Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
bir şeyler olsun istiyorum ama bir şeyler olacak gibi olurken bir şey yapamamaktan çok korkuyorum
2 notes
·
View notes
Text

camera lucida'yı okuduğumda bunları yazmışım, bazen aklıma geliyor kitabın hissettirdikleri. fotoğraflarımdaki ölümümle göz göze gelmeyi öğrettiği için teşekkür etmişim barthes'e ama aslında ölümümle hiç göz göze gelmedim ben, nasıl gelinir, ne yapmak lazım bilmiyorum. bakarken görebildiğim şeyler gerçekten ölüme mi tekabül ediyor, yaşam ve ölümün bu mahmuzlanmış ve içiçe geçmiş hali ayırdına varmamı zorlaştırıyor. ama önemsiyorum, aynada kendine bakınca iskeletine varıncaya kadar görebilmeyi öğrenmeyi önemsiyorum, kendine bir de "börtü böceğin rızkı olarak bakabilmeyi" öğrenmeyi önemsiyorum.
1 note
·
View note
Text
insanlardan korunmak ve kaçmak için yaptığım her şeyin yıkıntılarıyla yeni yeni karşılaşıyorum. nihayetinde bir enkaz bırakmış olmanın verdiği azapla nasıl yaşayacağım
1 note
·
View note
Text
ömür dedikleri gözüme öylesine aşılmaz ve öylesine ayaklarımın altından koşup gidecekmiş gibi yıkılmaya ve beni de ardından sürüklemeye teşne gözüktü ki. bu halin kuşatması altında ne yapacağımı bilmez halde yalpalıyorum. okuduğum bir kitapta "bizimkisi yaşama değil,biz yaşama şaşkınlarıyız galiba" diyordu ömrünün bir kısmını adadığı adamı aslında hiç sevmediğini itiraf eden kadın. yaşama şaşkını düşünüp durdum bunu. anlatırlardı, ben küçükken bir sofadaymışız, kardeşimle benim elime bir but tutuşturmuşlar, bir ara elektrikler kesilmiş, gelince benim elimdeki but yokmuş, babaannemin kardeşi alıp yemiş bu aralıkta, ben kalakalmışım öyle. öncesinde elime alelade tutuşturulan butu açıklamaya ve alışmaya fırsat bulamadan onun mahrumiyetiyle yüklenmişim ya, aslında hiç benim olmayan şeylerin mahrumiyetiymiş hayat.
neden bu görece komik hikayeden mağduriyet devşiriyorsun diye soruyorum kendime, neden gülüşlerinin nihayeti acı bir gülümsemeyle sonlanıyor, hayatının her anını bir acılığa ve harabeye yamamak zorunda mısın, zorunda mıyım, bilmiyorum. bilmek istemiyorum. ömrüm boyunca sahici bir neşe halini galiba hiç tatmadım da mutluluklarımın kapısı da hep acı bir haberin tokmaklarıyla bölündü. işte şimdi kendi kuyumu kazdım, içine düştüm, kimsesiz ve tesellisizim.
0 notes
Text
bugün fark ettim ki, hissettiğim ve duyumsadığım her ne varsa ona eşlik eden bir yadırgı da var.
hep bir şeylerin kıyısında ve dibindeyim, neşeliysem neşemi, hüzünlüysem hüznümü yadırgıyorum. nedir bu hislerin derunu sorusunca bir ağırlık kaplıyor her bir yanımı. hissederken bile kırık dökük ve sallantılı olduğumu keşfetmemi sağlayan bir rüyadır.
rüyamda biri var, çok iyi tanıdığım ve hiç tanımadığım. gülünce varlığının tüm katmanlarıyla gülüyor, bulutsu bir hale gibi her bir yana yayılıyor gülüşü.
kayıtsız durunca, sanki kaderine bu duraksama mıh gibi yazılmış, dünyaya duraklamaya gelmiş gibi duruyor. rüyamda keşfettim bu kesin ve keskin yaşayışı, hayret ettim, hayran kaldım. uyanınca katlandı hayretim. nedir bu hayretin derunu diye sordum sonra. buldum ki yadırgamaktanmış, bildim ki sanki ben hiç böyle hissetmemiştim.
karlı kayın ormanında dinliyorum ve bir kitapta kendimle göz göze geliyorum. "şimdiye kadar neyi tuttuysam hep iğreti, parmaklarımın ucuyla, hemen, kolayca bırakabilmek için tuttum. hürlüğümü korumak için bağlanmaktan korkup hep kopmaya kopabilmeye baktım."
bırakabilmek için tutmak, artık unutamam bu cümleleri.
1 note
·
View note
Text










roland barthes bu fotoğrafları görse çok severdi.
*ilya atlas
1 note
·
View note
Text


ilkbahar güzellemesi
Eric rohmer dört mevsim serisi'nde en özlenen ve beklenen mevsim ilkbaharı anlatmış. baharın neden beklenen olduğuna dair güzel bir hikaye, baharı vesile bilip bazı bekleyişlerimize ayna tutmuş rohmer. her şey natacha ve jaenne'in tanışmasıyla başlar, jeanne yorgun bir felsefe öğretmenidir, natacha ise hevesli bir piyanist. bu hikayede tıpkı her hikayede olduğu gibi herkesin bir boşluğu var ve telaşla o noksan parçasının arayışında. natacha annesizliğinden mülhem kayıp çocukluğunun, jeanne aramaktan ümidini kestiği ama derinlerde hala mevcudiyetine inandığı aşkın arayışındadır. bu arayışın ve bekleyişin filizlendirdiği bir yoldaşlık hasıl olur ikisi arasında.
Rohmer filmlerinin en güzel yanı, detay gibi gözüken filmin ana etmeleridir. yemek masalarında sentetik a priori bilgi üzerine gerçekleşen tartışmalara müzik eşlik eder. dinginliğin sembolü mekan kullanımında duvarlar daima vollatton, metisse resimleriyle çerçevelenmiştir. ve baharın süsü çiçekler, sanki film karakterlerinden biriymişcesine bize eşlik ederler, bitkilerin lisanını bilenler, onlar olmaksızın filmin gerçek bir bahar hikayesi olmayacağını bilirler.
film tüm birleşenleri ile baharın dinginliğini ve kuşatıcılığını bize anımsatmak için harikulade bir aracı. baharı güzellemenin nasip olacağı günler görmek duası ile.
1 note
·
View note
Text
mahrumiyetlerimi taşımaktan yoruldum, taşıyamayacak hale geldikçe çoğalan ve artık ben haline gelen mahrumiyetlerim.
baştan başa serili bir sofranın önünde aç kalmışım gibi, tüm herkese eğlenmeler düşen bir şölende bana beklemek düşmüş gibi. sıramın gelmesini bekliyorum ama sıra bana geldiğinde mesai saati bitiyor, gidiyor herkes. beyhude bir bekleyişi taşıyorum eteklerimde.
beklemekten yoruldum, yorulmaktan yoruldum.
1 note
·
View note
Text
ellerde sökün eden ayrılık
yitip gidememek de yitip gitmek kadar acı verici, vakti geldiğinde usulca varlığını tamamlamayı bilmeli insan. kalakalmak bir yerde ve bir devinime muhtaç beklemek neyi beklediğini unutuncaya kadar. beklemeyi beklemek, ufalayan bir bekleyişin ardındakileri beklemek.
beyhude tüm bekleyişler, yabancı ve tutsak, hareketten yoksun, bir gelişi beklemek gitmekten alıkoyuyor, ben gitmek istiyorum artık, beklemenin tükettiği ruhum gidişlerde ve geri dönmeyişlerde ferahlık bulmak istiyor.
gitmeyi bilmiyorum aslında, biri nasıl gider, eğer gidersem döndüğümde evimin yolunu bulabilecek miyim, evim neresi, hiç evim oldu mu benim?
'bir evin ne demek olduğunu bilmiyorum'
1 note
·
View note
Text




kalbimi hızlandıran şeyler listesi yapıyorum;
*film başlarken beliriveren yönetmen isimleri. *üzerinden uzun bir süre geçtikten sonra kitabın sararmış sayfalarında dolaşırken denk geldiğim kurumuş çiçek ve yapraklar. *ansızın unuttuğum bir şarkıyla karşılaşmak. *içimi umutla dolduran ve bir nebze de olsa kendimi ait hissettiğim bir muhabbete dahil olmak. *nihayetinde filmden çıkmışım hissiyatı oluşturan insanların mevcudiyeti. *gün batımları. *bir kedinin beni tanıyıp üzerime koşturması, ayaklarıma dolanması. *dostlarım, uzakta ve yakında onların varlığını hissetmek ve felah bulmak. *dua edebilmek. *serin havada kulaklık eşliğinde caddeler, sokaklar arşınlamak. *bir camiye girip kubbesine bakmak. *akşamın gelmesini ve ailemle çay saatine kavuşmayı beklemek. *intihar teşebbüsünde bulunan bir adamla ve babasının cenazesine sarılmış bir çocukla göz göze gelmek.
1 note
·
View note
Text


uzaklığın anatomisi
varsın ama bensiz, bensizlik varlığını taçlandırıyor, mevcudiyetim çıbanlar çıkarır belki sende, var oluşumla yaralarım seni, yokluğum daha mı evlâdır?
bu dünyadan geçip giderken hiç kimseye uğramadım ben, onca yol arşınladım da durup soluklanacağım bir çatı bulamadım, katettiğim yollarda nefes nefese sanki birilerinden kaçıyormuşum ya da bir şeylere yetişmem gerekiyormuş gibi koşup durdum, dermansız kalamadım, derman nedir, ne derman olur bilemedim. bütün ömrümü bir şeylere yetişir gibi yaşadım da sanki yetişmeye çalıştıklarım ömür billah kaçtı benden, neye uzanmaya yeltendiysem elim havada kaldı.
yakın bildiklerimin uzaklığına şahit olmaktan bitap düştüm, uzakları kendime yakın etmeye çalışmaktan da.
1 note
·
View note
Text




hatırlamanın kıskacı yahut büyüsü.
unutmanın mümkünatı üzerine düşünüyorum, ansızın geliveren anılar karşısında savunmasız kaldığımda inancım zedeleniyor, yere seriliyorum çünkü onlar karşısında, telafisiz bir geliş oluyor bu, bir daha hiç gitmemek üzere geliş, hep orda olup vücuda gelmeyi beklercesine bir geliş..
suskunlaşıyorum ya da çok konuşuyorum, susuşum savruk kelimeler barındırıyor, konuşmalarım susuş gibi. birisinin dediği gibi etrafa saçtığım kelimeler kadar ölüyorum, yazıyorum ölmek için.
bu filmde terminallerde uyuyakalan yolcuların rüyalarından film yapmaktan bahsediliyordu. izlemek isterdim bu hiç var olmayacak filmi, başkalarının rüyalarına ortak olmak yahut tutsak olmak.
2 notes
·
View notes
Text
kekeme bir çocuğun bir şeyler anlatmaya çabalamasıyla başlayan zerkalo ve dilsiz oğluna başlangıçtan haber veren babanın sözleriyle açılan offret. başlangıçta söz vardı.
çocuk konuşmaya başladığında soruyor, başlangıçta neden söz vardı baba. aleksander sözün anlamını yitirdiğini kavramış ve duasında sözsüzlük yemini vermişti. hamlet'in ızdırabını anlamıştı, sözler, sözler, sözler.... ne önemi var ki, bu çağ dilegelmenin beyhudeliğinin çağı, bu çağda sözlerimiz sükut kabilindendir. konuşmak etimizden parçalar koparmakla eşdeğer, susmak da aynı.
1 note
·
View note
Text



van gogh kardeşi theo'ya mektuplarının sonunu hep şu şekilde bitiriyor:'bana inan.'
insanın mevcudiyetine dayanak sadece kendi inancı değildir, kilometrelerce öteden birinin size inandığını bilmek var olmaya devam etmek için yeterli bir sebeptir.
bana inan. bana inan. bana inan.
0 notes
Text

kanatan bir acıyı kanayarak omuzlamanın ızdırabı. giden bir varlıktan hiç gidemeyen elem, ölenle ölünmezmiş lafının yalanlardan en büyüğü olduğuna iman ettim, ölenle birlikte insanın sesi de ölüyor, soluğu da. beni bir ses sahibi kıl diyen şair az buz bir şey istemiyor, kısılan sesine tekrar talip oluyor bir nevi.
gidenin ardında kalmak, gidemeyişin yıprattığı bir viraneye dönüşmek... tüm bunların çok sıradan oluşu, aleladelerden bir alelade oluşu...
ben hiç geride kalan olmadım, hiç bırakılmadım ya korkuyorum. korkuyorum ama bekliyorum, bu yıkıntının altında can mı vereceğim yoksa bir ses olarak tekrar mı dirileceğim. tahayyülü bile boğazımda yumrular oluşturanlarla nasıl baş edeceğim, ne kadar öleceğim, bana kalanlar yaşayadurmama yetecek mi. bu acıdan arınmışlığım tedirgin ediyor beni, korkuyorum ama bekliyorum.
0 notes
Text
bu sahneyi izlerken çivilendiğim duvarı yokluyorum, hala duruyor yerinde. bu dünyada gördüğü güzelliklerin dokunaklığından bahsederken çocuğun dolan gözlerine çivilenmiştim -ki hala duruyor o çiviler, hiç sökmedim-, rüzgarın sürüklediği yapraklara eşlik eden poşetin hayattanlığına çivilenmiştim, uçuşup duran çok şey var hayatta, savrulup giden.
demiştim ki bu filmi unutsam bile bu anı hiç unutmam ben, aynı anda dolan gözlerin eşzamanlılığı unutulmuyor çünkü, o aynılık, başka bir şey olabilecekken olmama ve onda birleşme hali. insan patlayan bir silahın doluluğuna ve saçtığı kırmızılıklara değil de yapraklarla birlikte savrulup duran bir poşete ağlayabiliyor çünkü, hiç bilmezken böyle bir şeye ağlayacağını, tahmin dahi etmezken hatta, günün birinde poşet suretine bürünmüş bir ben'e gözyaşı dökeceğini.
1 note
·
View note