Tumgik
#sümer kahramanı
onderkaracay · 1 year
Text
Tumblr media
🗣️ Kuklalar Kim? Kuklacı Kim?
Kuklalar iplerinin oynatıldığı kadar hareket edebilirler.
Kukla yaratanlar ve kukla oynatanlar farkını anlatacağım.
Bizden ve çok tanıdık bir konu hiç yabancı değiliz.
Yeni kukla çeşitleri çıktı, haberi olmayanlar, anlamayanlar olabilir.
Çünkü itina ile renk vermeden çalışıyorlar.
Sık sık milli irade panayırı düzenler, hak, hukuk, adalet, demokrasi ve sizin işinize yarayacak kendi işlerine asla gelmeyen slogan ve vaadler ile işi götürürler.
Bol bol sorumluluk gerektirmeyen SÖZ verirler.
Hukukun adaleti genelin yararına hesaplaşarak sağlamak olduğunu gizlerler.
Çünkü onların hukukunun ayrıcalıklı olanların hukuku olduğunu mağdur edilenler asla anlayamazlar.
Gelelim yeni kukla çeşitlerine;
✓ Rol çalan kukla,
✓ Rol kaptıran kukla,
✓ Ödül kukla,
✓ Kulağına fısıldanan neyse onu oynayan kukla,
✓ Stepne olarak kullanılan kukla,
✓ Naz yapan kukla...
Say say bitmiyor.
Şimdilik bu kadarını gördük, bakalım bu potansiyel ileride ne tür kuklalar daha üretecek.
Birde kukla destekçileri var.Dün başka bir medyada başka bir kukla umut diye alkış tutuyorlardı, bugün başka bir kuklayı başka bir meydanda yine umut diye alkışa boğuyorlar.
Sömürge edilmiş toplumlarda bu manzara hiç değişmez.
Adına da demokrasi tecelli etti diyorlar.
Kendini muhtaç bırakacak, bir yerlere müşteri yaparak soyduracak kuklaları çok seviyor bunlar.
Adeta kukla yaratıcısı gibiler!
Aynı zamanda kukla boğucu bunlar, birini öldürüp birini onun yerine yaratıyorlar.
Boğulacak olanın kendileri olacağını idrak edemeyecek kadar idrak kanalları televizyon kanalları ve yazılı medya ile tıkanmış kitleler bunlar.
Bir kukladan kurtulamadan diğerini hazır ediyorlar, kukla sıkıntısı çekilmesin biri arıza çıkartır ise yedeği olsun diye çok sıkı çalışıyorlar.
Stepne kukla çok neticede!
Kukla olmak için takla atanlar sıraya girmişler, partiler halinde kullanılma sıralarını bekliyorlar!
Kukla tedarik zinciri çok başarılı çalışıyor.
Ülkeye demokrasi, huzur, hak, hukuk, adalet, para, yatırım başka türlü nasıl gelir?
Kuklası bol bir toplumun haliyle kuklacısı da güçlü oluyor.
Temiz para yatırıyor daha fazlasını almak için.
Haliyle hiçbir kuklacının sırtı yere gelmiyor.
Bir asır önce kuklacıların kuklaları ile birlikte sırtını yere getiren kahramana bugün düşmanlık yapılıyor.
Kuklalar genelin yararına hesaplaşma yerine helalleşmeye yatkın eğitilir, pazarlık günü ne yapmaları gerektiğini bilmeleri için.
Çünkü bir önceki kullanılan kuklanın yaptıklarını da toplumdan gizlemek gibi ayrı bir görevleri daha var.
Kendilerinden sonrasını da düşünürler!
Al gülüm, ver gülüm kuklaları bunlar.
Gül'ün ömrü az olur yalnız yeni gül yetiştirme konusunda çok ileri düzeyde tecrübeli bunlar.
Uzak erimli uşak yetiştiren kukla okulları bile var.
Bulur, eğitir zamanı gelince medya sunumu ile kahraman yapar ve hadi koçum göreyim seni diye sahaya sürülür kuklalar.
Onlarda ceketi çıkartır, kolları sıvar, göreve koyulurlar.Daha ne istiyorsunuz?
Sizin için kendini parçalayan biri var, ne duruyorsunuz kenetlenin etrafında.
Biz bugüne kadar böyle bir kahramanı nasıl bulup çıkartamadık içimizden diye ah vah ederek kenetlenir o kuklayı başlarına bela ederler.
Kukla yaratan kendileri olduğu halde yine de yaratana kuklacı memnuniyeti duasını eksik etmezler.
Kendilerini kuklasız bırakmıyor diye yaratan başımızdan sizi eksik etmesin diye duayı eksik etmezler.
Her kukla aynı zamanda yaratanın yeryüzünde ki gölgesi değil mi?
Toplumlar işte böyle hastalıklı yapılardır, toplumlar toplum mühendisliği ile hasta edilir.
Bu bir sağaltım değil, hasar tespit raporu öncesi durum görüntüsüdür.
Herkes sözle resim çekemez. Çekmek istemez. Gerisini düşünen ve sorgulayan insanlar tahmin edebilir.
Bunun sesi uzun yıllar sonra çıkacak eğer ömrümüz yeter ise onu da yazarız.
Son sözü bir gerçeklik tesbiti ile bitirelim.
Kukla yapanlar ile kukla oynatanlar aynı kişiler de olsa farklı kişilerde olsa bu durum kukla için değişmez sonuçta oynatılan hep odur.
Sümer atasözü der ki,
✓ Kasapların tartışmasında koyunların taraf tutması koyunların kaderini değiştirmez.
Bir köyde sürünün çobanı değişecekse koyunlar değil köylüler karar vermelidir.
Yoksa kukla oynatanın üstesinden gelemeyeceği sayıda kukla üretilir ki, o zaman başka oynatıcılar gelir ve kendi senaryolarını sergiler.
Kukla tiyatrosu seyredenler bilir. Kuklaları oynatanı kimse göremez.
Günümüzde kukla tiyatrosu siyasette oynanıyor.
Kuklalara bel bağlayan bir toplum o kuklaları oynatanları fark edebilir mi?
Kuklalar, kendilerine inananlara faydalı bir iş yapma sözü verebilir mi?
Kuklaların kendilerine ait bir iradeleri olmadığını bilmeyen bir toplum onları oynatan kuklacıları nereden bilsin?
Bilinci din eğitimi ile dondurulmuş bir toplum değişebilir mi?
Kuklanın kimin adına kukla olduğunu bilmeyen bir topluma peşinden gittiği ve kendini temsil yetkisi verdiği iradenin bir kuklacı tarafından aleyhine kullanıldığı nasıl anlatılabilir ki?
Her oy pusulası kuklacıları değil, kuklalara kananı vurur.
Kısaca;
Holding demokrasilerinde her oy sahibini vurur.
Umarım kuklacının kim olduğunu anlatabildim.
Kuklaların kim olduğunu koşulsuz verdiğiniz destek dolayısıyla biliyorsunuz zaten.
] Önder KARAÇAY [
12 notes · View notes
yusufserkan · 4 years
Text
TBMM'yi kurdu.
Sadece 16 gün sonra…
Asar-ı Atika Müdürlüğü kurulması talimatı verdi.
Daha “vatan” diyebileceğimiz bir toprağımızın kalıp kalmayacağı bile belli değilken, kültür varlıkları müdürlüğü tarafından envanter çalışmasına başlanmasını, ören yerlerinin tespit edilmesini istedi.
Memleketi “kültür” üzerine inşa etmek istiyordu.
Kültür yoksa, kültür kökleştirilmezse, içselleşmezse, savaşı kazansak bile ayakta kalabilmenin mümkün olmadığını düşünüyordu.
“Kan deryası” olarak nitelendirdiği Sakarya Savaşı olanca şiddetiyle devam ederken, işgal kuvvetleri Ankara'nın burnunun dibine kadar yaklaşmışken, top sesleri şehirden duyulurken, Meclis'in Kayseri'ye taşınma ihtimali varken, akıbetimiz belirsizken…
“Eti müzesi” kurulması için talimat verdi!
Kurtuluş Savaşı kazanıldı.
Cumhuriyet ilan edildi.
“Eti müzesi” olarak ortaya koyduğu fikir, Anadolu Medeniyetleri Müzesi olarak
hayata geçirildi.
Topkapı Sarayı'nı müze yaptı.
Efes antik kentini müze yaptı.
Bergama antik kentini müze yaptı.
1921-1936 yılları arasında…
Ankara arkeoloji müzesinin,
Ankara etnografya müzesinin,
Konya Mevlana müzesinin,
İzmir, Diyarbakır, Antalya, Sivas, Adana, Edirne, Kayseri, Tokat, Kütahya, Samsun, Van, Alanya, İznik, Silifke, Manisa, Amasya, Bursa, Afyon, Denizli, Isparta, Niğde, Kırşehir, Sinop
ve Çanakkale müzelerinin açılmasını sağladı.
15 yılda 30 müze açtırdı.
Hitit ve Asianik Araştırmalar Derneği tarafından Fransa'da yayınlanan Hitit dergisinin sponsoruydu.
Fransız tarih ve arkeoloji profesörleri tarafından yayına hazırlanan derginin künyesinde “Gazi Mustafa Kemal'in himayesinde yayınlanmaktadır” ibaresi yeralıyordu.
Arkeolojik kazıları başlattı.
Alacahöyük…
Mustafa Kemal'in talimatıyla “ilk milli arkeolojik kazı” oldu.
Defalarca uğradı, kazı alanını gezdi, buluntuları inceledi.
Ankara'nın simgesi olan güneş kursu 1935 yılında bulundu.
Duyar duymaz derhal Alacahöyük'e geldi, heyecanı ve mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
1924'te sırf bu iş için İzmir'e gitti, Efes antik kenti'ni gezdi.
Bergama antik kenti'ni gezdi.
Vahdettin'le Almanya seyahatinde, Türkiye'den götürülen Zeus Sunağı'nı incelemişti, o gün neler hissettiğini, üzüntüsünü Bergama'da anlattı.
(1917 yılında Vahdettin henüz veliahtken Almanya'ya gitmişti, heyetinde Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal de vardı.
10 gün Berlin'de kaldılar.
Şehri dolaşırlarken Kaiser Friedrich Müzesi'ne de uğradılar.
Pergamon Müzesi'nin inşaatı henüz bitmemişti, Zeus Sunağı bugün Bode Müzesi olarak tanınan Kaiser Friedrich Müzesi'nde sergileniyordu. Tam olarak sığmadığı için bir bölümü yerleştirilmişti, bütünüyle sergilemek için Pergamon Müzesi'ni yapıyorlardı.
35 metre genişliğinde, 33 metre derinliğinde, 15 metre yüksekliğindeki devasa mermer sunak, arkeolojik sömürgeciliğin farkında bile olmayan Abdülhamid'in verdiği özel izinle kaçırılmıştı.
Bergama Akropolü'nden adeta çiçek gibi koparılmış, parça parça sandıklara yüklenmiş, yüzlerce mandanın çektiği kağnı filosuyla Dikili'ye taşınmış, savaş gemisiyle Almanya'ya götürülmüştü.
Abdülhamid'in hatasını, kardeşi Vahdettin çaresizlikle seyrediyordu…
Mustafa Kemal o günü hep sızıyla hatırlayacaktı, “büyüleyici ama kahrediciydi” diyordu.)
Antalya'ya her gidişinde Aspendos'u gezdi.
Hasankeyf'in yüzey araştırması 1932 yılında Mustafa Kemal'in talimatıyla başlatıldı.
1933'te ilk kazması vurulan Truva kazılarını, elde edilen bulguların korunmasını, bizzat
takip ediyordu.
9 Eylül 1922'de işgalciler denize dökülürken, İzmir cayır cayır yanarken, Sardes antik kentine ait buluntular çalınmıştı.
Çünkü…
Manisa Salihli'deki Sardes antik kenti Osmanlı döneminde Amerikalılar tarafından kazılıyordu. Buluntular İzmir'e taşınmış, bugünkü İzmir Atatürk Lisesi'nin depolarına yerleştirilmişti.
İzmir cayır cayır yanarken Amerikan konsolosluğu fırsat bu fırsat diye düşünmüş, Sardes buluntularını 56 sandığa yerleştirerek, New York'a göndermişti; Metropolitan Müzesi'ne teslim edilmişti.
Kelimenin tam manasıyla yangından mal kaçırılmıştı!
Mustafa Kemal bunu asla unutmadı.
Cumhuriyet ilan edilir edilmez son derece sert bir dille diplomasi başlattı.
53 sandık dolusu eserimizi 1924 yılında geri aldı.
Üç sandık hakkında “biz de bulamıyoruz, kayıp” filan demişlerdi ama, hiç olmazsa gerisi kurtulmuştu.
1933 yılında Üniversite Yasası hazırlanıyordu.
Taslakta yeralmıyordu, bizzat yazdırdı, “arkeoloji entitüsü”nü monte ettirdi.
Dikkatle okumanızı rica ediyorum…
“Tabiatın esrar dolu sinesine hergün daha çok girmekte olan insan zekası, realiteye kavuşmak için, insanlık tarihini aydınlatacak ilimler bulmuştur. Arkeoloji işte o ilimlerin başında gelir. Tarih, bu ilimlerin bulduğu belgelere dayandıkça temelli olur. Bizim topraklarımızdaki tarih belgelerimizin her bir parçası, bizim kültürümüzün aynasıdır” diyordu.
“Ne Mutlu Türküm Diyene” kavramının, kökeni buydu… Irk, din, dil, hatta zaman farkı gözetmeden, bu topraklarda varolan, bizden'di.
Nazi zulmünden kaçan Alman biliminsanlarına kucak açarak, “çiviyazıları bilimi”nin Türkiye'de öğrenilmesini sağladı.
Yüzyıllardır el sürülmeden duran Sümer tabletlerinin bilim dünyasına sunulmasını sağladı.
Üniversitede Sümeroloji bölümü açılmasını sağladı.
Sümeroloji adını Mustafa Kemal koydu.
Türkiye'nin ilk güzel sanatlar müzesini 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı'nın Veliaht Dairesi'nde kurdurdu, bizzat açtı.
Osman Hamdi bey, Şeker Ahmet paşa, Hüseyin Avni Lifij, İbrahim Çallı, Nazmi Ziya, Hikmet Onat, Ayvazovski, Pierre Bonnard ve Maurice Utrillo'nun eserleri sergileniyordu.
“Bir millet ki resim yapmaz, heykel yapmaz, itiraf etmeli ki, o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur” diyordu.
Sanatçıları onore etmekle yetinmiyor, maddi açıdan desteklenmesi için tüm devlet kurumlarının bütçe ayırmasını istiyordu.
1935… Osman Hamdi bey'in öğrencisi, Fikret Mualla'nın hocası olan Şevket Dağ sergi açmıştı.
Son gün Mustafa Kemal geldi.
Hangilerinin satıldığını sordu.
Maalesef tabloların hiçbirine alıcı çıkmamıştı.
“Serginizi görmeye milli eğitim bakanı, milli savunma bakanı, başbakan gelmedi mi?” diye sordu.
Hepsi gelmişti.
Genel sekreteri Hasan Rıza'ya döndü.
“Bu kadar bakan içinde bir gören olmamış demek ki… Biz bu şaheserleri Çankaya'ya götürelim de daha yakından seyredelim” dedi.
Kendi parasıyla satın aldı.
Hat, tezhip, minyatür, ebru gibi geleneksel sanatlarımızın yaşlanan ustalarıyla birlikte yokolmasını önlemek istiyordu.
Bu amaçla, kız enstitülerinde, erkek sanat okullarında ders olarak okutulmasını sağladı, geçmişten geleceğe aktarılmasını sağladı.
Başkent'te inşa edilen yeni kamu binalarında, mutlaka çini, vitray, taş süsleme sanatlarından örnekler kullanılmasını istiyordu.
Afet İnan'ın aktardığına göre, Kızkulesi'ne Fatih Sultan Mehmet'in heykelini yaptırmayı tasarlıyordu. Kızkulesi'nin yanından ne zaman geçse, orada böyle bir abide görmek istediğini söylüyordu.
Mimar Sinan hayranıydı.
Türk Tarih Kurumu'na talimat verdi.
Bilimsel araştırma yapılmasını, Mimar Sinan'ın vücut ve yüz hatlarına en uygun heykelinin ortaya çıkarılmasını istedi.
Süleymaniye külliyesindeki mezarı açıldı.
Kafatasından ve kemiklerinden ölçüm yapıldı, boyu tespit edildi.
Kayseri'de dünyaya geldiği Ağırnas köyüne gidildi. O yörede doğup büyüyen yurttaşların karakteristik fotoğrafları çekildi.
Mimar Sinan'a dair nesilden nesile aktarılan menkıbeler toplandı.
Bu araştırmalar çerçevesinde, Sinan'ın yüzünü sembolize eden bir madalyon hazırlandı, Mustafa Kemal'e sunuldu, onay alındı.
Bugün Türkiye'nin dört bir yanında bulunan Mimar Sinan heykellerinin tamamı, işte o madalyondan türetildi.
Mimar Sinan'ın yanısıra Kanuni Sultan Süleyman'ın Barbaros Hayrettin'in ve İbni Sina'nın heykellerinin yapılmasını istemişti.
Beşiktaş'taki Barbaros Anıtı mesela, 1944'te İsmet İnönü tarafından açıldı. O anıtın yapımına Mustafa Kemal'in sağlığında başlanmıştı.
1924…
Topkapı Sarayı'nı geziyordu.
Hırka-i Saadet Dairesi'nde kutsal emanetler bölümüne geldi.
Sancak-ı Şerif'i görmek istedi.
Sandığından çıkarıp, masaya serdiler.
Herkes büyülenmiş gibi bakarken, Mustafa Kemal sert bir ifadeyle, “Sancak-ı Şerif bu değil, aslı nerede, aslını getirin” dedi.
Topkapı'ya adeta bomba düşmüş gibi oldu.
Panik yaşandı, kısa süre sonra vaziyet anlaşıldı.
Siyah renkli orijinal Sancak-ı Şerif çürümüş parçalanmıştı, onun yerine yeşil renkli Sancak-ı Şerif dikmişlerdi!
Lime lime olmuş orijinal sancak, sandığın dibinde torbadaydı.
Mustafa Kemal'i özellikle “tarih” konusunda kandırabilmek mümkün değildi; kulaktan dolma değil, daima somut bilgi sahibiydi.
1931… Türkiye'nin “milli” adını taşıyan ilk kütüphanesi için, İzmir Milli Kütüphanesi için arsa tahsis ettirdi.
Bina yapılması için bütçe tahsis ettirdi.
İnşaat halindeyken iki defa bizzat denetledi.
29 Ekim 1933'te Cumhuriyet'in onuncu yıldönümünde açılmasını sağladı.
1934… Türkiye'ye ziyarete gelen İran Şahı'nı İzmir'e götürdü, İzmir Milli Kütüphanesi'ni gezdirdi.
Dünya tarihinde misafir devlet başkanını kütüphaneye gezmeye götüren ilk ve tek devlet başkanıydı
Ankara'nın ilk orkestrasını kurdu.
1923…
Zeki Üngör, Makam-ı Hilafet Filarmoni Müzikası'nda başkemancıydı.
Henüz hilafet kaldırılmamıştı.
Mustafa Kemal mektup yazdı, Ankara'ya çağırdı.
“Artık beraber çalışacağız” dedi.
Zeki Üngör liste yaptı; piyanist Sadir, viyolonist Halim ve Nedim, flütist Kadri'yi Ankara'ya getirdi. Başkent'in ilk orkestrası Çankaya Köşkü'nde Mustafa Kemal'e konser verdi.
Bu tadımlıktı…
Bilahare, 85 kişilik orkestra kuruldu.
Osmanlı Bankası'nın tren istasyonundaki ambarına yerleştiler.
Halka açık senfoni konserlerine bu ambarda hazırlandılar.
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın nüvesini oluşturdular.
Şahane dans ederdi.
1935…
Sovyetlerin en ünlü opera ve bale sanatçıları, efsane besteci Dmitri Şostakoviç liderliğinde Türkiye'ye geldi.
Beş hafta kaldılar, İstanbul, Ankara ve İzmir'de 23 konser verdiler.
Mustafa Kemal tarafından bu turneye öylesine önem veriliyordu ki, Sovyet sanatçılara bakanlarımızın makam otomobilleri tahsis edilmişti.
Lev Oborin, Nikita Magarof, David Oistrakh, Lev Steinberg, Valeriya Barsova, Maria Maksakova, Aleksandr Pirogov, Ivan Zhadan, Penteleimon Nortsov, Natalia Dudinskaya, Asaf Messerer
Turnenin sonunda konuk sanatçılar onuruna Ankara'da balo tertiplendi.
Mustafa Kemal, Bolşoy'un sopranosu Maria Maksakova'yı dansa kaldırdı, vals yaptı.
Saat 22'de başlayan balo, sabah 7'ye kadar sürdü!
Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda buluşmuştu: “Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor.”
Tiyatronun hamisiydi.
Gölge oyunu ve kukla tiyatrosunun yaşatılması için çaba harcıyordu.
Gölge oyunu ve kukla için “Türk'ün canlı sineması” diyordu.
Sinema perdesine bakıyor…
Küresel propaganda gücünü görüyordu.
Henüz 1920'de şunları söylemişti:
“Sinema öyle bir keşiftir ki, gün gelecek, dünya medeniyetinin veçhesini, barutun, elektriğin, kıtaların keşfinden daha çok değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak uçlarında oturan insanların birbirlerini tanımalarını, sevmelerini temin edecektir. Sinema, insanların arasındaki görüş ve görünüş farklarını silecektir. Sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz.”
Sinemayı Harf Devrimi'nin yaygınlaşması için kullandı.
Sessiz filmlerdeki alt yazılar İngilizce veya Arapça'ydı.
MetroGoldwyn, Paramount, Kemal Film, Majik Film, Opera Film, İris film gibi sinema tüccarlarıyla temas kuruldu, maliyeti Milli Eğitim Bakanlığı tarafından karşılandı, alt yazılar Türk alfabesine çevrildi.
1923…
İzmir İkiçeşmelik'te Ankara Sineması vardı.
Türkiye'nin ilk sinemacısı Cemil Filmer işletiyordu.
Mustafa Kemal, eşi Latife'yle birlikte geldi, locaya oturdular.
Salona baktı, hınca hınç doluydu, herkes erkekti.
“Cemil neden hiç kadın yok?” diye sordu.
Elbette biliyordu aslında…
“Paşam kadınlara yalnız salı günleri sinema gösteriyoruz” cevabını duyar duymaz, yaverine döndü, “salonun yarısını boşaltın, bizi karşılamak için dışarda biriken kadınları davet edin” dedi.
Kadınlar alkışlayarak ve ağlayarak salonu doldurdu.
Koridorlar bile tıklım tıklım kadın oldu.
Hep birlikte “Şarlo İdama Mahkum” filmini seyrettiler.
Milattı…
Kadın-erkek birarada, tarihimizde ilk kez işte böyle film izledi.
1930…
Ayasofya bugün anlattıkları gibi aslında cami olarak kullanılmıyordu.
Harabeyi andırıyordu, perişan durumdaydı.
Avlusu kahvehane olarak işletiliyordu.
Restore ettirdi.
1934'te müze yaptı.
(“Din, Allah ile kul arasındaki bağdır, softa sınıfının din simsarlığına asla müsaade edilmemelidir, dinden maddi menfaat temin edenler tiksinti verici kimselerdir” diyordu.)
Memleketi “kültür” üzerine inşa etmek istiyordu.
Kültür yoksa, kültür kökleştirilmezse, içselleşmezse, savaşı kazansak bile ayakta kalabilmenin mümkün olmadığını düşünüyordu.
E bakıyoruz bugün…
Temelleri kültür üzerine oturtulan pırıl pırıl Türkiye Cumhuriyeti'ni, yetiştikleri merdivenaltı tarikat eğitimiyle, ruhunda ot bitmeyen bedevi çölüne çevirmeye çalışanları ibretle seyrediyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk'ün ne kadar vizyoner, ne kadar haklı olduğunu bir kez daha görüyoruz.
1 note · View note
seldagoktas · 7 years
Text
Tarihimize ışık tutmuş, gençlerimize örnek, borçlu olduğumuz kadınlar… HALİDE EDİB ADIVAR Halide Edib, tarihimizin Halide Onbaşı’sı. 1884 Beşiktaş, İstanbul’da doğmuş. Babası, II. Abdülhamit devri Padişah Hazinesi Katibi, Yanya ve Bursa Reji Müdürlüğü görevlerinde bulunan Mehmet Edib Bey, annesi Fatma Berifem Hanım. Eğitimide evde özel dersler alarak başlamış. 7 yaşında yaşını büyüterek girdiği Üsküdar Amerikan Kız Kolejinden bir arkadaşının ihbarı üzerine uzaklaştırılmış ve derslerine evde devam etmiş. Jacob Abbott’un “Ana” adlı eserinin çevirisi ile basılan kitabı II. Abdülhamit tarafından Şefkat Nişanı ile ödüllendirilmiş. Kolejin yüksek sınıfına geri dönerek İngilizce ve Fransızca öğrenmeye başlayan Halide Edib, Üsküdar Amerikan Kız Kolejinden lisans derecesi alan ilk müslüman kadın olarak bir ilke imza atmış. Okuldan mezun olduğu yıl okuldaki Matematik Öğretmeni Salih Zeki Bey ile evlenmiş. Shakespeare’in ünlü Hamlet’inin çevirisini yapmış. 1903’de ilk oğlu Ayetullah, 16 ay sonra da 2.oğlu Hasan Hikmetullah Togo dünyaya gelmiş. 1908’de gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmaya başlamış. İlk yazısı Tevfik Fikret’in çıkardığı Tanin’de yayımlanmış. Yazılarında Halide Salih ismini kullanmış. Kısa bir süre Mısır’da sonrasında İngiltere’de yaşamış ve ünlü kadın hakları savunucuları ile tanışmış. 1909 da İstanbul’a dönerek edebi yazılarına da başlamış bu arada öğretmenlik ve Vakıf okullarında müfettişlik görevlerinde bulunmuş. Eşinin 2.bir kadınla evlenmek istemesi üzerine eşinden 1910 yılında boşanmış. 1911 de İngiltere’ye gidip bir süre daha orada yaşamış. 1916’da Cemal Paşa’nın davetiyle okul açmak üzere Lübnan ve Suriye’ye gitmiş. 2 kız okulu ve 1 yetimhane açmışlar. Orada bulunduğu sırada babasına verdiği vekaletle Bursa’da, aile doktorları Adnan Adıvar ile nikahları kıyılmış. Halide Edib, 1919’da İstanbul’da halkı ülkenin işgaline karşı harekete geçirmek, manevi destek sağlamak için yaptığı konuşmalarla halkın gönlüne taht kurmuş usta bir hatiptir. Kurtuluş Savaşında cephede Mustafa Kemal’in yanında görev yapmış bir sivil olmasına rağmen rütbe alarak savaş kahramanı olarak kabul görmüştür. Savaş yıllarında Anadolu Ajansının kurulmasında rol alarak gazetecilik yapmıştır. II. Meşrutiyet ilanı ile yazarlığa başlayan Halide Edib; yazdığı 21 roman, 4 hikaye kitabı, 2 tiyatro eseri ve çeşitli incelemeleriyle Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemleri Türk edebiyatının en çok eser veren yazarlarındandır. Sinekli Bakkal adlı romanı, en bilinen eseridir. Eserlerinde kadının eğitilmesine ve toplum içindeki konumuna özellikle yer vermiş, yazıları ile kadın hakları savunuculuğu yapmıştır. Birçok kitabı sinemaya ve televizyon dizilerine aktarılmıştır. 1926 yılı sonrası yurtdışında yaşadığı 14 yılda verdiği konferanslar ve İngilizce olarak kaleme aldığı eserler sayesinde zamanının dış ülkelerde en çok tanınan Türk yazarı olmuştur. İstanbul Üniversitesinde edebiyat profesörü olan Halide Edib, İngiliz Filoloji Kürsü Başkanlığı yapmış bir akademisyendir aynı zamanda; TBMM’de milletvekilliği yapmış bir siyasetçidir. Eşi Adnan Adıvar I. TBMM hükümetinde Sağlık Bakanlığı yapmıştır.
AFET İNAN 1908 Selanik doğumlu. 1925 yılında Bursa Kız Öğretmen Okulu’nu bitiren Afet İnan, İzmir’de öğretmenlerin verdiği bir çay etkinliğinde Mustafa Kemal ile tanışmış ve onun desteği ile önce dil eğitimi daha sonra ise üniversite ve doktora çalışması için Lozan’a gitmiştir. Yabancı ders kitaplarında gördüğü Türk milletine ilişkin doğru olmayan bilgiler onu Türk uygarlığı konusunda çalışmaya yönlendirmiştir. Yurtiçinde ve yurtdışında Türk tarihine dair yanlışları düzeltmek, eksiklikleri gidermek ve sahip olunan değerleri ortaya çıkarmak için Mustafa Kemal Atatürk ile görüş alışverişinde bulunarak çok sayıda çalışma yapmış, Cenevre’de verdiği konferansla Piri Reis’in dünyaya tanıtılması konusunda önemli bir adım atmıştır. Atatürk’ün özellikle tarih ve dil çalışmalarında yanında bulunmuş ve Türk Tarih Kurumunun oluşturulmasında kurucu üye olarak etkin görev almış, bu kurumun çalışmalarının vazgeçilmez bir ismi olarak Türk milletinin dünyadaki yeri konusundaki algıyı bilimsel verilerle değiştirme hedefini sürekli olarak muhafaza etmiştir. Cumhuriyetin ilk tarih profesörlerinden olan Afet İnan, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde ilk Türk Devrim Tarihi Kürsüsünü kurmuş. Türk medeniyeti ve devrim tarihine ait 50 kadar kitap ile çok sayıda makale yazmış. Türk Tarih Tezini ortaya koyan tarihçilerdendir. Yazdığı eserlerle sadece Türk tarihine ve uygarlığına katkıda bulunmamış aynı zamanda Cumhuriyet’in kültür alanına ilişkin adımlarının, bu konuda çalışma yapan kişilerin ve bu çalışmaların başında bulunan Mustafa Kemal’in de daha iyi kavranmasına yardımcı olmuştur. Kadınların siyasi haklarının verilmesi konusunda başlamış olan çalışmaların hızlandırılmasını sağlamış olan Afet İnan, bu mücadelesi ve başarısı nedeniyle Cumhuriyet kadınları için ayrı bir öneme sahiptir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Atatürk’ten Mektuplar, Atatürk ve Kadın Haklarının Kazanılması, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, İzmir İktisat Kongresi ve Mustafa Kemal’in kendisine dikte ettirdiği Medeni Bilgiler kitabı başta olmak üzere Türkçe ve yabancı dillerde çok sayıda eser vermiştir. Afet İnan eserrleri ve notları Atatürk ve dönemin düşünce hayatı konusunda çok önemli temel başvuru kaynaklarındandır.
SABİHA GÖKÇEN Sabiha Gökçen  dünyanın ilk kadın savaş pilotu, 8 bin saat uçan gurur kadınımız. Dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak tarihe geçen Sabiha Gökçen, aynı zamanda Atatürk’ün manevi kızlarından. Bursa ziyareti sırasında Atatürk tarafından 12 yaşında evlat edinildi, Üsküdar Kız Lisesini bitirdi. Sonrasında Türk Hava Kurumu Havacılık Okuluna girdi. Yüksek planörcülük kurslarına katılmak için Sovyetler Birliği’ne bağlı Kırım’a giden Gökçen, geri dönüşte Eskişehir Hava Okulu’na girdi. 1934’teki Soyadı Kanunu’yla birlikte Atatürk tarafından kendisine ‘Gökçen’ soyadı verildi. Av ve bombardıman uçakları alanında uzmanlaştı. 32 muharebe uçuşuyla birlikte toplam 8 bin saat civarında uçuş gerçekleştiren Gökçen, Cumhuriyetin en tartışmalı askeri operasyonları arasında gösterilen ‘Dersim Harekatına  katıldı. 1938’de yaptığı Balkan turuyla adını Avrupa’ya duyurmaya başladı. Gökçen, 1940 yılında Üsteğmen Kemal Esiner ile evlendi ve eşine kendi soyadını verdi. Son uçuşunu, tam 83 yaşında 1996 yılında gerçekleştirdi. Sabiha Gökçen, Fransız pilot Daniel Acton ile birlikte Falcon 2000 uçağı kullandı.
MİHRİ MÜŞFİK HANIM 1886’da İstanbul’da, Kadıköy Bahariye’de Dr. Rasimpaşa Konağında dünyaya geldi. Babası, Askeri Tıbbiye Nazırı, Tıbbiye Reisi olarak tanınan Dr. Çerkez Ahmet Rasim Paşa, Annesi Fatma Neședil Hanım. Avrupai bir eğitim almış. Edebiyat, musiki ve resim ile ilgilenmiş. Resme olan ilgisi ağır basmış. Yaptığı bir resmi Sultan II. Abdülhamit’e takdim edince saray ressamı Zonaro’nın öğrencisi olmuş; Zonaro’nun Beşiktaş’taki atölyesinde resim dersleri almış. Böylece Türkiye’de çağdaş resim çalışmalarını başlatan ilk kadın ressam ünvanı ile taçlanmış. 17 yaşında Roma’ya sonrasında Paris’e gitmiş. Portre ve gravür ağırlıklı resimler çalışmış. Kiracısı olduğu evin odasını kiraya vererek geçimine destek olmuş. Kiracısı olan Bursalı Selami Paşa’nın Sorbonne’da Siyasi Bilimler öğrenimi gören oğlu Müşfik Selami Bey ile evlenmiş. Evliliği ile “Müşfik” ismini almış. Portre çizimleri ile oldukça tanınmış.   Mustafa Kemal Atatürk ve Papa XV. Benedict portrelerini yaptığı önemli kişilerdir. Kız öğrencilerin eğitim aldığı Güzel Sanatlar Akademisi İnas Sanayi Nefise Mektebi’nin ilk kadın yöneticisi olarak pek çok kadın ressamın yetişmesine emeği geçmiş. Mihri Müşfik Hanım aynı zamanda kendini örnek alan Ressam Hale Asaf’ın teyzesidir.
MUALLA EYÜBOĞLU 1919 Sivas Aziziye doğumlu. Trabzonlu Eyüboğlu ailesinin tek kızları olarak dünyaya gelmiş; Babası Mülkiye mezunu Mutasarrıf Rahmi Bey Selahaddin Eyyubi’nin soyundan gelmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük destekçilerinden biridir. Annesi ise Lütfiye Hanım’dır. Ressam Bedri Rahmi ve şair Sabahattin Eyüboğlu’nun kızkardeşleridir. Sanatla harmanlanan bir aileye sahip. Mualla Eyüboğlu Türkiye’nin ilk kadın mimarlarındandır. Güzel Sanatlar Akademisini bitirdikten sonra, Büyük abisi ve İsmail Hakkı Tonguç ile birlikte ‘Köy Enstitüleri’  eğitim seferberliğine katılmıştır.  Kesinlikle bir Anadolu aşığıdır. Gidilecek yere tren yoksa katır vardır mutlaka. Yün şalvarı ve postallarıyla yirmiden fazla Köy Enstitüsünün kuruluşunda özveri ve gururla çalışmıştır. Zehirli sıtmaya yakalanınca babasının baskısıyla İstanbul’a dönünce akademide asistanlığa başlar. Sonrasında  hafriyat mimarı olarak Efes ve Yazılıkaya kazılarına katılır. Çabaları sonucu Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Raportörlüğüne getirilir: “Mardin’den Edirne’ye kadar bütün eski eserler kontrolü altındadır. Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi, Süleymaniye Külliyesi, Emirgan Yalısı, Rumeli Hisarı ve Topkapı Sarayı Harem Dairesi restore işlemlerinde bizzat çalışır. Galata, Doğan Apartmanında  canlı müze gibi bir dairede yaşamış.  Köy Enstitülerinin yıldönümlerini kutlamış gerçek bir değer o.
MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ 1914 Bursa doğumlu. Ailesi köken olarak Kırımlı göçmenlerden olup babası Kırım’dan Amasya, Merzifon’a, annesi ise Kırım’dan Bursa’ya göçmüştür. Ailesi İzmir’de yaşamaktayken, 15 Mayıs 1919 tarihinde meydana gelen İzmir’in işgali ardından daha güvenli bir yer olan Çorum’a yerleşmişler. İlkokula Çorum’da başlamış. Ailece Bursa’ya taşınmalarının ardından. Bursa’da özel Fransızca ve keman dersleri almış. 1926’da sınavla Bursa Kız Öğretmen Okuluna girmiş. Mezun olduktan sonra babasının da öğretmenlik yapmakta olduğu Eskişehir’e tayin olmuş. Eskişehir’de 4.5 yıl öğretmenlik yapmış. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Hititoloji bölümünde eğitimine devam etmiş. Nazi Almanyası’ndan Türkiye’ye iltica etmiş olan ve Ankara Üniversitesi’nde dersler veren Prof. Dr. Hans Gustav Guterbock’dan Hitit Dili ve Kültürü derslerini, Prof. Dr. Benno Landsberger’den Sümer ve Akad Dilleri ve Mezopotamya Kültürü derslerini almış. İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi Çiviyazılı Belgeler Arşivine uzman olarak atanmış. Kemal Çığ ile evlenmiş. Müzede 31 yıl boyunca meslektaşı Hatice Kızılyay ve Dr. F. R. Kraus ile birlikte müzenin deposunda bulunan Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazılmış on binlerce tableti temizleyip, sınıflandırıp numaralandırmış, 74.000 tabletten oluşan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturmuş, 3.000 tabletin kopyasını yapıp katalog halinde yayımlamış. Münih’te Oryantalistler Kongresi’ne katılmış. Heidelberg Üniversitesinde 6 aylık bir çalışma yapmış. 1965’de Roma’da sergilenen Hitit sergisini bu şehirden alarak Londra’ya götürmüş. Emekliliğinde Philadelphia’daki Asuroloji kongresine katılmış. Prof. Kramer’in History Begins at Sumer adlı kitabını Türkçeye çevirmiş ve kitap “Tarih Sümerle Başlar” adıyla Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanmış. Kitabın çok ilgi görmesi üzerine 1993’te çocuklara yönelik Zaman Tüneliyle Sümerlere Yolculuk da dahil Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtan 13 kitap yazmış. Vatandaşlık Tepkilerim isimli kitabı, Galatasaray Rotary Kulübü tarafından İngilizceye çevrilerek Avrupa ve Amerika’daki üniversite kütüphanelerine dağıtılmıştır. Gerçek bir ilim insanı ve Cumhuriyet kadını olan Muazzez İlmiye Çığ gençler için örnek bir rol model. “Muazzam Muazzez” adlı kitabının tüm telif geliri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine bağışlandı.
TÜRKAN SAYLAN 1935 İstanbul doğumlu, Cumhuriyet dönemi ilk müteahhitlerinden Fasih Galip Bey ile İsviçreli Lili Mina Raiman (Leyla) çiftinin beş çocuğunun en büyüğü olarak dünyaya gelmiş. Eğitimine Kandilli İlkokulu ile başlamış. Kandilli Kız Lisesinden sonra İstanbul Tıp Fakültesinden mezun olduktan Uzmanlığını Deri ve Zührevi Hastalıklar bölümünden almış. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalında Başasistanlık yapmış. İngiliz Kültür Heyetinin bursuyla İngiltere’de uzmanlık eğitim almış.Fransa’da ve İngiltere’de kısa süreli çalışmalar yapmış, 1972’de doçent, 1977’de profesör olmuş. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığını başarıyla yürütmüş. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğünü yürütmüş. “İÜ Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezinin kuruluşunda görev almış ve Kadın Sağlığı derslerinin koordinatörlüğünü yapmış. Dermatoloji Kliniği öğretim üyesi olarak 2002’de emekli olana dek çalışmış. 1976 yılında lepra yani cüzzam çalışmalarına başlamış, Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfını kurmuş. 1986’da kendisine Hindistan’da “Uluslararası Gandhi Ödülü” verilmiş. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık Örgütü’nün lepra konusunda danışmanlığını yapmıştır. Uluslararası Lepra Birliği’nin (ILU) kurucu üyesi ve başkan yardımcısıdır. Avrupa Dermato Veneroloji Akademisinin ve Uluslararası Lepra Derneği üyesidir. Dermatopatoloji Laboratuvarının, Behçet Hastalığı ve Cinsel İlişkiyle Bulaşan Hastalıklar Polikliniklerinin kurulmasında yer almış. 21 yıl gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesi Başhekimliğini yapmış. 1989 yılında, “Atatürk ilke ve devrimlerini korumak, geliştirmek, çağdaş eğitim yoluyla çağdaş insan ve çağdaş topluma ulaşmak” amacı ile yola çıkan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) kurucularındandır. 2005 yılı tarihi ile toplam 440 yayını bulunmaktadır. 50’si yabancı dergilerde yayınlanmış tıbbi çalışmaları, 204’ü tıbbi, sosyal ve siyasal içerikli gazete makaleleri, 186’sı ise Türkçe tıbbi dergilerde ve kongre kitaplarında yayınlanmış araştırma, derleme ve olgu bildirimleridir. 5 kitabı yayınlanmıştır. 1957’de evlendi ve 2 oğlu oldu. Biri grafiker diğeri doktor iki oğlundan iki torun sahibi oldu. Türkan Saylan son gününe kadar, ÇYDD’nin Genel Başkanlığını, TÜRKÇAĞ ve KANKEV Vakfı Başkanlığı ile Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı Başkanlığını sürdürmekteydi.
YILDIZ KENTER Ayşe Yıldız Kenter, 1928 İstanbul doğumlu, Annesi İngiliz Olga Cynthia ve babası Türk diplomatı Ahmet Naci Kenter’dir. Ankara Devlet Konservatuarı Yüksek Bölümünü sınıf atlayarak bitirmiş. 11 yıl Ankara Devlet Tiyatrosunda çalışmış. Rockefeller bursu ile, American Theatre Wing, Neighbourhood Play House ve Actor’s Studio’da oyunculuk ve oyunculuk öğretiminde yeni teknikler üzerine çalışmalar yapararak Ankara Devlet Konservatuvarına hoca olarak atanmış. Devlet Tiyatrosundan ayrılarak Muhsin Ertuğrul ile 1 yıl çalışmış. Kardeşi Müşfik Kenter ve eşi Şükran Güngör ile birlikte Kent Oyuncuları Topluluğunu kurmuşlar. Amerika ve İngiltere’de “Değişen Eğitim Metotları” ve “Oyunculuk Metotları” üzerine çalışmalar yapmış. Rusya, Amerika, İngiltere, Almanya, Hollanda, Danimarka, Kanada, Yugoslavya ve Kıbrıs’ta İngilizce ve Türkçe oyunlar sergilemiş. 100’ün üstünde oyun oynayıp 100’e yakın oyun sergiledi. Shakespeare, Çehov, Brecht, Inoesco, Pinter, Albee, Tennessee Williams, Alan Ayckbourn, Arthur Miller, Brian Freil, Neil Simon, Athol Fugard, Sergey Kokovkin gibi yazarların yanı sıra Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Güner Sümer, Adalet Ağaoğlu, Zeki Özturanlı, Güngör Dilmen, Muzaffer İzgü gibi pek çok Türk yazarının oyunlarını da sahneye koyarak oynadı. 1962’de tiyatro hizmetleri için “Yılın Kadını” seçildi. 3 kez Altın Portakal aldı. Roma’daki İtalyan Kültür Birliğince “Adalaide Ristori” ödülüne layık görüldü. Profesör Yıldız Kenter, 37 yıldır sahne hocalığı yapmaktadır. Korsika – Bastia Film Festivalinde “Hanım” filmindeki rolüyle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı. Tiyatro sanatına hizmetleri için Uluslararası Lions Kulübünce “The Melvin Jones” ile ödüllendirildi. 2 kez Ulvi Uraz En İyi Kadın Oyuncu 3 kez Avni Dilligil ödülüne layık görüldü. “Konken Partisi” oyunundaki Fonsla rolü ile “Olağanüstü Yorum” ödülünü aldı. Finlandiya Dünya Kadın Kuruluşu tarafından yüzyılın en başarılı 100 kadınından biri olarak onurlandırıldı. Kültür Bakanlığınca, tiyatro sanatına katkıları “Onur” ödülüne layık görüldü. Profesör Kenter tiyatro sanatına katkılarından dolayı “Mevlana Kardeşlik ve Barış Ödülü” aldı. Uluslararası İstanbul Festivali tarafından ömür boyu Tiyatro Sanatına katkısından dolayı verilen onur ödülünü Dame Diana Rigg elinden aldı.
FOTOĞRAFLAR – PHOTOS
TARİHİMİZİN KADINLARI Tarihimize ışık tutmuş, gençlerimize örnek, borçlu olduğumuz kadınlar...
0 notes
Photo
Tumblr media
40 Sayısının Gizemi
Hemen hemen bütün kültürler sayılarla ilgilenmiş, hatta sayıların yaşamdaki rollerini biraz da abartmışlardır. Filozoflar da her şeyi sayı ile açıklamaya çalışmışlar, sayıların gizli, ahlaki ve sembolik güçleri olduğunu, alemin bile belirli sayısal ilişkilere göre yaratıldığını ileri sürmüşlerdir.
‘1’ sayısı tekliği ve yaratanı simgelediği için bütün inanç sistemlerinde kutsaldır. Günümüzde pek bilinmese de tarih boyunca çeşitli toplumlarda '3’ mükemmelliğin, '5’ yaşam ve sevginin, '72’ bolluğun sembolü olmuşlardır.
'7’ sayıların en kutsalıdır. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile Güneş ve Ay'ın toplam sayısının yedi oluşu, Tevrat'ta Tanrının evreni altı günde yaratıp yedinci gün de dinlendiğinin belirtilmesi '7’ sayısına gizemli ve uğurlu bir sayı olarak bakılmasına sebep olmuştur. Göklerin yedi kat oluşuna olan inanış, müzikteki ana nota ve ana renklerin, haftanın günlerinin yedi tane oluşu, Roma'nın, İstanbul'un yedi tepe üzerinde kurulmuş olmaları, bu sayının gizemini iyice arttırmıştır.
'12’ sayısının gizemi gökyüzündeki on iki yıldız grubundan (burcundan) geliyor ama bu sayının asıl özelliği 2, 3, 4, ve 6 ile bölünebilmesi ve eski çağlarda en çok kullanılan sayı birimi olmasıdır. '12’ sayısı bugün bile düzine adıyla sayı birimi olarak kullanılırken katları 24, 60 ve 360 da zaman ve açı birimleri olarak kullanılıyorlar.
'40’ sayısı ise daha ziyade İslam toplumunun günlük yaşamında en çok kullanılan sayıdır. İçinde kırk sayısı geçen isim ve deyimlerin bazıları şunlardır: Kırkpınar, kırk haramiler, kırk-ikindi yağmurları, kırk dereden su getirmek, kırk bir kere maşallah, kırk ev kedisi, kırk para, kırk yılın başı, kırk yılda bir, kırk yıllık dost. kırk katır mı-kırk satır mı, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırının olması… Kırk sayısının özel ve uğurlu bir sayı olduğuna, bazı tabiat varlıklarını temsil ettiğine çok eski çağlardan beri inanılır. Dinde, matematikte, astronomide, astrolojide, edebiyat ve tasavvufta ayrı ayrı anlamlan vardır.
Kırk sayısı eski Mısırlılarda gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir. Tevrat'ta da insanın yaş dönemlerini belirtir. Muhtemelen 'kırkından sonra azmak’ veya 'kırkından sonra saz çalmak’ deyimleri de buradan kaynaklanır.
Eski doğu ülkelerinde, Hindistan'da ve Türklerde büyük önem taşıyan kırk sayısı sonradan İslam inançları içersine girdi. Kırk sayısı Kuran'da ve onun hükümlerine dayanan hadislerde de geçer. Bunların biri de insanın 40 yaşında olgunlaşması ile ilgilidir. Hz. Muhammed'e 40 yaşında peygamberlik verilmesi, İslam dininin doğuşu sırasında ona ilk bağlananların kırk kişi olması, kadınlarda hamileliğin 40 hafta sürmesi de bu sayının kutsallığına olan inancı geliştirdi. İnsanın malının kırkta birini zekat olarak vermesi de bununla ilgilidir.
Ayrıca, insanlar tarafından Nuh tufanının 40 gün süren yağmurlardan sonra oluştuğuna, Tanrının Hz. Adem'in çamurunu 40 gün yoğurduğuna, dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi'nin kıyametten önce 40 yaşında ortaya çıkacağına ve kırk yıl yeryüzünde kalacağına inanılır.
Doğum yapmış kadınların çocukları ve ölüler için doğumdan ve ölümden sonra, 40 gün geçmesi daha sonra şerbet ve lokma dağıtılması ile 'kırkı çıkmak’ deyiminin kullanılması da 40 sayısının özelliğine olan inançla ilgilidir.
Sevgili okurlar 40 sayısı özellikle Yahudilikte ve İslamiyette çok önemli bir sayı. 40 sayısının gizemi bir yana tarihte çeşitli olayların anlatılmasında kullanılmış bir sayıdır. Kırk sayısı Kuranda da yer almakta ve bu yönüyle İslamiyette önemli bir sayı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle burclar.net olarak 40 sayısının sırrını sizlere sunmak istiyoruz. İşte 40 gün 40 gecenin kırk sayısının anlamı: Mezopotamyada 40 sayısı 40 sayısı, sayılar arasında en büyüleyici sayı olarak karşımıza çıkmaktadır. Babil Tanrısı Ea ve Sümer Tanrısı Enki’nin sayısı olarak kabul edilmekteydi. Eski Babil’de gözlemlendiği gibi Ülker’in (Süreyya burcu) 40 gün boyunca gözden kaybolmasıyla ilişkiliydi. Bu aynı zamanda yağmurlu mevsimlerin süresidir ki bilindiği gibi Nuh Tufanı’na neden olan yağmurlar da 40 gün sürmüştü. Ülker sürgününden döndüğünde Babilliler Yeni Yıl Şenliği yaparlardı. Bugün bile bu kurala göre 40 günlük tahmini yapılır. Bu inanca göre: Eğer belli bir gün yağmur yağıyorsa, ondan sonraki 40 gün de yağmurlu olacak demektir. Yahudilikte 40 sayısı Yahudi geleneğinde 40 sayısı büyük önem arz etmektedir. Eski Ahit Tufan’ın 40 gün ve 40 gece sürdüğüne İsrailoğullarının çölde 40 yıl dolaştığına Musa’nın ve Elyasa’nın inzivaları 40 gün sürdüğüne işaret etmektedir. 40 sayısı, başlangıçtan beri kaderle ilgili bir sayı olmuştur. Eski Ahit, insan hayatının ideal uzunluğunun 3×40 (120) yıl olduğunu ileri sürer ve İsrailoğulları krallarının çoğunun, Hz. Süleyman ve Hz. Davud da dahil 40 yıl hükümdarlık yaptığı söylenir. Mısır’dan çıkış ile mabet yapımı inşası arasında her biri 40’ar yıllık tan 12 kuşak geçtiği söylenir.(480 yıl) İslami gelenekte olduğu gibi Yahudi geleneğinde de 40 gün arınma dönemine işaret eder. Doğumdan sonra kadınlar 40 gün yataktan çıkmazlar. İslam ve Hristiyan geleneğinde olduğu gibi Yahudi geleneğinde de bu sayı yas vaktiyle ya da sabırla beklemeyle bağlantılıdır. Örneğin tasavvufi gelenekler Tanrı’nın Âdem’in çamurunu 40 günde yoğurduğunu ileri sürerler. Dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi’nin 40 yıl yeryüzünde kalacağı, yeniden dirilişte göklerin 40 gün dumanla kaplanacağı ve ayrıca dirilişin 40 yıl süreceği düşünülür. İslamiyette 40 sayısı İslami gelenekte 40 sayısı önemli bir rakam olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de kırk sayısı dört yerde geçmektedir. Hz. Musa’nın Sina Dağı’nda kırk gün tutulduğu, yoldan çıkmış bir kavme mukaddes yerlere girmelerinin kırk yıl haram kılındığı,  Hz. Musa’ya Sina dağında verilen kırk günlük süreye değinilir ve kişinin kırk yaşına geldiğinde olgunlaşacağından bahsedilir. Yahudi – Hristiyan geleneğinde olduğu gibi bu sayı yas vaktiyle ya da sabırla beklemeyle bağlantılıdır. İslam geleneğinde, Tanrı’nın Âdem’in çamurunu 40 gün yoğurduğu, dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi’nin 40 yıl yeryüzünde kalacağı, yeniden dirilişte göklerin 40 gün boyunca dumanla kaplanacağı ve ayrıca dirilişin 40 yıl süreceği ne inanılır. İslam mistisizmine göre; Hz. Muhammed’in isminin (Arap harfleriyle yazılışında) başında ve ortasında bulunan ‘Mim’ harfininin sayısal değeri 40’dır. İslam mistisizminde yine sufinin 40 günlük inzivaya katlanması şarttır. Bektaşilik’te 40’lar vardır. Bunların kim oldukları adlarıyla kesin olarak söylenemez ya da pek bilinmez. Ancak varlıklarına ve kutsallıklarına inanılır. Kutlu kişiler arasındaki bu dereceli kümelerden halkın geleneğinde en çok anılan Kırklar’dır. Herkese nasip olmayan, bir mutluluğa erişen kimi insanların ölmediğine, Kırklar’a karıştığına inanılır. Birçok sözlü anlatımlara göre ünlü hikaye kahramanı Köroğlu ölmemiş, Kırklara karışmıştır. 40 sayısı ayrıca kırklama; lohusanın kırkı; kırk gün beklemeyi gerektiren, hastalıkların bulaşmamasını sağlayan korunma tedbirler (karantina), vb. hallerde de önem taşır. Halk hekimliğinde ot, baharat gibi kırk çeşit nesneden yapılan ilaçlar; kimi törenlerde kırk çeşit yiyeceğin bulunması şartı; debdebeli düğünlerin, şenliklerin anlatılmasında (özellikle masallarda) kullanılan “kırk gün, kırk gece” değimi de bu sayının önemini belirten örneklerdendir. Halk arasında çeşitli amaçlarla ziyaret edilen türbe, ziyaret gibi kutsal sayılan yerlerin etrafında tutulan dileğin gerçekleşmesi için kırk defa dönme ya da bir şeyin kırk defa söylendiğinde gerçekleşeceğine dair inanışlar vardır. Yağmurun yağması ve fazla yağan yağmurun kesilmesi için yapılan ritüellerde kırk sayısı kullanılmaktadır. Kuru bir dereden kırk adet taş toplanır, toplanan taşlar okunarak torbaya konur. Bu torba dere veya çayda suya atılırsa yağmur yağar. Yağmur çok yağarsa, çakıl taşı torbasının sudan çıkarılması ile yağmur kesilir. Başka bir törende uzunca bir iplik alınır, her defasında bir kelin adı söylenerek bir düğüm atılır. Düğümler atılırken dua okunur. Kırk kelin adı sayıldıktan yani kırk düğüm atıldıktan sonra iplik saklanmak üzere sandığa konursa yağmur kesilir.(
0 notes
sizekitap · 8 years
Text
Kayıp Gergedanlar
Kayıp Gergedanlar Cem Kalender Alakarga
İlk kitabı Klan’la Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Ödülü’nü alan Cem Kalender’den yeni bir roman… Kalender bu kez Maraş Katliamı’na odaklanan bir romanla çıkıyor okurlarının karşısına.
Kayıp Gergedanlar’ın ana kahramanı Suna Hanım’ın bütün ailesi Maraş’ta öldürülmüştür. Eşi Sümer Bey veterinerdir. Dört çocukları vardır: Arbor, Nubes, Nature ve Terra… Aile, bir Anadolu kasabasına, Sümer Bey’in yeni atanması nedeniyle taşınmıştır. Sümer Bey, bakımlarıyla görevlendirildiği gergedanları aramaya başlar. Ancak, gergedanların yaşadığı söylenen Binyayla’da gergedanlardan başka her şeyi bulacaktır; birbiri ardına kaybolan çobanlar, birbirinden tuhaf çoban çocukları, doğum yapan, ancak bebeğin her bir uzvunu ayrı ayrı doğuran kadınlar…
Suna Hanım, belediye başkanının kendilerine tahsis ettiği yeni evin bahçesini yüksek bir duvarla çevirttikten sonra bahçeye bir de kuyu açtırır. Çocuklarını dışarıdaki yaşamdan bütünüyle uzak tutan, onları kendi tuhaf hayat görüşüyle eğiten Suna Hanım, bu kuyuyu açtırmakla hem kendine bir mezar, hem de çocuklarına yeni bir rahim inşa ettirmiştir.
Okuru daha ilk sayfalarıyla içine çeken, Kafkaesk atmosferi, dehşet verici katliam sahneleri ve derin psikolojik tahlilleriyle Kayıp Gergedanlar, bu yılın en çok konuşulacak romanları arasına girmeye aday. (Tanıtım Bülteninden)
Sayfa Sayısı: 283
Baskı Yılı: 2013
Dili: Türkçe Yayınevi: Alakarga
ISBN: 9786055182243
Teşekkürler!
0.bookmarked-avatar imgmargin: 3px;
Bookmarked By
devamı burada => https://goo.gl/SJ6VU1
0 notes