Tumgik
#dik duranlar
oktayeren641 · 4 months
Text
Dik duranlar utulumaz #Atatürk kırmızı çizgimizdir bu vesile ile Atatürk hiç bir şey için pazarlık konusu yapılamaz.. Helal olsun size @fenerbahce @Galatasaray kimsenin bizi ve değerlerimizi para ile satın alınamayacağını dünya'ya gösterdiler.. Biz arap değil Türküz... Bir Türk vatandaşı olarak dik duruşunuzla gurur duydum tebrik ederim...🇹🇷🇹🇷
Tumblr media
1 note · View note
ozel-buro · 2 years
Text
GÖÇMEN DOSYASI /// ÖMER MEMOĞLU : GENETİK OPERASYON AŞILAMA SÜRECİNDE DİK DURANLAR STRATEJİK GÖÇ MÜHENDİSLİĞİ OPERASYONUNDA NEDEN HASSASİYET GÖSTERMİYOR ???
GÖÇMEN DOSYASI /// ÖMER MEMOĞLU : GENETİK OPERASYON AŞILAMA SÜRECİNDE DİK DURANLAR STRATEJİK GÖÇ MÜHENDİSLİĞİ OPERASYONUNDA NEDEN HASSASİYET GÖSTERMİYOR ???
ÖMER MEMOĞLU : GENETİK OPERASYON AŞILAMA SÜRECİNDE DİK DURANLAR STRATEJİK GÖÇ MÜHENDİSLİĞİ OPERASYONUNDA NEDEN HASSASİYET GÖSTERMİYOR ??? Plandemi sürecinin en başından beri bir genetik işgal projesi olan, insan vatanın beden sınırlarını işgale gelen süreçle mücadele eden insanların aynı hassasiyeti stratejik göç mühendisliği operasyonu kapsamında göstermemesi büyük resmi göremiyor oluşlarından…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
izmirinisigi · 3 years
Text
-
''Biliyorum...
Yanımda olsan ne kadar da kızardın bana.. plan - uygulama arasında bir yerlerde olan, "aklımın köşesinde" durmaktan çıkıp, artık "gözümün önünde" olan şu eylem için.. asla hak vermediğimi düşünme. kendimi koyuyorum senin yerine, ve aklımı kaybedecek gibi hissediyorum o an.. panik, kızgınlık, bir şeyler yapmak isteyip yapamamanın getirdiği hapis edilmişlik duygusu.. hepsi bir arada, biliyorum. sana, beni seven ya da sevdiğini iddia eden kimseye bunları yaşatmaya hakkım olmadığını da biliyorum. 2 yönden de ironik aslında.. bu duygulardan kısa sayılabilecek bir süredir vazgeçmiş olmama rağmen bunu farz ediyorum, ve nasıl hissettirdiğini hatırlıyorum. ne kadar kuvvetli ve delicesine kontrol dışı olabileceği dank ediyor kafama. öte yandan bunu yaparak, hatta daha yapmadan sadece kendi hayatıma son vermeye karar vererek, hayattan "vazgeçmemi" sağlayan "hayatta çevresine yalnızca uğursuzluk ve üzgünlük getiren kişi" sıfatını bir kere daha hak ediyorum. en başta dedim ya, biliyorum. bilmesem, emin olmasam, kafamda en ufak bir soru işareti olsa bu yazıyı okuyor olmazdın.. güzel yanı da bu aslında.. gerçekten biliyorum. dingin ve huzurlu hissediyorum. biliyorum..... "kendimden nefret etmemin nedenlerinden biri de bu" derdim önceden olsaydı.. ama artık kendime karşı hissettiğim şey "nefret" kadar ateşli, daha doğrusu onun kadar yoğun "duygu" barındıran bir şey değil. sanırım sadece "hayal kırıklığı. kendini duvardan duvara atıp gözyaşları dökecek kadar enerji bile barındırmıyor. pes etmek. tanım bu. oturmak. sessiz kalmak. tamam demek. yaptığın her şeyin birilerine, bir şeylere zarar verdiğini fark etmek, ve eğmek başını yere.. bir ironi de burada. görebiliyorsun değil mi? hep gördün. aslında sen de benim kadar sarkastiksin. gördün, anladın. "şimdi de bunu yap, son bir kez" demek çok büyük bir bencillik mi olur sence? sana ve tüm tanıdıklarıma son bir kazık atmak için izin almam? hissettiklerimi palete sürsem "kırmızı" olmadığını görürdün artık. gri. ya da soluk kahverengi.. belki hatırlarsın, "ölü" kelimesini saçma sapan cümlelerimle tanımlamıştım eskiden. "arkasından yapılan yaygaraya nispet yaparcasına nihai katatonisine bürünmüş olan ruhsuz beden. korkunç değildir. hüzünlüdür ölü. özenilesidir.. serbest kaldığı için. arkasından üzülmemizin tek nedeni ölmesi değil, artık bizimle olmamasıdır... "ceset" tanımını yakıştıramamızdandır daha. isminin ölü olmasıdır.... kolunu kaldırıp göğsünün üstüne koysak sonsuza kadar orda kalır iradeden bağımsızca.. artık insan değildir ki.. insan olan nereye gitmiştir bilinmez. ama ölü insandan kalandır. insanın dünyaya bıraktığı imzadır. yoksa ölümün adı ölüm olmazdı. göç derdik" demiştim. ama biliyor musun bi'tanem, zamanı geliyor, ve kendine yakıştıramıyorsun. sanma ki aklımda en ufak bir şüphe kaldı kendi hakkımda... sadece kaldıramıyorsun arkanda bırakıp gideceklerini. yukarıda da yazdım ya, herkese son bir kazık atacaksın. kalan gurur kırıntılarına yediremiyorsun.. çünkü insanların kalbinde bir parça seni asla affetmeyecek yaptığın şey için.. sonsuza kadar öfkeli kalacaklar sana. içten içe yanacaklar. yanaklarından gözyaşların damlarken "demek bu kadar kolaydı" diyeceksin. sonsuz sitemler edeceksin. rüyalarında bağıracaksın bana. biliyorum. bu nedenle şunu bilmeni istiyorum ki, verdiğim karar "kolay" kelimesinin yanından bile geçmiyor.. "bu bana teselli olur mu sanıyorsun!" diyerek beni yumruklamak istiyorsun.. teselli olması amacı gütmedim bunu söylerken. sadece anlamanı istedim, bunun asla olmayacağını bilsem de.. sattığım, arkadan vurduğum, sevdiğim, ter içinde seviştiğim, orospu çocukluğunun alasını yaptığım, ama bir şekilde hayatında yer tuttuğum tüm insanlardan özür dilemek, oturup 2 kadeh birşeyler içmek, öyle gitmek isterdim, ama bu sadece işleri daha da karmaşıklaştırmaktan başka bir işe yaramazdı.. bu nedenle özür dilemiyorum. hiç olmazsa son bir yüzsüzlük yapmadan başım dik ayrılayım.. kimsenin anlamayacağını da biliyorum. çünkü perdenin "o" tarafında duranlar için anlamsız olduğunun ilk farkında olan insan benim. bu satırları okuyan kişi ben olsaydım ben de
asla anlamazdım. sadece anlatmaya çalıştım. bunu borçluyum. ben kötü bir insan değilim. ne olur, sadece hep buna inan. hoşçakal.''
-
15 notes · View notes
altnsaclikiz · 5 years
Text
Canım öyle istedi.
Olay tam anlamıyla benim acizliğimdi. Çünkü birine bişileri yüklerken taşıyıp, taşımayacağını düşünmeliydim. İnanın insanların fıtursuzca kalp kırmalarından yorgun düşmüşken, oturup bir de beni bu yüzden kırdın  demek daha da yoruyor ruhumu. Bir günümün, bir yeni yaşımın arifesinde gerçekten dibine kadar yalnız olduğumuzun farkına vardım. Herkesin bir şekilde kalıbına uymayanlarıyla paralel oturduğunda seni kırmayacak tek bir anı bile yok şu hayatta. Aslında bu teklik birazda aile yapısıyla ilgili, yani bence bilmiyorum. Şöyle 4 5 kardeşi olanları kıskanıyorum. Anlaşamasa da bir kalabildikleri için. Bilmiyorum, soyutlanıyorum. Yalan, dolan, menfaat dolu hayatlara tanıklık ettikçe güvenim kırılıyor. Darılıyorum ama biliyorum bu da yine kimsenin umurunda olmuyor. Kendim için yaşadığım sözde hayatımın yüzde bilmem kaçını bir başkasını mutlu etmek için harcadığımı görüyorum. 27 yaşımın, 27 maddesi yok. Kızgınlığım ve kırgınlığım bir yana. Bir tarafımda hayatın sana öğretmek istedikleri var, dersini al ve devam et diye dürtüklüyor. Ama sanıyorum şuan şımarık bir çocuktan öteye geçmeyerek, trip atıp, tavır yapıp hatta neden böyle diye ağlayacağım. Ben dik durdukça insanlar durumların beni üzmediğini düşünüyor galiba. Kimsenin, bu kızında bir canı vardır, susuyum, omuz vereyim, koşulsuz olayım, nedensiz duruyum dediğini görmüyorum. Bu sadece benim içinde geçerli  değil, herkes için bu böyleyken insanlık adına üzülüyorum. Yorganı çekip kafama dünya düzelene kadar uyumak istiyorum. Birinin el verip tüm bunlar bir kabustu , herşey geçti, herşey yerli yerinde demesini beklemek istiyorum. Sevdiğim çok sevdiğim tüm durumların sukutu hayalden ileri gidememesi miydi büyümek? Böyleyse ben o istediğim çikolata için ağlamak istiyorum. O dönemlerde kalmak istiyorum. Dönmek istiyorum ?
Çamurdan yaratıldık hali gözyaşlarım vücuduma değdikçe, kil misali güçleniyor sanki. Sahi bunun için mi ağlıyoruz? Yada bunun için mi var gözyaşı? Değen yerlere cila olsun da, kalbin yangınını söndürsün diye mi  ? Anlamlandırmak istemiyorum aslına bakarsanız. Bugün şuan belki yarında sonraki günde küçük şımarık bir kız çocuğu gibi somurtup istediğim olana kadar hayata elleri gövdesinde bağlı bakmak istiyorum. Olaylarım büyüttükçe, içimdeki çocuğa büyümelisin telkini vermekten bıktım. Şimdi o ne isterse onu yapsın halindeyim. Nedenlere oturtmayacağım bir süre olanları. Bana da neden diye sormayın sadece  ‘canım öyle istedi.’
Yalnızlığı diline pelesenk etmişler, belki de hâklıdır. Belki de gerçekten biz hepimiz yanımızda duranlar görünenler bile sadece birer illizyondur. Aman neyse ne işte anlamlandırmaya çalışmayacağım, umurumda değil. Hepiniz bok yiyin.
1 note · View note
cagrijk · 6 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
DİK DURANLAR KAZANACAK!!!!
101 notes · View notes
y-x-y-x-y-blog · 6 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Kendi gününün şafağında, seçilmiş ve sevilen insan Al Mustafa, tam oniki yıl boyunca Orphales şehrinde, gemisinin geri dönüp kendisini doğduğu adaya götürmesini bekledi.
Ve onikinci yılda, hasat ayı olan Ielool'un yedinci gününde, şehir duvarlarından uzak bir tepeye tırmandı, denize doğru baktı ve gemisinin sisle beraber gelişini seyretti.
O anda kalbinin kapıları açıldı ve sevinci denize doğru uzandı. Ve gözlerini kapadı, ruhunun sessizliğinde dua etti.
Tepeden inerken bir hüzün hissetti ve kalbinde şöyle düşündü:
'Nasıl huzur içinde ve üzülmeden gidebilirim? Hayır, ruhum yara almadan bu şehri terketmeliyim..
Duvarlar arasında acı dolu geçen uzun günler, yalnızlık içinde uzun geceler; kim acıdan ve yalnızlıktan pişmanlık duymadan buradan kopabilir?
Bu caddelere ruhumdan o kadar çok parça saçtım ki, özlemimin o kadar çok çocuğu bu tepelerde çıplak dolaştı ki, sıkıntı ve ıstırap çekmeden onlardan kendimi ayıramam..
Bugün üstümden çıkardığım bir giysi değil, kendi ellerimle yırttığım derim, kabuğum..
Geride bıraktığım bir düşünce değil, açlık ve susuzlukla tatlandırılmış bir gönül...
Yine de daha fazla oyalanamam...
Herşeyi kendine çeken deniz beni de çağırıyor; yola çıkmalıyım...
Çünkü kalmak, saatler geceyle yanarken, donmak, kristalleşmek ve bir kalıba dökülmek demek...
Buradaki herşeyi memnuniyetle yanıma alırdım, ama nasıl?
Bir ses, dili ve ona kanat olan dudakları taşıyamaz. Boşluğu yalnız başına aramalı...
Ve kartal, tek başına, yuvasını taşımadan Güneş'e uçmalı...'
Tepenin yamacına eriştiğinde tekrar denize döndü ve baş tarafında kendi yöresinden gemicileri barındıran gemisinin limana yanaştığını gördü.
Ruhundan kopan sözlerle onlara seslendi:
'Kadim annemin oğulları, med-cezir süvarileri... Ne kadar sık benim rüyalarıma yelken açtınız. Şimdi benim uyanışıma geldiniz, ki bu benim en derin rüyam olmalı...
Gitmeye hazırım ve şevkimin yelkenleri rüzgarı bekliyor.
Bu durgun havadan sadece bir nefes daha alacağım, sadece bir bakış daha geriye, sevgi dolu...
Ve sonra aranızda yerimi alacağım, gemiciler arasında bir deniz yolcusu olarak ben...
Ve sen, engin deniz, uyuyan anne, nehrin, ırmağın özgürlüğü...
Bu nehir sadece bir kıvrım daha yapacak, bu arazide bir kere daha çağıldayacak... Ve ben sana geleceğim, sınırsız okyanusa sınırsız bir damla...'
Yürürken, uzaktaki tarlalardan, bağlardan, erkeklerin ve kadınların şehir kapılarına doğru koşuştuklarını gördü. Birbirlerine geminin gelişinden bahsettiklerini ve kendi adını çağırdıklarını duydu.
Şöyle düşündü:
'Ayrılık günü, aynı zamanda toplanma günü mü olacak? Benim akşamımın aslında şafağım olduğu söylenecek mi?
Sabanını tarlanın ortasında bırakana, üzüm cenderesinin çarkını durdurana ben ne verebilirim?
Kalbim meyveyle yüklü bir ağaca dönüşse de derleyip onlara sunabilsem..
İştiyakım bir pınar gibi aksa da kaplarını doldurabilsem...
Bir yücenin elinin dokunmasını bekliyen bir harp mı, yoksa nefesinin içimden geçeceği bir flüt müyüm?
Sessizliğin arayıcısı olan ben, sessizlik içinde başkalarına güvenle dağıtabileceğim nasıl bir hazine buldum?
Eğer bugün hasat günüyse, hangi tarlalara ve hangi anımsanmayan mevsimlerde tohumları ekmiş olabilirim?
Ve eğer fenerimi yükselteceğim saat gelmişse, içinde yanan benim alevim olmayacak...
Kendimi bomboş ve karanlık hissederek fenerimi kaldıracağım...
Ve gecenin bekçisi fenerimin içine yağı koyacak; onu yakacak da...'
Bunlar kelimelere dökülenlerdi. Fakat kalbindeki pek çok şey, söylenmemiş olarak kaldı. Çünkü en derin gizemini açıklayamazdı...
Ve şehre döndüğünde, herkes onu karşılamaya geldi. Adeta tek bir ses olarak ağlıyorlardı.
Ve şehrin yaşlıları ileri çıkıp şöyle dediler:
'Henüz gitme; bizi bırakma.
Bizim alacakaranlığımıza öğle ışığı oldun; ve gençliğin, hayallerimize hayaller getirdi.
Sen aramızda bir yabancı, bir misafir değilsin. Çok sevdiğimiz oğlumuzsun...
Gözlerimiz, senin yüzününü görememenin açlığını ve acısını yaşamasın.'
Ve rahiplerle rahibeler konuşmaya başladılar:
'Denizin dalgalarının bizi ayırmasına, aramızda geçirdiğin yılların bir anı olmasına izin verme.
Aramızda bir hayalet gibi yürüdün ve gölgen, yüzümüze düşen bir ışık oldu.
Seni çok sevdik; ama sevgimiz sözlere dökülmedi ve örtülü kaldı.
Ama şimdi sana yüksek sesle haykırılıyor; sevgimiz önüne seriliyor.
Hep yaşandığı gibi, ne yazık ki sevgi kendi derinliğini, ayrılma anına kadar anlıyamıyor...'
Diğerleri de ona yalvardılar; ama o hiç cevap vermedi. Sadece başını önüne eğdi ve ona yakın duranlar, göğsüne düşen göz yaşlarını gördüler.
Sonra, kalabalıkla birlikte tapınağın önündeki meydana doğru yürüdüler.
Ve mabetten Almitra adında bir kahin kadın çıktı.
Ve o, kadına sonsuz bir şefkatle baktı; çünkü daha şehirdeki ilk gününde onu bulan ve inanan bu kadın olmuştu.
Ve kadın onu selamlıyarak konuşmaya başladı:
'Tanrının sevgili kulu, son noktayı keşfedebilmek için uzun zamandır uzakları gözlüyor, gemini bekliyorsun.
Ve şimdi gemin burada, sen de gitmelisin.
Anılarındaki ülke ve büyük dileklerinin mekanı için duyduğun hasret çok derin. Ve ne sevgimiz seni bağlıyabilir, ne de sana olan ihtiyacımız seni tutabilir.
Ancak bizden ayrılmadan önce bizimle konuşmanı ve bize gerçeği anlatmanı istiyoruz.
Ve biz onu çocuklarımıza, onlar da kendi çocuklarına aktaracaklar ve o hiç bir zaman yok olmayacak...
Yalnızlığında bizim günlerimizi gözlemledin ve uyanıklığında, bizim uykumuzun hıçkırıklarını ve kahkahalarını dinledin.
Şimdi bizi bize aç ve doğumla ölüm arasında yer alanlardan sana aşikar olanları bize de anlat.'
Ve o cevap verdi:
'Orphales halkı, tam şu anda ruhlarınızda devinmede olandan öte, size neden bahsedebilirim?'
*
Bunun üzerine Almitra, 'Bize sevgiden bahset...' dedi.
Ve o başını kaldırdı, insanlara baktı. Üzerlerine sinen derin dinginliği duyumsadı.
Ve yüksek bir sesle konuşmaya basladı:
'Sevgi çizi çağırınca, onu takip edin, Yolları sarp ve dik olsa da...
Ve kanatları açıldığında, bırakın kendinizi, Telekleri arasında saklı kılıç, sizi yaralasa da...
Ve sizinle konuştuğunda, ona inanın, Kuzey rüzgarının bir bahçeyi harap edişi gibi, Sesi tüm hayallerinizi darmadağın etse de...
Çünkü sevgi sizi yücelttiği gibi, çarmıha da gerer. Sizi büyüttüğü ölçüde, budayabilir de...
En yükseklere uzanıp, Güneş'le titresen en hassas dallarınızı okşasa da, Köklerinize de inecek, ve onları sarsacaktır, Toprağa tutunmaya çalıştıklarında...
Mısır biçen dişliler gibi sizi kendine çeker; Çıplak bırakana kadar döver, harmanlar; Kabuklarınızı, çöplerinizi ayıklar, eler...
Bembeyaz olana kadar öğütür sizi; Esnekleşene kadar yoğurur; Ve Tanrı'nın İlahi sofrasına ekmek olasınız diye, Sizi kendi kutsal ateşine savurur...
Sevgi bütün bunları, Kalbinizin sırlarını bulasınız diye yapar, Ve bu biliş, Hayat'ın kalbinin bir cüzünü yaratır...
Ancak korkunun kıskacında, Salt sevginin huzurunu ve hazzını ararsanız, O zaman örtün çıplaklığınızı, Ve sevginin harman yerine adım atın...
Adım atın, kahkahaların tümünün olmadığı, Sadece gülebileceğiniz mevsimsiz dünyaya, Ve ağlayın, ama tüm gözyaşlarınızla değil...
Sevgi hiçbir şey sunmaz, sadece kendisini, Hiçbir şey kabul etmez, kendinde olandan gayri...
Sevgi sahip çıkmaz, sahiplenilmez de; Çünkü sevgi, sevgi için yeterlidir, tümüyle...
Sevdiğinizde, 'Tanrı benim kalbimde, ' yerine, Söyle deyin, 'Ben kalbindeyim Tanrı'nın...'
Ve sanmayın yön verebilirsiniz sevginin akışına, Çünkü sevgi, yolunu kendi çizer, sizi değer bulduğunda...
Sevgi bir şey istemez, tamamlanmaktan başka...
Fakat seviyorsanız ve ihtiyaçların arzuları varsa, Bırakın bunlar sizin de arzularınız olsun...
Erimek ve akmak, geceye şarkılar sunan bir dere misali, Şefkatin fazlasının verdiği acıyı bilip, Kendi sevgi anlayışınla yaralanmak, Ve kanamak, yine de istekle ve coşkuyla...
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak, Ve bir sevgi gününe daha, teşekkürle uzanmak...
Sessizce çekilmek öğle vakti, sevginin vecdini duymak, Akşamın çöküşüyle de, eve huzurla dönmek...
Ve uyumak, kalbinde sevgiliye bir dua, Ve dudaklarında bir şükür şarkısıyla...'
* Sonra Almitra tekrar konustu: 'Peki ya beraberlik? ' Ve o cevap verdi:
Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız, Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız, Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız, Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun, Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda, Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın, Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin, Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın, Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın, Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır, Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın, Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan, Hep yanyana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez.
Çocuklara Dair:
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil.
Onlar Hayat?ın kendine duyduğu hasretin oğulları ve kızları.
Onlar sizinle gelirler ama sizden değil.
Sizinle birlikte olsalar da size ait değil.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi değil,
Çünkü kendi düşünceleri var onların.
Onların bedenlerini barındırabilirsiniz ama ruhlarını değil,
Çünkü ruhları Sonsuzluk Evinde yaşar; düşlerinizde bile gidemezsiniz oraya.
Onlar gibi olmaya çabalayabilirsiniz ama onları kendinize benzetmeye çalışmayın.
Çünkü geri geri gitmez yaşam, dün ile oyalanmaz.
Sizler yaysınız ve çocuklarınız bu yaylardan fırlatılan canlı oklar.
Okçu sonsuzluk yolundaki hedefi görür ve okları tez gitsin, ırak gitsin diye var gücüyle gerer sizi O.
Okçunun elinde gerilmek size mutluluk versin
Çünkü O dengeli yayı da sever, uçan oku sevdiği kadar.
Çocuklar anne baba vasıtasıyla dünyaya gelirler ama onlara ait değildir. Anne baba çocuğuna sevgisini verebilir ama düşüncelerini veremez; bedenlerini barındırırlar ama ruhlarını değil; onlar gibi olabilir ama kendilerine benzetmeye çalışmamalıdırlar. Çünkü hayat geriye dönmez,dünle de bir alışverişi yoktur. Siz yaysınız,çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar. Okçu,sonsuzluk yolundaki hedefi görür Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar. Okçunun önünde kıvançla eğilin Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
ÖZGÜRLÜK
Daha sonra bir konuşmacı söz aldı ve bize Özgürlük'ten söz et, dedi. Ve El Mustafa yanıtladı: Kentin kapısı önünde ve ocaklarınızın başında özgürlüğünüze tapınmak üzere yere kapanmış olduğunuzu görmüşümdür. Bu tapınmalarınız sırasında, kölelerin, kendilerinizi ezip öldürmekte olan bir zalim buyrukçunun karşısında eğildikleri gibi öne kapanmıştınız. Hatta aramızda en özgür diye bilinenin bile, tapınağın korusunda ve burçların gölgesinde özgürlüğünü bir boyunduruk ve kelepçe gibi taşımakta olduğunu da görmüşümdür. Ve içim sıra yüreğim kanamıştır; çünkü, ne zaman ki özgürlüğün arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı kesersiniz, işte ancak o zaman özgür kalabilirsiniz. Ne zaman ki günlerinizin ihtiyaçları düşünmeden ve geceleriniz de bir pişmanlık ve tutkuyla dolu olmadan geçer, işte o zaman gerçekten özgür olursunuz. Daha doğrusu bu gibi dertler yaşantınızı alt üst ettiği helde kendi bağımsızlığınız ve isteğinizle bunların üstesinden gelebildiğinizde özgür olursunuz. Ama idrakinizin sabahında, öğle saatlerinize vurduğunuz zincirleri kıramazsınız, gecelerinize ve gündüzlerinize nasıl üstün gelebilirsiniz? Oysa gerçekte, sizin özgürlük dediğiniz bu zincirlerin en sağlamıdır, ama her halkası güneşin ışınlarıyla parıldamakta ve gözlerinizi kamaştırmaktadır. Ve özgür olabilmeniz için, kendi benliğinizin görüntülerinden uzaklaşmanız gerekir, değil mi? Diyelim ki, bu görüntülerden biri adil olmayan bir kanun ama onun sizlerin alnına yazmış olan yine kendi ellerinizdir. Alnınıza yazmış olduğunuz bu kanunun, ne kanun kitaplarını ateşe atmakla, hatta ne de okyanusun bütün suyuyla yargıçlarınızın alınlarını yıkamakla silip-temizleyebilirsiniz. Ve, diyelim ki, kendisinden kurtulmak istediğiniz bir despot var, ilkin onun içinizde kurmuş olduğu saltanatı yıkmanız gerekir. Çünkü bir zalimin özgür ve başı dik insanlara hükmedebilmesi için, onların özgürlüklerine bir zulüm ve gururlarında bir utanç bulması gerekmez mi? Eğer kurtulmak istediğiniz bir dertse, bilin ki bu derdi bir başkası değil kendiniz kendi başınıza sarmışsınızdır. Ve eğer kurtulmak istediğiniz görüntü bir korkuysa, o korkunun yerleştiği yer kendisinden korkulanın eli değil, sizin yüreğinizdir. Gerçek şudur ki, varlığınızın içindeki her şey birbirleriyle sarmaş dolaş olarak devinmektedir. Arzulanan ile korkulan, nefret edilen ile kutlanan, kendisine yönelinen ve kaçılan birbirlerine girmiştir. Bütün bu nesneler, sizlerin içinde birbirleriyle kesişen gölgeler gibi çift çift gezinmektedir. Ve ne zaman ki bir gölge soluklaşıp silinir, gerideki ışıklardan biri öne çıkar ve bir başka gölgeye ışık olur. Bu nedenledir ki, özgürlüğünüz kendisine vurulmuş olan zincirlerinden kurtulduğunda, daha büyücek bir özgürlüğe zincir olur.
"Bize Dua'dan söz et! "
Bunun üzerine de şunları söyledi Tanrı-Elçisi:
"Sıkıntı ve ihtiyaç içinde olduğunuz zaman dua edersiniz; keşke, neşeyle dolup taştığınız zamanlar da dua edebilseniz! bolluk içinde yüzdüğünüz zamanlar da dua edebilseniz!
Çünkü sizin benliğinizin, sizin kendiliğinizin, yaşayan küllî varlıkta açılmasından, genişlemesinden başka nedir ki dua!
Ve daha huzurlu olmanız için, içinizdeki karanlıkları, içinizdeki katılıkları boşluğa boşaltmak duayse eğer, daha neşeli olmak için kalbinizin şafağını dışarı saçmak da duadır.
Ve içiniz sizi duaya çağırdığında, ağlamaktan başka bir şey yapamıyorsanız, sizi mahmuzlamaya devam etmeli içiniz, ağlaya ağlaya sonunda gülmeye varıncaya kadar. Dua ettiğiniz zaman, sizinle aynı anda dua eden, ve duadan başka hiçbir yerde, başka hiçbir halde bir araya gelemeyeceğiniz kimselerle buluşmak için yükselirsiniz, yükselirsiniz, bulunduğunuz yerden çok yukarılara.
Ve tapınağa sadece birşey istemek için girmişseniz, hiçbir şey elde edemezsiniz:
Oraya başkalarının iyiliğini için bile olsa, bir şey istemek için girmişseniz işitilmeyecektir sesiniz.
Çünkü tapınağa girmiş olmanız yeter, bununla, girmiş olabiliyorsanız eğer, aynı zamanda, sizin varlığınızda içkin görünmeyen o en büyük tapınağa.
Sözcükleri kullanarak nasıl dua edilir, bunu öğretmem ben size. sizin dudaklarınızla kendisi dile getirmedikçe onları, Tanrı dinlemez sözcüklerinizi.
Ve ben öğretemem denizleri, ormanların ve dağların dualarını size.
Fakat, siz ey, dağlardan, ormanlardan ve denizlerden doğup gelenler, sizler hissedebilirsiniz onların dualarını, dağların, ormanların, denizlerin içrek yakarışlarını kendi yüreğinizde.
Ve yalnızca gecenin sükûnetinde duyabilirsiniz onları, onların sessizce söylediklerini:
'Ey Tanrımız, ey bizim aşkın, kanatlı kendiliğimiz, Senin istemindir, ne istiyorsak, isteyen içimizde. 'Senin arzundur, ne arzuluyorsak arzulayan içimizde.
'Senin verdiğin güdüdür gecelerimizi gündüze çevirmek isteyen ve senin gecelerini, senin gündüzlerine...
'Senden hiçbir şey istemiyoruz, çünkü, daha onlar doğmadan içimizde sen biliyorsun ihtiyaçlarımızı da, özlemlerimizi de.
'Bizim ihtiyacımız sensin, özlediğimiz sen; ve kendini biraz daha vermekle bize, her şeyi vermiş oluyorsun hepimize"
EĞİTİM
Sonra bir öğretmen, "Bize eğitimden bahset." dedi. Ve o cevap verdi:
"Hiç kimse size, içinizdeki bilginin şafağında halen yarı uykuda olandan bir zerre fazlasını açıklayamaz.
Takipçileri arasında mabedin gölgesinde yürüyen bir öğretmen, size bilgeliğini değil sadece inancını ve sevgisini verebilir.
Eğer gerçek bir bilgeyse, bilgeliğinin evine davet etmek yerine, sizi kendi aklınızın eşiğine doğru yönlendirir.
Bir astronomi bilgini, size uzayla ilgili anlayışından bahsedebilir ama anlayışını size veremez.
Bir müzisyen her yerde var olan ritimlerle bir şarkı söyleyebilir; ancak ne ritmi yakalayan kulağı, ne de onu ekolayan sesi size sunabilir.
Ve semboller ilminde usta biri, size simgesel alanlardan söz eder, ama sizi oralara taşıyamaz.
Çünkü bir kişinin sahip olduğu ilham, kanatlarını başka birine ödünç veremez.
Ve nasıl herbiriniz Tanrı'nın bilgisinde özgün bir yere sahipseniz, sizin de Tanrı'yı kayrayışınız ve dünyayı anlayışınız tek başınıza ve size özel olacaktır."
KURALLAR
Sonra bir avukat, "bize kurallardan bahset..." dedi.
ve o cevap verdi:
"siz kurallar koymayı çok seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz.
tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi.
ancak siz kumdan kulelerinizi yaratırken, okyanus kıyıya kum taşımaya devam eder.
ve siz onları yerle bir ederken, okyanus da sizinle birlikte güler.
gerçekten de okyanus, daima masum olanla beraber güler. fakat yaşamı bir okyanus ve insanların koyduğu kuralları kumdan kuleler olarak görmeyen kişiler için ne diyebiliriz?
onlar için yasam bir kaya, ve kanun bu kayayı kendi isteklerine göre oyup şekillendirmek için kullanacakları bir keski gibidir.
dansçılardan nefret eden yeteneksiz biri için ne diyebiliriz?
veya boyunduruğundan hoşnut olup, ormanındaki geyiği başıboş bir serseri olarak yargılayan bir öküz için?
peki, derisini dökemediği için, diğerlerini çıplak ve ahlaksız olarak niteleyen yaslı bir sürüngene ne demeli?
veya bir düğün şölenine erkenden gelen, iyice karnini doyurduktan ve yorulduktan sonra, yemekleri ve eğlenceyi kötüleyen biri için?
bunlar hakkında söyleyebileceğim tek şey, hepsinin güneş ışığı altında oldukları halde, güneş'e sırtlarını dönmüş olduklarıdır.
onlar salt kendi gölgelerini görebilirler ve bu gölgeler, onların kanunları olur.
ve onlar için güneş, bir gölge yaratıcısından başka ne olabilir ki?
ve onlar için kurallara uymak, başlarını yere eğip, toprak üzerindeki gölgelerini izlemekten başka bir şey değildir.
ancak yüzünü güneş e çevirmiş olanlarınızı, toprak üzerine çizilmiş imajlar durdurabilir mi?
eğer rüzgarla yolculuk ediyorsanız, hangi rüzgar gülü yönünüzü çizebilir?
eğer boyunduruğunuzu kırarsanız, ama başka birinin hücresinin kapısında değil, hangi kanun sizi sınırlayabilir?
ve eğer dans ederseniz, ama başka birinin zincirlerine takılıp sendelemeden, hangi kanun sizi korkutabilir?
orphalese halkı, davulun sesini boğabilir, bir lirin tellerini gevşetebilirsiniz,ama bir tarla kuşuna şarkı söylememesi için kim emir verebilir ki?"
KONUŞMA
Ve bir öğrenci, "Bize konuşmadan bahset" dedi. Ve o cevap verdi: "Siz konuştuğunuzda, düşüncelerinizle barış içinde olmayı terkedersiniz; Ve kalbinizin ıssızlığında daha fazla kalamadığınızda, dudaklarınızla yaşamaya başlarsınız. Ses sizin için bir eğlence, bir zaman geçirme aracı olur. Ve konuşmalarınızın çoğunda, düşünce yarı yarıya katledilir; Çünkü düşünce, boşlukta uçan bir kuş gibidir; kelimelerin kafesinde kanatlarını açabilir ama uçamaz. Aranızda bazıları, yalnızlığın korkusuyla konuşkan birini ararlar; Çünkü, tek başına olmanın sessizliği, gerçek ve çıplak kendilerini gözleri önüne serer, ki onlar bundan kaçarlar. Ve konuşmayı seven bazılarınız vardır ki, bilgisizce ve önceden düşünmeden, kendilerinin bile anlamadığı bir gerçeği ifşa edebilirler. Ancak bazılarınız ise içlerinde gerçeği taşır, ama onu kelimelerle dile getirmezler. Böylelerinin sinelerinde ruh, ritmik bir sessizlik içinde dinlenir. Bir arkadaşınızla karşılaştığınızda, ruhunuzun dudaklarınıza doğru hareket etmesini ve dilinizi yönetmesini sağlayın. Sesinizin içindeki sesin, onun kulağının içindeki kulağa seslenmesine izin verin; Çünkü onun ruhu, sizin kalbinizin gerçeğini saklıyacaktır; Tıpkı kadeh boşalıp, rengi unutulsa bile, şarabın tadının ağızda kalması gibi..."
KENDİNİ BİLİŞ
Ve bir adam şöyle dedi: "Bize kendini bilişden bahset." Ve o cevap verdi:
"Kalbiniz gecelerin ve gündüzlerin sırrını sessizce bilir. Ancak kulaklarınız, kalbinizin bilgisini işitmek için deli olur.
Düşüncelerinizde daima bildiğinizi, kelimelerde de bileceksiniz. Rüyalarınızın çıplak bedenine parmaklarınızla dokunabileceksiniz.
Ve böyle de olması gerekir.
Ruhunuzun saklı kaynağı yükselmeli ve çağıldayarak denize doğru koşmalı; Ve o zaman, sonsuz derinliğinizin hazineleri gözlerinizin önüne serilecektir.
Ancak bilinmeyen hazinenizi tartmak için tartı aramayın; Ve bilginizin derinliğini değnekle veya iskandil ipiyle ölçmeye kalkmayın.
Çünkü kişi, ölçüsüz ve sınırsız bir deniz gibidir. 'Tek doğruyu buldum' değil, 'Bir doğruyu buldum' deyin.
'Ruha giden yolu buldum' değil, 'Kendi yolumda yürürken ruhu buldum' deyin.
Çünkü ruh, her yolda yürür. Ruh ne bir çizgi üzerinde yürür; ne de bir kamış gibi dümdüz büyür. Ruh, sayısız taç yaprakları olan bir lotus çiçeği gibi açılır."
VERMEK
Sonra, varlıklı bir adam konuştu: 'Bize vermekten bahset.'
Ve o cevap verdi:
'Sahip olduklarınızdan verdiğinizde, çok az şey vermiş olursunuz;
Gerçek veriş, kendinizden vermektir.
Çünkü sahip olduklarınız, yarin ihtiyacınız olabilir diye saklayıp koruduğunuz şeylerden ibaret değil mi?
Ve yarin, kutsal şehre giden hacıları takip ederken, kemiklerini, iz bırakmayan kumlara gömen fazla uyanık bir köpeğe ne getirebilir?
Ve ihtiyaç korkusu da, ihtiyaçtan başka bir şey değil midir?
Kuyunuz tamamen doluyken susuzluktan korkmak, tatmin olamayan bir susuzluk göstermez mi?
Çok fazla şeye sahip olup, çok az verenler, bunu gösteriş isteyen gizli arzuları için yaparlar, ki bu da armağanlarını yararsız kılar.
Ve bazıları vardır ki, çok az şeye sahiptirler ve hepsini verirler. Bunlar hayata ve hayatin definesine inananlardır, ve kasaları hiç bos kalmaz.
Bazıları sevinçle verirler, bu sevinç onların ödülüdür.
Bazıları ise ıstırap içinde verirler ve bu acı onların vaftizidir.
Ve bazıları vardır ki, ne vermenin acısını hissederler, ne sevinç ararlar, ne de bir erdemlilik düşüncesi taşırlar;
Onlar, su vadideki mersin ağacının kokusunu salışı gibi verirler.
Böyle kişilerin ellerinde Tanrı dile gelir ve onların gözlerinden Tanrı, dünyaya gülümser.
İstendiği zaman vermek güzel bir davranış olabilir; fakat istenmeden, ihtiyacı hissederek vermek çok daha anlamlıdır.
Ve cömert olan için, verecek kimseyi aramak, veriş olayından daha fazla sevinç getirir.
Vermekten alıkoyacağınız herhangi bir şey olabilir mi?
Sahip olduğunuz her şey bir gün verilecektir.
Öyleyse simdi verin ve vermenin hazzını mirasçılarınız değil siz yasayın..
Çoğunlukla söyle dersiniz: 'Vereceğim, ama hak edeni bulabilirsem.'
Ne koruluktaki meyve ağaçları böyle düşünür, ne de çayırdaki sürüler.
Onlar, saklandığında çürüyecek olanı, yasayabilsin diye verirler.
Herhalde kendisine günler ve geceler verilmesini hak eden bir kişi, sizden gelebilecek şeyleri de hak eder.
Ve hayat okyanusundan içmeye hak kazanmış bir insan, sizin küçük ırmağınızdan da bir bardak su alabilir.
Faydasından öte, kabul etmenin gerektirdiği cesaretten ve güvenden daha büyük bir değer var midir?
Ve siz kim oluyorsunuz da, onların göğüslerini yırtarak gururlarını korunmasızca ortaya seriyor, sonra da onların değerlerini örtüsüz ve gururlarını utanmasız olarak değerlendiriyorsunuz?
Önce kendinizi vermeye hak kazanmış ve verme olayında bir aracı olarak görün.
Çünkü gerçekte her şeyi veren hayattır ve siz kendinizi bir verici olarak belirlediğinizde, sadece bir tanık olduğunuzu unutuyorsunuz.
Ve siz alıcılar, ki hepiniz bu gruba dahilsiniz, ne kendinize ne de size verene bir boyunduruk yüklememek için, hiç bir minnet hissi taşımayın.
Bunun yerine, armağanları kanat yaparak, verenle beraber yükselin;
Çünkü borcunuzu gereğinden fazla abartmak, annesi özgür yürekli dünya, babası evren olan cömertlik olgusundan şüphe etmek demektir...'
ACI
Ve bir kadın, "Bize acıdan bahset" dedi. Ve o cevap verdi:
"Acınız, anlayışınızı saklayan kabuğun kırılışıdır.
Nasıl bir meyvenin çekirdeği, kalbi güneş'i görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz.
Ve eğer kalbinizi, yaşamınızın günlük mucizelerini hayranlıkla izlemek üzere açarsanız, acınızın, neşenizden hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz;
Ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçişini kabul ettiğiniz gibi, aynı doğallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylayacaksınız.
Ve kederinizin kışını da, pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz.
Acılarınızın çoğu sizin tarafınızdan seçilmiştir.
Acınız, aslında içinizdeki doktorun, hasta yanınızı iyileştirmek için sunduğu "acı" ilaçtır.
Doktorunuza güvenin ve verdiği ilacı sessizce ve sakince için;
Çünkü size sert ve haşin de gelse, onun elleri, "Görülmeyen"in şefkatli elleri tarafından yönlendirilir.
Ve size ilacı sunduğu kadeh dudaklarınızı yaksa da, O'nun kutsal gözyaşlarıyla ıslanmış kilden yapılmıştır."
HAZ
Sonra yılda bir kere şehre inen bir münzevi öne çıktı ve ” Bize Haz’dan söz et!” dedi.
“Haz bir özgürlük şarkısıdır, özgürlüğün kendisi değil.
Arzularınızın tomurcuklanmasıdır, onların meyvesi değil.
Sizi bir doruğa çağıran derinliktir; derin olan değil, yüksek olan değil.
Çırpınan kanattır haz, bir kafeste, gök değildir, gök değil, onunla kucaklanan.
Gerçekte bir özgürlük şarkısıdır, haz, Ve ben, kalplerinizin bütün neşesi ve çoşkusuyla söylemenizi isterdim onu; Ama yine de, onu söylerken harcayıp bitirmenizi istemezdim bir seferde, her biri özgürlük kadar değerli ve gerekli başka her şeyi ve her şeyle birlikte sevme yetinizi, kalbinizin ferini.
İçinizde kimi gençler, haz her şeymiş gibi düşerler peşine onun Ve onları yargılar, kınar, azarlar başkaları.
Ben ne yargılamak isterim, ne de kınamak, Ama anlamak isterdim onları. Çünkü araya araya hazzı bulurlar ama sadece onu değil:
Yedi tanedir hazzın kız kardeşleri Ve onların en güzeli daha güzeldir hazdan.
Ot kök aramak için toprağı kazıpta orada define bulan birini işitmediniz mi hiç?
Ve içinizden kimi yaşlılar sarhoşken işlenmiş hatalar gibi, pişmanlıkla anarlar kimi hazları.
Ama pişmanlık belleğin bulandırılmasıdır, cezalandırılması değil.
Hazlarını minnetle anmalıdır böyleleri, bir yaz hasadı kaldırmış gibi. Fakat yine de, pişmanlık rahatlatıyorsa onları bırakalım rahatlasınlar.
İçinizde, kendini ne haz arayacak kadar genç, ne de tattığı hazları hasretle anacak kadar yaşlı hissedenler vardır. Bunlar, ihmal etmemek yahut incitmemek için ruhu, hazzı arama ve anma korkusuyla ürkütüp kaçırırlar bütün hazları.
Fakat işte, bu işgüzarlıktadır, onların hazzı da. Ve titreyen elleriyle ot kök ararken bazen define de bulurlar orada.
Fakat söyleyin bana, kimdir, nedir ruhu taciz eden? Bülbülün ötüşü bozar mı, dersiniz, gecenin sükûnetini, yahut ateşböceği bozar mı, dersiniz, yıldızların parıltısını?
Aleviniz ya da dumanınız yük olur mu dersiniz, rüzgârın sırtına?
Yoksa siz, bir çomakla bulandırabileceğiniz durgun, dingin bir havuz olduğunu mu düşünüyorsunuz, ruhun?
Kendi hazlarınızı inkâr etmekle, arzuyu depolamaktan başka bir şey yapmış olmazsınız çok defa varlığınızın diplerinde, kuytuluklarında.
Bugün gözden uzaklaştırılmış gözüken şey, Kim bilir, yarını bekliyordur belki de, ortaya çıkmak için.
Bedeniniz bile mirastan kendisine düşen payı, haklı, yerinde arzuları, şehvetleri bilir ve aldanmaz.
Ve bedeniniz, ruhunuzun elindeki arptır. Artık size kalmış, ondan harika bir ezgi çıkarmak ya da kakofoni.
İçinizden soruyor olmalısınız, ‘Peki, haz konusunda iyi olanı iyi olmayandan nasıl ayıracağız?’
Ben derim ki, tarlanıza gidin, bahçenize gidin, orada, arının peşinde koştuğu hazzın çiçekteki balı toplamak olduğunu göreceksiniz.
Ve yine, balını arıya sunmanın da, çiçeğin hazzı olduğunu göreceksiniz.
Çünkü çiçek bir hayat kaynağıdır arı için; Çünkü arı bir aşk mesajıdır, aşk ilanıdır, çiçek için; Çünkü, haz vermek ve haz almak, arı ve çiçek, her ikisi içinde bir ihtiyaçtır, bir sarhoşluk ve erinç…
Ey Orphalese halkı, ben derim ki size, arınınki ve çiçeğinki gibi olsun sizin de hazlarınız.”
HAZ VE IZDIRAP
Sonra bir kadın konuştu: "Bize haz ve ıstıraptan bahset."
Ve o cevap verdi:
"Hazzınız, ıstırabınızın maskesiz halidir. Ve kahkahanızın yükseldiği aynı kuyu, sık sık gözyaşlarınızla dolar.
Başka türlü olabilmesi mümkün müdür ?
Istırabın içinize kazıdığı alan ne kadar derin olursa, o denli çok hazzı içerebilir.
Ve şarabınızı taşıyanla, çömlekçinin fırınında yanan aynı kadeh değil midir?
Ve sesi ruhunuzu okşayan lavta, daha önce bıçaklarla oyulan tahtayla bir değil midir?
Kendinizi neşeli hissettiğinizde kalbinizin derinliklerine inin.
Farkedeceksiniz ki, size bu sevinci veren, daha önce üzülmenize neden olmuştu.
Üzgün olduğunuzde, tekrar kalbinize dönün. Göreceksiniz ki, daha önce sevinciniz olan bir şey için ağlıyorsunuz.
Bazılarınız, "Haz, ıstıraptan daha anlamlıdır" der ; diğerleri ise, "Hayır, ıstırap daha anlamlıdır".
Bense, ikisi birbirinden ayrılamaz, diyorum.
Onlar beraber gelirler. Ve siz, bir tanesiyle masanızda otururken, unutmayin ki, diğeri de yatağınızda uyuyordur.
Gerçekte siz, hazzınızla ıstırabınız arasında bir terazi konumundasınız. Sadece boş olduğunuzda, hareketsiz ve dengede kalabilirsiniz.
Bir hazine avcısı, altın ve gümüşünü tartmak için sizi kullandığında, haz ve ıstırap kefeleriniz, ister istemez, yükselip alçalacaktır..."
İYİLİK ve KÖTÜLÜK
Ve şehrin yaşlılarından biri, 'Bize iyilik ve kötülükten bahset.' dedi.
Ve o cevap verdi:
'Yalnızca içinizdeki iyilikten bahsedebilirim, kötülükten değil. Çünkü kötülük, kendi açlık ve susuzluğu içinde azap çeken iyilikten başka ne olabilir ki?
Gerçekten de iyilik, acıktığında en karanlık mağaralarda bile yiyecek arar ve susadığında kirli, durgun sulardan bile içer.
Siz, kendinizle bir olduğunuzda iyisiniz; bununla birlikte, kendinizle bir olmadığınızda, kötü değilsiniz.
Çünkü parçalanmış bir aile eşkiyaların ini değildir; sadece parçalanmış bir ailedir.
Ve dümensiz bir gemi, tehlikeli adalar arasında amaçsızca dolaşır durur, ama dibe batmaz.
Siz, kendinizden bir şeyler vermeye çabaladığınızda iyisiniz; Kendiniz için bir kazanç sağlamaya çalıştığınızda ise, kötü değilsiniz.
Çünkü, bir şey kazanmak için uğraştığınızda, toprağa tutunan ve onun göğsünde beslenen bir kök gibisiniz.
Doğaldır ki, meyve köke 'Benim gibi, olgun, dolgun ve bol bol veren ol..' demez. Çünkü, almak nasıl kök için bir ihtiyaçsa, meyve için de vermek bir gereksinimdir.
Konuşurken tamamen uyanıksanız, iyisiniz. Ama, diliniz anlamsızca kekelerken uyukluyorsanız, kötü değilsiniz; Ve sürçen bir konuşma bile, zayıf bir dili güçlendirebilir.
Amacınıza doğru sağlam ve cesur adımlarla ilerlediğinizde iyisiniz; Fakat oraya topallıyarak gittiğinizde de, kötü değilsiniz. Çünkü topallayanlarınız bile geri gitmez.
Fakat güçlü ve hızlı olanlarınız, incelik gösterin ve topal birinin yanında asla topalllamayın.
Siz, sayısız konuda iyisiniz ve iyi olmadığınızda ise, kötü değilsiniz. Sadece oyalanıyor ve tembellik ediyorsunuz.
Ne yazık ki, geyikler kaplumbağalara çevikliği öğretemiyor.
İyiliğinizin, üstün beninize duyduğunuz özlemde saklı ve bu özlem herbirinizde mevcut.
Ancak bazılarınızda bu özlem, yamaçların gizemini ve ormanın ezgilerini taşıyarak, büyük bir güçle denize doğru akan bir sel gibidir.
Ve diğerlerinde ise, dönemeçlerle ve kavislerle yolunu kaybeden, kıyıya ulaşmadan önce oyalanıp duran durgun bir ırmağa benzer.
Yine de özlemi fazla olanın, az olana 'Neden bu kadar yavaşsın, neden duraklıyorsun? ' demesine izin vermeyin.
Çünkü gerçekten iyi olan, ne çıplak birine, `Neden elbisen yok? ' diye sorar, ne de evsiz olana 'Evine ne oldu? ' der.'
ZAMAN
Ve bir gök gözlemcisi, "Peki, Zaman için ne dersiniz?" diye sordu. Cevaben şunları söyledi, Tanrı-Elçisi: "Ölçüsüz ve ölçülemeyen zamanı ölçebileceksiniz. Davranışlarınızı ayarlayacak, ve hatta ruhunuzun rotasını, saatlere ve mevsimlere göre yönlendirebileceksiniz. Zamanı, kıyısında oturup, akışını izleyeceğiniz bir nehir haline döndüreceksiniz. İçinizde zamana bağlı olmadan varolan öz, yaşamın zamandan bağımsızlığının zaten farkındadır;
Ve bilir ki, dün bugünün anısı, yarın ise bugünün rüyasıdır.
Ve yine bilir ki, içinizde şarkı söyleyen veya düşünen özünüz, hala yıldızları uzaya dağıtan o ilk an'ın içinde devinmektedir.
Aranızda, özündeki sevme gücünün sınırsızlığını hissetmeyen var mıdır acaba? Yine de bu hudutsuzluğuyla aynı sevginin, bir sevgi düşüncesinden diğerine, bir sevgi davranışından bir başkasına, kendi varlığının tam orta yerinde sımsıkı ve hareket etmeden durduğunu kim hissetmez? Ve zaman da, tıpkı sevgi gibi bölünemez ve ölçülemez değil midir? Yine de eğer düşüncenizde zamanı mevsimlerle ölçmek isterseniz, her mevsimin diğerlerini içermesine izin verin. Ve bırakın bugününüz, geçmişi anılarla, geleceği ise özlemle kucaklasın."
GÜZEL
Sonra bir şair söz aldı, ve bize Güzel'den söz et, dedi. Ve El Mustafa yanıtladı: Güzel'in kendisi yolunuza çıkmaz ve kılavuzunuz olmazsa güzeli nerede ve nasıl ararsınız? Sözlerinizi dokuyan o olmadıktan sonra, onun hakkında nasıl konuşabilirsiniz ki?
Üzüntülü ve incinmiş olan, "Güzel, merhametli ve koruyucudur. Kendi görkeminden yüzü hafifçe kızarmış genç bir anne gibi aramızda gezinir." der.
İhtiraslı olan da "Güzellik, kudret ve korku veren bir şeydir. Fırtına gibi altımızdaki yeryüzünü ve üstümüzdeki gökyüzünü sarsar." der. Yorgun ve bezgin ise, "Güzel, yumuşak bir fısıltıdır. Ruhumuz içinden konuşur, gölgeden korkarak titreyen cılız bir ışık gibi sesi, kendi sessizliklerimize karışır." der. Ama huzursuz biri ise, "Dağların arasından seslendiğini duyduk. Ve onun çığlıklarıyla birlikte toynak uğultuları, kanat çırpmaları ve arslan kükremeleri sardı ortalığı," der. Gece indiğinde kentin gözcüsü, "Tan ağarınca, güzel doğu'dan görünecek," der. Gün öğleye erdiğinde çalışanlar ve sokakları dolduranlar, "Güzel'i gördük, gurubun pencerelerine yaslanmış yeryüzüne bakıyordu." derler. Kışın, kar içinde yaşayanlar, "mevsim bahara ersin, Güzel, tepelerden aşıp gelecek," derler. Ve yazın sıcağında ekin biçenlerin, "Güzel'i gördük, güz yapraklarıyla dans ediyordu ve saçlarında bir tutam kar vardı," dediklerini duyarsınız.
Güzel'e dair söylediğimiz bunca söz, Gerçekte güzel için değil, doyurulmamış eksiklikler içindir. Oysa güzel, bir gereksinim değil, bir doygunluğun kıvancıdır. Ne susuz kalmış bir ağız, ne de açılmış boş bir eldir.
Bir yürektir tutuşmuş, bir can'dır büyülenmiş. Ne göze görünür bir tasarım, ne de kulaklarınızın duyacağı bir türküdür. Ne ağacın soyulan kabuğunun altından akan öz suyu, ne de bir pençeye takılmış kanattır. Sonsuza değin çiçekli kalacak bir bahçe, sonsuza değin gezinecek bir melekler birliğidir.
Ey Orphalese halkı, Güzel hayatın kendi kutsanmış çehresini örten peçeyi kaldırmasıyla görülen hayattır. Oysa hayat da, peçe de sizsiniz. Güzel, bir aynadan kendini seyreden sonsuzluktur. Oysa, sonsuzluk da, ayna da sizsiniz;
En uzun ömür ile en kısa ömür arasında pek bir fark olmadığını, sizi çevreleyen sonsuzluğu düşündüğünüzde anlayacaksınız.
* GEMİDE
Seçilmiş ve sevgili El Mustafa kendisi için özel günün öğle vakti, hatırlama ayı olan Teşrin'de, doğduğu adaya geri dönüyordu.
Ve gemisi limana yaklaşırken geminin baş tarafında durdu, denizcileri de etrafındaydı. Yüreğinde bir “eve dönen" vardı. Ve konuştu, sesinde deniz vardı, dedi ki: "işte doğduğum ada. Burada bile yeryüzü bizi gökyüzüne çıkaran bir şarkı ve yeryüzüne indiren bir bilmece; yer ve gök arasında bu şarkımızı getirip götüren, bilmecemizi çözen tutkumuzdan başka nedir ki?
"Deniz bir kez daha bizi kıyılara veriyor. Bizler onun dalgalarından bir diğeriyiz. Bizi oraya sesini duyurmak için götürüyor, ama biz nasıl duyuracağız sesimizi kalbimizin kaya ve kumlar üzerindeki dengesini bozmadan?
"Denizin ve denizcilerin kanunu şudur ki: Özgür olmak istiyorsan sise dönüşmelisin. Nasıl ki sayısız nebula güneşe ve aya dönüşecekse, biçimsiz olan da sonsuza dek biçim arayacaktır ve biz -sertleşmiş kalıplar- birçok şeyi arayıp bu adaya geri döndüysek bir kez daha sis olup başlangıcı öğrenmeliyiz. Tutkusu ve özgürlüğü mahvolandan başka yaşayan ve yükseklere çıkan ne var orada?
"Sonsuza dek şarkılar söyleyip sesimizi duyurduğumuz kıyıların arayışında olacağız. Ama ya kimsenin duymadığı kırılan dalga? O, derin üzüntümüzü besleyen içimizdeki duyulmayandır. Hatta aynı zamanda ruhumuzu biçim vermek için oyup, kaderimizi şekillendiren de o duyulmayandır."
Sonra denizcilerden biri öne çıktı ve dedi ki: "Efendim, siz bize bu limana gelmemizde kaptanlık ettiniz ve bakın geldik. Ancak siz üzüntülerden ve kırılan kalplerden söz ediyorsunuz hala."
Ve o yanıtladı: "Özgürlükten ve daha büyük özgürlüğümüz olan sisten bahsetmedim mi size? Doğduğum adaya hac ziyaretine geliyorum acı içinde, tıpkı katledilen birinin ruhunun katledenin önünde eğildiği gibi."
Ve diğer denizci konuştu: "Bakın, rıhtımda onlarca insan. Geleceğiniz günü hatta saati sessizlikleri içinde gaipten haber almışlar ve tarlalarından, bahçelerinden sevgi ihtiyacı içinde sizi beklemek için toplanmışlar."
El Mustafa uzağa, kalabalığa baktı, kalbi onların özleminin farkındaydı ve sessizleşti.
Ve insanlardan bir bağırış geldi, bu bir hatırlama ve yakarma çığlığıydı.
Ve o denizcilerine bakıp dedi ki: “Ve ben onlara ne getirdim? Ben uzaklarda bir avcıydım. Bana verdikleri altın okları hedef alarak ve güçle bitirdim. Ama avımı yere indiremedim. Okları takip edemedim. Belki şimdi güneşte, yere düşmeyen yaralı kartalların tüylerinin uçlarına takılmış yayılıyorlardır. Ve belki de ok başları ekmek ve şarap için onlara ihtiyacı olanların ellerine düşmüşlerdir.
Nereye uçtuklarını bilmiyorum ama bildiğim şu ki: onlar gökte kavis çizdiler.
"Böyle de olsa sevginin eli hâlâ üzerimde ve siz denizcilerim hâlâ benim görüşümde gidiyorsunuz ve ben dilsiz değilim. Mevsimlerin eli boğazıma yapıştığında haykırırım ve
dudaklarım alevlerle yandığında sözlerimi ezgiyle söylerim.
O bunları söylediği için denizcilerin yüreği burkulmuştu. İçlerinden biri dedi ki: "Efendim, bize her şeyi öğretin, kanınız damarlarımızda aktığından ve soluğumuz rayihanız olduğundan biz anlarız."
Sonra onlara yanıt verdi ve sesinde rüzgâr vardı: "Beni doğduğum adaya öğretmen olmam için mi getirdiniz? Henüz bilgeliğin kafesine girmedim. Kendimden başka bir şeyden söz etmek için, ki bu da derini sonsuza dek çağıran derinliktir, çok genç ve körpeyim henüz.
"İlme sahip olmak isteyen bırakın onu düğün çiçeklerinde ya da bir tutam kırmızı kilde arasın. Ben hâlâ şarkı söyleyenim. Hala toprağı söylerim, iki uyku arasındaki günü dolaşan kaybolmuş rüyalarınızı söylerim. Ancak denizi hayranlıkla seyrederim."
Ve gemi limana girdi, rıhtıma ulaştı ve o böylece doğduğu adaya geldi, bir kez daha kendi insanlarının arasında durdu. Ve bu insanların kalbinden, onun eve dönüş yalnızlığını içinde hissetmesi için, büyük bir haykırış yükseldi.
Sonra susup onun sözlerini beklediler, ancak yanıt gelmedi, çünkü üzerinde anılarının üzüntüsü vardı ve yüreğinde dedi ki:
"Şarkı söylerim mi dedim? Hayır, ağzımı açarım ki hayatın sesi çıksın ve rüzgâra zevk ve destek için ulaşsın."
Sonra Kerime, annesinin bahçesinde onunla oynayan kız çocuğu, konuştu ve dedi ki: "12 yıl yüzünüzü bizden sakladınız ve biz 12 yıldır sesinize aç ve susuz kaldık."
Ve o, kıza çoğalan bir sevecenlikle baktı, çünkü o kız annesini ölümün beyaz kanatları aldığında onun göz kapaklarını indiren kişiydi.
Ve onu yanıtladı: "12 yıl mı? 12 yıl mı dedin, Kerime? Özlemimi yıldızlı asa ile ölçmedim ne de onun derinliğini dile getirdim. Çünkü sevgi, vatan hasreti çektiğinde zaman ölçüsünü ve derinlik ölçüsünü yitilir.
"Çok uzun süren ayrılıkları taşıyan zamanlar vardır. Ancak ayrılmak aklın tükenmesinden başka bir şey değildir. Belki de biz hiç ayrılmadık."
Ve El Mustafa toplanan insanlara baktı ve hepsini gördü; genci, yaşlısı, güçlüsü, çelimsizi, rüzgâr ve güneşin dokunuşlarıyla pembeleşmiş olanları, solgun çehrelileri ve yüzlerinde özlem ve sorgulamanın ışığı.
Ve biri konuştu ve dedi ki: "Efendim, hayat umutlarımız ve özlemlerimizle amansızca başa çıktı. Kalplerimiz tedirgin ve anlamıyoruz. Dua ediyorum ki siz bizi rahatlatın ve bize üzüntülerimizin anlamlarını açıklasın."
El Mustafa'nın yüreği anlayışla kımıldadı ve dedi ki: "Hayat yaşayan her şeyden daha yaşlıdır; güzellik daha güzel biri doğmadan kanatlanmıştır ve hatta gerçek söylenmeden önce gerçektir.
"Hayat sessizliklerimizde şarkı söyler, uyuklarken rüya görür. Hatta biz yenik ve kendimizi düşük hissettiğimizde hayat tahta çıkmış ve yükselmiştir. Ve ağladığımızda, hayat güne gülümser ve biz zincirlerimizi sürüklerken o özgürdür.
"Çoğunlukla Hayat'a acımasız isimler veririz, ancak sadece kendimiz acılı ve karanlıkta olduğumuz zamandır bu. Ve biz onu boş ve faydasız addederiz, ama sadece ruhumuz viran yerlerde dolaşırken ve kalp kendini aşırı bilmekle sarhoşken. "Hayat, derin, yüksek ve uzaktadır ve sadece sizin geniş görüşünüz onun yalnızca ayaklarına uzanabilse de o aslında yakındır ve sadece soluğunuzun soluğu onun kalbine erişebilse de, onun yüzünden gölgenizin gölgesi geçebilir ve en derinden gelen çığlığınızın yankısı onun göğsünde ilkbahar ve sonbahar olur.
"Ve Hayat örtülü ve saklıdır tıpkı sizin yüksek benliğinizin örtülü ve saklı olduğu gibi. Ancak Hayat konuştuğunda tüm rüzgârlar sözcük olur ve tekrar konuştuğunda dudaklarınızdaki gülümsemeler ve gözlerinizdeki yaşlar da sözcüklere dönüşür. O şarkı söylediğinde sağırlar bile duyar ve alıkonulur ve yürüyerek geldiğinde göremeyenler bile onu seyreder ve hayrete düşerler, sonra onu hayret ve şaşkınlık içinde takip ederler."
Ve konuşmayı kesti, büyük bir sessizlik insanları sardı ve o sessizlikte duyulmayan bir şarkı vardı ve onlar yalnızlıklarında ve acılarında rahatlatıldılar.
Ve hemen onları terk edip Bahçesine giden yolu izledi; burası anne ve babasının bahçesiydi, orada onlar ve onların ataları uyumuşlardı.
Ve onu izleyenler vardı, bu bir eve dönüştü ve o yalnızdı çünkü onun insanlarının âdeti olan hoş geldin şölenini düzenleyecek hiçbir yakını kalmamıştı.
Ama gemisinin kaptanı onlara akıl verdi: "Bırakın kendi yoluna gitsin. Çünkü onun ekmeği yalnızlığın ekmeğidir ve çanağında yalnız içeceği hatırlamanın şarabı vardır."
Ve denizciler adımlarım durdurdu çünkü onlar da kaptanın dediğinin doğru olduğunu biliyorlardı. Ve rıhtımda toplanan herkes arzularının adımlarına gem vurdu.
Sadece Kerime bir süre onun peşinden gitti, onun yalnızlığına ve anılarına özlem duyarak. Ve konuşmadı, dönüp kendi evine gitti, bahçede badem ağacının altında ağladı ancak neye ağladığını bilmiyordu.
Ve El Mustafa geldi, anne ve babasının Bahçe'sini buldu, bahçeye girdi ve kimse gelemesin diye ardından kapıyı kapattı.
Ve kırk gün kırk gece o evde ve bahçede yaşadı, kapıya bile kimse gelmedi çünkü kapı kapalıydı ve herkes onun yalnız kalmak istediğini biliyordu.
Ve kırk gün kırk gecenin sonunda El Mustafa gelebilsinler diye kapıyı açtı.
Ve Bahçe'de onunla olmak için dokuz kişi geldi; çocukken birlikte oyun oynadığı arkadaşları olan üç denizci. Ve bunlar onun havarileriydiler.
Ve bir sabah havarileri onun etrafına oturdular ve onun gözlerinde uzaklar ve hatıralar vardı. Ve Hafız ismindeki havari dedi ki: “Efendim, bize Orphalese kentini ve o 12 yıl kaldığınız toprakları anlatın"
Ve El Mustafa sessizleşti, uzaklara tepelere doğru ve geniş göklere baktı ve sessizliğinde kavga vardı.
Sonra dedi ki: "Arkadaşlarım, yoldaşlarım, inançlarla dolu ama dini olmayan bir millete acıyın."
"Dokumadığı giysiyi giyen, hasadını yapmadığı ekmeği yiyen, kendi cenderesinden geçirmediği üzümün şarabını içen millete acıyın."
"Zorbayı kahraman diye kabul eden, şaşaalı fatihi cömert farz eden millete acıyın."
"Rüyasındaki bir tutkuyu aşağılayan, uyanırken ona teslim olan millete acıyın."
"Yalnızca bir cenaze töreninde yürürken sesini çıkartmayan, yalnızca boynu taşla kılıç arasında kaldığında övünmeyken bir millete acıyın."
"Devlet adamı tilki olan, felsefecisi hokkabaz olan ve sanatı ekleme ve taklitten oluşan millete acıyın."
"Yeni hükümdarını boru sesleriyle karşılayıp ve bir başka hükümdarı yine boru sesleriyle karşılamak için onu yuhalayarak gönderen millete acıyın"
"Bilgeleri yıllar içinde sağır ve dilsiz olmuş ve güçlü kişileri hâlâ beşikte olan bir millete acıyın"
"Parçalara bölünmüş ve her parçanın kendini millet sandığı bir millete acıyın"
Ve biri dedi ki: "Bize şu an kendi yüreğinizde kıpırdanan şeyden bahsedin."
Ve o konuşan kişiye dönüp baktı, sesi tıpkı şarkı söyleyen bir yıldızı andırıyordu ve dedi ki:
"Uyanıkken kurduğunuz düşlerde susmuş ve derin benliğinizi dinlerken, düşünceleriniz kar taneleri gibi düşer, çırpınır ve boşluklarınızın tüm seslerini beyaz bir sessizlik bozar."
"Ve bu düşler yüreğinizde gökyüzü ağacı gibi tomurcuklanıp çiçek açan bulutlar değil de nedir?
"Ve düşünceler yüreğinizin rüzgârlarının tepelere ve çayırlara uçurduğu çiçek yaprakları değil de nedir?
"Ve hatta siz içinizdeki biçimsiz biçimlenene kadar huzuru beklerken, Kutlu Parmaklar gri arzusunu kristal güneş, ay ve yıldızlara dönüştürene kadar bulutlar toplanacak ve sürüklenecektir.
Sonra yarı şüpheci Sarkis konuştu ve dedi ki: "Ama ilkbahar gelecek ve düşlerimizin ve düşüncelerimizin karları eritip, yok olacak."
Ve o cevap verdi: "ilkbahar pinekleyen ağaçlıklar ve üzüm bağlarının arasında aziz sevgilisini aramaya geldiğinde karlar gerçekten de eriyecek ve su olup vadideki ırmağa kavuşmak için, mersin ağaçlarına ve defne ağaçlarına saki olmak için akacak.
"Aynı şekilde sizin ilkbaharınız geldiğinde de yüreğinizin karları eriyecek ve böylece sırlarınız su olup vadideki hayat ırmağına kavuşmak için akacak. Ve ırmak sırlarınızı sarmalayıp, onu büyük okyanusa taşıyacak.
"Bahar geldiğinde her şey eriyip şarkılara dönüşecek. Yıldızlar, büyük çayırlara yavaşça düşen koca kar taneleri bile eriyecek ve şarkı söyleyen akıntılara dönüşecek. O'nun yüzünün güneşi geniş ufuklara doğduğunda hangi donmuş ahenk akan bir melodiye dönüşmez ki? Aranızdan kim mersin ağacına ve defne ağacına saki olmak istemez ki?
"Daha dün kıpırdayan denizle kıpırdıyordunuz, kıyısız ve benliksizdiniz. Sonra rüzgâr, yaşam soluğunuz sizi yüzünde bir ışık örtüsüyle dokudu; sonra eli sizi toplayıp şekil verdi ve dik başınızla siz yüksekleri aradınız. Ama deniz peşinizden geldi ve şarkısı hâlâ sizinle. Siz soyunuzu unutsanız da o sonsuza dek anneliğini sürdürecek ve sizi kendine çağıracak.
"Dağların ve çölün arasında dolaşırken onun serin yüreğinin derinliğini hep hatırlayacaksınız. Çoğunlukla neye özlem duyduğunuzu bilmeyeceksiniz ama onun geniş ve ritmik huzuruna özlem duyacaksınız.
"Başka nasıl olabilir ki? Ağaçlık ve çardaklarda yağmur tepelerde yapraklarda dans ettiğinde, bir sözleşme ve nimet olan kar düştüğünde; vadide sürülerinizi ırmağa götürdüğünüzde; çayırlarınızda dereler gümüş akıntılar gibi yeşil giysiyle buluştuğunda; bahçelerinizde erken çiy taneleri gökleri aksettirdiğinde; ovalarınızda akşam sisi yolunuzu yan örttüğünde; bütün bunlarda deniz sizinledir, mirasınızın şahidi, sevginizin talibidir.
"Denize akan içinizdeki kar tanesidir."
Ve bir sabah Bahçede yürürlerken kapıda bir kadın belirdi ve bu El Mustafa'nın çocukluğunda kardeşi gibi sevdiği Kerime'ydi. Ve Kerime orada hiçbir şey demeden, kapıyı çalmadan durdu, sadece Bahçe'ye özlem ve hüzünle bakıyordu.
Ve El Mustafa, onun göz kapaklarındaki tutkuyu gördü, hızlı adımlarla duvara ve kapıya geldi, ona kapıyı açtı ve onu içeriye buyur etti.
Kerime dedi ki: "Neden kendini hepimizden geri çektin, bizi çehrenin ışığından mahrum yaşamak zorunda bıraktın? Bu kadar yıl seni sevdik ve sağ salim dönüşünü arzuyla bekledik. Ve şimdi insanlar senin için ağlıyor ve seninle konuşmak istiyor ve ben elçi olarak sana yalvarmaya geldim, kendini bu insanlara göster, bilgini onlarla paylaş, kırık kalplerimizi rahatlat ve budalalığımızı eğit diye."
El Mustafa cevap verdi: "Tüm insanları bilge kabul etmiyorsan bana bilge deme. Ben hâlâ dalında asılı duran taze bir meyveyim ve daha sadece dün bir çiçektim.
"Ve kimseye budala deme çünkü gerçekte biz ne akıllıyız, ne de budala. Biz hayat ağacında yeşil yapraklarız ve hayat aklın ötesinde ve tabii ki budalalığın da ötesinde.
"Hakikaten kendimi sizlerden soyutladım mı? Bilmiyor musun ki ruhun düşlerde kapladığı yer dışında mesafe yoktur? Ve ruh o mesafeyi kapladığında, o ruhta bir ritim haline gelir.
Seninle, arkadaşlık etmediğin yakındaki komşunun arasındaki uzaklık, seninle yedi kara yedi deniz ötede yaşayan sevgilinin arasındaki uzaklıktan daha fazladır.
"Hatırlamada mesafeler yoktur; sadece farkında olmadan ne sesinin ne de gözlerinin daraltacağı bir uçurum vardır.
"Okyanusların kıyılarının ve yüksek dağların zirvelerinin arasında, toprağın çocuklarıyla bir olmadan önce gitmeniz gereken gizli bir yol vardır.
"Ve anlayışınızla bilginiz arasında da insanla yani kendinizle bir olmadan önce keşfetmeniz gereken gizli bir patika vardır.
"Veren sağ elinizle alan sol eliniz arasında büyük bir boşluk vardır. Ancak her ikisini de veren ve alan olarak farz ederseniz bu boşluk kapanır, çünkü boşluğun ancak alacak ya da verecek bir şeyiniz olmadığını bildiğiniz zaman üstesinden gelebilirsiniz.
"Gerçekte en büyük boşluk uyku halinizle uyanık olmanız arasındadır ve davranışınızla arzularınızın arasındadır.
"Ve gitmeniz gereken bir yol daha var Hayatla bir olmadan önce gideceğiniz, ama yolculuktan yorulmuşsunuz o yüzden şimdi o yoldan söz etmeyeceğim."
Sonra kadınla birlikte ilerledi, o ve diğer dokuz kişi, pazar yerine bile gittiler ve El Mustafa insanlarla, arkadaşlarıyla ve komşularıyla konuştu, yüreklerinde ve göz kapaklarında sevinç vardı.
Ve dedi ki: "Uykunuzda büyüyorsunuz ve hayatınızı tam manasıyla düşlerinizde yaşıyorsunuz. Çünkü günlerinizin tümü gecenin sakinliğinde elde ettiklerinize şükran duymakla geçiyor.
"Çoğunlukla geceyi dinlenme zamanı olarak düşünüp konuşuyorsunuz ancak gerçekte gece arama ve bulma zamanıdır.
"Gün size bilgi gücünü verir parmaklarınıza alma hünerini öğretir; ancak gece sizi Hayat'ın hazine evine götürür.
"Güneş büyüyen her şeye ışığa olan özlemi öğretir. Ama gece onları yıldızlara çıkarır.
"Aslında ormandaki ağaçlara ve bahçedeki çiçeklere duvak dokuyan gecenin sessizliğidir ve sonra zengin bir ziyafet verip gerdeği hazırlayan ve o kutsal sessizlikte yarın Zamanın rahminde gebe kalır.
"Sizin için de böyledir, arayışta et ve memnuniyet bulursunuz. Ve şafak vakti uyanışınız hafızanızı silse de, düşlerinizin sofrası sonsuza dek kuruludur ve gerdek beklemektedir."
Bir an o ve diğerleri sessiz kaldı ama yine onun konuşmasını bekliyorlardı. Sonra tekrar konuştu ve dedi ki:
"Bedenlerde hareket etseniz de sizler birer ruhsunuz ve karanlıkta yanan gaz yağı gibi lambalarda saklı olduğunuz halde birer alevsiniz.
"Bedenleriniz dışında bir hiç olsaydınız, benim sizin önünüzde durup sizinle konuşmam ölülerin ölülere seslenişi gibi bir hiç olurdu. Ama öyle değil. İçinizde ölümsüz olan her şey gündüzleri ve geceleri özgürdür ve ne engellenebilir ne de barındırılabilir, çünkü bu En Yüce'nin isteğidir. Ne yakalanabilen ne de kafeslenebilen rüzgâr gibi siz O'nun soluğusunuz. Ve ben de O'nun soluğunun soluğuyum."
Ve aralarından hızla yürüyerek geçip tekrar Bahçe'sine girdi. Ve yarı şüpheci Sarkis konuştu ve dedi ki: "Ya çirkinlik? Çirkinlikten hiç bahsetmediniz."
Ve El Mustafa yanıtladı, sözlerinde bir kamçı vardı ve dedi ki: "Arkadaşım, kim kapının önünden geçip kapını çalmadan sana konuk sevmez diyebilir?
Ve kim sana sağır ve düşüncesiz diyebilir eğer senin anlamadığın garip bir dilde konuşuyorsa?
Sizin, çirkinlik diye addettiğiniz ulaşmak için hiç çaba harcamadığınız, kalbine girmeyi hiç arzu etmediğiniz değil midir?
Çirkinlik bir dirhem de olsa bir şeyse, gözlerimizdeki kantardan ya da kulaklarımızı dolduran balmumundan başka nedir ki?
Hiçbir şeye çirkin demeyin, arkadaşım, kendi anılarının varlığında bir ruhun korkusu dışında."
Ve gündüz beyaz kavakların gölgesinde otururken biri dedi ki: "Efendim ben zamandan korkuyorum. Üzerimizden geçiyor, gençliğimizi çalıyor ve bize karşılığında ne veriyor?"
Ve o cevap verdi: "Bir avuç torak alın elinize. İçinde bir tohum ya da belki de bir solucan buluyor musunuz? Eğer eliniz geniş ve yeterince tahammüllü ise tohum orman olabilir solucan da bir melek sürüsü. Ve unutmayın ki tohumları ormana dönüştüren ve solucanları meleklere dönüştüren yıllar Şimdi'ye aittir, tüm yıllar, Şimdiye aittir.
Ve geçen yıllar değişen düşüncelerinizden başka nedir ki? İlkbahar sinenizde bir uyanıştır, yaz verimliliğinizin bilinmesidir. Sonbahar benliğinizdeki çocuğa ninni söyleyen eski çağ değil midir? Ve kış, size soranın diğer mevsimlerin düşleriyle uyunan büyük bir uykudan başka nedir?
Ve meraklı havari Mannus etrafına baktı ve çınar ağacına bağımlı çiçek açmış bitkiler gördü. Ve dedi ki: "Asalaklara bakın, Efendim. Onlara ne diyeceksiniz? Onlar güneşin kararlı çocuklarından yorgun göz kapakları ile ışığı çalan ve onların dallarında ve yapraklarında akan özsuyundan yararlananlardır.
Ve o yanıtladı: "Arkadaşım, hepimiz asalaklarız. Bizler çimenliğe hayat vermek için çalışanlar hayatı, çimenliğin ne olduğunu bilmeden, doğrudan çimenlikten alanlardan üstün değiliz.
Bir anne çocuğuna şöyle diyebilir mi: "Seni ulu annen olan ormana geri veriyorum çünkü sen benim yüreğimi ve ellerimi yoruyorsun.
Ya da bir şarkıcı kendi şarkısına kızıp şöyle diyebilir mi:
Şimdi yankıların mağarasına, geldiğin yere geri dön, çünkü sesin nefesimi tüketiyor.
Ya da çoban bir günlük hayvanına: "Seni götürecek otlağım yok o yüzden kesilmelisin ve bu sebeple kurban edilmelisin" diyebilir mi?
Hayır arkadaşım, bütün bunlar sorulmadan cevaplanmıştır ve düşleriniz gibi siz uyumadan önce gerçekleşmiştir.
Yasaya göre birbirimizin sırtında yaşıyoruz. Bırakın böyle sevecenlikle yaşayalım. Yalnızlığımızda birbirimizi arıyoruz, yanıbaşına oturacak ocağımız olmadığında yollarda yürüyoruz.
Arkadaşlarım, kardeşlerim, daha geniş yol hemcinslerinizdir.
Bu ağacın üzerinde yaşayan bitkiler gecenin sessizliğinde topraktan sütü çeker ve toprak sakin düşlerinde güneşin göğsünü emer.
Ve güneş, siz, ben ve var olan her şey gibi, kapısı açık ve sofrası hep kurulu olan Prensin davetinde eşdeğer bir onur ile oturur.
Mannus, arkadaşım, var olan her şey var olan her şeyin sırtında yaşar ve olan her şey inanç içinde ve kıyışız bir şekilde o En Yüce'nin bereketi üzerinde yaşıyor.
Ve bir sabah şafak vakti gökyüzü daha solgunken, hep birlikte Bahçe'de yürüdüler ve Doğuya doğru bakıp, doğan güneşin varlığıyla sessizleştiler.
Ve bir süre sonra El Mustafa eliyle işaret etti ve dedi ki: "Bir çiy tanesinin üzerindeki güneş resmi güneşten daha az bir şey değildir. Hayatın ruhunuza yansıması da hayattan daha az bir şey değildir.
"Çiy tanesi ışığı yansıtır çünkü o da bir ışıktır, siz de hayatı yansıtırsınız çünkü siz de hayatsınız.
"Karanlık üzerinize çöktüğünde şöyle dersiniz: "Bu karanlık daha doğmamış şafaktır ve gecenin doğum sancısı, tam üzerimde olsa da şafak üzerime tepelere doğar gibi doğar.
"Zambakların akşam karanlığında damlasını oluşturan çiy sizin Tanrının yüreğinde ruhunuzu toplamanıza benzer.
"Bir çiy tanesi diyecektir ki: 'Ben bin yılda bir çiy tanesiyim.'
Ve siz cevap verirsiniz: 'Tüm yılların ışığının senin o yuvarlağında parladığını biliyor musun?'
Ve bir gece büyük bir fırtına çıktı ve El Mustafa ile havarileri, dokuz havari, içeri girdi ve ateşin etrafında sessizce oturdu.
Havarilerden biri dedi ki: "Ben yalnızım, Efendim. Ve saatlerin darbeleri göğsümde ağır bir şekilde duyuluyor."
Ve El Mustafa kalktı, aralarında durdu ve büyük bir rüzgâra seslenir gibi bir sesle dedi ki: "Yalnız! Ne olmuş yalnızsan? Yalnız geldiniz ve sise yalnız geçeceksiniz.
"O halde kadehinizdekini yalnız ve sessizce için. Sonbahar günleri başka dudaklara başka kadehler verdi ve onları acı ve tatlı şarapla doldurdu tıpkı sizin kadehlerinizi doldurduğu gibi. Kadehlerinizdekini, tadı sizin kanınız ve gözyaşlarınız olsa da yalnız başınıza için ve hayata size hediye ettiği susuzluk için teşekkür edin. Çünkü susuzluk olmasa yüreğiniz çıplak bir denizin kıyısı olur, gel git olmadan şarkısız.
"Kadehinizdekini yalnız başınıza ve neşeyle için.
"Başınızın üzerine kaldırın ve yalnız başına içenlerin şerefine için.
"Bir kez ben yanıma arkadaşlar aradım ve onlarla ziyafet sofralarında oturdum ve onlarla doyasıya içtim; ama onların şarabı benim başımın üzerine çıkmadı ne de sineme aktı. Sadece ayaklarıma indi. Aklım kumdu, kalbim kilitlenip, mühürlendi. Sadece ayaklarım onlarla onların sisi içindeydi.
"Ve bir daha arkadaş aramadım, ne de onların sofralarında onlarla içtim.
Ve bir gün, Yunanlı Phardus Bahçede yürürken ayağını bir taşa çarptı ve sinirlendi. Döndü, taşı eline aldı ve alçak sesle: "yoluma çıkan cansız şey!" deyip taşı uzağa fırlattı.
Seçilmiş ve sevgili El Mustafa dedi ki: "Niye 'cansız şey diyorsun? Bu bahçede bu kadar zaman kaldın ve burada cansız hiçbir şeyin olmadığını bilmiyor muydun?
"Her şey günün bilgisi ve gecenin görkemi dahilinde yaşar ve parlar. Sen ve taş birsiniz. Sadece kalp atışlarınız farklı. Senin kalbin biraz daha hızlı atıyor, değil mi arkadaşım? Evet, ama çok da sakin değil.
"Ritmi başka bir ritim olabilir, eğer ruhunun derinliklerim dinleyip, boşluğun yüksekliğini ölçsen sadece bir melodi duyarsın ve o melodide taş ve yıldız birlikte şarkı söyler, biri diğeriyle tam bir uyum içindedir.
"Eğer sözlerimi anlamıyorsan, bir sonraki şafağı bekle. Eğer bu taşa kendi körlüğün yüzünden çarptığın için lanet ettiysen, başın yıldıza gökte rastladı diye ona da mı lanet edeceksin? Ama taşları ve yıldızları bir çocuğun vadi zambaklarını topladığı gibi toplayacağın gün gelecek ve o zaman anlayacaksın ki her şey canlıdır ve güzel kokar.
Haftanın ilk gününde mabedin çanları kulaklarda duyulduğunda biri dedi ki: "Efendim, burada Tanrı ile ilgili çok konuşma duyuyoruz, siz onunla ilgili ne diyeceksiniz, gerçekte kimdir Tanrı?"
Ve o onların önünde genç bir ağaç gibi rüzgâr ya da fırtınadan korkmadan durup dedi ki: "Şimdi düşünün sevgili arkadaşlarım bir kalp düşünün ki hepinizin kalplerini içinde barındıran, bir sevgi düşünün hepinizin sevgisini sarmalayan, bir ruh düşünün tüm ruhlarınızı saran, bir ses düşünün hepinizin sesini kaplayan, tüm sessizliklerinizden daha sessiz ve zamansız.
"Tüm benliğinizle algılamaya çalışın, tüm güzelliklerden daha görkemli bir güzellik, deniz ve ormanın tüm şarkılarından daha büyük bir şarkı, bir majeste, elinde, içindeki yedi yıldızın çiy tanelerinin parıltısından başka bir şey olmayan asasıyla bir tahta oturmuş, ki onun için Orion sadece bir ayak taburesi olur.
"Şimdiye kadar hep yiyecek, barınak, giysi ve gereç aradınız; şimdi ne oklarınızın hedefi olan ne de sizi doğa şartlarından koruyacak taş bir mağara olan O'nu arayın.
"Sözcüklerim size taş ya da bilmece gibi geliyorsa, yine de arayın, kalpleriniz kırılmış olabilir ya da sorgulamanız sizi insanların Tanrı dediği o en Yüce'nin sevgisi ve aklına ulaştırabilir.
Ve hepsi sessizleşti, yürekleri karmakarışık olmuştu; El Mustafa sevecenlikle duygulandı, fakat onlara şefkatle baktı ve dedi ki: "daha ziyade tanrılardan, komşularınızdan, kardeşlerinizden ve evinizdeki, tarlalarınızdaki doğa olaylarından konuşalım.
"Bulutlara zevkle yükselir ve onu yükseklik addedersiniz; uçsuz bucaksız denizi geçer ve onun uzaklık olduğunu iddia edersiniz. Ama ben size derim ki toprağa bir tohum ekseniz, daha büyük bir yüksekliğe erişirsiniz ve sabahın güzelliğinde bir komşunuza selam verseniz daha büyük bir denizi geçersiniz.
"Sık sık Tanrının, sonsuzluğun, şarkısını söylersiniz ama gerçekte şarkıyı duymazsınız. Bu acaba ötücü kuşları, rüzgârda dallarını terk eden yaprakları dinlediğiniz için olabilir mi, ama unutmayın ki bunlar yalnız dalları terk ettiklerinde şarkı söylerler.
"Sizden rica ediyorum her şeyiniz olan Tanrıdan bu kadar özgürce bahsetmeyin, onun yerine birbirinizden konuşup birbirinizi anlamaya çalışın, komşu komşuya.
"Çünkü anne kuş gökyüzüne uçarsa, yavru kuşu kim besleyecek? Ya da hangi anemon çiçeği başka bir anemon çiçeğinden gelen arı tarafından idareli kullanılmazsa tam anlamıyla açabilir?
"Sadece küçük benliklerinizde kaybolduğunuz zaman Tanrı dediğiniz gökyüzünü arıyorsunuz. Bu kendi ulu benliklerinize giden yolları bulmanız olabilir mi ya da daha az aylak olup yollan aşındırmanız olabilir mi!
"Denizcilerim ve arkadaşlarım anlayamadığımız Tanrıdan daha az söz etmek ve anlayabildiğimiz birbirimizden daha çok söz etmek akıllıca olur. Yine de bilmenizi isterim ki Bizler Tanrının soluğu ve kokusuyuz. Biz yaprakta, çiçekte ve çoğunlukla meyvedeki Tanrıyız.
Ve bir sabah havarilerden biri, çocukluğunda onunla oyun oynayan o üç taneden biri ona doğru gelip dedi ki: “Efendim, üstüm başım eskidi ve başka da yok. Beni bırakın pazara gidelim olur ya belki kendime üst baş tedarik ederim"
El Mustafa genç adama baktı ve dedi ki: " Bana giysini ver"
Adam onun dediği gibi yaptı ve öğlen vakti çıplak kaldı.
El Mustafa genç bir atın yolda koşarken çıkardığı ses gibi bir sesle dedi ki: "Sadece çıplaklar güneşte yaşar, beceriksizler rüzgârı sürer ve bin kez yolunu kaybetmiş yalnız kişinin eve dönüş yaşaması gerekir.
"Melekler akıllılardan bıktı. Daha dün bana bir melek dedi ki:
“Biz cehennemi parlayanlar için yarattık. Parlayan bir yüzeyi ateşten başka ne silebilir ya da bir şeyi özüne kadar ne eritebilir?" '
"Ve ben dedim ki: 'Ama siz cehennemi yaratırken onu yönetsin diye şeytanları yarattınız'. Melek cevap verdi: 'Hayır, cehennemi ateşe boyun eğmeyenler yönetiyor'.
"Akıllı melek! İnsanın ve yarı-insanın neler yaptığını biliyor. O, ermişlere zekiler tarafından ayartıldıklarında hizmet için gelmiş meleklerden biri. Ve şüphem yok ki ermişler güldüğünde güldü, ağladığında ağladı.
"Arkadaşlarım ve denizcilerim, sadece çıplaklar güneşte yaşar. Sadece dümensizler büyük denizde gider. Sadece geceyle karanlık olanlar, şafakla uyanır, sadece kökleri kar altında uyuyanlar bahara erişir.
"Sizler de hatta kökler gibisiniz, kökler gibi basitsiniz, ancak siz topraktan akıl almışsınız. Ve siz sessizsiniz ancak doğmamış dallarınızda dört rüzgârın korosu var.
"Siz kırılgan ve şekilsizsiniz, ancak siz dev çınarların ve söğütlerin gökyüzüne doğru başlangıçlarısınız.
"Bir kez daha söylüyorum, sizler çimenle, hareket eden göklerin arasında birer kökten başka bir şey değilsiniz. Ve ben çoğunlukla sizi ışıkla dans etmek için yükselirken gördüm ama aynı zamanda utandığınızı da gördüm. Tüm kökler utangaçtır. Yüreklerini o kadar uzun süre gizlemişlerdir ki yürekleriyle ne yapacaklarını bilmezler.
"Ama Mayıs gelecek, Mayıs huzursuz bir bakiredir ve tepelere ve ovalara annelik yapar."
Ve mabette hizmet edenlerden biri yalvararak dedi ki: "Öğretin bize, Efendim ki bizim sözlerim sizinkiler gibi insanlara şarkı ve iltifat olsun."
Ve El Mustafa dedi ki: "Sözlerinizin ötesine yükseleceksiniz, ama yolunuz aynı kalacak, bir ritim ve bir koku; âşıklar için bir ritim ve tüm sevgililer için bir ritim ve hayatlarını bahçede yaşayanlar için bir koku.
"Ama siz sözlerinizin ötesine, yıldız tozlarının düştüğü bir zirveye yükseleceksiniz ve ellerinizi dolana kadar açacaksınız; sonra beyaz yuvada bir yavru kuş gibi yatıp uyuyacaksınız ve beyaz menekşelerin baharı düşlediği gibi yarınınızı düşleyeceksiniz.
"Evet ve sözlerinizden daha derine ineceksiniz, akarsuların kaybolmuş kaynak başlarını arayacaksınız ve hatta şimdi duymadığınız derinliklerin uzak seslerinin yankılandığı gizli bir mağara olacaksınız.
"Sözlerinizden daha derine gideceksiniz, evet tüm seslerden daha derine, toprağın kalbine ve orada aynı zamanda Samanyolu'nda da yürüyen O'nunla yalnız kalacaksınız."
Ve bir aradan sonra havarilerden biri sordu: "Efendim bize olmaktan bahsedin, olmak nedir?"
Ve El Mustafa ona uzun uzun baktı ve onu sevdi. Ve ayağa kalkıp onlardan uzaklaştı ve geri dönüp dedi ki. "Bu Bahçede annemle babam yatıyor, yaşayan eller tarafından gömülmüş ve bu Bahçede geçen yılın tohumları gömülü duruyor, buraya rüzgârın kanatları tarafından getirilmiş. Binlerce kez annem ve babam buraya gömülecek, binlerce kez rüzgâr tohumları gömecek ve binlerce yıl sonra siz, ben ve bu çiçekler şimdiki gibi bu Bahçede bir araya geleceğiz ve hayatı seviyor olacağız, boşluğu düşlüyor ve güneşe doğru yükseliyor olacağız.
"Ama bugün olmak, akıllı olmaktır, ancak aptala da yabancı olmamaktır; güçlü olmaktır ama zayıfı telafi etmek değildir; küçük çocuklarla bir baba gibi değil, onların oyunlarını öğrenen arkadaş gibi oynamaktır.
"Yaşlı erkek ve kadınlara dürüst ve basit olmak, onlarla yaşlı çınar ağaçlarının gölgesinde oturmak, hâlâ ömrünüzün Baharında olsanız da;
"Yedi nehir ötede olsa da bir şairi aramak ve onun varlığında huzur duymak, bir şey istemeden, bir şeyden kuşku duymadan ve dudaklarınızda bir som olmadan;
"Babalan Bağışlayan Kralımız olan azizle günahkârın ikiz kardeş olduğunu bilmek, birinin diğerinden bir dakika önce doğduğunu bilmek, bu yüzden onu Taçlı Prens olarak saymak.
"Sizi uçurumun kenarına götürse de Güzelliği takip etmek; o kanatlı siz kanatsız olsanız da o uçurumun kenarının ötesine gitse de onu takip edin çünkü Güzelliğin olmadığı yerde hiçbir şey yoktur;
"Bahçesiz bir duvar olmaktır, bekçisiz bir bağ ve yoldan geçenlere sonsuza dek açık olan bir hazine evi olmaktır;
"Soyulmak, aldatılmak, kandırılmak, evet yanlış yönlendirilmek, tuzağa düşürülmek, alay konusu olmak ve tine de büyük benliğinizin yüksekliğinden aşağı bakıp gülümsemek, bahçenize yapraklarınızla dans etmeye ilkbaharın geleceğini bilmek ve üzümlerinizi olgunlaştıracak sonbaharın geleceğini bilmek; pencerelerinizden biri Doğuya açıksa, hiç boş olmayacağınızı bilmek; bütün o yanlış yapanların, hırsızların, hilebazların ihtiyaç sahibi kardeşleriniz olduğunu bilmek; bu şehrin üzerindeki Görünmez Şehrin kutlu yaşayanlarının gözünde olur ya sizin de bunların hepsi olduğunuzu bilmek.
"Ve şimdi elleriyle günlerimizin ve gecelerimizin rahatı için gerekenleri bulup, şekillendiren sizlere..
"Olmak gören parmaklarla dokumacı olmaktır, ışığı ve yeri önemseyen bir inşaatçı olmaktır; bir çiftçi olmak ve ektiğiniz her tohumla bir hazine sakladığınızı hissetmektir; bir balıkçı ve avcı olup balık ve avınız için üzüntü duymaktır, ancak insanlığın açlığı ve ihtiyacı için daha çok üzülmektir.
"Her şeyin üzerinde şunu derim: hepinizi ve tüm eşleri her insanın amacına hizmet için isterim çünkü ancak böyle kendi güzel amacınıza ulaşırsınız.
"Arkadaşlarım ve sevdiklerim, cesur olun ve ezilmeyin; engin olun, hapsolmayın ve benim ve sizin son saatinize kadar yüce benliğiniz olun."
Ve konuşmayı kesti, dokuz kişinin üzerine hüzün çöktü kalpleri ondan uzaklaştı çünkü sözlerini anlamamışlardı.
Ve üç denizci denize açılmak için istek duydu, mabette hizmet edenler tapınağın tesellisi için özlem duydu ve onun oyun arkadaşları pazara gitmek istedi. Hepsi onun sözlerine kulaklarını tıkamışlardı ki onların sesi onun üzerine yorgun ve evsiz kuşların sığınak arayışı gibi geri döndü.
Ve El Mustafa Bahçede onlardan uzaklaştı, ne bir şey söyledi ne de onlara baktı.
Ve onlar aralarında gitmeye duydukları arzu için akıl yürütüp özür dilemenin yolunu aradılar.
Ve döndüler, herkes kendi yerine gitti ki seçilmiş ve sevgili El Mustafa yalnız kaldı.
Gecenin karanlığı bastığında o adımlarını annesinin mezarına doğru attı ve mezarın üzerine doğru büyüyen sedir ağacının altına oturdu. Ve gökyüzüne büyük bir ışığın gölgesi düştü ve Bahçe toprağın göğsünde bir mücevher gibi parladı.
Ve El Mustafa ruhunun yalnızlığında haykırdı:
"Ruhum kendi olgun meyveleriyle ağır yüklü. Gelip onlardan alıp mutlu olacak kim var orada? Oruç tutmuş, kalbi içten ve cömert, orucunu gelip benim güneşe ilk mahsullerimle açacak ve benim kendi bereketimin yükünü hafifletecek kimse yok mu?
"Ruhum asırların şarabıyla taşıyor. Gelip içecek susamış biri yok mu?
"Bakın, biri vardı, kavşakta dikilen, ellerini öne doğru gelip geçenlere uzatmış ve elleri mücevherlerle dolu. Ve gelen geçene seslendi: 'Bana merhamet gösterin ve benden alın. Tanrı adına, ellerimden alın ve beni teselli edin.'
"Ama gelen geçen ona baktı ve onun ellerinden hiçbir şey almadı.
"Hediyelerle dolu bir eli uzatıp bir şey alacak kimseyi bulamamaktansa, elini almak için uzatan bir dilenci olmayı tercih ederdi-evet soğuktan titreyen bir el ve göğsüne götürdüğünde boş bir el.
"Bakın bir de merhametli prens vardı, ipek çadırlarını dağlarla çöl arasına kuran ve hizmetkârlarına ateş yakmalarını söyleyen, yabancılara ve gezginlere işaret olsun diye; esirlerini yolu gözlemeye gönderen belki bir misafir alır getirirler diye. Ama çölün yolları ve patikaları yol vermezdi ve onlar kimseleri bulamadılar.
"O prens hiçbir yere ve zamana ait olmayan yiyecek ve barınak arayan bir adam olmayı yeğlerdi. Gereçleri dışında ve toprak kabı dışında hiçbir şeyi olmayan bir gezgin olmayı yeğlerdi. Çünkü o zaman gece olduğunda kendisi gibi kişilerle karşılaşırdı, hiçbir yer ve zamana ait olmayan şairlerle karşılaşırdı ve sefilliklerini, anılarını ve hayallerini paylaşırlardı.
"Ve bakın büyük kralın kızı uykusundan uyandı, ipek giysilerini giydi, İncilerini ve yakutlarını taktı, saçına misk serpti, ellerini ambere batırdı. Sonra kulesinden aşağıya, gecenin şebneminin onun altın sandaletleriyle buluştuğu bahçesine indi.
"Gecenin sessizliğinde bir çiftçinin kızı, bir tarlada koyunlarını gözetleyen ve akşam vakti kıvrılan yolların tozları ayaklarında ve bağların kokuları elbiselerinin kıvrımlarında babasının evine dönüyordu.
Gece olduğunda ve gece meleği dünyanın üzerine indiğinde adımlarını gizlice nehir vadisine, sevgilisinin beklediği yere çevirirdi.
"Manastırda kalbi tütsüyle yanan bir rahibe mi olsaydı, kalbi rüzgâra yükselip ruhunu yoran, bir mum mu olsaydı, daha büyük ışığa doğru yükselen bir ışık için, tapınan, seven
ve sevilen herkesle birlikte.
"Yaşlanmış bir kadın mı olsaydı, güneşte oturup, gençliğini paylaşanları hatırlayan."
Gece derine ilerledi, El Mustafa geceyle karardı ve ruhu bir bulut gibi hafifti. Ve yine haykırdı:
"Kendi olgun meyveleriyle ağır yüklü ruhum;
Kendi meyveleriyle ağır yüklü ruhum.
Kim gelip, yiyip mutlu olacak?
Ruhum kendi şarabıyla taşıyor.
Kim döküp, içecek ve çöl sıcağında serinleyecek?
"Çiçeksiz ve meyvesiz bir ağaç mı olsaydım,
Çünkü bolluk bereketin acısı çoraklığın acısından daha kötüdür.
Kimsenin ondan bir şey almadığı zenginin üzüntüsü
Kimsenin bir şey vermediği dilencinin üzüntüsünden daha büyüktür.
"Kurumuş, kavrulmuş bir kuyu mu olsaydım, insanların içime taş attığı.
Buna dayanması insanların yanından geçip içmediği akan suyun kaynağı olmaktan daha iyi ve kolay olurdu.
"Ayaklar altında çiğnenen saz mı olaydım,
Bu gümüş telli bir lir olmaktan daha mı iyi olurdu bu Sahibinin parmaklarının olmadığı Çocuklarının da sağır olduğu bir evde."
Yedi gün ve yedi gece geçmişti ve hiç kimse Bahçenin yakınına uğramamıştı. O acıları ve anılarıyla baş başaydı; hatta onun sözlerini sevgi ve sabırla dinleyenler bile diğer günleri kovalamak üzere dönüp gitmişlerdi.
Yalnız Kerime geldi, sessizlik yüzünde bir perde gibiydi; elinde tabak ve bardak, onun yalnızlığı ve açlığı için içecek ve et vardı. Elindekileri onun önüne koydu ve yürüyüp gitti.
Ve El Mustafa kapının iç tarafındaki akkavakların yanına geldi ve yola bakarak oturdu. Ve bir süre sonra yolun üzerinde bir toz bulutunun kendisine doğru geldiğini fark etti. Ve o bulutun içinden dokuz havari ve önlerinde onlara mihmandarlık eden Kerime çıktı.
Ve El Mustafa ilerledi, onları yolda karşıladı, onlar içeriye girdiler, hepsi sanki bir saat önce gitmiş gibi iyiydiler.
Onun sade sofrasında onunla birlikte yemek yediler, sonra Kerime sofraya ekmek ve balık koydu ve şarabın sonunu onların bardaklarına doldurdu. Ve şarabı koyarken efendisine yalvardı: "Bırakın beni şehre gidip şarap alıyım ve içkilerinizi tazeleyeyim bu bitti çünkü"
Ve o Kerime'ye baktı, gözlerinde yolculuk ve uzak diyarlar vardı ve dedi ki: "Hayır, bu saatte bu yeterli"
Ve yediler, içtiler, mutlu oldular. Bitirdiklerinde, El Mustafa büyük, derin ve ayın altındaki med cezir gibi dolu bir sesle konuştu ve dedi ki: "Arkadaşlarım ve yoldaşlarım, bugün ayrılmalıyız. Uzun zamandır en dik dağları tırmandık ve fırtınalarla boğuştuk. Açlığı tattık, düğün sofralarında oturduk. Çoğunlukla çıplaktık ama kral giysileri de giydik. Gerçekten çok uzun yollar gittik ama şimdi ayrılıyoruz. Siz birlikte yolunuza gitmelisiniz, ben de tek başıma kendi yoluma.
"Denizler ve geniş topraklar bizi atarsa da Kutsal Dağ'a olan yolculuğumuzda hâlâ arkadaş olacağız.
"Ancak kendi yollarımıza gitmeden önce size yüreğimin başaklarını vereceğim:
"Kendi yolunuza şarkı söyleyerek gidin, ama her şarkı kısa olsun çünkü dudaklarınızda erken sona eren şarkılar, yüreklerde yaşar.
"Güzel bir gerçeği az sözcükle ifade edin, ama kötü bir gerçeği asla telaffuz etmeyin. Güneşte saçları parlayan genç kıza sabahın kızı olduğunu söyleyin. Ama eğer bir görmeyken ile karşılaşırsanız ona geceyle aynı olduğunu söylemeyin.
"Flüt çalan birini sanki Nisan ayanı dinler gibi dinleyin, ama eleştiren birini ya da hata arayan birini konuşurken duyarsanız, kemikleriniz kadar sağır olun ve hayalleriniz kadar uzak olun.
"Sevgili arkadaşlarım, yolunuza çizmeli adamlar çıkabilir; kanatlarınızı onlara verin. Ve boynuzlu adamlar; onlara defne çelenkleri verin. Ve pençeli adamlar; onlara tırnak olsun diye çiçek yaprakları verin. Ve sivri dilli adamlar; onlara baldan sözler verin.
"Evet, bunlarla ve daha fazlasıyla karşılaşabilirsiniz; koltuk değnekleri satan sakatlarla karşılaşabilirsiniz ve ayna satan göremeyenlerle. Ve Tapınağın kapısında dilenen zengin adamlarla.
"Sakatlara çevikliğinizi, göremeyenlere görüşünüzü ve zengin dilencilere de kendinizden verin. Onlar en çok ihtiyacı olanlardır çünkü mal varlıkları olsa da elini sadaka için ancak gerçekten fakir olanlar uzatır.
Arkadaşlarım ve dostlarım, sizleri sevgimizle çölde birbirini kesen aslanların ve tavşanların, kurtlarla kuzuların yürüdüğü sayısız yolla görevlendiriyorum.
"Ve benden şunu hatırlayın: Size vermeyi değil almayı öğretiyorum; feragati değil, başarmayı öğretiyorum; baş eğmeyi değil, dudaklarınızda bile gülümseme ile anlamayı öğretiyorum.
"Size sessizliği değil, yüksek sesli olmayan bir ezgiyi öğretiyorum.
"Size içinde tüm insanları barındıran üstün benliğinizi öğretiyorum."
Ve sofradan kalkıp doğruca Bahçe'ye gitti ve gün solarken sedir ağaçlarının gölgesinde yürüdü. Ve onlar onu biraz geriden izlediler çünkü yürekleri ağırlaşmıştı, dilleri ağızlarının tavanına yapışmıştı.
Sadece Kerime elindekileri bıraktıktan sonra ona doğru yaklaştı ve dedi ki: "Efendim, bırakın size yarın için ve yol için yiyecek hazırlayayım"
Ve o ona bundan başka dünyaları da görmüş gözlerle baktı ve dedi ki: "Sevgili kardeşim, yemek hazır, zamanın başlangıcından beri hazır. Yiyecek ve içecek hazır, yarın için, dün için, bugün için.
"Gidiyorum ama eğer henüz söylenmemiş bir gerçekle gidersem, o gerçek beni arar ve bulur yeniden ve benim unsurlarım sonsuzluğun sessizliklerine dağılmış olsa da, yine sizin önünüze gelip, kalbimde o sınırsız sessizliklerden yeni doğmuş bir sesle size yeniden konuşurum.
"Ve eğer bir güzellikten size söz etmediysem, tekrar hem de kendi ismim olan El Mustafa diye çağrılırım ve size bir işaret veririm ki siz eksik kalanları konuşmak için geldiğimi anlarsınız; çünkü Tanrı insanlıktan saklanmaktan acı duyar, insanlığın kalbinin ekseninde sözlerinin örtük olmasından acı çeker.
"Ölümün ötesinde yaşayıp, kulaklarınıza şarkı söyleyeceğim Büyük deniz dalgaları beni denizin derinlerine geri getirdiğinde bile.
Sofranızda bedenim olmadan oturacağım
Ve sizinle görünmez bir ruh olarak tarlalarınıza geleceğim.
Ateşinizin kenarına görünmez bir misafir olarak geleceğim.
Ölüm sadece yüzümüzü kaplayan maskeleri değiştirir.
Oduncu yine oduncudur
Çiftçi, çiftçidir,
Rüzgâra şarkı söyleyen hareket eden gökkubbeye de söyleyecektir."
Ve havariler taş gibi hareketsizdi ve onun dediği yüzünden kalpleri mahzundu: "Gidiyorum".
Ama kimse onu durdurmaya çalışmadı ya da arkasından gitmedi.
Ve El Mustafa annesinin Bahçesinden çıktı, adımları çabuk ve sessizdi ve bir dakika içinde şiddetli rüzgârda savrulmuş bir yaprak gibi onlardan uzaklaştı ve onlar soluk bir ışığın göğe yükseldiğini gördüler.
Ve dokuz havari yoldan aşağıya yürüdüler. Ancak kadın yaklaşmakta olan gecenin içinde durdu ve gündüz ile alacakaranlığın birlikteliğini izledi ve yalnızlığını ve terk edilmişliğini onun sözleri ile avuttu: "Gidiyorum ama söylenmemiş bir gerçekle gidiyorum, o gerçek beni arayıp bulacak ve ben yeniden geleceğim."
Ve gece olmuştu.
O tepelere erişmişti. Adımları onu sisin içine götürmüştü, her şeyden gizli kayalıkların ve sedir ağaçlarının arasında duruyordu, konuştu ve dedi ki: "Sis, kız kardeşim, küflenmemiş beyaz soluk,
Sana döndüm, beyaz ve sessiz bir soluk Söylenmemiş bir söz.
"Sis, benim kanatlı kız kardeşim sis, şimdi beraberiz seninle,
Ve hayatın, senin üzerine çiy taneleri serpeceği
Bana bir kadının göğsündeki bebeği vereceği ikinci gününe dek seninle beraber olacağız. Ve hatırlayacağız.
"Sis, kız kardeşim, geri geldim, derinliklerini dinleyen bir kalp, Senin kalbin gibi,
Senin arzun gibi zonklayan ve amaçsız bir arzu Seninki gibi toplanmamış bir düşünce.
"Sis, kız kardeşim, annemin ilk çocuğu
Ellerimde hâlâ bana saçmamı söylediğin yeşil tohumlar,
Dudaklarım söylememi istediğin şarkıyla mühürlenmiş;
Sana meyve ya da yankı getirmedim.
Ellerim kör, dudaklarım kısır.
"Sis, kız kardeşim, dünyayı çok sevdim, o da beni çok sevdi, Tüm gülümsemelerim onun dudaklarındaydı, onun tüm gözyaşları da benim gözlerimdeydi.
Ama yine de bir sessizlik uçurumu vardı onun azaltamadığı.
Ve benim üstünden adayamadığım.
"Sis, kız kardeşim, benim ölümsüz kız kardeşim,
Eski şarkıları çocuklarıma söyledim,
Ve dinlediler, yüzlerinde bir şaşkınlıkla,
Ama belki de yarın şarkıyı unutacaklar,
Ve rüzgâr bilmem şarkıyı kime götürecek.
Benim olmadığı halde yine de kalbime geldi
Ve bir süre dudaklarımda kaldı.
"Sis, kız kardeşim, bunlar gelip geçse de,
Huzurluyum.
Çoktan doğmuş olanlara şarkı söylemek yeterliydi
Şarkı benim olmasa da,
Kalbimin en derin arzusuydu.
"Sis, kız kardeşim, kız kardeşim Sis,
Şimdi seninle birim.
Artık bir benlik değilim.
Duvarlar yıkıldı,
Ve zincirler kırıldı;
Sana yükseliyorum, sis,
Ve birlikte hayatın ikinci gününe dek denizin üzerinde asılı duracağız
Şafak üzerine bir bahçede çiy taneleri düşürünce Ve bana bir kadının göğsünde bir bebek verince"
💙Halil Cibran💙
*
💙🦋Aşhaş tarlaları arasından geçeceksin,
Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak
Yeni bir afyon bulacaksın kendine.
İşte o zaman beni unutma.
*
Şairini, onun şiir yazan ellerini,
İçine dizilen sıragölleri,
Kendi kendine konuştuğun seni,
Her şeyi, hiçbir şeyi unutma.
*
Zakkumların arasından bir şehre gireceksin,
Aşk şiirleri, tabiat şiirleri, tarih şiirleri düşünerek
Bir dinamit yapacaksın kendine.
Korkma, ateşle onu.
Öldürecek nice balıklar vardır sularında,
Patlamayla dirilecek nice balıklar vardır.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
İşte o zaman unutma beni.
*
Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın,
Onların tohumunu havaya savurarak
Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine,
Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
Kıyılarda bile boğulan seni,
Bir saz kuşu olarak gezinen hayaletini,
Çeliğinden kemik oyan gövdeni.
*
İçinde bir kaçakçı yaşar senin,
Kayıkla dolaşır göllerinde,
Beynine tabanca ve şiir satar,
O kaçakçının bakışını sakın unutma.
*
Nereden geliyorsun?
Sessizliğin başkentinden geliyorum;
Durgun göller ülkesinden,
Pınarın büyüsünden,
Hışırtısından geliyorum yaylanın,
Bir dağın bir ağaca söylediği şarkıdan,
Ovadaki tek çiçekten.
*
Bir yayın yelesinden geliyorum
Yeraltında koşuşan kökler arasından
Açılmamış bir kitaptan geliyorum
Yalın bir şiirin güzelliğinden
Güzellikten geliyorum, güzelliklerden
Yürekteki kuş tüyünden, balkondan
Camın buğusundan
Çarşafın ütüsünden
Tabağın beyazından.
*
Bir ihtiyarın gülümseyişinden geliyorum
Bir annenin dalgınlığından
Kedilerin gözlerinde okunan
Tarihinden geliyorum kuyumculuğun
Karın arkasındaki maviliğe
Gökyüzüne boydan boya kazınmış
Bir mühürden geliyorum.
Uzak bir yıldızdan geliyorum
Geceleri geliyorum, sabahları
Gündüzün ortasında, ikindinin içinde
Savrularak geliyorum, fırtınayla
Elinden tutup bir kasırganın, onu da getiriyorum.
*
Ölümdü adı onu ilk gördüğümde
Sonraları da hiç değişmedi;
Kalesinden gösterdiler bir şehrin onu,
Onu gördüm ve ormanı gördüm uzakta,
Ne yapsam değişmiyecekti adı.
*
Bir kılıç verdiler bazı savaşlar için,
Arkasından bir ev kurdular bana;
Bir kazma verdiler bazı savaşlar için,
Arkasından bir ev kurdum onlara;
Akşamları çiçeklerle uğraştım biraz,
Yaşlanır, çiçek olurdu bazı komşularım,
Akşamları yemek yerdim bazılarıyla;
Biz toplandıkça büyürdü ölüm, adı ölümdü.
*
Şehir büyüdükçe azar, çıkardı çarşılara.
Adı ölümdü çünkü onu yarattığımız zaman,
Her akşam kanardı dudaklarındaki kuş
Ölümdü adı, ona her gece taşındığımda
Alışkın olduğum bir darağacından,
Gülerken boğazının karanlık boşluğuna
*
Ölümdü, sokaklarında dolaşırdı şehrin,
Saat kulesini getirmişti uykularıma.
O kadar ölümdü ki, o kadar da çalışkan,
Kimseler kurtaramazdı beni ölümden başka,
Soğuk otların altından🦋Ülkü Tamer💙
1 note · View note
serhat0619 · 4 years
Photo
Tumblr media
Yumrukluyorum Duvarları,Yumrukluyorum Kara Gecenin Bedenini Ellerim Kan Içinde,Nehirler Taşmış Yanaklarımda 37 Can, 37 Gül Çatlamış Susuzluktan Sivasın Içinde Nasıl Uyku Tutar Gözlerimi Döne Döne Samaha Duranlar Tutuştu Önce Sonra Türküler Sonra Da Şiir Çığlıksız Düştü Türkülerin Yanı Başına Sivas Sivas Yiğitlik Midir Emanet Cana Kıymak Yiğitlik Midir Bir Tutam Işığı Kör Bıçakla Güneşten Koparıp Karanlığa Kuban Etmek Söyle Hangi Kitapta Vardır Elleri Kolları Bağlıyı Yakmak Var Mıdır Kardelen Akınında Bir Avuç Inciyi Ateşte Tutmak Loov Böyle Garip Düştüğüme Bakma, Böyle Mahsun Durduğuma Varsın Ateşim Suskunlukla Beslensin Benimde Yüreğim Gençliğini Almış Yanına Yürür Başı Dik Senin De Dağların Var Sivas Senin De Dağların Dağlarında Şahanların! Gün Tutuşur Canım Gece Tutuşur Yangınlarda Tutsak Canlar Tutuşur (Beysukent) https://www.instagram.com/p/CCHcOLMAFsZ/?igshid=clib2uclre8z
0 notes
Note
Peki neden kaybediyorsun? Niye kaybettiğini düşünüyorsun? Kazanmak için elinden geleni yapmadın mı sen? O zaman neden bu sitem neden bu iç çekişler? Sen elinden geleni yapmışsan ve o artık sen yanında senin kollarında değilse o kaybetmiştir. Asıl kazanan sensin. Bunu unutma. Üzülme. Dik dur ve unutma dik duranlar zirveyi en net görenlerdir. Sağlıcakla..
an itibariyle, bunu ss alıp ekran şeysi yapıyorum ne kadar güzel bir yazı bu lan.
1 note · View note
celilsami · 7 years
Quote
Bazen farkında bile olmadan, sadece #vazgeçerek, muhatabını büyütür #Maşuk... Bazen lanet şansa, bazen de #şans lanete bürünür. Sabredenler, dayananlar ve dik duranlar için, filmin sonu #hep güzel bitermiş... Öyle ya, tüketmek için yanıp tutuştuğumuz, ölümle gelen doğum da yegane hediyesi #vuslat olan tek derin muammadır, #Hengam. Paranın satın alabileceklerinin acımızı dindireceğine inanarak ve oyuncak sıfatındaki madde ile avunarak beyhude yere heba ederiz, #o muhteşem hediyeyi... Ta ki aynanın arkasında kucaklanmayı bekleyen #hakikat kapımızı çalana dek... Zaman rüyayı terk etse, geriye #ne kalır ki?!... Mehmet Çetin
Mehmet Çetin
2 notes · View notes
sosyaldoku · 7 years
Photo
Tumblr media
✅ Bu ümmet, ağlamayı en çok hak ettiği günde bile ağlamak yerine Üsâme (r.a)'ın ordusunu uğurlamayı tercih etmiş bir ümmettir. ❗VAKİT AĞLAMA VAKTİ DEĞİLDİR❗ Ağlamak, insanla ilk dakikasından itibaren tanışıktır. Üzülür ağlar, sevinir ağlar insan. Ağlamak bir tepki çeşididir. Boşalıp rahatlar insan ağladıkça. Ağlamayla insan olarak da ilişkiliyiz, mü’min olarak da. İmanımız gereği Allah’tan korkup ağlamamız ne güzel bir haslettir. Mü’min, gecenin sessizliğinde ahireti gözünün önüne getirip ağladığında makamı yüksek insanların yolunda bir iş yapmış olur. Bu bir meziyettir şüphesiz. Islak gözlü olmak, kurumuş göz sahibi olmaktan evladır. Gözlerden akan bir damla yaşın cehennem ateşini söndürecek güçte olduğu öğretilmiştir bize. Böyle iman ediyoruz. Allah korkusu ile dolup taşan yüreklerin sahipleri farklıdır. Onlar, faninin peşinde olmayı aşmış kimlikleri ile sürekli yükselirler. Onlar yükseldikçe tevazuları artar, heyecanları coşar adeta. Bu hâlleri de onların ıslak gözlerinden, ürperen kalplerinden izlenebilir. Ağlamak vardır ve bir meziyettir. Buna kimsenin itirazı olmaz. Önümüzde duranlar gözyaşları ile örnekler bırakıp gittiler. Kur’an’ımız onları o hâlleri ile övdü. Allah yolunda infak edecek bir şey bulamadıkları için ağlayanları övdü Kur’an’ımız. Allah korkusundan gözü yaşaran sahabiler rahmetle müjdelendiler. İyilerden olmaya muvaffak oldular. Fertler olarak seccademizin üzerinde, Kâ’be’nin etrafında, Kur’an rahlemizin başında ağlamaklı oluruz. Günahlarımıza ağlarız, umudumuza ağlarız. O hâller bizim özel hâllerimizdir. Kalbimiz incelir, gözümüz sulanır; bununla da Rabbimizin rahmetini umarız. Ümmet olarak kendimize baktığımızda ise ağlayan bir ümmet değiliz biz. Hiçbir zaman bizim ağlama zamanımız değildir. Ne geçmişe bakarak ne de gelecekten ürkerek kendimizi salmayız. Umutsuzluğu kapımızdan içeri sokmayız. Yüreklerimiz çaresizlik karşısında dipdiridir. İşi vaktinden çok bir ümmet olarak yapmamız gerekenler arasında teslim olmuşluk yoktur. Kendimizi salamayız, ne emekli oluruz ne de kendimizi karanlıkta hissederiz. Peygamberimiz öldürüldü diye bir şayia ile karşılaşsak da yıkılmayız; kalkar onun öldürüldüğü yolda öldürülür de yine çaresizliğe teslim olmayız. Oturup ağlamak yerine kalkıp çalışmak, yürüyüp varmak, tutup kaldırmak vardır bizim hedefimizde. Dün böyle idi kuralımız, bugün de böyledir. Yarın da elbette böyle olacak. Kimse ağladığı kadar kazanmış olmayacak. Zamanlardan hiçbir zaman, ağlamayı ‘iyi bir iş’ yapmamıştır. Gece seccadesinin başında ağlayanlar yaptıklarıyla övünebilirler. İyi iş yapmış da sayılırlar elbette. Onlar için bir hasenattır bu. Faizin yayılmasına, paranın Müslüman’ın en ağır imtihanı olarak yüzünü gösterdiği bir zamanda parayı faizden ve haramdan arındırmak için ağlayanlar asla iyi bir iş yapmış değildirler. Ümmetin çocuklarının ümmetimize ait olmayan değerlere feda edildiği zamanda, bu duruma kahrolmayı, yapılması gereken bir iş olarak görenler de üzerlerine düşeni yapmış değillerdir. İffetin değer yitirdiği zamanda, yapılması acil olan iş, sadece o iffeti korumak olmalıdır. Onun dışında ne yapılırsa yapılsın ilk yapılması gereken şey değildir. Onu yapan da en iyisini yapmış kişi değildir. Bugünü anlamak, dün olmayıp bugün olanı yakalamakla mümkündür. Yarına sahip olmak da bugünü anlamakla mümkündür. Bugün beklenen iş matem tutmak, karalara bürünmek olamaz. ‘Kim ne kadar üzülürse o kadar iyi iş yapmış’ sayılamaz. Üzüntüyü içine gömebilen hatta ondan kendine enerji çıkarabilen olmak gerekiyor. Oturup yas tutmak bizim işimiz değildir. Dertleri saymak da işimiz olamaz. Dertleri aşmak işimizdir. Önümüzde duranlar, uğruna analarını babalarını feda etmeye hazır oldukları biricik Peygamberlerini kaybettiklerinde, oturup matem tutmak yerine, o öldü ise davasını sürdürmek için toplandılar. Acıyı içlerine gömüp davasını sancak yaptılar. Duygusallığın en doğal zamanında gerçekleri idrak ettiler. Bu ümmet, ağlamayı en çok hak ettiği günde bile ağlamak yerine Üsame’nin ordusunu uğurlamayı tercih etmiş ümmettir. Ağlamak ve ağlamayı çağrıştıran bir eylemi hiç tercih etmemiştir. Ne kadar ağlarsan o kadar değildir metodu, ne kadar çalışırsan, ne kadar cihat edersen vardır defterinde… Zaman ağlama zamanı değildir. Allah için paraya hükmetme zamanıdır. Çocuklarımızı ve mesul olduklarımızı Allah’a adanmışlığa layık etme zamanıdır. Zaman, direnme ve yıkılmama zamanıdır. Ümmet olarak, en zor zamanlarımızda en dik duruşlarımızı gösterme zamanındayız. Ağlaması gerekenler ise bu şuuru yakalayamayanlardır. Onlar ağlamalıdırlar, ağlanmalıdırlar. Nureddin YILDIZ Kaynak:📝» nureddinyildiz.com/makaleler/vakit-aglama-vakti-degildir
26 notes · View notes
Photo
Tumblr media
“Burada Rosa Luxemburg Gömülü!”  5 Mart 1871’de (Zürih Üniversitesine verdiği belgede doğum tarihini bu şekilde belirtmiştir) Polonya’nın Zamosc şehrinde doğar. Yahudi bir ailenin beş çocuğundan en küçükleridir. Babası Eduardo Luxemburg saygın bir tüccar, annesi Lina ise oldukça aydın bir çevreden gelmiştir. Rosa, ağırlıklı olarak Lehçe konuşulan ve başka dil, din ve kültürlere ilginin desteklendiği bir evde, hayata her çocuk gibi neşeli başlar. 5 yaşındayken kalçasında meydana gelen bir rahatsızlık nedeniyle 9 yaşına kadar evde eğitim görür. O dönemde devletin yüksek eğitim kurumlarına çoğunlukla Rus memur ve subay çocukları alınır, Yahudi ve Leh ailelerin çocuklarına ise katı bir sınırlama uygulanır. Buna rağmen Rosa, 1880 yılında Varşova II. Kız Lisesine başlar. Resmi dilin Rusça olduğu kurumda, öğrencilerin kendi aralarında Lehçe konuşmaları yasaktır. Daha o dönemlerde dik başlılığı ve cesur tavırlarıyla dikkat çeken Rosa’nın yazdığı Lehçe bir şiir okulda ve başka eğitim kurumlarında elden ele dolaşmaya başlar ve oldukça hararetli tartışmalara sebep olur. “… Zira yoksulluğa ve bilgisizliğe Mahkûm olanlar Gülmeyi ve neşeyi bilmezler. Bütün dertleri, Bütün gizli ve acı gözyaşlarını Tokların vicdanına yüklemek istiyorum, Ve yaptıkları her şeyin intikamını almak.” 1887 yılında okulu üstün başarıyla bitiren Rosa’ya “politik güvenilirliği” olmadığı gerekçesiyle altın madalya verilmez. Liseden itibaren illegal grupların içinde yer alan Rosa yasaklı yayınları okur, Yahudi kıyımlarının yeniden başladığı ülkesindeki dayanılmaz şartlara karşı eleştirel düşüncelere yönelir. Ülkesindeki üniversitelere kadınlar alınmadığından Batı Avrupa’da yükseköğrenimine başlamak için kendisine Polonya pasaportu çıkarır. Çocukluğundan beri bitki ve hayvanlara özel bir düşkünlüğü olan Rosa, 19 Ekim 1899’da Zürih üniversitesinin Fen Bilimleri bölümüne kaydolur. Burada genel zooloji derslerine devam eder. Kurucularından olduğu SDKP’nin (Polonya Krallığı Sosyal Demokrasisi) yayın organı olan İşçi Davası gazetesinde R. Kruszynska takma adıyla sayısız makale yazar. Hayatında ilk kez bir yayın organının sorumluluğunu üstlenir. O dönemde de erkek egemen siyaset baskın olduğundan Rosa’nın fikirlerine ve eleştirilerine çoğu zaman diğer partiler tarafından çok sert hakaretler ve eleştiriler gelir. 14 Mayıs tarihli Naprzod’da (ileri) kendisinden “Histerik ve eli maşalı kadın bozuntusu” olarak bahsedilir. Halklar arasında çatışmalara sebep olduğu gerekçesiyle milliyetçiliğe uzak duran Rosa, ulusal özgürlüğün, sosyal halkların mücadelesine tabi olması gerektiğini savunduğu için, II. Enternasyonel içindeki sosyal demokratlar tarafından hoşgörüsüzlükle suçlanır. Bunlar Rosa’nın cesaretini kaybetmesine kesinlikle engel olmaz. Üniversite eğitimini doktora ünvanıyla tamamladıktan sonra Berlin’e yerleşir ve burada Alman Sosyal demokrasisinin parti yönetimiyle bağlantı kurar. Yukarı Silezya’da Polonyalı işçiler arasında çalışmalarına başlar. 5 Haziran’da ilk seçim konuşmasını yapar. Sonraki seçim konuşmalarından Leo Jogiches’e yazdığı bir mektupta şöyle bahseder: “Dün Goldberg’de her şey harikaydı. O kadar çok insan gelmişti ki giriş katındaki salonun etrafında duranlar ve pencerelerden bakanlar içerdekilerden fazlaydı…” 25 Eylül’de aldığı bir telgrafla Dresden’e çağırılan Rosa’dan Saksonya İşçi Gazetesinin yazı işleri sorumlusu olması istenir. Rosa Luxemburg o dönemde böyle bir göreve getirilen ilk kadındır. 1903 yılında halka açık bir toplantıda “majestelerine hakaret ettiği” gerekçesiyle Ocak 1904’te üç ay hapis cezasına çarptırılır. İçerdeki tek probleminin ayda yalnızca bir mektup yazmasına izin verilmesi olduğunu söyleyen Rosa, içerde olduğu süre boyunca günlük politikadan uzak durmaya çalışır. Rosa Luxemburg 35. yaş gününden bir gün önce; Varşova Kamu güvenliğinin ve Asayiş Bakanlığının Mart 1906 tarihli gizli raporunda, illegal sosyal demokrat partisinin üyesi olmak, köylü ayaklanmalarını kışkırtmak ve illegal SDKP’nin gizli matbaasını yönetmek suçlarından Leo Jogiches ile birlikte tutuklanıp nezarethaneye koyulur. Daha sonra buradan Pawiak kadın hapishanesine nakledilir. Arkadaşlarının onu içerden çıkarma çabalarına rağmen Rosa kesinlikle af dilemeyi düşünmez. İçerde günlük gezintilerini yapmaya, dış dünyayla ilişki kurmaya, broşür ve makaleler yazmaya devam eder. Nisan sonunda siyasi sanık olarak askeri mahkemeye çıkarılan Rosa, Varşova kalesinin X. suruna nakledilince tutukluluk koşulları oldukça kötüleşir. Rosa’yı 27 Mayıs’ta muayene eden doktorun, “gerekli hijyen ve perhiz koşullarına ihtiyacı olduğunu” belirttiği raporu bir miktar rüşvetin de yardımıyla yüzbaşına ulaştırılır. 28 Haziran 1906’da soruşturma bitene kadar Varşova’da kalması koşuluyla serbest bırakılır. Rosa aslında ilgilenmediği kadın sorununa en yakın arkadaşlarından biri olan Clara Zetkin’den etkilenerek ilgi göstermeye ve konferanslara katılmaya başlar. Rosa, daha sonra SDP’nin milliyetçi eğilime yönelmesi nedeniyle partiyle olan tüm ilişkisini keser. 25 Eylül 1913’te Feehenhaim’da yaptığı bir konuşmadan dolayı ulusalc�� gazetenin dikkatini çeker. Karalama kampanyası başlatan Frankfurt Gözcüsü gazetesi, savcılığı Rosa’ya karşı vatana ihanet gerekçesiyle dava açmaya çağırır. Bunu fırsat bilen Başsavcı 30 Eylül’de Rosa’ya karşı ön soruşturma başlatır ve 27 Kasım’da iddianame hazırlar. Açılan davanın ilk duruşması 20 Şubat 1914’te yapılır. Kanunlara ve devlet düzenine karşı itaatsizliğe teşvikle suçlanır Rosa. Gazetenin redaktörü sadece 27 Eylül 1913 tarihli sayısından alıntıladığı cümleyi söyleyebilir. Söz konusu toplantıda bulunan devriye polisi ise iddianamede belirtilen sözleri duymadığını söyler ve kanıtlar yetersiz kalır. Rosa yaptığı etkileyici savunmasının sonunda hâkimlere şöyle seslenir: “Günahkârlardan bir tanesinin olsun cezadan korkarak kaçtığını hiç duydunuz mu? Verdiğiniz dünya kadar cezanın herhangi bir sosyal demokratın bocalamasına yol açtığına veya görev duygusunu sarstığına gerçekten inanıyor musunuz? Hayır, bizim eserimiz, sizin maddelerinize gülüp geçer ve tüm savcıların inadına gelişip güçlenir! … Sayın Savcı, size inanıyorum, siz kaçardınız. Ama bir sosyal demokrat kaçmaz! Bir sosyal demokrat kendi eylemlerini yadsımaz ve sizin vereceğiniz cezayı gülerek karşılar. Haydi, şimdi beni cezalandırın!” Rosa iki saat süren davada bir yıl hapis cezasına çarptırılır ve mahkeme masraflarını ödemek zorunda bırakılır. Tarihin yaprakları ilerler. Savaş karşıtı devrim yüzünü gösterir. 5 Ağustos 1914’te Karl Liebknecht ile birlikte Enternasyonal grubunu kuran Rosa Luxemburg, ceza celbine ve sağlık durumunun kötü olmasına rağmen toplantılara ısrarla katılmaya devam eder. Hiçbir şey onu büyük bir disiplinle çalışmaktan alıkoymaz. İstirahat edecek zamanı yoktur. Devrimci hareketin ve Spartaküs grubunun durmak bilmeyen lideri, Karl Liebknecht ile sık sık görüşür. Rosa, 8 Temmuz 1916’da, grev çağrısında bulunması ve 1 Mayıs’ta gösteriye katılmış olması gerekçesiyle iki polis memuru tarafından yatak odasına zorla girilerek tutuklanır. Hücresi küçük ve pis, tuvaletinin ise suyu yoktur. Kadınlar için avlu olmadığından gezinti yapamaz. Hapishanede bile tek amacı Spartaküs grubunu desteklemek ve daha fazla insanı savaşa karşı harekete geçirmektir. Koşulları ne olursa olsun bir an bile devrimden vazgeçmeyen bu kadın inandığı yolda emin adımlarla yürümeye devam eder. 26 Ekim’de nakledildiği Wronke kalesinde koşulları biraz olsun iyileştirilebilmiştir. Günlük gezintilerini yapıp mektup yazmaya yeniden başlar. 22 Temmuz günü ansızın Breslau hapishanesine aktarılır. 7 Kasım 1918’de özgürlüğüne kavuşan Rosa, 8 Kasım’da Breslau’daki gösterilere katılır. Tam da ondan beklendiği gibi devrimin sürdürülmesi için büyük heyecan ve cesaretle durmaksızın çalışmaya başlar. 31 Aralık 1918 günü Alman Komünist Partisinin kuruluş toplantısında son konuşmasını yapar. 15 Ocak 1919’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht Berlin’de tutuklanır. Karl Liebknecht ağır işkencelerden sonra vurularak öldürülür. Rosa ise kaldığı otelden dışarıya sürüklenerek, hakaret edilerek çıkarılır ve dövülerek arabaya koyulur. Arabada aldığı darbeler yüzünden ölen Rosa Luxemburg, Landwehr kanalına atılır. 31 Mayıs 1919’da kanaldaki havuzlardan birinde bir kadın cesedi bulunur. Mathilde Jacob, elbisesinden geriye kalanlar ve madalyonu sayesinde teşhis eder Rosa Luxemburg’u. 13 Haziran 1919 Friedrichsfelde mezarlığına Karl Liebknecht’in yanına defnedilir. Hayatını sosyalizme adayan, adı devrimin tarihinde sonsuza kadar yazacak olan Rosa Luxemburg’un “içinde herkesi sevmesine izin verilecek bir toplum düzeni” olan ideali hepimizin ideali olmalıdır. “Burada Rosa Luxemburg gömülü Polonyalı bir Yahudi kadın Alman işçilerinin öncü savaşçısı Alman sömürücülerinin emriyle öldürüldü Ezilenler, gömün ayrılıklarınızı!” Bertolt Brecht Kaynak: Rosa Luxemburg Her şeye rağmen, tutkuyla yaşamak / Annelies Laschitza / Yordam kitap Binnur Özturan (Gaia Dergi)
33 notes · View notes
kediralice · 4 years
Text
Hayatın neden zor olduğunu sadece dik duranlar bilir.
0 notes
giresunhaberci · 6 years
Text
MHP Espiye’de gövde gösterisi yaptı
http://giresunhaberci.com/26/12/2017/mhp-espiyede-govde-gosterisi-yapti/
MHP Espiye’de gövde gösterisi yaptı
Milliyetçi Hareket Partisi Espiye ilçe teşkilatının düzenlemiş olduğu geniş katılımlı kahvaltı yemeğine, Partinin mensupları katıldı.
Petro Cafe’de düzenlenen Programda Milliyetçi Hareket Partisi İlçe Başkanı Mustafa Akgün kısa bir konuşma yaptı. Akgün, “MHP Espiye ilçe başkanlığı olarak yeni yönetim kurulumuzun halkımızın partimize teveccühü gösteren yeni üyelerimizi il başkanlığımıza takdimi ve birlik beraberliğimizi dosta düşmana gösterip milliyetçi Espiye yolunda emin adımlarla ilerlediğimizin nişanesi ve başlangıç adımı olacak kahvaltı programımıza hoş geldiniz. Programımıza katılımlarıyla bizleri onurlandıran başta MHP İl başkanımız Müjdat Öz ve yönetimine, Ülkü ocakları Giresun İl başkanımız Sebahattin Gündüz, MHP İl Kadın kolları başkanımız, Zuhal İmamoğlu ve yönetimine, MHP Giresun Merkez İlçe Başkanı Uğur Yiğit ve yönetimine, Ülkü Ocakları Espiye İlçe başkanı Engin Usta’ya ve tüm mensuplarımıza teşkilatım adına teşekkürlerimi sunuyor, birlik ve beraberliğin daim olmasını temenni ediyorum” dedi.
Milliyetçi Hareket Partisi İlçe başkanı Mustafa Akgün’ün konuşmasının ardından bir konuşmada MHP İl Başkanı Müjdat Öz gerçekleştirdi.
Öz, “Milliyetçi Hareket Partisi’ne gönül vermiş değerli dava arkadaşlarım bugün burada Espiye ilçe teşkilatımızın düzenlemiş olduğu kahvaltı programında buluşmuş bulunmaktayız. Bu vesileyle öncelikle hepinize hoş geldiniz diyorum. Değerli arkadaşlarım 1 Kasım sürecinden bu yana çok sıkıntılar çektik. Bu sıkıntılara göğüs gererek dik durduk. 1 Kasım sürecinden bu yana partimizden gidenler oldu. Ancak Milliyetçi Hareket Partisinde her zaman gidenler değil, Dik duranlar kazandı. Gidenlere kapımız açık gelenlere de kapımız her zaman açıktır. Dün hata yapanlar artık yoklar. Dün ülkü devleri vardı. Her yerde onların sözleri geçerdi. Artık yoklar. Davamıza en iyi şekilde hizmet edecek olanlar sizlersiniz. Ne mutlu sizlere ki buradasınız. Bu duygu ve düşünceler ile birlikte bugün burada bizleri buluşturan, İl yönetiminde bulunan Espiyeli kardeşimiz Muammer Künbül’e Milliyetçi Hareket Partisi İlçe başkanı Mustafa Akgün’e Teşkilattan sorumlu başkan yardımcısı Nuri Atabay ve MHP Espiye İlçe yönetimine teşekkür ediyorum. Son olarak Şunu söylemek istiyorum. Tarih davasına ihanet etmeyenleri altın harfler ile yazacak” dedi.
0 notes
kendiniovenkitap · 7 years
Text
Şirazeden Şirazeye
Saklı Mektuplar 6
bîpayanım
aguş-i mevtte başlar hayatım
yalan ile bir ömür ey yâr
bir kendimi kandırırım
Bir gün seni yazmaktan vazgeçersem şiraze, bu hâmuşun ardına düşme. Gün gelir herkes ve her şey susar şiraze. Açanlar solmak, duranlar eğilmek, parlayanlar sönmek, gidenler dönmek mecburiyetinden baş eğer de bu muammanın içinde kalır bir başına. Takatimin bittiği yerde kargaların döne döne uçuşlarını izliyorum şu soğuk havada. Yağmur bir yandan kar bir yandan şiraze, kuzeyin sert rüzgarı dudaklarımda derin yaralar açarken; bir yılın son noktasının eğlentisini yapar insanlar. Giden zamana yakılan mumlar etrafında döner şu zeminin zavallıları. Ağla şiraze, benim ağladıklarıma sen de ağla.
 Aşk değil gönül gönül dolaşmak, aşk değil demden deme akmak, aşk değil yön değiştirip yol çizmek, aşk değil gözyaşına tutsak hüzne zincir dolamak. Aşk değil şiraze masalarda uyuyakalmak. Ağla şiraze, benim ağladıklarıma sen de ağla. Geçen zamandan bîhaberlerin yitişine sarf-ı nazar et. Geceleri orta yere saçılıp gündüzleri gizlenenlerin hâline, ötelerden gelen sesin yanıbaşlarında dönmesine aldırış etmeyenlerin çilesine, gayr-i mahdut eyleşmelerde tükenen hâl dilinin çırpınışına şiraze...
bendideyim...
Benim ağladıklarıma sen de ağla. Sensizliğe, sensiz geçen her gecenin sabahına, sabahların soğuk dokunuşunda an an vuruluşumuza, yüze inen her çizgiye, her çizginin sensiz çekilişine, dumana, bozkır kışına, çamurda kalan yanlarımın ne etsem lekelerini çıkaramayışıma, mahşere az kala gözüm gökte yarıldı yarılacak korkularıma... Ağla şiraze; zemin katta istersen, istersen merdiven boşluğunda, istersen terasta ağla. Maziye gir odalarında dolaş, orada ağla. Şimdide dur, durduramadığın zamana ağla. Gelecek girerken kapıdan tut elinden oyala, ninni söyle eğilip kulağına.
hezayım...
Başıma doladığım sarı yazma, memleket kokulu. Prut kenarındayım. Bakıyorum akışına, sarı yazma başımda. Diyor bana, “Hayattan kaçanlar bende boğulmaya gelir.”
Şiraze; ne gam yetemem ne sana, ne bana, ne dualarından adım düşmeyen canana.
Ürperdi tenim. Kılıç keskin şiraze. Kimsenin umursamadığı dik bir kayadan başkası olamadım. Kimse kayaların da kırılabileceğini düşünmüyor şiraze. Kimse kayaların da rüzgara, yağmura direnemediğini bilmiyor şiraze. Kırılıyorum her yanımdan. Un ufak dökülüyorum toprağa, ben de topraktan bir toprak oluyorum şiraze. Aşkındır beni böyle perişan eden, böyle bedbaht, böyle garip, böyle hey gidi hey şiraze.
gri bir gök rahmet, sen bu rahmet altında
                            sır gibi, inci mercan gibi, bir can gibi  taşıdığım
söz olsun dönmeyeceğim, seni görüp yüzümü yüzüne dönmeyeceğim
Sen bende hayat şiraze
sen bende hep şiraze
__Şiraze, Saklı Mektuplar
0 notes
hayatcemresi · 7 years
Photo
Tumblr media
15 Temmuz 2016 Darbe girişimi sonrası kaleme aldığım yazımdı.
DARBE ve YOL HARİTAMIZ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ Allah( azze ve celle)’ye hamd olsun, salat ve selam da O’nun şanlı Rasulü Muhammed(sallallahu aleyhi ve sellem)’e, temiz ve pak ailesine, ashabına ve onlara ihlasla tabi olan mü’min kulların üzerine olsun.
15 Temmuz gecesi Türkiye’nin yepyeni bir sürece evrildiği, geri dönüşü olmayan bir geceydi. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Yıllarca kurulu düzenle barışık yaşayıp devletin bir çok kurumunda yer edinmiş, bankası, televizyon kanalları, yurt içi ve dışındaki okulları, yayınevleri ile adeta bir devlet olmuş bir yapı nasıl oldu ise mevcut hükümetle ters düşünce prestij kaybı yaşamaya başladı. Öyle ki bu kayıp dünyada eşi benzeri görülmemiş bir kalkışma ve neticesinde müntesiplerinin toplumdan tecrit edilmesine kadar varan bir sürece dönüştü.
Onlar altın çağlarını yaşayıp şimdi ise içinde bulundukları o yapıdan değillermiş görünmek için çabalıyorlar. Yanlışları çook büyüktü İslam’ı kullanarak bir çok insanı kandırıp sırtlarından semirdiler. Ne oldukları ortaya çıktığında güvenlerinin, zamanlarının, paralarının heba edildiğini farkedip dönenler olduğu gibi hiç bir işaretle basiretleri açılmayan, FETÖ’nün yılmaz savunucuları ve bağlıları da bulundukları hal üzere devam ettiler.
Dersane kapatılma süreci, ayakkabı kutuları ve darbe…Darbe bardağı taşıran son damla idi. Yıllar yılı karıncayı dahi incitmez görünen, kısa bıyıklı, devlet kademelerinde sinekkaydı traşlı abiler büyük bir oyuna kalkıştılar, gemileri yaktılar, kurşunu ayaklarına değil kalplerine sıktılar. Yetiştikleri ülke insanlarına silah doğrulttular, hatta ağır silahlarla onları vurdular, yetmedi tankların altında ezdiler.
Bütün bu zulme karşı kendilerine boyun eğmeyen ölümü hiçe sayan bir halk buldular karşılarında.
Darbelerinde aslında kullanılan birer maşadan başka bir şey değillerdi. ABD’de yaşayan bir ayağı çukurda hoca müsveddesi ve onun  ipini elinde bulunduran ABD’nin kirli bir oyunuydu darbe kalkışması.
Darbe gecesi ülke kurumlarını bombalayan uçaklar, halka kurşun yağdıran helikopterler Türkiye’de bulunan üslerden kalkıyor, oralarda yakıt ikmali yapılıyordu.
Halkın dik duruşu ile FETÖ grubunun bu girişimi hedefe ulaşamadı. O halk ki kendi kazanımlarını kaybetmemek, İslamın, müslümanların, evlatlarının felahı için  karşı durdu darbeye. Güvensiz bir ortam oluştu. Artık ülkeyi koruma görevi ne polisin ne askerin. Bu görev bizzat silahsız halkın dik duruşu ile sağlanıyor, nereye kadar?
Her zor durumda mağdur olan, siper olan hep müslümanlar oldu.
Erdoğan İncirlik Üssünü sadece  bir gün kapalı tutabildi. Sınır ötesinde PKK zor durumda kalmıştı düşmanının menfaati pahasına İncirlik’i tekrar açtı Türkiye. Ve aynı gün ABD Suriye/Membic’de çoğu kadın çocuk en az 200 masum sivil insanı katletti. İncirlik’in açılması darbeye karşı duran samimi insanlara bir ihanetti.
Konuya dair Şeyh Makdisi’nin rt yaptığı bir twit meseleyi özetliyordu:
“İncirlik üssünün kapatılması darbecileri tutuklamak için. Lakin Müslümanları bombalayan uçaklara ise kapanmıyor.”
Türk hükümetinin  terörist diye yaftaladığı her fırsatta kötülediği mücahidler haber gönderiyordu yardıma ihtiyacınız varsa gelelim diye. Müttefik ve dost addettiği batılı ülkeler duruma göre vazife çıkarmakla meşgulken, kötü gösterilen mücahidler kimin gerçek dost olduğunu ortaya koyuyorlardı.
Erdoğan ve partisinin bu halka vefa borcu var. Bunun için İncirlik derhal kapatılmalı, FETÖ grubunun hakim ve savcılarının içeri tıktığı suçsuz müslümanlar hakkında verilen mahkumiyet kararları iptal edilmeli. Bu insanlar zindanlarda olmasaydı darbeye karşı duranlar arasında mutlaka yer alırlardı. Onlar bu toprakların kimseye silah doğrultmamış samimi müslümanları. Bütün bu yaşananlardan sonra onlar bir an bile zindanlarda bırakılmamalı.
Zor günlerden geçiyoruz. Önümüzde bir belirsizlik var. Güvensiz bir ortam oluştu. Halkın direnişi İslami kaygılardan Demokrasi savunuculuğuna evriltilmek isteniyor. Bu bilinçli olarak yapılıyor. Tv kanalları, devletin yayın organları ısrarla demokrasi vurgusu yapıyor. Bu yaşananlar demokrasi dininin bağlılarını artırmaya yönelik girişimler ve söylemlerle farklı bir mecraya çekiliyor. Bazı yerlerde tevhid bayrakları yasaklanıyor.
“Demokrasi Nöbeti” “Demokrasi Şehidi” kavramları ısrarla kullanılıyor. Hayır, direnen insanların birçoğu köhne, adaletsiz demokrasi düzeni için değil ırzlarını, namuslarını, dinlerini korumak için meydanları doldurdular, darbeye geçit vermediler. Bu direniş esnasında can veren müslümanlara “demokrasi şehidi” demek önce İslam’a sonra onun müntesiplerine en büyük hakaret, iftira ve aşağılamadır. Yalnızca Allah için Allah yolunda can veren şehiddir. Şehidliğin kısımları bu ifadenin içinde yer alır. Demokrasi gibi İslam’ı reddeden İslam düşmanı bir sistem nasıl olurda İslam’ın şehidlik kavramını sahiplenebilir? Bu asla kabul edilemez.
Türkiye yüzünü hep batıya döndü, o batı ki İslamı yok etmek, müslümanların kökünü kazımak için yıllarca savaş verdi şimdi ise o savaşın en şiddetlisini Şam topraklarında ve gizli eller ve maşaları ile Türkiye’de veriyor.
ABD ve Batılı devletler hiçbir zaman bize dost olmadılar bundan sonra da olmayacaklar. Hep “Yurtta sulh cihanda sulh” safsatası ile avutulduk, kandırıldık, sindirildik. Batılı devletler sulhu kendi aralarında isterken İslam coğrafyasını kan gölüne çevirdiler.
Bizi yöneten benliğinden uzaklaşmış batı uşakları ise bunu bir türlü kabullenmeyip aksine işte İncirlik eliyle olduğu gibi  onların katliamlarına destek oldular, yardım ve yataklık yaptılar. Canı yanmış bir masum yavrunun bir damla gözyaşı bile helaklarına sebeptir.
Bütün bu yaşananlar esnasında müslümanların  gözbebekleri, başlarının tacı kıymetli şeyhlerimizden, alimlerimizden, ilim erbabından(Allah hepsinden razı olsun) Türkiye’de yaşanan süreç ve müslümanların tavrına yönelik yol gösteren, destek verici seyre ışık tutan açıklamalar geldi. Hepsi birbirinden değerli ve önemli tesbitlerdi.
Şam Cihadının adeta çimentosu ve kalbi Şeyh Abdullah Muhaysini(Allah onu korusun) türk halkının yanında olduklarını ve onlar için dua ettiklerini açıkladı.
Şeyh Ebu Katade el-Filistini darbe gecesinin ardından attığı twitte Türk halkının darbeye karşı duruşunu şu tarihi olayla örneklendirerek değerlendiriyordu:
“Sahabenin Habeşistana hicret ettiği zamanlarda Necaşiye karşı bir inkılap girişimi meydana gelmiş ve muhacirler bu duruma üzülmüştü. Sonra Allah Necaşiye hasımlarına karşı galibiyet nasip etti ve muhacirler sevindi. Her bir salih kimse mücrimlerin rezil oluşuna sevinmiştir.”
İşte Şeyh Katade’nin belirttiği gibi Türkiye’de başgösteren darbe girişiminin  başarısız olmasına müslümanlar sevindiler.
Yine Şeyh Ebu Katade darbeye dair yayınladığı bir diğer mesajında müslümanların darbeye karşı duruşunu şu sözleri ile tasdik ederek değerlendiriyor ve önemli bir ayrıntıya dikkat çekiyordu.
Şeyh Ebu Katâde (hafizahullah): “Maksadımız tağutların zulmünden korunmak olduğu zaman Tayyipçilere kaçarız.
Ama maksadımız dinimizi hâkim kılmak olduğunda ise bizi ancak cihad ve fedakârlık ehli temsil eder." diyordu.
Allame şeyh Süleyman Ulvan’ın (Allah onu esaretten kurtarsın, korusun) kendisini methettiği hikmetli şeyh Ürdün’lü düşünür ilim adamı Dr. İyad Kuneybi Türkiye’de yaşanan sürece dair attığı ve Şeyh Ebu Muhammed el-Makdisi’nin de rt yaparak onay verdiği twitinde durumu şöyle analiz ediyordu:
"Müslüman, İslama düşmanlık eden bir düzene karşı İslamla olan muamelesinde laikliğe yakın olan bir düzenin galip gelmesinden ötürü sevinebilir. Çünkü bunda Müslümanlar üzerindeki baskıyı hafifletmek vardır.
Lakin bu savaştan sanki İslam savaşıymış gibi, ‘bir tarafın diğer bir tarafa galip gelmesi İslamın galip gelmesidir! diye bahsetmemiz bir gaflet, vehim ve uluslararası düzenin yolları içerisinde (şeran) girilemeyen İslami mücadelenin suretini kötü/alçak hale getirmektir.”
Diyerek darbeye karşı duruşun bir İslam savaşı olmadığını belirtiyor ve meseleye tıpkı Şeyh Ebu Katade gibi bakarak açıklık getiriyordu.
Allame Şeyh Ömer el-Haddûşî ise şöyle bir mesajla TC deki durumu ve halkın darbeye direnişini değerlendiriyordu:
“Tarih tekerrür ediyor: Sahabe Kureyş kâfirlerinin zulmünden kaçmak için Habeşistana hicret ettiği zaman Allahın kaderi Necaşiye karşı günümüz tabiriyle- bir darbe girişimi meydana gelmişti.
Bunun üzerine sahabe Ona dua ile destek verdi ve Allah Ona yardım etti, sonra da Müslüman oldu. Biz de cumhurbaşkanı Erdoğandan Allaha bir vefa ve şükür olarak laikliği değil İslamiyeti ilan etmesini umuyoruz.”
Şeyh’in mesajı çok önemli. Erdoğan o gece öldürülseydi demokrasi dini üzerine ölmeyecek miydi?
Peki ne kazanacaktı, İslam üzere ölmeyenlerin kazanacaklarını. İşte Allah ona böyle bir fırsat verdi. Neyi bekliyor? Ama o hala demokrasi vurgusu yapmaya devam ediyor. Adeta Allah ona bütün fırsatları vererek Ahirette lehine delil olabilecek hiç bir sebep bırakmıyor. O bütün fırsatları, elinin tersi ile itiyor. Kendisini Allah katında mazur gösterecek hiç bir sebebi kalmıyor.
Bu aşamada Şeyh Makdisi’nin konuya dair açıklaması can alıcı sorusu geliyor:
Şeyh Ebu Muhammed el-Makdisi şöyle diyordu:
“Menhecsizlikler: İnkılap girişimi(darbeyi kastediyor) başarısız oldu çünkü Türkiye  ordusu ve istihbaratının geneli ve Türk halkı Erdoğanla birlikte O halde laik Erdoğan hükümetini şeriatı hakim kılmaktan geri durmasında ne ile mazur görüyorsunuz?!
(Şeriatla hükmetmesine engel ne?!)”
Erdoğan mazur görülemez. Tek dostunun halkı olduğunu artık anlaması gerekir. Yine Şeyh Makdisi Türk halkının şeriatle yönetilmeyi hakeden bir halk olduğunu bir başka mesajında dile getiriyordu.
Dr.Kuneybi uluslararası düzenle karşı karşıya gelmenin hezimete götüreceğini onlarla birlikte yaşamanın belki tek çıkış yolu olduğu görüşünün yanlışlığını ise şu sözleri ile dile getiriyor:
“Bizim ’hezimet’in (yenilginin) tarifini bir daha yapmaya ihtiyacımız var. Uhdud müminleri Allah yolunda yakıldılar. Ama Allah onların akibeti hakkında şöyle demiştir: ’İşte bu büyük zaferdir.’ ”
Tarihçi Doktor Hâni es-Sibâî geçtiğimiz aylarda kaleme aldığı bir yazısını tekrar gündeme getirerek soruyor:
“Türkiye darbe girişiminin başarısızlığından sonra Erdoğana suikast düzenlerler mi? Erdoğanın akibeti (eski Pakistan Cumhurbaşkanı) Ziyaulhak gibi olur mu?”
Evet herşey olabilir. Türkiye geri dönülemez bir yola girmiştir. Yol haritası Allah(azze ve celle)’nin seçtiği yol olarak belirlenmeli, Rasul(aleyhisselam)’ın ve raşid halifelerini izzetli yolu izlenmelidir.
Erdoğan artık dostunu düşmanını iyi tanımalı Hakka dönmelidir. Yol Hakkın yolu ise bu yolda yenilgi asla yoktur. İki iyilikten birisi vardır ya zafer ya şehadet. Keşke dememek için sıvanmalı kollar. Mursi tecrübesi ve benzerlerinden ders alınmalıdır. Demokrasi saadet değil ancak hüsranı getirir ve hep öyle de oldu.Tarihte hiçbir devlet zulümle, Haktan yüz çevirmekle abad olmadı bundan sonra da olmayacak.
Davamızın sonu Alemlerin tek hakimi Allah (azze ve celle)’ye hamd etmektir.
Hatice Hayat CEMRE @hayatcemresiyle
0 notes
eniyiduasitesi · 7 years
Text
Nerede Allah'tan yana olanlar ve Allah tanımayanlara karşı dik duranlar?
Nerede Allah’tan yana olanlar ve Allah tanımayanlara karşı dik duranlar?
Sosyal Doku Vakfı & Derneği -Web sitelerimiz:
l http://www.sosyaldoku.com/ l http://www.sosyaldoku.tv l http://www.fetvameclisi.com l http://www.ailehayati.com l http://www.gencdoku.com l http://www.nureddinyildiz.kim l http://www.tahlilyayinlari.com – Video kanallarımız: ll http://www.youtube.com/sosyaldokudernegi ll http://www.youtube.com/nurettinyildiz ll http://www.vimeo.com/sosyaldokuvideo ll
View On WordPress
0 notes