kafanızı yormak istemiyoruz, yalnız şunu sizlerden istirham edeceğiz; Mardin’den ve gerekse Derik’ten size gelip bir şeyler istediklerinde, hemen yardımcı olup işlerini yaptırıyorsunuz. Bizde burada kıymetsiz kalıyoruz. Hiç değilse bilhassa Derikliler geldiklerinde parti başkanlığımızın imzasıyla gelenlerin işinin yapılmasını, zaten ben herkesi size gönderip rahatsız ettirmem onun için hassaten Derik’te partinizin bir kolu olan bizlerin imzasıyla İşlerin takip edilmesi daha iyi olur kanısındayız.
Sizleri daha fazla rahatsız etmek istemiyoruz. Satırlarıma son verirken tekrar tekrar ben ve İlçemiz Tahrirat Kâtibi Ab-dülaziz Uğurlu ayrı ayrı selam eder, müstecap dualarınızı bekler, ellerinizden öperiz. Sîzleri ve bütün Milli Selamet Partili arkadaşlarımızı Allah’a emanet ederiz, Esselamün Aleyküm Ve Rahmatüllahi Veberekatühü”
Şimdi diyeceksiniz ki. Böyle şey olur mu?
Olmaz elbet!
Koskoca cumhuriyet hükümetinin bakanı, ilçe başkanının imzasıyla mı iş görecek?
Görmez elbet!
Hiç çekinmeyin, vurup kapıyı Sayın Bayındırlık Bakanı Hacı Fehim Adak’ın varın huturuna…
Bakın nasıl size yardımcı olacak?
Partili, partisiz, bizden onlardan demeden…
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türkiye’nin 1970 Yıllarındaki Siyasi Nabzından Bir Enstantane
İşte böyle Süleyman Bey! Meşru zemin İçinde çare istemiyor muydunuz?  İşte bulundu!  «Bir kırmızı oy fazla çıksın!» demiyor muydunuz? İşte 226 da aşıldı, on kırmızı oy da fazla çıktı.
Güle güle Süleyman Bey! 1978’in ilk günlerinde şöyle bir arkanıza dönüp baksanız. Hep kan görürsünüz. Fidan gibi delikanlılar, aslan gibi babayiğitler, gelinlik kızlar ve bilim adamları… Devri iktidarınızda icat ettiğiniz «cephecilik» bizi buraya kadar getirdi.
Nasıl geldik buraya? Hepsini bir bir sıralamanın gereği yok. Şu ilana bir göz atın ve okuyun;
“Beşiktaş Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Bölümünde 3. sınıfta okurken 27.12.1976 pazartesi günü, insanlık dışı bir saldırıda açtıkları yaylım ateşinde ağır yaralanan, kaldırıldığı Etfal Hastanesinde gösterilen bütün ihtimamlara rağmen 31.12.1976 cuma günü 10 Muharremde bizleri acılar içinde bırakarak aramızdan ayrılan sevgilimiz, ruhumuz, canımız, kanımız, medarı iftiharımız özgürlükçü, aydın, yiğit oğlumuz, ALİ NECİP BOZALİOĞLU’nu (26.8.1954)-(?)…”
Mezar taşına resmini oyduk Zalimin zulmüyle acıyla dolduk Annenin yanma kabire koyduk Kime ne de benim yavrum kime ne! Köz düştüğü yeri yakar ele ne!
UNUTMAYACAĞIZ!  Az yaşadı, şerefle öldü. Özgürlük ve vatan uğruna, sadece bu mu?
Bir de İstanbul’un Vali Vekili Burhanettin Ergun’un «yeni yıl mesajını okuyun:
Bilmiyorum basınımız bu sade beyanlarımıza sütunlarında tümüyle yer verebilir mi, ama uzunca da olsa kendilerine hizmet gayreti içinde bulunduğumuz muhterem İstanbul halkının yeni yıllarını en candan dileklerle kutlama heyecanı içinde bulunduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Kısa bir dönem için de olsa kıdemli Vali Muavini olarak bana tevcih edilmiş bulunan şerefli İstanbul Valiliği görevini, hizmetin kapsam ve sorumluluğunu bilerek üstlenmekten duyduğum onuru muhterem halkımıza bu vesile ile iletmek ve paylaşmak isterim.
Halkımızın idareden beklemekte bulunduğu meseleler re idarenin yaklaşım tarzını dile getiren ve çok kere müjdeli hizmet haberlerini de içermesi mutat bulunan bu yılbaşı mesajını sadece iyi temennilere inhisar ettirerek halkının hizmet sorumluluğunu taşıyan bir görevlinin yalnız duygularını yansıtmak istiyorum.
Çetin bir yıl geçirdik. Ben de ikisi üniversiteye, biri ortaokula devam eden üç çocuk babasıyım. Çocuklarımın eve dönüş saatlerini anneleri ile heyecanla paylaşarak bekleriz. Özel bir vasıtamız, özel bir korunmamız yok. Halkımızdan bir kişi ve aile olarak sade yaşarız. Halkımızın geniş bir kitlesinin taşıdığı istek, endişe, değerlendirme ve mutluluk duygularından farklı bir dünyamız yok.
Bu dünyanın en büyük dileği gerçekten mutlu olmak için hudutsuz olanaklara sahip bu ülkede, düşmanlık duygularına dönüşecek görüş ayrılıklarının mutlu bir sonuca ulaşmasıdır.
Bu dileğin giderek yaygınlaşması ülkemizin geleceği açısından ümitleri güçlendirir. Ben bu arzuların yaygınlaştığı kanısını taşıyarak yeni yıl için gerçekten umutlanıyorum. Halkımızın güven ve esenliğine atfettiğimiz önem, her türlü hizmet anlayışının da ötesinde üzerinde özenle durulacak bir hizmet konusudur.Muhterem İstanbulluların yeni yıllarını huzur ve güven içinde geçirmeleri dileklerimi tekrarlar, kutlarım.
Sayın Demirel! Uzun lafa ne gerek. Cumartesi günkü sonucun doğruluğunu ispatlamaya sadece bunlar yeter. Bağrı yanık bir baba ve de «devletsin İstanbul’daki en büyük temsilcisi bakın neler diyorlar…
Anlıyor musunuz? Meşru zemin içinde geldiniz, gittiniz ve meşru zemin içinde yine gelebilirsiniz. Ama bir daha böyle gelmeyin!
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Bazıları Sıcak Sever, Bazıları Da MC'yi
Eğer bu hükümetin başına bir hal gelirse, zinhar Süleyman Beyden, Türkeş’ten, Erbakan’dan, şundan bundan bilmeyin. Eğer bu hükümet giderse, bilin ki dostlarının narına yanıp gitmiştir. Hem de hangi dostlarının?
Aklı evvel dostlarının… Önce kontrgerilla ile işe başladılar. Sanki çok gerekmiş gibi, daha ayağının tozunu silmeden hükümeti olmayacak sıkıntılara soktular. O yetmedi… Arkadan Eğitim Enstitülerini getirdiler.
“ille de faşistler dışarı atılmalı!” diyerek binlerce çocuğun sokaklara dökülmesini önerdiler. Hem de tafralarından yanlarına yaklaşılmayarak. “Görülmemiş direniş biçimleri uygularız!”
Bu da yetmedi. Son marifetle ortaya çıktılar. Üniversitedeki katliamı protesto edecekler. Elbette yüreğinde bir zerre insan sevgisi taşıyan, insanlıktan nasibini alan herkes bu katliamı protesto eder. Ama nasıl? Yollar kapatılacak, polisle çatışılacak, çocuklar okullardan çıkarılacak, dersler yapılmayacak… Bunun adı da faşizmi protesto… Bu hükümet faşist mi? Değil!
Hükümet, “Yapmayın bu işi” dememiş mi? Demiş! Hem de Başbakan hem de Milli Eğitim Bakanı televizyonda, radyoda söylemiş…
Ama aklı evvelin aklı bu kadar! Bu ortamda ortalığı karıştırmak kimin işine yarar?
Bedri’nin dünkü karikatürü ortada… Kim zil çalıp oynuyor, kim? Ama dedik ya aklı evvelin, aklı da bu kadar! Sonunda Ecevit’i bile isyan ettirip Ömer Seyfettin’in ünlü “Diyet” hikâyesini anımsatacak kadar. Hikâyeyi bilirsiniz…
Adam ünlü bir demircidir. Onun yaptığı, çeliğine su verdiği kılıçların üstüne yoktur. Bir gün hırsızlık iftirasına uğrar. Şeriat gereği sağ eli kesilecekken zengin bir kasap diyetini verip kurtarır ve kendisine köle yapar. Demirci ustasının hayatı bundan böyle cehennem olur. Zengin kasap yapmadığını bırakmaz ve her seferinde de “Senin sağ elinin diyetini ben verdim” der. Sonunda demircinin canına tak eder, sağ bileğini kütüğün üzerine kor, satırı bileğine indirir ve kopan elini kasabın suratına atar:
“Al diyetini!” Yürür gider… Ecevit de işte böyle isyan etmiştir:
“Biz iktidar oluşumuzu özgürlükçü demokrasiyi yaşatmak, iç barışa kavuşmak ve ülkenin gelişmesini toplumsal adalet içinde hızlandırmak isteyen halkımıza borçluyuz. Başka hiç kimseye ve hiçbir kuruluşa borcumuz yoktur. İktidarda kimseye ödeyecek diyetimiz yoktur. Daha önce başka ülkelerde başkalarının düştüğü tuzaklara düşmeye veya demokrasimizi o tuzaklara düşürmeye de niyetimiz yoktur. Türkiye’de demokrasi ve ekonomi, cumhuriyet tarihinin en ağır bunalım döneminden geçiyor. Böylesine ağır bir bunalıma karşın ülkemizde demokrasinin yaşayabilmesi her şeyden önce halkımızın demokrasiye bağlılığındandır.”
Ne diyeceksiniz?
Bazıları sıcak sever, bazıları da MC’yi… Birincisinden, İkincisinden ağızlarının tadını alamadılar, şimdi sıra üçüncü de… Allah onların ağzına tat, bize de kolaylık versin.
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Avrupa’da Enteresan Bir Olay “100 Mark Açık ve Bir Türk”
Gisela Löffler, Berlin’de Gerichtstrasse’deki postanenin havale bölümünde çalışıyordu. Para alır, para verirdi. Akşam iş ‘bitince gişeyi kapadı ve hesabını yaptı. Tam 100 mark açık vardı. Kanı dondu. 100 mark onun için büyük paraydı. Kendisinin ödemesi lazımdı. Diğer memurlar arkadaşlarının yardımına koştular. Gişedeki girdi, çıktıyı, bir daha tekrar incelediler, döktüler, saydılar… Hesap tamamdı, 100 mark açık vardı.
Çaresiz, zavallı kadıncağız bu parayı cebinden ödeyecekti. Ve ödedi. Ertesi gün gişede çalışırken telefonu çaldı. Açtı, iyi Almanca bilmeyen bir ses kendisine bir fabrikanın adresini veriyor ve 100 marktan söz ediyordu. Bir daha, bir daha tekrarlattı ve çözebildiği kadar, açık verdiği 100 markla ilgili bir şeyler söylenmek istendiğini anlayabildi. Fabrikanın adresini tam olarak anlamıştı. Hemen şefine çıktı ve durumu bildirdi. Şefi Giseia LöffleTe izin verdi. Kadıncağız apar topar, nefes nefese fabrikaya gitti. Kapıdaki Almana durumu anlattı. Adam Evet! dedi. Haberim var, bizim Türk işçilerinden biri sizi arıyor.
Kadın personel şefinin odasına çıktı, onun da haberi vardı. Biraz sonra içeriye iki Türk işçi girdi. ‘Biri yarım yamalak Almanca biliyordu. Diğeri ise Almanya’ya geleli birkaç ay olduğu için hiç konuşamiyordu. Az bilen biraz önce telefon edendi. Ve anlattı: Arkadaşım dün sizin gişeden para almış. Akşam cüzdanındaki parayı sayarken 100 mark fazla olduğunu görmüş. Bana anlattı. Ben de size telefon ettim. >100 markınızı iade edecek! Giseia Löffler, donup kaldı. Haşan Ali Bodur adındaki işçi, cüzdanından 100 markı çıkarıp uzattı ve Türkçe bir şeyler söyledi. Arkadaşı da tercüme etti:
Biz Türkler helale haram katmayız. ‘Ben vatanımdan “buraya çalışmak için geldim. Alnımın teri ve emeğimle kazandığım parayı Türkiye’deki çoluk çocuğuma gönderiyorum. Çocuklarımın kursağına hakkım olmayan bir kuruşun bile girmesini istemem. Yoksulum yoksul olmasına. 100 mark benim için de büyük para! Ama ben kimsenin hakkını yemem. Alın paranızı… Giseia Löffler ve odadaki diğer Almanlar heykel gibi duran iki Türkü seyrediyorlardı.
Bu Türkler, Viyana kapılarında kopardıkları üzüm salkımlarının parasını bağ kütüklerine asan atalarının nesliydi. Ertesi gün Morgenpost gazetesi haberi şöyle veriyordu: Bunu birçok Alman yapmazdı. Giseia Löffler de şöyle diyordu: Şimdiye kadar ben ve arkadaşlarım çok açık verdik. Ama kimse parayı iade etmedi. Kendi vatandaşlarımın çoğunun bu parayı geri getirmeyeceğini biliyorum. Bir rahatlık çöktü İçinize değil mi? Hem de nasıl bir ferahlık. Gururun da ötesinde bir şey.
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türkiye’deki Enteresan Olaylar Zincirinden Bir Demet
Hüseyin Ağa Camiye Gitti
Afyon’dan Uşak’a bir otobüs gidiyordu. Ama ne otobüs? Her tarafı döküm döküm dökülüyordu. Şoför de inadına 80 kilometreden a��ağı düşmüyor, bozuk yolda basıyordu gaza… Otobüs arada sırada duruyor ve şoför muavini dökülen jant kapaklarını, vidaları, somunları topluyordu. Ondan sonra otobüs hareket ediyor ve şoför gaza basıyordu. Yolcuların çoğu yaşlı köylülerdi. Şoföre yalvarıyorlardı:
“Aman şoför efendi ne olur biraz yavaş sür!” Fakat şoförün aldırdığı yoktu. Keyifli bir türkü tutturmuş* sürüp duruyordu otobüsü… Dumlu’da biraz mola verdi. Günlerden cumaydı. Yaşlı bir köylü fırsattan İstifade edip camiye koştu. Yük alındı, yük indirildi, yolcular bindi, yaşlı köylü hâlâ ortada yoktu. Şoför sinirlendi, korna çalmaya başladı. Biraz sonra ihtiyar camiden çıktı ve otobüse koşmaya başladı. Otobüstekiler’den biri kafasını pencereden çıkartıp bağırdı:
“Camiden mi geliyon nüsen Ağa?” ihtiyar hem koşuyor hem de cevap veriyordu:
“Ya ya… ‘Comiden geliyom!” “Camiye niden gittin be Hüsen Ağa? Goşuve… Goşuve… Şoför efendi bizi Allaha götürüyo!..  Goşuve biraz… Allaha gidi yoz be nüsen Ağa!.”
KÖYLÜLER DEVLETİN TOPRAĞINI SÜRÜYORDU
Kayserilin Molu köyü çevresinde hazineye ait topraklar vardı. Bu topraklar yıllardan beri boş duruyordu. Bu yıl köylüler hazine topraklarına el koydular ve sürmeye başladılar. Durumu öğrenen ilgililer jandarmalarla birlikte olay yerine geldiler. Köylüler kendi tarlalarıymış gibi toprağı sürüyorlardı. Toprak davalarında tecrübeli olan bir yetkili köylüleri etrafına topladı, onlara gerekli şekilde durumu anlattı:”Bu sürdüğünüz topraklar devletin malıdır. Siz ancak tapusu sizde olan toprakları sürebilirsiniz! Bu topraklara ait tapunuz var mı?”
İlgili kişiyi dinleyenlerden yaşlı bir köylü geriden bağırarak sordu: Peki be iyi, anladık! Bizim tapumuz yok! Şüsenin ”Devlet’ dediğin göstersin bakalım tapusunu görelim! Acaba onun var mı?”
Yol Mühendisi Eşekler!
Kayseri’nin Mahrumlar bağları çevresinde semt halkı imece usulü ile bir kesime yol yapıyorlardı. Bu ilke! yolun mühendisliğine bir eşek görevlendirilmişti!.,, Eşek önde ilerliyor, peşinden gelen Kayserililer de eşeğin geçtiği kesinti genişleterek yol haline getiriyorlardı. Bu ilginç yol yapımı, oradan geçen iki Amerikalının dikkatini çekti. Yarım yamalak Türkçe bileni sordu:
“Ne yapıyorsunuz?”  Bir Kayserili cevap verdi; Yol yapıyoruz!” Amerikalı şaşırdı; iyi ama şu eşek ne yapıyor?”  “Yolun muhendisi…  Yol yapımına elverişli geçidi o gösterir!” Amerikalı katıla katıla güldü: “Peki, eşek bulamazsanız ne yaparsınız?” Kayserili bu, lafın altında kalır mı? “O zaman da Amerika’dan uzman getiririz!”
Cemal Beyin Halinden Kimse Anlamaz
Cemal Genç, Susurluk Şeker Fabrikasının sivil savunma uzmanıdır. Allah eksik etmesin eşi, dostu, arkadaşı, ahbabı pek çoktur. Bu yüzden de başı derttedir. Eş, dost, ahbap bir kenara, eşinin eşi, dostunun dostu, arkadaşının arkadaşı hiç yakasını bırakmaz… Hele bu mevsim… Şeker fabrikalarının kampanyaya başladığı günler… Herkes sivil savunma uzmanının kapısını çalar. Kimi iş ister, kimi torpil ister, ‘kimi avans ister, kimi arka ister, kimi «Yapıver şunu be Cemal Bey!” der… Velhasıl Cemal Genç’in başı derttedir. Kimse halden anlamaz, kimse anlayış göstermez. Sanki sivil ‘savunma uzmanı fabrikanın kralı! Cemal Genç baktı olacak glibi değil… Yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal! Herkesle kötü kişi oluyor. Bu dertleri kökünden kesip atmak için Susurluk’ta yayınlanan “24 HAZİRAN” gazetesinde “ZORAKİ AÇIKİJAMA” başlığı altında şu açıklamayı yaptı:
“Hemşehrilerim… Dostlarım… Arkadaşlarım… Bildik ve tanıdıklarım… Hulasa beni sevenler ve sayanlar. Biliniz ki, ben sadece Susurluk Şeker Fabrikasının Sivil Savunma Uzmanıyım. Yukarıda övünerek saydıklarım, mazimi kaile almış olacaklar ki, bende bir kudret, kuvvet, selahiyet, söz sahipliği ve söz geçerlik tevehhüm ederek iş için müracaat etmektedirler.
Benim hiçbir kudretim, kuvvetim, selahiyet’im, söz sahipliğim ve geçerliğim asla ve kafa yoktur. Hatta ve hatta hiçbir işte ve hiçbir suretle mütalaası ve düşüncesi dahi alınmaya ve sorulmaya lüzumu olmayan bir hiçim. Yani anlayacağınız, tabiri amiyanesi ile Yalova Kaymakamından başka bir şey değilim.
Bu gerçeği bilmeyenler, işlerini bana havale ettikçe hava almakta ve inkisarı hayale uğrayınca da arzettiğim durumu bilmediklerinden haksız olarak bana kızmakta, darılmakta ve gücenmekteler. Eğer, işinizin arzularınıza göre sonuçlanmasını istiyorsanız bundan sonra bana değil, fabrikanın yetkili, söz sahibi ve sözü geçer organlarına başvurmanız gerekir. Saygılarımla.”
Bir Garip Tesadüf
Geçenlerde Taksim’de Topçu Caddesinde bir dükkâna giren belediye zabıta memuru etrafı şöyle bir gözden geçirdi ve sordu: “Yangın söndürme cihazınız nerede?” “Yok!” “Niçin yok?” Her dükkânda bir yangın söndürme cihazının bulunmasının mecburi olduğunu bilmiyor muydunuz?”
“Bilmiyorduk!” “O halde size ceza yazıyorum!” Zabıta memuru makbuz koçanını çıkardı ve 30 lira ceza yazdı. Dükkân sahipleri hemen cezayı ödemek istediler, zabıta memuru parayı almadı. “Ben para almam!” dedi, “Biz bu makbuzla Belediye Sarayına gidersiniz, orada cezanızı yatırırsınız!” Ve çıkarken ilave etti:
“İki gün sonra tekrar uğrayacağım. Eğer yangın söndürme cihazınızı almazsanız cezanız iki misli olur!” Yarım saat sonra dükkâna bir adam geldi. Kendisini tanıttı: “Yangın söndürme cihazları satan falan firmanın mümessiliyim. Çok emniyetli ve garantili yangın söndürme cihazlarımız vardır. Eğer arzu ederseniz satış yerimize teşrif edin! Buyurun size kartımızı bırakıyorum!”
Dükkân sahibi tesadüfün böylesine şaşmıştı! Ama akşam eve giderken hayreti büsbütün arttı. Komşu kasabın dükkânında da yepyeni bir yangın söndürme cihazı vardı. «Hayrola!» diye sordu. “Bu nereden çıktı?”  Kasap başını salladı:
Ne bileyim ben! belediye zabıtası uğradı ceza kesti! Arkadan bir adam geldi, yangın söndürme cihazı sattığını söyledi. Ben de fazla ceza vermeyeyim diye aldım!”
Şükrede Şükrede
Bektaşi’nin biri, yaz günü cebindeki son beş para ile bir karpuz almış. Bir ağacın kenarına çekilmiş. Kestiği karpuz kabak çıkmış. Bektaşi, karpuzcuya bir hayli veriştirdikten sonra, göbeğini yemiş, geri kalanını yolun kenarına atmış.
Biraz sonra yoldan geçen bir dilenci, karpuz artıklarını görünce hemen oturmuş ve kabuklarına kadar kemirdikten sonra Hey Allah’ım demiş, “Sana bin defa şükürler olsun! Susuzluktan ölüyordum!” Bunu işiten Bektaşi yerinden fırlamış ve dilenciyi dövmeye başlamış. Bir taraftan vuruyor! Bir taraftan da bağırıyormuş: “Ulan siz zaten böyle her şeye şükrede şükrede O’nu bu hale getirmediniz mi?”
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstanbul’un Kalbinde Bilinmeyen Yer
Galata Ne Demek
Gala sözcüğü Rumca’da süt demektir. Kimileri Galata’nın bölgedeki süthanelerden geldiğini hatta Karaköy’ü de içine alan bölgede bir dönem bu kadar çok muhallebici bulunmasının bu kültürün devamı olduğunu belirtirler. Bununla ilgili yazılı bir kaynak bulunmasa da diğer bir yandan Galata sözcüğünün İtalyanca denize inen yokuş “galadyo” sözcüğünden de gelmiş olabileceği söylenir. Diğer bir görüş ise Ortodoksların Katolikleri Galus olarak adlandırması Galata’nın bir Katolik kasabası olması ve de Anadolu’da da Katoliklerin yaşadığı yerlere Galatea denilmesinden adının buradan geldiğidir. 12.yüzyılda Cenovalılar ve ardından Venedikliler ile parlak bir dönem yaşamaya başlayan bu Latin kolonisi Müslüman, Ortodoks, Katolik ve Yahudi halkı ile her zaman zengin bir dinler ve diller mozaiği olmuştur. Daha Bizans döneminde de bölgede Romaniyot adı verilen Bizans Yahudilerinin yaşadığını ve genellikle zor koşullarda dericilik gibi işlerde uğraştığını biliyoruz.
İspanya’dan göçe zorlanan Yahudiler ilk olarak Padişah 2. Beyazıt tarafından Balat semtine yerleştirilmiş buradan varlıklı kesim zamanla Haliç’in diğer tarafı Hasköy’e geçmiştir. Galata ise gemicilerin semti olarak bilindiğinden hem bir eğlence merkezi hem de sürekli yangınları ile ünlenen bir yerleşim olmuştur. Galata’yı çevreleyen ve Galata Kulesi’ni de içine alan surlar Osmanlılar ile yıkılmıştır. Bugün bu surlardan kalanlar arasında Galata Kulesi ve İtalyan Sinagogu’nun arkasındaki bölümü görebiliyoruz. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın Beyoğlu’na önem verip konsolosluklar kurması Galata’da aynı görkemde binalar kurulmasını engellemiş ancak yine de Galata semti gizemini kaybetmemiştir. 1900’ler ile birlikte de Osmanlı’nın ticaret merkezi haline gelen bu semtimizde Yahudiler hem ticaretle ilgilenmişler hem de işyerlerine yakın yerlerde yaşamaya başlamışlardır. Yahudiler tarafından bölgede günümüze kadar ulaşan birçok apartman, sinagog, işyerleri yaptırılmıştır. Kamondo ailesi gibi kendi ile özleşen bazı bölümlerde halen kullanılan han, geçit, merdiven gibi yapıları görmekteyiz. Hatta bugün Şair Ziya Paşa Yokuşu olarak bilinen yokuş bir dönem “Yahudi Yokuşu” olarak anılmaktaydı.
Galata Meydani’ndan Çiktik Yola…
Gezimizin bu haftaki bölümünde Galata Meydanı’ndan başlayıp, Galata Kulesi Bölgesi’ne kadar geleceğiz. Aslında gezi programında görülecek o kadar yer var ki bütün bir pazarınızı sıkılmadan bu semtte geçirebilirsiniz. Öncelikle şimdileri Metro istasyonu bir zamanların Sarı Madam Çay bahçesi olan bölümle geziye başlayabilirsiniz. Ardından Büyük Hendek Sokağa girmeden Beyoğlu Musevi Lisesi binasını gezebilir, daha sonra Neve Şalom’a doğru devam edebilirsiniz. Neve Şalom çıkışı, sağ sokağa girip İtalyan Sinagogu’na buradan da Galata Kulesi’ne doğru yürümeye devam edersiniz. Kulenin tepesinden İstanbul’a baktıktan sonra solda bulunan Serdar-ı Ekrem Caddesi ya da eski adıyla Yazıcı Sokağa girip Kamondo Han ve Doğan Apartmanı’nın size sunacağı gizli hazinelerle tanışabilirsiniz. Buradan bir aşağı sokağa Barınyurt ve meydandaki taşlı yokuştan inerek Aşkenaz Sinagogu’na varırsınız. Sinagog çıkışında sıra, Kamondo’ların evi olan Galata Residence’a gelmiştir. Terasta bir atıştırmalık sonrası eğer görülecek bir sergi varsa da Schneirdertemple’a uğramayı unutmayın. Gezinin sonlarına yaklaşırken sizi Voyvoda Caddesi’nin girişinde Kamondo Merdivenleri karşılar. Buradan sola ve aşağı doğru devam ettiğinizde de Zülfaris Sinagogu – 500. Yıl Vakfı Türk Yahudileri Müzesi karşınıza çıkacaktır. Bu sırayla yapıp da halen öğleni bulup acıkmadıysanız o zaman aynı sokaktan yukarı Beyoğlu Göz Hastanesi Binası ve Osmanlı Bankası Müzesi’ne de uğramadan turu bitirmeyin. Gelin şimdi gezinin en başına dönelim…
‘Sari Madam’
Bir zamanlar Galata Meydanı’nda Kasımpaşa’ya inen yokuşun köşesinde “Sarı Madam” adında bölgedeki Yahudilerin uğrak yeri olan bir çay bahçesi varmış. O zaman gençliğin okul öncesi ve okul sonrası da kaçamak yeriymiş bu mekân. Kimilerinin ilk sigaraya başladığı, kimilerinin ilk kez kız arkadaşı ile gelip etrafa hava attığı kimilerinin ise Sarı Madam’a konuşarak bir kız ayarlamaya çalıştıkları yermiş. Şişhane Yokuşu’nun başındaki o ağaçlık yer çoktan yıkıldı ve günümüze  sadece Rum Sarı Madam ve hikâyeleri kaldı. Okçu Musa Caddesi’ne girmeden meydanın üst kısmında bizi 6. Daire binası karşılıyor, İstanbul’un ilk modern belediyesinin, 150 yıllık İstanbul’un incisi Beyoğlu’nun planlandığı yer. Okçu Musa Caddesi’nde bir dönem “Kaşer” adında kaşer mamuller satan bir pastane varmış, daha sonra adı “Serpil” olarak değişmiş, bir süre sonra da cemaatin uzaklaşması ile o da Osmanbey’e şubesini taşımış.
Gelelim Musevi Lisesi’ne, okul ilk olarak Yemeniçi Sokak’ta “Midraşa Yavne” adı ile Bene Berit Derneği, Josef Niyego ve Dr.David Markus’un girişimleri ile kurulmuş. Musevi Lisesi bugünkü modern yerine gelene kadar birkaç sokak değiştirip en son 1940’ta Şişhane’deki Mektep Sokak’taki binasına geçmiş. Ulus Özel Musevi Lisesi adını alana kadar da bu adreste Beyoğlu Musevi Lisesi olarak öğretime devam etmiş. 1. Karma Okulu bir dönem Neve Şalom Kültür Merkezi’nin bulunduğu binada eğitim verirken şu anki Barınyut Binası’da 2. Karma olarak cemaatin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyormuş. Bu arada Büyük Hendek Sokak’taki Apollon Sinagogu ise Yıldırımspor Basketbol salonu olmuş ve Musevi Lisesi öğrencileri beden derslerini uzun bir dönem burada yapmışlardı.
Neve Şalom – Bariş Vahasi
Şu anki Neve Şalom Sinagogu’nun bulunduğu bölümde ise 16.yüzyıldan kalma Aragon Sinagogu’nun bulunduğu söylenir. O dönem sayı olarak yetersiz kalan sinagogların yanında görkemli bir sinagog ihtiyacını karşılamak için 1951’de hayata geçen bu yapı; Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne çizdirilmiş İngiliz cam vitrayları, 8 tonluk avizesi, dev kupolu ile yaşadığı talihsiz terör eylemlerine rağmen halen cemaatimizin en görkemli sinagogudur.   Barış Vahası demek olan Neve Şalom’un açılışında dönemin Hahambaşı Rafael Saban “ Bu sinagog zengin ile fakirin, cahil ile bilgenin eşitlik içinde olacağı bir mekân olsun” demiştir.
Geçmişi Geleceğe Taşimak
2010 Avrupa Kültür Başkenti yılına girerken Galata’da hem kültürel, hem de çevresel faaliyetleri ile kendini yeniliyor, tarih tekrardan canlanıyor. Keşke o adını saydığım insanları o yaşanmışlıkları da eksiksiz saklayabilsek, ama binaları saklamakta zorlanıyoruz nerede hikâyeler… Şu aralar değeri milyon dolarları bulan sayısız yeni rezidansların, otellerin semti olma yolunda gidiyor bir zamanların Galata’sı. Etrafta çoğunluğu turist birçok yabancı bu zenginliğe ya bir ev tutarak, ya da burada konaklayarak ortak oluyor. Umarım bu değişim olumlu sonuçlar verir ve bu semtimiz kimileri gibi “Bir zamanlar biz burada …” diye başlayan cümlelerin semti olmaz. Fondaki şarkının sonlarına geliyoruz, Chevrolet’den inip yeni yerleşimlerimiz Ulus’un, Kemerköy’ün yolunu tutmanın vakti geldi. Bana sorarsanız Galata’yı dinlemek sadece bir semtin çalkantılı hikâyesini dinlemek değil aynı zamanda bir İstanbullu olarak neler kaybettiğimizin acı bir bilançosunu anlamak ve eski kuşaklarımızın nasıl aşklar yaşadığını görüp biraz hüzünlenmektir.
Peki Kimdi Bu Galata’da Yaşayan Yahudiler?
Peki kimdi bu Galata’da yaşayan Yahudiler? Hangi işlerle uğraşırlar, nasıl bir hayat sürerlerdi. Bu soruyu sorduğumda aldığım cevap her şeyde olduğu gibi o zamanların şimdiden çok farklı olduğuydu. O zamanlardaki aşk da sevgi de kavga da sanırım çok daha masum ve doğaldı. Seneler evvel rol aldığım “Kula” oyunu bile aslında bize bunu gösteriyordu. Durumu iyi olmayan aşık Mando’nun doktor rakibi karşısında aşkına karşılık bulamayışı ve çektiği acı. Her şeye rağmen beraber yaşamaktan vazgeçmeyen Kasap Dalva’sı, Kasap Nesim’i, lakerdası ile ünlü Balıkçı Avraam’ı, Kaşer  Şarküteri Yom Tov’u, ünlü dahiliyeci Dr.Uzdil’i, okulun da doktoru olan Çocuk Doktoru Çiprut’u, radyo tamircisi Mordo’yu, Kırtasiyeci Eliezer’i ve Manav Nesim’i ve birçoğunu artık arasak da bulamayız. Onlar da zamana uyup Galata’dan çoktan gittiler. Hem bu Galata’da Yahudiler hiç mi üzücü olaylar yaşamadılar? 1927 yılında Galata’da  22 yaşındaki Elza Niyego isimli kızın aşkına karşılık vermediği emir Subayı tarafından öldürülüp, cesedin saatlerce sokaklarda bekleyip, suçlunun kısa süre sonra serbest kalması o dönem tarihe “Niyego Olayı”olarak geçmişti. Bölgedeki diğer azınlıklar gibi Yahudiler de “Vatandaş Türkçe Konuş” ile başlayan kısıtlamalardan nasiplerini almışlardı. Elza’nın cenazesine binlerce kişi katılmış, her bir ağızdan “Adalet istiyoruz”  diye bağırılmıştı.
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstanbul’un kalbinde bilinmeyen GALATA...
Galata Ne Demek
Gala sözcüğü Rumca’da süt demektir. Kimileri Galata’nın bölgedeki süthanelerden geldiğini hatta Karaköy’ü de içine alan bölgede bir dönem bu kadar çok muhallebici bulunmasının bu kültürün devamı olduğunu belirtirler. Bununla ilgili yazılı bir kaynak bulunmasa da diğer bir yandan Galata sözcüğünün İtalyanca denize inen yokuş “galadyo” sözcüğünden de gelmiş olabileceği söylenir. Diğer bir görüş ise Ortodoksların Katolikleri Galus olarak adlandırması Galata’nın bir Katolik kasabası olması ve de Anadolu’da da Katoliklerin yaşadığı yerlere Galatea denilmesinden adının buradan geldiğidir. 12.yüzyılda Cenovalılar ve ardından Venedikliler ile parlak bir dönem yaşamaya başlayan bu Latin kolonisi Müslüman, Ortodoks, Katolik ve Yahudi halkı ile her zaman zengin bir dinler ve diller mozaiği olmuştur. Daha Bizans döneminde de bölgede Romaniyot adı verilen Bizans Yahudilerinin yaşadığını ve genellikle zor koşullarda dericilik gibi işlerde uğraştığını biliyoruz.
İspanya’dan göçe zorlanan Yahudiler ilk olarak Padişah 2. Beyazıt tarafından Balat semtine yerleştirilmiş buradan varlıklı kesim zamanla Haliç’in diğer tarafı Hasköy’e geçmiştir. Galata ise gemicilerin semti olarak bilindiğinden hem bir eğlence merkezi hem de sürekli yangınları ile ünlenen bir yerleşim olmuştur. Galata’yı çevreleyen ve Galata Kulesi’ni de içine alan surlar Osmanlılar ile yıkılmıştır. Bugün bu surlardan kalanlar arasında Galata Kulesi ve İtalyan Sinagogu’nun arkasındaki bölümü görebiliyoruz. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın Beyoğlu’na önem verip konsolosluklar kurması Galata’da aynı görkemde binalar kurulmasını engellemiş ancak yine de Galata semti gizemini kaybetmemiştir. 1900’ler ile birlikte de Osmanlı’nın ticaret merkezi haline gelen bu semtimizde Yahudiler hem ticaretle ilgilenmişler hem de işyerlerine yakın yerlerde yaşamaya başlamışlardır. Yahudiler tarafından bölgede günümüze kadar ulaşan birçok apartman, sinagog, işyerleri yaptırılmıştır. Kamondo ailesi gibi kendi ile özleşen bazı bölümlerde halen kullanılan han, geçit, merdiven gibi yapıları görmekteyiz. Hatta bugün Şair Ziya Paşa Yokuşu olarak bilinen yokuş bir dönem “Yahudi Yokuşu” olarak anılmaktaydı.
Galata Meydani’ndan Çiktik Yola…
Gezimizin bu haftaki bölümünde Galata Meydanı’ndan başlayıp, Galata Kulesi Bölgesi’ne kadar geleceğiz. Aslında gezi programında görülecek o kadar yer var ki bütün bir pazarınızı sıkılmadan bu semtte geçirebilirsiniz. Öncelikle şimdileri Metro istasyonu bir zamanların Sarı Madam Çay bahçesi olan bölümle geziye başlayabilirsiniz. Ardından Büyük Hendek Sokağa girmeden Beyoğlu Musevi Lisesi binasını gezebilir, daha sonra Neve Şalom’a doğru devam edebilirsiniz. Neve Şalom çıkışı, sağ sokağa girip İtalyan Sinagogu’na buradan da Galata Kulesi’ne doğru yürümeye devam edersiniz. Kulenin tepesinden İstanbul’a baktıktan sonra solda bulunan Serdar-ı Ekrem Caddesi ya da eski adıyla Yazıcı Sokağa girip Kamondo Han ve Doğan Apartmanı’nın size sunacağı gizli hazinelerle tanışabilirsiniz. Buradan bir aşağı sokağa Barınyurt ve meydandaki taşlı yokuştan inerek Aşkenaz Sinagogu’na varırsınız. Sinagog çıkışında sıra, Kamondo’ların evi olan Galata Residence’a gelmiştir. Terasta bir atıştırmalık sonrası eğer görülecek bir sergi varsa da Schneirdertemple’a uğramayı unutmayın. Gezinin sonlarına yaklaşırken sizi Voyvoda Caddesi’nin girişinde Kamondo Merdivenleri karşılar. Buradan sola ve aşağı doğru devam ettiğinizde de Zülfaris Sinagogu – 500. Yıl Vakfı Türk Yahudileri Müzesi karşınıza çıkacaktır. Bu sırayla yapıp da halen öğleni bulup acıkmadıysanız o zaman aynı sokaktan yukarı Beyoğlu Göz Hastanesi Binası ve Osmanlı Bankası Müzesi’ne de uğramadan turu bitirmeyin. Gelin şimdi gezinin en başına dönelim…
‘Sari Madam’
Bir zamanlar Galata Meydanı’nda Kasımpaşa’ya inen yokuşun köşesinde “Sarı Madam” adında bölgedeki Yahudilerin uğrak yeri olan bir çay bahçesi varmış. O zaman gençliğin okul öncesi ve okul sonrası da kaçamak yeriymiş bu mekân. Kimilerinin ilk sigaraya başladığı, kimilerinin ilk kez kız arkadaşı ile gelip etrafa hava attığı kimilerinin ise Sarı Madam’a konuşarak bir kız ayarlamaya çalıştıkları yermiş. Şişhane Yokuşu’nun başındaki o ağaçlık yer çoktan yıkıldı ve günümüze  sadece Rum Sarı Madam ve hikâyeleri kaldı. Okçu Musa Caddesi’ne girmeden meydanın üst kısmında bizi 6. Daire binası karşılıyor, İstanbul’un ilk modern belediyesinin, 150 yıllık İstanbul’un incisi Beyoğlu’nun planlandığı yer. Okçu Musa Caddesi’nde bir dönem “Kaşer” adında kaşer mamuller satan bir pastane varmış, daha sonra adı “Serpil” olarak değişmiş, bir süre sonra da cemaatin uzakla��ması ile o da Osmanbey’e şubesini taşımış.
Gelelim Musevi Lisesi’ne, okul ilk olarak Yemeniçi Sokak’ta “Midraşa Yavne” adı ile Bene Berit Derneği, Josef Niyego ve Dr.David Markus’un girişimleri ile kurulmuş. Musevi Lisesi bugünkü modern yerine gelene kadar birkaç sokak değiştirip en son 1940’ta Şişhane’deki Mektep Sokak’taki binasına geçmiş. Ulus Özel Musevi Lisesi adını alana kadar da bu adreste Beyoğlu Musevi Lisesi olarak öğretime devam etmiş. 1. Karma Okulu bir dönem Neve Şalom Kültür Merkezi’nin bulunduğu binada eğitim verirken şu anki Barınyut Binası’da 2. Karma olarak cemaatin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyormuş. Bu arada Büyük Hendek Sokak’taki Apollon Sinagogu ise Yıldırımspor Basketbol salonu olmuş ve Musevi Lisesi öğrencileri beden derslerini uzun bir dönem burada yapmışlardı.
Neve Şalom – Bariş Vahasi
Şu anki Neve Şalom Sinagogu’nun bulunduğu bölümde ise 16.yüzyıldan kalma Aragon Sinagogu’nun bulunduğu söylenir. O dönem sayı olarak yetersiz kalan sinagogların yanında görkemli bir sinagog ihtiyacını karşılamak için 1951’de hayata geçen bu yapı; Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne çizdirilmiş İngiliz cam vitrayları, 8 tonluk avizesi, dev kupolu ile yaşadığı talihsiz terör eylemlerine rağmen halen cemaatimizin en görkemli sinagogudur.   Barış Vahası demek olan Neve Şalom’un açılışında dönemin Hahambaşı Rafael Saban “ Bu sinagog zengin ile fakirin, cahil ile bilgenin eşitlik içinde olacağı bir mekân olsun” demiştir.
Geçmişi Geleceğe Taşimak
2010 Avrupa Kültür Başkenti yılına girerken Galata’da hem kültürel, hem de çevresel faaliyetleri ile kendini yeniliyor, tarih tekrardan canlanıyor. Keşke o adını saydığım insanları o yaşanmışlıkları da eksiksiz saklayabilsek, ama binaları saklamakta zorlanıyoruz nerede hikâyeler… Şu aralar değeri milyon dolarları bulan sayısız yeni rezidansların, otellerin semti olma yolunda gidiyor bir zamanların Galata’sı. Etrafta çoğunluğu turist birçok yabancı bu zenginliğe ya bir ev tutarak, ya da burada konaklayarak ortak oluyor. Umarım bu değişim olumlu sonuçlar verir ve bu semtimiz kimileri gibi “Bir zamanlar biz burada …” diye başlayan cümlelerin semti olmaz. Fondaki şarkının sonlarına geliyoruz, Chevrolet’den inip yeni yerleşimlerimiz Ulus’un, Kemerköy’ün yolunu tutmanın vakti geldi. Bana sorarsanız Galata’yı dinlemek sadece bir semtin çalkantılı hikâyesini dinlemek değil aynı zamanda bir İstanbullu olarak neler kaybettiğimizin acı bir bilançosunu anlamak ve eski kuşaklarımızın nasıl aşklar yaşadığını görüp biraz hüzünlenmektir.
Peki Kimdi Bu Galata’da Yaşayan Yahudiler?
Peki kimdi bu Galata’da yaşayan Yahudiler? Hangi işlerle uğraşırlar, nasıl bir hayat sürerlerdi. Bu soruyu sorduğumda aldığım cevap her şeyde olduğu gibi o zamanların şimdiden çok farklı olduğuydu. O zamanlardaki aşk da sevgi de kavga da sanırım çok daha masum ve doğaldı. Seneler evvel rol aldığım “Kula” oyunu bile aslında bize bunu gösteriyordu. Durumu iyi olmayan aşık Mando’nun doktor rakibi karşısında aşkına karşılık bulamayışı ve çektiği acı. Her şeye rağmen beraber yaşamaktan vazgeçmeyen Kasap Dalva’sı, Kasap Nesim’i, lakerdası ile ünlü Balıkçı Avraam’ı, Kaşer  Şarküteri Yom Tov’u, ünlü dahiliyeci Dr.Uzdil’i, okulun da doktoru olan Çocuk Doktoru Çiprut’u, radyo tamircisi Mordo’yu, Kırtasiyeci Eliezer’i ve Manav Nesim’i ve birçoğunu artık arasak da bulamayız. Onlar da zamana uyup Galata’dan çoktan gittiler. Hem bu Galata’da Yahudiler hiç mi üzücü olaylar yaşamadılar? 1927 yılında Galata’da  22 yaşındaki Elza Niyego isimli kızın aşkına karşılık vermediği emir Subayı tarafından öldürülüp, cesedin saatlerce sokaklarda bekleyip, suçlunun kısa süre sonra serbest kalması o dönem tarihe “Niyego Olayı”olarak geçmişti. Bölgedeki diğer azınlıklar gibi Yahudiler de “Vatandaş Türkçe Konuş” ile başlayan kısıtlamalardan nasiplerini almışlardı. Elza’nın cenazesine binlerce kişi katılmış, her bir ağızdan “Adalet istiyoruz”  diye bağırılmıştı.
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Text
İstanbul’un Bir Kanadı “Anadoluhisarı”
Tarihi İstanbul’un görülmesi gerekli olduğunu düşündüğüm ve engine bir tarihe sahip olan Anadolu hisarı hakkında derin bilgileri özetleyerek sizlere sunduğum bu yazımı umarım beğenirsiniz.
İstanbul Boğazı ile Göksu (Aretas) Deresi’nin Boğaz’a karıştığı yedi dönümlük, denize doğru uzanan alanda bulunan bu kale çevreye ismini vermiştir. Anadoluhisarı, ileri bir karakol olarak Yıldırım Beyazıt tarafından 1395 yılında yaptırılmıştır. Kalenin bulunduğu alanda yapılan araştırmalarda daha eskiye yönelik kalıntılara rastlanmamıştır.
Yıldırım Beyazıt’ın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisi’ne girişi de önlemek idi. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Güzelcehisar olarak ismi geçen bu kaleye Gözlücehisar ismi de yakıştırılmıştır. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde kalenin yapım tarihi 1394–1395 olarak belirtilmiştir. Fatih Sultan Mehmet dönemi tarihçilerinden Tursun Bey buradan Yenihisar veya Yenicehisar olarak söz etmiştir. Hoca Sadettin Efendi de buraya Akçahisar olarak değinmiştir. Aşıkpaşazâde tarihinde bu kalenin yapılışı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:
“Yıldırım Beyazıt, Kocaeli’nden geçerek, İstanbul’a doğru geldi (1390–91) ve Şile Kalesini alan Yahşi Bey’i gönderdi. Sultan Boğazkesen üzerinde Güzelce Hisar adlı bir şato yaptırdı.”
Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında 1402’de yapılan Ankara Savaşı’ndan sonra kale Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Bu dönemde Osmanlı Beyliği dağılma aşamasına geldiğinden Süleyman Çelebi Bizans’ın desteğini sağlamak amacı ile İstanbul’a yakın olan Kartal, Pendik gibi yerler Bizans’a geri verilmiş, ancak kalenin bu dönemdeki durumu bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda Süleyman Çelebi’nin bir süre burada kaldığı da belirtilmektedir.
Fatih Sultan Mehmet Rumelihisarı’nı yaptırırken Anadoluhisarı’nın çevresini de bir Hisarpeçe ile çevirmiştir. Bu duvarın arkasına yerleştirilen toplar ile de Boğaz’dan geçen gemilere gerektiğinde ateş açılması sağlanmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra bu kalenin işlevi bitmiş ve bir süre suçlu Yeniçeriler için hapishane olarak kullanılmıştır. XVII.-XVIII. yüzyıllarda bir süre Boğaz’a yönelik kazak akınlarının önlenmesinde kullanılmış, daha sonra Boğaz girişindeki kale ve istihkâmların yapılması ile de önemini yitirmiştir.
XVI. yüzyılda hisar ve çevresinde görevli askerlerin ve ailelerin yerleşmesi ile burası küçük bir mahalle konumuna gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde hisarın önüne küçük bir mescit yapılmış ve burası Anadoluhisarı Mescidi Mahallesi ismi ile eski kayıtlara geçmiştir.
Evliya Çelebi burada 1080 ev, 7 mektep, 20 dükkân, namazgâh ve mescitten oluşan bir mahalle olduğunu ve Üsküdar Subaşılığı’nın kontrolünde bulunduğunu yazmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru hisarın etrafı yalı ve saraylarla doldurulmuştur.
Anadoluhisarı Osmanlı mimarisinde kale mimarisine göre yapılmıştır. İlk yapımında kare planlı bir kule ve bunu çevreleyen duvarlardan meydana gelmiştir. O dönemde kalenin bulunduğu yer kayalık bir burun olduğundan denizin sur duvarlarına kadar geldiği sanılmaktadır. Göksu Deresi’nin getirdiği alüvyonlar daha sonra arazi konumunu değiştirmiş, kalenin duvarlarının çevresi dolmuş ve kale iç kısımda kalmıştır.
Anadoluhisarı dört ayrı bölümden meydana gelmiştir. Bunlar Asıl Kale (İç Kale), İç Kale duvarı, Dış Kale duvarı ve Dış Kale duvarındaki kulelerdir. Asıl Kale bazı yerlerde toprakla düzleştirilerek kayalık üzerine oturtulmuştur. Kare planlı ve oldukça yüksek bir yapıya sahiptir. Duvarların üzerindeki kirişlere ait çukurlardan kalenin üç katlı bir şato görünümünde olduğu anlaşılmaktadır. Üst örtüsünün ne şekilde olduğu tam olarak anlaşılamamıştır. Melling’in gravürleri ile Pertusier Atlası’nda kurşun örtülü sivri külahlı olduğu görülmektedir. İstanbul’a 1830 yılında gelen Thomas Allom’un gravürlerinde ise hisar çatısız olarak görülmektedir. Bu da gösteriyor ki, kalenin külahı 1830 yılından önce yıkılmıştır.
Kalenin taş blok ve tuğlalardan oluşmuş duvar kalınlığı 2–3 m. arasında değişmektedir. Buraya yapılacak muhtemel bir saldırının kuzeyden gelme olasılığı göz önünde bulundurularak bu yöndeki duvarlar daha kalın tutulmuştur. Giriş İç Kale duvarından birinci kata atılan asma bir köprü ile sağlanmıştır. Ayrıca batı duvarlarına oyulan taş merdivenlerle zemine, ahşap merdivenlerle de üst katlara geçiş sağlanmıştır. Sonraki yıllarda bu giriş değiştirilmiş, kalenin güney-batı duvarlarına yeni bir kapı açılmıştır. Kalenin üst katında mazgallar ve istihkâm siperleri bulunmaktadır. Sur duvarlarını içeriden 1,5 m. genişliğinde bir yol çepeçevre dolaşmaktadır. İç Kale duvarları 2–3 m. kalınlığında olup, kuzey-batı ve kuzey-doğu köşelerinden Asıl Kale’ye bağlanmaktadır. Ayrıca mazgallı duvarların köşelerine de dörder nöbetçi kulesi yerleştirilmiştir.
İç Kale’den sonra yapılmış olan Dış Kale duvarları tamamen kesme ve moloz taştan yapılmıştır. Duvar örgü sistemini büyük taş dizilerinin aralarına dizilen küçük taşlar oluşturmuştur. İç Kale duvarlarına göre daha ince olan Dış Kale duvarları İç Kale’ye güney-doğu ve kuzey-doğu köşelerinden bağlanmıştır. Mazgallı korkuluklarla sonuçlanan Dış Kale duvarlarının üç köşesine de silindirik, yarım yuvarlak ve at nalı biçiminde üç kule yerleştirilmiştir.
Dış Kale duvarlarında bulunan kuleler kendi aralarında at nalı, yarım yuvarlak ve silindirik olmak üzere üç tanedir. At nalı şeklindeki kulelerin çapı 4.75 m. olup, kalınlığı 2 m. dir. Büyük olasılıkla denizi kontrol altında tuttuğundan ötürü de bu duvarlara mazgallar yerleştirilmiştir. Buna benzer olan yarım yuvarlak kule 7,5 m. çapında olup, ahşap kirişlerle dört kata ayrılmıştır. Ahşap merdivenlerin birbirine bağladığı katlarda mazgal delikleri, iç kısımlarda ise dikdörtgen ve yarım daire şeklinde kapı ve pencere izleri görülmektedir. Bu kulelerin eteklerinde taş tuğla sıraları ile aralarındaki balık kılçığı biçiminde tuğla örgüler dikkati çekmektedir. Surun kuzey köşesinde kayalık tepe üzerinde bulunan mazgallı, silindirik kule ise 6 m. çapında ve üç katlıdır.
Cumhuriyetin ilanından sonra Anadoluhisarı İstanbul Belediyesi tarafından onarılmış, bu arada ortasından geçirilen Üsküdar-Beykoz karayolu kalenin bir bölümünün yıkılmasına ve özelliğini kısmen de olsa yitirmesine neden olmuştur. Bu yol yapımı sırasında çevresindeki kaleye bitişik evler kamulaştırılarak yıkılmış ve kalenin kalan kısımlarının ortaya çıkması sağlanmıştır.
Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetimindeki Hisarlar Müzesi Müdürlüğü’ne bağlıdır. Bakanlık tarafından 1992–1993 yıllarında acil onarımları yapılmıştır.
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Text
İstanbul’un Bir Kanadı “Anadoluhisarı”
Tarihi İstanbul’un görülmesi gerekli olduğunu düşündüğüm ve engine bir tarihe sahip olan Anadolu hisarı hakkında derin bilgileri özetleyerek sizlere sunduğum bu yazımı umarım beğenirsiniz.
İstanbul Boğazı ile Göksu (Aretas) Deresi’nin Boğaz’a karıştığı yedi dönümlük, denize doğru uzanan alanda bulunan bu kale çevreye ismini vermiştir. Anadoluhisarı, ileri bir karakol olarak Yıldırım Beyazıt tarafından 1395 yılında yaptırılmıştır. Kalenin bulunduğu alanda yapılan araştırmalarda daha eskiye yönelik kalıntılara rastlanmamıştır.
Yıldırım Beyazıt’ın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisi’ne girişi de önlemek idi. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Güzelcehisar olarak ismi geçen bu kaleye Gözlücehisar ismi de yakıştırılmıştır. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde kalenin yapım tarihi 1394–1395 olarak belirtilmiştir. Fatih Sultan Mehmet dönemi tarihçilerinden Tursun Bey buradan Yenihisar veya Yenicehisar olarak söz etmiştir. Hoca Sadettin Efendi de buraya Akçahisar olarak değinmiştir. Aşıkpaşazâde tarihinde bu kalenin yapılışı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:
“Yıldırım Beyazıt, Kocaeli’nden geçerek, İstanbul’a doğru geldi (1390–91) ve Şile Kalesini alan Yahşi Bey’i gönderdi. Sultan Boğazkesen üzerinde Güzelce Hisar adlı bir şato yaptırdı.”
Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında 1402’de yapılan Ankara Savaşı’ndan sonra kale Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Bu dönemde Osmanlı Beyliği dağılma aşamasına geldiğinden Süleyman Çelebi Bizans’ın desteğini sağlamak amacı ile İstanbul’a yakın olan Kartal, Pendik gibi yerler Bizans’a geri verilmiş, ancak kalenin bu dönemdeki durumu bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda Süleyman Çelebi’nin bir süre burada kaldığı da belirtilmektedir.
Fatih Sultan Mehmet Rumelihisarı’nı yaptırırken Anadoluhisarı’nın çevresini de bir Hisarpeçe ile çevirmiştir. Bu duvarın arkasına yerleştirilen toplar ile de Boğaz’dan geçen gemilere gerektiğinde ateş açılması sağlanmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra bu kalenin işlevi bitmiş ve bir süre suçlu Yeniçeriler için hapishane olarak kullanılmıştır. XVII.-XVIII. yüzyıllarda bir süre Boğaz’a yönelik kazak akınlarının önlenmesinde kullanılmış, daha sonra Boğaz girişindeki kale ve istihkâmların yapılması ile de önemini yitirmiştir.
XVI. yüzyılda hisar ve çevresinde görevli askerlerin ve ailelerin yerleşmesi ile burası küçük bir mahalle konumuna gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde hisarın önüne küçük bir mescit yapılmış ve burası Anadoluhisarı Mescidi Mahallesi ismi ile eski kayıtlara geçmiştir.
Evliya Çelebi burada 1080 ev, 7 mektep, 20 dükkân, namazgâh ve mescitten oluşan bir mahalle olduğunu ve Üsküdar Subaşılığı’nın kontrolünde bulunduğunu yazmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru hisarın etrafı yalı ve saraylarla doldurulmuştur.
Anadoluhisarı Osmanlı mimarisinde kale mimarisine göre yapılmıştır. İlk yapımında kare planlı bir kule ve bunu çevreleyen duvarlardan meydana gelmiştir. O dönemde kalenin bulunduğu yer kayalık bir burun olduğundan denizin sur duvarlarına kadar geldiği sanılmaktadır. Göksu Deresi’nin getirdiği alüvyonlar daha sonra arazi konumunu değiştirmiş, kalenin duvarlarının çevresi dolmuş ve kale iç kısımda kalmıştır.
Anadoluhisarı dört ayrı bölümden meydana gelmiştir. Bunlar Asıl Kale (İç Kale), İç Kale duvarı, Dış Kale duvarı ve Dış Kale duvarındaki kulelerdir. Asıl Kale bazı yerlerde toprakla düzleştirilerek kayalık üzerine oturtulmuştur. Kare planlı ve oldukça yüksek bir yapıya sahiptir. Duvarların üzerindeki kirişlere ait çukurlardan kalenin üç katlı bir şato görünümünde olduğu anlaşılmaktadır. Üst örtüsünün ne şekilde olduğu tam olarak anlaşılamamıştır. Melling’in gravürleri ile Pertusier Atlası’nda kurşun örtülü sivri külahlı olduğu görülmektedir. İstanbul’a 1830 yılında gelen Thomas Allom’un gravürlerinde ise hisar çatısız olarak görülmektedir. Bu da gösteriyor ki, kalenin külahı 1830 yılından önce yıkılmıştır.
Kalenin taş blok ve tuğlalardan oluşmuş duvar kalınlığı 2–3 m. arasında değişmektedir. Buraya yapılacak muhtemel bir saldırının kuzeyden gelme olasılığı göz önünde bulundurularak bu yöndeki duvarlar daha kalın tutulmuştur. Giriş İç Kale duvarından birinci kata atılan asma bir köprü ile sağlanmıştır. Ayrıca batı duvarlarına oyulan taş merdivenlerle zemine, ahşap merdivenlerle de üst katlara geçiş sağlanmıştır. Sonraki yıllarda bu giriş değiştirilmiş, kalenin güney-batı duvarlarına yeni bir kapı açılmıştır. Kalenin üst katında mazgallar ve istihkâm siperleri bulunmaktadır. Sur duvarlarını içeriden 1,5 m. genişliğinde bir yol çepeçevre dolaşmaktadır. İç Kale duvarları 2–3 m. kalınlığında olup, kuzey-batı ve kuzey-doğu köşelerinden Asıl Kale’ye bağlanmaktadır. Ayrıca mazgallı duvarların köşelerine de dörder nöbetçi kulesi yerleştirilmiştir.
İç Kale’den sonra yapılmış olan Dış Kale duvarları tamamen kesme ve moloz taştan yapılmıştır. Duvar örgü sistemini büyük taş dizilerinin aralarına dizilen küçük taşlar oluşturmuştur. İç Kale duvarlarına göre daha ince olan Dış Kale duvarları İç Kale’ye güney-doğu ve kuzey-doğu köşelerinden bağlanmıştır. Mazgallı korkuluklarla sonuçlanan Dış Kale duvarlarının üç köşesine de silindirik, yarım yuvarlak ve at nalı biçiminde üç kule yerleştirilmiştir.
Dış Kale duvarlarında bulunan kuleler kendi aralarında at nalı, yarım yuvarlak ve silindirik olmak üzere üç tanedir. At nalı şeklindeki kulelerin çapı 4.75 m. olup, kalınlığı 2 m. dir. Büyük olasılıkla denizi kontrol altında tuttuğundan ötürü de bu duvarlara mazgallar yerleştirilmiştir. Buna benzer olan yarım yuvarlak kule 7,5 m. çapında olup, ahşap kirişlerle dört kata ayrılmıştır. Ahşap merdivenlerin birbirine bağladığı katlarda mazgal delikleri, iç kısımlarda ise dikdörtgen ve yarım daire şeklinde kapı ve pencere izleri görülmektedir. Bu kulelerin eteklerinde taş tuğla sıraları ile aralarındaki balık kılçığı biçiminde tuğla örgüler dikkati çekmektedir. Surun kuzey köşesinde kayalık tepe üzerinde bulunan mazgallı, silindirik kule ise 6 m. çapında ve üç katlıdır.
Cumhuriyetin ilanından sonra Anadoluhisarı İstanbul Belediyesi tarafından onarılmış, bu arada ortasından geçirilen Üsküdar-Beykoz karayolu kalenin bir bölümünün yıkılmasına ve özelliğini kısmen de olsa yitirmesine neden olmuştur. Bu yol yapımı sırasında çevresindeki kaleye bitişik evler kamulaştırılarak yıkılmış ve kalenin kalan kısımlarının ortaya çıkması sağlanmıştır.
Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetimindeki Hisarlar Müzesi Müdürlüğü’ne bağlıdır. Bakanlık tarafından 1992–1993 yıllarında acil onarımları yapılmıştır.
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Mardin Şahmeran Efsanesi
  Bu yazımda sizlere konumun dışına çıkarak küçüklüğümden bu yana merakını güttüğüm  şahmeran efsanesini anlatmak istiyorum. İnternette gezinirken bulguğum bu ilginç hikayeyi sizler için derlerdim. Beğenmenizi umut ettiğim bu yazı için yorumlarınızı eklemeyi de unutmayınız 🙂
Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis’te ve Mardin’de.
Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde.
Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp’ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;
Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;
Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz. Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.
Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp’ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran’da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.
Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış.
Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp’ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp’ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp’a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp’ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler.
Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp’a dönmüş:
. Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!
Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş.
Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak.
Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp’ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp’a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş…
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Text
Hasta Demirel Ve Bir Egeli
Sayın Demirel Bir Daha Geçmiş Olsun
Başbakan Süleyman Demirel, beş yıldan beri ilk defa hasta oldu. Kendisini uzun zamandır rahatsız eden bademcikleri birdenbire iltihaplanmış ve Demirel’i yatağa düşürmüştü… Bu yüzden Başbakanın ateşi aniden 39’5’a fırladı ve hastalık bir anda ciddiyet kesbetti.
Bunun üzerine bir doktorlar heyeti Demirel’e konsültasyon yaparak durumu tespit etti. Doktorlar, bir yandan kuvvetli ilaçlarla bünyeyi takviye ederken, öte yandan kendisine kati istirahat tavsiyesinde bulunuyorlardı… İşte Başbakanı bu hasta halinde dahi en çok güldüren kelime bu oldu. İstirahat…
“Beş yıldan beri bir tek gün dahi tatil yapmadan çalışan Başbakan için istirahat mümkün değildi. Böyle bir şeyi düşünmüyor, bilmiyordu. Onun için tek şey çalışmak, çalışmaktı… Zira Demirel’in lügatında yorgunluk, istirahat diye bir kelime yoktu. Belki tıbben istirahat etmesi gerekirdi, amma ne mümkün. Demirel’in aklı bir yandan Kars’taki Ardahan’daki vatandaşta, öte yandan Edirne’deki tesiste, üretimde, pazardaki fiyatlarda, hulasa memleketin her köşesindeki her şeyde idi…
Nitekim daha doktor kapıdan çıkmadan Demirel İçişleri Bakanını aradı ondan yurdun çeşitli bölgelerindeki asayiş durumu hakkında bilgi aldı, gerekli talimatları verdi. Ardından muhtelif valilerle yaptığı temaslarda Türkiye’nin o günkü nabzını, her konudaki hareketleri tespit etti, bilgi aldı, yapılması gereken işlerle alakalı direktifleri verdi, memleketin dört bir tarafını taradı. Sonra iktisadi konulara döndü, parti içi meselelerle meşgul oldu ve her konunun alakalısını aradı, görüştü.
Demirel, 39,5 ateşle her şey ile yakından alakalı idi. Başbakan hasta diye memleket kendiliğinden idare edilmiyordu. Demirel yine her günkü gibi en büyüğünden tutun da en küçüğüne kadar her şey ile alakalı idi. Pazardaki fiyatlarla dahi meşguldü… Nitekim evdeki hizmetkârını pazara yollayarak domatesten, patlıcana, bütün fiyatları tespit ettirmiş, o günkü pazar fiyatlarının listesini dosyasına koymuştu… Bu esnada basın toplantılarının birinde bir gazetecinin pazardaki mal fiyatları hakkında Başbakana tevcih ettiği suali hatırladım… Gazeteci, Demirel’e o günkü pazar fiyatlarını sorduğunda Başbakan bunları tek tek söylemiş ve bizleri şaşırtmıştı… Bu cevaba hiç de şaşılmaması
lazım geldiğini Demirel’in bu hasta halindeki meşguliyetini gördükten sonra bir kere daha anladım.
Ve Başbakan daha sonra yapacağı işleri düşünmeye koyuldu… Ateşi 39,5 idi. İstirahat etmesi gerekiyordu, amma Demirel için, Demirel gibi bir Başbakan için bu mümkün değildi… Türkiye’nin idaresi, vatandaşın refahı, huzur ve asayiş onun için hastalıktan da mühimdi… Ve en ziyade hasta olduğu bir anda Demirel’in geçirdiği bu yirmi dört saat, bunun en açık delilini teşkil ediyordu…
Egelinin Biriyle Yarenlik Ettik
Ne güzel konuşur şu Egeliler.  Lafları yaya yaya bir güzel şiveleri vardır ki! Ama nedense pek gözde değildir onların bu şiveleri. Taklit yapanlar bile ya Karadenizlinin, ya da Doğulunun şivesini taklit ederler. Oysa Egeli  garikli, “n’apçaz”lı bir Konuşmaya başladı mı, dinlemeye doyum olmaz. İsterseniz “bi yool” dinleyelim bir Egeliyi:
“gıymatlı haşan bey gardaşım. Yavu şo zamlardan emme de az bahsattın. biz aba bu cahal balımızla bilem neler diyoz neler, bizim sülü epten fena kodu bu sefer. Emme gızmıyom ona. tüm övkem kendime, sandrktan ben vede biz çıkardık onkini.’ Oda bisi temelli sürü yerine godu getti. develasyon yok dedi yaptı, zam yok dedi yaptı, bütün yapmacem dediklerini yaptı. Artık ep dediklerinin zıttını bekleyoz gari. Aslında acayipime giden ne bilyonmu, biz gemerleri sika sika son deliği kullanıyoz, o da maşallah semizlemekten son deliğe geldi. Aha burdaki ehali bizim çoban sülünün goîduktan gumldamıya pek niyeti çok deyolar. Sebabıda fazla şişmekten golduğuna iyice sıkışmış olmasıymış, günahı vebali boyunlarına, böyle deyolar. sokak kelpleri gibi olmuş gaburgalarını gösteriyorlar, asıl yardımı bilakis onlar göryo, erkekse onnar da gostetsin gaburgalarını, bakalım bizimkine benzeyomu deyolar, bak başga daha nele diyolar, maşallah şo zamlarda yediveren asması gibi oldu, gökü bizde salkımlar bitaderlerin ağzında deyolar. İster inan ister inanma ehali yoveş yoveş muhalif oldu gari. Ehlakta çok bozuldu, burda olanlar, denilenler garaka-torcuiarın vede gülünç yazı yazanların hayallerini bilem aştı, getti. geçenlerde Gırkaveçli şoforlar somalı şoforiarın yolunu gesmişte, vermişler sopayı, garakol gamserinine sorsunlar isterseler. sababı ekmek parasıymış, anla gari.
Asan bey, mustava kamalin efendi dediği bizler, kul köle olduk, namıslılar epten korkak olduk. Mamırlar desen esnafa karşı rezil, porselen kanunu çıkmadan zam geliverince belleri daha da büküldü galdı. İlafın gısası anlatçek işey pek çok emme seni yormayem deyom. bu dediklerimi, mamur ve müreffeh türkiyenin her yerinde herkes konuşyo, acep çoban sülünün habart yokmu. gusurumu crfet, birez derleştik, napcen gorkudan kimseye   bişi diyemiyok.
Senatoya, sentoya vede bilmemne teşkilatlarına bağlı Türkiyenin milletvekillerinden birkaçını seçen nuri dursun çiçekçi. Akisar.”
Gördünüz mü garik, N’apçaz şincik?
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Text
John Kay, Oberkampf ve Oehmichen’in Hayatı
John Kay
İngiliz mucidi ve dokumacısı, 1704’te Walmersley’de (Büyük Britanya) doğdu, 1764’te Fransa’da öldü.
Kay mekiğini ve otomatik dokuma tezgâhını icat etti. XVIII.        yüzyıl başlarına kadar dokumacılar Leonardo da Vinci tarafından icat edilmiş olan el mekiğini kullanıyorlardı. Şimşir ağacından küçük bir iğ olan bu mekik, biçim bakımından bir gemiyi andırıyordu. Bunun içinde, bir masuraya sarılmış iplik bulunuyordu. Dokuma işçisi, açılan zincirleme iplikler arasına mekiği elle atıyor, sonra öbür eliyle alıp tekrar atıyordu. Tabiî, bu iş elle yapıldığı için vakit alıyordu. Kay’ln 1733 yılında icat ettiği mekanik mekik ise bir yuva tarafından idare ediliyor, daha hızlı çalışıyordu. Böylece dokumacının iki kol açıklığından daha geniş kumaş şeritleri dokumaya imkân veriyordu. Kay mekiğ» ismini alan bu âlet o kadar hızlı hareket ediyordu ki iplikhaneler ihtiyacı karşılayamaz hâle düşmüşlerdi. Bu sebeple Arkwright de bir büküm tezgâhı icat etti.
Oberkampf
Crlstophe Philippe Oberkampf Fransız sanayicisi ve mucidi, 1738’de Weissenbach’da (Almanya) doğdu, 1815’te Jouyen Josas’da (Fransa) öldü.
Avrupa’da ilk defa basma kumaş fabrikasını kurdu. Dokuma kumaşların nitelikleri, kumaşın yapıldığı elyafa, boyaya, dokumanın çeşidine göre değişir. Ancak, kâğıt üzerine olduğu gibi dokuma kumaşlar üzerine de baskı yapılır. Üzerlerine bu şekilde baskı yapılmış kumaşların en ünlüleri, ingilizlerin Hindistan’dan getirdikleri Hint kumaşlarıdır. Oberkampf kumaşa, üstüne boya sürül-müştbir merdane yardımıyla veya üzeri ItlnayİB oyulmuş büyük bakır levhalar aracılığıyla baskı yapmayı düşündü. 1757 yılında, Paris’in güneyindeki Jouy en Josas’da küçük bir fabrika kurdu. Jouy bezi o zamandan bu yana, dünya ölçüsünde ün kazandı. Bu başarısı üzerine Oberkampf, 1787 yılında Fransa kralı Louis XVi’dan soylu kişi olduğunu belirten bir belge aldı. 1806 yılında da Napoléon Bonaparte ona Légion d’honneur nişanını verdi.
Oehmichen
Fransız mühendisi,  1884’te Châlonssur Marne’da (Fransa) doğdu, 1955’te Paris’te öldü. Helikopterin ve düşey uçuşun öncüsü. Oehmichen, öğrenimini büyük başarıyla tamamladıktan sonra toplar ve tanklar Özerinde çalıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendini, düŞey uçuş yapabilecek bir aracı gerçekleştirmeye verdi. Uzun süreden beri üzerinde çalışılmış olmasına rağmen helikopterin İlk tipleriyle Birinci Dünya Savaşı’na kadar tatmin edici denemeler yapılamamıştı. £tienne Oemichen, 1923 yılında, bir helikopterle 10 dakika kadar havada kalmayı başaran öncülerden biridir. Fransız mühendisi, bu uçuşu gerçekleştiren helikopterini Peugeot fabrikasında bulduğu, işe yaramaz diye bir kenara atılmış malzemelerden yararlanarak kendisi yapmıştı. 1924 yılında havacı, Doubs bölgesindeki Ar-bouans’da, bir kilometrelik bir kapalı dolaşımla ilk turunu yaptı. Oehmichen‘in mezarı, bu başarılı uçuşu yaptığı yerdedir.
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Text
Öğüt Gibi Yaşanmış Olaylar
Bir Babadan Bir Oğula…
“Ey yüzkarası vatan haini, çulunu sudan çakarmış tazı. Ve ey Mao mukallidi köle ruhlu sapık. Haysiyet ve insanlıktan nasibini alamamış kefere. Ey yalancı, adi, diplomalı cahil. Şu birkaç satırı senin için yazmak rahatsızlığı içinde bulunan ben; şu hitap için geçen vakte acıyorum. Bunca fedakârlık, 30.00 lira gibi maddi yardımı senin diplomalı cehaletin için mi yaptık? Uyan, yeter melanetin?
Mao sapıklığından, yalancı ve düzenbazlıktan hemen dönüp tövbekâr olmazsan pişmanlığın sana fayda vermeyeceği ve hayatın boyunca hüsrandan kurtulamayacağın bir hal üzerinde otsun. İpinin pazara çıkarılacağını aklına koy. Bir tarafı sidik, diğer tarafı pislik sonu çuyuf olan sümüklü ve kafasız yaratık. Hakkın ebedi laneti üzerinde olsun. Dinsiz, beynamaz mahluk. Kendine gel, çeki düzen ver, tövbekar ol. Sana son ihtarım. Yalvarmaların para etmeyeceği bir hale gelmekten hemen ve ciddiyetle sakın. Şimdilik bu kadar.
Kimimiz oturup kına yakalım, kimimiz de yan gelip birbirimizi kutlayalım. Türkiye’yi işte bu hale getirdik. Bir babanın gencecik oğluna bu mektubu yazdıracak hale… Politikasıyla, gazetecisiyle, satılmışıyla, ahmağıyla, yazarıyla çizeriyle kına yakalım. “İşte marifetimiz bu!” diye.
 Kanal Açtı Ağa Düştü
Şarkışla’da Deniz Gezmiş ile Yusuf Aslan’ı görüp yakalayan Bekçi Salih Yıldız’ın terfi ettirilerek polis yapılmasına şiddetle karşı çıkmaktayız. Hemen “Ayıp bu yaptığın!” diye itiraz etmeyin. Ne Şarkışla’yı görmüşlüğümüz, ne de çekçi Salih Yıldızla bir alışverişimiz var. Yalnız apaçık i haksızlığı önlemeye çalışıyoruz o kadar! Önce meseleyi şöyle bir özetleyelim. Bekçi Salih Yıldız ne yapmış? Şarkışla’da gece iki şüpheli kişi görmüş.
Onları kara-kola davet etmiş, ondan sonra da çıngar çıkmış ve Deniz Gezmiş’le Yusuf Aslan ele geçmiş. Böyle değil mi? Siz böyle bilin! Kazın ayağı ve de eşeğin kuyruğu hiç öyle değil! Önce meselenin aslını öğrenin de ondan sonra bekçi efendiyi polis yapın. Meselenin aslını astarını nereden mi, kimden mi öğreneceğiz? En yetkili kim mi? El insaf, derim size! Her ne kadar müstafiyse de anlı şanlı ve de pek namlı içişleri Bakanımız Haldun Menteşeoğlu ne güne duruyor. Bir kulak verin de dinleyin adamcağızı:
“Ben. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının işlediği suçların tadadını yapmayacağım. Bunu biliyorsunuz. Onu yakalamak için Ankara’da ve bütün Türkiye’de uyguladığımız asayiş sisteminin niteliğini kesin hatlarla özetlemek isterim. Uyguladığımız takip sistemi taramaya bazı yerlerde baskına, tacize tedirginliğe ve yol kesme gibi unsurlara dayalı bir sistemdir. Bu sistemin uygulanması, onları yer değiştirmeye mecbur edecek bir vasfı da taşımaktadır.
Yer değiştirdikleri takdirde, alınmış olan tedbirler ağma düşeceği tabii ve mukadderdi. Bu sistem hem Ankara’da bütün gücüyle uygulanmış, hem Türkiye’nin her tarafında Türk polisi ve Türk jandarması bu sistemi kendi çapında uygulamakta idi. Ankara’da bunların büyük bir yataklık ve himaye çevresine sahip oldukları tespit olunmuştur. Sistemimizin özelliği olan bir taktik de bazı yerlerde gevşemeler yaparak çıkmalarına imkân vermek ve kurulan tedbirler ağına düşmek idi. İşte bunlar da Ankara’nın boşalan bir kanalından çıkmışlar, fakat vatanın diğer köşesinde kurulan bir ağa düşmüşlerdir.”
Gözünü sevdiğim, Polis Teşkilatı değil, balıkçı takımı! Ne sistem, ne sistem! Önce kovalamışlar, sonra kanal açmışlar, daha sonra da Bekçi Salih Yıldız’ın eline ağı verip balığı çevirmişler. Bildiğimiz kadarla üç çeşit ağ vardır. Birine çevirme derler, birine dalyan derler, üçüncüsü de kepçe ağdır. Herhalde Bekçi Salih Yıldız’ın elindeki ağ kepçe cinsinden olacak. Savurmuş kepçeyi, hop yakalamış balığı!
Şimdi Bekçi Salih Yıldız’ın terfi ettirilmesine niçin karşı çıktığımızı anladınız mı? Yaptığı iş mi yani? Elindeki kepçe, kaçan balığı çevirmiş. Onu babam da yapar! Mesele balığı tedirgin edip kaçırmak, sonra kanala sokmak, oradan da kanalın ağzında birini bekletip ağa düşürmek. Bekçi Salih efendi polis olursa, koca Bakanları “tarzanları aslanları, kaplanları, yiğitleri ne yapacağız. Hadi polisi komiser, komiseri  baş komiser,  baş komiseri Emniyet Amiri, Emniyet Amirini Emniyet Müdürü yaptık. Ya anlı şanlı ve de pek namlı İçişleri Bakanını ne yapacağız. Onu da Başbakan yapamayız ya! Hem, zaten zavallıcık koltuğuna doyamadan gitti.
İşte Bekçi Salih efendinin terfi etmesine bundan karşıyız. Koca Menteşeoğlu’nun hakkının yenmesine razı değiliz. Zaten başına gelenler yeter. Bir de nispet yapar gibi Bekçi Salih efendiyi terfi ettirmeyelim de adamcağızı şeyden düşmüşe döndürmeyelim. Düşenin dostu yoktur ama… Bu kadarı da fazla!
FARK
Adam otomobiliyle bir şehirden birine gidiyormuş. Gideceği şehire birkaç kilometre kala lastiği patlamış. Arabayı kenara çekip tekerleği sökmüş, cıvataları jant kapağının içine koyup stepneyi takmaya başlamış. Birden arkasından gelen bir otomobil jant kapağına çarpmış ve kapak havaya fırlamış, içindeki cıvatalar da kaybolmuş. Adam beyninden vurulmuş. Şimdi ne olacak? Cıvataları nereden bulacak. Kara kara düşünürken karşıdaki binadan birisi bağırmış: Düşünüp durma yahu! Diğer üç tekerlekten birer tane cıvata sök, tak. Seni şehire kadar idare eder.”
Adam “Sahi yahu!” demiş. “Bunu hiç düşünmemiştim.” Adamın dediğini yapıp tekerleği yerine taktıktan sonra teşekkür etmek için başını kaldırmış. Aaaa akıl hastanesi. Adam da delinin biri olmalı. Şaşırmış ve akıl veren adama dönmüş:
“Yahu sen deli değil misin? Nasıl akıl ettin bunu? Adam da cevap vermiş: “Biz deliyiz beyim, deli; aptal değiliz. Aptallık başka şey, delilik başka şey.”
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Ülkemizde Yaşanmış Enteresan Olaylar
35 Yıl Sonra Nüfusa Kaydolacaktı
Şarkışlalı Kemal Güneş 35 yaşındaydı. Ama hâlâ nüfus kütüğünde kaydı yoktu. Geçen hafta nüfus memurluğuna müracaat etti. «Beni nüfusa kaydedin» dedi. Memur, Kemal Güneş’in yaşını tespit için doktora gönderdi. Kemal Güneş raporu aldı, arzuhalciye gitti. Arzuhalci, Kemal Güneş’in 3 Ekim 1928’de doğduğunu belirten bir doğum kâğıdı yazdı. Doğum kâğıdını iki şahit İmzaladı, muhtar onayladı ve Kemal Güneş aldı nüfus memuruna gitti. Nüfus merhum doğum kâğıdını inceledi, evirdi, çevirdi ve «Olmamış!» diyerek kestirip attı. “Tarih 3 Ekim değil 4-Ekim olacak! Git bunu baştan yaptır!” Kemal Güneş yalvardı, yakardı, “Elini ayağını öpeyim memur bey” dedi,”Kırk param kalmadı… Bu kâğıtları yeni baştan nasıl yaptırayım? Kurbanın olanı, elinde kalem var… Şu üçü dört yapıver!.” Memur kabul etmedi. «Olmaz!” diye diretti. «Baştan yaptıracaksın!” Kemal Güneş’in tepesi attı. Aldı kâğıtları eline “Vazgeçtim!” diye bağırdı: “Nüfusa kaydolmaktan vazgeçtim! Devlet beni asker etmek isterse muameleyi kendi eliyle yaptırsın!”
Ve çıktı dışarı, gitti.
Hırsızı Karakola Götürdü
Hikâye 28 Ağustosu, 29 Ağustosa bağlayan gece Mecidiyeköy, İkinci Taşocağı; Sokakta bulunan Emek apartmanının beşinci dairesinde başlar ve hâlâ devam eder… Hikmet Erdal bir tıkırtı ile uyanır. Gözlerini acar ve sofada iriyarı, elinde çanta olan bir adamın dolaştığını görür. Fakat kalkmaya cesaret edemez. Çünkü adam hem ondan çok cüsselidir, hem de kendisinin yanında bir tırnak çakısı bile yoktur. “Kimsin?” diye bağırır. Adam hemen fırlar ve balkondan aşağıya atlayarak kaçar. Hikmet Erdal karısını uyandırır, kalkar evi kontrol ederler. Her şey yerli yerindedir. Hırsız hiçbir şey çalamadan kaçmıştır. Karı kocanın sinirleri bozulmuştur. Oturur çay demler içerler. Gün ağarmak üzeredir. Hikmet Erdal perdeyi aralar dışarı bakar. Bir de ne görsün… Hırsız sokakta dolaşmıyor mu? Hemen giyinir ye dışarı fırlar. Hırsız, ev sahibini görünce kaçmaya başlar. ‘Hikmet Erdal hem koşar, hem de “Tutun, yakalayın  hırsız kaçıyor!” diye bağırır. Birkaç işçi ve şoför hırsızın peşine takılır ve güçlükle yakalarlar. Otomobile bindirip karakola getirirler. Karakolda adamın elindeki çanta açılır, içinden tornavidalar, keskiler çıkar. Biraz sonra da karakola bekçi gelir. Hikmet Erdal bekçiye çıkışır: “Yahu neredesin! ‘Başımız derde girdi… Sen ortada yoksun!”
Bekçi kızar, “Sana ne benim nerede olduğumdan» der. “Mıntakamı teftişten geliyorum!” Polis hırsızın ifadesini alırken bir kadın içeri girer… Hırsizı görünce feryada başlar: “İşte gece bizim eve giren buydu!» ifadeler alınır, zabıtlar tutulur ve polis, “Beyim siz işinize gidin” der. Biz tahkikatı yürütürüz” Günler geçer, Hikmet Erdal hırsızı, tahkikatı filan unutur… Fakat bir dava dilekçesiyle karşılaşınca şaşkına döner. O gün hırsız diye yakaladıkları adam şimdi ondan davacıdır. Adam dilekçesinde şöyle demektedir:
Ortaköy’den Silahtarağa’daki işime giderken Mecidiyeköy’ de birkaç kişi üzerime gelerek ‘Hırsızsın!’ diye yakama yapıştılar. Döverek söverek beni zorla bir otomobile bindirip karakola götürdüler. Bunlardan Hikmet, boğazımı sıkıyor ve beni öldürmek istiyordu. Karakolda ifademi aldılar ve beni savcılığa gönderdiler. Savcı bey yaptığı tahkikat ve evrak üzerindeki incelemedi sonunda ademi takip kararı verdi, beni serbest bıraktı. Hikmet Erdal’ın ortada hiçbir sebep yokken beni dövmeşi, küfür etmesi ve işimden alıkoyması gibi halleriyle şahsi maneviyatım üzerinde bir hayli tesir yapıp müptela olduğum şeker hastalığının fazlalaşmasına sebep olmuştur. Sanığın bigünah olduğum halde dövmek ve küfür etmesi sebebiyle hakkında davacıyım. Manevi tazminat olarak 500 liranın tahsili hakkında karar verilmesini talep ve istida eylerim.”
Refahiye Nire  İstanbul Nire
Mühendis Vural Topkaya önceki sabah otomobili ile İzmit’e gidiyordu, ‘Pendik’i geçince yolun kenarında elinde çantası  bir ilkokul öğrencisi gördü. Yağmur yağıyor ve çocuk ıslanıyordu. Otomobilini durdurdu ve çocuğu aldı. Çocuğun önlüğü, yakası sırılsıklamdı. Biraz gittikten sonra sordu: “Oğlum senin Okulun nerede?” “Daha ileride!”
Otomobil gidiyor ve »mühendis sık sık soruyordu: ”Oğlum sen nerede ineceksin?  “Çocuk her soruşa «Daha ileride, daha ileride..” diye cevap veriyordu. Nihayet Vural Topkaya dayanamadı: «Oğlum!» diye çıkıştı. «Daha ileride diyorsun ama, İzmit’e yaklaştık! Şaşırmış olmayasın!» Çocuk «’Ben şaşırmam!” dedi.’ “Ben Refahiye’de ineceğim!” Neee.. Vural Topkaya’nın aklı duracaktı … “Evladım! Sen Refahiye’nin nerede olduğunu biliyor musun?” .
“Elbette biliyorum! Erzincan’ın ilçesi” Ve 8 yaşındaki çocuk başladı hikâyesini anlatmağa : “Ben Erzincan’ın, Refahiye ilçesinin Hanperi köyünden “ Murat Sarak’ım. Bizim köyde okul yoktur. Ben okuyanların büyük adam olduğunu duymuştum. Askerden gelen ağalarım Okuyanların büyük adam olduğunu söylerlerdi. Ben de okuyup büyük adam olmaya karar verdim. Bizim gelinin kardeşi ile yola çıktık. O İstanbul’a çalışmaya geliyordu.” Bindik otobüse, düştük yollara, vardık İstanbul’a… Hacı amcam İstanbul’da inşaatlarda çalışırdı. Beni okula yazdırmak için çok uğraştı. Ama kayıtlar kapanmış… Okula almadılar, Hacı amcam ’Nedek Murat! dedi, ‘Gelecek yıl yazılırsın!’ Vapura bindik, Haydarpaşa’ya geçtik
Vural Topkaya ne diyeceğini şaşırdı. Çocuk sözlerini bitirdiği zaman ‘İzmit’e gelmişlerdi. Hemen otomobili Emniyet Müdürlüğünün önüne çekti. Çocuğu yanına alıp içeri girdi. ‘Komiser Alparslan’a durumu anlattı. Komiserin şaşkınlığı, onun şaşkınlığından az değildi. ‘Ne yapacaklarını bilmiyorlardı, önce çocuğu soyup üstünü başını kuruttular. Ondan sonra da ne yapacaklarını düşündüler. Çocuk “Merak etmeyin ben giderim!”  diyordu. “Sağ el beni buraya kadar getirdin!” Sonunda komiser ve mühendis baş başa verip bir hal çaresi buldular. Mühendis çocuğun Sivas’a kadar otobüs biletini aldı, cebine de birkaç kuruş harçlık koydu. Komiser de Sivas Emniyet Müdürlüğüne hitaben bir yazı yazdı ve Murat Sarak’ı otobüsün şoförüne teslim etti. ‘Murat Sarak otobüse binerken elindeki minicik çantasını açtı. Çantanın içinde alfabesi defteri, kalemi ve birkaç parça da çamaşırı vardı. Gözleri yaşlıydı. «Bunları boşa aldım» dedi.  ”Köy yerinde bunlan nidecem? İnşallah gelecek yıl okurum!”
Bektaşinin biri çarşıdan geçerken kendisini meyhaneden çağırmışlar “Gel erenler» demişler. “Şurada İki testi şarap var, biz hangisinin daha iyi olduğunu anlayamadık. Sen seçlver.” Bektaşi birinci testiyi başına diker dikmez elinden atmış ve ağzındaki şarabı yere tükürerek dışarı fırlamış. Arkasından seslenmişler:””Hey erenler İkinciden de bir yudum tatsanal” Bektaşi dönüp bağırmış: “Nesine bakayım onun.. Bundan daha kötü olmaz ya”.
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
YEŞİLÇAM VE AYLON SOKAKLARI NİSUAZ PASTANESİ
Bazı eski sinemaların (Melek, Emek, Opera, İpek, Ar) ve yapım şirketlerinin olduğu, bu yüzden de adını Türk sinemasına veren Ye-şilçam Sokağı’ndan sapalım. Buranın da eski adı Yeşil Sokak’tı. Kimler geçmedi ki bu sokaktan… Sol tarafta, Emek Sineması’nın yerinde İstanbul’un ilk paten pisti bulunuyordu. Sağ taraftaki sinemaların en bilineni Saray’dı. Saray’ın yerinde yeller esiyor ama az ilerisinde Si-nepop hâlâ duruyor. Tabii ilk a��ıldığı günlerde, yani 1943’te adı Ar Sineması’ydı. Sonra, Yeni Ar, 1973’te de nihayet Sinepop oldu. Sokak, Tarlabaşı’na doğru devam ediyor. Yeşilçam’m tam karşısında bugünkü Ayhan Işık Sokak’ın bir köşesinde Della Suda Eczanesi, diğer köşesinde de Nisuaz Pastanesi bulunuyordu.
1847 yılında açılan Della Suda Eczanesi, İstanbul’un ilk eczanelerinden biriydi. Sahibi François Della Suda, 1826 yılında annesinin ölümü üzerine İstanbul’a gelmiş bir İtalyan’dı. Osmanlı ordusuna hizmet veriyordu. Önce devletin başeczacısı, sonra da paşa unvanmı aldı. Adını da bir süre sonra Faik Paşa olarak değiştirmişti. Faik Paşa ölünce ailenin diğer üyeleri Beyoğlu’nun çeşidi yerlerinde aynı adı taşıyan eczaneler açtılar. İstanbul’un İtalyan karakteristiği en yoğun sokaklarından biri olan Çukurcuma’daki Faik Paşa Sokağı, admı bu ünlü eczacıdan almıştır.
Nisuaz’a gelince… Nisuaz Pastanesi, 1920’li yıllarda, günümüzde Garanti Bankası’nın bulunduğu köşede açılmıştı. Müdavimleri arasında Orhan Veli, Salah Birsel, Necip Fazıl, Sait Faik, Avni Arbaş,İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi sanatçılar vardı. Nisuaz, özellikle Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu adlı denemesinde Salah Birsel tarafından sayfalar dolusu anlatılmıştır. İçinde küçük bir Atatürk büstünün de olduğu mekanda siyah elbise-beyaz önlüklü şık Rus kızları ve şuh bakışlı Rum kadınları ellerinde tepsilerle müşterilerin etrafında pervane olurlardı. Nisuaz’m yaz spesiyalitesi o zamana kadar İstanbul’da bilinmeyen buzlu kahveydi. Kışın soğuk günlerindeyse borç çorbası çıkardı. Nisuaz, 1950’lerde kapandı, binası da kapanışını takip eden senelerde yandı.
Taksim yönüne doğru yürüyüşümüze devam edelim. Az ileride, üst kısmında antik dönem kaynaklı mitolojik hayvan figürlerinin, girişinin iki yanında da birer heykelciğin bulunduğu, bugünlerde kapısına kilit vurulmuş olan Alkazar Sineması’m görüyoruz. Caddedeki en eski sinemalardan birisi olan Alkazar Sineması 1920’lerde açılmıştı. Alkazar, özellikle 1930’lu yıllarda Frankeştayn ve Drakula benzeri korku filmleriyle ün yaptı. Uzun yıllar kapalı kalan sinema 1990’lı yıllarda Onat Kutlar’ın çabasıyla yeniden açıldı. Özellikle gösterime sunduğu bağımsız filmlerle bilinen sinema 2010 yılının Mart ayında izleyicilerine perdelerini son kez kapattı. Alkazar Sineması ile aynı adı taşıyan pasaj ise 1880 tarihinde yapılmıştı ve Alyon (Alleon) Geçidi olarak biliniyordu. Alyon Geçidi, adını Fransa’dan İstanbul’a göçen Antuan Afyon’dan (Antoine Alleon) alıyor. Diğer iki kardeşiyle birlikte bankerlik sayesinde zengin olan Antuan Alyon, İstanbulluların dilinde “Alyon kadar zengin” tabirinin yer etmesine yol açmıştı. Aile fertleri zaman içinde teker teker Fransa’ya döndüler ve orada öldüler. Ancak çoğunun cenazesi İstanbul’a getirilerek Feriköy deki Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Geçit, arka sokaktaki tanınmış Dostlar Birahanesi’ne açılıyordu. Alyonlar’dan geriye kendi adlarını taşıyan Alyon Geçidi Sokağı kaldı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında nominalist politikayla sokak adlarının değiştirilmesi gündemdeydi. Grand Rue de Pera’nın İstiklal Caddesi yapılması gayet anlaşılırdır, doğaldır. Anlaşılmaz olan ise orada yaşayan kişilerden veya bulunan binalardan adını almış sokakların adlarının değiştirilmesidir. Levanten ailelerin isimlerini almış sokaklar da bir şekilde Türkçe’ye dönüştürüldü.
Alyon Sokağı’nın adı Gazeteci Erol Dernek olurken, önceki bölümlerde gördüğümüz Glavani Sokağı’nın adı Kallavi’ye, Balyos Sokağı’nm adı da Balyoz’a uyarlandı. Tarihin izlerini silmeyi, sokak isimlerini kafamıza göre değiştirmeyi öyle görünüyor ki bir yere kadar başarabiliyoruz. Bugün bildiğimiz Hava Sokak’m adı, muhtemelen Türkçe olduğu zannedilerek bırakılmış; halbuki Hava, Halepli Hıristiyan Arap bir ailenin soyadı!
0 notes
nargileist-blog · 9 years ago
Text
Boşluk, Bağıntılılık, Barut ve Dinamit Hakkında Kıssadan Hisse
Boşluk
Boşluk, içinde hiçbir cisim bulunmayan uzaydır. Boş bir şişe, aslında içinde hava bulunduğu için boş sayılmaz. Gerçekten boş olması için havasının alınması gerekir
Bağıntılılık
Bir saat süren oyun bize çok kısa, buna karşılık yine bir saat süren bir bekleyiş çok uzun gelir. Aslında her ikisi de birer saat sürmüştür. Bu eşit iki çeşit süre, birbirlerine bağıntılı olarak bize aynı gibi gelmez.
Bir kap içinde mutlak boşluk meydana getirmek imkânsızdır. Çünkü kabı meydana getiren maddeden çıkan sayısız molekül, kabın İçine doluşur Bu yüzden mutlak boşluk daha ziyade, çok alçak basınçlı bir uzay olarak kabul edilir. Boşluk, tamamen mikropsuz bir ortamdır içinde hiçbir canlı bulunmaz. Bu yüzden penisilin gibi bazı ilâçlar havası boşaltılmış tüplerde saklanır. Bir elektrik ampulünün incecik teli, ampülün içinde oksijen olmadığı için kızarır fakat yanmaz, ampülün içinde alçak basınçlı, etkisiz bir gaz vardır.
Barut
Tüfeklerde, kurşunun büyük bir hızla namludan fırlayıp hedefine gitmesini sağlayan gücü barut verir. Barutu yakmak için bir kıvılcım yeter.
Barutu icat edenler ve İlk kullananlar Çinlilerdir. Gönümüzde bayramlarda, şenliklerde atılan kestane fişeklerinin esası baruttur. Ortaçağ sonlarında Avrupa’da da kullanılmaya başlanan barut, topların geliş, meşine yol açmış; böylece Fatih Sultan Mehmet, toplardan ilk defa geniş ölçüde yararlanarak Bizans’ı ele geçirmiş. Yeni, çağ’ı açmıştır. Kara barut güherçile kömür ve kükürt karışımından meydana gelir. Dumansız barutun esası ise nltroselü-loz adlı kimyasal bir maddedir.
Dinamit
Bir maden ocağında ateşlenen dinamit müthiş bir şekilde patlar. Bu patlayışın şiddetinden büyük kayaya da kömür parçalan havaya fırlar. Artık iş bu parçalan toplamaya kalır. Dinamit, nitrogliserinden yapılan çeşitli patlayıcı                maddelere verilen bir addır.
Nitrogliserinin âni olarak kendiliğinden patlaması için üzerine hafifçe vurulması yeter. Üzerinde çalışılması öylesine tehlikelidir kı İsveç’li kimyacılardan Nobel Kardeşler 1867’de, darbelere etkisiz kalması İçin nitrogliserini silisli toprak, sarımtırak renkte madensel bir toz olan tripoli, kömür, mantar gibi maddelerle karıştırmayı düşünmüşlerdi. Böylece bir karışımla hazırlanan patlayıcı      maddeler ya fitille ateşlenerek ya da kablolarla uzaktan elektrik akımı gönderilerek patlatılır.
1 note · View note