peramuzesi-blog
peramuzesi-blog
Pera Müzesi ve Kültür
24 posts
Kültür turizmine iyi bir başlangıç için tercih edilecek en güzel site.
Don't wanna be here? Send us removal request.
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yada Taşı İnancı
Eski zamanlarda Semerkant şehrinde yağmura ihtiyaç artıp yada taşını bir tas içinde suya bırakıp bir yere koyarlar. Hafız adında bir adam bilmeyerek suyu içer. O anda yağmur yağmaya başlar ve gece gündüz dinmek bilmez. Şehirdeki evlerden başka birçok illerin harap ve ahalinin helâk olacağı korkusu belirir ve herkes şaşırıp kalır. Nihayet susamış Hafız’ın suyu içmesinden böyle yağmur yağdığı anlaşılarak zavallı adam şehirden çıkarılır. O anda yağmur diner amma Hafız’ın yürüdüğü yollan dahi seller kaplamış, oturmak istediği yerlerde dahi yağmur durmamış, ahali hayretlere düşmüştü. Velhasıl bu ibret verici haller Hafız’dan ileri geldiği anlaşılınca zavallı adam memleketten sürülür ve Yağmur diner.
Fakat gittiği yerde de yağmur yağmış ve kendisi kötü bir insan muamelesi görerek Maveraün nehir’den ve Horasan’dan tard edilmiş, Hiç bir yerde kalmamış, Mısıra iltica etmiş. Gittiği memleketin uğuru ile bu hal kendinden zail olmuş. Biraz sonra gönlü, vatan muhabbeti imandandır, düşüncesiyle Semerkand’a gitmek istemiş. Lâkin o garip halinin yeniden zuhurundan korkarak vazgeçmiş.
Adam uzun bir zaman sonra vat anma dönmüş, akrabasıyla buluşmuş ve kendisinde o garip hâl artık zuhur etmemiş, amma adı taşa nisbetle (Hafız Yeda) kalmış.Bir cemaat dahi, evvelce zikrolunduğu üzere, o taş vasıtasıyla zuhura gelen eserler mutlak suya koymakla olmaz, taşın kullanılmasını bilen sihirbazlar bulmak gerektir, demişlerdir.
Buna inananlardan bazıları hayvani taşlardan balıkta ve insan mesanesinde peyda olan taşlar vasitasiyle de bu işi bilenler, kar, yağmur ve dolu yağdırmak ve şiddetli rüzgâr hasıl etmek gibi garip hâdiseler zuhura getirilir, demişlerdir. Ama Nasır Tusi’nin tercihi üzere o taşların gayrisiyle zuhura gelmesi, Muhammed bin Zekeriya Ebubekir Razi’nin akabe hikâyesine muvafıktır.
O büyük ve sözüne inanılır âlim Kitab-ül-Havâs nam eserinde der ki: Türkistan’da iki memleket arasında bir akabe (geçit) vardır. Bu derbendden geçmek isteyenler bindikleri ve yük yüklettikleri hayvanların nal ve tırnakları o tehlikeli yolun taşlarına çarpmasın.
Eğer hayvanların tırnağı o taşa dokunursa veya hayvanı sıkı sürmekten dolayı bir taş zedelenirse hemen hava kararır etrafta bulutlar peyda olur ve yağmur başlar. Mevsim kış ise yağmur tufan gibi şiddetli yağar, yollar kapanır. Mezkûr diyardan geçenler bu taşlardan alarak Türkistan şehirlerine ve şair yerlere götürürler. Bir yerde kar ve yağmur yağdırmak istenirse su ile dolu bir kaba bu taşlardan birini koyup yüksek bir yere bırakırlar.
İstedikleri yerine gelir. Masir Tusi Tensuknâme’de diğer müellifler kendi eserlerinde Akabe hikâyesi Muhammed Bin Zekeriya’ya mahsus değil, Türkistan diyarında böyle geçilmesi i güç boğazlar çoktur ve oradan geçenlerin bu hali gördükleri i meşhurdur. Hatta o muhataralı geçitlerden geçerken bağırmak, yüksek sesle konuşmak, bir şey yıkamak, abdest bozmak ve biraz siyah renkli şeyleri bile suya koymak câiz değildir. Eğer bunlardan biri yapılırsa yaz ise yağmur, kış ise kar yağar, fırtına çıkar, demişlerdir.
Ebülberekat Nişabûrî mezkûr halleri yazıldığı üzere bildir-  dikten sonra, bu garip şeyler sözlerine inanılır kimselerce meşhur ve çok mütedairdir ve kimse bunu inkâr edip aksini iddia etmemiştir. Ancak üstat Ebu-Reyhan Birûnî’nin, bu hikâyelerle I alaya alıp, benim nazarımda bu cins iş, yâni tabiata hükmetmek insanların ve taşların yapabileceği işlerden değildir. Bu rivayetler hikâye kabilindendir, demiş olması galiba kendisine sözlerine fl inanılır bilginlerin bize kadar gelen rivayetlerinin varmadığından | dolayıdır. Düşünecek olursak Ebu-Reyhan haklı ise de hâdiseleri gözleriyle görenlerin verdikleri haberler çok yakın ve katiyen vesveseye hacet yoktur, demişlerdir.
Hikmet (fizik) bilenlerden Ebül Abbas Tifaşî ise vukuuna inandığını Ezhar-ül-efkâr adlı eserinde malûm olduğu üzere, inanılır insanlardan rivayetlerini naklettikten sonra Yûsuf suresinden seçtiği bir âyetle demek istiyordu ki: Semalarda ve yerde nice hakikatlar vardır ki yanlarından geçerler de o hakikatlerden gözlerini çevirirler. Bu işin hakikatini Allah bilir ve o her şeye kadirdir.
0 notes
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Bir Kısım Hayvan
Divan-ı Luğat üt Türk’te (Sıçan cinsinden, yarım arşın uzunluğunda bir hayvan, duvarların yarıklarından serçeleri avlar, koyunun üzerine atılırsa koyunun eti sararır, uyuyan insanın üzerine atılırsa o insan idrar tutukluğuna uğrar) denilmektedir.
Mitolojik hayvanlardan biri de Hazar denizi kıyılarında (Gao-kerena) adı verilen üç ayaklı eşeklerdir.
Kötülük tanrısı Erlik Han’ın yeraltı âlemindeki (Pay Tengiz) denilen yerde (Abra) admda korkunç canavarları vardır. Şaman’ lara göre (Abra) 1ar ayni zamanda Ülgen ile Erlik Han arasında vasıta olan bir takım koruyucu ruhlardandır.
Bir de Şaman’larm (Kamk) admı verdikleri bir kirpi vardır ki bu kirpi, Erlik’in oğullarından Batış’ın idâre ettiği cehennemlerdeki göllerin kenarında yaşar.
Yılanlar
Yılanlar eski Türk mitolojisinde önemli yer tutmuştur. Bununla beraber Türk’lerin bulundukları havası sert ve soğuk boz kırlar pek yılan yetiştirmez.
Sonraları güney ve batıya gelen Türk’lerce, muhit değiştirmenin etkisi altında yılana geniş yer verildi.
Yılan hakkında ve Türklerden geçerek Keldan’lılar arasında yerleşen ilk efsâne şöyledir: Kozmik âlemle beraber, Lakhmu ve Lâkhamu admda biri dişi biri erkek iki büyük yılan yaratılmıştır.
Sümer’ler ve Elamlı’lar için yapılan kazılarda bulunmuş heykellerde boynuzlu yılanlar, Kutsal ağacı koruyan yılan, kapı bekçiliği yapan iri ve boynuzlu yılanlar görülmektedir ki, bunlardan yılanların koruyuculukla da görevli olduğu anlaşılmaktadır. Sü-mer’lerce yılanların tanrısı olan (Nin-Gişzida) ile (Papsukal) da koruyuculukla görevlidirler.
Eti’lerin (Edimmu) hikâyesinde de büyük ve obur bir yılan geçmektedir.
tlluankaş adındaki yılan da Eti ve Hitit efsâneleri arasında yer almıştır
Volga Türk’lerince de yılan uğurlu bir hayvandır.
Sümer kahramanı Gılgamış sonsuz hayata erişebilmek için, denizin dibinden çıkardığı hayat otunu bir yılana kaptırmıştır.Hitit efsânelerinde bir kaç başlı yılanlar vardır (Enuma-Elis) destanında korkunç yılanlar geçmektedir.
Yılan için Türkler arasına gelerek yerleşen efsânelerden biri için Taberi’nin birinci cildinde şöyle denilmektedir.
Bir yılan yaratılmış, bu yılanın başı inciden, vücudu kızıl altından, gözleri yakuttandır, ona göklerin en yüksek tabakası olan büyük ve kutsal yere yedi defa sarılması emredildi, o da sarıldı.
Bu yılan o kadar uzunmuş ki orayı yedi defa dolandığı halde yarısı hâlâ göğün en üst katından yere doğru asılı durmaktadır. Bu yılanın dört başı her başında yedi yüz bin yüzü, her yüzünde bin ağzı, her ağzında bin dili, ayrıca seksen bin de boynuzu varmış.
Fil, maymun ve kedi gibi hayvanlar sıcak bölgeler mitolojilerinde geçmektedir.
0 notes
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Cehennem
Günahsız insanlar cennetlere gideceği gibi, günahı olanlarda yeraltındaki cehennemlerin azap kuyularında kalarak kaynayan katran kazanlarında yanacak, cezalarını çekeceklerdir. Sümerli’lere göre de yeraltında cehennem tanrıları ve tanrıçaları vardır. Nergâl ile karısı Ereşkigâl bunların başta gelenlerindendir.
Dünyada suç işleyenlerin ceza sürelerini vfe şekillerini, hangi cehennemde ne kadar yanacaklarını kararlaştıran bir de hâkimler heyeti vardır ki bu heyeti; Sabıray, Arah, Toyer, Malahay ve Tarha teşkil eder. Şamanist Altay Türklerinin inançlarına göre en büyük cehennem (Mangistocirius) adındadır. Bu cehennemi (Matman Kara) admda bir ruh idâre eder. Bir başka cehennem daha vardır ki bunun da adı (Tünken Kara Tamu) dur. Bunu da (Matman Karaca) idâre eder.
Bir de; (Tepten Karateş) adında bir cehennem vardır ki bunu da (Kerey Han) idâre ederdi. Yine Şamanist’lere göre dünyada kötülük yapmış insanların azap çekmek üzere atılacakları cehenneme ve orada kaynayan katran kazanlarına (Kazırgan) denir.
Budist Uygur’ların (Aviçi) adını verdikleri cehennem de böyledir. Altaylı’ların kötülük tanrısı Erlik Han ise, doğan bir çocuğun günahlarını yazdırmak için bir körmös gönderir. Büyük tann Ülgen de buna karşılık Yayucı’yı gönderir. O, çocuğun sağında, Körmös te solundadır. Bunlar çocuk büyüyüp te ölünceye kadar yamndan ayrılmaz. Ölünce Körmös onun ruhunu kapar, yerin altına götürerek (Kazırgan) a atar. (Kazırgan) daki kazanlarda katranlarla birlikte kaynar. Körmös, Erlik Han’ın huzurunda, götürdüğü ruhun günahlarını ispat ederse o ruh kazanlarda kalır. Yayuçi da beraber oraya gelmiştir. O da bu ruhun sevaplarını sayar. Eğer sevap günahtan çoksa ruh oradan kurtulur. Günahı fazla ise derecesine göre yanar. Sonra yukarı doğru ru çıkmaya başlar. O ruhun üçüncü kat gökte bulunan akrabası şefaat ederek Yayuçi’yi sıkıştırırlar. Yayuçi ruhun günahı kadar yanmasını bekler. Çünkü ruhun başı katran kazanındadır. Günahı kadar yanınca başı dışarı çıkar. O vakit Yayuçi ruhun tepesindeki saçtan
tutup onu kazandan çıkarır ve ruhu üçüncü kat göke götürür. Oradaki akrabaları ile buluşturur. Süt gölünde hoş vakit geçirir.
Cehennem tanrıları, cehennem hâkimleri, tapana, mangistocirius, tünken kara tamu, tepten karateş, avîçi cehennemleri, kazırgan, nat, upa-nat kazanları, rakşas’lar, ege’ler
1 note · View note
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Herakles’in Eğitim Çağları
Herakles büyüyünce eğitim görmeye başladı. Bazı derslerden hoşlanıyor bazı derslerden de hoşlanmıyordu. Ona hoşlanmadığı dersleri öğretmeye kalkmak tehlikeli bir şeydi. Musiki dersinden hiç mi hiç hoşlanmıyordu; belki de musiki Öğretmenini sevmemiştir. Bir gün çalgısını kaptığı gibi zavallı Öğretmenin başına indiriverdi. Adamcağız oracıkta öldü. Herakles yandı yakıldı, üzüntüden parçalandı, ama elden ne gelir? Ondan sonra musiki gibi dersleri bir yana bırakıp Herakles’e silâh kullanmayı, araba sürmeyi, güreşmeyi öğrettiler. Bu dersleri öğreten bütün öğretmenler, sağ şahin kaldılar.
Gün geçtikçe büyüyordu Herakles, güçleniyordu. On sekiz yağma gelmeden Kithiaron ormanlarında yaşayan önlü aslanı öldürdü, postunu da kendisine elbise yaptı.
Bir süre sonra Thebailer Prenses Megara ile evlendirdiler onu. Karıkoca mutluluk içinde yaşayıp gidiyorlardı; bu evlilikte üç oğulları oldu. Ama işin içine Hera karıştı yine. Herakles’i ansızın çıldırtıverdi. Aklı başından giden Herakles, Mağara’yı da, üç çocuğunu da kendi elleriyle öldürdü. Ne yaptığını bilmiyordu. Ortalık kana bulanınca kendine geldi. Olanları korku içinde uzaktan seyreden Thebaililer, onun kendine geldiğini görünce yanına yaklaştılar. Amphitryon, Megara’yla çocuklarını kendisinin öldürmüş olduğunu söyledi Herakles’e.
“Onları ben öldürdüm ha?” diye inledi Herakles. “Sen öldürdün. Ama kendinde değildin.” “Kendi kendimi de öldüreceğim.”
Bağıra bağıra evden dışarıya fırladı. İşte o anda Atina kralı Theseus göründü kapıda, Herakles’in kanlı ellerini tuttu:
“Kendini öldüremezsin, Herakles. Gözümün önünde kendini öldürürsen seni tutmadığım için tanrılar beni de bağışlamazlar sonra.”
“Demin ne yaptığımı biliyor musun?” diye sordu Herakles. “Biliyorum,” dedi Theseus, “ama acı duyuyorsun ya. İçinden neler geçtiğini anlar tanrılar, bağışlanırsın.” “Öldüreceğim kendimi.” “Bir kahraman böyle konuşmaz,” dedi Theseus. “Kendimi öldürmeyip de ne yapayım?” diye bağırdı Herakles. “Yaşayayım mı? Herkes, ‘Bak, işte karısıyla çocuklarım öldüren adam bu mu desin?” “Kendine gel,” dedi Theseus. “Ben seni Atina’ya götürürüm. Evim senin evin, eşyalarım senin eşyaların… Gün olur, sen de bana, Atina’ya yardım edersin.” Uzun bir sessizlik oldu. Sonunda, “Peki.” dedi Herakles, “dayanacağım.”
İki arkadaş, Atina’ya gittiler. Orada Theseus, Herakles’i yatıştırmaya çalıştı.
“Sen o anda çıldırmıştın,” dedi; “he yaptığını bilmiyordun. Bu işte suçun yok.”
Herakles yine yatışmadı. Karısıyla çocuklarının ölü gövdeleri geliyordu göklerinin önüne. Delphoi tapınağına gidip bakıcıya bu suçtan arınmak için ne yapmak gerektiğini sordu.
Bakıcı, “Suçlusun Herakles,” dedi, “bu suçtan arınmak: için Mykenal kralı Eurystheus’a gidip onun buyuracağı şeyleri yapman gerek.”
Bunları duyunca sevindi Herakles. Hemen Eurystheus’a koştu. Galiba pekiyi bir kişi değildi Mykenai kıralı, dünyanın en güçlü adamının kendine gelip tutsaklar gibi çalışmak istemesinden çok hoşlandı. Kendisine bu konuda Hera’nın da akıl öğrettiği söylenir. Zaten Herakles’i ömrünün sonuna kadar rahat bırakmadı Hera; onun Zeus’un oğlu olmasını kendine yediremiyordu.
Bu işleri başarıp suçlarından arındıktan sonra yeni yeni serüvenlere atıldı Herakles. önce toprağın oğullarından dev Antaios ile boğuştu, önüne çıkan herkesle boğuşurdu Antaios, sırtını yere getirdiği kimseleri de oracıkta öldürürdü, öldürdüğü kişilerin kafa taslarından bir tapınak kuruyordu kendine. Günlerden bir gün Herakles’le karşılaştı. Hemen boğuşmaya başladılar. Son derece güçlü bir yaratıktı dev, Herakles onu ne zaman yere fırlatsa, toprak anadan aldığı taze güçle, hiç yorulmamış gibi yeniden ayağa fırlıyordu. Herakles ne yapsın, tutup havaya kaldırdı Antaios’u, yere bırakmadan havada boğdu.
0 notes
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Yıldızlar
Yıldızların yaradılışları da çok kere güneşle ayın yaradılışı efsaneleri arasında geçmektedir. Mitolojide ve Folklorda geniş yer alan yıldızlar da kozmik tanrılar arasında sayılır. Özellikle Sümer mitolojisinde (Yedi gezegen yıldız)dan çoğu birer tanrıdır. Zühre yıldızını Astarte, Zuhâl yıldızım Nebu, Mirrih yıldızını Nergal, Müşteri yıldızını Adar adıyla tanrı tanımışlardır. Yine Sümer’lere göre bir kısım tanrılar da yıldızlarda oturur.
Yakut’larca da Zuhal yıldızı Arzutilek admda bir tanrıdır. Yabancı mitolojilerde (Kâtip – ül- eflâk) adiyle geçen Utarit yıldızı Türklerce de göklerin kâtibidir.
Şamanist Türkler arasında epeyce yıldız efsaneleri vardır. Şaman davullarında bu efsaneleri ifade eden yıldız resimleri bulunmaktadır. Oğuz Han’ın oğlu yıldız Han, yıldızlar âleminin bir senbolüdür. Gökte uçan (Şihap) adındaki yıldızlar da, şeytanı kovmak için tanrılar tarafından atılan oklardır.
Yıldızların rüyada görülmesi de mutlulukla yorumlanır: Timurleng’in büyük babası sayılan Kaçuli, bir gece gördüğü rüyada: kardeşi Kubil böğründen üç yıldız çıkarıyor, bir süre sonra bu yıldızlar batıyor. Sonra bir dördüncüsü çıkıyor, ışığı dünyayı kaplıyor. Daha sonta kendi de yedi yıldız çıkarıyor. Bunlar da batıyor. Sekizinci bir yıldız çıkarıp o da dünyayı kaplıyor. Uyandıktan sonra bu rüya yorumlanıyor, Kubil ile Kaçuli’den yetişenlerin de dünyayı ellerine alacakları neticesine varılıyor. Folklora kayan kanaatlere göre; her insanın gökte bir yıldızı vardır. Gökte yıldız uçarken halk:  (yine birisi öldü ve yıldızı düştü) der.
İnsanların talihi, devletlerin, milletlerin mukadderatı, her hangi bir istekte hayırlı ve hayırsız sonuç, yıldızların hareketlerinden anlaşılacağı kanaati ortaya (İlm-i Nücum: yıldızlar bilgisi) ni getirdi. Bir çeşit faldan başka bir şey olmayan bu bilgiyle uğraşanlara (Müneccim) adı verildi. (Yıldızname) adındaki kitap bu bakımdan önem taşımaktadır.
Doğuda, özellikle Iran, Arap, İsrail % ve Hint kültürü ile mitolojileri arasında yer alan (Yedi gezegen yıldızlar) hakkındaki bir takım inanışlar Türkler arasında da yer almaktadır.
Heft  Peyker, Heft Ecram, Heft Renk, Heft Bânû, Heft Ahter, Sab’a-i Seyyare, Seyyarat-ı Seb’a gibi adlar taşıyan (Yeni gezegen yıldızlar) Türk edebiyatında; Arapça, Farsça kelimelerden tamlama halindeki bu adlan ile geçmekte, (Marifetnâme) gibi bir takım din felsefelerine dayalı bulunan kitaplarda, bunların açıklanmasına sahifeler ayrılmaktadır.
Bu açıklamalara göre dünya bu yedi gezegen yıldızın ortasında bulunmaktadır. Dünyanın etrafmda ise (Semâvât-i seb’a), (Heft Câm) denilen yedi kat gök, göklerin her birinde yedi gezegenden biri bulunmaktadır. Bunlardan birinci gökte ay, ikinci gökte Utarit, üçüncü gökte Zühre, dördüncü gökte Güneş, beşinci gökte Mirrih, altıncı gökte Müşteri, yedinci gökte Zühal bulunmaktadır.
Bu yıldızların dünyada olanlar, bitenler üzerinde etkileri vardır. İnsanların talihi onlara bağlıdır. Haftanın her bir gününde dünyanın işlerini bu yıldızlardan biri idare eder.
1 note · View note
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tanrıların Karakter Ve Görevleri
Türk tanrıları genel olarak iyilik yapmaktan hoşlanırlar. Mert ve doğrudurlar. İyilik yapmayı, bereket, bolluk dağıtmayı ve adaletli olmayı ana görevlerinden bilirler. Tanrıçaların da çoğu şefkatli, merhametli, cömerttirler. Kötülük tanrılarının sayısı çok değildir. Ancak bunların eli altında kötü ruhlar, zebaniler, cinler, şeytanlar bulunuyordu ki fenalıklar bunlar vasıtası ile yapılırdı.
Türk tanrıları görevleri bakımından şöyle toplanabilir:
İlkel yaratıcı gök tanrıları, iyilik yapan koruyucu tanrılar, kötülük ve yeraltı tanrıları, fırtına, gök gürültüsü, şimşek, yıldırım, yağmur, savaş, adaet, hastalık ve ölüm tanrıları, güzellik tanrıçaları, cehennem tanrı ve tanrıçaları, kahraman tanrılar, kozmik varlıklarla temsil edilen tanrılar, hayvanların, bitkilerin, çobanların, tanrıları, bereket, bolluk, mevsim tanrıları, deniz, su, dağ, orman, nehir, demir, mâden, ateş tanrıları, bölgelerin koruyucu tanrıları.
Zeus gibi çapkın, Diyonizos ve Baküs gibi sarhoş şarap tanrılarının, Türk tanrıları kadrosunda bulunmasına Türk karakteri müsaade edemezdi. Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u gibi müzik tanrısı şimdiye kadar bilinen Türk tanrıları arasında görülemedi.
Fenikelilerin îşmun, İskandinavyalIların Egra, Yunanlı’j ların Asklopiyos’u gibi tıp tanrılarının görevlerini; Hitit’lerdd Kamruşşaba adındaki tanrça ile eski Türk tanrılarından Rudra görürlerdi. Rudra’mn bin çeşit kadar ilâcı vardı. Bunlarla sevdiklerine bin yıl ömür verirdi.
İyilik Tanrıları
Altaylı’ların ilk büyük tanrısı Kara Han, bir iyilik eseri olarak her şeyi yaratmıştı. Oğlu Ülgen, iyilik yapmayı severdi. Dünya yüzündeki insanları körmös’lerin şerrinden korumak için oğullarını bile görevlendirmişti. Sümer’lerin Anu’su, Enlil’i, Ea (Enki) sı da bu tip tanrılardandır. Ancak Enlil bir ara insanlara ‘kızmış, Tufanı yapmışsa da, sonra pişman olmuş, insanlarla barışmıştı.
Yunan mitolojisindeki en büyük tanrı Zeüs; kurnaz, keyif ehli bir tanrı idi. Kadınları kandırmak için çeşitli kılıklara girer, hiyleler yapardı. Karısı Hera gibi şirret bir tanrçadan çekinmese daha çok ta ileri giderdi.
Türk’lerin tanrıları ise böyle değildir. Tanrıçaların da çoğu merhametli olmakla beraber güzeldirler. Göğün altıncı katında oturan Altaylı’ların Günana’sı şefkatin bir senbolü idi. Yine Altayliriarın  iline’si de böyledir. Ayzıt ise güzelliğin senbolüdür. Ancak Sümer’lerin iştar’ı bir bakımdan Yunan’lıların Afrodit’ine benzer.
Hitit’lerde, Sümer’lerde her bölgenin, her şehrin, hatta her insanın koruyucu tanrıları vardır. Bunlar bölgelerindeki insanları kötülük tanrılarının, fena ruhların musallat ettikleri hastalıklardan, felâketlerden korurlar. İyilik tanrıları ile kötülük tanrıları arasında insanları korumak için mücadele eksik olmazdı. Çok defa iyiler üstün gelerek. insanları bunlardan kurtarır. Ama kötülük tanrıları durmazlar, fırsat buldukça hemen insanlara musallat olmaktan gecikmezler ise de iyilik tanrıları yetişerek, gelecek felâketleri önlerlerdi.
Kötülük Tanrıları
Altayh’ların kötülük tanrılarının başında Erlik Han gelir. Yerin altında oturan bu tanrı, kardeşi Ülgen’e benzemez. Emrinde bulunan ikinci derecedeki kötülük tanrıları ve ruhları ile işi gücü insanlara fenalık etmektir. Oğulları onun gibi değildir. Onlar yer yüzündeki insanlara iyilik yapar, babalarının idaresindeki fena ruhlardan insanları korurlar.
Fırtına tanrısı Nergal ile karısı cehennem tanrıçası Ereşkiğal, Sümer’lerin belli başlı kötülük tanrılarıdır. Targanneme adındaki Sümer tanrısı da yılan gibi zehirli ve kötüdür. Çok ta yalan söyler. Türklerden Hintli’lere geçmiş olan Rudra bir dereceye kadar hain ise de iyi tarafları da çoktur.
Sümer’lerin Nin-Gişzida’sı yerin altında bulunmakla beraber kötü sayılmaz. Yine Sümer’lerin Adat’ı yıldırım ve fırtına tanrısı idi. Altay Türk’lerinin göklerde yaşayan Yalpağan’ı da yedi başlı bir kötülük tanrısıdır. Yağmur tanrısı olan Ağada siyah deniz canavarı kılığındadır.
Eti’lerin de Manyos adında bir cehennem tanrısı vardır.
Tanrıların Oturdukları Yerler
Tanrıların bir kısmı gökte, yıldızlarda, bir kısmı da yer altında, denizlerde, yahut yüksek dağların başında otururlar. Sümer’lerin, Altaylı’larm, Yakut’larm ve Göktürk’lerin büyük tanrıları da göklerin en yüksek yerlerinde oturur.
Sümer’lerin büyük tapmakları da Tanrıların sarayıdır. Tanrılar bu tapmaklarda istedikleri zaman aileleri ile de otururlar. Ancak tanrıların buralara gelmesi için (Sedr) ağacı yakılır. Çünkü Tanrılar bunun korkusundan hoşlanır.
Sümer’lerde herkesin bir koruyucu tanrısı vardır ki, bu tanrı insanın bedeninde bulunurdu. Ama o insan bir günah işlerse tanrı onu bırakır, gider, yerini cinlere verir. Eğer o insan günahlarından tövbe ederse tanrı geri döner, yine insanın bedenine gelir. Bir inanışa göre de yer yüzünde (Yer-su) adı verilen oynedi tanrı vardır ki, bunların her biri bir bölgeyi idare ederdi.
1 note · View note
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde; Güneş, Ay Ve Yıldızlar
Yaradılış bahsinde geçen bir Sümer efsanesine göre;  Ap – Su ile Hamat’tan gökler ve yerler meydana geldikten sonra, gök tanrısı Anu, hava tanrısı Enlil ve deniz tanrısı Ea (Enki) yaradılmış bunlar da güneşi, ayı ve yıldızları yaratmıştır.
Güneş; kozmik âlemin yaradılışından önce var olmasaydı, Altaylı’ların Kara Han’ı dahi bu gökleri yaratırken onun ışığı, onun sıcaklığından faydalanmasaydı eli koynunda kalırdı.
Bunun içindir ki güneş efsanelerin dahi varamiyaca ğı kadar derinliklerden her şeye ışığım tutmakta, taşıdığı hayır ve şer vasıflan etrafındaki köklü inanışlarla, bu inanışların yarattığı geleneklerle tanrılar üstü bir tanrı olarak yer almış bulunmaktadır.
Onda bütün tanrısal kudretler toplandığı gibi, bir takım ruhlar da toplanmış bulunmaktadır. Türkler büyük vasıflarla tanrılaştırdığı güneşi çeşitli adlarla anarlardı:
Sümer’ler; Dingir, Utu, Ra, Babbar, Nin – Uraş, Meşarru adını vermiş, Araplar da Sümer’lerden alarak Şamaş demişlerdir. Hitit’lerin Ardıs, Elâmlı’ların Nan – Hunte dedikleri büyük tanrı da güneş’tir. Hom adındaki tanrı ise güneşin vasıflarından birini taşıyordu. Yukarıda adı geçen Nin – Uraş, tann Enlil’in oğlu iken, büyütülmüş ve güneş tanrı olmuştur ki, ilk baharın ılık havasını da bu tanrı temsil ederdi.
Güneş; Altaylı’larca Günine adıyla hayat veren bir tanrıça dahi tanınmıştır.Türk hakanları bile güneşin oğulları idi. Kendilerine kuvvet kaynağı olan güneş babaları idi. Mete’nin oğlu için de: (Yer ve gökten doğurmuş, Güneşle ay tarafından memur edilmiş Hün’larm büyük hakanı…) denilmektedir.
Geauli sülâlesinin kurucusu olan Çicumın, düşmanlarından kaçarken bir ırmağın kenarına gelmiş, geçemeyince ırmağa: (Ben güneş’in oğluyum) demiş, bütün balıklar, kurbağalar ona köprü olmuştu.
Hak ve adâlet yollarım da güneş tanrı gösterirdi. Ur kıralı Urengur’a hak ve adâleti o tamtmış, Hamurabi’ye de ünlü kanunlarını O bildirmişti.
Yâkut’lara da kahramanlarının adlarım o gönderirdi. Moğol’lar ona tapar, Sümer’ler onun ilk doğduğu zamanlarda ibâdetlerini yaparlardı. Şaman’lar ise çok büyük tanıdığı bu kudreti törenlerinde heyecanla anarlar, manyak adındaki elbiselerine, davullarına güneşi kudretlerin senbolü olarak resmederlerdi.
Hun’lar da geceleri aya, sabahları güneşe döner, secde ederdi.
Türklerden çokları evlerinin, çadırlarının kapılarını güneşin doğduğu tarafa yaparlardı.
Güneş ad olarak ta kullanılırdı. Oğuz’un oğlu (Gün Han) güneşten başka bir şey değildi. Ay Toyun’un kızı Güneş’e, Ulu To-yun’un aşık olduğuna dâir de bir efsâne vardır.
Güneş Hitit’lerde de büyük kudretleri taşıyan bir tanrı ve bütün tanrıların hâkimi idi. O her sabah denizden yükselir, Üç Çift gözü vardır, Canlı, cansız her şeyi görür, İşleri düzenler, bütün varlığı icabına göre idâre eder. Sabahleyin doğarak gökler âleminde, yeryüzünde hâkim olduğu gibi, akşam vakti de ufuktan indikten sonra, yer altı âleminde hüküm ve irâdesini yürütürdü. Yine Hitit’lerce Arinna adı ile anılan Güneş Tanrıçası da devletin kurucusu idi.
Yaradılışı güneş gibi, uzak ve yakın doğu Türklerince efsâ-neleştirilen ay; şahıslandırılmış, güneş ve yıldızlar gibi o da tanrılaştırılarak gökteki sarayına oturtulmuştu.
Türk’lerin ay tanrısı ve tanrıçaları hep merhametli ve sevimlidirler.
Sümer’ler; En – Zu yahut Nan – Nar adını verdikleri ay tanrıyı çok severlerdi. Altaylı’larm da (Ayata) sına karşılıktır. Arap’lar, Türklerin ay tanrısına Sin, Keldanlı’lar Zin, Hitit’ler Kaşku, Selârdis derler.
Öksüz kız hikâyesinde de; ay çalılıkta yürüyen zavallı bir kıza acıyarak, çalıya; (o kızı al, gel!) diye emir vermiş, çalı da hemen bu öksüz kızı alarak göğe, ayın sarayına çıkarmıştır. Ay bu kızı sevdi. Gökte şekilden şekile, halden hâle girişi de, bu sevgiden ileri gelmektedir.
Müneccimlik (yıldızlara bakarak geleceği anlamak) âleminde de aym önemli rolü vardır. Üzerinde bazen uğurlu, bazen de uğursuz yorumlar yapılır.(1) Ayla ilgili ve yalancı ay denilen bir (Mah-ı Nahşep) efsânesi vardır:
Türkistanda Nahşep şehrinin yakınında, Siyam dağının eteğinde İrandan gelen ibn-i Nukanna’ adındaki bir hilgin bir kuyu yapmış, bu kuyunun içinde hiyle ile bir ay tertiplemiş, bu ay altmış gün her gece kuyudan doğar, etrafındaki dört saatlik mesâfeyi ışıklandırmış.
Şamanist’ler göre:
Kötü ruhlar güneş ve ay ile mücâdele ederler. Çünkü güneşle ay iyilik yaparlar. Dünyaya, insanlara ışık, bereket ve hayat verirler. Kötü ruhlarla mücâdele de bu yüzden olurdu. Kötü ruhlar bu mücâdelede üstün geldikleri zaman güneşle ayı tuturak karanlıklar âlemine atarlar. îşte o zaman güneş ve ay görünmez. Ay tutuldu, güneş tutuldu da bunun için denirdi. Çünkü kötü ruhlar güneşle ayı hapsetmek için tutarlardı. Bu sebepledir ki Şamanıst’ler kötü ruhları korkutmak ve kaçırarak güneşle ayı kurtarmak için gürültü yaparlar, bağırırlar.
Bundan kalma “olarak şimdi de köylerde, hatta bazı şehirlerde ay tutulduğu zaman tenekelere vururlar, bağırırlar, tüfek atarlar.
0 notes
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde İt Başlı Ulus ve Öksüz Kız
İt Başlı Ulus
T.T.K. belleteni. 1949 Ocak. Sayı 49 da A. inan; bu (İt başlı ulus) un nerelerde söylenildiğini, kimilerin ne zaman bundan bahsettiğini yazıyorsa da efsanenin metnini açıklamamaktadır.
Bu efsanede, destan veya mitoloji motifi olarak eski Yunan Edebiyatında da görülmektedir. M.Ö. IV. Yüzyılın sonlarında yaşamış olan gramerci ve destan şairi Rodoslu Simmiy bir destanında (Apollon) şöyle diyor: Adamlarının yarısı Köpek olan garip bir kavim gördüm. Güzel omuzlarında çeneleri kuvvetli olan köpek gibi havlarlar, Başka fânilerin dilinden anlamazlar.
Bu (ît Başlı ulus) efsanesini Çin kaynakları da biliyor. Van sülâlesi hükümdarlarından Than-Gemin padişahlığının beşinci yılında yani milâdî 506 yılında Phu-an ülkesinden bir adam denizde sefer ederken rüzgârın sürüklemesiyle bir adaya düşmüş. Sahile çıkarken Orta Çin ahalisine benzeyen adamlar görmüş, fakat dillerini anlıyamamış. Erkekleri insan suretinde olmakla beraber köpek kafalı idi. Sesleri köpek havlamasına benziyordu.(İt Başlı Ulus) hakkındaki bu efsanenin kaynağı çok eski çağlarda olsa gerektir. M.Ö. IV. Yüzyılda Rodoslu Simmiy tarafından yazılan efsane ile M.S. VI. Yüzyılda Çinli Vakanüvis tarafından nakledilen efsâne arasındaki benzerlik dikkati çekmektedir. XII. yüzyılda bu efsaneyi Kıpçak bozkırlarında işitmiş olan Plano Karpini buna inanarak kaydetmiştir. Bu efsanenin İskit efsanesi olması mümkündür).
Öksüz Kız
Kışın soğuk bir gününde, Öksüz bir Türk kızı, su almaya gidiyor. Vücudu yarı çıplak, ayakları soğutan şişkin; kamı aç, gözleri yaşlı bir haldedir. Elinde bir bakraç var. Birden bir kasırga kopar. Ay ise gökteki sarayından kasırgaya tutulmuş olan, bu zavallı fakir kıza bakmaktadır. Kızın haline acıdı. Kendi ‘kendine dedi ki: (Mutlaka üvey anası bu kıza zulüm ediyor). Öksüz kız o sırada bir çalılıktan yürüyordu. Ay, çalıya emretti: (O kızı al, yanıma gel). Ayın bu emri üzerine çalı hemen bir at oldu. Bir yandan aya giden gök  yolu açıldı, bir yandan da at haline gelen çalı üzerinde kız olduğu halde yükseliyordu. Ay’a vardılar. Kız elindeki bakracıyle ayın yanında durdu. Ay, bu Öksüz kızı sevmişti. İçi ürpermeye başladı. Halden hale giriyordu. Bundan sonra ayın gökte şekilden şekle girişi de, bu halden hale girişinin ve sevgisinin bir neticesidir. İlk geceler ay bir gümüş yay gibidir. Öksüz kız büyüdükçe ay da büyümektedir. Bazı zamanlarda bu kız gökteki ayın sarayından içeri girer, halı dokur. O zaman ay sevgilisini görmediği için üzülür, hilâle döner. Bazen da kızın keyfi gelir, çoşar, neşelenir. O zaman ayın da yüzü güler, dolun halini alır. Ay’ın keyfini kaçıran kuvvetli bir rakibi vardır. O da gökte bulunan beyaz ayıdır. Bu ayı da öküz kızı sevmektedir. Bu sebeple Ay’ı tutarak boğmak ister. Ama ne de olsa gücü yetmez. Yirmi beş gün ay bu Ayı’ya üstün bulunur, onu ezer. Ayı yalınız üç gün ay’a üstün bulunur. Ay bundan korkar, saklanır, kimselere görünmez.
Bu mücadele her ay böyle devam eder gider.
ALPAMİŞ (Alp Amiş)Alpamiş; Alpamsi, Alpamşa, Bamsi Beyrek ve Böyrek gibi Türk boylan arasında çeşitli söylenişlerle geçmekte, üzerine kurulan hikâye de biraz değişik rivayetlerle anlatılmata dır.
Bir anlatışa göre; Alpamış (Bay Böyrek) Oğuz’un oğullarından Ay Han’ın oğludur. Ay Han’ın oğlu olmazdı. Bunun için de çok üzüntülü idi. Bir gün yanma veziri (Balçık Han) geliyor. Ay Han’a seyahat tavsiye ediyor. İkisi yola çıkıyor. Bir yerde Hızır ile karşılaşıyorlar. Hızır onlara iki elma vererek kayboluyor. Elmanın birisini Ay Han, diğerini de karısı yiyor. Nihayet bir erkek çocukları oluyor. Adına da (Bay Böyrek) diyorlar.
Bir anlatışa göre de; Bay Börü ile Bay Sarı adındaki iki Türk Beyinin çocukları olmuştu. Bunlar kırk gün Allah’a yalvarıyorlar. Sonunda Bay Börü’nün, Hakem (Alpamiş) adında bir oğlu. Bay Sarı’ınn da (Ay Barçm) adında bir kızı oluyor. Aynı yaşta olan bu çocukları küçük iken nişanladılar, henüz üçer yaşında iken okula verdiler. Alpamiş yedi yaşına gelince okuldan alındı. Ona beylik usulleri ile, beyler nasıl hareket etmelidir, gibi işler öğretildi. ok talimleri yaptırıldı. Nihayet maceralar başladı:
Alpamiş Kalmuk’larla savaşa girdi. Bu sırada (Askara)^adındaki dağın tepesini bir ok atarak uçurdu. Ama yolda bir ak otağda güzel bir kızla uyumakta iken Kalmuk’lar bastılar, AlpamışT esir ettiler. Götürüp bir zindana attılar, öbür taraftan Kalmuk Ham’nın kızı Alpamış’a âşık olmuştu. Onu kurtarmak yollarını aradı, bulunduğu zindana uzun bir ip sarkıtarak onu zindandan çıkarttı. Alpamış’m Çobar yahut Benliboz adında bir atı vardı. O atı da hazır bulundular. Alpamiş atma bindi. Tekrar Kalmuk lara hücum ederek onları perişan etti. Bundan sonra memleketine dönünce sevgilisi Aybarçin’i kölelerinden birinin
almak üzere olduğunu öğrendi. Düğün hazırlıklarının yapıldığı sırada ve eğlenceler devam ederken, Alpamiş bir ozan kıyafetine girerek Ayparçin’ın bulunduğu çadıra yaklaştı. Elindeki sazı çalarak çadıra doğru şiirler söylemeye başladı. Bu sırada çadırda Bademca adında bir kadın vardı. Bu biraz kekeme idi. O da Alpamış’â şiirle cevap verdi. Alpamiş tekrar söyledi. Sonunda gelinin bulunduğu çadıra alındı. Orada eğlenceler, oyunlar devam ederken, bir köşede yaslar içinde bulunan gelin AlpamışT tanıdı. Bundan sonra ikisi de birbirine atıldı. Herkes şaşırdı. Alpamış ta sevgilisini alarak babasının yanına gitti, onun yerine geçti.
1 note · View note
peramuzesi-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatması Günlüğünden Yansıyan Bir Kare
Mersilere yerleştirilmiş olan toplar sabah erkenden diri düşmanları üzerine ateş açtılar. Metrisler İçin seçilmiş arazi taşlık olduğundan sıçan yollarının kazılması çok güç oldu.
Sadrazam kaleyi dört bir yanından gözden geçirmek üzere hızlı koşan atına bindi. Bağlar içindeki bir tepenin üstüne bir gölgelik kurdurup oradan kaleyi ve ‘karşıda bulunan adayı gözlemeye koyuldu. Bu sırada adadan bir grup gâvur ortaya çıkınca delilerden biri kaç ağayı atlı olarak onlara karsı gönderdi.
Bunlar, herhalde palankalardan kaçarak sağ kalmış ve adaya sığınmış gâvurlar olacaktı. Ne zaman bir fırsat elverirse o zaman adadan kalenin içine geç-imek niyetindeydiler. Bu bakımdan Sadrazam adanın zapt edilmesinin, ayrıca kaleye u i asam köprüleri n tutunarak kalması çok önemlidir.
Batthyânyi ve Draskovich’in boyun eğip bağlılık andı içtikleri haberini getiren elçileri Sadrazamın huzuruna kabul edildiler ve etek öptüler. Bunlara, yani her iki Macar Beyinin temsilcileriyle divan tercümanına orta dereceden üç ve küçük dereceden dört hilat giydirildi.
Sadrazam, Adana Beylerbeyi Vezir Deli Emir Paşa’ya Nigbolu Sancakbeyi Sevhoâlu Ali Paşa’ya, Hamid Sancakbeyi Haznedar Haşan Paşa’ya, Saruhan Sancakbeyi Şeyhoğlu Ahmed Paşa’ya ye Sekbanlarıyla Serçeşmeye ferman buyurup, kalenin sol tarafında
Asır askeriyle Köstendil Sancakbeyi Arslan Beyinden de ada üzerindeki iki yüz tabya siperine karşı ırmak kıyısında metris kazılmasını istedi. Bu birlikler istenilen yere vardıklarında adada kapalı kalmış düşmanın üzerine pervasızca bir ucuma kalkıp çoğunu kılıçtan geçirdiler.
Gâvurlar ırmağın yukarı tarafında bulunan ordugâhlarına kaçtılar. İslam askerleri bunları ordugâhlarına gidilen köprüye kadar kovaladılar. Burada da zorlu kavga olup bu yiğitçe saldırışlar karşısında düşman dayanamayıp kaçmak zorunda kaldı. Köprünün beri yakadaki başı yakıldı.
Bu günü izleyen iki gün içinde de ordu içinde bulunan bin tutsağın kafası kesildi. Başıbozuk bir akıncı birliği Viyana kalesinden üç saat uzaktaki bir palankayı kuşatmış. Bir süre savaştıktan sonra, aralarından biri Teis olarak ortaya atılmış ve melun gâvurlara bir savaş hırs yapmış “Gelin teslim olun; bize boyun eğin, böylece kılıçtan^ geçirilmekten kurtulun!” demiş.
Gâvurlar razı olmuşlar. Bu sefer akıncılar; “o halde silâhlarınızı bize verin, biz de hepinizin adını yazıp Sadrazama götürelim” demişler. Gâvurlar da bütün silâh ve cephanelerini dört arabaya yükleyip palankanın kapısından dışarı çıkarmışlar. Arkasından da kendileri birer birer çıkmışlar. Yüz elli kadar gâvurun adı deftere yazılıp bir liste yapılmış. Gâvurların hepsi silâhsız kaldığından,
0 notes
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yeraltı Âleminin Ayrıldığı Katlar ve Dahası
Yakın doğu milletlerinden gelen ve Türk’ler arasında yerleşen mitolojik bilgilere göre, yer ile gökün arası beşyüz yıllık yoldur. Bu ara hava ile doludur. Bu mitolojik bilgilere göre yeraltı yedi tabakadır:
Birinci tabakanın adı Demka’dır. Çok fena kokulu bir yerdir. Orada bulunanlara Berşem denir. Onlara hem hesap, hem azap var. İkinci tabakanın adı Celde’dir. Orada cehennemlikler için her türlü azap hazırdır. Oradakilere Tams denir. Bunlar birbirini yerler. Üçüncü tabakanın adı Arka’dır. Orada katır büyüklüğünde akrepler vardır ki kuyrukları kısrak kuyruğu kadardır, her birinin kuyruğu üç yüz boğumludur ki bunların içi öldürücü zehirlerle doludur. Orada bulunanlara Kubs denir. Toprak yer, şebnem içerler.
Dördüncü tabakanın adı Harba’dır. Orada dağlar gibi ejderhalar vardır. Kuyrukları zehirlidir. Eğer her birinin zehri okyanuslara bile karışsa, deniz hayvanlarının hepsi ölür. Onlara Celham denir. Gözleri, ayakları yoktur. İki kanatları vardır, uçarlar. Beşinci tabakanın adı Melsa’dır. Oradakilere Mahtat denir. Hesapsız derecede çokturlar, birbirini yerler. Orada Öyle büyük taşlar vardır ki bu taşlar günah sahiplerinin ayağına bağlanarak cehenneme bırakılırlar. Altıncı ta-bakanın adı Secin’dir.
Cehennemliklerin günah defteri buradadır. Onlara da Kutata denir. Kuş şeklindedirler. Elleri adam eli, kuyrukları inek kulağı, ayakları da koyun ayağı gibidir. Melekler gibi yemez, içmezler, uyumazlar, aralarında kadınlık ve erkeklik yoktur. İşleri güçleri Tanrıya ibâdettir. Yedinci tabakanın adı Acbadı. Orada bulunanlara da Cüsum derler. Kısa boylu, habeşî siyahtır. Elleri, ayakları vahşi hayvan pençeleri gibidir. Ye’cüç ve Me’cüç’u bunların helâk etmesi ihtimali vardır. Şeytan da orada bir taht üzerinde oturur. Maiyeti etrafına dizilir, her biri yer yüzünde insanlara yaptıkları fenalıkları ve hiyleleri anlatırlar.
Yeraltı Âleminde Bulunanlar
Altaylı’lara göre dokuz kat olan yeraltı yahut karanlıklar âleminde oturanların başında kötülük tanrısı Erlik gelir.  Erlik’in emrinde bulunan ikinci derecedeki tanrılarla kötü ruhlar, zebaniler de orada bulunur. Cehennemler de oradadır. Körmös’ler, Aza’lar da Erlik’in emrini yerine getiren kötü ruhlardır. Sümer’lerin büyük Tanrılarından da yeraltında oturan belli başlı fırtına ve cehennem tanrısı Nergal ile karısı Ereşkigal vardır. Erlik ile Nergal’in yeraltında muhteşem birer sarayı bulunmaktadır.
Yeraltı Âlemine Gidenler Ve Dönebilenler
İnsanlardan yeraltı âlemine gittikten sonra dönebilenler Türk mitolojisinde pek göze çarpmaz. Ancak Sümer’lerden Dumuzi vardır ki o da tanrılaştıktan sonra gitmiştir. Bir de Şaman’lar Törenlerden sonra gider ve dönerlerdi.
Yeraltı âlemini en çok kötü ruhlar, günahkâr insanların bedeninden ayrılan ruhlar, zebaniler, şeytanlar işgal eder. Altay’larm (Sin) adını verdikleri ruh ta insan bedeninden ayrıldıktan sonra yeraltına gider, Erlik’in yanında bulunur.
Eş adındaki ruh ta insandan ayrılınca yine o alme gider.
Kıyamet Ve Deccal
Kıyamet, var olan her şeyin altüst olduğu, dünya düzeninin bozulduğu, Kozmik âlemin sarsıldığı, tüyleri ürpertici korkunç olayların her tarafı inlettiği, insanların, bütün yaratıkların perişan hale geldiği ve ölülerin dirildiği bir zamandır.
Kıyamet alâmetleri: Şaman’lara göre; kıyamet kopacağı zaman gök demir, yer bakır olacak, İnsanlar birbirini, baba oğlunu, oğul babasını tanınmıyacak.  Atbaşı büyüklüğündeki altın parçası, bir küçük kap içindeki yemekten daha kıymetsiz olacak.
Yakın doğu mitolojisine göre kıyamet alâmetlerinden biri de Deccal’m çıkmasıdır. Bunun tek gözü vardır. Meydana çıkınca tanrılık iddiasında bulunacaktır. Bir eşeğin üzerinde dolaşacak, bu eşeğin her bir tüyü bir ses çıkaracak, bu sesi işitenlerin çoğu ona uymakla batıl yola gitmiş olacaklardır. Ama nihayet Mehti çıkacak ve Deccal’ı Şam’da yakalıyarak öldürecektir.
Deccal bir de şöyle anlatır: Çok iri bir adamdır. Başı buluttan yukarı çıkar, derin deniz onun topuğuna kadar gelir. Bir eşeği vardır. O da kendi gibi iridir. Kulağının gölgesinde bin kişi yürür. Kim Deccal’ın yüzüne bakarsa baştan aşağı yılanlar, akrepler ile ejderhalara bakar gibi görür. Deccal şöyle de tasvir edilir: Kızıl renkli, kıvırcık saçlı, iri vücutlu, kaim boyunlu, tek gözlüdür. Tek gözü geniş alnının ortasında bir üzüm tanesi gibidir. Alnında (Kâfir) yazılıdır. Yahut başka bir yerden anlaşıldığı gibi, gözünün biri yeşil cama benzer, öteki gözünün yerinde de yırtıcı kuşların tırnağı gibi bir tırnak vardır. Deccal’ı öldürecek olan Mehti de şöyle anlatır: Sıcak memleketlerde serinlik için (Serdap) denilen yere girmiş, ondan sonra daha görünmemiştir. Kıyamet yaklaşınca tekrar ortaya çıkacaktır. O zaman Şam’da Deccal’ı yakalıyarak öldüreceği efsaneler arasında yer almaktadır.
Altaylı’lar kıyameti şöyle anlatırlar: Yerler ateş içinde yanacak, bu hale tanrılar ilgisiz kalacak, insanların feryadına kulaklarını tıkayacak, deniz korkunç dalgalarla çalkalanacak, sular kanlı akacak, yer altından uğultulu sesler gelecek, dağlar yıkılacak, gökler parçalanacak, denizlerin büyük çalkantılarla dipleri görünecek, denizin dibindeki (dokuz çatallı kara taş) dokuz yerden koparak ayrılacak, Her taştan dokuz sandık çıkacak. Her sandıktan koyu sarı renkte, demirden atlara binmiş dokuz adam, çıkacak, atların ayakları kılıç, kuyrukları kama gibidir. Nereye rastlaşa keser, biçer. Canlılara rastlaşa öldürür. Ayın ve güneşin ışığı yok olacak, her taraf kapkara hale gelecek, Ağaçlar köklerinden kopacak, yerler çatlayarak geniş aralıklar olacak, sular kuruyacak, dünyada hiç bir şeyde hayır kalmayacak, yiyecek, içecek, her şey yok olacak, böylece insanların ve yaratıkların hayatı sona erecek.
2 notes · View notes
peramuzesi-blog · 9 years ago
Text
Kuşatmada Şehit Düşen Kör Hüseyin Paşa’nın Mücadelesi
Serasker Hüseyin Paşa, İslâm gazilerini savaş düzenine sokturup kalenin karşısına geçti. Kalenin varoşundan ve Hristiyan ordusundan atlı yaya kırk bin gâvur askeri yürüyüp üç kola ayrıldı. Bir kol sağ kanattan, bir kol sol kanattan ve yayalardan meydana gelen üçüncü kol da önden İslâm askerinin yolunu kesmek amacıyla savaş düzenine girdi. Kalabalık yığınlar halinde hemen hücuma geçtiler. Serasker Hüseyin Paşa bütün ağırlığını geri gönderip yüksek sesle Fatiha okudu.
İlerlemek üzereyken Tököly İmre’nin kethüdası geldi. Kendisine uygun bir çözüm çaresi bulup Türkleri geri dönmeye razı etmek görevi verilmişti. Kethüda, Hüseyin Paşaya gelip şöyle dedi: “Eğer ben Padişah tarafından başınıza amir tayin edilmiş olsaydım, savaşmaz geri dönüp giderdim. Siz de lütfedin de bu niyetinizden vazgeçin. Çünkü gâvurlar çok güçlü. Biz, onların dengi değiliz. Yoksa bu iş, utanç verici bir sona varacak.”
Gerçekten din düşmanları sayıca çok üstün ve İslâm askeri ise onlara göre çok az olduğundan, bu öğüt tutulup geri dönüldü. Ağır adımla çekilmeye başlandı. Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa ardçı tayin olundu ve düşman kendisine yetişecek olursa derhal haber yollaması sıkı sıkıya söylendi.
Tam bu sırada Macar askerinden yedi bayrak, yön değiştirerek bin beş yüz kadar savaşçı geri döndü. Alman ordusuna gidip onlarla birleşti. Ve hemen İslâm askeri üstüne yürüdüler. Daha çeyrek saat geçmeden Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa ileriye ulak gönderip, düşmanın ardını kovaladığını ve çok çabuk ilk darbeyi vurmak gerektiğini bildirdi. Aynı anda gâvurlar sağtaraftan Serasker Hüseyin Paşa’nın üstüne yüklendiler. Kaşla göz arasında tüfek tüfeğe, kılıç kılıca öyle zorlu bir savaş oldu ki, tasvir edilemez.
Hüseyin Paşa’yı Cigirin seferinde Hristiyan ordusuna karşı savaşırken görmüş olan birkaç gâvur, kendisini tanıyıp canlı olarak tutsak almak gayesiyle üstüne çullandılar. Bu durumu İslâm gazileri görünce kılıcı keskin ikî yüz zorlu savaşçı, Paşa’nın üstüne köpekler gibi uluyarak saldıran gâvurların karşısına çıkıp hepsini kılıçtan geçirdiler. Bu sefer Paşa’nın yanındakiler, “Efendimiz” dediler; “buradan bir an önce uzaklaşmalıyız; gâvurlar sayıca çok üstündür. Yolumuzu kesip boğazı zapt ederler. Böyle sık ağaçlı bir orman içinde kılıçla döğüş olmaz.” Böyle söyleyip Paşa’yı istesin istemesin zorla çekip uzaklaştırdılar. Boğazı geçip öteki taraftaki Tököly İmre ordusunun yanma vardılar. Orda konakladılar. Üç saat sonra gâvurlar çekinerek boğaza yanaştılar. Orman içinde Müslüman askerinin pusuda olabileceği kaygısıyla boğazı geçmeyip öte tarafta kaldılar. Bu savaşta Müslüman gazileri birkaç şehit ve yaralı verdiler. Ama gâvurlardan yığınla insan kırıldı.
İslâm askerinin ileri gelenleri bir araya gelip durumu tartıştılar. Sonra Serasker Hüseyin Paşa bir mektup yazdırdı. Mektup, Eğri çavuşlar kethüdası ve adı olan Tököly İmre’nin Macar subaylarından biriyle Viyana önündeki Sadrazama gönderildi. Bu mektupta şunlar yazılıydı: “Yanıma verilmiş İslâm askeri az olduğundan ve dîn düşmanları ise sayıca çok üstün bulunduğundan, Tököly İmre’nin durumu ve onun Macar askerinin ihanet edip kaçmasından, bunların Devlet-i Aliyye’ye sadakatsizliklerinden ötürü, başarılı bir savaş düşünülemez. Bu kadar az bir kuvvetle, sayı bakımından kat kat üstün din düşmanlarına karşı etkili bir direnmeye girişmek de imkânsızdır. Dileğimiz, bize hiç değilse savaş gücü yerinde on bin İslâm askeriyle, bir o kadar sayıda Tatar askeri göndermenizdir.
Bize saldırmış olan Almanlar karşımızdaki bir ordugâha çekilmişlerdir. Boğazın başında bizi beklemektedirler. Yakalanan tutsakların anlattığına göre, Deli Kapıdan denilen bir Alman kumandanı yardıma gelmiş böylece düşman beş bini yaya, yedi bini zırhlı süvari olmak üzere on iki bin Alman gâvuruyla desteklenmiştir. Niyetleri, Komorn adasında duran atlı yaya otuz bin Alman ve Macar askeriyle birleşip üzerimize saldırmaktır.
0 notes
peramuzesi-blog · 9 years ago
Text
Kuşatmaya Devam Ederken Yaşanılanlar: Viyana Seferi
Akşam namazından sonra gâvurlar Rumeli kolundaki galeriye bir baskın düzenledi. Hatta, bir iki gâvur, galeriden içeriye bile girdi. Fakat gözü pek serdengeç-tilerle Rumeli yeniçerilerinin keskin kılıçları yırtıcı şahinler gibi gâvurların üstüne saldırıp mel’unları kılıçtan geçirdiler; hepsini geriye püskürtüp yirmi tanesini yere sererek bir o kadarını da savaş dışı olacak derecede yaraladılar. Bu hayırlı haberi getiren Muhzır A-ğaya hilat giydirildi. Bu arada dört kelle elde edilip Sadrazama getirildi. Getirenlerin her biri yirmişer altın babşiş aldı.
Bu kavgada, göğüs göğüse savaşanların arslanı Kul Kethüdası Çelebi İsmail Ağanın ve savaş meydanlarının etrafı çiğneyip geçen fili Rumeli Beylerbeyi Şeyhoğlu Ali Paşanın o gün gösterdikleri kahramanlık ve mertlik her türlü tasvir ve tasavvurun bin kat üstünde olmuştur. Gerçekten her ikisi de korku durak bilmez gözü pek kahramanlardı, düşmanla karşıtlaşması çok iyi biliyorlardı. Günümüzde benzerlerini bulmak imkânsızdır.
Ortalık ağarmazdan önce, mel’un gâvurlar, Zağarcı koluna karşı bir baskın düzenlediler. Fakat yiğit serdengeçtiler tarafından durdurulup geri püskürtüldüler. İçlerinden birçoğu tepelendi. İslâm askerleri gâvurların domuz damından kazma, kürek, boru ve davul ganimet aldılar. Bunlar Sadrazama getirildi. Getirenler, ummadıkları derecede bahşiş aldılar.
Konya alaybeyi tabyasında çok az asker bulundurduğundan Sadrazamın gözü önünde kendisine iki yüz sopa vuruldu.
Allahın yardımıyla tabyaya ulaşıldı ve bir lağım yerleştirme hazırlığına baştandı. Öğle namazından sonra sol kanatta Ahmed Paşa kolunda bir lağım patlatıldı. Allahın İnayetiyle gâvur lann domuz damını yıktı. Serdengeçtiier hücuma geçtiler ve yarım saat süreyle zorlu savaş oldu. Gâvurlardan bir kelle alındı ve Sadrazamın huzuruna getirildi. Getirenler, bahşiş aldılar.
Hepsi bin iki yüz doksan yedi kişi olan sipahi serdengeçtilerinin bir kısmı Sadrazamın huzurunda beratlarını aldılar.
12 Ağustos Perşembe Günü
Geceleyin İslâm ordusundan toplarla düşmana karşı öyle bir ateş açıldı ki yer gök inledi. Düşmanlar şaşkına dönmüş akıllarıyla ne yapacaklarını bir türlü bilemediler.
Tabyanın altına kazılan lağım bugün on arşın daha ileri götürüldü. Geri kalan sipahi serdengeçtiier i de beratlarını Sadrazamın huzurunda aldılar. Geceleyin azledilmiş olan cebecibaşı Fazlı Ağa’-nın oğlanlarından biri kaleye kaçmak isterken yakalandı. Sadrazamın huzuruna götürüldü. Adı ve neci olduğu soruldu. “Cebecibaşı Fazlı Ağa’nın hizmetkârıyım” diye karşılık verdi. Müslüman ya da gâvur olup olmadığı sorusunu da “Ben Efendime bağlıyım; efendim gâvur ise, ben de gâvurum” diye karşıladı. Sabahleyin mesele iyice soruşturulmak üzere kendisi tutuklandı.
İkindiden sonra tabyanın altına yerleştirilmiş bulunan her iki lağım patlatıldı. Ancak istenilen ölçüde etkili olamadılar. Fakat Allahın yardımıyla hücuma geçilip tabyanın içine ayak basıldı ve burda siperlere girildi. O zaman top ve tüfeklerle acı bir savaş başladı. Her ne kadar İslâm askerinden bir hayli yaralanan olduysa da, çok sayıda gâvur ölüm toprağına düşüp cehennemin alev uçurumlarına yuvarlandılar. Lağım patlamasından İslâm savaşçılarından da birkaçı şehit oldu. Ama düşman eliyle önemli hiç bir kayba uğramadılar. Sonunda iki gâvurun pis kellesi şimşek gibi çakan kılıçlarla koparılıp Sadrazama getirildi.
Bir topçu kuşatma toplarından biriyle düşmanın toplu bulunduğu yere nişan alıp tam isabet yaptı ve bu suretle rezillerden otuz kırk kadarını cehennem ateşinin içine yolladı. Öğleden sonra Sivas alay beyliği görevi eski alay beylerinden Seyyid Ahmed Ağa’ya verildi. Ondan önceki Alay beyi Abdüsselâm bu gece şehit düşmüştü.
Macar Kiralına takviye olarak bir Mirza komutasında tatar askeri gönderildi. Mirzaya orta derecede bir hilat giydirildi. Sol kanat serdengeçtilerinin ağası yaralandı ve üç dört saat içinde şehitlik rütbesine erişti. Görevi bir başkasına verildi.
0 notes
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Mitoloji Ailelerinden Thebai Soyundan Antigone
İokaste’nin ölümünden sonra Oidipus tahttan çekildi. Yerine büyük oğlu Polyneikes’in geçmesi gerekiyordu. Ama o da kral olmak istemeyince Thebai’liler tahta Iokaste’nin kardeşi Creon’u geçirdiler. Bir süre çocuklarıyla birlikte Thebai’de yaşadı Oidipus. Oğulları Polyneikes ile Eteokles büyümüş, birer delikanlı olmuşlardı. Kızları Antigone İle Ismene ise artık kadınlık çağma basmak üzereydiler.
Aradan yıllar geçti. Thebai’liler bir gün eski kralların aralarında görmek istemediklerini söylediler. Oidipus, yanma Antlgone’yi alarak şehirden ayrıldı. Ismene, Thebal’do kalıp babasına, onu ilgilendiren haberleri gönderecekti.
Oidipus gittikten sonra oğulları taht kavgasına başladılar. İkisi de, kendisinin kral olması gerektiğini ileri sürüyordu. Sonunda Polyneikes, Argos’a kaçtı. Orada bir ordu toplayarak Thebai’ye saldırmaya hazırlandı.
Bu arada, Oidipus ile Antigone, Kolonos’a gelmişlerdi, ömrünün son günlerini mutluluk içinde geçirdi Oidipus; ölürken de tanrıların kendisini bağışladıklarını öğrendi.
Tanrıların bu iyi haberini getiren Ismene, babasının ölümünden sonra Antigone’yi alarak Thebai’ye döndü.
iki kardeş, şehre vardıkları zaman Polyneikes ile Eteokles’in savaşmak üzere olduğunu gördüler. Büyük bir ordu toplamıştı Polyneikes; askerlerin başında kendisinden başka altı komutan daha vardı. Komutanlardan biri Argos kıralı Adrastos’tu. Adrastos’un kardeşi Eriphyle’nin kocası olan Amphiaraos da katılıyordu savaşa. Usta bir bakıcı olan Amphiaraos, içlerinde Adrastos’tan başka kimsenin kurtulamayacağım biliyordu. Bu yüzden Thebai kuşatmasına katılmak istememişti, ama Polyneikes, Harmonia’nın değerli gerdanlığını Eriphy’ye vererek kadıncağızı kandırmış, Amphiaraos’un gelmesini bu yoldan sağlamıştı.
Yedi komutan, Thebai’nin yedi kapısına saldırdılar. Eteokles, kardeşinin saldırdığı kapıyı koruyordu. Antigone ile Ismene ise, sarayda, hangisinin ölüm haberinin daha önce geleceğini bekliyorlardı.
İlk ölen, Kreon’un küçük oğlu Menoikeus oldu. Teiresias, Kreon’a, oğlu ölmezse Thebai’nin kurtulamayacağını söylemişti. Oğluna kıyamayan Kreon da, Menoikeus’a kaçıp gitmesini söylemişti şehirden. Menoikeus, korkaklar gibi kaçıp gitmektense yiğitçe çarpışmayı daha uygun buldu. Daha kılıç tutmayı bile beceremediği için kısa zamanda öldü.
Savaşın uzayıp gitmesinden bıkan komutanlar, aralarında bir karara vardılar. Polyneikes ile Eteokles teke tek çarpışacaklardı. İkisinden hangisi ölürse, onun tuttuğu taraf yenik sayılacaktı. Ama akıllarına bile getirmedikleri bir şey oldu. Kardeşlerin ikisi de öldü.
Savaş sona ermişti artık. Thebai’ye saldıran yedi komutandan Adrastos, canını kurtarabilmişti. Kral Kreon, düşman ölülerinin gömülmemelerini buyurdu. Gömülmeyen ölüler Hades’e giremeyecek, acı içinde dolaşıp duracaklardı.
Antigone, Kreon’un buyruğunu yerine getirmedi. Eteokles gibi, kardeşi Polyneikes’in de gömülmesini istiyordu. Gizlice düşman ölülerinin bulunduğu yere gitti. Kardeşini gömdü. Yakalansa bile aldırmazdı artık.
Ölüleri bekleyen nöbetçiler, Oidipus’un kızını yakalayınca Kreon’a haber saldılar. Kreon, öfkeyle geldi. “Buyruğumu bilmiyor muydun?” diye sordu Antigone’ye “Biliyordum,” diye cevap verdi Antigone.
“Neden yasaları çiğnedin öyleyse?”
“Senin yasan bu. Tanrıların yasası değil. Haklı bir yasa değil,” dedi Antigone. Ismene ne kadar çalıştıysa olmadı; bir ölümlünün koyduğu yasayı çiğneyen Antigone öldürüldü.
1 note · View note
peramuzesi-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatması Günlüğü Ağustos Ayından Notlar
Öğleden önce gâvurlar Arslan Mehmed Paşa kolunda serdengeçtilere karşı bir baskın yaptılar. Buradaki kavga top, tüfek, humbara ve taşla kızışmış olduğu sırada, gâvurlar lağımın karşısında bulunan taraftaki serdengeçtilerin üzerine de saldırdılar. Fakat burada hazır bekleyen gaziler bütün gayretleriyle gâvurları karşıladılar. O saat düşmandan alınan dört kelle Sadrazamın huzuruna getirildi ve getirenlere zengin armağanlar verildi.
Devletlû Sadrazam sağ kanattaki Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolunun metrislerini ziyaret etti. Burada bir süre kaldı. Daha sonra yeniçeri ağası kolunda Çavuşbaşının tabyasına gitti. Burada galeriyi gözden geçirdikten sonra dış hatlarda bulunan kendi tabyasına dönerek orda kaldı.
Güneş doğmasından bir saat önce tabyanın ortasında iki lağım patlatıldı. Biri on beş, ötekisi yirmi beş kantar barutla hazırlanmıştı. Güneş batıncaya kadar zorlu savaşlar yapıldı. Bu noktada dört bayrak yeniçeri geceleyin metrislendi.
Rumeli kolunda da daha önce lağım patlatılmış bulunan yerde zorlu savaş oldu. Burada da üç sıçan yolunun yapımına başlandı. Birinin yapımını sipahi serdengeçtileri, ikisininkini timarlı serdengeçtileri üzerlerine aldılar. Adım adım ilerlemeye koyuldular.
Bugün ayrıca Ulak Çelebi posta atıyla gönderildi. Oyvar Beylerbeyi Hocazade Arnavut Paşaya derhal orduyu hümayuna katılması için sıkı bir emir gitti.
19 Ağustos Perşembe
Sıçan yolları içinde çalışmalar durmadan ilerlerken, gâvurlar, öğleden önce bir püskürme lağım patlattılar. Kimseye zarar vermedi. Birkaç kişi toprak altında kalıp yaralandı, ama hiç birinde tehlikeli bir hal olmadı.
Öğle namazından sonra Zağarcı kolunda bir lağım patlatıldı. Ordaki gâvurların ordaki şarampolleri ve domuz damları çöktü, içinde bulunan sefil mel’unlar toprak yığını altında kalıp yok oldular. Bu koldaki metrisler de kale duvarına bitişik bulunan tabyaya gelip dayandılar.
Batthyânyi’nin Sadrazama yolladığı hediyeler geldi. Her ne kadar ağalardan ve çavuşlardan birçoğu Selâm Ağalığına istekli ve bunların içinde işe yarar pek çok kimse bulunmakta ise de Sadrazam hiç birini incitmemek için kendi Çadırcıbaşısı Yaren Mehmed Ağa’yı adı geçen göreve, tayini etti. Kendisine, hilat giydirildi.
Birkaç hristiyan arabacı yüz kadar öküzü Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolunun arkasından sessizce geçirip kaledeki gâvurlara satmışlar. Hepsi yakalandı ve adam başı üç yüzer sopa vuruldu.
Deli Bekir Paşâ yer altından tabyanın altına varmak üzereydi. Vezir Ahmed Paşa kolunda da aynı şekilde yer altından tabyanın altına varmağa büyük bir gayretle çalışılıyordu. Bu gece orta koldaki serdengeçtiler bir hayli ilerlediler. Oradaki tabyanın bugüne kadar öçte ikisi ele geçirilmiş bulunuyordu. Geri kalan kısmında ise pek fazla gâvur kalmamıştı.
20 Ağustos Cuma
Sadrazam, kuşluk vakti Deli Bekir Paşa kolunu ziyaret etti ve sonra dış hatlardaki kendi tabyasına gitti.
Daha önce Padişaha gönderilmiş bulunan Ömer Bey bugün dönüp geldi. Kendisiyle birlikte Kızlar Ağasının ulağı olarak baltacısı Seyyid Abdülkerim Çelebi de geldi. Sadrazamın eteğini öpüp Valde Suttan Hazretlerinin Edirne’de dünyadan göçerek İstanbul’da kendisi tarafından yaptırılmış cami’nin türbesine defnedilmiş olduğu haberini getirdi. Ayrıca şevketli Padişahımızın ölen Küçük Haşan Paşa  öten Kethüda Ahmed Ağa’nın İstanbul’da bulunan mülklerini devlet malı yaptırdığını da bildirdi. Kızlar Ağasının armağanı olarak altın bir kılıçla elmas kaplı bir hançeri Sadrazama sundu.
Erdel Kiralından bir ulak geldi. Sadrazam tarafından kabul edildi ve eteğini öpebilmek şerefine erişti. Divan tercümanıyla daha başka üç kişiye üç orta derecede ve bir küçük hilat giydirildi.
Zağarcı kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurların domuz damını içinde bulunan bütün melunlarla birlikte toprağın altına gömdü.
Kiralın pazar günü gelerek Sadrazamın eteğini öpmesi kararlaştırılmış olduğundan kendisine bu yolda haber gönderildi.
21 Ağustos Cumartesi
Seher vakti Vezir Ahmed Paşa kolunda araziyi açmak için bir püskürme lağım patlatıldı, hayli yararlı oldu. Kaledeki düşmanlara ekmek satan üç Ermeni fırıncı yakalandı ve her birine üç yüzer sopa vuruldu. Ayrıca barut hazırlamakla görevlendirilmiş birkaç timarlı sipahiye hizmetlerinde gösterdikleri ihmalden ötürü yüz ellişer sopa vuruldu.
0 notes
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Mitoloji Aileleri Athenai Soyu: “Rokne ile Philomele”
Bu iki kız kardeşin büyüğü olan Prokne, Thrakia kıralı Tereus’la evliydi. Ares’in oğluydu Tereus, babasının bütün kötü yanlarını almıştı.
Prokne yıllardır annesinden, babasından, kardeşinden uzakta, Thrakia’da yaşıyordu. Oğlu Itys beş yaşına gelince, Tereus’a, “Kardeşim Philomele’yi özledim,” dedi. “Gelip bir süre burada kalsa…”
Tereus, karısının bu dileğini yerine getirmek için kalkıp Athenai’ye gitti. Frokne’nin babasıyla konuşup Philomele’yi Thrakia’ya götürmek için izin istedi. Athenai kralı, kızını onunla birlikte göndermeye karar verdi. Philomeîe zaten dünden razıydı buna. Eniştesiyle birlikte yola çıktılar.
Yolculuğun daha ilk günlerinde, Tereus Philomele’ye tutulu verdi. Öyle güzel bir kızdı ki Philomeîe, kendisini gören nymphe, ya da naiad sanırdı. Onu elde etmek için neler düşünmedi Thrakia kıralı… Sonunda, “Haber aldım, Prokne ölmüş,” diyerek Philomele’yi kendisiyle evlenmeye zorladı. Ne yapsın Philomeie, her kardeşin yapacağını yapıp eniştesine vardı.
Vardı ama çok geçmedi, işin aslını öğrendi, öfkeden ne diyeceğini şaşırdı. Tereus’a. “Herkese söyleyeceğim bunu!” diye bağırdı. “Herkese anlatacağım. Senin ne aşağılık biri olduğunu bütün dünya öğrenecek!”
Thrakia kıralı korkarak dilini kesti Philomele’nin; sonra zavallı kızı bir yere kapayıp başına nöbetçiler dikti. Prokneye gidip kardeşinin yolculuk sırasında öldüğünü söyledi.
O günlerde yazı diye bir şey yoktu. Onun için, ne konuşabiliyordu Philomeie, ne de yazabiliyordu. Ama başka anlatma yolları vardı. Usta bir demirci, bir av öyküsü mü anlatmak istiyor, hemen bir kalkan yapar, boğaları yutan aslanlar, köpekleriyle saldıran silâhlı avcılar döverdi kalkana. Bir hasat öyküsü mü anlatacak, çalışan kızlar, kaval çalan çobanlar çizerdi. Kadınlar için de başka yollar vardı tabiî. Onlar da örgü örüp dokuma dokurlardı.
Philomeie, örgüde, işlemede son derece ustaydı. Kendi başından geçenleri duyurmak için tezgâha oturup içindeki acıyı dokudu. Sonra da işlemeyi, kraliçeye götürmesi için kendisini bekleyen yaşlı kadına verdi.
Yaşlı kadın, kardeşi için hâlâ yas tutmakta olan Prokneye götürdü işlemeyi. Kraliçe, armağanı açar açmaz donup kaldı. Phiomele’nin yüzünü görmüştü işlemede. İşte, bu da kocası Tereus’du. Sonra sanki yazılmış gibi her şeyi okudu. Kabaran duygularına zor engel oldu. Kardeşini nasıl kurtarıp kocasını nasıl cezalandıracağını düşünmeye başladı. “Philomele’yi buraya getir,” dedi yaşlı kadına
Kadın, Tereus’un öfkesinden çekinerek, “Ben öyle birini bilmiyorum,” diye cevap verdi.
“Yalan söyleme. Ben her şeyi biliyorum”
Yaşlı kadın, baktı ki kurtuluş yok, Philomele’yi saraya götürdü.
İki kardeşin karşılaşmaları çok acı oldu. Bir süre ağlaştıktan sonra Prokne. “Üzülme sen,” dedi, “Tereus yaptıklarının cezasını bulacak.”
O sırada Itys girdi odaya bir süre oğluna baktı kraliçe, “Babana ne kadar benziyorsun” diye fısıldadı. Hançerini kaptı, sonra birkaç kere oğlunun gövdesine indirdi.
O gün öğleden sonra Itys’in ölüsünü parça parça doğradı Prokne, kazana atıp kaynattı. Akşamleyin de yemek diye kocasının önüne koydu.
Tereus afiyetle yedi oğlunu. Ama yemekten sonra gerçeği öğrenince çılgına döndü. Onun şaşkınlığından yararlanan Prokne ile Philomele saraydan kaçtılar, öc almayı aklına koyan kral, onları kovalamaya başladı. Daulis yakınlarında iki kardeşe yetişti. Tam ikisini de öldürecekken tanrılar Prokne ile Philomele’yi birer kuş yapıverdiler. Dilsiz olduğu için kırlangıç oldu Philomele öteki kuşlar gibi ezgiler çıkaramıyordu gagasından, sadece cıvıldayıp duruyordu. Prokne ise bülbül oldu. Son derece tatlı, ama o kadar da hüzünlü bir şarkı tutturdu, öldürdüğü oğlunu unutamıyordu:
O kahverengi kuş o bülbül Yas tutar her zaman, hüzünlüdür:
“Ah oğlum benim nerelerdesin?
Tereus’u da kuş yaptı tanrılar. Kötü yürekli kral, koca gagalı, çirkin bir atmaca oluverdi.
Bu öyküyü anlatan Latin yazarlarından bazıları, kardeşleri karıştırıp, dilsiz Philomele’nin bülbül olduğunu söylemektedirler. Bunun saçmalığı apaçık ortadadır. Ama kim dinler? Ingiliz edebiyatına bir göz atın, Philomele’ye hep bülbül dendiğini göreceksiniz.
0 notes
peramuzesi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Troya Savaşı’nın Sonu ve Bedelleri
Akhilleus, artık kendi sonunun da gelmiş olduğunu biliyordu. Hektor ölmüştü, sıra kendisindeydi. Ama ölmeden önce son kere, yiğitçe çarpışıp bir ünlü, düşmanını daha Hades’e gönderdi. Habeş Prensi Memnun, ordusuyla birlikte Troiahların yardımına gelmişti. Bundan cesaret alan Priamos’un askerleri, Yunanlıları yine püskürtmeye başladılar, Akhilleus’un birçok arkadaşı, bu arada yaşlı Nestor’un tez-ayaklı oğlu Antilokhos, Troialıların elinde can verdi, ölüm düşüncesi Akhilleus’u kendinden geçirmişti zaten. Ünlü komutan, askerlerini alıp yeniden şehre saldırdı. Bu kere karşısında Memnon’u buldu. Uzun uzun çarpıştılar; sonunda Akhilleus, yiğit düşmanını öldürdü. Bundan yüreklenen adamları, Troialıları surlara kadar kovaladılar. İşte ne olduysa o anda oldu. Şehrin surlarından bir ok fırlattı Paris. Apollon oku tutup Akhilleus’un topuğuna götürdü, oraya saplandı, ölüm yarası almıştı Akhilleus, yere düştü.
Thetis, bir oğlu olunca, onu ölümsüz yapmak için Styks ırmağına batırmıştı. Styks’in sularında kim yıkansa, gövdesine ne ok, ne de mızrak işlerdi. Yalnız bir şey unutmuştu Thetis, bebeği topuğundan tutup suya batırdığını… Su, Akhilleus’un topuğuna değmemiş, orayı eskisi gibi bırakmıştı. Paris’in attığı ok, ünlü kahramanın tam topuğuna saplanınca, Akhilleus öldü.
Odysseus, Troialılarla savaşırken Aias, arkadaşının ölüsünü Yunan çadırlarının bulunduğu yere götürdü. Orada büyük bir ateş hazırlayıp Akhilleus’u yaktılar. Kemiklerini de arkadaşı Patroklos’un kemiklerinin bulunduğu kaba koydular.
Thetis’in oğluna getirmiş olduğu zırh, Aias’ın ölümüne sebep oldu. Yunan komutanları, Akhilleus’un öldüğü gece toplanarak, zırhın kime verileceğini kararlaştırdılar, iki aday varili ortada. Biri Odysseus, öteki de Aias’tı. Gizli oyla Odysseus seçildi, Hephaistos’un hazırlamış olduğu değerli zırh Ithaka kiralına verildi. Aias çok kızdı bu karara. Menelaos ile Agamemnon’u öldürmeyi aklına koydu. O gece iki kardeşin çadırına girdi kimseye görünmeden. Tam kılıcını çekerken tanrıça Athena, onu çıldırttı. Aias, biraz ileride duran koyunları asker sanarak üstlerine saldırdı. Bir kısmını öldürdü. Kocaman bir koçu yakaladı, “Odysseus, öcümü alacağım senden,” diyerek zavallı hayvancağızı bir direğe bağladı, kırbaçlamaya başladı.
Bir süre sonra kendine gelince, yapmış olduğu çılgınlığın farkına vardı. Çevresine bakarak, “Ne suçu vardı bu hayvanların?” diye mırıldandı. “Artık ne ölümlüler seviyor beni, ne de ölümsüzler. Bu durumda, yalnız korkaklar sürdürür yaşamalarını. Hiç olmazsa soylu bir biçimde öleyim.”
Kılıcını çekerek kendini öldürdü. Yunanlılar, yakmadan gömdüler ölüsünü. İntihar edenler yakılmazdı. Akhilleus’un hemen arkasından Aias’ın da ölmesi, Yunanlıların umutlarını kırar gibi oldu. Bakıc��ları Kalkhas, ‘‘Troialılar arasında geleceği bilen bir bakıcı var,” dedi bir gün; “adı Helenos. Onu buraya getirin. Ne yapmanız gerektiğini söyler.”
Bunun üzerine Odysseus, gidip Helenos’u tutsak etti. Ünlü bakıcı, “Herakles’in oklarıyla yayını buraya getirmezseniz, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, Troya Savaşında Troia’yı düşüremezsiniz,” dedi.
Herakles, ölürken oklarıyla yayını Philoktetes’e vermişti. Philoktetes, Yunanlılarla birlikte Troia’ya yürümüş, ama kurban kesmek için inilen bir adada, ayağını sokan bir yılan yüzünden arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalmıştı. Daha doğrusu, Philoktetes’in iyileşmez bir yara aldığını gören arkadaşları, onu Lemnos’ta tek başına bırakıvermişlerdi. Soylu bir davranış değildi bu; ama ne yapsınlar, bir an önce Troia’ya varmak istiyorlardı. Aksi gibi, ‘eskiden, Altın Post’-un aranışı sırasında, bir sürü kadının yaşadığı Lemnos’ta şimdi kimsecikler yoktu.
Komutanlar düşünüp taşındılar; Philoktetes’i kendi yanlarına getirmeye karar verdiler. Ama küskündü Philoktetes, gelmezdi ki… Yunanlılar, içlerinden en akıllısını, Odysseus’u, Herakles’in oklarıyla yayını alıp getirmesi için Lemnos’a yolladılar. Yanına da Diomedes’i verdiler. Bazıları, Odysseus’la birlikte giden Yunanlının Diomedes değil de, Akhilleus’un oğlu Neoptolemos olduğunu söylerler.
Odysseus, Herakles’in oklarıyla yayını Philoktetes’ten çaldı. Tam adadan ayrılacakken, bir yaralıyı tek başına silâhsız bırakmaya gönlü razı olmadı. Dönüp kandırdı Philoktetes’i, Yunanlıların yanma götürdü. Orada, yılan sokmasından anlıyan bir bilgin, yaralı komutanı iyileştirdi. Ayağa kalkar kalkmaz savaşa katıldı Philoktetes, attığı ilk okla da Paris’i yaraladı.
Ağır bir yara alan Paris, bin güçlükle arkadaşlarına, “Beni Ida dağına götürün,” dedi. “Orada eski sevgilim, Oinone var. Bir zamanlar, her yarayı iyileştiren bir ilâç olduğunu söylemişti kendisinde. Belki beni de iyileştirir.” Arkadaşları Paris’i alıp Ida dağına götürdüler. Oinone’yi bulup Troialı delikanlının yanma getirdiler. Nymphe, Paris’e küskündü.
Ölüm döşeğinde bile bağışlamadı onu; ilâcını vermedi. Paris ölünce de gidip kendini öldürdü. Zaten pek öyle yiğit bir savaşçı değildi Paris; ölümünün Troialılara zararı dokunmadı. Sonunda Yunanlılar, Troia’da Pallas Athena’nm bir heykeli bulunduğunu, o heykel kaçırılırsa, Priamos’un askerlerinin bozguna uğrayacağım öğrendiler. Odysseus İle Diomedes, gizlice şehrin surlarından sızıp heykeli çaldılar. Ama bu da, kendilerinin savaşı kazanmalarını sağlayamadı.
Yunan komutanları baktılar ki, bu savaş böyle sürüp gidecek, bir toplantı yaparak çıkar yol aramaya koyuldular. “On yıldır buradayız,” dedi bir komutan, “savaşı kazanamadık. Troia’yı ya akıl yoluyla elde ederiz, ya da çekip gideriz. Artık böyle çarpışmanın anlamı kalmadı.”
Odysseus, “Ben Troia’mn nasıl elde edileceğini biliyorum,” dedi. “Tahtadan kocaman bir at yaptıralım. Atın içine bazı komutanlar saklanalım. Geri kalan askerler gemilerine binip buradan uzaklaşsınlar. En yakın adanın arkasında saklansınlar. Troialılar, savaşı kazanmaktan umudumuzu kesip ülkemize döndüğümüzü sanırlar. Yalnız bir kişi bırakalım geride. O da, Troialılara armağan olarak bu tahta atı bıraktığımızı söyler. Troialılar şehrin içine alırlar atı. O gece, saklananlar gizlice çıkıp şehrin kapılarını açarlar. Adanın arkasında saklanmış askerlerimiz de gelip Troia’ya girerler. Kazansak kazansak ancak böyle kazanabiliriz savaşı.”
Önce bunu kabul etmek istemedi komutanlar; ama Odysseus hepsini kandırmasını bildi. Kocaman bir at yapıldı. İçine ünlü komutanlar girdiler. Sonra Yunanlılar tahta atı Troia surlarının önüne bırakarak gemilerine binip gittiler.
Troialılar önce akıl erdiremediler bu işe. Bu koca at da ne oluyordu? Düşmanları neden ülkelerine dönmüşlerdi böyle? Artık savaşı bırakmışlar mıydı? Kuşkuyla kıyıya gittiler. Çadırlar sökülmüştü. O sırada Yunanlı Sinon çıktı ortaya. Ağlayarak artık kendisinin Yunanlılardan yana olmadığını söyledi. Odysseus’un öğrettiği gibi konuştu:
“Pallas Athena, heykelinin çalındığına kızdı. Yunanlılar, tanrıçanın kızgınlığını yatıştırmak için bakıcıya akıl danıştılar. Athena da, ancak bir Yunanlı kendisine kurban edilirse, kızgınlığının geçeceğini söyledi. Komutanlar da beni seçtiler.
Ne yapayım, gece olunca kaçtım. N’olur, beni Agnrnernnon’in askerlerine vermeyin, ne isterseniz yaparım.
“Ya bu tahta at ne oluyor?” diye sordu Troialılar.
“O da Athena’ya bir sunu,” dedi SInon. “Yunanlılar yaptı. Sizin şehrin surları önüne bıraktı. Bu kadar kocaman bir atı içeri alamayacağımızı, kırıp kaçağınızı sanıyorlar. Böylece Athona’nın öfkesini üstünüze çekermişsiniz.”
Troialı rahiplerden Laokoon, “Aman, atı sakın içeri almayın,” dedi. “Bana bu işin içinde bir iş var gibi geliyor. Yunanlıların armağanları bile tehlikelidir.”
O sırada Poseidon, iki yılan gönderdi denizden. Yılanlar Laokoon ile oğullarını herkesin gözü önünde yuttu. Bunun üzerine, Trolalılar, atı içeri almazlarsa tanrıların çok kızacağını anladılar.
“Alın içeri tahta atı, Athena’ya götürün, Zeus’un kızına armağan olsun” Bütün gençler koşmaya başladı, Evlerinden fırladı bütün yaşlılar; Şarkılarla, sevinç çığlıklarıyla ölümü Troia’ya aldılar.
O gece, herkes uykuda olduğu zaman, Yunan komutanları gizlice attan çıkıp şehrin kapılarım açtılar. Hazır bekleyen askerler, Troia’ya girip bütün yapıları ateşe verdiler. Korkudan sokağa fırlayan gençleri, yaşlıları, kadınları, çocukları kılıçtan geçirdiler. Trolalılar arasında yiğitçe çarpışanlar, canlarını pahalıya satmak isteyenler de oldu, ama boşuna… Oluk gibi kan aktı sokaklardan. Sonunda Yunanlılar, kral Priamos’un sarayına girdiler. Kral, avluda kadınlar ve çocuklarla ölümünü bekliyordu. Akhilleus, kiralın canını eskiden bağışlamıştı. Ama Akhilleus’un oğlu, herkesin gözü önünde yaşlı Priamos’u öldürdü.
Çarpışmalarda, yalnız bir tek Troialı komutan, Aineias canını kurtarabildi. Aineias, karısını, yaşlı babasını, bir de çocuğunu kaçırmak için evine koştu. Tanrıça Aphrodite, kendisini koruyordu. Evine gidince karısının ölmüş olduğunu gördü Aineias; babasıyla çocuğunu alarak Troia’dan kaçtı.
Aphrodite, Helena’nın da ölmemesini sağladı. Kurtulur kurtulmaz kıyıya koftu Helena, orada kocası kendisini karşıladı. “Hiç üzülme” dedi Menelaos, “seni birlikte götüreceğim.”‘
Sabah olduğu zaman, Aeya’mn en zengin şehri Troie’nın yerinde yeller esiyordu. Bir avuç kadın kalmıştı geride. Onlar da tutsak olarak Yunanistan’a götürülmelerini bekliyorlardı. İçlerinde en yaşlısı, kraliçe Hekabe idi. Priarnoe’un karısı, yere çökmüş, kendi kendine mırıldanıyordu:
Bütün acılar gelip beni buldu. Ne kocam kaldı arkada, ne çocuklarım Sarayımı yaktılar, Ülkem yerle bir oldu.
Çevresindeki kadınlar da yaslıydılar:
Biz de acı çekiyoruz senin kadar. Biz de bundan böyle tutsağız artık. Çocuklarımız bağırıp sesleniyor: “Anne, yalnız kaldım buralarda” diye Karanlık gemilerle götürüyorlar beni, Beni göremiyorum, anne” diye.
Kadınlardan yalnız Andrornakhe’nin oğlu sağ kalmıştı. Hektor’un kanat, kendi kendine, “Oğlum daha pek küçük; herhalde onu öldürmezler,” diye düşünüyordu ki bir haberci geldi yanma. Konuşurken üzüntülü olduğu belliydi;
Oğlun ölecek birazdan Surlardan atacaklar onu. Düşün, tek başınasın, Tutsaksın, kimsen yok, Cesur bir kadın gibi davran.
Habercinin dedikleri doğruydu. Kimi kalmıştı ki Andromakhe’nin:
Ağlıyor musun oğlum, ağlama. Bilmiyorsun, neler bekliyor seni. Nasıl düşeceksin, her yanın Nasıl parçalanacak, bilmiyorsun, Öp beni, bir daha öpemezsin. Yaklaş yanıma biraz, öp anneni, Seni doğuran, seni seven anneni. Küçük kollarını dola boynuma, Öp beni, öp dudaklarımdan beni.
Daha savaşın ne olduğunu bile bilmeyen çocukcağızı alıp, surlardan aşağı attılar. Kadınlar yavaş yavaş yolculuğa hazırlanmaya başladılar:
Troia yok artık, o yüce şehir yok. Artık alevler kaldı yalnız arkada. Tozlar yükseliyor, Toz mu bu, duman mı yoksa Hoşça kal çocuklarımızın doğduğu ülke, Hoşça kal yüce şehir, yüce Troia. Şimdi Yunan gemileri bekler kıyıda.
1 note · View note
peramuzesi-blog · 9 years ago
Text
Kuşatmada Alman Kayzeri’nin Saray İlişkileri
Alman Kayzerinin bundan başka on yedi sarayı daha varmış. Her biri birkaç bin kese altın değerindeymiş. Bunların sağlamlıkları, güzellikleri, mermer ve somaki taşından yana zenginlikleri, bahçelerindeki meyve ağaçları ve öteki ağaçlarıyla çiçekleri dille anlatılmaz cinstenmiş. Viyana varoşlarındaki bu çeşit saraylarından dört beş tanesini yıktılar. Viyana’ya dört saat uzaklıkta bir yaylada bulunan ve çevresini dolaşması üç saat süren başka bir sarayını daha yakıp kül ettiler. Burası çeşit çeşit ağaç ve çiçekleriyle, yeşil yapraklardan meydana getirilmiş uzun sıralar halindeki duvarlarıyla, buz gibi akan pınarları ve yüksek su bentleriyle Viyana’daki saraylardan çok daha gösterişli ve çok daha güzeldi. Sözün kısası, Sultan Süleyman köşkünden başka Kayzerin hiç bir bahçesi, hiç bir sarayı kalmadı. Hepsi yakılıp yerle bir edildi.
Yanık’tan Viyana’ya yirmi dört saatlik yoldu. Altı günlük yürüyüşle aşıldı. Bu altı günlük yürüyüş sırasında geçilen yerler öylesine bayındır, öylesine refah içindeydi ki, tasvir etmeye insanın gücü yetmez. Fakat bir zamanlar Saba ülkesinin tufanla yok edilmesi gibi, şimdi de bu bâtıl dinli halkın üzerine ateşten bir sel boşalmış bulunuyordu. Topraklarının verimli oluşundan dolayı Saba Krallığına nasıl “Bahçeler Ülkesi” denilmişse, tarıma elverişli bereketli toprakları ve rüzgârda dalgalanan uçsuz bucaksız ekin tarlalarıyla buraya da “Bahçeler Ülkesi” ve “Ekin Tarlaları Ülkesi” denilebilirdi. İslâm askeri bunların üzerinden geçti. Atlarına yedirip ateşe verdi. Ama yine de her tarafta ekinler denizler gibi dalgalanıp durmaktaydı.
Buralardaki bağlar öyle bakımlı ve üzümleri öylesine boldu ki, bunlarla İstanbul dolaylarındaki bağları karşılaştırmak bile mümkün olamazdı. Bahçeler baştanbaşa türlü meyvelerle doluydu. Bütün köyler ve kasabalar bir düzene göre kurulmuştu. Evlerinin çoğu üç katlı olarak yapılmıştı. İki katlan Büyük Valide Hanı gibi taştan olduğu için yangınlar bu kısımlarına pek bir zarar veremedi. Ancak üçüncü katlar ahşap olduğu için yandılar. Buralarda her köy küçük bir şehir kadar büyüktü ve çoğu bin evli olup bazısında daha da çok ev vardı. Kimi köylerde Ali Paşa Çarşısı gibi çarşılar bulunduğunu gördük.
Saraylar öyle sağlam, öyle güzel yapılmış ve öyle nakışlarla süslenmişti ki, Çin pagodalarından hiç bir farkı yoktu. En yoksul gâvurun evi bile, İstanbul’daki bey konaklarından daha alımlıydı. Çoğunun içi somaki mermerle döşenmiş, duvarları tuğlayla yapılmış, çatıları kiremitle örtülmüş ve her yanı türlü sanatkârane nakışlarla süslenmişti.
Yanık’tan Viyana’ya kadar olan bölgedeki bütün kaleler ve palankalar, köyler ve kasabalar öncü paşalar, talancı akıncılar ve rüzgâr hızıyla at koşturan Tatar süvarileri tarafından yakılmış, yıkılmış, taşınabilen bütün mallarla erzak yağma edilmiş, kadınlarla çocuklar tutsak alınmış, eli silâh tutan erkekler kılıçtan geçirilmişti. Yıkılan bu binaların yalnız demirden öteberisi sayesinde insan İstanbul’da uçsuz bucaksız bir servete sahip olabilirdi. Bakır eşyanın durumu ise anlatılır cinsten değildi.
Böyle bir yıkımın Alman Kayzerinin ülkesine geliş nedenlerini araştırıp inceleyen İslâm bilginleri şu sonuca varmışlar :
Günün birinde Alman Kayzeri derin bir hüzün ve üzüntü içinde gözleri yaşlı otururken, İspanya kiralının kızı olan karısı bu kederli halinin ve kaygısının nedenini sormuş, o da şöyle yakınmış:
“Ne anlaşılmaz bir şey değil mi bu? Osmanlı Padişahı egemenliği altında bulunan beylerine birer buyruk yazıp sefere çağırınca, hepsi derhal buyruğuna uyup gelirler. Kendilerinden istenilen her şeyi de canla başla yapmaya koşarlar. Bense kendi uyruğum olan Macar Beylerine haber gönderip çağırırım, buyruğumu dinleyip gelmeyi akıllarından bile geçirmezler.”
O zaman karısı şöyle karşılık vermiş : “Osmanlı Padişahının savaşçıları kendi din ve mezhebindendir. Onun için Padişahın buyruğuna uyarlar. Senin Macar beylerin ise, başka dinden oldukları için buyruğuna uymaya ve ardından gitmeye yanaşmazlar.”
Bunun üzerine, Kayzer, Macar beylerine ulaklar ve papazlar gönderip onları kendi batıl dinine girmeye davet etmiş. Kabul etmeyenlerin nicesini işkenceyle öldürtmüş. Hatta Batthyanyi adlı m Macar beyinin soyu tükenince, Viyana’dan altı saat uzaklıkta bulunan Pottendorf adlı şatosunu, bu beye bağlı bütün topraklarıyla birlikte kendi mülkü yapmış.
Bu çeşit zulüm ve eziyetleri yüzünden Kayzer, gâvur da olsa hiç bir ölümlünün davranışını gözünden kaçırmayan, her şeye gücü yeten Allahlına İslâm ordularını üzerine yollamasının nedenini, işte bu şekilde yine kendisi hazırlamış.
0 notes