#bari hapi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Bari Hapi - Nawesuto (2017)
#west.#shigeoka daiki#kiriyama akito#nakama junta#kamiyama tomohiro#fujii ryusei#hamada takahiro#kotaki nozomu#gifset#starto ent#jpop#bari hapi#this was so cute#they all look so happy lmao
0 notes
Text
Yazarını Yazan Öykü

Ne zaman bir öykü yazsam, bir adam hep bir yere gidiyor. Buradayım diye sızlanıyor sonra. Görülmek, bilinmek, kavuşmak istiyor. Kimse duymuyor sesini. Bir yandan ona diyorum, duysalar ne olacak? Ardından bir kaçkın olduğunu hatırlatıyorum ona, başına gelenin kendi eseri olduğunu söylüyorum. Ben bir öykü yazınca, derhal karakterlerimi karıları terk ediyor. İnsanlardan kaçıyor onlar da, fakat insanlara muhtaçlar. Bu çıkmazın sonlarında, ölün diyorum ben de. Çatılardan atlıyorlar en sonunda. Ölürseniz sevinirim sizler için, diyorum. Ölüyorlar. Şimdi onları bir kenara bırakmalı. Cesur olmak istiyorum. Bari bu öykü için. Öyle olsun bu kez. Bir kız vardı orda bir yerde. Güzel bakan bir kız vardı. Büyü gibi seviyorum onu. Sanki çok konuşunca, çok yazınca her şeyin büyüsü bozulacak gibi. Her şeyi sonuna dek tüketmek mi bu, yoksa tadını çıkaramamak mı? Hiç bilmiyorum. Ona bir mektup yazıyorum, cesur olmaya karar verdiğim için:
Seni kaybederim diye, kendim olmaktan korkuyorum. Bu dünyanın bize güzel bir şey vereceğine dair itimat yok içimde. Yine de seni sevmek istiyorum. Biraz insan oluyorum böylece. Her şeyin bittiği günü düşünüyorum. Korku. Bu korku acı çekmekten çok, sana sesleneceğim bir gün beni duymayacaksın korkusu. Bu korku benden bıkarsın, senden bıkarım korkusu. Her şeyin bittiği zamanlarda, seni hatırladığımı bilmemenden, belki seni hatırlamamaktan, gelecekte ne olacağını bilmemekten, seni de bilmemekten, bu korku... Korku mu tüm bunlar? Bugün yaptığım, yapmadığım ne varsa, yarın pişman olmaktan… Korku mu kim bilir? Seni seviyorum, nokta. Sevgim, korkumdan büyük. Olsun, ne olacaksa olsun.
Buruşturup atıyorum bu kısa mektubu bir kenara. Yazarlar günlüklerinde, mektuplarında bile bir başkası oluyor. Gitmek istiyorum.
Günlerden bir gün, en belirsiz bir zamanda, ve yine öyle zamansız bir mekanda, bu kez yürüyenin kendim olduğunu hayal ediyorum. Kötü bir semtte yaşadığım için; kırlar, bahçeler, ve o kızı hayal edemiyorum yanı başımda. Bu hayal işini on beş yaşında bırakmam gerekiyordu biliyorum. Bu hayal işine hiç başlamadım da aslında. Olumsuzu kuruyorum sadece. Beş yaşından beri, olumsuzluğu besliyorum koynumda. Yürüyorum, bir yere varmayacak bir adamın öykülerini dağıtıyorum sağa sola. Şimdi zaman farklı biliyorum. Her şeyin sonuna doğduk. Şarkılar da, şiirler de, öyküler de görmezden geliniyor. Görülse bile çarçabuk tükeniyor. Sevgilere, korkular şaibe katıyor. Ama onu seviyorum, nokta.
Bir öykü yazıyorum diye, evden çıkıyorum. Evimin önünde düz bir sokak var. Sonu büyük bir parka çıkıyor. Sıkışıp kalmışım kendi içimde. O olsa beni anlar mıydı, diye soruyorum. Aslında akşam bunu yazarım, diyorum. Bunu sormuşum gibi yapıyorum kendime. O olsa beni anlar mıydı? Ama bir cevabı yok. Anlamazdı, anlamazdı belki ama öperdi. Gerçekten kopuş tam burada başlıyor. Umutsuz olmak istemiyorum, ancak sorular doluyor kafama. Yaşamak için değil, yazmak için soruyorum, yazmak için düşünüyorum. Kimsenin bulamayacağı o öyküler için, gerçeklerden kopmaya değer mi? Değmez. Vazgeçiyor muyum? Cevabın hayır olduğunu, bunu okurken anlamış oluyorsun. Ben ne muhtacım yazmaya, ne de seviyorum. Bir tembelin, alışkanlığından başka bir şey değil bu. Ama biliyorum, bulacaklar beni. Ölmeden bulsunlar. Cevabın bu olmadığını anlamadan ölmek istemiyorum.
Bizi içine hapis eden o binaların yanından, üç beş ağaca orman görmüş gibi sevinen yüreğimle, parktan içeri dalıyorum. Beni o hep orada bekliyor. Şiirlerimi ezbere biliyor. Hayır bilmiyor aslında. Başından bir mısra okursam (ki benim şiirlerim mısra ile değil cümleyle başlıyor, çünkü iyi bir şair değilim) gerisini getiriyor. Latife ediyorum ona. “Parklarda boş boş gezerim, göllere taş atarım. Siz de bunlara rağmen seversiniz beni ne güzel.” Cevap vermiyor. Siyah şişme bir mont giymiş. İçinde kahverengi bir kazak. Saçı sakalı yine uzamış. Gözlerinin altı mor mor. Gözleri çukuruna gömülmüş.
“İçtin mi?” diyorum.
“Evet içtim. Ama soğuktan kafama geçmedi.”
Ona derdin var mı, diye sormam hiçbir zaman. Onun hep bir derdi vardır, onun derdi; dertsizlik. Hiçbir şeyi yeterince istemediği için kendine kırgın. Sessizliği yıkıyor sonra,
“O kadar başkası oldum ki, kendimi hatırlamıyorum bile.”
“Hayır.” Diyorum. Onu o kadar iyi tanıyorum ki, gerçeğin bu olmadığını biliyorum.
“Sen, değiştin sadece, yeni varlığını tanımlayamıyorsun içinde.”
“Bilmiyorum.” Diyor. Kaçacak bir yeri olmayınca, sığınıyor bu kelimeye. Sonra devam ediyor,
“Çok hata yaptım. Şimdi buradan sonrası için pek güç yok içimde.”
Sigara paketini çıkarıyor cebinden, bu sırada cep telefonuna bakıyor. Birileri aramış yine, birileri tarafından aranmak onu kaygılandırıyor. Gitmek istemediği yerlere çağrılmaktan haz etmiyor.
“Ben isteyince arayım onları, onlar beni hiç aramasınlar ama…”
Sigarasını içmeye başlıyor. Ben konuşmazsam, konuşmaz.
“Hayır, sadece bu cümleleri tekrar ederek, kendini bunlara inandırmışsın.” Diyorum.
“Doğru.” Diyor ilk kez. Bilmiyorum, diyerek kaçmıyor. Devam ediyor konuşmaya,
“Kendimi kabul etmeliyim. Bu kadar deyip kenara çekilmeliyim. Bir işe girip, kıt kanaat yoluma bakmalıyım. Artık devlet büyüklerine kızgın da değilim. Her kuş uçacak diye bir kural yok bu zamanda. Karabataklar hem uçuyor, hem suların en derinine inip rızkını çıkarıyor.”
“Haklısın.” diyorum. “O zaman şikayet ettiğin şey ne, onları da at hayatından, her şeyi kabul ettiysen, içinde huzur olmalı.”
“Mutlu olmayı öğretmemişler bize.”
“Hep suçu başkalarına atıyorsun.”
“Tüm suçu sırtlandığım zamanda, aslında suç başkalarının demiyor mu insanlar? Çok çalışınca bu kadar hırs iyi değil demiyorlar mı? Eve tıkandığın zaman çık gez, çıkıp gezdiğin zaman, çok gezen pabucun bok getireceğini söylemiyorlar mı? Susunca konuş, konuşunca sus. Zor bir işe girince, vazgeç, vazgeçtiğin zaman çabalamalıydın, demiyorlar mı?”
Canımı sıkıyor onunla konuşmak. Saçma bir düğümün içinde yine. Onu da bir öyküme alıp öldürmek istiyorum. Ama dünyanın bir yerinde benden habersiz bir şekilde hep yaşayacak.
“İnsanları sevmiyorsan, onların dertlerini de yüklenme.” Ayaklanıyorum, gitmek için.
“Sen bunu nasıl anladın?”
“Anlarım ben. Sen sevgiden çok acıma duyuyorsun onlara. Başlarına gelen felaketlere üzülüyorsun, tüm insanların olumsuz enerjisini emiyorsun. Aslında dünya fena değil. Bir yerlerde patlayan bombalar, açlıktan ölen insanlar, bunlar seni aşan konular. Hiçbir şey yapamazsın. O kadar tembelsin, bir o kadar da fakirsin ki, elinden hiçbir şey gelmez. Hatta yardım bile etmek istemiyorsun, sadece böyle olmasın, her şey yolunda olsun yeter, diyorsun. Karışmak istemiyorsun hiçbir şeye, ama her şeyin de yolunda olmasını istiyorsun.”
Gözleri doluyor ben bunları söylerken, açığını bulmuşken bastırıyorum,
“Kelimeler bizi yanıltıyor. Her insan kelimelere farklı anlamlar veriyor. Kelimelere güvenme.”
Aklına bir kadın geliyor o anda, belki aynı kadını düşünüyoruz. Kimsenin hayatında olmak istemiyor, ama ardında bıraktığı boşlukta dolmasın istiyor. Boynunu büküyor, hüzünlü ama yine de şakasını yapıyor,
“İstemek, ne zehirli kelime. Orta Yol Parti’sini kuralım. İstemek kelimesini tedavülden kaldıralım.”
Uzunca ofluyor sonra, devam ediyor,
“Düzelip döneceğim, bekleseler olmaz mı?”
“Olmaz. Düzelmeyeceksin. Bırak seni isteyenler böyle istesin. Giden gitsin, kalan kalsın.”
“Beni onların böyle istemesini istemiyorum, ben kendimi böyle istemiyorken…”
Birkaç adım ileri atıyorum, arkamı dönüp,
“O zaman böyle yalnız yaşa, şikayet et, sızlan, kimsenin umurunda değil. Seni önemseyen insanları da sevmiyorsun sen, önemsenmeyi sevmiyorsun çünkü. Yalnız kalayım istiyorsun. Üstelik bu düşüncelerle yaşamak istiyorsun. O zaman kimse yardım edemez sana.”
“Bilmiyorum.” Dediği için, bana hak verdiğini anlıyorum.
“Kimse senin istediğin kadar dürüst olamaz, yoksa dünyada düzen mi kalır? Kendimizi bile kandırırız. Hiçbir şey saf değil. Sevgi de, nefret de, aşkta, kelimeler de. En masum bakışların ardından, ne şeytanlar çıkar biliyorsun. Kaldı ki sen de iyi bir yalancısın.”
“Baskıyla büyüdüm, yalan söylemeyi okulda öğrendim.”
“Yine yıkıyorsun sorumlulukları…”
Nutuk atmam onu kızdırıyor. Birden çatıyor kaşlarını,
“Benim derdim insanlar değil.”
“Senin derdin, insansızlık.” Diyorum. Kafasını sola büküyor sinirle.
“Gidiyorum.”
Elini sallıyor bana.
“Sen o çocuk olarak yaptın her şeyi.”
Yine gözleri doluyor.
“Kendine itiraf et ve yeniden başla.”
Parkta dolaşıyorum biraz. Orada oturup bekliyor. Bir sigara daha yakıyor. Dayanamıyorum onu görmeye. Farklı bir öykü arıyorum sokaklarda. Yok. İnsanı çıldırtan bir tekerrür. Yine de şikayetçi değilim. Filtre kahve mi yudumluyorum bir kafede. Böyle şeylerle mutlu olan insanlar var. Böyle şeyler işte. Bir fincan kahveyle, bir kekle, bir çayla. Bizim ki ne bekliyor bilmiyorum. Ona hayatı öğreteceğim. Geceleri uyumayı, gündüzleri erken kalkmayı. Kadere teslim olmayı. Bu pasif direniş, onu yıpratıyor.
Kafenin hemen yanında bir kokoreççi var, eskiden olsa severdim. Şimdi kokusu midemi bulandırıyor. Yine eve dönüyorum. Parkta ona kızsam bile, pek farklı değilim gibi ondan. Odama giriyorum. Orada bekliyor beni,
“Seni eve getirdim.” Diyor bana. “Seni konuşturan da, gezdiren de bendim.”
Gülümsüyor.
“Merak etme, ölmeyeceksin.”
4 notes
·
View notes
Text
kim gidebilmis ki ben gidecegim? gitmek bir bakima kacmak midir demistin sen kendine bu kadar uzakken. guc gosterisi. alay edercesine yudumladığında kahveyi birileri tanrı ile alay mı ediyordu. ne mi? uyan. uzak. kendine bu kadar uzakken beni nasil goruyorsun? ve nereden? bilirim ben çok şeyim... çok... şey. en cok hic oyle sey olmayanlardanim. siktir et beni. biraz daha ciddiyet mi istersin yoksa bu ayar iyi mi? mavi yakali. sen degilsin o. bu ayar iyi degilse oyle bir gelisi guzel davranalim mi yoksa birbirimize karsi yumruk yumruga mi verelim? ve altinda baris sloganlari atarken. vay canina. ne trajikomik. bilirim bu sekilde bir suru insan birbirini yer ve bitirir ve bir daha yeyip bitirir yedikce daha da yer ve bitirir ve sonrasinda kusar tum leşliğini. sen nereden biliyorsun diyenler oluyor diyorum sana bu sokaklar benim. neyse. sana gun gelecek tum bildiklerimi anlatacagim fakat sen su an ne benim tum bildiklerime ne de gercek dunyaya hazir degilsin. bir dogum ani degil bu aksine. uyan. bildigin gercekler diyorum senin kendini tanimlamana yetiyor mu? ya da sen kendini nasil biliyorsan peki ya digerleri seni nasil goruyor? insan bir bakima karsisindakinin yanilsamasiysa bu aynalarin icerisinde hapis olmus ruhlardan hangisi sensin? bedenin bir ruhsuzun altinda yalanip yutuluyorken? sakin ol. gecti. iste simdi diyorum ben yine bir budala gibi her seyi bilmislerden miyim yoksa sadece koskocaman, buyuk bir salak mi? sigaramdan bir duman alirken. sahi. sen kimdin? ben seni tanimiyorsam sen beni nerede gordun? bir yabanci gibi miyim en cok? sogukkanli bir puma miyim yoksa? hedefine odaklanan ve dogru an geldiginde en uygun hamleyi yapan ve dusmanini yok eden? sahi dusman kim? ben miyim yoksa?
5 notes
·
View notes
Text

Başörtü Davasını Kazandık Zannederken , Başörtünün Altındaki Başları Kaybettik.
Hatları-Hudutları olmayan Bir Kelime Bazıları için "Özgürlük" Nereye Gidersen Git , Neler Yaparsan Yap , Hangi kararları verirsen ver, "Sen Özgürsün" Diye öğrettiler Ümmetin Gençlerine.
Balığa Suyun Kendisi için Hapis Hayatı olduğuna inandırıp , "Özgür" olma adına sudan çıktığında can çekişmesine alay ettikleri gibi ümmetin kızlarına da ALLAH 'ın çizmiş olduğu hudutları esaret gibi gösterip "Sen Özgürsün" Diye Kandırdıktan Sonra Can Çekişmesini seyredip alay ettiler.
Dün 28 Şubatta Sadece Üniversitelerde okuma Hakkını isteyen Neslin Şimdiki Çocukları, O Üniversitelerin Mezuniyet Törenlerinde "Bahar Şenliklerinde" Erkeklerin omuzlarında arşa uzanma hazzını özgürlük zannetti maalesef.
1 Topun Etrafında koşan 22 Erkeğin arasında , Trübünleri Dolduranların bakışları karşısında daracık taytı, pantolonu ile Maç Yönetmeyi dahi "Özgürlük" Sandı kızlarımız. Oysa En Büyük Özgürlük ALLAH 'ın emir ve yasaklarına uymaktan ibaretti bunu bari bunu anlasalardı ...
01.09.2020 / Erdem Özveren
22 notes
·
View notes
Note
nej adamın birine soruyorlar işte cumhurbaşkanından ne istersiniz diye o da kelime-i şehadetin tanımı söylemiş bir kac ay önce ve birkac bir şey daha eklemiş sonra bi kesim bunu şikayet etmiş mahkeme falan açılmış adam diyo adalet şahitlik ve delil üzerine çalışir diyanet ve cumhurbaşkanından istediğim bana peygamberi ve allahı getirebilir mi ? vs daha devam ediyor diyanette yanıt olarak din sorgulanmaz sorguladigin için nikahın düştü falan demiş.(fuck the society ) cahil bir toplumdayız:'(
Siyasi düzeyde adalet gerçekten yemin ve şahitlikten oluşur. Buna inanır buna güveniriz. O yüzden her davanın başında yemin ettirirler, yalan beyan hapis sebebidir. Yani toplum aslında soyut bir kavram olan yemine inanır yeminle yönetilir. Keza din de öyle. Kelimei sahadet de saf yemindir. Emin olmadığın konuda yemin etmek, kaldı ki doğru olamayacağı bariz bir durumda yalan beyandır lol. Adam iyi trollük yapmıs da basına bir sey gelmese bari
10 notes
·
View notes
Text
🐦
Limon çığlık atıyor. Özellikle sabahları. Kuş haftalarca ötmedi, ötsün diye ne şebeklikler yaptım, şimdi çığlık atıyor. Özellikle bana bir isteğini anlatmak istediğinde. Abbooovv, bir kuşun böyle karakterinin olacağını hiç düşünmezdim.
Sabahları zaten güneşin doğuşuyla ötmeye bayılıyor. Akşamları kafesini başka yere alıyorum. Sabahları camın kenarına taşıyorum. Bir kumru çifti balkonumuza yuva yapıp yumurtladığı için onlar geliyor, Limon ile takılıyorlar camdan cama. Bizim Limon'un kafesini camın kenarına aldığım zaman mutlaka kapısını açıyorum. Yani Limon uyuyana kadar kapısı açık. Zaten memleketinden uzakta, zaten özgürlük namına bir şey kalmamış, en azından kapısı açık kalsın da hapis hissetmesin kendini istiyorum.
İlk zamanlar kafesini camın kenarına almıştım, uyumaya gittiğim için tek başına salınık kalıp başına bir şey gelmesin diye kapısını açmadım. Yatağa girdim, bildiğin çığlık atıyor. "Aha kuşa bir şey oldu." diye fırladım yanına, bir şey yok. Ben gelince susuyor. Bir kere daha gittim yine çığlık atmaya başladı. Ötme değil yani çıkardığı ses. Bildiğiniz çığırıyor karı bana. Geldim tekrar, hiç hareket yok bana bakıyor öyle bön bön. Kapısını açayım bari dedim, kapısını açmamla dışarı çıkması bir oldu. Meğerse kafesinin kapısının açılmasını istiyormuş hasbam.
Bir keresinde de uyuyakalmışım, cam kenarına almamıştım. Sabah çığlıklarıyla uyandım, cam kenarına koydum. Bazen yanında insan isteyince falan da çığırıyor. Koyduğum cam kenarında pencereyi açınca bir mutlu oluyor, hemen kuyruk sallıyor, ötmeye başlıyor. Her zaman da açamıyorum tabi pencereyi, rüzgar yiyip ishal olmasın diye.
Aha şimdi kumru arkadaşı geldi, hareketlendi iyice. "Tırrek" dedirtmeye çalışıyorum kuşa. Gidip gelip "Tırrek" diyorum. Öğretebilirsem var ya kendimi "Mother of Budgies" ilan ederim.
Limon, 'Dracarys' bacım! Ha gayret!
12 notes
·
View notes
Text
Yazgısal
Dağı dağa kavuşturan bir kez daha kavuşturmaz bizi Canımdan söküle söküle her gece; bir yıldızda hapis benim kardeşim Uykum kaçtı, küsmedim
Artık dedim memleket doğduğum değil sana doyduğum yerdir Toprağım diyip de çökemedim dizlerimin üstüne hiçbir zaman, ben senin vatanına da esmerliğine de göçmendim Sana tutundum kader savururken; bilmediğim yerde çok korktum, Sen yoktun Uykum kaçtı, küsmedim
Seni fırtınalar içindeyken uyuttum, gürültüyü duyma bari sen korkma diye Temiz kaldın başka bir diyarda; kaç kabus gerçek kılındı bana oysa, Uykum kaçtı, küsmedim
O bulutun ilk damlası benim İlk benim dudaklarıma düştü yağmurun tanesi Ben baharın annesi Ben veyaben, Bir enkazın ertesi Tanrı affetse kızım affetmeyecek beni; mezarımın yeri bile bilinmeyecek, kayıplarım gibi Zayıf ruhumu korumadı bu dünya, boğuk sesli biçimli elli
sen gibi..
Üstümde ölüm yorgunluğu var sevgilim
Bilirim; sen bu bene aşina değilsin
2 notes
·
View notes
Text
Sana her baktığımda beni karanlığa hapis ediyordun,ben de dedim bari siyahı seninle seveyim.
1 note
·
View note
Photo


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ayse-arman/basrolu-istanbulla-paylasiyor-41037796?fbclid=IwAR28z8eec6fdn_8lPnsVg4dhQMI8dgz7NokBXAwEKHVQPZ-DngLGxTHn1FE
.
BENİM RUHUM YAŞLI
28 yaşında olup 128 yaşındaki bir insan olgunluğunda nasıl davranıyorsun?
- (Gülüyor) Ruhum yaşlı! Yaşadığım hayatı görsen, “Emekli olmuş, işi bitirmiş!” falan dersin. İstanbul’da da, Los Angeles’ta da öyle yaşıyorum. Los Angeles genelde insanların kafasında bir partileme yeri, benim alakam yok.
Sen ne yapıyorsun?
- Bir kere kalabalık sevmiyorum. Gittiğim çok az yer var, görüştüğüm çok az insan var. Evime giren 3-5 arkadaşım var, o kadar. Ben kendime yatırım yapıyorum. Los Angeles’ta oyunculuk eğitimi alıyorum. Dil eğitimi, aksan eğitimi. Esas olarak da hobilerime para harcıyorum. Orada ailemden kimse yok, kendi kendimeyim.
Annenle baban nerede?
- Çanakkale’de yaşıyorlar. Emekli olduktan sonra köyden bir ev aldılar. Yedi-sekiz senedir Saroz Körfezi’ndeler. Arada ziyarete gidiyorum. Çok huzurlular. Ben de ilerisi için onlarınki gibi, kendimle baş başa olabileceğim bir hayat istiyorum. Yalnızlığı çok seviyorum. Bir de alıştım, 18 yaşında evden ayrıldım ben.
HAYATLA İNATLAŞMIYORUM KENDİMİ AKIŞA BIRAKIYORUM
Doğal yaşamı seven biri olarak bu dünyaya nasıl düştün?
- Bilmiyorum.
Best Model yarışmasına girme fikri nereden çıktı?
- Valla aklımın ucunda bile yoktu. Ben uzun yıllar profesyonel olarak basketbol oynadım. O yönde kariyer yapmak istiyordum. Hasbelkader fiziğim iyiydi o dönem. Arkadaşlarımın “Ya sen niye mankenlik yapmıyorsun?” gazıyla, “İyi, deneyeyim bari” dedim. Aslında meşhur olmak için kendini yırtan bir tip değildim. Yırtık bir tip de değilim. Konuşulmayı, göz önünde olmayı sevmem. Ama o kadar ısrar etti ki çevremdekiler, “Bir bildikleri var herhalde” dedim, kendimi denemek için girdim. Hiç aklımda yokken de kazandım. Hatta ismimi anons ettiklerinde arka tarafa bakıyordum, “Kim çıkacak?” diye. Arkadaşlarım dürttü. Çok komikti. O kadar ani oldu ki her şey...
Nasıl açıklıyorsun her şeyi, tesadüfle mi?
- O kadar çok tesadüf var ki benim hayatımda... “Madem bu yola gönderiyor hayat beni, yürüyeyim bari” dedim. Meğer ‘Adını Feriha Koydum’ dizisini çekenlerin bir tek erkek başrolü eksikmiş. O akşam da ben Best Model’da birinci oluyorum, görüyorlar, arıyorlar. “Dizimizde oynar mısın?” diye...
Demedin mi peki “Ben oyuncu değilim, nasıl yapacağım?”
- Dedim. “Yaparsın” dediler. “Peki denerim” dedim. Ben hayatla inatlaşmıyorum, kendimi akışa bırakıyorum. “Madem benden böyle bir şey istiyorlar. Ben de bunun için elimden ne geliyorsa yaparım!” dedim.
Oyunculuk alanında en çok kimden, ne öğrendin?
- Çok şanslıyım ben bu konuda. Çalıştığım işlerin hepsi gerçekten okul gibiydi. İlk işimde Vahide Perçin, Metin Çekmez ve Hazal Kaya vardı. Hepsi de çok tecrübeli oyuncular. Çok destek oldular. Sonra ‘Medcezir’i çektik, Barış Falay acayip yardımcı oldu. Bugüne kadar birlikte çalıştığım herkes bana bir şeyler kattı. İnsanlar sana bir şey veriyor ama önemli olan sen almasını biliyor musun? Ben alabildiğimi düşünüyorum.
BÜTÜN DÜNYA ONU İZLEYECEK!
Dizinin fragmanı, 1 milyonun üzerinde izlendi. Türkiye’de izlenme olasılığı yüksek. Dünya çapında umutlu musun? Aynı tarzda olmasa da, ‘La Casa Del Papel’ etkisi yaratır mı?
- Olabilir de olmayabilir de... Ama sonuç ne olursa olsun, biz bir imza iş yaptık. İlk defa yapılan bir iş ve çok emek harcandı. Bir buçuk-iki senedir çalışılıyor üzerinde. O yüzden içim rahat.
Dizide İstanbul’un muhafızısın. Bize biraz karakterini anlatır mısın? Kimdir Hakan?
- Hakan İstanbul’un koruyucusu. Genç, normal bir adam aslında. Üniversite okumuş mu okumamış mı bilmiyoruz. Senarist de bilmiyor ne olduğunu. Neşet Babası -yani üvey babası- tarafından büyütülmüş. Kapalıçarşı’da antika işi yapıyor. Babasının dükkânında çalışıyor. Riskler almak, yeni atılımlar yapmak isteyen bir karakter. Kendi ayaklarının üzerinde durmak istiyor. Sıradan bir çocuk ama aynı zamanda özel. Geçmişten gelen bir sırla, atalarından kalan tılsımlı bir gömleğin görevini devralacağını öğrendiği zaman ikilemde kalıyor. Çünkü İstanbul’un koruyucusu olmak, bunu yüklenmek çok büyük bir sorumluluk. Tamamen başka bir hayata geçiyor.
Başrolü İstanbul’la paylaşıyorsun. Biz bu arada İstanbul’un hem modern hem tarihi yüzünü görüyoruz. Kendini İstanbul elçisi gibi hissediyor musun?
- Bütün dünya izleyeceği için ve bizden çıkan bir hikâye olduğu için evet, bir sorumluluk hissediyorum. Doğru, başrolü İstanbul’la paylaşıyorum.
‘Muhafız’ın İstanbul’un tanıtımına bir katkısı olur mu?
- Kesin! Bu bir takım işi. Ben de o takımın bir parçasıyım. İzleyici gerçekten İstanbul’un birçok medeniyetin beşiği olduğunu görecek.
Sen bu şehri ne kadar seviyorsun?
- Burada doğdum, büyüdüm. Çok seviyorum. Evet, eski, yaşlı bir ruhu var bu şehrin. Hatta mistik. İnsanı büyülüyor. Ama ben şehrin içinde vakit geçirmeyi sevmiyorum.
Sokağa çıkıp kalabalıklara karıştığında...
- Fotoğraf çektiriyorum gittiğimiz yerlerde. Çok çıkmıyorum zaten. Ama meşhur olmadan önce de böyleydim. Ormanda kamp yapardım, doğanın içinde vakit geçiren bir insandım. Öyle büyüdüm çünkü. Küçüklüğümden beri balık tutuyorum. Balık tutabilmek için tekne aldım. Benim için doğanın içinde olmak meditasyon.
12-13 YAŞ BÜYÜK SEVGİLİM OLDU!
Ayça Ayşin Turan’la çok ateşli bir sevişme sahneniz var. Bence çok ses getirecek. Sen ne diyorsun?
- Evet, ses getirecektir. Olması gereken bir sahneydi zaten. İki genç insanın arasında gerçek hayatta her an yaşanabilecek bir şey. Biz de onu yansıtmaya çalıştık. Çok da abartılacak bir sahne değil.
Sevişme sahneleri seni zorluyor mu?
- Yooo gayet rahattık. Ayça da işinde çok profesyonel. İşimizi yaptık.
Yemeyi seviyorum, tutamıyorum
Sevgilin alınır mı, kıskanır mı?
- Sonuçta işimiz bu. Yaptığımız işler ve onların gereği konusunda birbirimize saygı duymamız lazım. Hiç bu konuda sorun yaşamadım. Bakalım buna ne diyecek. Kısmet...
Daha önceki işlerinde laf etmişler, “Bu adam öpüşmeyi bilmiyor” diye. Ne diyorsun?
- Dışarıdan nasıl gözüktüğünü bilmiyorum.
Her şeyine takıyorlar. “Tombik oldu... Kilo aldı... Çirkinleşti... Şişti... Tipsizleşti... Kilosunu kapatmak için kirli sakal bırakıyor...” Kadınlara yapılan acımasız eleştiriler sana da yapıldı, yapılıyor. Üzülüyor musun?
- Ben şişman halime de okeyim. Mutluyum çünkü öyle. Yemeyi çok severim, bazen tutamıyorum kendimi. Özellikle yoğun çalışırken gece acıkıyoruz, karbonhidrat istiyor canım. Yiyorum. Ben rahatsız değilim bu durumumdan. Görsel olarak belki hoş olmayabilir ama yiyeceğim, kime ne!
Sana bir kota koyuyorlar mı, “Şu kadar kiloda kalacaksın!” filan diye?
- Karakter devamlılığı açısından sabit kiloyu korumak gerekiyor. Şu anda 82-83’üm. Dizi çekerken genelde paket söylüyorum eve. Diyet programı yani. Akşam 19.00’dan sonra yemiyorum. Ama bozduğum da oluyor.
“Bir James Dean hüznü var bu çocukta” diyenler var, ne diyeceksin?
- Aaa öyle mi demişler? Hüzünlü mü duruyorum gerçekten? Benim küçüklükten beri hep yaşımdan büyük arkadaşlarım oldu. Yaşımdan büyük sevgililerim de oldu. Belki o yüzden ağırbaşlı bir havam vardır.
En büyük sevgilin kaç yaş büyüktü senden?
- 12-13 yaş vardı aramızda.
“Kapıcı kızıyla bile evlenirim çok seversem” gibi bir açıklaman oldu mu yıllar evvel? Ne kadar samimiydin?
- Yüzde yüz! Aynı samimiyetteyim. O zaman kapıcı kızıyla zengin çocuğu oynuyorduk, aşk yaşıyorduk, farklı dünyalara rağmen. Soru, o dönem yöneltildi. Ben de samimiyetle “Çok seversem tabii ki evlenirim!” dedim. Cevabım hâlâ geçerli.
O DÖNEMİ HAYATIMDAN ÇIKARDIM!
Bir de talihsiz bir şey yaşadın. Uyuşturucu madde kullanmak ve temin etmek suçlarından yargılandın. Mahkeme sana 4 yıl 2 ay hapis cezası verdi. Yargıtay, mahkeme kararını onarsa, 1 yıl 9 ay hapis yatacaksın. Ne diyorsun?
- Ailem ve çok yakın arkadaşlarım dışında başka hiç kimseye bir şey anlatma zorunluluğu hissetmiyorum.
Haklısın. Böyle bir zorunluluğun yok. Soruyorum sadece... Ünlü olmasaydın bu kadar üstüne gelinir miydi sence?
Ünlü olmasam kimsenin haberi bile olmayacaktı bu durumdan. Neyse, önemli olan benim ailemin psikolojisi.
Üzüldüler mi çok?
- Elbette. Annem kötü oldu. O duygusal. Babam daha güçlüdür. Ama bir sıkıntı yok şu an. Devam ediyor dava. Ben de 5-6 senedir alacağım bütün dersleri almış bulunuyorum. Varsayımlar üzerinden düşünmedim hiç. “Yatarsam n’olur” demiyorum. Hayat bu, sonuçta bir şeyler yaşanacaksa yaşanacaktır! Yapacak bir şey yok, onun önüne geçemezsin. Önemli olan öyle bir şey geldiği zaman, bundan gerekli dersi çıkarmak. Bununla yüzleşmem gerekiyorsa yüzleşirim, sıkıntı yok.
İfaden de çok konuşuldu. Kimseye uyuşturucu temin etmediğini ama çevrendeki birçok insan gibi uyuşturucu kullandığını, sadece kullanıcı olduğunu söylemiştin. Şimdi o döneme bakınca neler geçiyor aklından?
- Çok uzun zaman önceydi. Altı yıl oldu neredeyse. O yüzden hayatımın o dönemini çıkardım ben. Çok düşünmüyorum. Dava da erteleniyor yıllardır.
13 notes
·
View notes
Text
Ne yapmak istiyorum sahi biliyor muyum? Biliyorum. Biliyor muyum? Bilmiyorum. Gerçekten amaçlarıma ulaşır ulaşmaz mutlu olabilir miyim? Ya sonra ne olacak daha iyi bir iş? Daha büyük bir ev? Araba? Kendi işimi kursam ne olacak? Seçenekler arasında savrulmak değil de seçeneklerin nerelere çıkacağını bilip uyuyor numarası yapmak zorundayım galiba çünkü sahiden de mutlu olamayacak gibi hissediyorum. Hayat amacımın bu mu olması gerekiyor illa kalıplar içinde kendimi hapis mi etmeliyim? Zorunluluklardan kaynaklı kendimi mi yok etmeliyim? Ben ne istediğime karar veremeyecek kadar büyük bir karmaşa içindeyim. Yapmaya çalıştığım işler bana sanki mutluluk vermiyor gibi geliyor ama belki de veriyor da ben anlamıyorum. Yaşanan en ufak sorunda hayattan kopuyor işten soğuyorum. Böyle oluyor mu diğer insanlara da acaba? Benim gibi ne yapacağını bilemeyen insanların çoğunlukla hayatı sorgulayıp neden bulamadığı yerlerde hayattan koptuklarını biliyorum hatta bazıları kelimenin tam anlamıyla hayata elveda diyorlar, onlar gibi olmamak için hayatta beni mutlu edecek şeylere odaklanmalıymışım. İyi de ben nasıl mutlu olacağım ki? Ben sahiden bilmiyorum. Bilemiyorum. Bilmeliyim ama nasıl yapacağım ki? Bu arada fark ettim de ben küçükkende böyleydim hemen sıkılıverirdim dershanemden, hocalarımdan, derslerimden, okulumdan, insanlardan ve hatta kendimden de. Küçük yaşlarda hayatı sorgulamaya başladığıma bağlıyorum bu durumu e bari bunu bir yere bağlayayım değil mi? Ben küçük yaşta ne diye hayatı sorguluyordum ki ermiş biri miyim ben? Ben bir insan bedeninde ruhum, özümde sorgulayıcı ruh özümle ben tuhaf bir durumda özdeşleşen bileşeniz. Bu özü yok etmek istemiyorum ama bu durum bana bunu zorluyor. Acaba benim yeteneğim intihar mektupları yazmak mı? Seni gidi yetenekli öz!
0 notes
Text
Nobel Barış Ödüllü Belaruslu aktivist Bialiatski 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı
Nobel Barış Ödüllü Belaruslu aktivist Bialiatski 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı - https://olaykibris.com/nobel-baris-odullu-belaruslu-aktivist-bialiatski-10-yil-hapis-cezasina-carptirildi/ #kıbrıs #kktc #haber #türkiye #dünya
0 notes
Text
KİRAYI ÖDEMEYE 45 MİLİMETRE
bir kızı vardı Duke'ün, Lala, dört yaşında. Duke'ün ilk çocuğuydu, bir gün onu bir şekilde öldürürler korkusu ile kaçınmıştı çocuk yapmaktan, ama şimdi deli oluyordu kız için, mest oluyordu. Duke'ün aklından geçen her şeyi biliyordu kız, özel bir hat vardı aralarında sanki.
Duke ile Lala süpermarketteydiler ve sürekli bir şeyler söylüyorlardı birbirlerine, her şeyden konuşuyorlardı, kız ona bildiği her şeyi söylüyordu; içgüdüsel olarak çok şey biliyordu, Duke ise fazla bir şey bilmiyordu ama bildiklerini ona söylüyordu ve işe yarıyordu, mutluydular birlikte.
"bu ne?" diye sordu Lala.
"bu bir hindistan cevizi."
"içinde ne var."
"süt ve kıtır şeyler."
"neden içinde?"
"çünkü iyi hissediyor kendini orada, o sütlü ve kıtır şey kabuğun içinde iyi hissediyor kendini, kendi kendine,'ah, ne kadar iyi hissediyorum kendimi burada!' diyor."
"neden iyi hissediyor kendini orada?"
"her şey kendini iyi hisseder orada, ben hissederdim."
"Hayır, hissetmezdin, arabanı süremezdin onun içinde… beni göremezdin, jambonlu yumurta yiyemezdin."
"jambonlu yumurta her şey değildir."
"nedir her şey?"
"bilmiyorum, güneşin içi belki, donmuş bir kütle."
"GÜNEŞİN İÇİ...? DONMUŞ?"
"tabii."
"donmuş olsa neye benzer ki güneşin içi?"
"güneş ateşten bir top. bilim adamlarının bana katılacaklarını sanmıyorum, ama bana sorarsan buna benzer."
Duke bir avokado aldı.
"hey!"
"evet, avokado budur aslında: donmuş güneş, güneşi yer ve içimiz sıcacık dolaşırız."
"o içtiğin biralarda da güneş var mı?"
"var."
"benim içimde var mı?"
"tanıdığım herkesten daha çok."
"bence senin de içinde KOCAMAN BİR GÜNEŞ var!"
"teşekkür ederim, aşkım."
markette dolanıp alışverişi tamamladılar. Duke hiçbir şey seçmedi. Lala canı ne çekerse koymuştu sepete, bir kısmını yiyemezdin: balonlar, kalemler, oyuncak bir tabanca, havaya atınca arkasından paraşütü açılan bir astronot, nasıl astronotsa!
Lala kasiyer kızdan hoşlanmadı, suratını astı zavallı kıza: kepçelenmiş, bomboş bir yüz -bir korku gösterisiydi ve bunun farkında bile değildi.
"merhaba, tatlı şey!" dedi kasiyer. Lala cevap vermedi. Duke cevap vermesi için zorlamadı kızını, ödemeyi yapıp arabaya yürüdüler.
"paramızı aldılar," dedi Lala.
"evet."
"bu gece işe gidip daha çok para kazanman gerekecek, geceleri işe gitmeni sevmiyorum, annecilik oynamak istiyorum, ben anne olurum, sen de bebek."
"peki, ben şimdi bebek oldum, tamam mı, annem?"
"tamam, bebek, arabayı kullanabilecek misin?"
"deneyebilirim."
arabaya bindiler ve yola çıktılar, sola dönerken gaz pedalını sonuna kadar köklemiş orospu çocuğunun teki az kalsın kafadan giriyordu onlara.
"bebek, neden başkaları arabaları ile bize çarpmaya çalışıyorlar?"
"çünkü mutsuzlar ve mutsuz insanlar acı vermeyi severler, annem."
"mutlu insan yok mu?"
"mutluymuş gibi yapan çok insan var."
"neden?"
"çünkü utanıyorlar, korkuyorlar, itiraf edecek cesaretleri yok."
"sen korkuyor musun?"
"ben sadece sana itiraf edebilecek kadar cesurum -o kadar korkuyorum ki, annem, her an ölebilecekmişim gibi hissediyorum kendimi."
"bebek, bira istiyor musun?"
"evet, annem, ama eve gidinceye kadar bekleyelim."
Normandie'ye vardıklarında sağa döndüler, sağa dönerken sana çarpmaları daha zordu.
"bu gece işe gidecek misin, bebek?"
"evet."
"neden gece çalışıyorsun?"
"karanlık olduğu için. insanlar beni göremez."
"insanların seni görmesini neden istemiyorsun?"
"çünkü görürlerse beni yakalayıp hapse atarlar."
"hapis nedir?"
“her şey hapistir."
"ben hapis DEĞİLİM!"
park edip poşetleri eve taşıdılar.
"anne," dedi Lala, "çok şeyler satın aldık! donmuş güneşler, astronot, her şey!"
anne (Mag'di adı), "iyi," dedi.
sonra Duke'e döndü: "lanet olsun, bu gece işe çıkma, kötü bir his var içimde, çıkma, Duke."
"içinde kötü bir his var, öyle mi? ben her işe çıktığımda içimde kötü bir his var. işin bir parçası, çıkmak zorundayım, meteliksiziz, kız eline her geçeni sepete doldurdu, konserve jambondan havyara kadar."
"Tanrı aşkına, engelleyemiyor musun çocuğu?"
"mutlu olmasını istiyorum."
"sen demir parmaklıkların ardındayken mutlu olmayacak."
"bak, Mag, bu meslekte arada sırada i��eri girmek kaçınılmazdır, bunu kabullenmek zorundasın, ki ben diğerlerinden şanslıyım, çok yatmadım."
"namusunla çalışmaya ne dersin?"
"yavrucuğum, pres makinesinde çalışmaktansa bu işi yaparım, namuslu iş yok zaten, bir şekilde ölüyorsun,ben kendi yoluma girmişim bir kere -bir tür dişçi olduğumu farz et, toplumun dişlerini çekiyorum, yapmayı bildiğim tek şey. artık çok geç. hem sabıkalılara nasıl muamele ettiklerini bilmiyor musun? ne yaptıklarını bilmiyor musun, söyledim sana…"
"biliyorum söylediğini, ama…"
"ama ama ama!" dedi Duke, "lanet olsun, bırak da sözümü bitireyim.!"
"bitir o zaman."
"Beverly Hills ve Malibu'da oturan o sanayici orospu çocukları, sabıkalıları ıslah etmekte uzmanlaşmış orospu çocukları, köle tacirleri hepsi, şartlı tahliye kurulu bunu bal gibi biliyor, başkalarını zengin etmek için köpek gibi çalıştırırlar insanı, seni normal insanın çalıştığının üç katı daha fazla çalıştırırlar, ürünleri maliyetin on katına satarlar ve her şey yasal, kendi yasalarına uygun..."
"yüzlerce kere dinledim bunları senden…"
"ve şimdi bir kere daha dinleyeceksin! hiçbir şey görmediğimi, hiçbir şey hissetmediğimi mi sanıyorsun? susmamı mı istiyorsun? kendi karıma bile yakınamayacak mıyım? karım değil misin? düzüşmüyor muyuz? birlikte yaşamıyor muyuz? yaşamıyor muyuz?"
"bu işe giren SENSİN, şimdi de ağlıyorsun."
"bir hata ettim, teknik bir hata! gençtim; onların .iktirici kurallarını anlayamadım…"
"şimdi de kendini haklı çıkarmaya çalışıyorsun!"
"hey, bunu sevdim! SEVDİM bunu. küçük karıcığım benim, kancık, kancık! beyaz sarayın basamaklarında bir kancıktan başka bir şey değilsin, sonuna kadar açılmış ve zihinsel olarak donmuş bir kancık…"
"çocuk dinliyor, Duke."
"iyi. sözümü bitireceğim, kancık. REHABİLİTASYON, sözcük bu. o Beverly Hills .mcık ağızlıları o kadar ahlaklı ve İNSANCIL'dırlar ki. karıları Müzik Merkezi'nde Mahler dinleyip bağış yaparlar, vergiden muaf. ve L.A. Times tarafından yılın kadını seçilirler, ve KOCALARININ sana ne yaptıklarını biliyor musun? lanet fabrikalarında köpek muamelesi yaparlar, maaşını kesip farkı ceplerine atarlar, kimse onlardan hesap sormaz, her şey o kadar acımasız ki. kimse bunun farkında değil mi? kimse olanları GÖRMÜYOR MU?"
"ben..."
"KES SESİNİ! Mahler, Beethoven, STRAVINSKY! mesaide adamın posasını çıkarıp parasını vermezler, ve götün yiyorsa hakkını ara, hemen şartlı tahliye memurunu ararlar: 'üzgünüm, Jensen, ama sana söylemek zorundayım, senin adamın kasadan yirmi beş dolar çaldı, yazık, bayağı sevmiştik de onu.'"
"nasıl bir adalet istiyorsun, Duke? ne yapacağımı bilemiyorum artık, sürekli şikayet ediyorsun, sarhoş olup bana Dillinger'in gelmiş geçmiş en büyük adam olduğunu söylüyorsun, salıncaklı koltuğunda salınıp, Dilingerdiye bağırıyorsun, ben de insanım, beni de dinle…"
"Dilinger'ı sikiyim! o öldü. adalet mi? adalet diye bir şey yok Amerika'da, sadece bir tür adalet var. Kennedy'lere sor, ölmüşlere sor, kime sorarsan sor!"
Duke salıncaklı koltuğundan kalktı, dolaba gitti, elini Noel süslemeleri ile dolu kutunun altına soktu ve silahı çıkardı. 45 milimetre.
"işte bu. bu. Amerika'nın bildiği tek adalet bu. sadece bundan anlıyor insanlar."
salladı lanet şeyi havada.
Lala astronotla oynuyordu, paraşütü açılması gerektiği gibi açılmıyordu, buyrun işte: bir sahtekarlık daha. ölü-gözlü martı gibi. yazmayan tükenmez gibi. kesik hatta Baba diye haykıran İsa gibi.
"şu silahı yerine koy," dedi Mag. "ben çalışırım, izin ver de bir iş bulayım."
"SEN! kaç kere duydum ben bunu? senin yapmayı bildiğin tek şey düzüşmek, ve yatağa uzanıp çikolata atıştırarak dergi okumak."
"böyle konuşma, Duke, yalvarırım -SEVİYORUM seni. gerçekten seviyorum."
birden kendini yorgun hissetti Duke. "tamam, tamam, şu poşetleri boşalt bari. işe çıkmadan yiyecek bir şey hazırla bana."
Duke silahı dolaba koydu, oturdu ve bir sigara yaktı.
"Duke," dedi Lala, "sana Duke dememi mi istersin, yoksa Baba mı?"
"nasıl istersen, tatlım, içinden nasıl gelirse."
"hindistan cevizinin üstünde neden kıllar var?"
"Tanrım, bilmiyorum, hayalarımda neden kıllar var?"
elinde bir kutu bezelye konservesi ile Mag çıktı mutfaktan,"çocuğumla bu şekilde konuşmana izin vermem."
"çocuğun mu? ağzına bak şunun, tıpkı benim ağzım, gözlerine bak. benim gözlerim, ruhu benim ruhum, çocuğummuş -senin yarığından çıktığı, senin memelerini emdiği için mi senin oluyor? kimsenin çocuğu değil o. kendinin çocuğu."
"çocuğun yanında bu şekilde konuşmamanda ısrarlıyım!" dedi Mag.
"ısrarlısın… ısrarlısın…"
"evet, öyle!" dedi Mag konserve kutusunu avucunun ortasına koyup havaya kaldırarak. "Israrlıyım!"
"yemin ediyorum, şu konserve kutusunu gözümün önünden yok etmezsen o bezelyeleri tek tek G.TÜNESOKACAĞIM!"
Mag bezelyelerle mutfağa döndü, mutfakta kaldı.
Duke ceketini almak için dolaba gitti, küçük kızının yanağına bir veda öpücüğü kondurdu, ekim güneşinden, yemyeşil bir vadide koşan 6 attan daha sıcaktı, öyle geçirdi içinden, karnı düğümlendi, kendini dışarı attı, ama kapıyı usulca kapattı.
Mag mutfaktan çıktı.
"Duke gitti," dedi kız.
"evet, biliyorum."
"uykum geldi anne. bana kitap oku."
kanepeye oturdular.
"Duke geri gelecek mi, anne?"
"evet. gelecek orospu çocuğu."
"orospu çocuğu nedir?"
"Duke'dur. seviyorum onu."
"orospu çocuğunu mu seviyorsun?"
"evet," diye güldü Mag. "gel bi tanem, kucağıma gel."
sarıldı kıza, "sımsıcaksın, sıcak çörek gibi!"
"ÇÖREK DEĞİLİM BEN! sensin ÇÖREK!"
"dolunay bu gece. fazla aydınlık, fazla aydınlık, korkuyorum, tanrım, seviyorum adamı, seviyorum."
Mag kolinin içinde duran çocuk kitaplarından birini aldı.
"anne, hindistan cevizinin üstünde neden kıllar var?"
"hindistan cevizinin üstündeki kılları mı soruyorsun?"
"evet."
"dur kendime bir kahve koyayım, su kaynadı, duyuyorum."
"tamam."
Mag mutfağa gitti, Lala kanepede bekledi.
Duke o esnada Hollywood-Normandie kavşağında bir içki dükkanının kapısında durmuş, içinden, lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun... diye geçiriyordu.
kötü bir duygu vardı içinde, pis bir koku alıyordu, arka tarafta bir delikten içerisini gözetleyen silahlı biri olabilirdi. Louie'yi öyle haklamışlardı. lunaparktaki alçıdan kazlar gibi paramparça etmişlerdi, yasal cinayet, dünyanın tamamı yasal cinayet bokunun içinde yüzüyordu.
tuhaf bir şey vardı o dükkanda, bu gece küçük bir bar belki, ibnelerin takıldığı barlardan biri. kolay, kira parası çıksın yeter.
cesaretimi yitiriyorum, diye geçirdi içinden, bir sonraki adım evde oturup Shostakovitch dinlemek.
61 model siyah Ford'a döndü.
ve kuzeye sürdü. 3 blok. 4 blok. 6 blok. 12 blok sürdü lanet dünyanın kuzeyine, Mag çocuğu kucağına alıp kitaptan okumaya başlarken. ORMANDA HAYAT...
sansar ve kuzenleri, vizon ile zerdeva esnek, hızlı ve vahşi yaratıklardır, etoburdurlar ve birbirleri ile sürekli ve kanlı bir rekabet…"
sonra güzel çocuk uyudu ve dolunaydı.
3 notes
·
View notes
Photo

Askere gitmeden önce kalın bir Askeri Ceza Kanunu kitabı okumuştum. Şimdi belki yürürlükte bile kalmamıştır. Ben bu “düşman karşısı” kavramını sevmiştim. Herhalde kendimi düşman karşısı saydığımdan sevdim.
Düşman karşısında en hafif suçlar bile şiddetle cezalandırılır. Barış zamanı kısa hapis cezaları bile idama dönüşür. Cezaların bir anda bu kadar şiddetlenmesi de doğal çünkü savaşta yada başlangıcı bir konumdasın. Moral motivasyon ve disiplin en yüksek seviyede olmalı. En ufak zafiyet yenilgi taşır.
***
Düşünüyorum da Fetö karşısında olmak “düşman karşısı” tanımına girer mi? Seferberlik yok ama aslında olması gerekli değil miydi?
Bence fetö karşısında olmak tam tamına düşman karşısı tanımı içine girer. Hukuki detaylarda boğulmaya gerek yok. Nizami bir savaştan tek farkı, asker personelin öldürülmüyor da esir alınıyor. Öldürmüyor ama ne farkeder ki, seni nasıl olsa etkisizleştiriyor her gün. Her gün saldırıya uğrayıp stratejik gücünü kaybediyorsun.
Düşman karşısı bu değilse ne?
****
Buraya eklediğim yazıları okuyan olursa, bence görecek ki, komutanlar fetönün epeydir adı anılmayan kısmıyla “paralel devletin” başlarına neler açtığını ne o zaman ne şu anda idrak edebilmiş değiller. Son zamanlarda sıkça yazdığım gibi, onlarında bilinçleri bulanık. Sözlerinden bunu anlıyorum.
Yerlerinde olsaydım düşman karşısında mevzimi, askerlerimi, silahlarımı son ana kadar korumaya çalışırdım. Çünkü ben bıraktığımda hepsi düşman eline geçecek demektir. Korktuklarını düşünmüyorum ama karşılarındaki gücün mahiyetini bilemediklerinden bence strateji hatası yaptılar. Sözün özü: Düşman karşısında “ Ben emekli oluyorum “ denilmezdi.
***
Sevdiğim iki dizedir: Arif Damar’dan
İkinci Dünya Harbinden Portreler şirinde yazmış:
“Silahın düştü elinden, Bundan sonra bir hayal parçasısın”
Dünyada ki bütün askerler için durum budur.
***
Barış terkoğlu da ezberlerinden kurtulabilirse ilerde iyi bir gazeteci olabilir.
https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/emekli-tugamiral-turker-erturk-rutbelerimiz-genetiktir-sokulemez-1828376
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/baris-terkoglu/erdoganin-bende-kalabilir-mi-dedigi-amiral-dosyasi-1828203
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/baris-terkoglu/erdoganla-gorusen-kasimpasali-amiral-1827398
Şirin tamamı:
Portreler - IV
Silahın düştü elinden bundan sonra bir hayal parçasısın.
Dostların seni garipseyerek anacak, vakitsiz ölümüne üzülen bu küçük şiirde de benim gönlüme göre olacaksın.
Halbuki biraz evvel kar yağıyordu, sen ağır yaralı; arkandan düşmandan kurtarılmış toprak, suları buz tutmuş Vistül, ağır ağır yürüyordun. Ufukta belki, karla örtülü kuleleri ve damlarıyla biraz sonra şehirler gözükecekti.
Ayak izleri örtülürken arkadaşlarının, sen çam ormanlarını ve sakin gölleri son adımında birden bire geçerek denize vardın.
Ondan sonra bir hayal parçasısın.
Arif DAMAR
0 notes
Text
VECİHİ BEY SEN NE YAPTIN?

Yıl 1923. Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanalı birkaç ay geçmiş. Dönemin kısıtlı olanaklarıyla bir tayyareci ekibi avrupa ülkelerine tayyare sanayiini inceleme ve temaslarda bulunmak üzere gönderilir. 6 kişilik heyette Miralay Muzaffer Bey, ilk Türk Uçucusu Binbaşı Fesa Bey, Yüzbaşı Cemal Bey, Yüzbaşı Murat Bey, Tayyareci Halim Bey ve Tayyareci Vecihi Feham Bey bulunmaktadır. Gemiyle İzmir'den Marsilya Limanı'na 8 günde giderler. Gezinin ilk ayağı Fransa'dır. Paris'te Fransız Devleti'nin hazırladığı gezi programıyla tayyare mekteplerini, fabrikaları ve askeri tesisleri ziyaret ederler.
Vecihi Bey kitabında şu notu düşer:
"Anladım ki dünyadaki herşeyi ifade eden tek kelime var: Kuvvet."

Kazanılan Kurtuluş Savaşı zaferi bütün fransız komutanlarının ve siyasetçilerinin tavırlarında, saygısında açıkça farkediliyordu. Bu adamlar daha birkaç yıl önce İstanbul'u işgal eden kuvvetlerin başındaydı. O zaman karşılaştıkları davranışların, hakir görülmelerin, aşağılanmaların acı hatırası çok tazeydi. Şimdi aynı adamlar büyük bir saygı içinde Türkiye Cumhuriyeti tetkik heyetini nasıl ağırlayacaklarını şaşırıyordu.
İtalya'dan Avusturya üzerinden Almanya'ya geçerken, Insbruck kasabasında para bozdurmak icap eder.
1 Türk Lirası 35.000 Krondur.
İşte o zaman taze Türkiye Cumhuriyeti'nin kudretini; kazanılan zaferin anlamını idrak eder Tayyareci Vecihi.
Sahip iken kaybettiğimiz itibara bakar mısınız? O itibarı özlemek garip midir? Hayal midir? Hayır. Bu topraklar, düzgün yönetildiği taktirde neler yapabileceğinin örneklerini binyıllardır vermektedir.

Çok değil sadece 2 yıl sonra 1925 yılında yine bir heyet ile Tayyareci Vecihi Bey avrupaya gider.
Bu 2 yıl zarfında ülkemizde neler olmuştur?
Vecihi ilk yerli uçağını kendibaşına inşa etmiş ama askeriye uçağı vermemekte ve kullanmamakta direnmektedir. Açık alanda bırakılan ahşap ve bez temelli uçak elbette çürür gider. Be adamlar bari bir ambarda saklasaydınız ilk uçağımızı. En azından şimdi bir müzede kendini gelecek kuşaklara gösterebilirdi. Ancak amaç böyle bir girişimi bir daha baş vermemek üzere kesmek olduğu için imha şarttır.
1923 yılı dünyadaki bütün uçuculuk tarihinin endüstriyel başlangıç tarihidir. Bütün ülkeler bu tarihten sonra atölyelerden ve kişisel girişimlerden başlayarak tayyare üretimine ve gelişimine atılmıştır. Devletler de kişisel faaliyetleri desteklemektedir.
Bizde ise Osmanlıdan miras kalan kifayetsiz muhteris takımı herdaim işbaşındadır. (Bu lafı ben değil Vecihi Bey ifade ediyor) Yapılan iyi şeyleri kötüleyerek kendi kifayetsizliklerini örtme peşindedirler. Bu arada yurt dışındaki rakiplerin maddi ve manevi destekleri olayın gelişimini etkiler elbette.
Vecihi Bey'in kendi inşa ettiği tayyaresi Vecihi K6 için yeterlilik ve uçuş lisansı verecek yetkili kurum ve kişiler olmadığı için bu müthiş atılımın önünün bürokratik olarak kesmişlerdir. Kendi kifayetsizlikleri ifşa olmasın diye Vecihi Bey'in çalışmalarını engellemişlerdir ne yazık ki. Vecihi Bey kendi tayyaresi ile gayet başarılı uçuş denemeleri yapar. Ama izinsiz uçtuğu gerekçesiyle kendisine hapis cezası verilir.

Bu duruma yabancı mıyız? Elbette ki hayır. Günümüzde pek çok örneğini hala yaşıyoruz.
1923 yılındaki notlarında, avrupa tetkiklerinde hiç de bekledikleri sanayi ve teknolojik gelişkinliği bulamayan ekibi iki yıl sonraki ziyaretlerinde büyük sürprizler beklemektedir.
1925 yılında Avrupa ülkelerindeki tayyare fabrikaları ikiye üçe katlamış, yeni uçak modelleri ve teknolojik gelişmeler dörtnala koşmaktadır.
Yani yarışın başında aynı yerde olduğumuz ülkeler iki yıl sonra bize toz yutturmaktadır.
Kendi insan gücünü, zekasını kullanmak yerine yabancıdan almayı tercih eden siyasetçilerden ve bürokratlardan yaka silkmektedir Vecihi Bey.
Ah sizler yok musunuz ah... Nesliniz hiç tükenmiyor...

Yıl 1925. Havacılığımızın gelişmesi için kurulan Türk Tayyare Cemiyeti, vatandaştan topladığı iki milyon liranın üzerindeki bağışlarla dikkatleri üzerine çekmişti. Sivil lafına oldum olası gıcık olan askeri aristokrasi tüm kuvvetin kendilerinde olması arzusuyla milletvekilleri üzerinde yaptıkları baskıyla Türk Tayyare Cemiyeti'ni sadece bağış toplayan ama uçma işlerine karışmayan bir kurum haline soktular. 1935 yılında yeniden uçma yetkisi verilene kadar zaten dünya havacılığı gereken zamanı kazanmış, tepemizde uçuyordu. Vecihi ise hiç hoşlanmadıkları başına buyruk bir dahiydi. Halbuki emir-komuta diye birşey vardı değil mi azizim. Ne öyle kendi başına uçaklar yapmaya kalkışmak. Hadsiz ve hudutsuz Vecihi Bey Tayyare Cemiyeti'nin 1925 teki fena dönüşümü sonunda o sıralarda Junkers ile ülkemiz arasında yapılan anlaşma gereği Kayseri'de kurulacak uçak fabrikası TOMTAŞ bünyesinde çalışmak üzere işe alınır. Doğruca Almanya fabrikalarına eğitime ve çalışmaya gider. Vecihi'nin kendi ülkesince pek takdir edilmeyen ünü bizim kadar milliyetçi bir millet olan Almanları rahatsız etse de adamlar zeki. Bizim kullanmayı red ettiğimiz Vecihi'yi alıp kendi çıkarları uğruna bir güzel kullandılar. Vecihi rahat durur mu, kalite kontrolünde çalıştığı Junkers uçaklarının pek çok hatasını bulup çıkarıverdi. 1918 model Junkers A20 uçakları 8 yıldır piyasadaydı ve pek çok ülkeye satılmıştı. Ama A20 yi deneyen Türk As'ı Vecihi pek çok hatayı gördü ve fabrika yönetimine bunları düzeltme izni istedi. İzin verildi.
Vecihi'nin yaptığı düzeltmeler neticesinde A35 modeli yapıldı.
O sırada Türk Hükümeti bir elinde yeni yapılan Kayseri Uçak fabrikası olmasına rağmen Junkers'ten bir sürü eski model A20 sipariş etmişti. Bunu gören Vecihi her zamanki saf gönüllülüğüyle devletini uyardı. Bizim fabrikamız var niye hazır uçak alıyorsunuz. Hadi alıyorsunuz bari bakın A35 i geliştirdik. İki uçak arasında maaliyet açısından pek fark yok. Değiştirin siparişi, A35’i alın en azından diye. Dinleyen kim? Vecihi sen de kimsin? Milletin vekillerinden daha iyi mi bileceksin? Modası geçmiş A20 ler bi güzel satılır bize...
Az sonra elim hikayenin devamı gelecek...

Siyasetin vatanseverlikten uzak kirli ve çıkarcı yüzü yine kendini sergileyeceği bir tiyatro peşindedir. 1926 Temmuz ayında Vecihi acele bir telgrafla Eskişehir'e çağırılır.
Vekiller ve yöneticiler önünde Fransa ve Almanya'nın iki farklı model uçağı savaş oyunu yapacaktır. Vecihi büyük özlemle memleketine koşturur. Eskişehir Hava Meydanı'na gelince karşılaştırılacak uçakları görüp şaşkınlık geçirir. Biri Fransızların Nieuport DeLage modeli avcı uçağı. Tek kişilik, üstten çift kanat, 500 BG motoru var. Almanların uçağı ise Junkers A-35. İki kişilik, alttan tek kanat, 230 BG. Vecihi'nin aklı almaz. Bu kuvvetleri dengesiz iki uçağı neye göre kıyaslayacaksınız diye itiraz eder. Karşısında, ilk inşa ettiği uçağını kaybetmesine ve yolunu değiştirmesine neden olan müfettiş Albay Muzaffer Bey vardır yine. Çok konuşma işini yap der.
Belli ki ortada bir tiyatro oynanmaktadır. Birileri fransız uçağının tercih edilmesi için bu dengesiz oyunu tezgahlamıştır. Göya zaten gücü sınırlı olan A35 bu savaş oyununda yenilecek ve fransız uçağının ihalesine karar verilecektir.
Bu savaş oyunu teklifi kendisine geldiği anda durumdan işkillenen Junkers'in akıllı sahibi yaşlı Profesör Hugo Junkers madem yenileceğimiz bir oyuna çağırılıyoruz o zaman Vecihi'yi yollarım. A35 i en iyi o kullanıyor. Oyunu kaybederse sizin tayyareciniz uçurdu der itibarı kurtarırım diye düşünür.
Oysa kimse bilmezdir ki Vecihi elindeki kırık dökük 2 tayyarenin desteğiyle kurtuluş savaşını yapmıştır. Vecihi, bu bir tayyare denemesi değil pilotaj denemesi olacaktır der ve savaş oyunu sırasında diğer uçağın pilotunun aklını alır. Denemeyi Vecihi kazanmıştır. Heyetin umduğunu bulamayan nursuz suratları önünden gururla geçer.
Ama bilmezdir ki bu adamların nüvesi bozuktur.
Fransızlar da bu savaş oyununu uçaklar değil Vecihi kazandı der.
Yine de fransız uçağından 2 adet alınır. Zaten bu model uçak sadece 27 tane üretilmiştir ve bizim aldıklarımız dışında hepsi fransız hava kuvvetlerine satılmıştır. Nieuport Delage uçakları sonra İspanya'ya kaktırılmış ve İspanya iç savaşında epeyce kullanılmış.

Konunun ayrıntılı anlatımını Vecihi Hürkuş'un kitabında zevkle okuyabilirsiniz. Hayal kırıklığı ve iç burukluğu garantidir.
Şener Şen'in zamanında maskara ettiği Vecihi Hürkuş karakterine gönül ve vefa borcu için senaryosunu kitabına uygun olarak yazdırıp başrolünü üstlenerek adamın yaptıklarına yaraşır bir filmi çekmesi gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki yakın zamanda çekilen Hürkuş filminin (yine de yapılmış bir iş olarak ellerine sağlık) Vecihi Hürkuş'un yaptıklarına parantez bile açamadığını belirtmekte yarar var.
(Bilgilerin alındığı kaynak: Vecihi Hürkuş - Bir Tayyarecinin Anıları)

Vecihi Hürkuş, tamamen kendi imkanlarıyla ücretsiz yıllık iznini kullandığı 3 ay zamanında Vecihi 14 uçağını inşa etmişti. 16 Eylül 1930 da Kadıköy çayırlarında ilk kez havalanır ve bundan sonra başarıyla uçuşlarını sürdürür. 1925 yılında yine tamamen kendisinin inşa ettiği ilk Türk Uçağı olan Vecihi 6 ne yazık ki askeriyenin dışarıya endeksli göbekbağı etkisiyle sümen altı edilmiş, açık havada bırakılan tayyare çürüyüp yok olmuştu. Hatta Vecihi izinsiz uçuş yaptığı için hapis cezasına almıştı. Aynı zihniyeti Devrim Arabalarında da gördük, tarih şahittir.
Vecihi 14 için yaptığı deneme uçuşları yine aynı askeri köhnelikle engellenmiş, Vecihi’nin kendi olanaklarıyla yaptığı uçağı askerler kordon altına almış ve uçuşlar engellenmişti. Devletin bu uçağa lisans verebilecek ne kurumu ne kişisi vardı. Sanki diğer devletlerdeki uçuş tecrübelerinde kayıt kural aranıyordu. Kaç uçak düşürdüler, kaç kişi hayatını kaybetti sayısı belli değil. Uçak yap, uçurabil, bir de bunu yurt dışına sat. Bundan iyisi Şam’da kayısı. Ama bizim ezik ruhlu yöneticiler bu ayıbını yasaklarla örtmeye çalışıyordu. Elbette ülke içinde yapılacak sanayi gelişimini engellemek için meşhur dış güçler yine devredeydi. Tayyarenin aerodinamik vasıfları yokmuş, lastikleri araba lastiğiymiş. Asıl üzücü olan bu dış güçlerin kulu ve kölesi olmayı pek seven idarecilerimizin neslinin bir türlü tükenmeyişi.
Neyse al takke ver külah, sonunda Vecihi o zamanki Çekoslovakya’da uçağına gerekli uçuş lisansını almak için izni kopardı. Devlet erkanı bıyık altından sırıtıyordu nasılsa alamaz diye.
Vecihi uçağını s��ktü, trene yükledi ve uzun bir yolculuğun ardından Çekoslovakya’ya ulaştı. Prag’da uluslararası CINA (Committee International de Navigation Aerien- Uluslararası Sivil Havacılık Komisyonu) lisansı almak için komisyon incelemesine kabul edildi. Türkçe olan belgeler Skoda fabrikasında mühendis olarak çalışan Prag Üniversitesi mezunu Bakülü Sultan Bey tarafından Çek diline çevrildi. Dosya hazırlandı ve inceleme başladı.
Üzücüdür ki Çekler, Vecihi Bey ile çalışmasına bizim hükümet ve askeriyeden daha yakın ilgi gösterdiler. Hemen 2 teknisyeni Vecihi Bey ile çalışmak üzere tahsis ettiler. Trenden indirilen uçak tekrar birleştirildi. Komisyon önünde defalarca test uçuşları yaptırıldı. Bütün test uçuşlarını da Vecihi Bey kendisi icra etti. 6 uçuş görevinden sonra 23 Nisan 1931’de Vecihi 14 tayyaresine uçuş lisansı ‘Yaşasın Türk Tayyareciliği’ yazısı ve Türk Bayrakları ile süslenmiş bir salonda törenle teslim edildi. Yanlış anlaşılmasın töreni Çekler düzenlemişti.
Bizim devletimiz tarafından uçuşu engellenen Vecihi 14, lisansının aldığının ertesinde havadan binlerce kilometreyi aşarak ülkesine döndü.
Hükümet baktı ki olmayacak, bu adamı engellemek zor o zaman tilki kafalar çalıştı. Vecihi’yi Türk Tayyare Cemiyeti için tanıtım ve bağış toplamak üzere daha önce yaptıkları gibi yurt gezisine çıkartmayı planladılar. Bu gösteri ve bağış kampanyaları için 10bin kilometreden fazla uçuş yaptı Vecihi. Hem de tarlalara, boş arazilere, dağ yamaçlarına, sahillere yüzlerce iniş ve kalkış yaparak. O zamanlar hava alanı diye boş düzlükler kullanılıyordu.
Bir uçağın kendini ispatlaması işte ancak böyle olur. Vecihi Bey dünyanın sayılı Tayyare As’ı idi. Yaptığı tayyare de kendi sınıfının en iyilerinden birisiydi.
Vecihi Bey’i uçak imalatından uzak tutmak için sirk cambazlığına itelediler. Önüne inanacağı bir fikir koydular. Bu tanıtım gezileri ile Sivil Tayyarecilik için toplumu aydınlatacak ve bağış toplayarak Tayyare Cemiyeti’nin yeni sivil uçaklar almasını hatta yapmasını sağlayacaktı. Oysa hükümetin paraya ihtiyacı vardı ve Vecihi Bey de bu konuda ekmek arası oldu.
Vecihi Bey devletinin verdiği görevi bütün samimiyeti ve vatan sevgisiyle gerçekleştirdi.
Ruslara esir düştükten sonra esir kampından kaçan, binlerce kilometre yolu yürüyerek kat edip İran üzerinden İstanbul’a ulaşan bu adamın azmini kırmak bu kadar kolay mıydı?
Tayyare uçuracak hatta inşa edecek kadar zeki, eğitimli, yetenekli, hırslı, birkaç dil bilen bu adam bütün bunların farkında değil miydi?
Kahraman dediğin amerikanın çizgi roman hayaletlerinden daha öte birşeydir. Zaten o hayaletler de özlerini asıl kahramanlardan almıştır.
Peki 10.000 Km. lik uçuştan sonra ne oldu?

Tarih dediğin zaman listesi
gürül gürül akıp gidince
ve geriye o anlardan hak edilmemiş üzüntüler kalınca
kemikleri toprağa karışmış
soruMlu ve soruNlu bazı kişilere
dilenen rahmeti
geriye almak duygusu sarıyor insanın ruhunu.

Vecihi Bey “aman bu herif uçak imal etmekle uğraşmasın, başımıza iş açmasın” zihniyetiyle, sirk canbazı gibi Türk Tayyareciliği propagandası ve dahi cemiyete bahış toplama bahanesiyle önce kuzey illerine, sonra da güney illerine göreve yollanır. Yıl 1931…
Vecihi, kendi planladığı, kendi yaptığı, kendi uğraşarak uçuş lisanslarını aldığı uçağı Vecihi 14 ile 300 saat uçar. Yaklaşık 10.000 Km. yol kat eder. Onlarca kente, köye mezraya iner kalkar. Yolun olmadığı dönemlerden söz ediyoruz. 100 metrelik her boş alan bir pisttir Vecihi Bey için. Hatta Karadeniz gezisinde inişe yer bulamayınca bir yamaca konar kartal gibi. Gittiği yerlerde halka konuşmalar yapar, uçuculuğu, tayyarenin yurt için önemini anlatır. Sohbetlere katılır. Her indiği yerde mutlaka onlarca hevesliyi uçurur. Onlara uçmanın zevkini ve heyecanını yaşatır. Unutulmasın, Vecihi 14 ün üstü açıktır. Sıcak, soğuk, rüzgar… Yaz ve kış…
Bu iki büyük memleket turu sonrası 3 Aralık 1932 de İstanbul Yeşilköy Hava Alanı’na iniş yapar.
Sonrasında işte yukarıda sözünü ettiğimiz, dilenen rahmeti geriye talep ettiğimiz zatlardan birisi olan TTC Reisi ve Rize Mebusu’ndan biten göreviyle ilgili bir tebligat alır.
Özetle şöyle denmektedir: Vecihi Bey ile uçan makinist Hamit Efendi’nin iş akti bitirilmiş, Vecihi Bey’e verilen uçuş zammı kesilmiştir. Vecihi Bey’in tayyaresinin bakımı için istediği bedelin ödenmesi uygun görülmemiştir. Vecihi Bey iletişimin çok güçlü olduğu 1932 de neden uçuş raporlarını gittiği yerlerden zamanında göndermemiştir. Bu raporlar yollanmadığı için cemiyet hiçbir tanıtım işini yapamamıştır. İzni bitince hemen görevinin başına gelmesi istenmektedir.
Yahu adam binlerce km yol uçmuş ve cemiyete milyonlarca lira bağış toplamış. Bunu da kendi uçağıyla yapmış. Dönüşün ardından adama yollanan yazıya bak.
Vecihi Bey çeketini omuzuna alıp çok sevdiği yeğeninin vefat ettiği hastahane odasından çıkarken uçuculuk anılarını yazmayı da bırakmıştır.
Bu ülkede yaşayan, bu toprakların ekmeğini yiyen herkesin Vecihi Bey’in anılarını okuması ve kendine ders çıkartması şarttır.
Gelecek nesillerin Vecihi Feham Hürkuş’u, akıllara kazınan Şener Şen’in tiplemesinden temizleyip hakkını teslim etmesi en büyük hayalimdir.

0 notes
Photo

ki zeytinin dalı bile barıştır, umuttur sevgidir...
#ZeytinAGACIMAdokunma
17 Mayıs'ta Bilim Teknoloji ve Sanayi Bakanlığı'nın hazırladığı rapor sonucu hükümetin TBMM'ne sunduğu "Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı" eğer yürürlüğe girerse binlerce zeytin ağacı kesilme tehlikesi ile karşı karşıya kalacak! _________________________________ Zeytin kadim kültürlerde ve tüm dinlerde kutsal olarak tanımlanan, bilgeliği, barışı, hayatı, kardeşliği, dostluğu, ölümsüzlüğü, zaferi, bolluk, bereketi, verimliliği temsil eden özel bir ağaçtır. İnsanlık tarihine tanıklık etmiştir ve anavatanı şu an ülkemizin de sınırlarında bulunan Mezopotamya’dır. Zeytin ağacı bulunan yere bolluk, bereket, rahmet, barış, istikrar ve güven taşımıştır. Zeytin ağacı, Ege kıyılarını gezerken, yorulup gölgesinde oturan, İlyada ve Odysseia destanlarının derleyicisi Homeros’un kulağına şöyle fısıldamıştır: “Herkese aitim ve kimseye ait değilim. Sen gelmeden önce buradaydım ve sen gittikten sonra da burada olacağım.” ____________________________________
Dünyanın en önemli sorunlarının arasında çevre ile ilgili konular yer almaktadır. Zira dünyanın en gelişmiş, zengin ülkeleri bile doğaya saygı gösterilmediğinde geri dönüşü olmayan zararlara ve çevre felaketlerine yol açıldığını görmüşler ve deneyimlemişlerdir. Ülkemiz 171 milyon zeytin ağacı varlığı ile dünyada 2. sırada yer almaktadır. Dünyanın önemli üreticileri arasında bulunan Türkiye’nin önemli bir yasası olan 3573 nolu Zeytincilik Kanunu’nun 9. Maddesinde dekar başına 10’dan az ve 15’ten fazla ağaç olmayan yerlerdeki deliceleri aşılayarak ıslah edeceklere destek verileceği belirtilmiş. Bir diğer deyişle geleneksel olarak zeytin bahçelerinin dekar başına 15 ağaçtan fazla ağaç içermeyeceğini ifade etmiştir. Getirilmek istenen torba yasada ise dekar başına en az 15 ağaç bulunmayan yerler “zeytinlik” olarak kabul edilmeyecek denmektedir. Ayrıca 3573 nolu Zeytincilik Kanunu’nun 20. Maddesinde “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mani olacak kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal sanayi işletmeleri yapımı ve işletilmesi Tarım ve Köyişleri Bakanlığının iznine bağlıdır.” ifadesi yer almaktadır. Getirilmek istenen torba yasa ile zeytinliklerin, oluşturulacak kurul kararıyla yatırıma açılabileceği; bu sahaların yatırıma açılması için kurulacak Zeytinlik Sahaları Koruma Kurulu’nun uygun görüşü ve Tarım Bakanlığı’nın izninin gerekeceği; kurulda; Çevre, Tarım, Maliye, Orman bakanlıkları temsilcileri ile ilgili sivil toplum kuruluşları olacağı belirtilmektedir. Yapılacak imar planlarında zeytinlik alanlarının korunması konusunda Zeytindostu Derneği olarak, 3573 nolu kanunun aynen uygulanması konusunda hassasiyetimizi sürdüreceğiz. “Zeytin ağacını izinsiz kesenler, ağaç başına 2 bin TL para cezası ödeyecek”. Eski çağlarda kesimi idamla cezalandırılan kutsal bir ağaçtır zeytin ağacı. Bu yönde bir kanun değişikliği; barışı, hayatı, güzelliği simgeleyen zeytin ağaçlarımızın katledilmesine yol açacak ve çocuklarımıza, gelecek kuşaklara yapılacak en acı zulümlerden biri olacaktır. “Zeytinlik sahalarda hayvan otlatanlar için 5 bin TL’lik para cezası öngörülürken, mevcut düzenlemedeki 3 aylık hapis cezası kaldırılmıştır.” Bu düzenleme de 3573 nolu Zeytincilik Kanunu’nun 14. Maddesine aykırıdır. Zira hayvanların zeytin ağaçlarına verdikleri zarar 5 bin TL ödenerek tazmin edilemeyecek kadar büyük olmaktadır. Ülkemizde sanayi yatırımları elbette olmalıdır. Ancak bunu yaparken doğaya saygılı olmalı ve sürdürülebilirliğe önem verilmelidir. Aksi takdirde yapılan yanlışların bedellerini çocuklarımız ve gelecek nesiller doğa felaketleri ile acı bir şekilde ödemek zorunda kalacaklardır. İnsanın yaşam süresi bellidir ve hepimiz bir gün elbet toprak olacağız. Ancak çevreye duyarlı ve toplumu düşünen bireyler olarak gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak durumundayız. Bu hepimizin insanlığa borcudur. İlk amacı “ülkemiz zeytin ağacı sayısını arttırmak” olan Zeytindostu Derneği olarak tüm üyelerimiz adına bu yasa değişikliğinin karşısında ve başta UZZK olmak üzere her türlü STK ve kurumla işbirliğine hazır olduğumuzu bildirmek isteriz. Üzerimize düşen her türlü görevi almaya hazırız. “Zeytin ağacıma dokunma��� başlıklı kampanyamıza 1.000.000 imza ile desteklerinizi bekliyoruz.
Zeytindostu Derneği
https://www.change.org/p/zeytin-ağacıma-dokunma-don-t-touch-my-olive-tree
#Zeytin #EdaTanses #Drawing #petition #baris #umut #sevgi
61 notes
·
View notes
Text
thanks @minakyuun for tagging me, i’ll be STICKing with ya 8D i know you love me for my awful puns
Rules: You can tell a lot about a person by the music the listen to. Put your playlist on shuffle and list the first 10 song and then tag 10 people.
1. Kis-My-Ft2 - One Kiss 2. Johnny’s WEST - Yume wo Dakishimete 3. Puppet - Answers (ft. Koo) 4. Kawai Fumito - S L Boy 5. Kuuro - Possession 6. Kikuchi Fuma - But... 7. Kis-My-Ft2 - PSYCHO 8. Kikuchi Fuma - FaKe 9. Johnny’s WEST - Bari Hapi 10. Johnny’s WEST - Meikyuu Summer
tagging: idk @citronikku @jujuni102 and everyone else i guess?
4 notes
·
View notes