istanbulsaray-blog
istanbulsaray-blog
İstanbul Saraylari
27 posts
Hükümdarların hanları...
Don't wanna be here? Send us removal request.
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Cennetler, Süt Gölü ve Cehennem Tasviri
Cennetler
Altaylı’larla Yakutlar’a göre Cennetler Göklerin üçüncü katındadır. Temiz eğlenceler, zevk ve safa nâmına ne varsa hepsi ‘oradadır. Günahsız, bahtiyar İnsanlar orada rahatlık içindedir. Melekler, periler ise Cennetleri süsleyen zarif varlıklardır.
Budist Uygur’lara göre (Tuşita) adındaki Cennetlerde, dünyada ömrünü feragatla geçirmiş insanlar yer alacaktır. Bununla beraber cennetler Türkleri cehennemler kadar meşgul etmemiştir. Cehennemlerdeki çeşitli azaplar üzerindeki daha çok durmuşlardır.
Süt Gölü
Bu göle (Ak göl) de derler. İnanlara ilk ruh ve ilk hayat da (Süt gölü) nden alınan damla ile verilir.
Yakut’ların Tanrıçalarından (Ayzıt) bir çocuk doğacağı zaman tarla, çiçek ve yemiş perilerini alarak lohusanın yanına gider. (Süt gölü) nden aldığı bir damla sütü çocuğun ağzına damlatır. Bu damla çocuğa verilen ruh olur .Altaylı’larda bu görevi büyük tanrı Ülgen’in yakınlarından olan (Yayık) yapar. (Yayık) da çocuk doğacağı zaman Ülgen’in emriyle bu göle gider, bir damla alır. O da (Ayzıt) gibi çocuğun ağzına damlatır. Yine Altaylilara göre; günahı olan bir kimse, cehennemde yanarak azap gördükten, cezasmı tamamladıktan sonra (Yayuci) tarafından alınır, üçüncü kat göğe götürülür. Dünyadaki güzel göller, fâni insanlara nasıl zevk ve eğlence yerleri oluyorsa, cezasını tamamlayan suçlu, bundan sonra akrabaları ile birlikte (Süt gölü) nde altın sandallarla gezerler, bu gölün kenarındaki sedef kumsallarda oynar ve eğlenirler.
Bazı hayvanlar da dünya üzerine (Süt gülü) nden gelmiştir:Altaylı’lara göre (Pura) adı verilen üç boynuzlu keçiler de (Süt gölü) nden çıkar. Bir inanışa göre de bu (Süt gölü) Kaf dağının altındadır:
Hızır, ölüme çare ararken, yolu buraya düştü. Bu dağdaki (Süt gölü) nde havada uçmak için kanatlı, suda yüzmek için kürekli atların bulunduğunu gördü. Uçan atlardan tutmak istedi, ama tutamadı. O zaman bu göle şarap döktü, içen atlar sarhoş oldu. Hızır bunlardan bir çiftini tuttu. Uçmasınlar diye kanatlarını kırdı. Bunları çiftleştirdi ve cins atlar bunlardan türedi.
Bir Cehennem Tasviri
O sert ve somurtkan yüzlü şeytanlar, (Rakşas)lar cehennemlikleri kaynar kazanlar içine atarlar, orada bütün vücutlarındaki et ve kemikler tereyağı gibi erir… Sonra yine vücuda gelirdi.  Cehennem (Ege)leri ateşle kızıllaşmış demirleri yerlerde baş aşağı yatırırlar. Dış yüzlerinden alevlenmiş kaim tulumlar etrafında tokmaklayıp onların içine batırırlar. Bütün vücutları yanıp mavi, kırmızı, beyaz yalınlar, kanallar gibi sançılıp akarlar.
Binlerce yıl burada acı azaplar çektikleri halde sıcaktan canları üzülmez. Buradan çıktıklarında ustura, kasap bıçağı, daha başka kesme âletleri üzerine döşenmiş yerlere yatırırlar. Buradan çıktıklarında kızartılmış demirli yerde yatırırlar. Ateşli büyük körükler, birçok korlu yığınları İçlerinden her hangileri oradan çıktıkça Küllü ırmağa düşerler. Irmağın dibinde on altışar parmak uzunluğunda demirli şişeler, dikenliler döşenmiş gibidirler. Rüzgâr çıktığı’ zaman, o küllü ırmağın suyu burgaç olup, büyük büyük çevrintiler çevirir.
Oraya düşmüş olan cehennemlik zavallılar çevrinti ile aşağı gidip, o şişler üzerine düşerler. Bütün vücutlarını bir yandan bir yana delip çıkarlar. Bu ırmağın iki kıyısında ot, çimen bitmiş gibi keskin usturalar bitip durur. Her hangi suçlu cehennemlikler dışarı çıkmak için davranıp ırmağın kıyısına tırmandıkları zaman, bütün vücutları dilim dilim olup biçilir.
O ırmak kıyısında bir ege yüksekliğinde bir demirli ağaç vardır. On altı parmak uzunluğunda demirli dikenler de vardır. Bir düzeye pek çok alevler parlamış gibi yalınlarıp durur. Cehennem Ege’leri kızartılmış demirli kamçılar vurup, o ağacın üzerine çıkmalarını emrederler. O cehennem Ege’lerinden korkup zorla oraya çıkarlar. Bütün vücutları kamışlı Viçin gibi hemen yanar. Ne zaman her hangi biri aşağıya… inecek olsa, demirli ve zehirli şişler ile vücutlarına vururlar.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yada Taşıyla İlgili Bir Rivayet
Ebülberekât Nişaburi ve nasır Tûs�� ve hâkim Tifaşî ve Mansurî ve sair itimat olunur âlimlerin o taşın acip hikâyelerini ve garip rivayetlerini nakledip kendileri itimat ettikleri birçok kimselerden işittiklerinden doğruluğuna inanmışlardır.
O taşa Türkler Yeda taşı demişlerdir. Müteaddit sıfatlan ve garip hassaları görülmüş bir taştır. Bazısı toprak renginde beyaz ve ağır olup, derununda kırmızı nokta bulunur ve bazı lekesiz beyaz ve kimi koyu kırmızı (pıhtılaşmış kan rengi) ve kimisi de muhtelif renklerde olurmuş. Ebülberekat: (Ben hazine-i sultan zamanında mezkûr vasıflarla mevsuf birçok nevilerini gördüm), demiştir. Madeninde dahi ihtilâf ölüp bazı büyükler ol taşı madenîdir. Hata ve Tamğaç vilâyetlerinde olur derler. Anda dahi ihtilâf olup, kimi hanazir (yani domuz) cinsinden bir hayvandan bazısının karnında bulunur demiş.
Amma ekseriyet Çin iklimlerinde ve İranın doğu taraflarında bir cins yabanî ördek olur. Kanatları kızıl, cüssesi büyüktür. Ana Fars dilinde Sührap derler ki Anğıt dediğimiz kuşun ismidir. Bu kuş bahar günlerinde suları sığ olan göllerde yuva yapar. Yaz günlerinde o mahallin suları çekilmekle bu kuşun yuvasını iki Zira kazıp ol taşı bulurlar.
Ne kadar toplarlarsa hükümdarları hazinesine teslim ederlermiş. O kuş Mısır diyarında da olup Semmur derler. Tüyü ile gemilere ziynet yaparlar. Amma o taşın ahvalini bilmezlermiş. Cumhur-u Türkân müttefiklerdir ki, her nerede bu yağmur taşı kullanılırsa kar ve yağmur, her ne isterlerse o yerde ve o yere yakın olan yerlerde mutlaka eserleri zuhur edip istedikleri kar ve yağmur yağar.
Cumhur-u Türkandan bir cemaat o taşın hassalarma vakıf olmakla o mertebe maharetleri vardır ki isterlerse yazın güneş Eset burcunda iken yağmur ve kar yağmak, çok şiddetli yel esmek gibi acaip eserleri o taşların amali ile zuhura getirirler.
Bir derecede ki kasabalar ve köylerden birinin bir taraf kar ve yağmur yağdırır, diğer tarafında güneş meydanda ve havada lâtif olur. Bazıları yağmur için başka kar ve dolu havanın değişmesi ve rüzgâr ve toz için başka başka taşlar vardır demişlerdir.
Ama rivayet edenlerin çoğuna göre bu bir nevidir ki Seng-i yeda ve seng-i yat derler. Ancak o garip eserlerin zuhuru bu sanata vakıf olanların çoğalmasiyle olur.  Yani bir yerde onlardan bir kaç şahıs toplanırsa biri kar, biri yağmur, biri dolu yağmasına gayret edip kudret sahibi olan Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden her birinin Say-u gayretine göre de tesirlerini halk eder.  Amma biri bulunursa kar ve yağmur ve sair garip eserlerden hangisini diliyorsa ancak onu yapar demişler. Bazı ülema o acaip eserler bazı âzâirri ve efsun vasıtasiyle ki onları Türklerden bir taife bilirler.
Onlara Yat Hizbi denir ve taşların  azimeti okunmadan bir tesiri olmaz, derler. Bir cemaat dahi mezkûr taşın tesiri Türkistan diyarma mahsustur. Diğer vilâyetlerde tesiri görülmez. Amma muhakkak ki Tüsi-î onları yalanlayarak “Bu Hassalı taş ele geçse hangi vilâyette olursa olsun kar ve yağmurdan istenen ne ise o yağar. Ancak yağdırmasını bilir bir şahsa muhtaçtır.” demiştir. Lâkin usul ve erkânını beyan etmemiştir. Bazılarının mücerret bir kabın içine kar veya su ile o taşlardan birini koyarlar ve yüksek bir yere bırakırlar. Ne niyet ve istek edilir ise o meydana gelir. Efsuna ve azaime muhtaç bir taş değildir, Deyu rivayet ettikleri mukaddeme, doludan korunmak için naklolunan  Büzürk Mirk bahsindeki hikâyeye uygundur.
Tifaşî merhum rivayeti üzerine dahi o taşların, kullanılmasını bilen şahıslara muhtaç olduğu sabittir. Zira o âlim hakim naklettiği şeyleri itimat ettiği insanlardan daima sahih olduğunu tevsik ile rivayet eder. Önce geçmiş sultanların meşhurlarından Sultan Mehmet Han-ı Harezmî ordugâhında bir Pir-i Türki o taşı ne keyfiyet ile kullandığını ve acayip olan eserlerinin ne suretle meydana çıktığını Fitnat sahibi Tifa-şi’ye şöyle anlatmıştır: O namlı hükümdar yaz günlerinde sayısız askerle sefere çıkmıştır. Bir sahrada kervanın hararetin şiddetinden ve tozun çokluğundan zengin, fakir, piyade ve süvari ne kadar insan varsa hepsi ıstırap çekmişti.
O Sultan-ı zişan yağmur taşını muhafaza eden adamına ferman eyledi ki, bu ihtiyar usul ve erkânına riayetle o taşı kullansın Allah’ın emriyle yağmur yağarak havaya itidal gelsin. Taşın muhafızı hükümdarının fermanı üzerine o Pir-i Türkî’yi davet etti.
Benim dahi onlarla ülfetim olduğundan ben de beraber bulunup yaptığını seyrettim. O şahıs bir çadır içinde başını açtı. Bir tasa su koyup önüne koydu. Üç tane uzun kamış aldı. Birini o taşın sağ, diğerini sol tarafına yere dikti ve üçüncüsünü taşın üzerine o iki kamışın başlarına bağladı. Sonra yağmur taşı renginde canlı bir yılanı kuyruğundan o taşın üzerine geçirilen kamışa baş aşağı bağlayıp astı.
Öyle ki yılanın başından tas içindeki suya iki endaze yüksekliği vardı. Ondan sonra taşın muhafızından iki parça taşı alıp o tasın içine bıraktı. Bâdehû çıkarıp o taşları yavaş yavaş birbirine sürttü ve her birini bir tarafa attı. Sonra gene alıp suya attı ve çıkarıp sürttü. Tekrar suya bıraktı. Bunu yedi defa tekrarladıktan sonra o tastan bir miktar su alıp etrafa serpti. Bu esnada ihtiyarın başı açık ve saçı dağınık ve hey’eti gazapnak’idi. mırıldanarak bir şeyler söyler ve başını semaya kaldırır, güya yağmur isterdi. İki saat kadar bu veçhile hareket ettikten sonra birden etrafta bulutlar gözüktü ve bol bir yağmur başladı, hava serinledi, insan ve hayvan rahat etti. Bunu rivayet eyleyen demiştir ki ben şanı Celil olan rabbülalemin’in hikmetine akıl ermez. ahkâmını ve yarattıklarına tevdi’ ettiği garip esrarını temaşa için o ihtiyarın yanma devam edip yukarıda yazılan ahvali defalarla gördüm.
Seferden döndükten sonra yaz günleri hava gayet sıcak iken ziyaretine varıp avdetinde yağmurun çokluğundan dolayı sellerden geçemezdim. Bu dahi Allahü teala’nın bir hikmetidir ki rivayet olunur. Bu işle iştigal eden şahıslar biri her ne zaman o işe başlasa elbette mal, evlât ve ensab cihetinden bir mazarrata uğrar ve mutlâka bir musibet ile karşılaşarak sonunda fakirlikle ömürlerini geçirirlermiş, ma’haza kendini bu işe memur edene sultan tarafından verilen ihsanlar az olmaz imiş. Ti-faşî’nin bu rivayetinden başka yalan söylemediği herkesçe bilinen diğer zevat nakletmişlerdir ki: Harzemşah Sultan Mehmet, Cengiz istilâsından önce Çin semtine gitmişti.
Bu memlekete yaklaşınca o derece çok yağmur ve kara tutuldu ki askerin çoğu ölüm tehlikesine düştü. Hükümdar o mevsimde bu havanın yağmur taşı kullanılmasından ileri geldiğini anlayarak bir kaç adamını ordugâh yakınındaki dağa gönderdi. Orada yağmur yağdırmakla meşgul iki kötü insan bulunarak huzura getirildi. Hükümdar o iki habisi siyah keçelere sardırıp diri diri gömdürdü ve derhal hava açılmağa başladı. Eğer yağmura sebep olan insanlar öldürülmeselerdi işlerinin te’siri uzun zaman baki kalır ve seng-i yede vasıtasıyla kar, yağmur ve tufan devam eder. Düşmanlarına galip gelirler dedi.
Yukarıda zikrolunduğu üzere bazj zevat, hâsıl olan neticeler o taşa mahsus bir haldir. Azimet ve efsunsuz kar ve yağmur ve tufandan hangisi istenirse yalnız o taşı suya bırakmakla istenen hal zuhur eder, demişlerdi. Buna binaen bir garip hikâye nakletmişlerdir.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Kötü Ruhlar, Cinler, Şeytanlar
Kötü Ruhlar
Bu dünyada fenalık yapan insanların ruhu vücuttan ayrılınca yeraltı âlemine gider. Orada Erlik Han’ın uşağı olur. Bütün inanlara fenalık etmeğe ve akrabalarından birini Erlik âlemine çekmeğe çalışır.
Altaylı’lar bu ruhların Muayyen bir müddet yer yüzünde dolaştığına inandıklarından dolayı bu müddet zarfında korku içinde yaşarlar. Eğer bu müddet içinde başlarına bir felâket gelirse bir yere göç etmeğe mecbur olurlar ve bu ruhlardan kurtulmağa çalışırlar.
Altaylı’ların tasavvurlarına göre, kötü ruhlar bütün yer yüzüne dağılmıştır… Kötü ruhlar inzibata pek te riayet etmezler. Aralarında kavga, ihtilâf ve savaşlar olur. Bunlar çok aç gözlü ve oburdurlar. Dipdiri insanı lokma gibi yutarlar. Biri hastalanırsa Altaylı’lar Kötü Ruh yemektedir. Biri ölürse Kötü ruh yemiş derler. Vücuttaki her yara kötü ruhların ısırmasıyla olur.
Kötü ruhlara ayrılan ölü canlarının arasmda teşkilât vardır. Kabileleri ve alayları olur. Dünyadaki torunlarının obaları etrafında dalaşırlar. Çok aç gözlü oldukları için obalara da akm ederler. Bunlar pek hiylekâr ve sokulgandırlar. Kapıdan giremezlerse bir delik bulur eve girerler ve yemek için insanlara saldırırlar.
Cinler, Şeytanlar, Zebâniler, Cadılar
Türk mitolojisinde cinlerle, şeytanlara çokça rastlanır. Ancak sonraları muhit ve din değiştirme etkileri altında özellikle şeytan için çeşitli efsaneler, hikâyeler türemiştir.
Altaylflara göre Şeytanlar, fitne ve fesat çıkarmak, insanları şaşırtmak, kandırmak için Erlik Han tarafından görevli idiler. Cinler de çok defa yine bu tanrının yardımcıları olmakla beraber, dünyada da insanları çarparlar, hasta ederler, âhiret âleminde ise zebâni rolünde bulunurlar.Şeytanlar göze görünmezler. Ama insan ve hayvan şekline de girdikleri olur. O zaman başlarında boynuzlan bulunur. Bunlar çok defa birbirinden ayrı yaşarlar. Yanlarına yaklaşılmaz, ateşten yaratılmışlardır.
Yeraltı âleminde kötülüklerin tanrısı olan Erlik Han, cehennemin de tanrısıdır. Günahı olan insanlara ceza verilmek için cinleri, şeytanları zebânileri, kötü ruhları vardır.
Al tay Türklerince Ayna’lar yahut Aza’ların emrinde geniş bir kadro ile Cinler, şeytanlar bulunur.
Etrûsk’lerin Tajest, Tokulşa adındaki büyük cinlerinden başka, Edimnu adındaki hortlahları ve Çor adındaki cinleri de vardır. Ünlü kahraman Cesteni Bey in hikâyemde geçtiği üzere, insan eti yiyerek kan emen cinler de hatsız hesapsızdır.
Cinler ile şeytanların vasıfları, türeyişleri hakkında sonraları Türk mitolojisinde yer alan efsânelerden ikisi Taberi de şöyle anlatılmaktadır : Tanrı ilk önce devleri yarattı. Onlara Can derler ki kumlar sayısmcadır. Onların meskeni havada idi. Yedi bin yıl bu cihana hâkim oldular. Ondan sonra tanrı, Can dan cinleri yarattı ki, şeytan onlardandır. Şeytanın adı Süryanî ve İbranî dilinde Azâzil, arap dilinde Hâris tir.
Şeytan evlendi. Karınca, örümcek, çekirge, kuş şekillerinde sayısız evlâtları oldu. Bunlar yazılarda, dağ kovuklarında, ormanlarda, yollarda, virânelerde, fırınlarda, ovalarda, kuyularda, külhanlarda, su yollarında bulunurlar.
Cinleri, melekleri tanrı gökte bulundururdu. Onlara, itaat edilmesini emretti. Tanrı gökte olan meleklere dedi ki: İki ev halk eyledim. Biri rahmetimden, biri de gazabımdan. İkisine de bakın: Melekler önce cehenneme baktılar, türlü türlü azaplar gördüler. Tanrıya sordular: Ey Tanrı bu evi kimler için yaptın? Tanrı izni ile cehennem cevap verdi: Burası, onlar içindir ki Tanrı’yı bilmezler, emirlerine inanmazlar. Ondan sonra bu melekler cennete baktılar.
Oradaki çeşitli rahatlık ve safaları görerek tanrıya sordular. Tanrı da: Kim Tanrıyı tanır, onun emirlerine itaat ederse. Melekler bunun üzerine tanrı önünde yere kapandılar. Tanrı da onları göklerin en yüksek ve kutsal yerlerinde yerleştirdi.Bir efsâne daha : Eskilere göre yerler ,Arz-ı Seb’a adı ile yedi kata ayrılmıştır. Yedinci katın adı Acba dır. Orada yaşayanlara: Cüsum denir. Bunlar kısa boylu, siyah, elleri ve ayakları vahşi hayvanlarınki gibidir. Şeytan da beraberindekilerle burada bulunur kendisi bir taht üzerinde oturur, maiyeti onun etrafında dizilir, her biri yer yüzünde ki insanları nasıl aldatarak yoldan çıkardıklarını şeytana anlatırlar o da keyiflenir.
Cinlerden bir takımının adları da vardır. Çoğu îbrâni’ler’den alınarak Türk’ler arasında yerleşen bu adlardan bazıları şunlardır; Hişanuhi, Cabir bin Merdan,
Medyun İbn-i Zengi, Haksak, Derşuz, Yemhur, Karakaş îbn-i Vesvas, Bülbüle îbn-i Kizban, Keşkatur îbn-i Keşibaş, Şeşzar îbn-i Seman.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yunan Mitolojisinde Ünlü Kahraman Herakles
Ünlü kahraman, arkadaşım üzüntü içinde buldu. Sebebini sonradan öğrendi; Admetos’un karısı Alkestis, biraz Önce ölmüştü. Garip bir ölümdü bu… Eskiden, tanrılar tanrısı Zeus, Apollon’un oğlu Asklepios’u öldürmüştü. Apollon da öc almak amacıyla Zeus’un işçileri Kyklop’lan ortadan kaldırdı, Tanrılar tanrısı onun bu davranışını cezalandırmak için Apollon’u yeryüzüne, bir yıl Admetos’un yanında uşaklık etmeye yolladı.
Apollon, uşaklığı sırasında, Admetos ve Alkestis’le dost Oldu. Karı-koca çok yakınlık gösteriyordu kendisine. Apollon bu yakınlığın altında kalmak istemedi. Kader tanrıçaları Molra’lardan öğrendiği bir şeyi gidip Admetos’a söyledi. Öğrendiğine göre, kralın hayat ipliği artık kesilmek üzereydi Yalnız, tanrı Moira’larla konuşmuş, ipliğin kesilmesini birazcık geciktirmişti. Admetos, kendisinin yerine Ölecek bir başkasını bulursa kurtulacaktı.
Bunu duyan Admetos, hemen annesiyle babasının yanma koştu. “Siz artık yaşlandınız. Biriniz benim yerime ölün de ben kurtulayım,” dedi. Yaşlılar canlarına daha düşkün oluyor galiba. Admetos’un annesi de, babası da oğullarının yerine ölmeyi kabul etmediler. “Aman oğul,”’ dediler, “bu yaşta gün-ışığı daha tatlı geliyor adama.” Admetos kızarak, “ölümün eşiğindesiniz,” diye bağırdı, “hâlâ ölmekten korkuyorsunuz!” Ama kendi de korkuyordu ölmekten. Arkadaşlarının yanına koştu, hepsiyle konuştu. Kimse’ onun yerine Ölmek istemiyordu. Sonunda umutsuzluk içinde evine döndü.
Alkestis, kocasının üzgün olduğunu sezmişti. Sonunda üzüntünün neden geldiğini öğrendi. “Hiç sıkma canını,” dedi, “senin yerine ben ölürüm.” Admetos’un ne kadar sevindiğini ayrıca belirtmek gerekmiyor. Alkestis ölüme hazırlandı. Moira’lar onun hayat ipliğini kestiler. Admetos sicim gibi gözyaşı döktü, yandı yakıldı.
İşte o sırada Herakles geldi kiralın sarayına. Kral, konuklara karşı güler yüzle davranılması gerektiği için ünlü kahramana üzüntüsünü belli etmek istemedi. Onun üstündeki yas elbisesini gören Herakles “Kim öldü?” diye sordu.
“Hiç,” diye cevap verdi Admetos, “hizmetçilerden biri.” “Öyleyse ben gideyim,” dedi Herakles. “Olur, mu canım? Bu geceyi benim sarayımdan başka yerde geçiremezsin.” Sonra uşaklarını çağırıp konuğu uzak odalardan birine götürmelerini söyledi. Böylece, ağıtları, ağlaşmaları duymayacaktı Herakles.
Herakles odaya çekilip bir başına yiyip İçmeye başladı. Uşaklar durmadan ona yiyecek içecek yetiştiriyorlardı. Her Şey daha sofraya konmadan bitiveriyordu. Hele şarap, hele şarap… Herakles de tam kahramanlar kahramanına yaraşır biçimde yiyordu hani…
Karnı doyup içkiyle başı dönmeye başladıktan sonra Herakles şarkı söylemeye başladı. Kart sesiyle bas bas bağırıyordu. Uşaklardan birine, “Hadi be,” diye gürledi, “sen de içsene!” Uşak, “Aman efendim,” diye cevap verdi. “Siz de tam içip kahkahalar atacak zamanı buldunuz.”
“Niye içmeyecek mişim ? ” dedi Herakles. “Yabancı bir karı öldü diye gülmeyeyim mi yani?” “Yabancı mı?” “Yabancı ya. Admetos öyle söyledi. Bana yalan mı söyledi demek istiyorsun?” “Yok yok, Öyle demek istemiyorum, efendim,” dedi uşak, “sadece konukseverliğini göstermiş size.”
Herakles’in bardağına şarap doldurmak üzere testiye davrandı. Herakles Uzanıp sımsıkı yakaladı adamcağızın bileğini.
“Burada bir şeyler dönüyor,” diye bağırdı. “Ne var? Doğruyu söyle bana.” Uşak, “Görüyorsunuz efendim,” diye cevap verdi, “yas tutuyoruz.” Uşak cevap vermedi. “Kim öldü?” “Alkestis Kiralımızın karısı.”
“Bilmeliydim,” diye fısıldadı, “gözleri kan çanağı gibiydi Admetos’un. Ama yemin etti, ‘Hizmetçi öldü,’ dedi. Belli etmek istemedi üzüntüsünü. O, acılar içinde kıvranırken ben oturup burada şarap içtim. Ah, söylemeliydi bana.”
Her zaman yaptığı gibi bütün suçu üstüne aldı yine. Kendini bağışlatmak için bir şey yapmalıydı. Yapamayacağı bir şey yoktu dünyada. Birdenbire aklına geldi, “ölüm şimdi mezar başında Alkestis’i bekliyordur,” dedi; “gider onunla güreşirim. Belinden bir kavradım mı bırakmam. Kaburgalarını kırarım. Alkestis’i alır geri getiririm arkadaşıma. Mezar başında değillerse Hades’e bile inerim.”
Keyifle ayağa fırladı. Hem arkadaşına bir iyilik etmiş olacak, hem de ölümle iyi bir güreş tutacaktı. Sarayına döndüğü zaman Herakles’i Admetos karşıladı. Bir kadın vardı Herakles’in yanında. Azıcık yorgun görünen kahraman, “Bak Admetos” dedi, “tanıyor musun bu kadını?” Admetos, “Hayalet bu!” diye bağırdı. “Olamaz! Tanrılar benimle alay ediyor!”
Herakles, “Seninle alay eden yok,” dedi, “gidip Ölümle güreştim, karını geri aldım.” Herakles’in kişiliği bu öyküde apaçık ortadadır: basit. aptalca, çabucak sarhoş olan, ölümün bile kendi sırtını yere getiremeyeceğine inanan bir adam… İşte Herakles budur. Aslına bakılırsa, kahramanlar kahramanı, yas tutan uşaklardan birini de öldürmeliydi ki kişiliği daha da ortaya çıksın. Herakles’in olduğu yerde birkaç kişi ölmedi mi hiç? Ama yukarıdaki öyküyü anlatan Euripides, sadece Alkestis’in ölümüyle ilgilenmiş, oyununun bütünlüğünü bozacak ayrıntılara yer vermemiştir.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihteki İlk Büyük Kahraman; Herakles
Herakles’i bir ulusun başına geçirip kral yapmak çok saçma bir şey olurdu herhalde. O, kendi işlerini bile doğru dürüst bir düzene sokamazdı, nerde kaldı ki bir ülkeyi yönetsin… Atinalı Theseus gibi yeni düşünceler yaratamaz, yeni tasarılar kuramazdı. Olsa olsa bir canavarı nasıl öldürmek gerektiğini çıkarırdı düşüne düşüne. Buna rağmen, büyük bir insandı. Büyüklüğü yalnız sonsuz gücünden gelmiyordu; ruh büyüklüğü de vardı onda. Yaptığı yanlışlıklara öyle üzülür, öyle üzülürdü ki, kendi kendini yerdi. Yarılan haksızlıkları düzeltmek için canini bile vermeye razıydı. Bir de akıl bakımından gelişmiş olsaydı, mitologyanın tek kusursuz kahramanı Herakles olacaktı.
Thebai’de doğan Herakles’in annesi Alkmene, babası da Amphitryon’du. Daha doğrusu herkes, onun babasının Amphitryon olduğumu sanırdı.- İşin aslına bakılırsa, tanrılar tanrısı Zeus, Alkmene’ye abayı yakmış, zavallı kadıncağızın kocası savaştayken Ampliitryon’un kılığına girerek Herakles gibi bir yiğitin doğmasını sağlamıştı. Herakles’le birlikte Iphikles adında bir çocuk daha doğurmuştu Alkmene, Iphikles’in Amphitryon’dan olduğu besbelliydi. Nerde nur topu gibi Herakles, ““nerde ciliz iphikles? Herakles gücünü daha sekiz aylıkken gösterdi.
Bir akşam Alkmene, çocuklarını yıkadıktan, sütle doyurduktan sonra beşiklerine yatırdı. ‘“Uyuyun yavrularım,” diye ninniler söyledi onlara. Beşikleri sallanmaya başlar başlamaz derin bir uykuya daldı çocuklar. Anneleri kendi odalarına çekildi.
İşte tam o anda Herakles’in Zeus’un oğlu olduğunu bilen kıskanç Hera, yavrucakların odasına iki büyük yılan gönderdi. Yılanlar beşiğe sokuldular, iphikles uyanıp da korkunç yaratıkları görünce haykırıp ağlamaya başladı. Herakles ise hiç heyecanlanmamıştı; yılanları tutup var gücüyle boğazlarını sıkmaya başladı. Hayvanlar kıvrılıp bükülüyor, İphikles de durmadan ağlıyordu. Gürültüye Amphitryon ile Alkmene yetiştiler. Oda kapısını açıp içeriye girdikleri zaman bir de ne görsünler? Herakles, iki elinde iki yılan, gülüp duruyor.
Önce irkildi Amphitryon, ama yılanların ölü olduklarım anlayınca oğlunun ilerde büyük şeyler yapacağına inandı. Thebai’li kör bakıcı Teiresiaş’a sordular. Teiresias Alkmene’ye, “Göreceksiniz,” dedi, “gelecekte akşamlan yün eğirirken bütün Yunan kadınları oğlunuzu anlatacak. İnsanlık onun gibi bir kahramanı görmemiştir daha, kolay kolay da görmeyecek.”
1 note · View note
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Yıldızlar
Yıldızların yaradılışları da çok kere güneşle ayın yaradılışı efsaneleri arasında geçmektedir. Mitolojide ve Folklorda geniş yer alan yıldızlar da kozmik tanrılar arasında sayılır. Özellikle Sümer mitolojisinde (Yedi gezegen yıldız)dan çoğu birer tanrıdır. Zühre yıldızını Astarte, Zuhâl yıldızım Nebu, Mirrih yıldızını Nergal, Müşteri yıldızını Adar adıyla tanrı tanımışlardır. Yine Sümer’lere göre bir kısım tanrılar da yıldızlarda oturur.
Yakut’larca da Zuhal yıldızı Arzutilek admda bir tanrıdır. Yabancı mitolojilerde (Kâtip – ül- eflâk) adiyle geçen Utarit yıldızı Türklerce de göklerin kâtibidir.
Şamanist Türkler arasında epeyce yıldız efsaneleri vardır. Şaman davullarında bu efsaneleri ifade eden yıldız resimleri bulunmaktadır. Oğuz Han’ın oğlu yıldız Han, yıldızlar âleminin bir senbolüdür. Gökte uçan (Şihap) adındaki yıldızlar da, şeytanı kovmak için tanrılar tarafından atılan oklardır.
Yıldızların rüyada görülmesi de mutlulukla yorumlanır: Timurleng’in büyük babası sayılan Kaçuli, bir gece gördüğü rüyada: kardeşi Kubil böğründen üç yıldız çıkarıyor, bir süre sonra bu yıldızlar batıyor. Sonra bir dördüncüsü çıkıyor, ışığı dünyayı kaplıyor. Daha sonta kendi de yedi yıldız çıkarıyor. Bunlar da batıyor. Sekizinci bir yıldız çıkarıp o da dünyayı kaplıyor. Uyandıktan sonra bu rüya yorumlanıyor, Kubil ile Kaçuli’den yetişenlerin de dünyayı ellerine alacakları neticesine varılıyor. Folklora kayan kanaatlere göre; her insanın gökte bir yıldızı vardır. Gökte yıldız uçarken halk:  (yine birisi öldü ve yıldızı düştü) der.
İnsanların talihi, devletlerin, milletlerin mukadderatı, her hangi bir istekte hayırlı ve hayırsız sonuç, yıldızların hareketlerinden anlaşılacağı kanaati ortaya (İlm-i Nücum: yıldızlar bilgisi) ni getirdi. Bir çeşit faldan başka bir şey olmayan bu bilgiyle uğraşanlara (Müneccim) adı verildi. (Yıldızname) adındaki kitap bu bakımdan önem taşımaktadır.
Doğuda, özellikle Iran, Arap, İsrail % ve Hint kültürü ile mitolojileri arasında yer alan (Yedi gezegen yıldızlar) hakkındaki bir takım inanışlar Türkler arasında da yer almaktadır.
Heft  Peyker, Heft Ecram, Heft Renk, Heft Bânû, Heft Ahter, Sab’a-i Seyyare, Seyyarat-ı Seb’a gibi adlar taşıyan (Yeni gezegen yıldızlar) Türk edebiyatında; Arapça, Farsça kelimelerden tamlama halindeki bu adlan ile geçmekte, (Marifetnâme) gibi bir takım din felsefelerine dayalı bulunan kitaplarda, bunların açıklanmasına sahifeler ayrılmaktadır.
Bu açıklamalara göre dünya bu yedi gezegen yıldızın ortasında bulunmaktadır. Dünyanın etrafmda ise (Semâvât-i seb’a), (Heft Câm) denilen yedi kat gök, göklerin her birinde yedi gezegenden biri bulunmaktadır. Bunlardan birinci gökte ay, ikinci gökte Utarit, üçüncü gökte Zühre, dördüncü gökte Güneş, beşinci gökte Mirrih, altıncı gökte Müşteri, yedinci gökte Zühal bulunmaktadır.
Bu yıldızların dünyada olanlar, bitenler üzerinde etkileri vardır. İnsanların talihi onlara bağlıdır. Haftanın her bir gününde dünyanın işlerini bu yıldızlardan biri idare eder.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihteki Efsanevi Hükümdarların Hayatı
Godefroi
Godefroi IV de Boulogne veya Godefroi de Bouillon, Aşağı Lorraine dükü ve Kudüs’teki İsa’nın mezarının muhafızı. 1061 de Baisy-Thy’de (Belçika) doğdu, 1100 de Kudüs’te öldü. İçinde birçok kont ve dükün bulunduğu «Senyörler Haçlı Seferi» ordusuna komuta etti ve Kudüs’ü ele geçirdi.
Godefroi de Bouillon birçok çetin mücadeleden sonra 1089’da Aşağı Lorraine dükü olarak tanındı. 1095’te haçlılara katılanların başında yer aldı ve seferin masraflarını karşılayabilmek İçin dukalığını ve varını yoğunu sattı. İlk haçlı seferinde önemli rol oynadı; mizacı hacılıktan çok siyasete yatkın olduğu için Bizans imparatorluğuyla haçlılar arasındaki ilişkilerle ilgilendi ve Aleksios’a tâbi oldu. Kudüs’ün fethi (1099) üzerine, baronlar kendisini kral seçtllerse de, Isa’nın mezarının muhafızı unvanıyla yetindi. Ülkenin savunmasıyla yakından İlgilendiği gibi, Kudüs Kanun Külliyatı adıyla anılan ve Kudüs İle Kıbrıs’ta uygulanan bir kanunnamenin hazırlanmasına önayak oldu. Bir efsane kahramanı hâline geldi. Fransız destanlarından birinin ve Tasso’nun bir şiirinin (Kurtarılan Kudüs) kahramanı oldu.
Kılıç Arslan
Anadolu Selçuklu Devleti’nin üçüncü hükümdarı, Doğum yeri ve tarihi belli değil, 1107’de Fırat’ta boğuldu.
Haçlı ordularına karşı Anadolu’yu, hattâ İslâm dünyasını kahramanca savundu, 1071 Malazgirt zaferinden sonra Horasan’daki Oğuz Türklerl Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi. Kılıç Arslan, hükümdar olunca, çeşitli karışıklıklar içindeki Anadolu’da birliği sağladı. Bizans’ın elindeki İstanbul’u almak istiyordu ve bu amaçla bir donanma yaptırdı. Bizans İmparatoru, Roma’daki Papa’dan yardım istedi. 1095’te, Bizans’a yardım etmek, İsa’nın doğduğu şehir olan Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak İçin 600.000 kişilik bir Haçlı ordusu kuruldu. Bizans imparatoru bunları Anadolu’ya geçirtti. Kılıç Arslan; kendisininkinden sayıca on kat daha üstün bu orduyla, birçok savaş yaptı. Anadolu’yu karış karış savundu. Amasya yakınında 300.000 Haçlı’yı yok etti. Geriye kalan Haçlılar, Anadolu’da yerleşemediler. Vatanlarını canla başla savunan Türkler arasından bir geçit bularak Kudüs’e gidip bir Lâtin Krallığı kurdular.
Aslan Yürekli Richard
I.Richard veya Aslan Yürekli Richard, Aquitaine dükü ve İngiltere kralıdır. 1157’de, Oxford’da (Büyük Britanya) doğdu, 1199’da Châlus’de (Fransa) öldü.
Savaşçı karakteri, ona bu lâkabı kazandırmıştır. Bu değerli savaşçının, kahramanlıklarını ve bu kötü yöneticinin talihsizliklerini anlatmak için gerçekle efsane birbirine karışmaktadır. İngiltere kralı, II. Henry’rçln oğlu olan Richard, o zaman ingillzlerin elinde bulunan, Fransa’daki Aquitaine dükalığını almıştı. Aslan Yürekli Richard, Fransa kralı Philippe-Auguste’le birlikte, Kudüs’ü kurtarmak için Üçüncü Haçlı Seferine katıldı. Fakat o kadar kibirli ve kendi başına buyruk davrandı ki sonunda müttefiki İle bozuştu. Richard seferden dönerken, Fransa imparatoru VI. Henri tarafından dört yıl hapsedildi ve kurtulmak için ona çok büyük fidye ödemek zorunda kaldı. İngiltere kralı özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz, Fransa’ya savaş açtı ve Limosin’deki Châlus şatosunun kuşatılması sırasında öldü. Aslan Yürekli Richard krallığında sadece birkaç ay kalabilmişti.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde İt Başlı Ulus ve Öksüz Kız
İt Başlı Ulus
T.T.K. belleteni. 1949 Ocak. Sayı 49 da A. inan; bu (İt başlı ulus) un nerelerde söylenildiğini, kimilerin ne zaman bundan bahsettiğini yazıyorsa da efsanenin metnini açıklamamaktadır.
Bu efsanede, destan veya mitoloji motifi olarak eski Yunan Edebiyatında da görülmektedir. M.Ö. IV. Yüzyılın sonlarında yaşamış olan gramerci ve destan şairi Rodoslu Simmiy bir destanında (Apollon) şöyle diyor: Adamlarının yarısı Köpek olan garip bir kavim gördüm. Güzel omuzlarında çeneleri kuvvetli olan köpek gibi havlarlar, Başka fânilerin dilinden anlamazlar.
Bu (ît Başlı ulus) efsanesini Çin kaynakları da biliyor. Van sülâlesi hükümdarlarından Than-Gemin padişahlığının beşinci yılında yani milâdî 506 yılında Phu-an ülkesinden bir adam denizde sefer ederken rüzgârın sürüklemesiyle bir adaya düşmüş. Sahile çıkarken Orta Çin ahalisine benzeyen adamlar görmüş, fakat dillerini anlıyamamış. Erkekleri insan suretinde olmakla beraber köpek kafalı idi. Sesleri köpek havlamasına benziyordu.(İt Başlı Ulus) hakkındaki bu efsanenin kaynağı çok eski çağlarda olsa gerektir. M.Ö. IV. Yüzyılda Rodoslu Simmiy tarafından yazılan efsane ile M.S. VI. Yüzyılda Çinli Vakanüvis tarafından nakledilen efsâne arasındaki benzerlik dikkati çekmektedir. XII. yüzyılda bu efsaneyi Kıpçak bozkırlarında işitmiş olan Plano Karpini buna inanarak kaydetmiştir. Bu efsanenin İskit efsanesi olması mümkündür).
Öksüz Kız
Kışın soğuk bir gününde, Öksüz bir Türk kızı, su almaya gidiyor. Vücudu yarı çıplak, ayakları soğutan şişkin; kamı aç, gözleri yaşlı bir haldedir. Elinde bir bakraç var. Birden bir kasırga kopar. Ay ise gökteki sarayından kasırgaya tutulmuş olan, bu zavallı fakir kıza bakmaktadır. Kızın haline acıdı. Kendi ‘kendine dedi ki: (Mutlaka üvey anası bu kıza zulüm ediyor). Öksüz kız o sırada bir çalılıktan yürüyordu. Ay, çalıya emretti: (O kızı al, yanıma gel). Ayın bu emri üzerine çalı hemen bir at oldu. Bir yandan aya giden gök  yolu açıldı, bir yandan da at haline gelen çalı üzerinde kız olduğu halde yükseliyordu. Ay’a vardılar. Kız elindeki bakracıyle ayın yanında durdu. Ay, bu Öksüz kızı sevmişti. İçi ürpermeye başladı. Halden hale giriyordu. Bundan sonra ayın gökte şekilden şekle girişi de, bu halden hale girişinin ve sevgisinin bir neticesidir. İlk geceler ay bir gümüş yay gibidir. Öksüz kız büyüdükçe ay da büyümektedir. Bazı zamanlarda bu kız gökteki ayın sarayından içeri girer, halı dokur. O zaman ay sevgilisini görmediği için üzülür, hilâle döner. Bazen da kızın keyfi gelir, çoşar, neşelenir. O zaman ayın da yüzü güler, dolun halini alır. Ay’ın keyfini kaçıran kuvvetli bir rakibi vardır. O da gökte bulunan beyaz ayıdır. Bu ayı da öküz kızı sevmektedir. Bu sebeple Ay’ı tutarak boğmak ister. Ama ne de olsa gücü yetmez. Yirmi beş gün ay bu Ayı’ya üstün bulunur, onu ezer. Ayı yalınız üç gün ay’a üstün bulunur. Ay bundan korkar, saklanır, kimselere görünmez.
Bu mücadele her ay böyle devam eder gider.
ALPAMİŞ (Alp Amiş)Alpamiş; Alpamsi, Alpamşa, Bamsi Beyrek ve Böyrek gibi Türk boylan arasında çeşitli söylenişlerle geçmekte, üzerine kurulan hikâye de biraz değişik rivayetlerle anlatılmata dır.
Bir anlatışa göre; Alpamış (Bay Böyrek) Oğuz’un oğullarından Ay Han’ın oğludur. Ay Han’ın oğlu olmazdı. Bunun için de çok üzüntülü idi. Bir gün yanma veziri (Balçık Han) geliyor. Ay Han’a seyahat tavsiye ediyor. İkisi yola çıkıyor. Bir yerde Hızır ile karşılaşıyorlar. Hızır onlara iki elma vererek kayboluyor. Elmanın birisini Ay Han, diğerini de karısı yiyor. Nihayet bir erkek çocukları oluyor. Adına da (Bay Böyrek) diyorlar.
Bir anlatışa göre de; Bay Börü ile Bay Sarı adındaki iki Türk Beyinin çocukları olmuştu. Bunlar kırk gün Allah’a yalvarıyorlar. Sonunda Bay Börü’nün, Hakem (Alpamiş) adında bir oğlu. Bay Sarı’ınn da (Ay Barçm) adında bir kızı oluyor. Aynı yaşta olan bu çocukları küçük iken nişanladılar, henüz üçer yaşında iken okula verdiler. Alpamiş yedi yaşına gelince okuldan alındı. Ona beylik usulleri ile, beyler nasıl hareket etmelidir, gibi işler öğretildi. ok talimleri yaptırıldı. Nihayet maceralar başladı:
Alpamiş Kalmuk’larla savaşa girdi. Bu sırada (Askara)^adındaki dağın tepesini bir ok atarak uçurdu. Ama yolda bir ak otağda güzel bir kızla uyumakta iken Kalmuk’lar bastılar, AlpamışT esir ettiler. Götürüp bir zindana attılar, öbür taraftan Kalmuk Ham’nın kızı Alpamış’a âşık olmuştu. Onu kurtarmak yollarını aradı, bulunduğu zindana uzun bir ip sarkıtarak onu zindandan çıkarttı. Alpamış’m Çobar yahut Benliboz adında bir atı vardı. O atı da hazır bulundular. Alpamiş atma bindi. Tekrar Kalmuk lara hücum ederek onları perişan etti. Bundan sonra memleketine dönünce sevgilisi Aybarçin’i kölelerinden birinin
almak üzere olduğunu öğrendi. Düğün hazırlıklarının yapıldığı sırada ve eğlenceler devam ederken, Alpamiş bir ozan kıyafetine girerek Ayparçin’ın bulunduğu çadıra yaklaştı. Elindeki sazı çalarak çadıra doğru şiirler söylemeye başladı. Bu sırada çadırda Bademca adında bir kadın vardı. Bu biraz kekeme idi. O da Alpamış’â şiirle cevap verdi. Alpamiş tekrar söyledi. Sonunda gelinin bulunduğu çadıra alındı. Orada eğlenceler, oyunlar devam ederken, bir köşede yaslar içinde bulunan gelin AlpamışT tanıdı. Bundan sonra ikisi de birbirine atıldı. Herkes şaşırdı. Alpamış ta sevgilisini alarak babasının yanına gitti, onun yerine geçti.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tanrılar, Tanrıçalar, Tanrı Aileleri
Theogonie
Türk mitolojisinin; kadrosu çok zengin olan Tanrılariyle Tanrıçaları içinde yabancılardan gelmiş olanlar yok değildir. Bunlara karşılık, başka milletlerin Türk’lerden aldığı tanrıların, mitolojik materyellerin ise epeyce yekûn tuttuğu bir gerçek halindedir.
Bunlardan bir kaçı: Bir takım Sümer tanrıları kendi adlarıyla, bir kaçı da değişik adlarla Keldan’lılara geçmiştir ki, büyük tanrılardan anşhar, Anu, Enlil, Ea (Enki) bu aradadır.
Yine Keldanlı’lar, Sümer efsanelerinden de çoğunun üzerinde işleyerek benimsemişlerdir. Keldan mitolojisi, Sümer mitolojisinin biraz daha değişik çehrelerle gelişmiş şeklinden başka bir manzara göstermiyor. Babil Kâhinleri bile Türk Şamanlarının karakter ve görevlerine vâris olmuşlardır. Zaten Keldanlı’larla başka Mezopotamyalı’lar da, Sümer mitolojisinin atmosferinden dışarı pek çıkamamışlardır.
Yunan tanrıları içinde de Türk tanrılarının izleri bulunduğu ileri sürülmekle beraber, Pushan, Varuna, Çıva adını almış olan Rudra, daha bir kaç tanrı da Hint Mitolojisinde yer almış birer Türk anrısıdır .
Bu üç tanrının. Hint tanrıları arasına geçince görevleri şöyle olmuştur:
Pushan:  İnsanlara bolluk, bereket verir, İneklerin sütünü çoğaltır, hayvanların, yolcuların koruyucusudur. Hint tanrısı olduktan sonra, indra’ nın yıldırımlarını, tanrıların yiyecek kaplarını yapmıştır. Varuna; Kâinatı idare eder. Güneşi, ayı, yıldızları parlatır, rüzgârları yapar, yağmur yağdırır, Rudra: Merhametli, iyiliksever bir tanrı olduğu halde, sonraları intikamcı olmuş, fenalıklar yapmıştır.
Yine Hint’lilerin Uma’sı, Türklerin Umay adındaki Tanrıçasının rolündedir. Sümer’lerin Ap-Su konusundaki kutsal inançları Hintli’lerin Veda’larında  Appas adı ile ve ayni inançlar çerçevesi içinde görülmektedir.
Tanrının Varlığına İlk İnanışlar
ilk insanlar; güçlerine, büyüklüklerine akıllarının ulaşamadığı varlıklarla alaylar önünde hayret, korku duyarak bunları tanrı tanıdığı başta Max Müller olarak ileri sürülmüş ise de, Durkhe-im bunu kabul etmemiş, tabiat varlığı ve kuvvetleri ile insanlar her vakit karşı karşıya bulunduklarından, bunlara alışılacağı; bu sebeple de tanrı konusunun, kutsal inançların gitgide gevşiyece ği, bu bakımdan Max Müller’in ve onun kanatlar ına katılanların ileri sürdükleri yorumun doğru olamayacağını söyleyerek, ilk Tanrı anlayışı ile inançlarının totemle başladığını ortaya koymuştur.
Bu kabul edilecek olursa; güneşin, ayin ve benzerlerinin, tabii olayların tanrılar mevkiine çıkmaları, çıksalar dahi çok geçmeden inmeleri lâzım gelirdi. Halbuki bu tabiat varlıklarının tanrılığına inananlar, sarsılmayan, gevşemeyen inançlara bağlanmış kalmıştır diye cevap verenler vardır.
Tanrı varlığına ilk inanışın sebepleri etrafındaki bu gibi mütalâalar konu dışı bırakılarak, Türk tanrılarının türeyiş ve çoğalışlarına bakılacak olursa, kesin bir hükme bağlamamak şartı ile, büyük vasıflar taşıyan ilkel tanrıların yoktan belirdiği görülür. Sonra da bir takım hayvanlar, bitkilerle, gök, güneş, ay, yıldızlar, rüzgârlar, fırtınalar, gök gürültüleri, yıldırımlar, ağaçlar, dağlar, denizler, büyük nehirlerden bir takımı doğrudan doğruya tanrı, bir takımı da totem tanınmış, bunlarda bir ruh, tanrısal bir kudret bulunduğuna inanilmış tır.
Biraz daha şöyle açıklanabilir:
İlk Türk Tanrılarının Türeyişi
Türk tarihinin derinliklerinde yapılan incelemeler, araştırmalarla tanrıların durumu gün geçtikçe daha aydınlanmakta, görevleri ile çehreleri daha iyi belirmekte, şimdiye kadar bilinenlere yenileri katılmaktadır.
Türk kollarında tanrıların türeyişi çeşitli olaylar ve tablolar içinde gösterilmiştir. Altay Türk’lerine göre, Kozmik âlem türemeden önce tek tanrı Kara Han ile bir de uçsuz bucaksız bir su âlemi vardır. Kara Han tek kudret halinde idi. Bunun Ülgen’le Erlik ve Mergen adınca üç oğlu oldu. Bunlar da birer büyük tanrı tanındı.
Sümer’lere göre de tanrıların türeyişi şöyledir: Önceleri ancak Ap-su (Tatlı su) ile (Tuzlu su) yu temsil eden ve dev olarak cisimlendirilen Tiamat vardı. Ap-su erkek Tiamat dişi idi. Bunlar birbirine karıştı. Mummu denilen acaip bir yaratık ortaya çıktı. Bundan sonra da Lakhmu ile Lakhamu meydana geldi. Bunlar büyük birer yılandı.
Yine Ap-su ile Tiamat’tan gök (Anşhar) ile yer (Kishar) türedi, Sonra da gök tanrısı Anu, Hava tanrısı Enlil ve Deniz tanrısı Ea (Enki) oldu. Bu üç tanrı da güneşi, ayı, gezeğen yıldızları yarattı. Bundan sonra kozmik varlıklar da birer tanrı olarak tanınmaya başladı.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yeraltı Âleminin Ayrıldığı Katlar ve Dahası
Yakın doğu milletlerinden gelen ve Türk’ler arasında yerleşen mitolojik bilgilere göre, yer ile gökün arası beşyüz yıllık yoldur. Bu ara hava ile doludur. Bu mitolojik bilgilere göre yeraltı yedi tabakadır:
Birinci tabakanın adı Demka’dır. Çok fena kokulu bir yerdir. Orada bulunanlara Berşem denir. Onlara hem hesap, hem azap var. İkinci tabakanın adı Celde’dir. Orada cehennemlikler için her türlü azap hazırdır. Oradakilere Tams denir. Bunlar birbirini yerler. Üçüncü tabakanın adı Arka’dır. Orada katır büyüklüğünde akrepler vardır ki kuyrukları kısrak kuyruğu kadardır, her birinin kuyruğu üç yüz boğumludur ki bunların içi öldürücü zehirlerle doludur. Orada bulunanlara Kubs denir. Toprak yer, şebnem içerler.
Dördüncü tabakanın adı Harba’dır. Orada dağlar gibi ejderhalar vardır. Kuyrukları zehirlidir. Eğer her birinin zehri okyanuslara bile karışsa, deniz hayvanlarının hepsi ölür. Onlara Celham denir. Gözleri, ayakları yoktur. İki kanatları vardır, uçarlar. Beşinci tabakanın adı Melsa’dır. Oradakilere Mahtat denir. Hesapsız derecede çokturlar, birbirini yerler. Orada Öyle büyük taşlar vardır ki bu taşlar günah sahiplerinin ayağına bağlanarak cehenneme bırakılırlar. Altıncı ta-bakanın adı Secin’dir.
Cehennemliklerin günah defteri buradadır. Onlara da Kutata denir. Kuş şeklindedirler. Elleri adam eli, kuyrukları inek kulağı, ayakları da koyun ayağı gibidir. Melekler gibi yemez, içmezler, uyumazlar, aralarında kadınlık ve erkeklik yoktur. İşleri güçleri Tanrıya ibâdettir. Yedinci tabakanın adı Acbadı. Orada bulunanlara da Cüsum derler. Kısa boylu, habeşî siyahtır. Elleri, ayakları vahşi hayvan pençeleri gibidir. Ye’cüç ve Me’cüç’u bunların helâk etmesi ihtimali vardır. Şeytan da orada bir taht üzerinde oturur. Maiyeti etrafına dizilir, her biri yer yüzünde insanlara yaptıkları fenalıkları ve hiyleleri anlatırlar.
Yeraltı Âleminde Bulunanlar
Altaylı’lara göre dokuz kat olan yeraltı yahut karanlıklar âleminde oturanların başında kötülük tanrısı Erlik gelir.  Erlik’in emrinde bulunan ikinci derecedeki tanrılarla kötü ruhlar, zebaniler de orada bulunur. Cehennemler de oradadır. Körmös’ler, Aza’lar da Erlik’in emrini yerine getiren kötü ruhlardır. Sümer’lerin büyük Tanrılarından da yeraltında oturan belli başlı fırtına ve cehennem tanrısı Nergal ile karısı Ereşkigal vardır. Erlik ile Nergal’in yeraltında muhteşem birer sarayı bulunmaktadır.
Yeraltı Âlemine Gidenler Ve Dönebilenler
İnsanlardan yeraltı âlemine gittikten sonra dönebilenler Türk mitolojisinde pek göze çarpmaz. Ancak Sümer’lerden Dumuzi vardır ki o da tanrılaştıktan sonra gitmiştir. Bir de Şaman’lar Törenlerden sonra gider ve dönerlerdi.
Yeraltı âlemini en çok kötü ruhlar, günahkâr insanların bedeninden ayrılan ruhlar, zebaniler, şeytanlar işgal eder. Altay’larm (Sin) adını verdikleri ruh ta insan bedeninden ayrıldıktan sonra yeraltına gider, Erlik’in yanında bulunur.
Eş adındaki ruh ta insandan ayrılınca yine o alme gider.
Kıyamet Ve Deccal
Kıyamet, var olan her şeyin altüst olduğu, dünya düzeninin bozulduğu, Kozmik âlemin sarsıldığı, tüyleri ürpertici korkunç olayların her tarafı inlettiği, insanların, bütün yaratıkların perişan hale geldiği ve ölülerin dirildiği bir zamandır.
Kıyamet alâmetleri: Şaman’lara göre; kıyamet kopacağı zaman gök demir, yer bakır olacak, İnsanlar birbirini, baba oğlunu, oğul babasını tanınmıyacak.  Atbaşı büyüklüğündeki altın parçası, bir küçük kap içindeki yemekten daha kıymetsiz olacak.
Yakın doğu mitolojisine göre kıyamet alâmetlerinden biri de Deccal’m çıkmasıdır. Bunun tek gözü vardır. Meydana çıkınca tanrılık iddiasında bulunacaktır. Bir eşeğin üzerinde dolaşacak, bu eşeğin her bir tüyü bir ses çıkaracak, bu sesi işitenlerin çoğu ona uymakla batıl yola gitmiş olacaklardır. Ama nihayet Mehti çıkacak ve Deccal’ı Şam’da yakalıyarak öldürecektir.
Deccal bir de şöyle anlatır: Çok iri bir adamdır. Başı buluttan yukarı çıkar, derin deniz onun topuğuna kadar gelir. Bir eşeği vardır. O da kendi gibi iridir. Kulağının gölgesinde bin kişi yürür. Kim Deccal’ın yüzüne bakarsa baştan aşağı yılanlar, akrepler ile ejderhalara bakar gibi görür. Deccal şöyle de tasvir edilir: Kızıl renkli, kıvırcık saçlı, iri vücutlu, kaim boyunlu, tek gözlüdür. Tek gözü geniş alnının ortasında bir üzüm tanesi gibidir. Alnında (Kâfir) yazılıdır. Yahut başka bir yerden anlaşıldığı gibi, gözünün biri yeşil cama benzer, öteki gözünün yerinde de yırtıcı kuşların tırnağı gibi bir tırnak vardır. Deccal’ı öldürecek olan Mehti de şöyle anlatır: Sıcak memleketlerde serinlik için (Serdap) denilen yere girmiş, ondan sonra daha görünmemiştir. Kıyamet yaklaşınca tekrar ortaya çıkacaktır. O zaman Şam’da Deccal’ı yakalıyarak öldüreceği efsaneler arasında yer almaktadır.
Altaylı’lar kıyameti şöyle anlatırlar: Yerler ateş içinde yanacak, bu hale tanrılar ilgisiz kalacak, insanların feryadına kulaklarını tıkayacak, deniz korkunç dalgalarla çalkalanacak, sular kanlı akacak, yer altından uğultulu sesler gelecek, dağlar yıkılacak, gökler parçalanacak, denizlerin büyük çalkantılarla dipleri görünecek, denizin dibindeki (dokuz çatallı kara taş) dokuz yerden koparak ayrılacak, Her taştan dokuz sandık çıkacak. Her sandıktan koyu sarı renkte, demirden atlara binmiş dokuz adam, çıkacak, atların ayakları kılıç, kuyrukları kama gibidir. Nereye rastlaşa keser, biçer. Canlılara rastlaşa öldürür. Ayın ve güneşin ışığı yok olacak, her taraf kapkara hale gelecek, Ağaçlar köklerinden kopacak, yerler çatlayarak geniş aralıklar olacak, sular kuruyacak, dünyada hiç bir şeyde hayır kalmayacak, yiyecek, içecek, her şey yok olacak, böylece insanların ve yaratıkların hayatı sona erecek.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatmasında Savaş Vakti
Seher vakti melun gâvurun iki yüz bin kişilik ordusunun Tuna kıyısındaki dağdan gelip, Kara Mehmed Paşa’nın bulunduğu taraftan kavga ve döğüşe tutuşmuş olduğu haberi geldi. Bunun üzerine Sadrazam, Kethüda Bey, bütün maiyet halkı, Şeyh Van’ı Mehmed Efendi, sipahi ve silahtarlarla geri kalan herkes atlara bindi. Sancak-ı Şerifi açtılar. Hep birlikte hareket edip anılan yere gittiler. Gâvurların top menziline yakın bir yerde Sadrazam için gölgelik kuruldu, kendileri bunun altına geçtiler.
Sağ kanatta Vezir Kara Mehmed Paşa, Deli Bekir Paşa, Serasker Koca Arnavut İbrahim Paşa, Binamaz Halil Paşa ve öteki beylerbeyleriyle sancak beyleri; Tuna’ya doğru ötelerde ada tarafında Eflak ve Buğdan beyleri askerleriyle yer almıştı. Sol kanatta Şam Beylerbeyi Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa, Tatar Hanı ve birçok beylerbeyleri ile sancakbeyleri bulunuyordu. Ortada Sadrazam sağlı sollu silahtar ve sipahilerle durmaktaydı. Sadrazamın önünde ise yeniçeri ağasıyla kul kethüdası hayli kalabalık yeniçerileriyle yer almıştı. Çeşitli yerlere de Sahi topları getirilip konulmuştu.
Gâvurlar dağdaki palankaya varmışlar, koyu mavi gökyüzünün önünde yamaçları fırtına bulutları gibi sarmışlardı. Bir kanattan Tuna kıyısındaki Eflak Buğdan askerine karşı dayanıp, öteki kanattan en uzaktaki Tatar birliklerine uzanmışlardı. Dağ ve ovayı kaplayıp yarımay biçiminde savaş düzeni aldılar. Sanki kara katrandan bir sel gibi dalgalanarak dağdan aşağıya aktılar. Bu sel karşısına çıkan her şeyi çiğneyip yakıyordu. Böylece İslâm askerini iki yandan kuşatmak gibi boş bir amaçla saldırıya geçtiler.
Yarım saat kadar sonra Sadrazam kethüdası, yanında serçeşme, bazı ağalar ve maiyet halkının bir kısmı olduğu halde ilerleyip ön safta yer aldı.
İslâm tarafında bazı öncü birlikler dağ üstünde ayrı ayrı noktalarda silahlı çatışmalara başlamışlardı. Bu kavgalar kızışınca Sadrazam kethüdası yanındaki maiyet birlikleri ve atlı yaya sekbanlarla düşman üstüne yürüyüp savaşa tutuştu. Gâvurdan birçok kelle, tutsak ve bayrak ele geçirdi. Arkasından gâvurlar hücuma kalkıp bizimkileri yerlerinden geri püskürttüler. Bunun üzerine bizimkiler karşı hücuma geçip gâvurları tepeye doğru sürdüler. Sonunda gâvurlar yaya askerlerini kirpi engelleriyle birlikte ön safa, süvarilerini arkaya geçirdiler. Sonra da azmış domuzlar gibi tepeden aşağıya saldırıp bizimkileri yıkık köye f54} kadar çekilmek zorunda bıraktılar.
Savaş burada da bir süre ileri geri dalgalandı. Sonra kalabalık kitleler halinde saldıran melunlar sağdan soldan saflarımızı bozup İslâm askeri üzerine bu sefer her yandan yüklendiler. Şah i toplarını da savaşa sokup İslâm ordusu üzerine mermi yağmuru yağdırdılar. Tuna kıyısında Vezir Koca Arnavut İbrahim Paşa komutasındaki birlikleri bozup vadiye girdiler ve ordu-yu hümayunun ordugâhı önüne geldiler. Sol kanatta Şam Beylerbeyi Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa direnmekteydi. Şam askeriyle birlikte zorlu bir kavgaya girmişti. Tatar Hanı ise, hiç bir şekilde onun yardımına koşmadı. Sadece kısa bir süre önce Kırım’dan gelerek Orduyu Hümayuna katılmış bulunan Hacı Giray Sultan bir aralık gelip savaşa karıştı.
Sadrazamın çevresindeki askerler, düşmanın her iki yandan saldırıp ilerlediğini ve İslâm ordusunun bozulmaya yüz tuttuğunu görünce güçleri azalıp kavga ve döğüş hevesini yitirdiler. Sonunda da her zaman bir bozguna sebep olan şaşkınlık halleri göstermeye başladılar.
Polonya Kıralı askerleriyle doğruca Sancak-ı Şerif üzerine saldırıya geçtiğinden, Sadrazam atına bindi. Sağlı sollu maiyet halkını, Şeyh Vani Efendiyi ve silahtarlarla sipahileri savaşa hazır duruma getirdi. Her iki kanattaki paşalar bozulmaya başlarken, ordunun kalbinde Sadrazam çevresindeki askerlerle birlikte sarsılmamış bir halde dimdik ayakta duruyordu. Fakat gâvurların saldırıları gittikçe arttı. Şiddetinden hiç bir şey kaybetmeksizin beş altı saat sürdü. İslâm ordusu üzerine düşmanın top, tüfek mermileri yağmur gibi yağıyordu. O zaman Müslümanlar iş işten geçip bozgundan kurtulmak imkânı kalmadığını anladılar. Sadrazamın çevresindeki askerler bir yandan dövüşüp bir yandan kaçmaya koyuldu. Çoğu doğruca çadırlarına koşuyor ve sadece canıyla malını kurtarmayı^ düşünüyordu.
Sadrazam en yakın adamları ve Sancak-ı Şerifle birlikte dövüşerek otağına doğru çekildi. Bu sırada din düşmanları sağdan soldan ordugâhın içine girmiş bulunuyordu. Metrislerde kalmış olan askere, bulundukları yeri derhal boşaltmaları için buyruk gönderildi.
Düşman cellat çadırına varıp hazine çadırına bir bayrak dikince, Sadrazam yakın adamlarından birkaçıyla tekrar savaşa girip orda bulunan yığınla gâvura karşı çarpışmağa başladı. Elinde mızrağı gâvurların içine daldı. Maiyeti halkından bir kısmı, bu arada mektupçusu Hırvat Ali Efendi ile birçok ağa ve içoğlanı öldürüldü; Bir kısmı da yaralandı. Kendisinin kırmızı ceketli Arnavut muhafızları son nefere kadar kırıldılar.
Sadrazam gözü pek bir gayret ve çılgınca bir inatçılık içinde buradan uzaklaşmak istemiyordu. Bugünü görmektense ölmek yeğdir, diyerek ölümü savaş meydanında bulmak kararındaydı. Sipahi Ağası Osman Ağa, bunca din kardeşine acıdığı ve Sancak-ı Şerifi kurtarmak istediği için Sadrazama yalvarmaya başladı: “Efendimiz, kerem eyle! İş işten geçti! Fakat senin varlığın ordunun can damarıdır! Onu kurban ederseniz, bütün İslâm ordusu yok olur! Lütfet, çekip gidelim!”
Böyle söyleyip Sancak-ı Şerifi eline aldı ve Sadrazam sağ kalan maiyetiyle birlikte Yanık’a doğru çekilmeye yöneldi. Güneş batınımdan bir buçuk saat önce otağın arka kapısından çıkarak yola koyuldular. Orduda bulunan herkes sadece yükte hafif öteberisini yanına alıp, öteki mallarım olduğu gibi geride bıraktı. Böylece perişan ve yaslı bir halde, sadece kuru canlarım kurtararak ve kanlı gözyaşları dökerek çekip gittiler.
Gâvurlar ise, bütün çadırları, cephaneyi, savaş araçlarını ve büyük küçük üç yüz topun tamamını ele geçirdiler. Sadrazamın kendi hâzinesiyle diğer bütün malları çadırında kaldı. Sadece koyuna sokulabilen ve koltuğa sıkıştırılabilen ufak şeyler kurtarılabildi.
Her şeyin sahibi Allah’ın yüce arzusu ve İlâhî takdiriyle meydana gelen bu korkunç bozgundan herkes şaşkına dönmüştü. Yatsı vakti Sultan Süleyman’ın otağını kurmuş olduğu yerdeki saraya geldiklerinde yollarım da kaybettiler. Bir saat kadar burada şaşkınlık içinde, bir ileri bir geri at sürdüler. Sonunda Reis Efendi’nin adamları bir meşale yaktılar da, bu sayede yolu seçip Yanık’a doğru ilerlemek imkânını buldular.
Viyana’dan dört saat ötedeki ırmağı geçtikten sonra Sadrazam atının başını yolun sağ tarafına çevirip kenarda bir süre dinlendi. Sonra tekrar yola koyuldu. Gün doğarken sabah namazım tam zamanında kılmak üzere kısa bir mola verdi. Arkasından tekrar atlara binilip hareket edildi.
Ordunun geri kalan kısmı da, kimi önden kimi arkadan ama hepsi can kurtarma telaşı içinde Yanık’a bir an önce varmak amacıyla yollara dökülmüştü.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatmasında Temmuz’dan Ağustosa Geçiş
Sadrazam öğleden önce Vezir Ahmet Paşa kolunu ziyaret etti. Burada yarım saat kaldıktan sonra Yeniçeri Ağasının tabyasına gitti. Orda bulunduğu sırada Haznedar Ali Ağa da geldi. Sadrazamın yanında bir süre dinlendi. Birlikte serdengeçtilerin ileriye alınmış metrislerine giderek buradan kaleyi seyrettiler. Ancak Sadrazam haznedarla birlikte geri dönmedi. Kendisi için yeni kurulan tabyanın yapım çalışmalarını gözden geçirip eski savaş mahallinde kaldı. Sadece bir tek tabyaca ustası olduğundan Sadrazam dokuz kişiye küçük timarlar vererek onları tabyaca ustası tayin etti.
Metrisler her gün bir parça öne alındığından Yeniçeri Ağası için de yeni bir tabya yaptırıldı. Bu kola verilmiş bulunan beş Kolombrine topuyla yirmi beş Sahi topu ön hatlara çekilip ateşe hazır duruma getirildi.
İkindi namazından sonra sağ kanattaki Kara Mehmed Paşa kolunda bir lağım patlatıldı. Bir hayli gâvuru yok ettiyse de istenilen etkiyi pek yapamadı.
Güneş batmazdan az önce Tököly’den bir ulak geldi. Güneş batımından sonra gâvurlar, Kara Mehmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlattılar. Ama Allahın lütfu sayesinde kimseye bir zarar vermedi.
31 Temmuz Cumartesi
Bugün Haznedar Ali Ağa, Padişahın yanına dönmek üzere erkenden yola çıktı. Yanık’a kadar yanına Aydın Sancak Beyi Şeyhoğlu Ahmed Paşa ile Sadrazamın Delilerinden bir birlik verildi. Aynı zamanda Sadrazamın ağalarından Ömer Bey, Belgrad’a gönderildi. Yeğen Hüseyin Bey Te Telhisi İsmail Ağa’ya Haznedarın kafilesini mehterhaneyle uğurlamak görevi verildi. Sultan Süleyman otağının kurulduğu yerde yemek molası verildi. Telhisi İsmail Ağa ordugâha dönerken yola çıkan Ali Ağa’yla birlikte bir süre daha gidilip alayla uğurlandı.
Perşembe günü Tököly’den gelmiş bulunan Hırvat, bugün Tatar hanının oğlu Alp Giray komutasında on bin tatar askerinden meydana gelen bir takviye kuvvetinin Tököly’ye verildiği fermanını aldı; kendisine ayrıca iki adet hilat verildi.
Sipahi ve silahtar birliklerinden kendilerini, serilen geçti olarak yazdırmış bulunan bin askerin adı Sadrazamın huzurunda okundu ve künyeleri kütüğe geçirildi. Sipahiler altı bölüğe ayrıldı. Silahtarların adlarının okunması bugün yapılmayıp, ertesi güne ertelendi.
Akşam üzeri gâvurlar Kara Mehmed Paşa kolunda bir lağım patlattılar. Ancak Allahın inayetiyle, İslâm ordusuna hiç bir zarar vermedi. Aksine geri tepip bir hayli gâvuru cehennemin gayya kuyusuna gönderdi. Yeniçeri Ağası, Sadrazama bir ulakla haber gönderip metrislerde bir sancağın dahi zarar görmediğini bildirdi. Bu güzel haberden dolayı Sadrazam, ulağı çil çil altınla mükâfatlandırdı.
Yatsı namazı vakti Rumeli kolundan şarampollere karşı hücuma geçildi. Allahın yardımıyla hücum edenler ilerleyip şarampole bitişik hatta kadar olan kısmı ele geçirerek burada metrislendiler.
Geceleyin Tuna tarafındaki hristiyan ordusundan dokuz gâvur geldi. Sadrazamın huzurunda “Biz kendi arzumuzla kaçıp size hizmet etmek için geldik!” dediler. Merhamet sahibi Sadrazam lütûf ve kerem göstererek adamların Delibaşının emrine verilmesini buyurdular.
Yeni bataryalara yerleştirilmiş bulunan toplardan ikisine gâvurun güllesi değdi ve kundakları paramparça oldu.
Geceleyin şarampoller alınıncaya kadar bombalar ve taşlarla beş saat süreyle tasvir olunmaz bir savaş yapıldı.
1 Ağustos Pazar
Bugün Hanın oğlu Alp Giray Sultan rüzgâr gibi at koşturan on bin tatar ve Tökeli’nin maiyet adamlarıyla birlikte Pressburg’a gitmek üzere yola çıktı.
Râkoczy’den gelen ulaklar mektup getirdiler. Kendilerine Sadrazamın huzurunda hilat giydirildi. Öğleden sonra silahtar serdengeçtileri altı bölüğe ayrıldılar. Hepsi bin kişi kadardı. Sadrazamın huzurunda teker teker adları okundu. Düşman bugün çok şahane güllelerle atışa başladı. Öyle ki, rastladığı yeri süpürüyordu.
Yakalanan bir gâvur getirildi. Sadrazamın huzurunda sorguya çekildikten sonra öldürülmedi. Düşman ordusundan kaçtığı ve tavlacı askerler tarafından yakalandığı anlaşıldı.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Text
Kuşatmaya Devam Ederken Yaşanılanlar: Viyana Seferi
Akşam namazından sonra gâvurlar Rumeli kolundaki galeriye bir baskın düzenledi. Hatta, bir iki gâvur, galeriden içeriye bile girdi. Fakat gözü pek serdengeç-tilerle Rumeli yeniçerilerinin keskin kılıçları yırtıcı şahinler gibi gâvurların üstüne saldırıp mel’unları kılıçtan geçirdiler; hepsini geriye püskürtüp yirmi tanesini yere sererek bir o kadarını da savaş dışı olacak derecede yaraladılar. Bu hayırlı haberi getiren Muhzır A-ğaya hilat giydirildi. Bu arada dört kelle elde edilip Sadrazama getirildi. Getirenlerin her biri yirmişer altın babşiş aldı.
Bu kavgada, göğüs göğüse savaşanların arslanı Kul Kethüdası Çelebi İsmail Ağanın ve savaş meydanlarının etrafı çiğneyip geçen fili Rumeli Beylerbeyi Şeyhoğlu Ali Paşanın o gün gösterdikleri kahramanlık ve mertlik her türlü tasvir ve tasavvurun bin kat üstünde olmuştur. Gerçekten her ikisi de korku durak bilmez gözü pek kahramanlardı, düşmanla karşıtlaşması çok iyi biliyorlardı. Günümüzde benzerlerini bulmak imkânsızdır.
Ortalık ağarmazdan önce, mel’un gâvurlar, Zağarcı koluna karşı bir baskın düzenlediler. Fakat yiğit serdengeçtiler tarafından durdurulup geri püskürtüldüler. İçlerinden birçoğu tepelendi. İslâm askerleri gâvurların domuz damından kazma, kürek, boru ve davul ganimet aldılar. Bunlar Sadrazama getirildi. Getirenler, ummadıkları derecede bahşiş aldılar.
Konya alaybeyi tabyasında çok az asker bulundurduğundan Sadrazamın gözü önünde kendisine iki yüz sopa vuruldu.
Allahın yardımıyla tabyaya ulaşıldı ve bir lağım yerleştirme hazırlığına baştandı. Öğle namazından sonra sol kanatta Ahmed Paşa kolunda bir lağım patlatıldı. Allahın İnayetiyle gâvur lann domuz damını yıktı. Serdengeçtiier hücuma geçtiler ve yarım saat süreyle zorlu savaş oldu. Gâvurlardan bir kelle alındı ve Sadrazamın huzuruna getirildi. Getirenler, bahşiş aldılar.
Hepsi bin iki yüz doksan yedi kişi olan sipahi serdengeçtilerinin bir kısmı Sadrazamın huzurunda beratlarını aldılar.
12 Ağustos Perşembe Günü
Geceleyin İslâm ordusundan toplarla düşmana karşı öyle bir ateş açıldı ki yer gök inledi. Düşmanlar şaşkına dönmüş akıllarıyla ne yapacaklarını bir türlü bilemediler.
Tabyanın altına kazılan lağım bugün on arşın daha ileri götürüldü. Geri kalan sipahi serdengeçtiier i de beratlarını Sadrazamın huzurunda aldılar. Geceleyin azledilmiş olan cebecibaşı Fazlı Ağa’-nın oğlanlarından biri kaleye kaçmak isterken yakalandı. Sadrazamın huzuruna götürüldü. Adı ve neci olduğu soruldu. “Cebecibaşı Fazlı Ağa’nın hizmetkârıyım” diye karşılık verdi. Müslüman ya da gâvur olup olmadığı sorusunu da “Ben Efendime bağlıyım; efendim gâvur ise, ben de gâvurum” diye karşıladı. Sabahleyin mesele iyice soruşturulmak üzere kendisi tutuklandı.
İkindiden sonra tabyanın altına yerleştirilmiş bulunan her iki lağım patlatıldı. Ancak istenilen ölçüde etkili olamadılar. Fakat Allahın yardımıyla hücuma geçilip tabyanın içine ayak basıldı ve burda siperlere girildi. O zaman top ve tüfeklerle acı bir savaş başladı. Her ne kadar İslâm askerinden bir hayli yaralanan olduysa da, çok sayıda gâvur ölüm toprağına düşüp cehennemin alev uçurumlarına yuvarlandılar. Lağım patlamasından İslâm savaşçılarından da birkaçı şehit oldu. Ama düşman eliyle önemli hiç bir kayba uğramadılar. Sonunda iki gâvurun pis kellesi şimşek gibi çakan kılıçlarla koparılıp Sadrazama getirildi.
Bir topçu kuşatma toplarından biriyle düşmanın toplu bulunduğu yere nişan alıp tam isabet yaptı ve bu suretle rezillerden otuz kırk kadarını cehennem ateşinin içine yolladı. Öğleden sonra Sivas alay beyliği görevi eski alay beylerinden Seyyid Ahmed Ağa’ya verildi. Ondan önceki Alay beyi Abdüsselâm bu gece şehit düşmüştü.
Macar Kiralına takviye olarak bir Mirza komutasında tatar askeri gönderildi. Mirzaya orta derecede bir hilat giydirildi. Sol kanat serdengeçtilerinin ağası yaralandı ve üç dört saat içinde şehitlik rütbesine erişti. Görevi bir başkasına verildi.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatması Günlüğünün Arka Yüzü
Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Paşa almış olduğu buyruk uyarınca, yanına verilmiş altı bin İslâm gazisiyle Yanık önünde orduyu hümayundan ayrılıp Orta Macar Kıralı Tököly İmre’ye gitmek üzere yola çıktı. Tuna’yı Gran köprüsünden geçip Ciğerde-len palankasına vardı. Burada üç gün dinlendi. Dördüncü gün yola çıkıp iki gün sonra Uyvar kalesi önüne vardı. Burada Tököly İmre’nin on bin Macar askeriyle Leva kalesi önünde olduğunu öğrenince, ertesi gün tekrar yola çıkıp 29 Temmuzda ikindi üzeri Leva kalesi önüne geldi. Tököly İmre ordusunun karşısında konakladı.
Ertesi gün savaş meclisi kuruldu ve Leva kalesi kumandanına bir elçi gönderilerek kalenin teslimi istendi. Kale silah zoruyla alınacak olursa, içindekilerin toptan kılıçtan geçirileceği bildirildi. Kale kumandanı ise şu haberi yolladı: “Viyana kalesi kimde ise biz ona bağlıyız. Teslim olmayı kabul ediyoruz, gelin kaleye asker koyun. Eğer Viyana fethedilirse, ne güzel. O zaman kale de bütün ülke de sizin olur. Allah mübarek etsin. Ancak bunun tersi olursa, o zaman da Kayzerimiz nasıl olsa sizin kaleye koyacağınız askeri yok eder.” Bu söz akla yakın görüldü ve tekrar yola devam edildi.
Aynı ayın 31 İnci günü asker Nitra kalesi önüne varıp orda konakladı. Nitra kumandanı da tıpkı Leva kumandanı gibi haber gönderdi. Böylece ordan da yola çıkıldı. Waag suyu üzerine köprü kurularak öte yaka ya geçildi ve Ağustosun 2sinde Sered kalesi önünde konaklandı.
Burası da öncekiler gibi cevap verdi Şimdiye kadar bütün kalelerin, palankaların, bölgede ki köy ve kasabaların halkı hep boyun eğmişti. Ancak Vİyana’ya bağlı olduklarını da bildirmişlerdi. Kalelerin, palankaların, köy ve kasabaların ileri gelenleri Komorn adasında Tököly İmre’ye elçilerini yollayıp bağlılıklarını belirttiler. “Bize mutlaka Türk muhafız kıtalar yollamalısın, ancak bu suretle kadınlarımızdan, çocuklarımızdan, mal ve erzakımızdan yana güven içinde oluruz” dediler. Fakat Hüseyin Paşa bunlara güvenmedi.
Burdan da kalkılıp Tırnova adlı büyük şehrin önüne varıldı ve hemen kıyısında konaklandı. Pressburg kalesine bağlı ne kadar köy varsa yakıldı. Fakat bu bölgenin köylüleri kaçıp Slovakya dağlarındaki sarp kalelere sığınınca, Tököly İmre yok edilmelerine razı olmadı. “Eğer Viyana kalesi müslümanlarm yenilmez avucuna düşerse, bu insanlar bizim uyruğumuza geçe’ çeklerdir. O zaman da bunlardan Padişah için yüklüce vergi almak mümkün olacaktır” dedi. Ama yine de bunlardan ele geçenleri kılıçtan kurtulamadılar.
Bu yerden de yola devam edilip 9 Ağustosta Pressburg kalesine dört saat uzaklıkta bir yerde konaklandı. Serasker Hüseyin Paşa, Abdullah Ağa’nın yanma serhat askerinden ve Tököly İmre Macarlarından bir miktar adam verip Pressburg kalesi kumandanına yolladı. Fakat Padişaha boyun eğme teklifine bu kumandan top, tüfek ve kılıçla karşılık verdi; üstelik askerini dışarı çıkarıp savaşa tutuştu. Cesur serhat askerleri bunlara göz açtırmayıp üzerlerine yüklendiler. Bir kısmını kırdılar. Geri kalanlar kaleye kaçıp oraya kapandılar.
Kalenin iki büyük varoşu ateşe verildi, evleri yağma edilip yıkıldı. Getirilen tutsaklar şunları söylediler: “Bir ordu kumandanı Viyana kalesinin karşısında bulunan Alman askerinden atlı yaya otuz bin kişilik tabur düzüp Pressburg kalesinin yakınlarına geldi ve orda konakladı. Kale kumandanı bu ordunun kumandanına ulak yollatıp şöyle şikâyet etti: Türk askeriyle Tököly İmre üzerimize geldi. Bizden kaleyi teslim etmemizi istiyorlar. Ne yapmamız gerekir? Şu anda Türklerin asıl ordusu Kayzerin başkenti Viyana kalesini kuşatmış bulunuyor. İçindekiler umutsuz ve çaresiz kalmışlardır.
Eğer Viyana silah zoruyla alınır ise, o zaman bizim de teslim olmamız mı gerekir? Gerekmezse imdadımıza yetişin. Ordunun kumandanı da şöyle karşılık verdi: Türk ve Macar askerinin gelip sizden kaleyi istediklerini işittik. Dayanın ve sakın kaleyi teslime kalkışmayın. Hemen imdadınıza koşacak durumdayız. İşte bu haber geldiği için size kaleyi vermedik.” Bunlar öğrenildikten sonra tutsaklar öldürüldü.
Hüseyin Paşa bu haberi alır almaz hemen hareket edip, Pressburg kalesinden iki saat uzaklıkta Tuna kıyısına geldi ve orda konakladı. Hemen arkasından da Tököly İmre’nin bir casusu gelip, gâvur ordusunun kalenin arkasına vardığını ve orda konakladığını bildirdi. Tököly’nin kendisi de Hüseyin Paşa’ya bir adam gönderip şöyle haber yolladı: “Gâvur güçlüdür, onlarla baş edemeyiz. Ben kendi askerime güvenemem.
Serasker Hüseyin Paşa ve Varat Beylerbeyi Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa ve alay beyleriyle serhat askerinin pirleri bir araya gelip şöyle karara vardılar: Bu şimdiye dek ne gâvur ordusuyla, ne de bir kaleyle savaşa tutuşmadık. Padişahımızın vekili, kaleyi ve gâvur ordusunu daha görmeden savaşmadan niçin geri döndünüz diye sorarsa, kendimizi haklı çıkaramayız, başımızdan korkarız. Zira böyle bir durumda bizim boynumuzu vurdurtur. Savaşmadan geri dönmemiz İmkânsızdır.”
Tököly imre tekrar haber yollattı: “Ben bu Hristiyan ordusuna karşı çıkamam, çünkü benim askerim onların din kardeşidir. Savaşa girişilirse o tarafa geçecekler, bize dönüp savaşacaklardır. Siz ise, sayıca çok azsınız. Hepimizi yere sererler. İşte düşman, işte siz! Onlara karşı koyabilirseniz, buyurun çıkın!”
Kırat böyle deyip askerini alarak geri çekilmeye başladı. Böyle bir davranış bu gâvurun Sadrazamın huzurunda söylediği lafların ve ettiği gevezeliklerin tam tersiydi. Bu şekilde ihanetine daha sonra çok daha acı biçimde pişman olacağını şimdiden göstermiş oluyordu.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
23-24 Ağustos Viyana Kuşatması Günleri
23 Ağustos Pazartesi
Seher vakti Erdel Kralı trampetler çaldırarak hareket edip, Yanık kıyışındaki köprüleri beklemek üze re yola koyuldu. Serasker İbrahim Paşaya Ulak Çelebi’yle  gönderilmiş olan, orduyu hümayuna derhal katılması yolundaki buyruk kendisine ulaştırıldı.
Sadrazam metrislere gidip bir süre sonra tabyasına döndü. Tırhala alaybeyi şehit düştüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden biri tayin edilerek alaybeyi olarak hilat giydirildi. Bundan sonra Sadrazam Kul Kethüdasının tabyasını ziyaret etti. Buraya az önce Yeniçeri Ağası, Rumeli Beylerbeyi ve Kul Kethüdası gelmiş bulunuyorlardı. Savaş yönetimi hakkında konuşulup Sadrazam adı geçenleri emredilen işlerde hiç bir şekilde kusur etmemeleri konusunda uyardı. Sonra da kendi tabyasına dönüp bir süre orda kaldı. Arkasından dış hatlardaki tabyasına gitti.
Bu sırada Zağarcıbaşı Ağa’nın kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurların domuz damını yıkıp içindeki melûnları altında bıraktı. Hepsini yerin dibinde kaybedip cehennemin ebedi ateşine yolladı. Geceleyin kırk tane gâvur, sağ kanatta Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolundaki galeriye karşı bir baskın yaptılar. Bu kolun serdengeçtileri karşı koymayı başaramayıp kaçtılar. Bu olay Sadrazamın kulağına gidince bu serdengeçtilerin ağasını tabyada bulunduğu sırada huzuruna çağırttı, bağırıp en ağır şekilde azarladıktan sonra hapsettirdi.
Akşama doğru Rumeli kolunda püskürme cinsinden bir lağım patlatılıp din düşmanının domuz damını yerle bir etti, gâvurların metrislerini yıktı. Domuz damının direklerini getirenler Sadrazamın Kethüdasından hediyeler aldığı için, serdengeçtilerle öteki savaşçılar bunu kıskanıp gayrete geldiler. Bir saate varmadan yığınla direk ele geçirip tabyasının önüne getirdiler. Ayrıca oradaki kirpi engellerini de söküp getireceklerine dair söz verdiler.
Tatar Hanının ulakları iki tutsak getirdi. Gâvurların ordugâhında ele geçirilmişlerdi. Serçeşmeye teslim edildiler. Sonra gâvur ordusundan bir başka tutsak daha getirildi. Bu gâvur sorguya çekilirken, bütün gâvurların paniğe kapılıp ordugâhı terk ettiklerini ve kaçıp gittiklerini söyledi.
Tatar Hanı ırmağın öte yakasının düşmandan arınmış olduğunu görünce, oraya büyük bir gayretle atılıp her yanını yakıp yıktı ve çöle döndürdü.
24 Ağustos Salı
Trabzon Alaybeyj eceliyle öldüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden Kır Ali tayin edildi ve Sadrazamın huzurunda alaybeyi olarak hilat giydirildi. Dünkü gün, dört kişi, gâvurların şarampolü dibinde şarap içerken yakalanmıştı. Bugün herkesin önünde her birine iki yüzer sopa vuruldu. Öğleden önce Draskovich ile her iki Nadasdy, Sadrazamın elini öperek dönüş için izin istediler. Kendilerine orta derecede üç hilat giydirildi.
Tatar Hanının oğlundan bir ulak gelerek Hüseyin Paşa C46) ile Tatar ordusunun Morava suyunu geçtiğini, karşı yakada gâvurların eskiden ordugâhlarının bulunduğu adada çadır kurup yerleştiğini bildirdi. O tarafa doğru gidenler, adı geçenlerin gerçekten anılan yerde çadır kurmuş olduklarını kendi gözleriyle gördüler. Irmağın beri yakasında bulunan birliklerden birçok sekban ve gönüllü suyu geçerek gâvurların terk etmiş olduğu yeri araştırdılar, erzak ve başka ganimetler getirdiler.
Kaledeki gâvurlara gizlice şarap götüren İzmirli sekiz dokuz Hristiyan arabacı yakalandı. Her birine herkesin önünde iki yüzden üç yüze kadar sopa vuruldu.
Ayrıca şunları da bildirdiler:
Hüseyin Paşa’yla Tatar Hanının oğlu, askerleriyle önce söz konusu edilen yere varmışlar; ordugâh kurduktan sonra yürüyüşe geçmişler; bir ya da iki saat yol almışlar. Burada çeşitli birliklerden toplanmış gâvurlarla karşılaşıp kısa bir savaş yapmışlar. Allah’ın emri böyleymiş ki, Eğri Beylerbeyi Kör Hüseyin Paşa ırmağa düşüp şehit olmuş. Varat Beylerbeyi Mehmed Paşa da aynı şekilde ırmağa düşmüş, fakat yüzerek beri yakaya ulaşmış. Öteki yakada kalan diğer askerlerin ne olduğu öğrenilemedi.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihteki İlk Kahramanlar; Prometheus ile İO
İnsanlara ateşi verdiği için cezalandırılan Prometheus, kayasında oturduğu günlerin birinde garip bir yaratığa rastladı. Taşlan, yamaçları tırmanarak kaçan bu yaratık bir, inekti, ama genç bir kızın sesiyle konuşuyordu. Prometheus’ü görünce durdu, ona kendisinin aslında bir kız olduğunu söyledi.
Bunları duyan Prometheus onu hemen tanıdı;
“Bilirim, seni İnakhos’un kızı lo’sun sen, Tanrının yüreğini aşkla Her a nefret ediyor senden. Seni bu çılgın kaçışa da sürükleyen Hera’dır.”
Io şaşırıp kaldı. Bu ıssız yerde adım bilen birisi vardı. Ona kim olduğunu sordu:
“Ölümlülere, ateş yeren Prometheus”
Cevabını alınca, o da karşısındakini tanıdır Birbirleriyle rahatça konuştular. Io, kendisini bu kılığa sokan tanrıçanın Hera: ama asıl sebebin Zeus olduğunu anlattı. Tanrılar tannsi, Io’ya tutulmuştu. Ama Hera’nm korkuşu, sevgisinden daha büyüktü. Seviştiklerinin farkına varılmasın ç&ye kalın, karanlık bir bulutla kapladı dünyayı; böylece Io da, kendisi de görülmeyecekti. Kurnaz Hera, gün ortasında ansızın gece olduğunu görünce kocasından kuşkulandı; onu göklerde de arayıp bulamayınca dünyaya indi; kpyU bulutların çekilmelerini duyurdu. Zeus da tez davrandı, beyaz, sevimli bir inek yapıverdi Io’yu. Hera’ya da yeminler etti, ineğin topraktan o anda çıkıverdiğini, daha önce onu görmediğini söyledi. Ovidius’a göre, sevgililerin yalanlan tanrıları bu yüzden kızdırmaz. Zeus bile yalan söyledikten sonra kim kızabilir? Bu öykünün gösterdiği bir şey daha var: Hera, o yalanlara inanmadı. İneğin çok güzel olduğunu, onu kendisine armağan etmesini söyledi Zeus’a. Zeus’un elinden ne gelir? Tuttu, ineği karısına verdi.
Kim bilir belki Io’yu karısına Verirken, günün birinde yine sevgilisine kavuşabileceğini, onu Hera’nın elinden kurtarabileceğini umuyordu. Ama ne bilsin ki, karısı ineğin başına yüz gözlü Argos’u bekçi koyacak… Argos, gözlerinin bazılarıyla uyurken geri kalanları ile Io’yu gözetliyor, kolluyordu.
Zeus, bir şey, yapamaymca Hermes’e gitti, ona Argos’u öldürmenin bir yolunu bulmasını söyledi. Tanrıların habercisi, yüce Zeus’un oğlu Hermes, ölümsüzlerin en kurnazlarından biriydi. Yeryüzüne indi, üstündeki bütün tanrılık belirtilerini bir yana bırakarak köylüler gibi giyindi, eline de sazlardan yapılmış bir kaval alarak Argos’un yanına vardı. Argos, çalgıdan çok hoşlandı, yanına çağırdı onu: “Gel, şöyle otur da bana kaval çal biraz,” dedi. “Buranın gölgesi tam çobanlara göre…” Hermes keyifle yanma çöktü Argos’un, ona öyküler, masallar anlattı, çalgı çaldı. Argos’un uykusu geldi, ama doksan dokuz gözü uyuşa bir gözü açık kalıyordu hep. Sonunda, Pan’la Syrinks’in öyküsüne sıra gelince, dayanamadı. Aslında o öykü kimsenin uykusunu getirmemişti o zamana kadar; ama bekçiye sıkıcı geldi işte. Yüz gözü de uykuya daldı. Hermes de fırsatı kaçırmayıp hemen öldürdü onu. Bir süre sonra Hera, Argos’un gözlerini alıp sevdiği hayvanın, tavusun kuyruğuna yerleştirmiştir.
Bekçinin ölümüyle Io serbest kalmıyordu, öfkelenen Hera, bir at sineği taktı onun arkasına. Io kaçıyor, sinek kovalıyor, durmadan onu sokuyordu. Buna dayanamıyan Io, sonunda çıldırdı:
Uzun deniz kıyılan boyunca, kovalıyor beni. Yemek içmek için duramıyorum. Beni bırakmıyor, uyuyamıyorum.
Prometheus, geleceği gören bir kişi olduğu için, Io’nun başından neler geçeceğini biliyordu. Daha çok ülkeler dolaşacaktı Io, çok denizler geçecekti. Geçeceği ilk denize, Io’nun ardından Ionia, ilk boğaza da înek geçidi anlamına gelen Bosphoros (Boğaziçi) denilecekti. Ama bunları söylemedi Io’ya, daha sonrasını, Nil kıyılarına varacağını, orada Zeus tarafından yine inşan kılığına sokulup ona Epaphos adlı bir oğul doğuracağını anlattı. Şu cümleyi de ekledi sözlerine:
Şunu bil ki senin soyundan Yiğit, cesaretli biri çıkacak Ve kurtaracak beni buradan.
Sözü edilen kişi, kahramanlar kahramanı Herakles’di. Prometheus da özgürlüğünü ona borçlu olacaktı.
0 notes
istanbulsaray-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatması “Kör Hüseyin Paşanın Şehit Düşmesi”
Kral Tököly İmre; “Henüz her şey kaybedilmiş değildir. Sabırlı olun ve geri çekilmek için bir yol bulun” diye haber yolladı. Fakat Hüseyin Paşa onun sözünü dinlemeyip sadece; “Yüce Allah, hak dinimizi bu gâvurların yardımına muhtaç etmesin” diye düşüncesini açıkladı.
Sonra da emrindeki İslâm askeri ve Alp Giray Sultan’ın Tatarlarıyla hiç duraksamadan din düşmanlarının üstüne saldırdı. Dört bir yandan savaş naraları atıp tüfekleriyle yaylım ateş açtılar. Arkasından da yalın kılıç hücumla savaş düzeni almış gâvurların içine daldılar. Zorlu bir savaş ve döğüşe başladılar.
Fakat din düşmanları otuz alaydan fazlaydı, ikiye ayrılarak yaya askeriyle toplarına meydan açtılar. İslam askerini iki yandan kuşattılar. Gaziler ise, yine de yiğitliği ve yürekliliği elden bırakmayıp şan ve şerefle dövüşerek gâvurların ilk beş alayını yere serdiler. Savaş düzenlerinin ta derinliklerine kadar sokuldular. Fakat gâvurlar pusuda duran yaya birliklerini öne sürdü ve bütün toplarıyla aynı anda ateş açarak İslâm savaşçılarını mermi yağmuruna tuttular. O zaman Eğri’nin serhat süvarileri ağası Biçlizade, Pozegalı Bayram Paşanın oğlu ve gönüllüler ağası olup Padişahın yüce hareminde yetişmiş Gazi Bey şehit düştüler. Bunları nice nice İslam gazilerinin şehit olması izledi.
Tatarlar hemen kaçmaya koyuldular. Ama Serasker Hüseyin Paşa sağlam bünyeli, gayretli, gözü pek ve kılıcından kan damlar bir gazi olduğundan yerinden kıpırdamayıp İslâm gazilerini coşturdu. Askerle birlikte düşman alaylarına bir defa daha hücuma kalkınca sağındaki solundaki adamları düşmanın açtığı ateşle vuruldu; kendisi de başından ve sağ dizinden yaralanarak saf dışı oldu. Yere batası gâvurlar, bu sırada üçüncü defa top ve tüfekleriyle yaylım ateşine başlayınca İslâm gazilerinin direnci kırıldı. İkiye bölündüler. Bir kısmı Tatarların ardından gidip geldikleri yoldan geriye kaçtılar. Bunlar bin bir güçlükle sonunda canlarını kurtarmayı başardılar. Öteki kısım Hüseyin Paşa’yla birlikte Tuna’ya yönelip Morava Köprüsü’ne doğru çekildiler. Gâvur süvarileri arkalarını bırakmadı. Gâvurların köprüye varıp burasını tutmasından önce köprübaşına ulaşabilen İslâm gazileri kendilerini karşı yakaya atabildiler. Ancak din düşmanları arkada kalanlara köprübaşında yetişip yollarını kesince, hepsi hak dini uğruna dövüşe dövüşe şehit oldu.
Zavallı Hüseyin Paşa kendisini sanki Tuna boyunca kaçmak istiyormuş gibi gösterip, sonunda o da Morava Köprüsü’ne geldi. Atından inip dövüşerek köprüyü geçmek niyetindeydi. Bu sırada düşman köprüyü yıkmış bulunuyordu. Silahtarının yardımıyla köprünün ayaklarına tutunarak ırmağı geçmeye kalkıştı. Ancak yaraları yüzünden gücü azalmış bulunduğundan suya yuvarlandı ve silahtarıyla birlikte boğuldu.
Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa yüzerek karşı kıyıya varmayı başardı. İslâm savaşçılarının bir kısmı boğulup bir kısmı da savaşta şehit düştüler. Aralarında Szolnok Sancakbeyiyle Eğri alaybeyi de bulunmaktaydı. Sağ kalan seksen gazi Viyana yakasındaki kıyıya erişiriz umuduyla suya atılıp bir adaya çıktılar. Ancak karşı kıyının çok uzak olduğunu görünce tekrar gâvurların bulunduğu tarafa döndüler. Sudan çıkar çıkmaz bunların yetmişi hemen oracıkta şehit edildiler. Sadece on kişi canını kurtarabildi. Bu kurtulanlar Morava’dan iki saat ötede bulunan bir yere sığınıp geceyi burada geçirdiler. Ancak ertesi günü selâmete çıktılar. Bu sırada Tököly İmre ile Tatarlar doğru yoldan gelmişler ve burunları bile kanamamıştı.
Ertesi gün Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa sağ kalan İslâm gazilerini yanına alıp Tököly İmre’ye gitti. Onunla birlikte Uyvar’a vardılar. Paşa burada başlarına gelenleri ayrıntısıyla anlatan bir mektup yazıp Sadrazama yolladı.
Sadrazam olayları daha felâket günü öğrenmiş bulunuyordu. Her şey Tuna’nın karşı kıyısında olup bittiği için imdada koşmak imkânsız görülmüştü. Maraş Beylerbeyi olan Kethüda Sarhoş Ahmed Paşa’ya Eğri vilâyetini verdi. Kendisine derhal Tököly Imre’nin yanına gitmesi, Varat Beylerbeyi Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa’yla ve Eğri vilâyetiyle Varat vilâyetinin tımarlı askeriyle birleşmesi, sonra da hep birlikte tekrar Viyana hizasına gelmesi ve gerektiğinde beri yakaya geçmek üzere orda konaklaması ferman buyruldu. Sadrazam ayrıca kendi ağalarından Erzurumlu Deli Ömer Ağa’ya Karahisar-ı Sahib sancağını ve ağanın selefi Ömer Paşa’ya da Maraş vilâyetini verdi. Her ikisine de hilat giydirildi.
Şimdiye kadar Sadrazam Viyana kalesini vire ile almak, böylece ölçülemeyecek derecede büyük bir serveti ele geçirebilmek kuruntusuna kapılarak kuşatmaya bütün gücüyle yüklenmeyip kalenin bombardımanını gevşek tutmuştu. Ama şimdi onun kötü niyetinden uğursuz sonuçlar çıkmaya başlamıştı. Toprak kurtları deliklerinden dışarı çıkıp dağı taşı kaplamaktaydılar.
Gâvurların Orduyu Hümayuna karşı büyük ölçüde harekete geçtiklerini çok iyi bildiği halde Sadrazam kuruntusundan bir türlü vaz geçmeyip kaleye daha güçlü olarak sarıldı. Artık uykusunu ve istirahatini terk etmiş, kaleyi fethetmek için her çareye başvurma yolunu tutmuştu.
Rahmetli Abaza Kör Hüseyin Paşa’nın yanında kethüda olarak hizmet görmüş olduğu için, Vezir Abaza San Hüseyin Paşayı yanına çağırttı. Kendisine üzüntüsünü bildirdi. “Ne yazık ki, planımı gerçekleştiremedim” dedi. “Niyetim, rahmetliye hizmetinden dolayı vezirlik vermek, yüksek bir görevle mükâfatlandırmak ve akranları arasında yüceltmekti.”
Sarı Hüseyin Paşa: “Allah size uzun ömür versin, efendimizin uğruna kurban oldu!” karşılığını verdi.
0 notes