Photo

Ne demiştik:
Bitmeyen bir kitaptır sıcakbuz Onda tek satır olana ne mutlu
Ve bugün 11 yaşına basmış kendisi, kutlu olsun ^^
1 note
·
View note
Note
Daha çok hikaye istiyoruz. <3 .
Doğal akışından fazlasına zorlarsam daha çoğunu istetecek hikayeler yazamam diye düşünüyorum.
Yine de talebiniz ve kalp için teşekkürler :)
1 note
·
View note
Text
ÖNYARGILI DENİZCİ
Aşağıdaki öykü, “tamamıyla” hayal ürünüdür. Bu öyküde günlük yaşamdaki herhangi bir kişi, kurum vs. ile bir benzerlik bulunursa bu, yalnızca rastlantısaldır.
“Merhaba Altay, nasılsın? Uzun zaman oldu görüşmeyeli.” mesajının bizi önüne getirdiği kapı açıldıktan sonra tam ayakkabımı çıkaracaktım ki onun dosdoğru yürüdüğünü gördüm. Adab-ı muaşerette kafamın hiç almadığı belki de tek konu buydu: evde ayakkabıyla dolaşmak. Onca kiri yuvama taşımanın mantığını anlayamıyordum. Bu konuyu dünyanın en medeni ülkesi kabul edilen Finlandiya’nın vatandaşı olan arkadaşıma sorduğumda “Bana da çok saçma geliyor, bizde bazı okul koridorlarında dahi ayakkabıyla gezilmiyor, dersliklerden söz etmiyorum bile.” demişti. Böylece bunun Asya toplumlarıyla sınırlı bir gelenekten öte olduğu öğrenmiş, doğrusunu benimsediğime bir kez daha ikna olmuştum. Bence olay, sürü psikolojisinden ibaretti: İlk kim yaptı bilinemez ama kalburüstü birileri umumi tuvaletlere, tozlu kaldırımlara bastığı ayakkabılarla kendi evinde gezdi, sosyete dahil herkes bunu birbirinden gördü ve “Demek ki cemiyete dahil olmanın şartlarından biri de bu.” diyerek bunu kabullendiler. İnsan, ultra lüks bir malikaneye ayakkabılarını çıkarıp girdiğini gözünün önüne getiremiyor bile, değil mi? İşte bu kanıksamadan söz ediyorum.
“Çok sıcakladım, şunları dolaba koyup üstümü değiştirip geliyorum. Lavabo, sağdan ikinci kapı.” dedi ve elimdeki poşeti alıp mutfağa gitti.
Evi incelemeye banyodan başlamak biraz garipti, ama öyle denk geldi: Tonla bakım ürünü içinde envaiçeşit duş jeli vardı. “Bu kadarına ne gerek var ki?” diye düşünmeden edemedim. Bence ideal vücut yıkama gereci, sabundu. Hem cildi gıcır gıcır yapıyor hem de onlarca kimyasal içermediği için doğaya zarar vermiyordu, ucuz olması da cabasıydı. Yanına bir lif ve şampuan koyuldu mu duş kiti tamamlanmış oluyordu.
Odasına gitmeden önce söylediğini hatırlayarak kendi bedenimi yokladım, neredeyse hiç terlememiştim. Soğuğa karşı aşırı hassas olmak hayatımı epey zorlaştırsa da sıcağa bu kadar uyumlu olmak çok işime yarıyordu.
Maskeyi çöpe atıp ellerimi yıkayıp salonu buldum: Algılarımın seçmeyi pek istemediği iki modern sanat tablosu asılıydı. Krem rengi duvarlarla birlikte güzel bir bütün oluşturan beyaz koltuk takımının karşısında büyük bir televizyon ve altlığında analog fotoğraf makinesi vardı. “Umarım sadece dekor amaçlıdır, bununla fotoğraf çekmeye çalışmıyordur…” diye düşündüm. Televizyona bir oyun konsolu bağlıydı; en son on dört yaşımda video oyunu oynamıştım.
Kitaplık sayılabilecek bir kitaplığı yoktu, anca biblo konulmaya layık birkaç küçük rafta sadece ve sadece roman vardı ki bence en verimsiz eserlerin verildiği türdü… Zerre içine almayan tonla betimleme, altı çizilmeye değer sıfır tane estetik cümle, sürüklemeyen olay örgüleri, ne bilgi veren ne de heyecanlandıran anlatımlar… Romanların çoğu, sadece laf kalabalığıydı. Bu yüzden, okuduğum kitapların tamamına yakını araştırma-inceleme ve şiir kitabıydı. Hayatta zevk aldığım bir avuç şeyin başında bilgi edinmek geliyordu ve seçmede ustalaştığın sürece ilk grubun örneklerinin bunu sağlamama ihtimali yok gibiydi, ikincisi ise edebi haz verme olasılığı düşük olsa da en azından çok zamanını almıyor, o hazzı verdiğinde de fena mest ediyordu. Kitap dediğin; Köy Enstitüleri’nin kuruluş amacının çağdaş köy öğretmenleri ve çocukları yetiştirmekle sınırlı olmayıp toprak reformunun altyapısı olacak aydın köylü nüfusu hazırlamayı da kapsadığını; İslam’ın Hıristiyanlığa göre çok daha fazla dünyevi hüküm içermesinin sebebinin, Hıristiyanlık ortaya çıktığında ortada sağlam bir Pagan iktidarı varken İslam resulünün güç mücadelesinin ardından bir devlet başkanı olarak yükselebilmesi olduğunu öğretmeli; “Bir çetin ısrar varsa darılma bu sözüme/ Göreyim, ondan sonra mil çeksinler gözüme” gibi dizeler, “Şayet sesimi fark edemezsen/ Rüzgarların nehirlerin kuşların sesinden/ Bil ki ölmüşüm/ Fakat yine üzülme müsterih ol/ Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini/ Ve neden sonra/ Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede/ Hatırla ki mahşer günüdür/ Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum” ve “Mukadderat isterse seni yoldan çevirsin/ Sen hele bu yollarda yıpranarak aşın da/ Varsın bütün ömrünce nasip olmasın/ Yorgunluğunu gidermek serin bir su başında” gibi kıtalar içermeliydi bana göre.
Son birkaç ayda aldığım kararlardan biri de “Mecbur kalmadığın sürece, hatta mümkünse mecbur kalsan da eleştirme.” idi. Çünkü işe yaramıyordu. Övgü veya aklanma dışında söz işitmek istemeyenler, kendilerini adeta ilahi bir varlık yerine koyarak eleştiriden muafiyet istiyordu. Bir yanlışı veya iticiliği görmek ve onu muhatabına iletmek, neredeyse her zaman, muhatabın sana kinlenmesi ve eleştiri konusu hal ve hareketlerine aynen devam etmesiyle sonuçlanıyordu. Aynı anda haklı ve mutlu olmak hiç mümkün değil gibiydi. Bunun sebebi, eleştirinin işe yaraması için onu ileten birinin yetmemesi; anlayan, sindiren ve gereğini yapan bir alıcı da gerektirmesiydi. Kişisel tercihlere saygı payı da hesaba katılınca bu izlenimlerin hiçbiri dile getirilmemeliydi.
Bunları düşünmenin beni de memnun etmediği aşikardı, o yüzden buna son verip merkezdeki kanepeye geçtim. Kısa bir süre sonra içeri geldi. İnceleme esnasında dikkatimi çekmeyen komodinin çekmecesinden pudra şekeri içeren ufak bir poşet çıkarıp baş hizasına getirerek salladı, "İster misin?" diye sordu. "Hayır." dedim, "Mümkünse sen de şimdi kullanma." Pekala anlamında mimik yapıp poşeti yerine koydu. "Peki..." deyip bir kutu çıkardı, bu kez sormadan yanıma oturup kutuyu açtı. Kurutulmuş güzel bir bitki gösterdi. Yüzüme iyice yaklaşıp "Hı?" dedi. "Hı-hım" dedim. Banyodaki o malzemelerin hangisinden geldiğini bilmediğim muazzam bir koku sarmıştı boynunu, anlık tereddütsüzlüğümü sağlayan etkenlerin başında bunun geldiğine kuşkum yoktu.
Hevesle doğruldu ve muntazam bir dal sardı. Bir yıldır içmiyordum, köpek gibi özlediğimi fark ettim; ama çekiniyordum da. Çünkü ne yapacağımız belliydi ve buna hazır olmak istiyordum. İçtikten sonra hareket edemez hale gelecek, servis dışı olacaktım.
"Buna varım ama..." deyip sustum. "Gece kalıyor musun?" diyen aklı uçkurunda dizi karakterinin yaptığı gibi sevişecek olmayı bağırmaktan hoşlanmıyordum. "Sadece bir nefes." dedi, "Gerisi sonra." "Açılışı yapıyorum o zaman." dedim. "Sevinirim."
Ayak parmak uçlarıma kadar körüklemek istiyordum, fakat aklım hala başımdayken bunu yapmadım, orta halli bir fırt çekip ona uzattım. Bir, belki birkaç tık gevşemiştim. Arkama yaslanıp ona yakın olan kolumu ona temas ettirmeyecek şekilde sırtlığın üstüne attım. O ise derin bir nefes çektikten sonra başını kolumun üstüne koydu.
"Ne sıklıkla içiyorsun?" dedim. "Canım istedikçe." dedi. "Canın ne sıklıkla istiyor?" "Günde bir... veya birkaç kez." deyip sırıttı. "Dişlerin çok güzel. Düzgün ve renk farklılıkları yok." dedim. "Ne yani, her gün içiyorum diye filmlerdeki zavallılar gibi mi olmam gerekiyor?" dedi. "Gereken bir şey yok." "Var aslında..."
Kısa bir sessizlik...
O an dudaklarına yapışmamın önünde hiçbir engel yok gibi görünüyorduysa da kocaman bir tanesi vardı: O anın ve konuşmanın devam etmesini şiddetle arzulamam... Romantizm, benim için çok değerliydi. Seks, elbette en büyük zevklerden biriydi; fakat yaptıktan sonraki zamanlara devasa etki bırakmayan bir olguydu. Romantizm ise uzun soluklu ve derindi. Karşındakiyle sıcak diyaloglar, hisli bakışmalar; onun alımlı jest ve mimikleri; onu Louvre'da bir tabloymuşçasına dakikalarca izlemek ve bunları haftalar, hatta aylar sonra bile gözünde yeniden canlandırarak gülümseyebilmek... Hakikaten bambaşka olaylardı.
"Seninkiler de hem büyük hem de düzgünmüş." dedi. "Yeterince düzgün değil, bak, sağ taraftakiler biraz geride." deyip dişlerimi ısırınca ağzımın ne kadar kuruduğunu fark ettim. "Belli olmuyor." dedi. Elini tuttum, işaret ve orta parmağını birleştirip ağzıma götürdüm, 11 ve 21 numaralı dişlerime koyup 12-13’e doğru kaydırdım.
Bir takılmamızda arkadaş çay getirmişti. Saatler geçse de soğumamıştı o çay, öyle bir zaman göreliliği içindeydim. Aynısı yaşandı. Kendimi koltukta sırt üstü uzanmış halde buldum. Parmakları ne kadar ağzımda kaldı bilmiyorum; fark ettim ki geride olan dişlerimde değil, alt ve üst azılarımdaydılar artık, bir de dudak ve yanak içlerimde. Ve ağzımdan çıkarıp emmeye başladı kendi parmaklarını.
O buğulu anda bile hafızamı yoklamayı başardım: Hiç takıldıktan sonra –hatta bu durumda "takılırken"– biriyle birlikte olmuş muydum, nasıl hareket etmiştim? Anımsama çabam onun parmaklarının yolculuğu kadar uzun sürmedi; çünkü olmamıştı böyle bir durum. Bu benim ilk kafa güzel sevişmem olacaktı.
Bilincimin son aralığı da kapanırken ağzımdan şu cümle çıktı:
"Boşalmaya yaklaştığında... bunu söyler misin? Tabii... seni... germeyecekse." "Neden?" "Memnun oluyorum. Bir de o an kaslarım... zorlanıyorsa bile... veya yakınsam... yakın olduğun için... Böylece sen rahat rahat..." Kuru elinin orta ve yüzük parmaklarıyla dudaklarımı kilitledikten sonra yine yüzüme iyice yaklaşıp: "Beni bunu söylememe gerek kalmayacak kadar bariz şekilde boşaltmanı istiyorum." diye fısıldadı.
Bilincim hala fluydu; ama bu sözler, uzuvlarıma güç getirmişti. Dudaklarımdaki elini bileğinden tutup beline koydum. Diğer elimle başını yüzüme bastırdım. Dudaklarını öpüyor, dilini emiyor, dilime onun ağzının her yerini keşfettiriyordum. Benden fırsat bulup bunların aynısını bana yapabilmesini şaşkınlıkla yaşıyor, daha hevesli özümsüyordum onu.
Diğer bileğini de tutup ellerini belinde birleştirdim. Bacağımla vücudunu yükseltip kendimi onun altından çekip onu altıma aldım. Artık sadece kalçalarına değil, tüm bedenine hakimdim.
Şortunu çıkarıp dolgun bacaklarının arasına yerleştim. Diz kapağından kalça çizgisine kadar öpe öpe geldim. Ardından o güzergahı yalayarak izledim ve diğer bacağa aynı işlemleri uyguladım. Çoğu zaman ince kadınlar daha şık olsalar da bu eylemin arzusunu ancak dolgun olanlar yaratabiliyordu.
Külodunu çıkardım. Dilimin üst yüzeyinin tamamını, dil ucum arka kapının hemen üzerine gelecek şekilde yapıştırıp klitine kadar sürttüm. Bir daha, bir daha, bir daha...
Tüm yüzey faslını bitirip yıllardır yapmadığım "çaprazlama" hareketime geçtim: Sol dudak kenarından başla, sol dudak üstünü aşağıdan yukarı yala, dil ucunu hafifçe içeri sokup sağ dudağa geç, onun da kenarını yaladıktan sonra aynılarını çapraz şekilde yüksele yüksele yap.
Ardından klite yoğunlaştım: dairesel hareketler, hafif baskı; düşey doğrultu, orta baskı.
Çayın soğumadığı gibi süreç bitmiyordu. Ben içtikçe o akmaya devam ediyor, bacakları başıma mengene gibi geliyordu. Bu, benim için farklı bir durumdu. Kadınlar genelde konuşur ve –fazla olumsuzluk eki içermediği sürece– ben de bunu isterim, aynı dili konuşabiliyorken telepatiyle anlaşmayı ummayı saçma bulurum; o ise derin nefesler alıp vermek haricinde ağzını açmıyordu. “Nasıl olur da içine girmem için yalvarmaz?” diye düşünürken onun son sözünü hatırladım: "Söylememe gerek kalmayacak kadar bariz şekilde..." demişti. Acaba boşalmak üzere miydi? Emin değildim; fakat bunun, tek vücutken gerçekleşmesini istedim. Aletimi, yuvasından akan nehirlerde ve onun girişindeki gölette ıslatıp içeri girdim.
Bacakları gevşedi, vücudunu saldı. Gözlerini kapattı.
O kadar ıslaktı ve/veya uyuşmuştum ki hiçbir sürtünme hissetmiyordum. Hızımı artırdım, duvarlarındaki barajları kazımaya başladım. Kazıdıkça azıyor ve daha da hızlanıyordum. Yeniden sımsıkı kenetlenmişti ama aletimin ucuna kadar çıkıp tekrar tekrar kökleyebiliyor, köklüyordum.
Bacaklarının arasındayken deliler gibi kıvranmasına rağmen konuşmaması bende başka bir girişim cesareti yarattı: Sınırları zorlamaya karar verdim. İçi hali hazırda alev alevken bacaklarını omzuma aldım ve arzın merkezine seyahat etmeye başladım. Ellerini iki yanına sabitlemek için üzerine biraz daha eğildiğimde artık tam olarak neresine ulaştığımı gözümde canlandıramıyor, fakat iliklerime kadar hissediyordum.
"Gözlerime bak." dedim, öyle yaptı.
Dudaklarını büzüp konuşacak gibi olunca başımı "Konuşma." der gibi iki yana salladım ve en derine girip çıkmaya devam ettim. Göz bebeğinin büyüklüğü değişti, bu kez bacaklarıyla beraber vücudu da titredi. Beni refleksif olarak iten o bacaklar, bu sarsılmanın hemen ardından, bir anda gevşedi. Yumrukları da artık sıkılı değildi.
İçinden çıkıp yanına yattım, yüzüne baktım. Maratonun 32. kilometresindeki halime çok benziyordu: perişan ve mutlu.
"Boşaldım..." diyebildi. "Söylediğin için teşekkür ederim." dedim gülümseyerek. "Devam etmeyecek miyiz?" dedi. "Birazdan." dedim, zira orada biraz daha kalsaydı eriyebilirdi aletim. Kollarım da çok yorulmuştu.
Buzdolabından iki bira çektim. Birini yuvaya koyduktan sonra diğerini açıp birkaç yudum alıp ona uzattım. İçmeden önce: "Çok iyi geldi, teşekkür ederim..." dedi. "Ne demek. İstediğin başka bir şey var mı?" "Boşalmanı istiyorum."
Aletim yarım porsiyona inmişti, lakin ufak dokunuşlarla hemen kendine geleceğini hissedebiliyordum. Dememe kalmadan yattığı yerden üzerime doğruldu, dudaklarıma küçük bir öpücük bıraktıktan sonra dilinin altıyla adem elmamdan karnıma kadar kesintisiz indi. Karın kaslarımın aralarındaki çukurları yaladı. Bir yandan kıvrandırırken diğer yandan da aklımdaki bir sorunun cevabını vermişti: Gemide çalıştığım uzun, upuzun saatlerin ardından onca yorgunluğa rağmen neredeyse her gün yüzlerce mekik çekerken bu motivasyonun kaynağını merak ediyordum. Zira kaslı olma hevesim yoktu, dayanıklılık bana yetiyordu; birlikte olduğum ve kendisine daha iyi görünme gereği hissettiğim biri yoktu, elde etmeye çalıştığım bir kadın yoktu, hatta “Keşke onunla birlikte olsam...” diye hayalini kurduğum biri bile yoktu. Kaynak, içgüdüydü. Planlamasam da, o an için aklımın ucundan bile geçmese de böyle anların yaşanabileceğini unutmayan ve yaşanmasını sağlayacak koşulları dünden hazırlamam gerektiğini “düşünen güdü”.
Dilini profesyonel bir ressamın, fırçasını kullandığı gibi ustaca kullanıyordu. İndiği son bölgeye şeffaf boyasını fevkalade biçimlerde sürdü. Sivri kemiklere çarpmıyor, et dolu bir havuz içinde yüzüyormuş gibi hissediyordum.
Aletimi eline aldıktan sonra yukarı çıkıp kulağıma bir cümle fısıldadı. İlk kelimesinden itibaren ne söylediğini anlayamayacak kadar uyarıldım. Elini aletimden çekip onu yüz üstü yatıracak şekilde fırlattım. Üzerine yattıktan sonra kalçalarını sertçe kavrayarak açıp içine girdim. Sol elimin orta ve yüzük parmaklarını klite adarken sağ elimle kalçasını sıkmaya devam ettim. Birkaç git gelin ardından orgazma iyice yaklaştığımda "Tekrar boşalıyorum, tekrar boşalıyorum..." diye sayıklamaya başladı ve öyle yaptı, arka arkaya iki kez. Bunun üzerinden çok geçmeden içinden çıktım, dolgun beyaz kalçalarını biraz daha beyaza boyadım –ikisini birden, boylu boyunca.
Sehpadaki havlu peçeteden iki parça koparıp biriyle kalçalarını tohumlarımdan arındırdım, diğeriyle kuruladım. Daha kuru olan ikincisini ilkine sarıp kanepenin yanına attıktan sonra biradan birkaç yudum alıp yanına uzandım.
"Bunu nasıl yaptın?" dedi. "Ne yapmışım?" "Son bir saattir olanları soruyorum." dedi. Şaşırdım, çünkü o düzenli kullanıcı olduğu için zaman algısının daha yerinde olduğu muhakkaktı; benimkine göreyse bin saat geçmiş gibiydi. "Sadece... Sana özen gösterdim, hepsi bu." "Kim bilir kaç kere yapmışsındır bunları..."
"Olanlar" dediğine göre özellikle tek seferdeki boşaltma sayımı sormuyordu, buna memnun oldum. Zira bunun benim için olağan ve daha fazlasının mümkün olduğunu bilse elde ettiklerinin kıymetini anında unutur, "Ben de isterim!" diye mızmızlanırdı. Kadınlar böyledir çünkü: Her şeyi, hatta her şeyden daha fazlasını isterler ve hepsini aynı anda isterler.
"Hayır." dedim, "Tam olarak öyle değil." "Peki, teşekkür ederim..." dedi.
Sıkılmıştım.
"Normale dönebilir miyiz? Övgülerin için sağ ol ama kendimi kasıntı bir ödül töreninde gibi hissetmeye başladım. Sadece uzanalım." dedim kendim doğrulurken.
Küllükteki emaneti alıp dizüstüme yattı. Yaktıktan sonra da yatabilirdi, daha rahat olurdu; ama yattıktan sonra yaktı, çok hoştu. Üflerken bana baktı, çok hoştu. Dalı uzattı. Bir duman aldım ve hem onun sırılsıklam vücuduna üfledim hem de onun gözlerine baktım, çok hoştu.
Görsel şöleni bir soruyla böldü: "Çok klişe bir soru, biliyorum; ama lafı dolandırmadan sormak istiyorum: Bundan sonra ne yapacağız?" " 'Biz ne olacağız?' diyorsun yani." "Evet, en azından şekil olarak klişe değildi." "Böyle devam edelim, senin için de uygunsa." "Arada bir sana uğrarım, içip sevişiriz, sonra da giderim, diyorsun yani." dedi beni taklit etmek için son iki kelimeyi vurgulayarak. "Sen de bana gelebilirsin. Dışarıda da buluşabiliriz, sevişmemiz şart değil." "Neden bunları düzenli yapmıyoruz, sevgililer gibi?" "Kadınlara güvenmiyorum. Ya terk ediyorsunuz ya da sevgime, ilgime, sadakatime aynı, hatta yakın oranda bile karşılık veremiyorsunuz." "Bütün kadınları..." "Seni anlıyorum, bir kadın bana erkekler için aynı genellemeyi yapsaydı ben de ona böyle itiraz ederdim; ama bazen akıl, duyguların üstesinden gelemez –ne kadar mantıklı biri olursan ol." "Bu önyargıyı kırmanın bir yolu yok mu?" "Bildiğim kadarıyla yok. Zaten başka etkenler de devreye girdi, önyargıdan kurtulsam da öbür taraftan bağlanmış olundu." "Nasıl?" "Mesleği sevdim. Artık önümde bir engel de kalmadı, en azından kaptan olana kadar çalışmayı planlıyorum." "Kaç sene yani?" “Önemli değil, çünkü onun yarısı kadar olan süre dahi köklü bir ilişkinin bitirilme bahanelerinden biri olabildi. Seninleyse hayatlarımızın çok az bir kısmını paylaştık. Beni sadakat ve sabırla bekleyeceğine dair güveni verebilecek hiçbir fırsatın olmadı.” “Öbür taraf değil, aynı önyargı bu: ‘Kimse yeni bir şansı hak etmiyor.’ önyargısı. Senin adalet anlayışın bu kadar mı?”
Cevap vermek yerine bir saat önce yaladığı dişlerimi sıkmayı yeğledim. Hayatımın merkezine oturttuğum kavramı onunla bu şartlarda tartışacak değildim.
Sustuğumu görünce devam etti:
"O zamana kadar bir ilişkin olmayacak, öyle mi?" "Öyle görünüyor." "Her limanda bir sevgili'ye mi güveniyorsun?" "O laf yalan ya, kim demiş bir tane diye?" deyip rezalet bir kahkaha attım. Suratı düştü. Az önceki hadsizliğine rağmen dünyanın en yersiz şakasıydı, diye geçirdim içimden ve asıl gerçeği söyledim: "Tek gecelik ilişki, aşk fakirinin züğürt tesellisidir. Ben uzun ilişki taraftarıyım, ama dediğim gibi, siz böyle değilsiniz. Ya terk..." "Bana 'siz'li cümleler kurmayı kes!"
Ortam buz 'kes'ti, ama sıcak değildi... Toparlama gereksinimi duydum: "Sorun bende olabilir, belki de birlikte zaman geçirdikçe katlanılmaz biri oluyorumdur." Bu sefer daha kısık sesle ama daha sitemkar bir tonla bağırdı: "Hâlâ aynı şeyi yapıyorsun!" " 'Siz' demedim ki?" "Kim için katlanılmaz biri olabilirmişsin?" "Kadınlar için..." "KadınLAR için!"
Bu kez çift taraflı sessizliğe gömülsek de ben tek başıma çıkmaza girmiştim: Haklıydı, önyargılıydım ve daha hazini, bu önyargıyı yok edebilecek tek yönteme kapımı kapatmış olmamdı. Tam istediğim gibi birini aramaktan seneler önce vazgeçmiştim, fakat artık asgari beklentilerimin karşılanabileceğine dair inancımı da yitirmiştim. Kendi kendime “Cidden emekliliğini mi ilan ettin, hem de bu kadar gençken?” diye sordum. Hayır, emeklilik değildi bu, “gazi”likti. Mutlu mesut yaşayacağını bilemediğin toprakları elde etmeye çalışırken, hatta ve hatta elde ettiğini sanıp günün birinde avuçlarından onun kayıp gidişini izlerken ağır yaralanmaktansa kendi bozkırında volta atmak hem daha rasyonel hem de daha onurlucaydı.
Yürümeye başladım. Yalnızlık, şimdiye kadarki en büyük boyutuna erişmişti; lakin ben de onu tüm ağırlığıyla sırtlamama rağmen dimdik durabilecek kadar güçlüydüm. Mutlu değil, fakat hiç olmadığım kadar huzurluydum.
0 notes
Photo

Bitmeyen bir kitaptır sıcakbuz, Onda tek satır olana ne mutlu. sıcakbuz bugün 6 yaşına bastı!
1 note
·
View note
Text
GEÇMİŞTEN GELECEĞE HEDİYE ya da İNCİ
Her zamanki gibi çook uzun bir aradan sonra gelen bu öyküye, bir özürden sonra başlamalıyım: Bir önceki öykümün; hayal ürünü olduğunu belirtmeme karşın gerçek hayatımdan bazılarında istenmedik çağrışımlar yarattığı, bunun da kime süreçlere konu olduğunu öğrenince; onu –her ihtimale karşı- işi bilen birine okutma gereği duydum. Zaten bir elin parmakları kadar var mıyız bilmiyorum ama, okuyanlar anımsar, hukukçular için “Onlar boşluklardan vurmayı iyi bilir.” demiştim. Öykümü okuduktan sonra bana dönen tanıdığım: “Bu yazıda bir suç yok, ama şu cümleden mesleki onurum incindi.” dedi. Kendisine hak verdim ve hemen özür diledim. Avukatlık; doktorluk gibi, askerlik gibi, siyasetçilik gibi kutsal bir iştir. Ben orada; organ mafyalarının kadrolu elemanı olan cerrahtan, ordunun hiyerarşik yapısını kötüye kullanan albaydan, yolsuzluk yapan bakandan söz etmiş gibiydim; ama “bazı” demediğim için istemeden hepsini itham etmiş olmuşum. Bu, büyük bir hatadır. Diğer dört parmaktan da hukukçu olan varsa, onlardan da özür diliyorum. Eh, sorumluluğumuzu da yerine getirdik madem, başlayayım:
1
İsmim Cem. Öykümüzün ana kahramanına da isim aramadım, adaşız. Bununla birlikte, ben her zamanki ibaremi koyuyorum. Burada yazanların “tamamı” hayal ürünüdür. Günlük yaşamdaki şu veya bu kişi, kurum vs. ile bir benzerlik bulunursa, bu “yalnızca” rastlantısaldır.
Son dersten çıktık. Üst dönemden kalanlar ve diğer birkaçı, okulun yakınlarında bir şeyler atıştırıp Göksu’ya gideceklerini söylediler. Ben de “Neden okulda yemiyoruz?” dedim. Kimisi değişiklik mırıldandı, kimisi yalnızca yüzüme baktı. İyi, dedim, siz gidin, ben belki sonradan eklenirim. Civardaki en ucuz yerde bile kıytırık bir tosta dört-beş, kaliteli bir yemeğe on iki-on dört lira bayılmaktansa, sırf malzemelerini bile o fiyata mal edemeyeceğim lezzetli tabldotu yemeği tercih etmem, benim için gerekli ve rasyonel bir hareketti, ilkelerime uygundu. Tasarruf oranı diplerde bir toplumda, boşa harcanan her lirayı (Kuruş düzeyine inemedim henüz :) ) önemsiyordum. Hava buz tutmamışsa, dolmuşa binmem. “Göreli-oransal pahalılık” anlayışına sahibim. Orada önemsediğim şey, onunla otobüs arasındaki bir lira bilmem kaç kuruş değil; onun fiyatının, otobüsünkinden yüzde iki yüz daha fazla olması. Takdir edersiniz ki, bu azımsanabilecek bir oran değil.
İnsan yalnızken kendini çok geliştiriyor. Açık algıları ve öğrenme tutkusu varsa, entelektüel bir çizgide olmaması çok zor. Buna bir de siyasal idealleri eklediğimizde, tipik aydın profiline ulaşmış oluruz.
Peçeteliği telefona destek yapıp Çocuklar Duymasın’dan bir bölüm açtım. Evet, ilkokul çağımın vazgeçilmezi olan bu diziye yeniden başladım. Birol Güven’in nitelikli, paçalarından tespit akan senaryosundan o kadar ders çıkardım ki... Neyle ilgili derseniz: Evlilik meselesine ilgim arttı. Yo, yo... 30’a kadar hayır, ama marifet o zamana kadar, meselenin pürüzlerini –elinden ve zihninden geldiğince- gidermek diye düşünüyorum. Mesela; en büyük sorunlardan birinin para olduğunu çok net gördüm. Bu elbette bir diziyle sınırlı değil, farklı cinslerin evliliği söz konusu olduğu için çatışma çok kolay patlak veriyor, rastlamak zor olmuyor. Bununla ilgili çözümüm şöyle: Sosyokültürel açıdan baktığımızda, Yeşilçam’ı bir kenara bırakırsak, yakın/eş sınıf ve statü gruplarının daha uyumlu olduğunu ve birbirleriyle daha kolay evlendiklerini görüyoruz. Bu kabul, yani kendi çapımızda biriyle evlendiğimizi varsayıyorum, bu da çözümü daha gerçekleştirilebilir kılıyor: “Üç hesap yöntemi”. Evet, çözüm bu: “Ortak gider hesabı”, “kişisel hesaplar” ve “gelecek hesabı” olarak üç bölümden oluşuyor. İsimleri yeterince açıklayıcı, ama adet yerini bulsun. Ortak gider hesabı: Zorunlu her türlü ev eşyası, faturalar, mutfak gideri, tamir, çocuk olunca onun bin çeşit tüketim kalemi ve devamına harcanan para burada tutulur. Eşlerin buraya olan katkısı, evliliğin ilk aylarında, maaşlarının %60’ı, taksitler azalarak bittikten sonra da %30-40’ı civarlarındadır. Kişisel hesaplar: Eşlerin para konusunda tartışmalarını yok edecek yöntemin en önemli hesap çeşididir. Eşler bu kısımda o kadar özgürdürler ki, dilerlerse kazandıkları paranın bu kısmını yakabilirler. Ve diğer eş “N’apıyorsun be kadın/adam?!” diyemez, gıkını bile çıkaramaz. Gelecek hesabı: Dedelerimiz, emekli ikramiyeleriyle ev filan alırdı; ebeveynlerimiz ikinci el bir araba alabildi ya da kredi kartı borçlarını sıfırlayabildi; malum, 90’larda doğan benim kuşağım emekli maaşı bile alamayacak. Yaşlanınca ele, hatta kendi çocuğumuza muhtaç olmamak için de, yaşamakta olduğumuz hayatı çok etkilemeyecek, ama biriktiğinde iyi iş görecek, kısacası damlaya damlaya göl olacak para da bu hesapta duracak. Bunun için belirlediğim oran; evliliğin ilk üç-beş yılında %2-3, sonrakilerde %5-7.
Selami bayıldı ve bölüm bitti. Kazandibinin yarısı kestikten tepsiyi bırakıp çıktım. Hisar kampüsümün (kampus’a dilim dönmüyor, kusura bakmayın) kaldırımının sonuna kadar zevkle içeceğim sigaramı yaktım. Kulağıma yarı asi, yarı melankolik müziğimi taktım ve yürümeye başladım. Sıkılgan bir keyif yaşıyor gibiydim. Durakta fikrimi değiştirdim: Eve değil; Kadıköy’e gitme, yeni kitabıma kahve ve Moda sahili eşliğinde başlama kararı aldım.
Sevdiğim, ama milyon kez döndürdüğüm listemi duraklatınca sıkıldım. Kitaba başladığım yer çok da önemli değil, diye düşünüp çantamdan çıkardım. Tam açarken duraksadım, okuldakiler kafedeydi. Neyse ki “belki” demiştim, sözünden dönmüş olmamanın –çünkü söz vermemiş olmanın– rahatlığıyla okumaya başladım.
Duygu Asena – Kadının Adı Yok. Çığır açan kitaplardan biriydi. Türk kadının yaşadığı pek çok sorun, bu kadar açık saçık biçimde ilk kez onda dile getirilmişti. Methini çok duyduğum kitabın, bunu gerçekten hak ettiğini fark etmem uzun sürmeyecekti. Sade dili, satırları hızla akıtıyordu. Birden, yanımda oturduğunu bile fark etmediğim kişinin ince “Pardon...” unu duydum. N’oldu, gibisinden yüzüne baktım. “Ne okuduğunuzu öğrenebilir miyim?” dedi. “Tabii...” dedim, kitabın kapağını gösterdim. Nedense böldüğüne kızmamıştım, çünkü kibardı, ilk bakışta da hoş gelen bir profili vardı. Sarkık ve sivri olmayan bir burun, kulaklara kadar değil yeteri kadar çekilmiş kalem, mütevazı allıklı yanak.
(Nedense böldüğüne kızmadım, deyince aklıma gelen ibretlik durum komedisi: Yine otobüsteyim, oturuyorum. İlerledikçe kalabalıklaşıyor. Saçım açık. Son durağa yakın kalkmaya niyetleniyorum. Aman Allah... Tutunacağım niyetiyle demiri kavrayan şahıs, eliyle arasına benim saçın yarısını almamış mı... Hışımla dönüp: “Ya dikkat ets...” Şıkır şıkır bir hatun. “Ayy! Çok özür d...” derken kesip: “Yok yok, önemli değil.” dedim. Parantezi kapatalım...)
“Toplumsal cinsiyet çalışmalarına ilgi duyuyorsun sanırım?” “Eh, biraz... Çok tekrara düşmediği sürece yararlı buluyorum.”
O konuşulur da postmodernizm geri durur mu... Döküldük karşılıklı, ben başladım: —Çağdaş Sosyoloji Kuramları dersinin Postmodern Sosyal Teori ünitesini okuyorum. Bir yerinde: “Bilimin bütün sorunları çözebileceği yolundaki sakat inanç, modern bilimin 20. yy.ın belli başlı sorunlarını iyileştirme konusundaki bariz yeteneksizliği konusunda bocaladı (nükleer silahlar, zehirli kimyasal atıklar, çevre kirlenmesi, açlık, yoksulluk gibi).” deniyor. Açlık, yoksulluk vs. bilimle değilse, adil bölüşümle değilse nasıl çözülecek peki? Postmodernizm mi çözecek bunları? —Bazen soğukkanlılığımı kaybedecek denli sinir oluyorum bu tip “tespit”lere. Eleştiriyorsun, aferin, yerine bir şey koyabiliyor musun? Böyle deyince de “Biz sizin gibi yapısalcı değiliz, bir şeyler koymaya zorlayarak bizi hataya yapmaya sürüklüyorsunuz.” diyorlar. Eh, haklılar; ortaya yapıcı iddiada bir şey koymayınca hata yapma olasılığın da olmuyor! Kendi entel evreninde alnın ak, sırtın pek yaşayıp gidiyorsun. — “Modern bilim, demokratik toplumlarda hükümetlerin yaptığı usulsüzlüklerin üzerini örtmekle ve totaliter devletleri ayakta tutmaya yardım etmekle suçlandı.” O kadar berbat bir ifade ki... —Neresinden tutsan elinde kalır, değil mi? Aydınlanmanın Diyalektiği’ndeki Hitler-modernizm ilişkilendirmesinden devşirilmiş bir çıkarım herhalde bu, onun tanım hali daha doğrusu. —Hep çekiç örneğini veririm: Bununla çivi de çakabilirsin kafatası da parçalayabilirsin. Bu onu tek başına kötü yapmaz, bilim de böyledir. Kimi ilaç üretir, kimi zehir. Kimi gezegen arası mesafeyi ölçer, kimi burun ölçüsü alır. Daha fazla uzatmayalım bu martavallara cevabımızı.
Bu seferki duraksama, fiziksel özelliklerin ötesinde olmuştu. Daha önce, otobüste yanıma oturan hiçbir yabancı elimdeki kitabı merak edip, onunla bağlantılı sosyolojik-düşünsel konulara olan ilgimi merak etmemişti ve döktürememişti. Hatun, bulunduğumuz ortamın yadsınamaz katkısıyla, tek bir kavram ve sorusunun ardından gelen bombardımanıyla ilgimi çeke çeke uzattı.
Son durağa kadar yeni toplumsal hareketlerin etkilerinden, Türk kadının engelleri nasıl aşabileceğine, sorumlulukların kişi ve kurumlar arasındaki dağılımdan doğa-yetişme paylaşımına kadar pek çok şeyi kısa kısa, hızlı hızlı konuştuk.
—“Sakıncası yoksa, ne yöne gideceğini soruyorum.” Güldü. —“... sorabilir miyim?” değil miydi o ya? —Zaten sormuş oluyorum, o yüzden... —Hep böyle ince mi düşünürsün? —Çoğu zaman, ne yazık ki. —Moda’ya gideceğim. Okuldan arkadaş gelecek, çalışacağız.” —Ben de. Ha, iyi anımsattın, hangi okul-bölüm?” —İstanbul Üniversitesi – Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, sen? Kocamaan bir hassiktiiir çekiyorum içimden. —“Aynısı, Marmara’da ama.” Bu soğukkanlılığa da bir tanesi daha çekilirdi, geri kalmadım, mütevazılığa da güzel bi’ hassiktir çekmiş oldum. —Çok hoş, senden fikir alayım o zaman. Bu benim ilk yılım, yani geleli çok olmadı. Şehri tam tanımıyorum (Aman, tanısan hiç sevmezsin, diye geçirdim içimden.), periyodik olarak konferanslar, paneller vs. düzenleyen yerler var mı bildiğin? Ya da tek tük, rastgele mi gidiyorsun? —Genelde ikincisi oluyor. Düzenli yapanlar, aynı şeyleri yaptıkları, yapmak zorunda oldukları için farklı farklı bakıyorum. Verim de fazla oluyor böylece, öbür çalışmalar kuru bir görev bilinciyle yapıldığı için, boşluk doldurmaya yazan köşe yazarlarının işi gibi geliyor. —“Haklısın, rutine bağlanacak işlerden biri değil bu.” Demek ki onun için rutine bağlanabilir şeyler de vardı. Merak ettim, ama konu dağılmasın diye sormadım. —Numaranı ver, oldukça atarım sana. Ya da istersen... — “Olur.” diyerek sözümü kesti ve numarasını söyledi. Durumu alaya alarak: — “Adını bile öğrenmeden numaranı almış bulunuyorum bu arada, başarı haneme yazıyorum bunu.” dedim onu çaldırırken, “Başlangıç hızlı olunca... Cem ben.” Kaydetmesini bekliyordum, ama telefonu çantasından/cebinden (sessizde olunca emin olamadım) çıkarmadı bile. —Sorma... Siz erkekler şu haneye yazma işine niye bu kadar meraklısınız? En son, lisenin yurt kantininde iftiraya uğradığımda yüzümün bu kadar kızardığını hatırlıyorum. Aradaki fark, bu seferkinin iftira olmamasıydı. Lisenin ortalarından itibaren hiçbir zaman skor kaygısıyla bir şeyleri, birilerini elde etmeye çalışmamıştım. Ama bu, elde ettikten sonra ister istemez kafamda bir liste olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. “Ben de İnci’yim bu arada.” —“Listemi yayınlamıyorum, listemdekileri de yarıştırmıyorum. Buradan kurtarabilirim sanırım.” dedim. Suratımın yarısının değil, tamamının sakallı olmasını diledim o an, kızarıklığa şahit olmaması için. Yalvardım. Neye yalvardın, derseniz... Ortaya sanırım. Merci olmayınca, napayım... —Liste tuttuğunu peşinen kabul ederek mi? Dürüstlükten kurtarabilirsin bak. Magma tabakasına ulaşmıştım. Yerin daha dibini bilsem, oraya girerdim. Yürüdükçe konu yavaş yavaş dağıldı. Tam eşit şartlarda muhabbete dönecekken: —“Burası.” dedi, “Geldik. Eşlik ettiğin için teşekkürler.” — “Şu son beş dakika hariç benim için büyük zevkti. Yazacağım. Yani... Konferans, panel vs. olunca.” dedim. Yanaklarından öperken: “Görüşürüz.” diye ekledim. —Görüşmek üzere Cem. Yoksa, TM mi demeliyim?
Ben “Eheh...” diye mırıldanırken içeri girdi. Sahile doğru yürümeye devam ettim. Dank! Bi’ dakika bi’ dakika! Biz videoculuk konusunda hiç... Nereden biliy...
Koşar adımlarla geri döndüm. Kapıyı ittim, kapalıydı. Ellerimle yansımayı gölgeleyip içeri baktım, yoktu. Zile yöneldim, bin taneydi. Telefona sarıldım, meşgule attı...
“Ne çabuk çıktı konferans :)” “İnci sen nereden biliyorsun, ortak arkadaş olayı mı ne bu?” “Acele etme :) Ben çok bekledim bugün için, sen de sabretmelisin.”
Tekrar aradım. Bu sefer açmamakla birlikte mesaj da atmadı. Zil... Ama hangisi? Rastgele basıp kapıyı açtırıp içeri girsem n’olurdu ki? O daireyi bulana kadar hepsini tek tek ziyaret mi edecektim? Ki onun olduğunu bulsam bile, telefonu açmayan, kapıyı açar mıydı?
Çaresizce yeniden sahile yöneldim. Bir kahve alıp, ortalara ilerledikten sonra, çimin ortasına çöktüm. Bir süre kukumav kuşu gibi durduktan sonra kitabımı açtım. İki sayfa okuyamadan kapatıp kenara attım. Bir sigara yaktım. Düşün, düşün... Ne kadar karmaşık olabilir ki... Ve...
Yerde ararken gökte buldum onun kim olduğunu. Hayır, yanlış yazmadım ve siz yanlış okumadınız, gökte. Anlatayım. Bu benim işim.
30 Mart’ta oy vermek için bir buçuk günlüğüne Alanya’ya gelmiştim. Elimdeki kitabı anımsamıyorum. Uçağa binmeden önce çoğu açıklanmış olan sonuçlar canımı sıkmıştı, kitap da öyle. Önümdeki cebe atıverdim. Beş yüz bin kere döndürdüğüm şarkı listemi duraklattım, kulaklığı ona sarıp telefonu da kitabın yanına bıraktım. Etrafa bakınmaya başladım. Yanımdakinin, yanındaki milf kılıklıyla muhabbetini dinledim. Ve onlar ara verdiğinde, girebileceğim bir noktasından daldım muhabbete. Kız bozuntuya vermemeye çalıştı, ama şaşırdığı belliydi. Kısa bir dönüş yaptı. Bir laf daha attım. Cevaba cevap. Bir kısa cevap daha. Lafı değiştirdim:
— “Şimdi böyle ve bu ortamda konuşunca aklıma Dövüş Kulübü’ndeki tek porsiyonluk arkadaş muhabbeti geldi, hatırlıyor musun onu?” Hayır, dedi. “Hani uçakta her şey tek seferliktir; sabun, peçete, arkadaşlıklar...” “Filmi izlemiş miydin?” diye sormayı akıl ettim sonunda. Ona da olumsuz yanıt verdi. “Dövüş” filan demese miydim acaba... Ya da İngilizcesini söyleseydim ona daha havalı gelirdi belki, malum, milletimde aşağılık kompleksi yaygın. Ama ben ilkelerinden ödün vermeyen bir heriftim di mi, doğru olanı yapmıştım yani. Onları bir porsiyonluk kız için meze edecek halim yoktu ya?
“Bu arada, ben Cem. Memnun oldum.” “İnci. Ben de.”
2
Beklememi istiyordu. Bense sabırsızlıktan ölüyordum. Onun uzuun planına bir gün verip telefona sarıldım:
—2.5 yıl. Sağlam irade varmış sende. —Nasıl ya, bu kadar çabuk mu?! Oldu olacak görür görmez hatırlasaydın... —Çok... Değişmişsin. —Hah, sağ ol. —Ne dedim ki şimdi? —Bir şey demene gerek kalmadı, planımı altüst ettin! Demek o da benim gibiydi. Yaşadıklarını yazmayı değil, yazdıklarını yaşamayı seviyordu. —”Üzgünüm... Peki, bu görüşmemize ne düzeyde engel teşkil ediyor?” dedim. —Yarınki dersine gidecek misin? —Yine durakta olacaksan doğrudan oraya gelmeyi tercih ederim. Senin dışında hiçbir önceliğim yok şu anda. —Beni bıraktığın apartmanın önünde, 4’te. “Emredersin efendim!” demek geldi içimden. Aynen, içimden geldi; refleksif değil, içgüdüseldi. Tamam çakıp yarını iple çekmeye başladım. Ağırdı, gelmiyordu...
Nihayet... Saçlarımı on dakika boyunca kremleyip onu atar atmaz durulamayı kestim. Kabarmasın diye hastalanmayı dahi göze alıp diplerini kurutmakla yetindim. Koyu yeşil kadife gömleğimi, siyah kadife pantolonumu giydim. Saatimi ve çivi bilekliğimi taktım. Cumhuriyet balosu parfümümden iki fırt sıktım. Kulaklığı takıp hızla çıktım. 3 civarıydı, erkenciydim. Nasıl olmayabilirdim?
Motivasyon müziğimi açtım. Yolda süratle akıyordum. Dım dım dım dıdıd��dıdım dım dım dıt dıt dıt dıt dıtdıdıdıt!
3.30. İki gün önce camından içeriyi gözlediğim kapının önüne geldim. Kulaklığı özenle katlayıp cebime koydum. Yan binanın kapısındaki yansımamda saçlarımı düzelttim. Sırtımı onun binasına dayayıp beklemeye başladım. Müziğe devam mı etseydim... Böyle bekleyince sıkıcı oluyor, ama karşılaşınca kabloyla boğuşurken çok acemice ve nahoş bir görüntü sergiliyorum. Kararım doğruydu. Beklemeye devam. Sigara mı yaksam? İlk buluşmadan zifir kokmanın alemi yok. Yakmadım. Doğru karar. Devam.
Beş dakika sonra geldi. Saçlar dümdüz... En mütevazısından allık –yazın ilk günlerini andıran yanaklar yaratmış... En düzgününden göz kalemi –iki gün önce özensiz bakışlarımdan ötürü beni cehennemin dibinde yıllarca yakabilecek değerdeki kahveleri belirginleştirmiş... Kirpikler hafifçe kaldırılmış. Katlanma bölgesine allık kadar hafif bir far... Üstte diz altına kadar uzanan siyah pardösü, kuşaklı... İçinde en koyu tonlarından kırmızı bir kazak... Gözleri gibi kahve, deri, sade, yekten büyük bir omuz çantası –öyle liseliler gibi sırt çantası diil. Hatunu koluma takıp tüm dünyayı dolaşmak istedim. Bu kadar bakım ve güzellik, başka gezegenler için gereken enerjiyi bile verir. O şekilde ne kadar bakakaldım, bilmiyorum. Öylece durup bana sarılmasını, ardından benim de ona beş-on katı kuvvetle sarılmamı istedim. Ne kadar, bilmiyorum.
—Mesaj atmadın? —Nasıl yani? —Geldiğini diyorum. 2.5 sene önceden gelip bana hesap soramazsın, çok heyecanlıyım, dedim içimden. —Ha... Unutmuşum. Çok olmadı geleli. —”Biliyorum.” dedi gülerek. —Şu çıkıntıdaki lokantaya gidelim mi? Aç değilsen bile epey hoş bir konumda. Kahveye oldukça yakışır. Ben günde sekiz-on bardak çay içen bir herifim, ama evlilik programlarıyla, “siktir et çay koy şiir sokakta au beybi beybi” muhabbetleriyle “Bi’ çay içelim.” klişesi oluştuğu için çay içmek istesem bile kahve diyorum. Kahrolsun lümpen kültürü. —O kadar matah değil, zaten olması da gerekmiyor. Gidelim.
Oturduk. Gözlerimi ondan alabildikten sonra menüye baktım. Çay 6 lira! 4 bardak içsem aylık çay masrafıma denk! Kahve 10! Ziyana bak. Neyse, diye içimi toparladım, bu buluşma için kaç lira olsa verilir... Karşındaki hatunu görmüyor musun?
--Ben sütlü kahve alacağım, sadesi sert geliyor, sen? --Latte istiyorum. --Bakar mısınız? Hah evet, bize bir sütlü kahve, bir de latte lütfen.
Siparişi verdikten sonra önüme döndüm. Gözünü kırpmadan beni izliyordu. Bi’ an irkildim. Kısa sürede aynı moda girdim. Birbirimize bakıyoruz. Romantizm değil, gerçekçi bir dikkatle. İfadesiz dudakları, gülümsemeye döndü. Benimkiler de kasılmayı bıraktı hemen... Bir anda eski ifadesini takınsa, karşılık veremez, ağlardım, o derece.
—”Nereden başlamak istersin?” dedim. —Kahvelerimiz gelsin, konuşmamız bölünmesin. —Gözlerimizi ayırmamaya devam o zaman? —Neden olmasın :)
Geldi. Eyvallah, hadi yallah.
—Seni dinliyorum. —Sonuç odaklı olmak iyidir de, acele etmiyor musun? —Anlamıyorum, senin acele etmen gerekmez mi? 2.5 sene İnci, i-ki bu-çuk... —İki saatte yaptığın bir yemeği beş dakikada bitirmek istemeyeceğini düşünüyorum. —Güzel benzetme, ama merakımı geri plana attıracak kadar değil. —Tamam... Sen sor, ben söyliim o zaman. —Nasıl yani? —Merak ettiğin ilk şeyden başla, konu konuyu açacak zaten. —Derli toplu bir şekilde anlatamaz mısın? —Onu sen zamanı gelince yaparsın zaten :) Kıpkırmızı oldum. Benim öykülerimi bir avuç insan okur, onların da hemen hiçbirini tanımam. Ama beni birkaç dakikadır tanıyan biri, sanki bana egemen gibi konuşuyor. Yine de kendimi toparlamayı başardım. Boğazımı temizleyip başladım: —Otobüste yanıma oturman... Beni tanıdığını anladık zaten de, tesadüf müydü? —Elbette hayır. —Nasıl denk getirdin? —Ders programınız kamuya açık :) —Belki o gün gelmeyecektim, belki kütüphanede kalacaktım, belki arkadaşlarla yemeğe gidecektim? —Bunların ikisi önceki gelişlerimde oldu zaten. —Ne zaman oldu o “gelişler”? —Birer hafta arayla aynı gün. İki gün önceki dahil toplam üç yani. —Peki neden böyle bir şey yaptın? —Neden’li soru almıyorum şimdilik, başka soru lütfen. —Neden? —Bak ya... —Tamam tamam... Aradaki 2.5 yıl boyunca ne yaptın? —Bir yılı lisede sıkıntıdan patlayıp bir şeyler okuyarak, diğeri sınava hazırlanarak geçti. —Ben n’apıyordum bu sırada? —Bunun cevabı sende var, bana cevabını bilmediklerini sor. —Ne amaçla buradasın? — “Neden”le “ne amaçla” arasında fark yok, laf cambazlığını şimdilik askıya al ki bu gerçekten senin için çok ucuz bir numara oldu. —Laf cambazı olduğumu nereden biliyorsun? —Öykülerinin ve tweet’lerinin sağlam takipçisiyim diyelim. — “Diyelim” mi? —Öyleyim. —Bunlardan nasıl haberin oldu? —Seninle aynı lisede okuyan kuzenim sayesinde. —Nasıl? —Konuşurken senden söz ettim. Uçaktaki diyaloğumuzdan... —“Senin monoloğundan, desen daha doğru olur.” dedim. Başını öne eğip güldü ve devam etti: —Cümlelerimin sonuna gelmeden “Uzun saçlı biri miydi?” dedi. —Ee? —Eesi sevinçle “Evet!” dedim. Birkaç saniye sonra profilin önümdeydi. —Beni İnci diye kimse eklemedi. —Profilinin herkese açık olan kısımlarına minnettarım. —Sonra? —Bildiği kadarıyla seni anlattı... —Kim ki bu? —Cevaplanamaz soru tipi 2. Bir gazeteci kadar titizim, isim vermem. —Ne anlattı benim hakkımda? —İşte herkesin dışarıdan gördüğü kadarını. —Neymiş onlar? —Okul değişimi, kızlar, kültür filan. —Ne kızları? —Bunları burada konuşmak istemiyorum. Refleksifti. Ben de istemiyorum. —Alanyalı mısın? —Alanyalıyım. Ben de senin gibiyim. İfadesi, basit bir memleket ortaklığından ibaret değildi. Ton katmıştı. Ve ilk defa bir hatun, “Çok farklısın.” ın yanında, bana benzediğini söylemişti, söyleyebilmişti. —Beni tanıyarak, takip ederek, ama hiç yazmadan bu kadar uzun zamanı nasıl geçirdin de bir anda karşıma çıktın? —Karşına bir anda çıksaydım, beni birkaç dakika içinde hatırlamana bu kadar bozulmazdım. —Neden bu kadar uzun boylu plan yaptın ki? —Sen, şimdiye kadar gördüğüm tüm erkeklerden daha karmaşıksın. Ama yine de onların hepsi gibi, sıradan bir şekilde tanışırsak sıradan bir şekilde yakınlaşırız, hatta belki yakınlaşamayız diye düşündüm. —Senin bu süreçte hiç ilişkin olmadı mı? —Elbette oldu. Tıpkı senin de olduğu gibi, ama birbirleriyle hemen hemen aynı şeylerdi. —Benimle buluşmanın tek nedeni hayatına farklılık katmak mı? —“Bu, senle buluşmak istememin tek bir nedeni.” —John’dan Amanda’ya, Dr. Denlon hakkında. Testere 3. —Diğer bir neden de bu, hafızan. Onu da şaşırtabilirim diye düşünmüştüm ama... —Alasını yaptın, alasını! —Birkaç dakika sürdü... —A planın neydi? —Birkaç gün boyunca konuşup, samimiyetimiz ilerledikten sonra “Ben o kızım.” demek, haha! —İnanılmaz değişmişsin... —Ben de ona güveniyordum. —Dağınık saçlı, incecik, pısırık bir tipti yan koltuktaki... —Geçmişimle böyle ağır konuşma lütfen! (gülüyor) —Şimdi ise... —”İltifatlara başladığına göre soruların bitti?” diye sözümü kesti. —Yo, yo... Ya da... Ne diyeceğimi bilmiyorum... —Bilirsin. Yalnızca bazen düşünmen gerekir belki, o kadar.
Moda’da, geçen çöktüğüm yerin biraz ötesine oturduk. Saatlerce konuştuk, saatlerce... Kopuk kopuktu, ama çok güzeldi. “Bi’ saniye...” deyip kulaklığı çıkarırken, saniyelik de olsa, sarıldığı kolumu bırakıp omzumdan kalkışının büyük bir kayıp olduğunu hissettim. Tekini, üzerine yatmadığı kulağına taktım. Başını omzuma yasladım. Ve ta çocukluğumuzdan, 2006’dan bir şarkı açtım, kısık sesle, “yorulursaan/ yaslan banaa”, dökülmeye başladım:
—Buraya fırsat buldukça geliyorum; genelde yalnız... Eskiden ikinci saniyesine bile geçmediğim bakışlarımı mutlu çiftlere uzun uzun atıyorum. Yani atıyordum... Artık yalnızca ufka ve sana bakacağım.
Kapkararan gökyüzü bile değil, leylalardayken biten sigaralar saatin farkına varmamızı sağladı. Neredeyse gece yarısına gelmiştik sarmaş dolaş, iki buçuk yılı dilimizde tüy bitene, daha doğrusu sigara bitene kadar konuşurken. Ayaklandık. Yalnız geçen günlerimize isyandı her tümcemiz. Kalktık.
Yokuşu çıktıktan hemen sonraki düzlükte, lokantaları geçtikten sonra bir an duraksadık. Birbirimize baktık. Elimi başının arkasına destek yapıp göğsünün ortasından duvara ittim onu. Sırtını zeminle bütünleştirdikten sonra ellerimi, başının iki yanına sabitledim. Dudaklarına yanaşırken aşağı kaydı, sol kolumun altından sıyrılıverdi. Başım, kollarımın arasında, sahipsiz kalan dudaklarımla birlikte öne düştü. Sol kolumu indirip başımı ona çevirdim. Birkaç saniye bakıştıktan sonra arkasını dönüp yürümeye başladı. Birkaç adım sonra omzunun üzerinden bana baktı gülümseyerek. Bunun anlamını biliyordum. Yürümeye devam etti. Ona yetişene kadar koştuktan sonra ben de tabii.
Evimdeyiz. —Ne içmek istersin? Ben portakal suyu öneririm. Çay-kahvemiz de var. —Portakal suyu olsun. —Güzel seçim efenim ^^ Üçüncü çekmecede kuru üzüm, kuru incir, fındık, badem ve S pasta olacak. Beğendiklerini şuradaki kaselere doldurabilirsin. Doldurdu ve içeri gitti. Ben de portakal sularımızı sıktıktan sonra gecelik erzaklarımızı yüklenip salona gittim.
—Demek TM’nin odası böyleymiş... Küpürler (kupüre dilim dönmüyor) nerede? —Ev değişiminden sonra tutmadım elimde. —“Günde 25 saat” de buradaymış. —Eveet, Lüleburgaz konserinin afişlerinden. Bir trafonun üzerinden çıkarttım.
İncelemesi bitti. Odanın ortasına dikildi. Lavaboya kaçmak istediğimi söyledim. “Acele etme.” dedi. Tuvalete gittiğimi sandığını sandım. Hemen, deterjanların arkasına sakladığım yedek parfümden bir fırt sıkıp boynuma dağıttım. Saçımı düzelttim. Dişlerimi fırçaladım, odama yöneldim. Ve...
Dizinin bir karış üstüne kadar çekilmiş, çiğdeme benzeyen desenleriyle siyah bir çorap, bacaklarının en dolgun kısmını vurguluyor; askısız olmasa da omzunun çoğunu açıkta bırakan, desteksiz bir üst ve belindeki kırmızı kuşakla bir hediye paketini andırıyordu. “Beni tanrı gönderdi, ona itaat et.” dese, bu mucize karşısında diz çöküp imana gelirdim. Geri alınmadığı sürece, bundan daha iyi bir hediye olamaz.
İnlemelerimiz Olympos’ta yankılanarak sona yaklaşırken: —Çıkma, biyografinde de yer etmek istiyorum, dedi. Güldüm. O zamanlar gençtik, dedim içimden. —Yazılmayı dibine kadar hak ettin. Antolojide yer almakla yetinsen şimdilik? Yetinsen tırnak içinde bu arada. Buruk bir gülümseme takındı ya da ben öyle sandım. İnlemelere ara vermiştik, ama kalbim hızla atmaya devam ediyordu. Tempoyu yitirmekten, soğumaktan korkarken: — “Pekala... Umarım bunu yaşatan olmamıştır daha önce.” dedi ve n’oluyoruz dememe kalmadan ayaklarını ve kollarını eşzamanlı kullanıp altımdan kaymaya başladı. Kopmak üzere olan kollarım ve ayak parmak uçlarımın üzerine, onun çatısı haline gelmiştim. Üşümüş ayakları parmak uçlarıma değdiğinde onları, kendilerine yakın olan pencere taraflarına atıp yan yan ilerlemeye başladı. Tüm bunları iki-üç saniye içinde yapmıştı. Alnımdan sildiği terimle ıslanan yumuşacık elleriyle aletimi kavradı. Hem şaşkınlıktan hem de soğukluğundan ötürü irkildim. Bir süre sonra, elinin tam tersi olan dilinin testislerimden aletimin ucuna kadar süzüldüğünü hissettim. Bu uyarıcıyla nöronlarım nasıl başa çıktı, şaşırdım kaldım. Sonra ağzının tamamını kullanmaya başladı. Bunun sonucunda içgüdüsel olarak ileri geri yapmaya başladım. Zevk de, şaşkınlığı tokatlamaya başladı.
Gövdeyi bırakıp, uç bölgeye yoğunlaştı. İçgüdülerim “Anır ulan, anır!” diye bastırırken yüzümü yastığa gömüp son noktayı koydum. Sonlara doğru ağrısına dayanamayıp dirseklerime gömüldüğüm kollarımın yanına serilip kaldım. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki uzmanların: “Spor yaparken şu bpm’i geçmeyin.” dediği sınırı geçmiş olmaktan ve olası bir kalp krizinden korktum. Her nefes alışımda, yanağımdan belime kadar kalkıp iniyordum, kalkıııp iniyordum. Biraz sakinleştikten sonra, sırtımda gezinen elin farkına varıp kafamı onun sahibine döndürdüm. Kısacık bir bakışmadan sonra yarı baygın şekilde doğruldum. Daha önce hiç yaşamadığım bir trans geçirmiş gibiydim. Yüzünden ayaklarına kadar süzdüm onu, küçük kızarıklıklar dışında bir şeyi yoktu. Yatağa baktım, onda da yalnızca ter kalıntılarımız vardı. Tüm tohumlarımı olduğu gibi yutmuştu.
Hatun öyle bir eritti ki beni... Bundan sonra nasıl toparlanırım, bilmiyorum.
Sol elimi başımın altına destek yapıp; sağ elimle, göğsüme yaslanan güzelliğin dağınık saçlarını ve minik güneş lekeli omzunu okşadım. Kısa bir değerlendirme bile yapmadık. Az önce vardığımız yerin, ikimizin de zirvesi olduğuna, adlarımız kadar emindik.
Vücutlarımız normale döndükten sonra, uyuma hazırlıkları için doğrulduk. Önceden ikili aldığım fırçanın tekini paketinden çıkarıp ona uzattım. Çantasına giren eli, oradan bir fırçayla çıktı. Saflığıma güldüm: Buraya kadarkileri düşünen hatun, tedarikli gelmeyi mi düşünemeyecek...
Ayna karşısına geçtik. Bekle, dedim. Kulaklığı getirdim yine. “Şimdi akislerimizi izleyerek şarkıya dilimizle ve hareketlerimizle eşlik edeceğiz.” dedim. Şaşırdı, kısa sürede ayak uydurdu. Intro esnasında beline sarıldım.
“Bu dilden firar eden her söz...” onu işaret ediyorum “... yaydan çıkmış ok gibi” diyor. “Sözler bazen bir hazine...” “... bazen dermansız bi’ dert tipi” “Geçmiş dünden bahsetmek lezzetsiz...” diyorum arkayı işaret ederek, “... Gelmemiş yarından hep mi şikayetçiyiz biz?” diyor ileriyi işaret ederek, ardından birlikte “HA?!” diyoruz, sırıtıyoruz. Nakaratı tek başıma söylüyorum. “Melek bir yandan...” derken onu, “Şeytan bir yandan” derken kendimi gösteriyorum. Şirinlikten geberten “Ya...” sını takınıyor. Şarkı bitiyor. Tükürüyoruz ve çalkalıyoruz. Ardından ferah ferah öpüşüyoruz, yansımalarımızın önünde. Onlar da kendi aralarında öpüşüyor.
Yıllardır ilk kez, yaşadığım hayatın buna değdiğini hissediyorum.
Yatıyoruz. O uyuyor. Bense uyumayan bir canlı olmak isterdim. İnci’nin de, yanım dışında uyuyamayan bir canlı olmasını isterdim. Bu şöleni başkasıyla paylaşma ihtimaline bile katlanamıyorum.
Merak: “Ee, sonra?”
Sonrasında uyandım. Yalnızdım, uyandığımı öyle fark ettim. Güzel bir kahvaltı hazırladım. Ardından oturdum ve yazmaya başladım.
On iki sayfa sürdün. Kısa yazmanın meziyet olduğunu anlatırlar hep. Köşe yazılarında bu böyledir belki, ama senin tırnağın etmeyecek üçüne 30 A5 ayırdıktan sonra seni bu kadar az satıra kazımak beni düşündürdü. Açık havada sigaramı içip, öykü başına oturdum ve destansal bir niyetle yeniden başladım:
İsmim Cem. Öykümüzün ana kahramanına da isim aramadım, adaşız. Bununla birlikte, ben her zamanki ibaremi koyuyorum. Burada yazanların “tamamı” hayal ürünüdür. Günlük yaşamdaki şu veya bu kişi, kurum vs. ile bir benzerlik bulunursa, bu “yalnızca” rastlantısaldır...
0 notes
Photo

Sam Harris. Severis.
3 notes
·
View notes
Text
hikayE
Ne anlatması gerektiğini tam olarak bilen birinin giriş tümcesi “arayış”ına girdiği görülmemiştir. Ne anlatması gerektiğini bilen, kendini soyutlamayı –soyutlanmayı değil– yaşam biçimi haline getirmiş, depresif ilkokul günlerinin üzerine liseyi yeni bir umut olarak görmeyen, Mark Twain’e göre dünyadaki en hüzünlü şey1in lisedeki ilk günleri, beklentisi olmadığı halde bir şans vermesiyle başladı. Zilin çalmasından bir-iki dakika sonra yurttaki oda arkadaşının sınıfının kapısına gidiyordu. Sonra da onun kibirli, ama uzaklaştırma niyeti olmayan bakışlarıyla karşılaşıyor, okul binasından çıkıp o dönemde yıkılmamış olan amfinin çevresinde bir tur atıp sınıfa dönüyordu.
Öncekilerden farklı görünmeyen bir günde yine kapının önünde beklemeye koyuldu. Fakat bu kez, ilk çıkanlar arasında arkadaşı Emre yoktu. Sıkılarak sınıfa girdi. Arkadaşına bakınmaya başladı. Şimdiye kadar bu işi hiç yapmamasından kaynaklanan arkadaşının nerede oturduğunu bilgisizliği, onu içerideki tüm bireylerin suratını arkadaşınınkiyle karşılaştırıp hangisinin o olduğunu bulmaya itti.
Güzel dişiler ikiye ayrılır: İlk grup, birkaç lüzumsuz çıkıntı haricinde herkesin güzel kabul ettiği; diğer grup –ki “grup” derken dahi haksızlık ettiğinizi düşündürecek kadar azdırlar– yalnızca belirli bünyelerde belirsiz hisler uyandırabilecek nitelikte olanlardan oluşur.
Altay’ı ilk kez şanslı olduğuna inandıracak dişi, tam olarak baktığı yerde duruyordu. Yukarıda belirtilen ikinci gruba dahil edilmesini gerektirecek kadar özel olduğundan, fiziksel özellikleri madde madde betimlemeye çalışmak anlamsızlığını koruyordu.
Yanındaki sarışın hemcinsiyle birlikte ayaklandı. Altay kapının hemen önünde ve o da dışarı çıkma niyetinde olduğundan, Altay’a doğru yürümeye başladı. Altay’ın kalbinin hızlı hızlı atması, söz konusu afetin kendisine yaklaşıyor oluşundan çok daha önce (onu algılar algılamaz) başlamıştı ve artışın nedeni de bu değildi. Güzel dişi, ona zarafet kazandıran en önemli şeylerden biri olan gülümsemesini gayri ihtiyari –hala kapının önünde duran– Altay’a gönderdi. Ve onun yanından yavaşça uzaklaştı.
En iyi ve kibirli dostu yanına geldiğinde durumdan bihaber:
“Abi n’apıyorsun?” dedi o anki dostça olduğu söylenemez sırıtışıyla.
“Az önce çıkan kız,” dedi Altay, “kimdi o?”
“Ülkü abi, n’oldu ki?” dedi Emre sabırsızca.
“O değil, yanındaki.” diyerek sorusunu yineledi. Sarışına hitap edildiği vakitlerden birinde o civarlarda bulunduğundan, onun adını biliyordu.
“Esma. N’olduğunu söyleyecek misin?” diye üsteledi Emre.
Esma’nın büyüsü, o anlık, dış etkiler yüzünden yok olmuştu. Altay gözlerini yavaşça kapatıp açtıktan sonra:
“Hiç. Hoş kızmış; adını öğreneyim dedim.” diye geçiştirdi.
“İleride lazım olur diye mi?” deyip yılışık yılışık sırıtan dostuna yanıt vermeden sınıftan çıktılar. Hep yaptıkları gibi dolaştıktan sonra sınıfa dönen Altay, Esma’yı bahçede yakalayamamanın lüks-kırgınlığı ile sırasına oturdu, çünkü, büyük sanatçı Orson Welles: “Bana lükslerimi verin, gereksinimlerim olmadan da yaşarım.” demişti.
Yaklaşık bir hafta sonra yine Emre’yle bu kez yemekhaneye indiler. Tabldotları yüklenip dopdolu yemekhanede aval aval yer arayan çömezlerin çaresizliğini sonlandıran taraf Emre’ydi.
“Şurada tam iki kişilik boş yer var karşılıklı. Sen buradan yürü, ben masanın diğer tarafına geçiyorum.” dedi Emre. Depresif oğlan, bu kez kafasını bile kaldırmadan onun siluetini takip etmeye başladı. Siluetinin durduğu yerde başını biraz kaldırdı ve Ülkü’yü gördü. Kendine ufak bir şans daha vererek gözünü onun karşısına doğrulttu. Bu kez düş kırıklığına uğramamıştı; yanındaki, Esma’ydı.
Atlanılan bir hafta içinde Altay, Esma’nın da içinde bulunduğu şubeden birkaç kişiyle tanışmıştı. Bunların içinde Ülkü de vardı. Altay’ı gösterip: “Bu Altay.” dedi Esma’ya, “Eğlenceli çocuktur.”
Altay: “Yaşamımın son üç senesini çıkarıp yalnız, senle tanışmamızdan birkaç saniye önce duyduğun bir erkek-erkeğe-şakasını sayarsak, haksız sayılmazsın.” diye geçirdi içinden.
Gözlemci algıları sonuna kadar açık olan Altay, utangaçlığını gizleme çabasında bulunmadan karşısındaki deneği gözlemledi. Bir yandan zarif ses tonuyla gayet akıcı konuşuyor, diğer yandan sofra adabını ihmal etmeden yemeğini yiyordu. Altay’a şanslı olduğunu düşündüren bir diğer şey de o günkü yemeğin edep testi yapılmaya uygun olmasıydı. Bu konuya büyük önem veriyordu. Daha on yaşındayken çıktığı tatilde kaldığı otelin lokantasında, boyundan büyük masada çekilen fotoğrafta tüm ailenin dahil olduğu yemekte, eli bıçak tutan tek kişinin o olması, o günlerden bu adaba ne kadar önem vereceğine ışık tutuyordu.
Esma’yla ilgili, yaşamının bundan sonrasında okul değiştirmesinden kaynaklanan büyük bir kopukluk oldu. Beklendiği gibi, iletişimi bir süre telefonla sürdürdüler. Esma’yla onlarca dakika konuşuyorlardı ve konuşmaların büyük çoğunluğu ondan gelen aramalarla gerçekleşiyordu; Altay, konuşmaların genelinde dinleyici konumundaydı. Erken yaşta cinsellikle tanışmış, bir ilkokullu için masum sayılamayacak olaylar görmüş geçirmişti, fakat Esma’nın deneyimleri başkaydı. Arıyor, dakikalar boyunca başından geçen ilginç olayları bir şekilde tüm ayrıntılarıyla anlatıyordu. Yeri geldikçe Altay’dan fikir-yorum istiyordu. Bu durumdan şikayetçi olan ortalarda görünmüyordu. Esma ayrıntılarla dolu vakaları masaya diziyor, Altay ise onun bu işlemini büyük dikkatle takip edip gerektiğinde müdahale ediyordu; böylece biri “içini döküp yorumlanarak dinlenme”nin hazzını alırken diğeri, önemsediği bir deney hakkında veri topluyor ve deneyin gidişatını kendince şekillendiriyordu.
Paylaşılanlar arttıkça, özelleşir. Dışarıdan köhne sayılabilecek konular, umumi olmaktan çıkıyordu. Uygun olduğu hemen her tatilde yolunu Esma’nın yaşadığı şehre düşüren Altay, artık ziyaretlerine onu konu etmek istiyordu.
Kendini gizlemek konusunda muteber2 olduğunu söyleyenlere katılmayan Altay, Esma’nın –kimi zaman rahatsız eden, kimi zaman tatlı– imalarını gördükçe kendisinin haklı olduğunu fark ediyordu. Üç ya da daha fazla kişiyi kapsayan konuşmaların iki kişilik olanlarına terfi ettiği bir sırada Esma:
“… Onunla birlikteyken de beni beğendiğini biliyordum Altaycığım.” dedi.
O dönemin körpe oğlanı: “Ülkü mü söyledi sana bunu?” dedi erkeksi refleksiyle. Esma ise yine o tahrik edici kahkahalarından birini göndermekle yetindi.
Gün geçtikçe ısınan konuşmalar, uzun aralıkların belirginleştirici fosforuyla ikisinin de dilinde artık azadelikten bütünüyle kurtulmuş, hedefe odaklı tümceler döküyordu. Tarihin parlak sayfalarına geçirdikleri, bu tür tümcelerden oluşan diyalogların en ışıltılısı, Altay’ın:
“Orada, yanında olduğumda, gözyaşlarından şarap yapacağım.” demesine Esma’nın:
“Şarap yapmak için beni ağlatır mısın?” demesiyle meydana gelmişti. Bu diyalog, milattı. Altay kendini her ikisinin ortak dilinden çok net ifade etmiş, Esma da onun altında kalmayan karşılığını vermişti. Altay’ın aklında işgal ettiği odasının epey öylece kalmasını sağlayan yegane perçinlenmiş montesiydi bu. O odanın altın varaklı kapısıydı.
Buluşma zamanı olarak Altay’ın, ikisinin ortak arkadaşı olan Cafer’de kalacağı iki günlük zaman dilimini seçtiler. Ne yazıktır ki bu buluşma hiç gerçekleşmedi. Nedeni ise belirsiz olarak kalmaya devam etti. İkinci uzun soluklu kopuş, bu şekilde gerçekleşmişti.
Aradan geçen iki buçuk yıl boyunca Altay, daha sonra başkalarında sık sık arayıp nadiren bulduğu tarzda olan potansiyelini tam anlamıyla yürürlüğe koydu. Fiziksel yeterliliklerini artırmıştı. Belagatlığının3 birikimli ilerleyişi, kendisine dahi bu alanda artık kalburüstü konuma geldiğini hissettiriyor ve bunun meyvelerini farklı alanlarda toplamasıyla kendini gösteriyordu. Son zamanlarda dinin başı çektiği dört büyük alandaki bilgisini artırıyor, kibre kapılmasa da “Bana bir şeyler katacak güzel insanlar nerede?” diye arandıkça düş kırıklığına uğruyordu. Buna karşın öz denetimini asla elden bırakmıyordu.
Beklentisini karşılayacak deneklerin en genişine sahip olduğuna emin olduğu şehirde aradığı temel şeyleri yalnız henüz bilmediği kişilerden bulacağını düşünürken gelen kutusundaki ileti, aynı kişi tarafından onu ikinci kez yanıltmıştı. İleti, Esma’dandı. Hal hatır soruyor, Altay’ın yaşamındaki son gelişmeleri öğrenmek istiyordu. Koşullar nedeniyle kısa süren konuşmadan dört gün sonra Altay:
“Bu akşam?” yazıp gönderdi. İkinci kopukluktan sonra numarasını defalarca değiştirmiş Esma’dan o an kullandığı numarasını aldı. Yarın akşam uygun olduğunu söyleyen Esma’dan buluşma ayrıntılarını istedi. O güne kadar her iki köprünün altından çok sular geçmiş olsa da senelerdir gecikmiş bir buluşmaydı bu. Mekan ve zaman gibi önemsiz olmayan, ama sıradan nedenlerin bu buluşmayı zedelemesine razı olamayacağından bu ayrıntıları seçmeyi ona bırakmıştı.
Akşamın ilk saatinde metro çıkışında buluştular. Esma, “özel güzellik” meziyetinden zerre fire vermemişti. Nitekim Altay bunu ona söylediğinde takındığı gülümsemeden, bir diğerinden de fire vermediği ortaya çıktı.
Şehrin en işlek caddesinde yürümeye başladılar. Doğal, kısa süreli konu belirleyememe pürüzünü Esma’nın neşeli üslubuyla gelen durum saptamasının ardından devam ettirdikleri diyaloglarla yok ettiler.
Yarı aylak yürüyüşlerini caddenin hemen solundaki bir kaldırım işletmesine oturarak sonlandırdılar. Buradaki sohbetleri ise Esma’nın, Altay’ın parmağındaki yüzüğün aklına getirdiklerini anlatmasıyla başladı.
“Babaannemin de bir haçı vardı.” dedi ve Altay’ın din değiştirme öngörüsü üzerine ayrıntılara girdi. “Dokuz yaşında Türkiye’ye göç etmiş. Hem de tek başına. Ondan önce buraya yerleşen komşularının yanında barınmış. Sonra da Müslüman olmuş, ama haçı hep saklamış.” dedi ve ekledi: “Halam, amcam, kardeşim dururken bu haçı bana vermesi boşuna olmamalı.”
Kaldırım işletmenin dezavantajlarından biri olarak yanlarına tanımadıkları, hayır getirmez olduğu apaçık belli olan bir kadın durup Altay’a:
“Bi’ sigara versene.” dedi. Önemsemeyip gitmesini bekleyen Altay, yanılmasının ardından çirkinliği bir yana sinir bozucu şekilde obez olan bu kadına bir dal uzattı ve Esma’ya yeniden Esma’ya döndü. Bayan Obez Pişkin, bu kez de ondan sigara istedi. Şak diye reddedilmesi üzerine Nietzsche tarafından Kutsal Ruh (!)’a en büyük saygısızlık olarak görülen koca kıçıyla oradan uzaklaştı.
Esma’nın bu tavrı Altay’ın hoşuna gitmişti. Hem onun da yapmadığı gibi eziklik yapmayıp hemen uzatmamış hem de onun aksine başarılı olmuştu. Bu onun “dış dünya” ile yürüttüğü başarılı ilişkinin yalnızca bir örneğiydi. Oradan kalktıktan sonra gittikleri canlı müzikli, sistemle ister istemez bütünleşmiş insanların meşgul olduğu günlerden biri olması nedeniyle sakin olan mekandaki müzisyenle olan durumu, bir diğeriydi. Kendisine, girişten itibaren pek sıcak davranan herifle ilgili:
“Buraya daha önce de geldim. Tanıştık. Sonraki gelişimde epey üzerime düştü. Şimdi biraz daha yüz versem biliyorum ki yapışıp kalacak.” diyordu. Fakat kendisinin sevdiği; herifin batırdığı veya kendisinin zaten sevmediği bir şarkıyı söylerken eşlik ettiği oluyor, destekleyici jestler gönderiyordu ona. Bir keresinde bunu yaptıktan sonra Altay’a dönüp:
“Arada onu da gazlamak lazım.” deyip güldü.
Dumansız hava sahasında geçerli kuralları çiğneme niyeti olmayan ikili, mekanın balkon terasına geçti. Henüz insansız terasta duman üflerlerken yan taraftaki mekanın birinde Esma’nın geniş repertuarında olan bir şarkı çalıyordu. Esma şarkıya eşlik ederken, gözünü onun “nasıl bakacağını bilmek” konusunda doktora yapmış gözlerinden ayırmayan Altay:
“Hiç fena değil.” diyerek onu tebrik etti. Bunun üzerine Esma, bir diğer özel’liğini vurgulayan bir diğer anısına geçti.
“17 yaşındayken ilk kez sahne deneyimi edindim. Sevgilimle birlikte bir barda çıkıyorduk.” dedi.
“Bazı insanlar dünyaya böyle şanslı geliyorlar işte.” dedi Altay. Sonrasında “Bir bakıyorum da; ben de o şanstan iki nakarat nemalanabilmişim bu gece.” diye ekledi.
Esma, Altay’la arasında zaten az olan mesafeyi, başını ona yasladıktan sonra sigarayla meşgul olmayan koluyla ona sarılarak kapattı. Altay da kendininkiyle aynı şeyi yaptıktan bir süre sonra eski konumuna dönen Esma’ya:
“Cüretkar nitelemesi yapmayacağını varsayarak bir şey denemek istiyorum.” dedi. Esma:
“Neymiş o?” dedi sigarasından bir nefes daha çekip onu tablaya koyduktan sonra.
“Az önceki sahneyi yineleyelim.” dedi Altay. Bir David Lynch klasiği olan Mulholland Drive’daki yönetmen edasına bürünerek, kendisine bir kez daha sarılan Esma’ya:
“Şimdi, kaburgalarımızı yavaşça birbirlerinden uzaklaştıralım. Ama yalnızca kaburgalarımızı.” deyip onu saran kollarını gevşetti. Esma’nın minimal aralıklı dudakları bundan sonra biraz daha açıldı ve “pişmiş” yönetmen, kendisine bahşedilmiş dudaklara hak ve talep edilen öpücükleri yerleştirdi.
“Bunun gibi bir şey miydi?” dedi, bunları söylerken tüm zarifliğinin toplandığı ıslak dudaklarıyla.
“Tam olarak.” dedi Altay gülerek, “Rujunun markasını boşa sorduğumu düşünmedin herhalde.” Esma:
“Bunun gerçekleşeceğini zaten biliyordum.” dedi. O ise üstad Chuck Palahniuk’un Gösteri Peygamberi adlı başyapıtından fırlamış gibiydi. Havası tam olarak oradaki kahin kız havasındaydı. Hani şu kitlesel katliamın yabanıl arılarla yapılmak isteneceğini vs. önceden bilen kız.
İkinci bölümdeki sohbetin temel konusu, toplum tarafından dışlanmamış, bunu elbette istemeyen, fakat onun içinde bir türlü müreffeh4 olamamışlıklarıydı. Esma; olağan şekilde uyuyamamaktan, toplum içinde genel olarak kendi gibi olamamasından, ister istemez sürüklendiği münzevilikten4 kurtulmak istediğini söylüyor, böyle yaşamaya alışmayı ya da bunu kabullenmeyi kesinkes reddediyordu. Esma, toplumsal yaşama uyum konusunda kendi kadar gelişmediğini –belki de gelişmeyi reddettiğini– bildiği Altay’ın aynı dertlerden muzdarip olduğunu biliyor, fakat anlattığı değerlendirme ve “uy&durma” eylemlerini sosyal zeka akameti olarak kestirip atıyordu. Mensuh6 beklentilerle yaşamanın ne kadar zavallıca olduğunu bizzat deneyimlemiş Altay:
“Albert Camus’nün ‘Bazılarının yalnızca normal olmak için ne büyük çaba harcadığını kimse fark etmiyor.’ sözünün devamını şöyle getirmek gerekir: ‘Bu çaba göstericilerin hemen hepsinin hüsrana uğradığı da bir o kadar trajiktir.’ “ dedi.
Altay, gerçeküstü eğilimleri zaman zaman açığa çıksa da sosyal yaşamda gerçekçi bir adamdı. Çözümü açıkça ortaya koyuyor; “Bizler münzevi de yaşayamayız, umumi de.” diyor ve meseleyi kapatıyordu. Asıl sorunun “kıtlık” olduğunu biliyordu ve bunu kabullenmişti.
“Eğer şu an gerçekten olduğunu düşündüğün kişiysen, bil ki olmak istediğin o düz, mutlu (!) kişiye dönüşemeyeceksin.” dedi. Bu, umut kırıcılıktan ziyade Esma’yı tanımlayan ve ona “Yaşayan bilir.” diyen kısa ve öz bir öğüttü. Ortada denek olmadığı açıktı artık. Besbelli aynı nedenin aynı etkileriyle farklı yollarla savaşım veren iki laboratuar arkadaşıydılar. Altay bunu:
“Bunları sana, hikayemi paylaştığını düşünerek anlatıyorum. Seninkinden farklı renkte ya da boyutta bir kutuya tıkılmış olabilirim, ama takdir edersin ki burada asıl mesele kutuya tıkılmanın ne demek olduğunu bilmektir.” diye açıkladı.
Kendisini gülümseten düzeyde hoşlandığı bu açıklamanın ardından Esma:
“Keşke bu konuşmaları birkaç zaman önce yapabilseydik.” dedi.
“Ben de küçüktüm, ondan.” dedi Altay. Gülüştüler.
Yaşamın kendisine dair meseleleri bırakıp içindekilere dönme kararı alan Esma, birlikte dans kursuna yazıldığı sevgilisinden söz açtı. Esma; bale, çaça, salsa, tango gibi danslara imza atmıştı ve biri haricinde hepsinde uzmanlığı gördüğünü söyleyecek kadar ilerlemişti. Altay’ın belagat becerileriyle farklı ağaçlardan meyve toplamasıyla aynı çizgide, beden diline yansıttığı bazı figürler, onun çekicilik katsayısını epeyce yükseltiyor, kimi zaman ise “durumu kurtarması”nı sağlıyordu.
“Kursta çok kıskanıyor beni.” diyor. “Geceler dışında eş seçemiyoruz, bu da belli bazı tiplerle eşleşmeme neden olunca sorun çıkıyor.” Altay, kurcalamasının sonuç getireceği bir soru sordu:
“Kıskandığı başka neler var?”
“Kız flörtlerimi kıskanıyor.” dedi Esma.
“Daha çok, birlikte olmanızı kıskanıyordur.” diye tahmin yürüttü Altay.
“Çoğunda bekaret korkusu olduğu için, öyle bir sorun çıkmıyor.” dedi Esma gülerek.
Bir süre zevkle biralarını yudumlarken, grup kurduğunu söyleyip “İkinci albüm yolda.” diyen müzisyen, Altay’a dönüp “İstek var mı?” dediğinde Altay, ikinci kez terasa geçtiklerinde orada olan –papaz her zaman pilav yemiyordu– ve birinci albümün adını sorduğunda “Albüm Sezer albümü. Hani nasıl Özgün, Teoman tekse bu da öyle, grubun adı yok.” diyen o müzisyene, muziplik adına “İtirazım Var” dedi. Herif biraz sitem ettikten sonra onu da berbat etmeyi başarırken Esma, saçlarını sol omzunda biriktirmişti. Altay:
“Buraya sevgilinle gelmeyi düşünüyor musun?” deyip “Sanmıyorum.” yanıtını aldıktan sonra Esma’nın boynuna kocaman bir öpücük kondurup, boynundan derin bir nefes çekip, yeniden bir öpücük kondurdu. Esma’nın karşısından karşısına geçmiş gibi hissetmişti. Onun gülümseyen suratına bakıp:
“Kadının asaleti, boynundadır.” alıntısını yaptı.
“Saçlarımı bir yana toplamayı hiç sevmem.” dedi Esma. Böyle olacağını da öngördüm, diyor ve Altay’la dalga geçiyordu yani.
İzafi çerçevede epey hızlı ilerleyen saate bakıp:
“Biraz daha gecikirsem kalacak yerim olmayacak.” dedi. “Yalnızca kız yurdu olunca giriş–çıkış sınırı oluyor, malum. Merak etme seni, beni davet etmeye zorlamıyorum.”
“İlk kez ev arkadaşı bulduğuma pişman oldum.” dedikten sonra olanaksızlığın kötü kokusunu dağıtmak adına “Hem ikimizin de sevgilileri bu kadar ayrı yerlerdeyken bu çok acımasızca olur.” dedi Altay.
Hesabı ödemesine sitem eden Esma’ya özetle:
“ ‘Bir sonraki buluşmada sen ödersin.’ diyerek sonraki buluşmanın sözünü alayım mı? Tabii, yine ödemek yok.” dedi. Esma:
“Son tümcesi haricinde hoş bir teklif.” dedi.
Mekandan çıktılar. Yol ayrımına yaklaştıkça gecenin bitişinin kırgınlığının belirtileri görünmeye başladı. Yavaşlayan adımlar, duraksamalı konuşmalar. Geldiklerinde ise kısa bir süre öylece birbirlerine bakıp durdular, ardından birbirlerine aynı anda meyleden ikilinin öpüşmesinin kısa sürmesinin nedeni Esma’ydı.
“Şehrin en işlek caddesinin ortasındayız.” dedi gülerek. Ve ayrıldılar.
Durağa kadar geçirmeme kabalığına bir günlüğüne vakıf olan Altay, özrünü mesajla iletti. Ona yolculuk boyunca eşlik edeceğini söylediği Altay, Esma’ya:
“Dalışta mükemmel meralar bulduğumuzda hissettiğim gibi hissettirdiğin için teşekkürler.” dedi.
“İnan böyle hissettirebildiğim için çok sevindim.”
“Bir nebze karşılık verebildiysem, ben de öyle.” dedi Altay, mütevazılığını koruyarak.
“Uzun zamandır hissetmediğim kadar tanıdık hissettirdin bana.”
“Zihin birliğine ek olarak ‘his birliği’; ne kadar ‘verimli’ bir gece.”
“Kesinlikle verimli, ama düşündürücü de.” dedi Esma. “Düşündürücü olan yanı, kendim gibi insanlarla olmaya alışık olmamamdan kaynaklanıyor.”
“Alışmak ne mümkün. Övünerek söylemiyorum –ki bunu zaten biliyorsun– ama nadir karşılaşıyoruz ‘türdeşlerimiz’le. Bu yüzden bu kadar iyi geliyor ya… Duyarsızlaşmak olanaksız.”
“Seninle daha fazla vakit geçirmek isterim.” dedi Esma. Altay:
“Adam: ‘Klişe olacak ama benim için zevktir.’ demiş.” dedi. Sonrasında ise ertesi gün yüzleşeceği altı saatlik toplumbilim dersini göz önünde bulundurarak izin istedi.
Ertesi gün telefonuna Esma’dan gelen “Benim hikayemi yazar mısın?” iletisi üzerine bir hikaye kaleme aldı. Bu, onun bir siparişi ilk kabul edişi değildi, ama sanki öyleymiş gibi hissediyordu. Yine de “Siparişle yapıt vermem.” kaygısı taşımıyordu. Tek düşündüğü, “Yaşadıklarımı yazmıyorum; yazdıklarımı yaşıyorum.” ilkesine bağlı hikayesinin devamı niteliğindeki diğer hikayeyi yazması için gereken koşulları getirecek zamanın nasıl tükeneceğiydi.
1: Genç bir karamsardan daha hüzünlü bir şey olamaz. Mark Twain 2: Saygın, itibarlı 3: İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği 4: Refah içinde yaşayan 5:Topluluktan kaçan, yalnızlığı seven 6: Hükmü olmayan, hükmü kaldırılmış
1 note
·
View note
Text
Tüm yol, yemek, film, muhabbet boyunca iki insan, aklından “Lanet olsun, tüm bunlar formalite!” geçirir mi? Geçiriyordu. Her ikisi de sabırlı oldukları kadar ihtiraslıydılar. Sabırlarının meyvelerini almalarına az kalmıştı fakat hala formalitelere sabrediyorlardı. İkisinden birinin bunu bozması gerekiyordu. Zira sahneler, bıçaklar, hatta duman üfürükleri fazla uzun sürmüştü.
Oğlan davrandı önce. Arzularını şelale eden kadın dördüncü sigarasının ortalarından çektiği dumanı üflerken oğlan elini onun boynuna koyar koymaz o başını erkeğine çevirdi ve oğlan hiç zaman kaybetmeden onun dolgun, mat rujlu dudağına ulaşırken kadının ciğerlerindeki duman henüz tükenmemişti. Böylece, erkeğini bir yandan öperken diğer yandan ciğerlerindeki bej dumanı erkeğinin dişleriyle buluşturdu. Sarıydı ama düpdüzgündü oğlanın dişleri. Lise çağında tel tedavisi gördüğü belli olmuyordu. Olması gereken de buydu.
Duman, oğlanın ciğerleriyle buluştuktan sonra onun eli kadının beline gitti. Onu sıkıca kavrayıp kendine çekti ve böylece karşılarında duran plazmadan kendisine yansıyan Lynch keyfini kesmiş oldu.Her ikisi de bu zevki tatmış, bunun üzerine eleştirilerde bulunmuş olduğundan bu kesinti her ikisinin de hemen hemen aynı olan ölçütlerine uygundu.
Kadın artık salondaki koltuktan kopmuş ve oğlanın kucağına kenetlenmişti. Oğlan ayağa kalkınca zaten kenetlemiş olduğu kollarının ardından bacaklarına da bu işlemi uyguladı ve ona fiziksel ve tinsel olarak hiç kopmayacakmış gibi bağlandı.
Oğlan, balık etli bir kadının dolgun vücudunu taşımaktan son derece hoşnut bir şekilde kadınını öperken onu bir yere çarpmama endişesiyle tek gözü açık, odasına kadar başarıyla yürüdü. Kadınını yavaşça yatağa yatırdı. Bedenini utanmadan gösterebildiği belki de tek kadının karşısında uzun kollusunu iki saniye içinde çıkartıp orta hızda fırlattı. Hızlı fırlatmanın abartılı bir hareket olduğunu düşünüyordu.
Ne usulca denebilirdi ne hızlıca, o tarzda yataktaki tanrıçaya meyletti. Her şeyi dozunda yapma gayreti gösteriyordu. Abartılı hareketler içerisine girip suratı asık, aletine küskün bir şekilde bunlardan çıkmaktan usanmıştı.
Pantolonu, fazlalıktı. Zira yatağa yakın olan ellerin, onun düğmesini bulduktan sonra baş parmağıyla onu iteleyip durmasından bu net olarak anlaşılıyordu. Oğlan onun işini kolaylaştırmak için üzerinden kalktı ve üzerindeki sondan ikinci parçadan kurtulmak üzere soyunmaya başladı. Kadın da buna uyup üzerindeki siyahtan beş dakika önce doğmuş lacivert tişörtü çıkardı. Sonrasında ise sutyenini. Olağan durumda bunu karşının yapması beklenir, fakat orada durumlar olağan değildi. Önceki birlikteliklerinde oğlan bunu yapmak için neredeyse beş dakika uğraşmıştı. Bu sürede boş durmamak için kadınının dudaklarına fazlasıyla ilgi göstermişti. Eğer biraz daha beceriksiz olsaydı kadının dudaklarını kangren edebilirdi. Bu hoş karşılanmazdı.
Dudaklardan kasıklara kadar giden öpücükler, pembe hazineye varmıştı.
Doğa tarafından şanslı bir şekilde oluştuğunu düşünen oğlanın, bunun için sayılı nedenlerinden biri upuzun diliydi. Kadınını sandık çevresinde gıdıklarcasına kıvrandırdıktan sonra o şanslılığı sandığın en uç noktalarına kadar götürebiliyordu. Nitekim bu kez de öyle oldu.
İleri, geri. İleri, geri. İçeride olmak koşuluyla; ileri, geri. İleri, geri.
Dil ucu yorulduysa kenarlara, kenarlarla dokunuşlar. Sol, sağ. Sağ, sol.
Oğlan: "Ellerine hakim ol ve başımı içine gömmeye çalışmayı bırak." dedi.
Ve doğrulup yatağa oturdu. Yatağın ucundaki bira şiseni alıp tam da kadının bacaklarının arasına koydu. Cıss sesini duymadı fakat kadının bir oh çektiğini duymuştu. Zevk almak kadar zevk vermenin de sınırları bilinmeli, diye geçirdi içinden.
Serinletme işlemi kısa sürdü. Biradan alınan ikişer yudumdan az öncekiyle aynı durumda olan erkeğin önünde dizlerinin üzerine geçti kadın. Erkeğinin biraz yumuşamış aletini doğrultmaya çalıştı. Bir an durdu. Tavana dönük olan kafasını kadınına çevirdi. Onu, aleti üzerine düşmüş saç telini alıp bir kenara atarken gördü. Saç telinden başını yeniden malum bölgeye döndürürken kadın, oğlanın ona baktığını gördü ve gülümsedi. Gözlerini ondan ayırmadan sertleştirmeye devam etti. Güzellik olduğu kadar bir oral tanrıçasıydı. İş esnasında her şeyi bir kenara bırakan özverili çalışan gibi, adeta büyü yapıp dişlerini yok ediyor ve ıslak dilinden, yumuşak dudaklarından başka hiçbir şey kalmıyordu geriye.
Oğlan da ona bakıyordu fakat bu kadar adrenalini şimdiden bitirmemesi gerektiğini anımsayıp bakışlarını yeniden tavana çevirdi.
Kadın dizlerinin üzerinden kalktı ve erkeğinin kucağına yeniden oturdu. Bir süre öpüştüler ve ardından oğlan, onu hafifçe kaldırıp aletini ona yerleştirdi.
43 dakika sonra ise mutlu son.
Ayrıca bkz. Okuyucunun düş gücüne bırakılmıştır.
Oğlan yatağa tamamen kendini bıraktı. Kadın ise odadan çıktı.
Tavanı izlemeye devam ederken "Acaba ne kadar zamanımız kaldı?" diye düşünmeye başladı.
Kadın gülümseyerek odaya girdi. Hala çok güzeldi, hala.
"Attın mı yavrum?" dedi oğlan. "Evet, sorun yok." dedi kadını. "Bunu kabul etmen çok cesurcaydı. Dışarıdan değerlendirirsem senin ne kadar cesur bir kadın olduğunun en ciddi kanıtıydı bu..." "Parkta o adamlardan senin elinden tutup kaçtığımız günü unutuyorsun bak." dedi kadın. Oğlan hem kızardı hem de bozuntuya vermemek adına gülmeye çalıştı, oysa çoktan bunu gerçekleştirmişti. Olgun kadını da onu pışpışlamak için eğilip bir öpücük vermişti. "İçeriden değerlendirmem gerekirse de," dedi oğlan, "mükemmeldi. Yalan söylememem gerekirse de bu kadarını beklemiyordum."
Ve yeniden öpüşmeye başladılar. Kısa süren bu öpüşme sonrasında oğlan komidinde duran sigaralığa uzanıp iki dal çekti. Birini kadına uzattıktan sonra bir centilmen olarak kadınınınkini ve kendisininkini yakıp yeniden arkasına yaslandı.
"Unutmayacağını biliyorum, ama..." derken kadın: "On iki saat sonra bir tane daha." dedi.
Gururluydu oğlan. "Bir erkek daha fazlasını nasıl isteyebilir ve bu erkek nasıl ben olabilirim?" diye düşünürken eğilip öpme işini gerçekleştiren bu kez oydu.
Sıcak havaya karşın sıcak bir duştan sonra yenilen ufak bir yemek sonrasında kadın:
"Canım, bizimkiler gelmek üzeredir. Risk almayalım istersen." dedi.
Durumun tuhaflığına ikisi de dakikalarca güldü.
Oğlan pantolonunu geçirdikten sonra kapıya ilerlerken dayanamadı ve son öpüşmelerini gerçekleştirdiler.
O günden bugüne sabırları direnmeye devam ediyor. Ara ara gerçekleşen uzun sohbetleri, hala o mükemmel ihtiras nirvanasının yinelemesinin ne zaman gerçekleşeceğinin üzerini örtüyor.
0 notes
Photo

Sürrealist ressam Renee Magritte'nin güzel piposu
1 note
·
View note
Photo

"Babam şaraptan çok iyi anlardı rahmetli. Biliyorsunuz, büyük elçilerin en önem verdikleri şey şaraptan anlamaktır. Bordo ile kırmızı arasında gidip gelen rengine uzun uzun bakar, damağında dolaştırır, aromasını hisseder ve yılını tahmin ederdi. Beyaz şarabı lale bardakta, kırmızı şarabı kısa saplı Roma bardakta içerdi. Hukuk fakültesini bitirdiğim gün son derece değerli bir şarap açtı. Bense korka korka, hukukçu olmayacağımı, sinema oyuncusu olmak istediğimi söyledim. O gün beni evden kovdu."
"Senin kabahat artist olmak."
"Yok, o başka bir şey. Bak otel parasını ödeyemiyorum, ilaç bile alamıyorum. Ama yeniden dünyaya gelsem yine oyuncu olurdum."
49 notes
·
View notes
Photo

Televizyonlar, gazeteler, yalaka köşe yazarları devamlı “Bu barış sürecinin şans olduğunu, kimsenin bunu sabote etmemesi gerektiğini, karşı çıkanların akan kanın durmasını istemeyenler olduğunu” söyleyip duruyorlar...
Gel de sor o zaman:
“Yani şimdi Genelkurmay başkanları, ordu ve kuvvet komutanları, terörle mücadele etmiş yüzlerce şerefli subayımız ‘terörist’ olarak hapisteyken... Vatanın bölünmez bütünlüğünü sağlamak Apo’ya mı düştü?..”
*
Ya da sor, sorabilirsen:
“Süren pazarlıkların yeri, zamanı, saati, dakikası, kişileri, amacı, hedefi, faydası, zorunluluğu, kaçınılmazlığı, çok iyi olacağı, yararları durmadan tekrarlanıyor da... Buna karşılık Apo’ya ne vaat edildiğini neden kimse -bir tek kişi dahi- ağzına alamıyor?..”
Niçin?..”
0 notes