#dindar Türkler
Explore tagged Tumblr posts
Text
Esenyurt 'Kürdistan' olabilir mi?
Urfa neresidir? Anadolu mudur? Arabistan mıdır? Yoksa Kürdistan mıdır? Siz cevabınızı düşünedurun, Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ Lahikası'nda çok ilginç birşey söylüyor: "Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafında Nurlara karşı kuvvetli eller sahip olmaya çıksın. Çünkü orası hem Anadolu'nun, hem Arabistan'ın, hem Kürdistan'ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına vesile olur." Yani mürşidime göre Urfa hem Anadolu'dur hem Arabistan'dır hem de Kürdistan'dır. Üçünün de merkeziyetini yapan bir yerdir. Belki bir kesişim kümesidir. Haritalardan da huduttan da fazlasıdır. Aynı coğrafî okumayı, Bediüzzaman'ın, Medresetü'z-Zehra'yı hayal ettiği Van'a da yaptığını görürsünüz.
İnşaallah hafızam yanıltmıyordur. Çünkü Ahmet Yıldız Hoca'nın 'Ulus Devletin Bunalımı'nda okuduğumu hatırlıyorum. (Kitabı kitaplığımda bulamadım maalesef.) Hülasa edeyim: Hocanın bir yakını kızını evlendiriyormuş. Herhalde Ankara'daydı. Diyarbakır düğünü. Kürtçe türküler çalınıyor tabii. Komşuları düğün yerini taşlamışlar. Rahatsız oldukları şey 'gürültü' değil. Hayır. 'Kürtçe türkülerle kutlanması.' Her neyse, bir zaman sonra, yine düğünleri olmuş aynı mekanda. Fakat, aile, duvarlardan birisine büyükçe Türkiye bayrağı asmış bu defa. Komşuları, bırakın türkülerden rahatsız olmayı, gelip bir de halaya katılmışlar.
Aramızdaki kimi gerginliklerin böylesi önyargılarla sarılı olduğunu düşünüyorum ben. Hatıradaki ilk önyargı: "Kürtçe türküyle eğlenen kim varsa Türkiye düşmanıdır." Fakat önyargıları kırabilecek hamleleri yapmamak da başka bir önyargı. O da belki şöyle düşünüyor: "Ben kimseye ayrılıkçı olmadığımı ispat etmek zorun değilim." Tarafların haklılığı-haksızlığı bir tarafa, buradan çözüm çıkmıyor, çözüm çıkmaması haklıyı da bir ölçüde haksızlığa düşürüyor. Zira aslolan sulhtür. Mümkünse sulhtür.
'Kürdistan' ifadesi de böyle bir mesele. Bu ifade kullanılabilir midir? Hem 'evet hem 'hayır.' Nasıl? 'Evet.' Çünkü onunla kastedilen tarih boyunca bir coğrafya olmuştur. Hep kullanılmıştır. TBMM'nin kuruluş dönemi kayıtlarında bile geçmektedir. 'Hayır.' Çünkü onunla kastedilen yine bir ulus-devlet olmamalıdır. İttihadı bozmak arzusu ile istimal edilmemelidir. Eğer kelime özü itibariyle ifade ettiği tarihsel gerçeği değil de mezkûr siyasi maksadı vurguluyorsa elbette hükmü değişecektir. Hani Risale-i Nur'un bir yerinde denilir: "Meselâ, bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir; aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez." Aynen öyledir. Yürütmez. Yürütemez. Yürütmemelidir. Zira neferin sözünde haddini aşma vardır. Yani böyle bir emri vermek hakkı yoktur.
Burada kendimce kurtarıcı müdahaleyi şurada görüyorum: 'Kürdistan' yerine 'Türkiye Kürdistanı' denilebilir. Türkiye Kürdistanı ifadesinde bir ayrılık kastı yoktur. Bir ittihad imâsı vardır. Tıpkı yukarıdaki hatırada duvara Türkiye bayrağı asmak gibidir. Karşı tarafın önyargılarını kırar. Düşmanlığına mehaz olan şüpheyi giderir. Belki bu söylediğim kimilerinin asabiyetine, o asabiyetten kaynaklanan gururuna dokunacaktır, fakat ben sulh yolunu söylüyorum kendimce. Kavga etmek isteyene yol açık. 40 senedir ediyorlar zaten. Kaç tane genci toprağın altına soktukları malum. Halihazırı değiştirecek bir usûl geliştirmeli...
Aynısını dönüp Türk kardeşlerime de söylüyorum. 'Türk' kelimesi bir ırkı ifade ediyor. Bu belli birşey. Elbette içini başka şekilde dolduranlar da vardır. Hatta ırken Türk olmayıp Türk olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat Kürtler kendilerine Türk demek istemiyorlar. Çünkü bu yalancılıktır. Eğer Türk kelimesi bir ırkı ifade ediyor olmasaydı, ne bileyim, 'müslüman' kelimesi gibi genelgeçerliliği olsaydı mesela, elbette Kürtlerin de böyle bir sorunu olmayacaktı. En azından dindar Kürtlerin olmayacaktı. Zira onlar Türklere düşman değiller. Ancak onlar "Kizb kudret-i İlahîyeye iftiradır!" denildiği gibi düşünüyorlar. "Allah beni öyle yaratmamışken ben neden kendime Türk diyeyim?" diye amel ediyorlar. Bunu da aşmanın yolu var. Yukarıda onlara tavsiye ettiğimi size de ederim. Sulhün yolu basittir. Ya Türk kelimesinin yerine 'müslüman' diyelim yahut da 'Türkiye-Türkiyeli'yi geçirelim. Türk bayrağı yerine Türkiye bayrağı olsun. Türk sineması yerine Türkiye sineması olsun. Nesi eksilir ki böyle dense?
Bazı kavgalar çok küçük adımlarla aşılabilecek gibi durduğu halde hiçbir adım atamadığımızdan dolayı sürüp gidiyor. Kimse burnundan kıl aldırmıyor. Hatta, geçenlerde gördüm, Esenyurt'a 'Kürdistan' diyenler var. Arkadaşlar, bu, o kelimenin meşruiyetine de zarar vermektir. Eğer Kürtlerin sonradan geldikleri bir yer Kürdistan olabiliyorsa, Türklerin de sonradan gittikleri yerler pekâlâ Türkistan olabilir. O zaman onların da Doğu'ya, Güneydoğu'ya vs. 'Türkistan' deme hakları olur. Zira onlar da orada yaşıyorlar. Doğrusu bu kavgayla yaşamaktan ben epeyce sıkıldım. Doğduğumda başlamıştı. Şimdi kırkı geçtim. Aynı şekilde devam ediyor. Yeter. Ne diyelim? Allah rüşdümüzü ilham etsin. Hem devleti Kürtlere doğru atacağı adımlarda cesaretlendirsin hem de Kürtleri devlete doğru atacakları adımlarda merhametli kılsın. Âmin. Ben kendimce hem Kürtlerin hem Türklerin felahını ayrılmamakta görüyorum. Ayrılırsak iki tarafın solcuları, apoistleri ve kemalistleri, dindarları lokma lokma yutacaklar. Zira bir ellerinde 'dünyevîleşmeyi' diğer ellerinde 'asabiyeti' tutuyorlar. Bunların ikisi de pekçok lezzetlidir.
Yani kem lezzetlidir, zehirli bal gibidir, ama lezzetlidir. Vazgeçmek zordur. Mürşidim de öyle diyor: "Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara 'Fikr-i milliyeti bırakınız' denilmez." Bıraktıramasak da bir şekilde yüzünü hayra çevirmek lazımdır. Dünyevîleşmeye zaten dinimizle karşı koymaya çalışıyoruz. Gücümüz yetiyor-yetmiyor. İkincisini de dine havale edersek kazanması zorlaşacak.
Ya? Bir çaremiz var. 'Birlikte yaşama zorunluluğu.' Bu toprakların her yerinde çoklukla bulunmaktayız. Geleceğimiz için birbirimizle yaşamak zorundayız. O halde ırkçılık bizim için kurtarıcı bir formül olamaz. Irkçılık ancak parçalanmayı getirir. Bu kadar karıştıktan sonra nasıl parçalanacağız? Aynı kitapta, Ahmet Yıldız Hoca, Kürtlerle Türkler arasında evlilik yoluyla yüzbinlerce akrabalığın oluştuğunu da paylaşıyordu. Belki yüzbin de değil. Milyon bile var. Etle tırnak gibi olmuşuz. O halde şu 'birlikte yaşama zorunluluğunu' bir kılıç gibi ırkçılığın üzerine sevkedelim artık. Gereğince amel etmekten de çekinmeyelim. Belki geleceğimize güneş doğar. Döktüğümüz kanı toprak emdi. Emdi de doydu. 'Artık yeter' demeli. Ölmekten yorulmak lazım.
9 notes
·
View notes
Text
OSMANLIYA GÖRE TÜRK KİMDİR???
TÜRK; Yavuz Sultan Selim'e göre, eşekti
TÜRK; Koçi Beye göre, mezhepsiz ecnebiydi…
TÜRK; Hoca Saadettin Efendi'ye göre, leşti, hilebazdı, aşağılıktı…
TÜRK; Naima'ya göre, azgındı, çirkindi, kabaydı, cahildi…
TÜRK; Nef-i'ye göre, Allah'ın irfan pınarını yasakladığıydı…
TÜRK; Baki'ye göre, kabaydı…
TÜRK; Hafız Çelebi'ye göre, baban bile olsa öldürülmesi gerekendi…
TÜRK; Sadrazam Kuyucu Murat'a göre, başı vurulması gerekendi…
TÜRK; Aksaraylı Kerimettin Mahmut'a göre, hunhar köpekti. Me'lundu…
TÜRK; Merzifonlu Seyyit Abdurrahman Eşref'e göre, eşsiz bir gaddardı…
TÜRK; Gelibolulu Mustafa Ali'ye göre, pasaklıydı, çirkindi…
TÜRK; Taşlıcalı Yahya'ya göre, soyu kuruyasıca idi…
TÜRK; Büyükelçi Moralı Çuhadır Ahmet'e göre, hayvandan farkı olmayandı…
TÜRK; Tokatlı Nuri'ye göre, şehir dili bilmez hayvandı…
TÜRK; Şeyhülislam Mustafa Sabri'ye göre, tiksinti duyulandı…
TÜRK; Vahdettin'e göre, dini, soyu sopu, yurdu belirsiz, cahiller sürüsüydü…
Siniriniz bozulmasın devam etmeyeyim!
Osmanlı…
– ERMENİLERE, “Millet-i Sadıka”…
– ARAPLARA, “Kavm-i Necip”..
– RUMLARA, “Romalı” anlamına gelen “Romeos” derken Türkler'i böyle aşağıladı.
Peki, Türk kendini nasıl görüyordu?
Türk'ün hali
“İLK DERS beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydi. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
FAKAT asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
‘BİZ HANGİ milletteniz' deyince her kafadan bir ses çıktı:
‘BİZ TÜRK değil miyiz' deyince de hemen, ‘Estağfurullah' diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı.
halbuki biz Türk'tük. Bu ordu Türk Ordusu'ydu. TÜRKLÜK için savaşıyorduk. As��rlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi.
FAKAT ne çare ki bu “biz Türk değil miyiz?” diye sorunca “Estağfurullah” diye cevap verenlerin görünüşe göre Türk demek Kızılbaş demekti.(���)
DİNİNDE, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanını ve onun vekilini de bilmemektedir.
HELE İŞ, vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı…”
ŞEVKET Süreyya Aydemir (1897-1976), hayat öyküsünü yazdığı “Suyu Arayan Adam” kitabında böyle anlattı Türkleri…
Vatandaşlık Bayramı
FALİH RIFKI ATAY (1894-1971), “Batış Yılları” adlı eserinde kendi kuşağını Osmanlı'nın son çocukları olarak tanımladı:
“KENDİME ilk defa ne zaman ‘Türk' dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda ‘Türk', kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve OSMANLI idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘din ile milliyetin bir olduğunu' öğrenmekti.
‘Vatan' sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de NAMİK KEMAL'İ okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet'te duydum.
BİZ PADİŞAH kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, ‘Padişahım çok yaşa' diye bağırırdık…”
Buraya kadar yazdıklarımın kuşkusuz amacı var:
MUSTAFA KEMAL de, Osmanlı'nın son kuşağındandı. Türk'ün, Osmanlı iktidarı tarafından nasıl aşağılandığını yaşadı. OSMANLI münevverlerinin Babıali'de “TÜRK” sözünü Arap aksanıyla ifade ederek “Terk” diye yazdıklarını unutmadı. (“Terk” sözcüğünün çoğulu Arapçada “Etrâk” demekti; ve Türklere, “İdrâki biidrak” -anlayışsız Türkler- diyorlardı!)
Oysa…
TÜRK; ATATÜRK'E GÖRE, YILDIRIMDI, KASIRGAYDI, DÜNYAYI AYDINLATAN GÜNEŞTİ. BU SEBEPLE…
91 YIL ÖNCE…
TARİH: 23 MAYIS 1928.
TBMM, 1312 SAYILI TÜRK VATANDAŞLIĞI KANUNU'NU KABUL ETTİ. BÖYLECE…
ASIRLARDIR HOR GÖRÜLEN TÜRK, YURTTAŞLIK PAYESİYLE ONURLANDIRILDI.
OSMANLI İLE CUMHURİYET FARKI Buydu.
Bugünlerde…“Osmanlıcı” geçinen kimi AKP'liler, tekrar Osmanlı hayali kurup, devlet imtiyazlarını sığıntılara verip, Türklerden esirgemesi nasıl açıklanabilir ki?!
0 notes
Text
Doğu Ergil: “Kürt sorununun çözülmesi iktidar için faydalı değildi”
Profesör doktor Doğu Ergil akademide geçirdiği sürenin önemli bir bölümünde Kürtleri çalıştı. Türkiye’de siyaseti sarsan raporlar yazdı, açıklamalar yaptı. AKP’nin başlattığı çözüm süreci içerisinde pozisyon aldı. Ergil’in baktığı yerden Türkiye’yi, ülkenin Kürtlerini, Alevileri, dindar muhafazakarlarını; sıklıkla Tayyip Erdoğan’ı ve güncel politik gelişmeleri konuştuk.
Eren Aksoyoğlu: Bir süre önce hükümet bir açılım yapacağını söyledi ve Kürtler bir miktar rahatladılar. Ancak şimdi çok tersine bir ilişki var. HDP’nin seçilmiş belediye başkanları gözaltında, tutuklu ve görevden almalar var. Bir yandan da Cumhurbaşkanı “biz Kürt sorununu çözdük” diyor. Kürtler size göre nasıl bir psikoloji içerisinde, bundan sonra neler olur, neler yapacaklar?
Doğu Ergil: Bu soruyu Türk olarak ancak yanıtlayabilirim. Farklı Kürtler var, farklı şeyler düşünüyorlar ama bunun harcanmış bir fırsat olduğunu düşünüyorlar. O dönemde ilk defa Türk siyaseti Kürt sorununa farklı bakmaya çalıştı. Farklı bakarsa şimdiye kadar uyguladığı yöntemlerden farklı bir yöntem bulur ve kullanır diye bakıldı. Bana akil insanlar konusunda davet geldiğinde (zaten ben akademik hayatımın yarısını Kürt sorununun, daha doğrusu Kürt varlığının bu ülkede nasıl sorun olduğunu ve bu soruna nasıl bakıldığı ve nasıl baş edildiğini anlamak için harcadım) ilk defa bir ümit doğmuşken bu çalışmanın içinde yer almamak büyük bir çelişki olurdu. Fakat hala çoğu CHP’li olduğunu sandığım insanlar “sen akil insanlar heyetindeydin, ihanet ettin” teranesindeler. Kardeşim siz bu ülkenin insanlarını, kaynaklarını, geleceğini tüketen bir sorunun çözülmesini istemiyor musunuz diye sorduğumda bir cevap yok. Olaya sadece ihanet açısından, terörizm açısından ve milli birliği bozmak açısından bakıyorlar. Fakat sorun niye ortaya çıktı?
Türklerin talepleri kabul etmeyeceği anlaşıldı
Doğada sorun yoktur, olgular vardır. Siz bu olguları doğru dürüst, kendi tabiatına uygun yorumlayıp yönetemezseniz bunlar sorun haline gelir. Kürt sorunu yönetilememiş bir olgudur. Kürt varlığı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yurttaşlığı açısından nasıl yorumlanacak ve nasıl yönetilecektir olay. Biz bunu yapamadık. Biz Kürtleri tanımlayamadık ve sistem içinde yerine oturtamadık. Ayrı bir statü mü verilecek? O en son iş. Her sorunun önce tanınması gerek, sonra tanımlanması, tanımlandıktan sonra da çözülmesi gerek. Kürtlere hep dışsal bir varlık olarak bakıldı. Kürtlerin her talebi ki bunlar normal vatandaşlık talepleri olarak başladı, sonunda şiddete evrildi. Bir sapma olarak, isyan olarak, ihanet olarak bakıldı.
Kürtler önce kapıyı tıklattılar, açan olmadı. Ondan sonra hızla vurmaya başladılar, yine açan olmadı. Sonra tekmeyi vurup kapıyı kırdılar. Bunu Kürt siyasi hareketinin radikal kanadı için söylüyorum. O yüzden bunlar yapılmadığı sürece bir çözüm geliştirmek mümkün değil. Çözüm için alternatif geliştireceğiz dediler, ben müthiş bir sevinçle girişimi destekledim. En zor alanlardan birinde, milliyetçiliğin mümbit toprağı olan orta Anadolu’da çalıştım. Başta yüzde 50 civarındaki destek bizim iki aylık çalışmamızdan sonra yüzde 70’e çıktı. Fakat şu anlaşıldı: İktidar için Kürt sorununun çözülmesi kendisinin iktidarını sürdürmek için yararlı değil. Bu zaten duraklatıcı bir bulgu. Ancak ikincisi, ciddi bir sistem değişikliği gerekliydi. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının hepsi Türk’tür ve o Türklük de Türk anadan doğma, Türk babadan olma ve Türk oğlu Türk olma anlayışının uzağında yeni bir tanımlama gerekliydi. Ayrıca bu topraklarda Türklerden başka bir halkın varlığını kabul ediyorsan, onun dil ve din gibi bir takım temel hakları oluşuyor. Eğer talep olursa yerinden yönetim gibi haklar da var. Bütün bunları Türklerin kabul etmeyeceği anlaşıldı. Zaten başta da etmiyordu ama hükümet siyasal ağırlığını koyarak ilerleyebilirdi. Zaten o zamanlar iktidarın oy oranı çok yüksekti. Buna dayanarak toplumu ikna edebilirdi ama etmemeyi seçti. Tekrar bildiğimiz, o eski döngüye geldik.
Düşman olarak kodlamazsan öldürmez
E.A.: O halde iktidar partisi oy karşılığında bütün bu süreçten vazgeçti.
D.E.: O kadar basit değil tabii. Türkiye’de var olan siyasal kültür Türklükten başka bir kimliğin tanınmasına izin vermiyor. Böyle bir farklı kimliğin taleplerini de ihanet olarak görüyor. Eğer öyle görmese iki kuşak güneydoğuya gidip bir savaş vermez. Babanın askerlik yaptığı yerde çocuklar askerlik yapıyor. Ölüyor ve öldürüyorlar. Eğer düşman olarak kodlamazsan, o senin yurttaşın dersen “ben yurttaşımı neden öldüreyim” der. “Hayır, o haindir, vatanı bölüyor” dersen onu öldürürsün. O nedenle bu değişmedi. “Siz kardeşsiniz” denemedi. Öyle laf ola söylenmesi yeterli değil, fiiliyata dökülmesi gerekiyor. Kardeşlik her şeyden önce eşit haklar demektir.
E.A.: Türkler acı bir gerçeklikle karşılaştı o halde.
D.E.: Kürtler vazgeçmediği için, kendi özgün etnik kimliğini dayattığı için diyelim; bunu siyasallaştırdığı için demeliyiz. Bir etnik kimliği siyasallaştırırsanız bu önce bir özerklik talebine dönüşür. Özerklik talebi çatışma sürdüğü müddetçe bağımsızlığa kadar gider. Türkiye’yi askeriyle siviliyle yönetenler bunu gördüler. Farklı bir kimliğin kabulü ve ona bağlı taleplerin karşılanması özerklik talebinin kabulü demektir. Türkiye halkıyla hükümetiyle Kürtlerin özerkliğini kabul etmedi.
CHP’den bağımsız hareket etmeleri mümkün değil
E.A.: Demirtaş’ın gözaltına alınması da bir sebep, yerel seçimlerde sosyal demokrat partinin adaylarının Kürtlere sıcak yaklaşımı da bir oy karşılığı getirmiş gibi görünüyor. Siz bu sürecin devam edeceğini düşünüyor musunuz? Kürtler ana muhalefet partisine yüzünü dönük tutabilir mi?
D.E.: En radikal seçimi yaparsınız, “biz ayrılacağız” dersiniz, topyekün bir mücadeleye girersiniz, Kürtlerin küçük bir bölümü dışında kimse bunu istemedi, istemiyor da. Dolayısıyla sistemin içinde kalabilmek, sistemden mümkün olduğunda fazla yararı elde etmek için ittifaklar kurması gerekecek. Çünkü siyasal örgütlenme olarak kısmi bir temsil kabiliyetine sahipler. Dolayısıyla ana muhalefet partisine yakınlık gösterdiler. Hiç olmazsa ana muhalefet kendi haklarını daha fazla korur, daha fazla hak tanır diye. Nitekim bizim büyük çoğunluğu sağcı olan Türk göçmenler gidip Avrupa’da sol partilere oy veriyorlar. Çünkü onların haklarını daha fazla korurlar. Osmanlıcı olanları var, çok ironik bir şey tabii. Menfaati öyle gerektiriyor. Bu yüzden eğer Kürt hareketi daha fazla taban bulabilse, kendi imkanlarıyla kendi örgütsel gücüyle daha fazla destek bulabilse ana muhalefet partisinden daha bağımsız hareket edebilir. Şimdi bu mümkün değil.
E.A.: Bu birlikteliğin gelişebileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin Ahmet Şık bir süredir bunun altını çizen mesajlar veriyor.
D.E.: Bir siyasal alternatif çıkmazsa bu devam eder, ha daha az istekle devam eder. Çünkü ihtiyaçları var.
Alevi nefreti devlet tarafından destekleniyor
E.A.: İzninizle Alevilere geçmek isterim. Son dönemde çok enteresan bir şey oluyor. AKP’li belediyeler sırasıyla Cemevi açmaya başladılar. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Toplumun bu kanadında bir alt üst oluşsun isteği mi var?
D.E.: Çok sessiz açıyorlar. Kendi tabanlarına göstere göstere açmıyorlar. Her şeyden pay çıkarmak için “bak, biz yapıyoruz” derler. Ancak bunları çok sessiz yapıyorlar. Özgürlükçü, demokrat Sünniler bir kere herkesin inanç hakkını, inanç özgürlüğünü kabul ederler. Ama bu Cemevi açalım şeklinde dile getirilir mi, onu bilemem. Fakat genel çoğunluğu itibariyle Sünniler, Alevileri sapkın bir inanç mensubu olarak görmüşlerdir, çünkü öyle gösterilmişlerdir. Aslında bunun inançla da ilgisi yok. Ali kültünden gelen Safevi Devleti ile Osmanlı Devleti arasında kalan Alevi itikatlı bir halk var. Onlar İran’a kayarlar ve doğu Anadolu’nun kaybına neden olurlar diye bir korku var. O yüzden Kürtler desteklendi. Kürtlerin bugün bu kadar desteklenmesi Sünni olmalarındandır. Tampon bölgede yaşayan Sünniler olarak görüldüler. Şimdi onlar tabii Kürt olarak taleplerde bulununca devletin tutumu değişti… Sonra da Anadolu’da nefret söylemiyle Alevileri marjinalleştirmeye çalıştılar. Halbuki Aleviler, Anadolu İslam’ı denilen şeye daha yakınlar. Sünnilik ise Arap İslam’ına daha yakın. Daha doğrusu Aleviler göçer Türk İslam’ına daha yakın bir itikat. Aleviler tekfir edilince nefret nesnesi haline geldiler ve her zaman dışlandılar. Ana kimliğinin Müslüman olduğu iddia eden Sünniler, Alevilerden hiç haz etmezler, niçin haz etmediklerini de bilmezler. Bu bağladıkları nefretleri uyduruk nedenlerle kurgulanmıştır. Kurgulanmış bir nefrettir ve devlet eliyle sürekli beslenmiştir. 80’lerde askeri darbeden sonra Alevi köylerine cami yaptırılmıştır. Üstelik laik bir yönetim yapmıştır bunları.
Eğitim tamamiyle Sünni eğitimidir
E.A.: Bu neden oldu? Laik yönetimin cami yaptırması veya Madımak Katliamı’nda laik askerin hiçbir şeyden yapmadan meydanı terk etmesi, katledilenler ile katledenleri baş başa bırakması çelişki değil mi?
D.E.: Alevilerin sapkın bir topluluk olduğu ve “sonunda sapkın olan herkes ihanet eder” anlayışıdır. Halbuki laikliğin en büyük destekleyicisi Aleviler olmuştur. Ben bunu askerlere sordum, bana bir cevap veremediler. Madımak’ta sadece askerler müdahale etmedi değil, benim de gözlemlediğim bir şey oldu. Yanımızda çalışan bir kadın, daha sonra Alevi olduğunu bir vesileyle öğrendik. Oğlu Harp Okulu’na girmişti, bir gün pat diye kapının önüne koymuşlar çocuğu. Çok da çalışkan bir çocuktu. Ağlıya yakıla geldi, neden olduğunu söylememişler. Sorduk askere ama hakikaten hiçbir cevap alamadık. Her yere sirayet etmiş durumda, bir toplumsal nefret var ve bu toplumsal nefret bir devlet politikası haline gelmiş. Bu çok yaygın ve sürekli besleniyor.
E.A.: Akkuzulu’da Kılıçdaroğlu’un linç edilmesi girişimini de sormak isterim. Bir Sünni köyüne giden bir Alevi kanaat önderi, mezhepsel açıdan da gözlemlenebilir şekilde linç edilmek isteniyor. Anadolu’da Alevilere yönelik irili ufaklı linç girişimleri de oluyor. Bunun altındaki psikoloji nedir size göre?
D.E.: Bu üretilmiş bir nefret. Aslı dediğim gibi çok eskiye dayanan, Safevi Devleti desteğine kadar giden bir nefret. Sonradan bu değişe değişe bugüne geliyor ve Alevi nefreti olarak kalıyor. Efsaneler üretiliyor tabi. Ahlakları yok, sınırları yok, cinselliğe atıflar var gibi. Her türlü kötülüğü yaparlar gibi. Alevi gelinin elinden yemek yemeyen Sünni ebeveyn var. Hıristiyan gelinin elinden yiyebilir ama Alevi gelinin elinden yiyemez neredeyse. Bu zihinsel DNA’lara işlenmiş bir nefret. Bunun rasyonel bir tarafı, açıklanacak bir tarafı yok. Ancak her dönemde resmi olarak desteklenmiştir.
E.A.: Devlet böyle bir şeyi hangi aygıtlarla yapar?
D.E.: Okuldan başlıyor bu. Ortaöğretime girmiş olan din eğitimi tamamiyle Sünni eğitimidir. Biraz Hıristiyanlığı anlatır, biraz Aleviliği ve Budizmi anlatırsanız değişir. Bunu anlatacak hoca da var mı, ayrı mesele. Bizde din ezbere dayanır. O yüzden okuldan başlarsın. Cemevlerini yasakladılar Türkiye’de. Niye yasakladıklarını da söylemediler, çünkü arkasında nefret altyapısı var. En yukarıdan aşağıya kadar Alevi nefreti söylemi sonlandırılır, Aleviliğin saygın bir inanç sistemi ve İslam’ın bir kolu olduğu söylenir. Değişim başlar.
Bizde taşra muhafazakarlığı var
E.A.: Bu aralar çok konuşuluyor, herkes bir şey söylüyor bu konuda: Muhafazakar burjuvazi kavramsallaştırması. Burası dönüşüyor, değişiyor. Para kazandıkça para harcamak istiyor, kendi kabına sığmıyor. Yönelimleri de değişiyor. Bu insanlar değişiyor mu? Bu insanların ait hissettikleri AKP geride mi kalıyor? AKP gidiyor mu size göre?
D.E.: Bu soruya en önce muhafazakarlık nedir diye başlamak lazım. Neyi muhafaza ediyoruz? Toplumun sanayi öncesi ve sanayi sonrası dönemi var. Sanayi öncesi dönemde kırsal var, insanlar küçük topluluklar halinde yaşıyor ve yüz yüze ilişkiler ile geleneklerin hakim olduğu bir dönem bu. Erkeğin hakim olduğu bir kültür, bir yaşam biçimi. Muhafazakarlar sanayi öncesi toplumun değerlerini, yaşam biçimini, kalıplarını mı muhafaza etmek istiyorlar, yoksa sanayi sonrası toplumun değerlerini, yaşam biçimini, kalıplarını mı? Sanayi sonrası toplumda bireycilik vardır, özgürlük vardır. Özgür seçim yapılır ve siyasal anlamda cemaatin dışında teşkilatlanma vardır. Farklı örgütlenmeler vardır. Bunun değerlerinin muhafazası bambaşka bir şey. Çoğulculuğun egemen olduğu yerde demokrasi yeşerir. Sanayi sonrası toplumun muhafazakarı demokrasinin temel ilkelerini muhafaza eder. Biz hala sanayileşebilmiş bir toplum değiliz, bizim muhafazakarımız hala o taşra muhafazakarlığıdır. Bireyin olmadığı, kadının erkeğe tabi olduğu, gerekirse zorun kullanılabileceği, teşkilatlanmaktan hep kuşku duyulan bir yapı. Çoğulcu olmayan, emir komuta ilişkilerinin devam ettiği ve geleneklerin temelinde de dinin olduğu bir yapı. Dindarlığın egemen olduğu bir muhafazakarlık. Büyük çelişki işte burada.
Batıda devlet zenginleşme aracı olamaz
Biz muhafazakarlıktan batıyı anlamayalım. Batının muhafazakarı demokrasiye inanır. Seçimlerin toplum kazanının dibinden, en alttakileri çıkarıp en üste getirmesini engelleyecek bir elit demokrasisine inanır. Çünkü elitlerin iyi değerleri; anlaşmalara rivayet, çalışarak hayatını kazanmak, aile değerleri ve aynı zamanda seçimle oluşacak, seçime hile katılmadan oluşacak bir yönetim düzeni. Bu düzeni sürdürmek ve alttan gelecek olan maceracılara sırf hırslarını tatmin için düzeni bozacak kaos imkanını sağlamayacak bir muhafazakarlıktır bu. Ama bizim gibi hala taşra vasıflarını koruyan toplumların davranış kalıpları, kurumları (ki cemaatçi kurumlardır bunlar-komin anlamında söylüyorum), bireyin olmadığı, çeşitliliğin tehlike olarak görüldüğü bir muhafazakarlık başka bir şey. İşte bizimki bu muhafazakarlık. Bu kavram kargaşasından dolayı bizde muhafazakarlık sanki iyi bir şeymiş gibi görülüyor. Bu artık çağdışı bir muhafazakarlıktır. Böyle bir dünya yok. Ama bizde sanayileşme-modernleşme geciktiği için her şey sündü. Bütün bu geleneksel davranış kalıpları sürebiliyor. Buna uygun bir düşünce tarzı da sürüyor. Az önce Twitter’da yazdım. Devletin görevi milleti zenginleştirmektir. Ancak milletin içinden birileri çıkıp devleti kendilerini zenginleştirme aracı olarak görebiliyor. Bunu hak görüyor kendisinde. Modern muhafazakarlıkta böyle bir hak yoktur, bu suçtur. Modern muhafazakarlık Türkiye’ye yerleşmedi. Bunlar toplumun küçük bir bölümü tabi. Toplumun büyük bölümüne adını veremez.
Toplum yeni partileri konuşmuyor,
Erdoğan gider mi diye konuşuyorlar
E.A.: Bu grup AKP’den uzaklaşır, yeni gelecek partilere (Davutoğlu ve Babacan’ın partisine) geçiş sağlar mı? Bu grupların iktidar partisinden uzaklaşacak paradigmayı dağıtabileceğine inanıyor musunuz?
D.E.: Paradigmalar küçük hareketlerle dağılmaz. Geniş hareketler ve örgütsel tabanını yaratan hareketler dağıtabilirler. Küçük gruplar eski paradigmanın artık işlemediği için yeni arayışların ortaya çıktığını gösterirler. Örneğin Türkiye’de çok sol parti kuruldu ama ülkeyi sola doğru götüremediler. Yetmez. Bunların toplumda bir karşılığı olması lazım. Bu karşılık oy sayısında değil, nasıl bir düzen kurmak istedikleriyle ilgili. O düzenin eski toplum düzenini dönüştürecek gücü var mı ve dünyaya uyumunu sağlayacak kabiliyeti var mı? Bunlar önemli. Bu gelenler, dikkat edin, daha çok Ak Partili seçmenin gücünü azaltıp bugünkü Cumhurbaşkanı’nın tekrar seçilmesini engellebilir mi diye bakılıyor. Yoksa yepyeni bir düzen getirecek mi diye bakılmıyor. Yeni bir ekonomik model, yeni bir dış politika, yeni bir eğitim düzeni teklifi var mı diye bakılmıyor. Toplum bunları düşünmüyor. Bunların içinde bir çekirdek grup belki bütün bunları düşünüyor ama bu dışarıya yansımıyor. Zaten soran da yok. Bunlara örneğin “yeni din eğitimi politikan nedir” diye soran var mı? Yok.
E.A.: Topluma umut olabileceklerini düşünmüyorsunuz anladığım kadarıyla.
D.E.: Bunların ortaya çıkışına atfedilen önem başka. Bunlar şimdiki tek adam diye nitelenen sisteme karşı tekrar parlamenter sisteme (demokrasiye demiyorum) dönülecek bir başlangıça dönebilir mi? Ayrıca şimdiki Cumhurbaşkanı’nın seçilmesini engelleyebilirler mi? Bu ikinci soru daha önemli. Çünkü şimdiki Cumhurbaşkanı eğer tekrar seçilmesinin şartı olarak parlamenter sisteme dönülmesi gerektiğine inanıyorsa döner. O kadar da pragmatik bir insan. Ancak kendisinin seçilmesi garanti edilirse. Yapılan anketlere bakıyoruz, hala tek başına en fazla rağbet edilen Cumhurbaşkanı adayı o. Kendisine yönelik beğeni devam ediyor. Kabul edelim ki, ortalama Türk’ü en iyi o temsil ediyor nitelikleri itibariyle. Ortalama Türk’ten müthiş bir sanatsal yaratıcılık, bilimsel bilgi birikimi, müthiş bir diplomatik incelik bekler misin? Beklenmez. Ondan da beklenmiyor. Ama iddialı, güçlü görünen, dediğini yaptıran bir adam. Bu beklentiye en uygun aday o. O bakımdan hala azalmakla beraber desteğini sürdürüyor. Daha da önemlisi alternatifi yok.
İttifak ana muhalefet fikrine pek uygun değil
E.A.: Bir süre daha devam eder mi iktidarı?
D.E.: Orasını bilemem.
E.A.: Bir süredir Kılıçdaroğlu ve Davutoğlu’nun bazı şartlar altında yan yana gelebileceği, gelecek için görüşebileceği kulislerde konuşuluyor. Siz buna ne dersiniz? Kılıçdaroğlu’nun cepheyi geniş tutma ve ittifaklar arama politikası hakkında ne düşünüyorsunuz?
D.E.: Bir muhalefet partisi eğer oylarını radikal şekilde arttırıp iktidar olamıyorsa kaçınılmaz olarak ittifak kuracaktır. Bu bir zorunluluk. Eğer kendi cazibesini arttıramıyorsa başka düşüncelere iltifat eden insanları bir araya getirecektir. Ancak çok fazla farklı grupların kurduğu ittifakların şöyle bir sakıncası var: Siz bir düşüncenin partisisiniz, bir dünya görüşü ve eğilimin yansıması partisiniz ama diğerleri değil. O zaman hangi seviyede ittifak kuracaksınız? Bütün bu fikirlerin temsil edileceği bir platformda. Bu ana muhalefet fikrine de pek uygun değil. Neticede bu iki parti de iktidar partisi içinden çıkmış yapılar. Sorumluluğu büyük ölçüde ve uzun süre paylaşmışlar. Sokakta bizden bile hesap soruluyor. Koskoca bir siyasi harekete, ana muhalefet partisine seçmeni hesap sorar mı, ona bakmak lazım. Ana muhalefet partisi pek çok grupla bir araya geldiğinde kendi seçmeni ne kadar destek verir, onu da bilemiyorum. O yüzden çok fazla bilinmeyen var. Ancak tek başına iktidara gelecek bir imkan yaratamıyorsa seçim ittifakı kurabilir ama bir koalisyon kurulabilir demiyorum.
Erken seçim olursa Erdoğan kazanır
E.A.: Son yerel seçimle birlikte sosyal demokrat partinin kazandığı kentlerde neredeyse yeni bir kuşak ortaya çıktı. Belediye başkanlarının yaşları birbirine yakın. Bu siyasette bir yenilenme getirir mi? Bu insanların rolleri kısa süre içerisinde değişir mi?
D.E.: Buna kuşak hareketi demek çok mümkün mü bilmiyorum. Çünkü onlar da çok genç insanlar değiller. Benim anladığım kuşak hareketi 20 ile 30 arasında olur. Ben 68 kuşağıyım. 68 ve 78 siyasal hareketlerdir. Son dönemde de bu sol hareketler çıktı: PODEMOS vesaire. Şimdi de ortalık duruldu. Yine somut verilere bakarak ilerleyelim. Hepsinin bir alıcısı var. Ancak yüzde 10, yüzde 15 gibi. Erdoğan’a bakıyorsun, yine yüzde 40’larda. Partiden bağımsız olarak bir beğeni kitlesi var. Eğer birinci seçimi rakip aday yüzde 50’in üzerinde bir oyla kazanamazsa ikinci seçimde yine Erdoğan kazanır. Böyle bir realite var. Seçimin ne zaman olacağı da önemli. Şu anda seçim olsa Erdoğan ikinci turda alır. Bunların hepsinin hesabını yapıyordur zaten. Ancak zamanında, yani iki yıl sonra seçim olacaksa çok şey değişebilir. Çünkü ekonomik kriz biley taşı gibi sistemi zımparalayarak geliyor. Türkiye çok zor bir durumda kalacak. İşte o zaman bu insanlar gerçekten bir ümit olarak ortaya çıkabilecekler mi? Erdoğan’ın temsil ettiği güç merkezileşmesini de dağıtabilecekler mi? Buna bakmak gerek.
E.A.: Erken seçimin Erdoğan için bir avantaj olduğunu söylüyoruz.
D.E.: Tabii. Kesinlikle. Evet, erken seçim olmalı ama şöyle olmalı: Cumhurbaşkanı değişecekse, Cumhurbaşkanı değişince sistem değişecekse olmalı. Ancak değişmeyecek. Bütün göstergeler böyle bir sonuç ortaya koyuyor. Yani erken seçimin bir işe yaramayacağını söylüyorum. Cumhurbaşkanı ve sistemi değiştirmek isteyenlerin, bu beklenti içinde olanların beklentilerinin gerçekleşmesi açısından istenen olmayacak. Onu söylemeye çalışıyorum.
Sosyal demokrat parti yeterince itiraz etmiyor
E.A.: Ana muhalefet partisinde bir kongre var. Kılıçdaroğlu en güçlü döneminde. Müstakbel rakibi İnce’nin kongre salonuna gireceğini ama rakibini zorlamayacağını öngörenler var. Diğer yandan parti programının güncelleneceği belirtiliyor, parti içinde bir çalışma var. Sosyal demokrat siyaseti heyecanlandıran başka gelişmeler de var. İngiltere’de İşçi Partisi seçimlere hazırlanıyor ve bir ivme yakalamış durumdalar. İspanya’da sosyal demokrat PSOE ve sosyalist PODEMOS yan yana geldi, Almanya’da SPD’de dengeler değişmiş durumda. Amerika’da Trump azledilebilir, Demokratlar içinde Sanders kapıları zorluyor. Gezegenin üzerinde pek çok sosyal demokrat hareket var. Türkiye bu tablodan nasibini alır mı? Türkiye’ye bu yönelimler daha geç geliyor ve örneğin Baykal döneminde Blair’in “yeni solu” bir doktrin temelliydi.
D.E.: Baykal aynı hayali gördü. O dönemde İngiltere’de Blair kazanmıştı ve biz de kazanırız diye düşünmüştü. Biz sanayi dönemini dünyada başlatmış bir toplum değiliz. Burada bir taşra toplumu var. Bunları benzetmek için sosyal bilimlerden hiç nasip almamış olmak lazım ki sayın Baykal, benim kürsümün eski doçentiydi. Ancak bu bir hayal ve bir yere varmadı. Türkiye’de sanayi büyüyor, işçi sınıfı güçleniyor ve dolayısıyla buna uygun olarak sosyal demokrat ideolojinin altı doluyor diye bir gerçeklik var mı? Buradan ümit var bir sonuç çıkaramam. Tam tersine işçi sendikaları dağıtılıyor, sendikalı işçiler işten çıkarılıyor vesaire. Buna bile karşı çıkılmıyor. Kendisinin sosyal demokrat olduğunu iddia eden hangi parti buna karşı çıkıyor?
E.A.: Bütün bunlara karşı çıkarsa sosyal demokrat parti etkili olur mu?
D.E.: Etkili olabilir ama çıkış yok. Maalesef yok.
E.A.: İngiltere’de Momentum adında bir hareket parti liderini itekleyebiliyor. Bizde siyasi yapı mı büyük kamuoyunu etkiler, yoksa büyük kamuoyu mu siyasi yapıyı? Bu tersine ilişki biraz tuhaf görünüyor.
D.E.: Bu doğru bir tespit. Geniş kamuoyu partilerin oluşumunu, düşüncesini ve hareketini etkiliyor. Örneğin Türkiye’deki seçmenin büyük çoğunluğu milliyetçidir. Partilerden bağımsız olarak milliyetçidir. Dini çok önemser. Dindardır veya dincidir demiyorum. Devletini önceler, devlet milletten önce gelir. Bu genel temayüllere uygun olarak toplum rahatlıkla yönlendirilebilir. Bunları somut siyasalara dönüştürecek bir liderlik, bir örgüt çıkarsa toplumu yönlendirir. Şimdi biz Suriye’ye asker göndereceğiz deniyor ve gönderiliyor. Hiç karşı çıkan yok. Tek tük sesler çıkıyor, büyük bir çoğunluktan ses yok. Çocuklar gönderiliyor. Ölen ölüyor, kalan kalıyor. Sonucunda ne edinildiğini bilen de yok. Şimdi Libya’ya asker göndereceğiz deniliyor. Siz bununla ilgili bir tartışma duyuyor musunuz? Bir itiraz duyuyor musunuz? Çünkü bu millet gider. Bunu kaybedilmiş imparatorluğun geriye kazanılması olarak görüyor. Şanı ve namı geri getirecek bir hareket olarak görüyor. Ayrıca gücünü dışarıya yansıtmanın bir aracı olarak görüyor; biz dünyadaki yerimizi belirliyoruz diye görüyor. Bunların da yanında kaybettiği imparatorluk var ya, kendi kimliğini bağlı olduğu yer olarak görüyor. Biliyorsunuz artık arabaların arkasında Mustafa Kemal imzalarının yanı sıra tuğralar da var. Ben soruyorum “bu kimin imzası” diye, bilmiyor kimse. Hangi padişahın imzası olduğu bilmiyor ama onu koyuyor. Çünkü kendisini Osmanlı’yla irtibatlandırıyor. Osmanlı’yı ihya edeceğiz zannediyorlar. Bunu düşünen ve hisseden ciddi bir kesim var. O yüzden bütün bunların var olduğu bir yerde bu genel temayül siyasi hareketlerin kolaylıkla yönlendirebileceği ve etkili olabileceği bir duygusal ve ideolojik altyapı oluşturuyor.
E.A: Size çok teşekkür ederim.
D.E.: Ben teşekkür ederim.
Bir Yol, Aralık 2019
28 notes
·
View notes
Photo

İslâmiyet milliyeti ile dörtyüz milyon hakikî kardeşin her gün ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺍﻏْﻔِﺮْ ﻟِﻠْﻤُﺆْﻣِﻨِﻴﻦَ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻨَﺎﺕِ dua-yı umumîsiyle manevî yardım görmek yerine, ırkçılık dörtyüz milyon mübarek kardeşleri, dörtyüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz'î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türkler'e büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necib Türkler böyle hatadan çekinirler. https://www.instagram.com/p/CA8a0mijQyW/?igshid=tuszbgmrtvw0
1 note
·
View note
Text

Türk; Yavuz Sultan Selim'e göre, eşek idi…
Türk; Koçi Beye göre, mezhepsiz ecnebiydi…
Türk; Hoca Saadettin Efendi'ye göre, leşti, hilebazdı, aşağılıktı…
Türk; Naima'ya göre, azgındı, çirkindi, kabaydı, cahildi…
Türk; Nef-i'ye göre, Allah'ın irfan pınarını yasakladığıydı…
Türk; Baki'ye göre, kabaydı…
Türk; Hafız Çelebi'ye göre, baban bile olsa öldürülmesi gerekendi…
Türk; Sadrazam Kuyucu Murat'a göre, başı vurulması gerekendi…
Türk; Aksaraylı Kerimettin Mahmut'a göre, hunhar köpekti. Me'lundu…
Türk; Merzifonlu Seyyit Abdurrahman Eşref'e göre, eşsiz bir gaddardı…
Türk; Gelibolulu Mustafa Ali'ye göre, pasaklıydı, çirkindi…
Türk; Taşlıcalı Yahya'ya göre, soyu kuruyasıca idi…
Türk; Büyükelçi Moralı Çuhadır Ahmet'e göre, hayvandan farkı olmayandı…
Türk; Tokatlı Nuri'ye göre, şehir dili bilmez hayvandı…
Türk; Şeyhülislam Mustafa Sabri'ye göre, tiksinti duyulandı…
Türk; Vahdettin'e göre, dini, soyu sopu, yurdu belirsiz, cahiller sürüsüydü…
Siniriniz bozulmasın devam etmeyeyim!
Osmanlı…
– Ermenilere, “Millet-i Sadıka”…
– Araplara, “Kavm-i Necip”..
– Rumlara, “Romalı” anlamına gelen “Romeos” derken Türkler'i böyle aşağıladı.
Peki, Türk kendini nasıl görüyordu?
TÜRK'ÜN HALİ
“İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydi. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
‘Biz hangi milletteniz' deyince her kafadan bir ses çıktı:
‘Biz Türk değiln miyiz' deyince de hemen, ‘Estağfurullah' diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı.
Halbuki biz Türk'tük. Bu ordu Türk Ordusu'ydu. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi.
Fakat ne çare ki bu “biz Türk değil miyiz?” diye sorunca “Estağfurullah” diye cevap verenlerin görünüşe göre Türk demek Kızılbaş demekti.(…)
Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanını ve onun vekilini de bilmemektedir.
Hele iş, vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı…”
Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976), hayat öyküsünü yazdığı “Suyu Arayan Adam” kitabında böyle anlattı Türkleri…
VATANDAŞLIK BAYRAMI
Falih Rıfkı Atay (1894-1971), “Batış Yılları” adlı eserinde kendi kuşağını Osmanlı'nın son çocukları olarak tanımladı:
“Kendime ilk defa ne zaman ‘Türk' dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda ‘Türk', kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve Osmanlı idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘din ile milliyetin bir olduğunu' öğrenmekti.
‘Vatan' sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal'i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet'te duydum.
Biz padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, ‘Padişahım çok yaşa' diye bağırırdık…”
Buraya kadar yazdıklarımın kuşkusuz amacı var:
Mustafa Kemal de, Osmanlı'nın son kuşağındandı. Türk'ün, Osmanlı iktidarı tarafından nasıl aşağılandığını yaşadı. Osmanlı münevverlerinin Babıali'de “Türk” sözünü Arap aksanıyla ifade ederek “Terk” diye yazdıklarını unutmadı. (“Terk” sözcüğünün çoğulu Arapçada “Etrâk” demekti; ve Türklere, “İdrâki biidrak” -anlayışsız Türkler- diyorlardı!)
Oysa…
Türk; Atatürk'e göre, yıldırımdı, kasırgaydı, dünyayı aydınlatan güneşti. Bu sebeple…
91 yıl önce…
Tarih: 23 Mayıs 1928.
TBMM, 1312 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu'nu kabul etti. Böylece…
Asırlardır hor görülen Türk, yurttaşlık payesiyle onurlandırıldı.
Osmanlı ile Cumhuriyet farkı buydu…
“Türk”, Osmanlı'da olduğu gibi aşağılanan-horlanan değildi.
Zamanın ruhu değişmişti:...
Tükr Mitolojisi Tarihi
12 notes
·
View notes
Text
Nasturi ve Gregoryan Hristiyan Kürdler ile Kürd Mamekilerin Çinli Kökeni Üzerine – 3 – Abdulkadir Kocadağ
Bazı isimlere Ermeni Kürd Hasan Jalal ile. Meşhur Ermeni tarihçi Kirakos Gandzakets’i naklediyor zamanında: ’’ Moğollar, Jalal dedikleri dindar prens Hasan’a da karşı geldiler. Kendisi büyük prensler Zakare ve İvane’nin bacılarının oğlu, dindar, tanrıyı seven, yumuşak ve uysal, merhametli ve çölde yaşayan biri gibi dua ve yalvarışlarda çabalayan ve fakirleri seven bir adamdı.(bundan sonra ne denli dindar olduğunu övüyor, tercüme etmeden geçiyorum 8)
Aynı sayfada yazıyor daha. Hasan Jelal de çok becerikli, Kürd akrabaları gibi. Büyük bir kilise inşa ettiriyor, eşinin ismi de Mamkan. Hasan epeyi savaşıyor, ve elbette geliyor
Moğollar, epeyi bir anlatım var ama ben çağdaş bir yazarın araştırmasından nakledeyim bu cesur Kürd ve Ermeni Gregoryan kilisesi mensubu prensin hayatından kısa ve önemli bir kesiti( gereksiz gördüğüm bazı noktaları atlayabilirim): Khachen bölgesinin prensi Hasan Jelal ( ölümü 1261) Moğolları destekleyen ikinci asilzade oldu (daha evvel kendisi de yine bir Kürd ve Jelal’in akrabası ve en etkili prens Awag Moğolistan’a kadar gitmiş ve Moğol vassalı olmuştu, bunu kaydetmedim, verdiğim kaynaklarda mevcut.) Moğolların güvenini kazanan Hasan, ilişkileri kendi istediği biçimde tanzim etmeye başladı. Ermeni kaynaklarına göre Moğol elçilerini, ulaklarını destekleme, ve mesela yiyecek ve at temini gibi ihtiyaçlarını karşılamak için ne gerekiyorsa yapıyordu. Böylelikle de Moğollarla ilişkileri ve kendisi için bazı ayrıcalıklar edinebiliyordu ama Moğolların vergi yönetimine bakan Moğol emir Arghun (ölümü 1275/1277) Hasan’dan hiç hoşlanmıyor ve kendisine çok sert ve haşin davranıyordu. Emir Arghun’dan yılan Hasan Jelal, Kırım’a Altan Orda (Golden Horde/Altın Ordu) Moğol prens Sartakh’ı ziyarete gitti. Prens de Hasan’ı babası meşhur Batu Khan’a tanıştırdı. Sonrası geldi ve Batu Khan kendisine Selçuk ve Gürcilerin el koyduğu ata mirası bölgeler Ch‘araberd, Akanay ve Karkaŕn’ı geri verdi. Prens Sartakh ile yakınlığını da kullanarak, ünvanından da anlaşılacağı gibi Khachen’i Gürci ve Zakarid prenslerden ayırdı. 1280 ve 1286 tarihli, Gandzasar’da bulunan ve Hasan’ın kızı Mama-Khatun’a ait iki Ermenice kitabe’de
Hasan Jelal için ‘’Prenslerin prensi Khachen hükümdarı’’ ibaresi yer alıyor. Hasan’ın diğer kızı Mina-Khatun’a ait ve Amaghu-Noravank‘ da 1292 tarihli kitabe’de ise kızı babası için Büyük Kral yazdırmış. 1261 yılı Ermeni kayıtlarında nakledildiğine göre, Moğol prens Sartakh 1255 yılında Moğol Möngke Khan’ı ziyarete Moğolistan’a giderken, Hasan Jelal de ailesiyle birlikte kendisine eşlik ediyor. Moğol Khan hasan’a Moğol enchü statüsü veriyor ve karşılığında da her yıl askerlik yapmasını istiyor. Hasan, kızlarından birinin Moğol komutan Çormağan Noyan’ın oğlu Bora Noyan’la evlendirerek durumunu sağlamlaştırıyor.
Ama kızının evliliği de hayatını devam ettirmesine yetmiyor. 1261 yılında gereken vergiyi ödeyememesi, ve asıl bir de arkadaşı prens Sartakh’ın 1256 da ölümü kendisini korumasız bırakıyor ve Emir Arghun Hasan Jelal’i Qazvin’de işkenceyle öldürüyor.(10)
Hasan Jelal’in Moğol emir tarafından öldürülmesi ne kadar berbat. Gerçi Moğolların önüne gelen kadına tecavüz etmesi, canının istediğini öldürmesi gibi hadisleri okuyup öğrenince, bu pek bir şey değil gibi ama öyle de değil. Kürt tarihinin ne kadar geniş ve dallı budaklı olduğunu yıllardır anlayan biri olarak, bazı okuyucuların etkilenebileceğinin farkındayım. Yukarıda ilginç bir isim var, Mama-Xatun… Hasan Jelal’in kızı ve tanınmış bir isim. Kim bilir ait olduğu soy için neler yazılıyordur!
Gelelim Klikya Ermeni kralı Hetum’un Moğolistan’a Mönkge Kağan’a ziyarete çıktığında uğradığı Ermenilere: II. İzzeddin Keykavus isimli Rum sultan (Anadolu Selçuklu diye yazılan) ve komşuları Türklerden korkusundan Rum topraklarından kılık değiştirerek gizlice yola çıktı. Türkler, Moğollarla ittifakından dolayı kendisine kin duyuyorlardı.
Hetum, II. Izzeddin Keykavus’un topraklarını on iki günde hızla geçerek Kars şehrine ulaştı. Orada Moğol komutan Bayju Noyan ile diğer prensleri ziyaret etti ve iyi karşılandı. Daha sonra Aray’ın karşısındaki Aagats dağının eteğindeki Vardenis köyünde Kürd isimli bir Ermeni’nin evinde kaldı. Bu prens, oğulları Vaçe ve Hasan ile Mamikonian soyundan Marzban’ın kızı, Aslan-bek ile Grigor’un bacıları ve karısı Xoreşah ile yaşayan bir Hristiyan’dı.’’(9)
Yukarıdaki isimlere dikkat, yani Aslan-bek gibi Türkçe sayılacak olanı da var, Hasan ve Grigor da. Ama bir isim hiç de birilerine yakınlık adına verilmiş türe benzemiyor, oda Kürd’ün karısının ismi Xore…Bu isim saf Kürdidir, her köyde bir kaç Xalte Xore bulunurdu (Xore teyze). Arabiye’de Huri olarak geçen ve bakire-güzel yüzlü anlamına gelen Xore/Huri…Ve dahası Mamakan soyundan.
Bir prens Kürd daha var, acaba yukarıda adı geçen mi ama bu isim Gürci kraliçesi Tamara zamanı zikrediliyor ki, yukarıda Kilikya Ermenistanı kralı Hetum’um 1254 de Moğolistan’a giderken prens Kürd’e uğradığını düşünürsek, şimdi bahsedeceğim Kürd olamaz zira yarım asır evvelinden bahsediyoruz, zaten aile ferdlerinin isimleri de farklı: (…) Sonra prens Kurd ata toprağı Kayean ve Mahkanaberd’e döndü. Gürci kraliçesi Tamara kendisine saygı göstermiş, ata mülkleri ve yanında bir çok şeyi de iade etmişti. Kürd’ün Sadun ve Davit isimli iki oğlu, ve bir de torunu, Sadun’un oğlu Şerbarak, vardı. Hat’erk hakiminin eşi Arzu xat’un da Sadun ve Davit’in bacıları ve Kürd. Tabi bilmiyoruz Hat’erk hakiminin Kürd olup olmadığı belirtilmemiş (11).
Şimdi de gelelim meşhur Sadun’a… Bu arada Ardzrunian/Atsruni hanedanı da Kürd müş!
Uzun pasajları kırparak sayfalara uygun kısaca nakledeyim:’’ Meyyafarikin 1260 yılının baharının başında düştü (elbette Moğollar Kürdlerden ele geçirdi.) Malakia bize şehrin düşmesiyle bazı Hristiyanların zenginleştiklerini anlatıyor. Böylece Bagratid hükümdarlarından büyük prens Thaghiatin, bir Suriyeli prens’in taşıdığı St. Bartholomew’in haçını elde etmiş oldu ve onu kendisine teslim etmekle yükümlü bulunan Ardzrunian sülalesinden büyük prens Sadun’a verdi. Sadun’da St. Bartholomew’in sağ kolu Haghpat manastırına verdi. Moğollar şehrin yönetimine Kamil’in emir erlerinden Abdullah’ı tayin ettiler. Meyyafarikin’in ele geçmesiyle, güney-doğusu ile Ermeni Mezopotamyasının kuzeyine düşen ve Aghetznik vilayetindeki dağlık bölge olan Sanasun ya da Sason da Moğollara itaat etmiş oldu. Bu da, Şerparak’ın oğlu ve Saun’un torunu etkili prens Sadun’un sayesinde gerçekleşti. Sadun, Moğol Helagü’nün hüsnüniyetini güreşçiliğe yatkınlığıyla kazanmış cesur bir savaşçı ve Hristiyan’dı(12)
Aynı kaynak ama bir başka pasaja geçelim: ’’Gürci tarihine göre , Gürci kralı David kendisini (İlkhan Moğol Helagü’den bahsediyor) ziyaretinden sonra yazlık kampına sonra da Kartlı’ya dönüp Mısır seferine yardım için hazırlıklara başladı. O sıralarda hayatta olmayan İvane’nin oğlu Awak’ın ülkesine girdi. Awak’ın oğlu olmadığından, Bejni’ye gidip kızı Koşak’a taziyede bulundu. O sırada, Awak’ın Gontza isimli ve Kakhaber sülalesine mensup ve Radşa’nın eriştafı (?) güzel dul eşini gördü. Kısa bir müddet sonra da Gontza ile evlenip kendisine kraliçe ünvan verdi. Giderken de, Awak’ın kızı Koşak’ı, işlerinde başarılı, akıllı ve sağduyulu bir danışman ve babayiğit, okçuluk yeteneği ve güreşçiliğiyle meşhur olan Sadun Mankaberdel’iye emanet etti. Tarihçi Çömçeyan’a göre Sadun, bir prens (asil) sülalelesi olan Ardzrunian’lara mensup ve Sason’lu Kürd’ün torunuydu. Malakia kendisini Emir Kürd olarak naklediyor. Sadun İlkhan Helagü’yü ziyaret ederek, Moğollar arasında kendisiyle okçuluk ve güreş de başa çıkabilecek birini aramış, ama öylesi bulunamamıştı. J. Malakia’nın naklettiği ilginç bir rivayete göre bir gün Moğol Khan Mönkge’yi Moğolistandaki merkezinde, maceracı karakterde, iğrenç görünümlü, geniş omuzları, boğa gibi boynu, ayı pençesi gibi elleri ve tek başına her gün bir kuzu yediği söylenen dev gibi bir adam ziyaret ediyor.
Çok da meşhur bir güreşçiymiş. Möngke Khan kendisini çok değerli bir şeref cübbesi ve kardeşi İlkhan Helagü’ye hitaben yazılmış bir mektupla birlikte ta Moğolistan’dan Iran’a gönderir. Mektubunda kardeşi Helagü’ye kendisine gönderdiği güreşçiyi yenecek biri çıkarsa, o çok değerli şeref cübbesi kendisine verilecek, yok eğer kendi güreşçisi Helagü’nün adamını yenerse, cübbe onun olacak ve armağanıyla birlikte Moğolistana geri dönecek. Bunun üzerine Helagü komutanlarını toplayıp abisinin gönderdiği güreşçiyle başa çıkabilecek birinin bulunup bulunamayacağını tartışır. Ermenilerle Gürciler kendisine, böyle birinin varlığından bahsederler. İşte o da Sason’lu Kürd Sadun’du. Çok babayiğit ve kabiliyetli olmasına rağmen, hem önünde daha evvel hiç güreşmediği, bir de asıl rakibinin korkutucu şöhreti yüzünden İlkhan Helagü’nün davetini (emri) alınca çok canı sıkılıyor.
Başarısına dua etmeleri için bazı münzevilere yardımda bulunuyor, Kak’a, adalet dağıtıcısı Aziz Sargis Kilisesi’ne gidip Vartabied Mesrop’un hayır duasını alıyor. Daha sonra da Kutsal haç kilisesinde dua edip adak yaptıktan sonra, kendisini gördüğünde çok memnun olan Helagü’nün yanına gidiyor. Helagü iki güreşçinin dokuz gün boyunca bir arada kalmalarını istiyor ve kendilerine günlük bir koyun ile birer tulum şarap tahsis ediyor. Zamanı gelip de güreş başlayınca, taraflar üç saat boyunca birbirlerine karşı üstünlük sağlayamıyorlar, ama Allah’ın izniyle Sadun bir anda rakibini tepe üstü dikip, yeniyor. Helagü Khan öyle bir seviniyor ki, bir yarlığ (nizamname, kararname, kanun) çıkartıp, Sadun ile dokuz akrabasını vergiden muaf tutuyor.
Sadun’un ismi Haghbat manastırındaki birçok kitabede geçiyor. Bunlardan bir tanesi, 1279 yılında kurulmuş, general St. Sargis’e ithaf edilen ve Sadun’un Moğolla güreşmeden evvel cemaati duaya yönlendirdiği bir haç üzerinde bulunuyor.’’(13)
Bu Sasonlu meşhur Kürd ve hanedanı ile Moğollarla ilişkisine dair daha pasaj var ama bu kadar kafi kanaatindeyim. Burada bir şeye dikkat çekeyim, belki bazı okuyucuların gün gelir işine yarar.
Yukarıda Helagü iki güreşçiye ‘’dokuz’’ gün süre veriyor hazırlanmak için. Daha sonra müsabakayı kazanan Kürd Sadun ile “dokuz’’ akrabasını vergiden muaf tutuyor. Bu Helagü’nün dedesi Cengiz Khan’da bazı arkadaşlarını “dokuz’’ suçtan muaf tutmuştu. Ve bu Moğollar vassal emirleri ile ziyaretçilerine adeta kendilerine getirilen hediyelerin en az “dokuz’’ adet olmasını dayatmış görünüyorlar. Neden dokuz, onu araştıramadım, belki bir ara denerim. Bir rivayet vardır Timur dönemine ait; millet yine haraç yani hediye sunuş kuyruğunda, sıra da adını şimdi unuttuğum emire geliyor. Bir husus daha var, bu hediyeler anladığım kadarıyla mabeyincibaşı ya da eşek/işek/eşik (hangisi olduğuna dair tam karara varamadım şimdilik) başı tarafından bir de sayılıyor, soruluyor vs. Neyse bizim emir hediyelerle Timur’un huzuruna çıkıyor, muhtelif armağanlar sayılıyor ama sekiz adet var, dokuzdan bir eksik! Hemen soruluyor, ‘’nerede dokuzuncu?’’, emir cevap veriyor: “bendenizim hünkarım, sizin köleniz!’’ Eh bu da Timur’un hoşuna gidiyor.
İşte vardır ya hani Türkçede kullanılan ‘’dokuz doğurmak’’ tabiri, eğer hediyeyi tamamlayamazsan dokuza, gerekirse doğuracaksın!
Bu tür çoğu vecize ve meselin, anlamları üzerine akademik titrli bazı aydınların çocukca açıklamalarda bulunmaları da esasen akademik bir çalışma konusu olmalı bence…
O kadar çok ‘’Ermeni’’ Kürd, ama bir de meşhur, cevval, prens olanı var ki, insan şaşırıyor doğrusu. Bir Kürd isimli daha var, kısaca bahsedeyim pasajın tamamını tercüme etmeden. İngilizcesinin tamamını her zaman olduğu gibi vereceğim. Bu adamın da ismi Kürd Tayir’in oğlu. İlkhan Gazan, kardeşi Oljatytu ve oğlu son İlkhan Abusaid/Busayit zamanları yaşamış, son İlkhan 1335-6 da öldü. Yani bu Kürd, çok dindar, kahraman, aslan gibi, koruyucu, savaşçı vs ve üzerine dualar ediliyor. Kendisi Vaçe’nin sülalesinden. Bu Vaçe ise pasaj (9) da bahsi geçen 1254 de Kilikya kralı Hetum’un Moğolistana Khan’ı ziyarete giderken Ağrı civarında evinde kaldığı Kürd’ün oğlu Vaçe’nin torunlarından. Vaçe şöyle geçiyordu: ’’Daha sonra Aray’ın karşısındaki Aagats dağının eteğindeki Vardenis köyünde Kürd isimli bir Ermeni’nin evinde kaldı. Bu prens, oğulları Vaçe ve Hasan ile Mamikonian soyundan Marzban’ın kızı, Aslan-bek ile Grigor’un bacıları ve karısı Xoreşah ile yaşayan bir Hristiyan’dı.’’(14)
İşte bu Kürd , halkının koruyucu prensi. Neler var neler, öğrendikçe aynı anda sevinç ve hüzün sarmalına tutuluyor inan sanki.
Ve son olarak gelelim Mamakan, Mameki’lerin Ermeni kökenine… Öyle bir şey ki, 1908 de raporunu hazırlayan Mark Sykes’ın, konuştukları ve gördüklerini toparlayınca, belki de tamamına yakını anti-Kürd duygular besleyen Avrupalıların tersine ve de Osmanlı bürokratları ile Ermeni kilisesi ileri gelenlerinin zımni işbirliğiyle işlerine gelen her alanda
Kürd kötüleme furyasına en azından ‘’Ermeni asıllı Kürdler’’ kısmına katılmadığını şaşkınlık ve hayretle öğreniyoruz.
Hristiyanlıkla birlikte, yeni bir din , kültür, ritüeller yığınağı ve lisanda köklü değişiklikler yanında bir de Çingene halkımız ile kaynaşmadan oluşan millet/cemaatin, Hristiyanlık öncesi Armenia coğrafyası sakinlerinden lisan, etnik, kültürel ve dini özellikleriyle çok farklı bulunduğu aşikar. Bu hususta makalem mevcut, daha detaylı beirlemeler var.
Yani Zakare ne kadar Ermeni, kardeşi Ivane ne kadar Gürciyse, ‘’Mamakan da o kadar Ermenidir’’ demekten de farklı bir durum var. Mark Sykes ile konuşan Ermeni kilisesi ileri gelenleri, kendilerinin de artık ait bulunmadıkları Hristiyanlık öncesi Armenia coğrafyasının Med-Pars-Parth dönemi topluluğunu kendilerinden iddia edemezler.
Nitekim bunu Mark Sykes da anlamış görünüyor. Bir de, nereden nereye denilebilecek ve şaşkınlıkla karşılanacak bir boyutu var Mamakan isminin. Hele hele Ermenilerin bir diğer meşhur tarihi ismi Orbelianların. Gerçi artık bendenizi okuma sıkıntısına katlanan arkadaşlarımız, daha yeni bir Çingene-Ermeni bağlantısı öğrendiklerinden, artık bu yeni bilgi de pek şok getirmeyebilir, ama kim bilir!
Bazen umulmadık kaynaklar çıkabiliyor tarihimizle ilgili olan, hem de pek akla gelemeyecek. Şimdi nakledeceğimle ise yine Moğollar ve Türklerle ilgili araştırmalarımda karşılaşmış ve bayağı da şaşırmıştım. Zira o zamanlar Ermeni-Çingene bağlantısından bihaberdim, fakat Mamakan için Ermeni iddialarına rastlamıştım. Yazarımız kaynağından naklediyor ama kaynağı da meşhur ve en tanınmış, 410-490 arası yaşadığı sanılan Ermeni tarihçi Movses Khorenatsi, ya da Moses of Chorene/ Çoreneli Musa. Aynı Çingene-Ermeni bağlantısında olduğu gibi, bu nakledeceğim husus da elbette Ermeni devleti ve ilgili akademisyenlerince avuçlarının içleri gibi biliniyor. Ama özellikle Mamakan Ermeni iddiaları gırla giderken bu husus pek görülmemiş, başlıyoruz, kısaca:
(…) Böylelikle Çin’in erken dönemlerden beri Ermenilerce çok iyi bilindiği görülüyor. Hemen MS 440 sonrası yazdığı ve muhtemelen kendisinden evvelki yazarlardan faydalandığı anlaşılan Movses Khorenatsi, Jenasdan’dan ( Çin) bahsediyor. Scythia’nın doğusundan itibaren uzanan düzlüklerde, bilinen dünyanın ucunda yer alan ve sadece barış dostu değil, hayat arkadaşı olarak adlandırılmayı hak edecek kadar son derece barışçıl karakterli zengin ve medeni insanların yaşadığı ülke.
Ülkeleri, Ermenistan’da çok pahalı olan ve sıradan insanların da rahatlıkla kullanabildiği ipek ve ipek ürünü elbiseden geçilmiyor, ayrıca misk, safron ve pamuk da üretiliyor. Orada Tavuskuşu da bulunuyor. Mevcut yirmi dokuz milletin tamamı medeniyette eşit sayılmaz zira aralarından bir tanesi insan eti yiyen cinsten. Jengapur ünvanını kullanan krallarının hanedan merkezi, iç tarafları henüz keşfedilmemiş topraklara yakın bulunan Siurhia şehri. Sinae ülkesi ise Çin’e komşu ve yedi halktan meydana geliyor. Bir çok dağ ve nehire sahip olan bu ülke de bilinmeyen topraklara doğru uzanıyor. Tarihçimize göre aralarında Çinlilerin de bulunduğu bazı yabancılar Tigranes VI (M.S. 142-178) zamanında Gordyene ya da Kürd Ermenistanı isimli bölgeye ülke savunması için yerleştirilmişler.’’(15)
Okuyorsunuz değilmi? Çinliler yerleştiriliyor, nereye, Moses’in 1400 sene evvel yazdığı Gordyene, yani kendisinden de 800 yıl evvel, MÖ 400 de Grek Xenophon’un bahsettiği ülke, Gordyene, Kordyene, Korduki, Karduki, Kard ve sonunda Kürd ülkesine… Bu Moses’i tamamen okumayan Kürdler vardır dünyada, inanın bana. Eh biz de nihayet dijital dünya ve 115 sene evvel yayınlamış bir eser sayesinde haberdar oluyoruz. Tüm dünya Iranologları, aklı eren herkes Gordyene ile Kürd ülkesinin kasdedildiğini biliyor ama bahsini etmiyor, hatta reddediyorlar demek ki.
Üstelik bir de yok sayıyorlar, sanırım müthiş bir politik acendaya kurban edilmiş durumda bu zavallı antik millet Kürdler.
Bu kadar olmaz! Olmamalıydı…
Dahası var, yazarımız yine Moses’den, yani en başta Ermeniler ve ilgili tüm Batılılar ve Rusların da bildiklerini naklediyor:
Bir kaç çok tanınmış Ermeni sülalenin Çinli kökenli olduğu naklediliyor. Mesela bunlardan bir tanesi Gürcistan’da aynı zamanda Jenpakuriani ismiyle de bilinen ve kökeni Çin imparatoru Jen-Pakur’a dayanan Orbeliyan ailesi. Diğeri ise Armenşa tarihinde çok önemli bir rol oynayan Mamigonianlar. Moses bunların Armenia’ya yerleşmelerinin kendisinden iki asır evvel gerçekleştiğini naklediyor. Yani kaba bir hesapla üçüncü yüzyılın ilk yarısında. Moses’in anlattığına göre, Sasani kurucusu Ardeşer’in (ölümü 240) son zamanlarında Arpog isimli Çin kralı’nın oğlu Mamkon aleyhine getirilen bir suçlama sebebiyle Iran’a kaçıyor (aynı kendisinden dört yüz yıl evvel Hinduların yaptığı gibi.) Çin Mamkon’a sahip çıkıldığı için savaş tehdidinde bulunuyor ve derken, kral Tiridates zamanın Armenia’sına yerleşmesi istenen Mamok ve beraberindeki Çinlilere Daron’u bahşediyor (aynen Hindulara dört yüz yıl evvel yapıldığı gibi.) İşte meşhur Mamakanlar bu Çinli Mamkon ve beraberindeki Çinlilerle doğmuş oluyor.
Aynı tarihlerde Çin imparatoruna Armenia kralı Khosru I ile Pers kralı Ardeşer arasında arabuluculuk teklif edildiğini de anlıyoruz; bu arada Ermenistanlı Aziz Gregory’nin erkek kardeşi Süren, Çin’e sığınmışken temsil ediliyor. Bütün bu koşullar, karşılıklı ilişkilerin aşinalığına işaret ediyor. Bu hadiselerin alındığı kaynak ise dördüncü yüzyılın başında Ermenice yazan Suriyeli Zenob’dur. Ve kendisi de bu anlatılanlara kaynak olarak Edessa’lı (Urfa) ve Parta ya da Barta isimli Grek bir yazarın Çin tarihli eserinden aldığını yazmış. ’’işte böyle. Adamlar Makan’ın aslının Çinli olduğunu hiç çıtlatmıyorlar bile, nasıl olsa Kürdler cahil. Dahası, Armenia kralı Khusro I, sanki Hristiyan ve de Çingene halkımızla karışmış ve Gregoryan Ermeni cemaati ismini almış bir soy mensubuymuş gibi. Adamın ismi Kürd!
Bu Taron(Daron diye sıklıkla ismi geçen bölge ise kanaatimce o zamanlar şimdiki Muş, Bingöl’ün bir kısmı, Dersim, Erzincan vb bölgelerini kapsıyor. Doğrusu bu bölgeleri ortada daha Hristiyanlık yokken ve de ortalıkta “Asman’’ kelimesini kullanan “Pers’’ aşiretleri varken, o zamana uygun bir tarife sığmayacak modern Ermeni milleti mensubu ilan etmek pek uygun görünmüyor. Hele bu bilgiler de mevcutken.
Artık burada bitiriyorum. Bu ilginç ve gizlenen hakikatleri bulup okumak ve öğrenmek bana çok iyi geldi. Değerli okuyuculara da öyle geleceğine eminim.
Kaynakça:
8- p.80:[The Mongols] also came against the pious prince Hasan whom they call Jalal. He was the sister’s son of the grandee princes Zak’are and Iwane, a pious and
God-loving man, mild and meek, merciful, and a lover of the poor, striving in prayers and entreaties like one who lived in the desert. He performed matins and vespers
unhindered, no matter where he might be, like a monk; and in memory of the
Resurrection of our Savior, he spent Sunday without sleeping, in a standing vigil. He was very fond of the priests, a lover of knowledge, and a reader of the divine Gospels.”(Kirakos Gandzakets’i’s History of the Armenians by Kirakos Gandzakets’i; Robert Bedrosian, translator)
https://archive.org/details/KirakosGanjaketsisHistoryOfTheArmenians
9- p.104:[Het’um] who feared the sultan of Rum whose name was ‘Izz al-Din [Kaykaus II (Azadin), 1246-59] travelled [through Rum] secretly and in disguise since he feared the Turks who were his neighbors. Now [the Turks] had an inveterate hatred [for Het’um] for allying with the T’at’ars. [Het’um] speedily traversed [‘Izz al-Din’s] territory in twelve days and arrived at the city of Kars. He visited Baiju-noyin, the commander of the T’at’ar army in the East, as well as other grandees, and he was honored by them. Then he stayed in the village of Vardenis at the foot of mount Aragats, opposite [g364] [302] Aray
mountain, in the home of a prince of Armenian nationality named K’urd. [This prince] was a Christian [and lived in the village with] his sons Vach’e and Hasan, and his wife
Xorishah. [Xorishah] was of the Mamikonean line, a daughter of Marzban, and sister to Aslan-bek and Grigor.”(Kirakos Gandzakets’i’s History of the Armenians by Kirakos Gandzakets’i; Robert Bedrosian, translator).
10- p.74-77: This was true as well for Hasan Jalal Dawla (d. 1261) of the Khachen province, the next Armenian noble to support the Mongols. Receiving honour and trust from the Mongols, Hasan Jalal arranged his own affairs in practice. According to the Armenian source, he was the one who supported the Mongol elchis , or messengers, and did whatever was possible for them, whether this meant providing food or horses. 20 Perhaps because of this, or because he exercised some privileges in arranging his own and Mongol affairs, Amir Arghun (d. 1275/1277), the administrator of Mongol taxation, disliked him and treated him harshly. 21 In 1251, in order to escape from Amir Arghun, Hasan Jalal paid a visit to Sartakh (r. 1255– 1256) of the Golden Horde. 22 Sartakh took Hasan Jalal to his father, Batu Khan (r. 1205– 1255), who returned to
Hasan Jalal his patrimony of Ch‘araberd, Akanay and Karkaŕn, which previously the Seljuks and the Georgians had taken from him. 23 Using his close relationship with Sartakh, he succeeded in separating Khachen from Georgia and the Zak‘arid Princes, as reflected in his title. Armenian inscriptions of Mama-Khatun, the daughter of Hasan, in Gandzasar, dated 1280 and 1286, mention his name as ‘Prince of Princes, the Lord of Khachen.’ In the inscription of Amaghu-Noravank‘, dated 1292, Mina-Khatun, the other daughter of Hasan, refers to her father as ‘Great King.’
In 1255, when Sartakh went to visit Möngke the Great Khan, Hasan Jalal joined him with his family, as is mentioned in the colophons of a Gospel in 1261. 25 He was granted enchű status by Möngke Khan in 1255. In return, he was obliged to perform
military service every year. 26 His position was secured by the marriage of his daughter
to Bora Noyan, the son of Chormaghan. 27 However, his daughter’s marriage could not guarantee his life. In 1261, because of his failure to pay tax to the Mongols, and mainly because he had lost the protection of Sartakh who died in 1256, Hasan Jalal was tortured and killed by Amir Arghun in Qazvin.” (The Mongols and the Armenians
(1220-1335) by Bayarsaikhan Dashdondog Publisher BRILL Date 2014-05-14, Print ISBN 9789004186354 eBook ISBN 9789004192119 Other ISBN 9004186352)
11- p.60-62:Prince Kurd:Then prince K’urd returned to his patrimony, coming to the land of Kayean and Mahkanaberd. The queen of the Georgians named T’amar gave him
many honors, returning to him his patrimonial holdings, and many others besides. [K’urd] was the father of Sadun and Dawit’, grandfather of Sherbarak’, Sadun’s son.’’(The Mongols and the Armenians (1220-1335) by Bayarsaikhan Dashdondog).
12- P.160-161: Mayafarkin fell in the early spring of 1260. Malakia tells us how some of the Christians were enriched by the capture. Thus, we are told, the Armenian Grand Prince Thaghiatin, who was one of the Bagratid princes of Lord, secured the cross of St. Bartholomew, which a Syrian prince was carrying off, and which he was afterwards obliged to cede to the Grand Prince Sadun the Ardzrunian, who deposited it in the
monastery of Haghpat, which belonged to him, and with it the right arm of St. Bartholomew.^ The Mongols nominated one of Kamil’s amirs, named Abdulla, to govern the city.§ At the same time as the capture of Mayafarkin the country of Sanasun, or Sasun, a mountainous district in the province of Aghetznik, north of Armenian
Mesopotamia, south-east of Mayafarkin, also submitted. This was through the influence of Prince Sadun, son of Sherparok and grandson of Sadun, a strong and brave warrior, who was a Christian, and had gained the goodwill of Khulagu by his skill as a wrestler. The district of Sasun was made over to him (History of the Mongols from the 9th to the 19th century by Howorth, Henry H. (Henry Hoyle), Sir, 1842-1923 Publication date 1876-1927)
https://archive.org/details/historyofmongols03howouoft/page/84/mode/2up
13- p.187-188: There, according to the Georgian history, he was visited by King David of Georgia, who afterwards went to his summer camp, and was thence sent to Karthli to prepare to assist in the campaign against Egypt. He traversed the territory of Avak, the son of the Atabeg Ivaneh, Avak was then dead. He had left no son, and only a daughter named Khoshak. David visited Bejni to mourn for him, and having seen his
widow, Gontza, who was of the family of Kakhaber, eristhaf of Radsha, and very beautiful, he shortly after married her and gave her the title of queen. Khoshak was left behind in charge of Sadun Mankaberdel, a prudent and sagacious counsellor, fortunate
in his undertakings, and famous for his bodily strength, and his skill as an archer and wrestler. Chamchean says he belonged to the princely family of the Ardzrunians, and was the grandson of Kurd of Sasun. Malakia calls the latter the Amir Kurd. Sadun
visited Khulagu, and challenged any man in the Mongol army to wrestle or draw the bow with him, and no one was found who could compete with him.J Malakia reports a curious story of him, viz., that Mangu was visited by an adventurous character, who had a repulsive appearance, was very high, and had great shoulders, a neck like a buffalo, hands Hke a bear, and who devoured a sheep daily. He was a famous wrestler. He committed to him a letter and a robe of honour of great value. The letter was addressed to Khulagu, and stated that if any wrestler overcame him he was to have the robe, but if his champion proved unconquerable he was to have it, and to be sent back to Mongolia. Khulagu, on his arrival, summoned his chiefs, and asked if they knew anyone who could cope with him. The Armenians and Georgians said they knew such an one, upon which he sent for him. This was Sadun. He was of great stature and well skilled but was disconcerted by the invitation, as he had never wrestled before the Khan, and had heard of the prowess of his adversary. He repaired to some hermits to pray for him,
went to Kak, to the Church of St. Sargis, the dispenser of justice, and received the
blessing of the Vartabied Mesrop, and having made a vow and an offering at the Church of the Holy Cross then went on to Khulagu, who was delighted with his appearance. He ordered the two athletes to live together for nine days, and furnished them daily with a sheep and a skin of wine. They were at length matched, and struggled for three hours
without either getting the advantage, when Sadun, in the name of God, by a sudden throw overturned his opponent. Khulagu was delighted, and gave him a yarligh freeing him and nine of his descendants from taxes.”* He is mentioned in several Armenian
inscriptions in the monastery of Haghbat.f One of these is on a cross, set up in 1279, and dedicated to St. Sargis, the general, to whom Sadun chiefly addressed his prayers before encountering the Mongol champion.’’ (History of the Mongols from the 9th to the 19th century by Howorth, Henry H. (Henry Hoyle), Sir, 1842-1923 Publication date 1876-1927)
https://archive.org/details/historyofmongols03howouoft/page/84/mode/2up
14- p.73-74:’’ ” At this time there arose, from the family of Vaçe,the brave and mighty, the victorious and valiant prince of princes named K’urd , son of Tayir,son of the pious and devout Kurd.Thanks to his fame and valor,our cantons and monastries remaned unshaken in these times of calamity and bitter turbulence; for in these waning and bitter days, which were due to our sins,there emerged the glorious and God-pleasing great general and outstanding champion,the most-blessed Kurd , the pride and ornamental son of the Armenians.The sound of the trotting of his horses, and the swinging of his
lances , and the flashing of his saber, and the crackling of his bows, and his solid and shielded armour, and other awesome protective apparatus (which he wore), all these
terrified his enemies.Besides his triumph and deeds of valor,his repulsion of many in numerous wars , and the great number of his regiments, he was as beautiful as the heavenly host and he was as brave as a lion or a mighty eagle in all of his wars. He was deemed worthy of respect and honor by the alien kings Lazan ( Ghazan Khan) and Larapand ( Kharbanda Khan) and Pusayid( Abu Said Khan) as well as by the great noyins.He received from them all manner of respect and honour and xilay. Moreover through the protection of the merciful God,he brought peace not only to his own domains and monastries , but renderd much assistance to his compatriots in the neighboring cantons.May the right hand of the uncreated and arm of the mighty God be his shield and guardian by day and by night , as well as his pious and benevolent wife,
Xoyan Xatun and to all his horsemen.May the eyes of the tyrants and of the notables
look gently upon him;and may his enemes blush and be humbled before him , and like Korx(Korah)and Dadan( Dathan)fall into the abyss; and may he always vanquish his enemies, amen ”(14) (Colophons of Armenian Manuscripts,1301-1480 by Avedis K. Sanjian, https://archive.org/details/Sanjian1969Colophons )
15- p. 93:” Thus, China appears to have been well known from an early period to the Armenians. Moses of Chorene, who wrote a little after a.d. 440, and who probably drew from earlier authors, speaks of Jenasdan {i.e. Chinistan or China) as a great plain country, east of Scythia, at the extremity of the known world, and occupied by a wealthy and civilised people of character so eminently pacific as to deserve to be called not
merely friends of peace but friends of life. Their country furnished an abundance of silk, insomuch that silk dresses, so rare and costly in Armenia, were there common to all classes. It also produced musk, saffron, and cotton. Peacocks were found there.
Twenty-nine nations were comprised within its bounds ; and not all of equal civilisation, for one was addicted to cannibalism^. The king, whose title was Jenpagur, had his
residence in the city of Siurhia towards the Terra Incognita. The country of the Sinae adjoined Jenasdan and embraced seven nations ; it contained many rivers and
mountains, and extended likewise to the Unknown Land. According to the same historian, in the reign of Tigranes VI (a.d. 142-178) several bodies of foreign settlers, and amongst others Chinese, were placed in Gordyene or Kurdish Armenia, for the defence of the country.”(Cathay And The Way Thither Vol. 1 by Yule, Henry, Ed.
Publication date 1916
https://archive.org/details/in.ernet.dli.2015.47864/page/n119/mode/2up)
16- P. 94-95: To more than one great Armenian family a Chinese descent was attributed. One of these families was that of the Orpelians, which in Georgia was known by the name of Jenpakuriani from their supposed ancestor the Jen-pakur or Emperor of China. Another family was that of the Mamigonians, one which plays an important part
in Armenian history. Their story is told by Moses of Chorene, who refers to their
establishment in Armenia ‘to a date two hundred years before his own time, and therefore to the first half of the third century. He relates that, in the latter days of Ardeshir, the founder of the Sassanian dynasty (who died in 240), a certain Arpog was King of China, one of whose sons, Mamkon by name, fled from home on account of a charge brought against him, and took refuge in Persia. The Chinese threatening war on account of the shelter afforded him, he was obliged to retire to Armenia, where he was received by the King Tiridates, who eventually bestowed the province of Daron upon him and his Chinese followers. From this Mamkon came the family of the Mamigonians, whose Chinese descent is spoken of by all the Armenian historians.”
About the same time we find it stated that the Emperor of China offered to mediate between Ardeshir, King of Persia, and Khosru I of Armenia; whilst Süren, a brother of St. Gregory of Armenia, is represented as taking refuge in China. All these circumstances imply some familiarity of relation. The authority quoted for them is Zenob, a Syrian, who wrote in Armenian in the beginning of the fourth century. And he says that they were derived from a history of China written in Greek by one Parta or Barta of Edessa.(Cathay And The Way Thither Vol. 1 by Yule, Henry, Ed. Publication date 1916 https://archive.org/details/in.ernet.dli.2015.47864/page/n119/mode/2up
https://pen6.info/nasturi-ve-gregoryan-hristiyan-kurdler-ile-kurd-mamekilerin-cinli-kokeni-uzerine-3-abdulkadir-kocadag/
0 notes
Text
BİRİLERİNİN PARTİLİ CUMHURBAŞKANINA ANLATMASI GEREKİR.
Beyaz Türk ne demek?
Şehirlerde yaşayan ekonomik durumu oldukça iyi, genellikle işadamı, asker, sivil, akademisyen, üst düzey bürokrat ve aydın insanlara sosyolog Nilüfer Göle tarafından yapılmış tanımlamadır.
Nilüfer Töre Marksist görüşün savunucusu ve günümüzün eğitimli, şehirli ve dindar Müslüman kadınlarının siyasi hareketinde uzmanlaşmış bir Türk akademisyeni Fransız vatandaşıdır.
Şimdi soruyoruz?
1- Her fırsatta "marksist" düşünceleri terörizmin ana fikri olarak gösteren muhafazakar görüşlü partili sayın cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan marksist Nilüfer Göle'nin bu tanımlamasını hangi amaçla kullanmıştır?
2- Beyaz Türk tanımında ki ekonomik durumu oldukça iyi olan asker, bürokrat, işadamı ve akademisyenler kendi yarattığınız sistemin temel taşları ve bu gün itibarıyla muhafazakar görüşün değişken savunucuları değil midir?
3- Partili cumhurbaşkanı halkın %85'nin bu tanıma uygun yaşam standartına sahip olmadığını , sadece kendisinin var ettiği ve kendisine hizmet etmekte olan %15 kesimin "Beyaz Türk" olarak tanımlanmasına tam olarak uygun bir yaşam standartında olduğunu bilmiyor mu?
3- İllet, zillet, terörist söylemlerinden sonra şimdi de Beyaz Türkler tanımı ile bu ülke insanlarını günden güne birbirine düşman ederek bölüp parçaladığının farkında değil midir?
4- Böylesi tanımları muhalefet partisi liderlerinden biri ya da herhangi bir sıradan vatandaş yapsaydı hakkında 5237 sayılı TCK’nın 122. maddesinde yer alan “Hürriyete Karşı Suçlar, Nefret ve Ayırımcılık" suçlaması ile hemen dava açılmaz mıydı?
Binlerce yıllık tarihe sahip köklü bir ulusu yok etmenin en kolay yolu öncelikle onları bölüp parçalamaktır.
Irak bu yüzden kan gölü Iraktır
Suriye bu yüzden akbabaların dolaştığı Suriyedir
Libya bu yüzden gözyaşının dinmediği Libyadır
LÜTFEN DİKKAT
Her şeyi idrak ederek gerçeği anlamış olduğunuz da kurtaracağınız bir vatanınız kalmayabilir.
Temel Sağıroğlu

0 notes
Text
DEVLET DERSİNDEN GEÇİP, DİN DERSİNDEN SINIFTA KALMAK!
Türkiye’de kendini liberal, liberal sol olarak nitelendiren aydınlar belki “devlet dersinden” geçerken, ancak mevzu Türk milleti ve İslam olunca hepsi ikmale kalıyor. Misal mi? Mehmet Efe Çaman.
Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı adlı muhteşem bir şiiri vardır.
“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.”
Türkiye’de kendini liberal, liberal sol, aydın, entellektüel olarak nitelendiren aydınlar belki “devlet dersinden” geçmiştir. Ancak mevzu Türk milleti ve İslam olunca hepsi ikmale kalıyor. Bazıları ise ikmale bile kalmadan düpe düz çakıyor. Tersi de sağ aydınlar için geçerli.
Bunlardan birisi de Mehmet Efe Çaman. Devleti anladığını, rejimi çözdüğünü büyük büyük laflarla yazan ve programlarda dile getiren bu muhterem, mevzu İslam ve Türkler olunca hemen rengini belli ediyor. Adeta Dr. Jekyll birden Mr. Hyde’a dönüşüyor.
Despot Çin’in Uygur Türkleri’ne yönelik katliamları nihayetinde dünya görmüş, uluslararası toplumda gündeme gelmeye başlamıştı. Türkiye’de Erdoğan rejimi 3 maymunu oynarken, yurt dışında cemaat mensupları katliamlı dile getirmek için etkinlikler başlatmıştı. Tam bu dönemde Mehmet Efe Çaman bir “grev kırıcı” sarı sendikalı gibi ortaya çıktı ve Tr724
’te Uygurlar’ın Türk olmadığına dair bir yazı kaleme aldı. Sanki yazı Perinçek’in Aydınlık Gazetesi için yazılmış bir yazıydı. Çaman, bugün toplama kamplarında Çin işkencesine tabi tutulan Divan’ı Lugat’ı Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut’un torunlarına ‘çekik gözle” bakıyordu. Çinlilerden farklı düşünmediğini ortaya koydu. Bu yazıyı eleştirince hemen blokla karşılaştım.
Aynı cehaletini @Tr724’te Türk tarihi üzerine yazdığı yazılarda da gösterdi. İşin ilginç yanı kimse bunlara ne cevap verdi. Ne de eleştirdi. Ona göre özetle Anadolu’da Türklerden hariç herkes var, ancak Türk diye bir millet yoktu! Saçmala özgürlüğünü sonuna kadar kullandı. Sanki KHK ve 15 Temmuz’da verilen desteğin diyeti gibi görüldü. Kendisini yazıları ve açıklamaları nedeniyle sosyal medyadan eleştirenlere ise blok koyalarak karşılık verdi.
İslam özelinde yaptığı değerlendirmeler ise eleştiri bile değil. İkide bir mevzuyu eşcinselliğe getiriyor, ve dindar insanları eşcinsellik sınavına tabi tutup homofobilikle suçluyor. Düpe düz cehalet. Sanki Nur Serter var karşınızda. Türkan Saylan ne kadar İslam’ı biliyorsa o da kadar biliyor. Dolayısıyla iyi bir akademisyen olduğu da tartışmalı. Efe Çaman, İslam dinini ve Türk tarihini bilmiyor, bilmediğini de bilmiyor, bilmiyorsun diyene ise cevap vermiyor, blok koyuyor. En son eleştirilerini beğenmediği @wittsrhannah bloklamış..
Son twiti ise gösterdi ki sadece İslamı değil, diğer dinlerle ilgili bilgisi de sıkıntılı. Diğer dinlerde yok, İslam’da var derken de cehaletini sergiliyor.

Bir insan ateist olabilir, deist olabilir. Dindar olabilir. Dinsiz olabilir. Türk olabilir, Kürt olabilir, Alman olabilir… Ancak akademisyen olduğunu iddia ediyorsa, eleştirirken birazcık akademik ahlaka uygun davranması gerekir. Ben görmedim, duymadım diyerek yorum yapılmaz. Tez ileri sürülmez. İddianızı ikna edici kanıtlar üzerinden delillendirmeniz gerekir. Hele yazılı metinleri, belgeleri ortada olan tarih gibi din gibi alanlarda işkembeyi kübradan atarak adeta bir “düşünce deneyi” yapamazsınız. İlk insandan, ilk dinlerden bahsetmiyorsunuz. Ortada bir sürü belge, bilgi ve yazılı metin var…

Mehmet Efe Caman kendine liberal. Tıpkı kıtalararası tayfası gibi, tıpkı İhsan Yılmaz gibi, tıpkı diğer birçokları gibi
Mehmet Efe Çaman son yorumlarıyla tipik bir aydınlanmacı Cumhuriyet aydını oluğunu gösteriyor… Onun için turnusol kâğıdı Kemalist rejim değil, İslam ve Türklük mevzu.
Biz de düşünce deneyi yapmayalım ama bir soru soralım: KHK listelerine girmemiş ve mağdur edilmemiş olsaydı cemaate yine aynı şekilde davranır mıydı? Yoksa “ama siz de” diye cümleler kurup, eski lideri Süleyman Soylu’nun yolundan mı giderdi?
O cevaplamasa bile belki program ortakları Erkam Tufan veya Abdulhamit Bilici cevaplar…
Veya onları da bloklar…
Bekleyip görelim…
Ey okur! Siz de hemen “hayır” cevabı vermeyin.
Önce “iflah olmaz bir sosyolojik kanser” olup olmadığınıza karar verin!
1 note
·
View note
Text
Kürtleri sadece Türkler mi asimile ediyor?
Çok yaşadığım birşey. Artık sayısını tutmuyorum. Ama düşündürdüklerini önemsiyorum. HDP'li tanıdıkların, dindar olsun/olmasın, İttihad-ı İslam'ı savunan Kürtler hakkındaki düşünceleri pek katı. Defalarca nümunelerini yaşadım. Aslında bu konuda dindar Kürtlerin bir arada kalmışlığı da var. Türkiye'nin ulus-devlet kodlarından kurtulması gerektiğini söyledikleri için ulusalcı Türklerin de pek sevdiği tipler değiller.
Buna ilave olarak ulusalcı Kürtler de ayrılıkçı olmadıkları için onlardan hoşlanmıyor. Benzeri bir durum dindar Türkler için de geçerli elbette. Onlar da ulusalcı Türklerin ve Kürtlerin baskısı altındalar. Ancak dindar Kürtlerin onlardan fazla/farklı olarak maruz kaldığı bir suçlama daha var: Asimilasyon.
Evet, hasbelkader bu çizgide birisiyle tartışmaya girseniz, tartışmanın bir yerinde yüzünüze çarpılacak tokat budur: Siz asimile olmuşsunuz. Türk olmuşsunuz. Kürtlüğünüzü unutmuşsunuz. Büsbütün haksız da değiller elbette. Kürt kimliğinin parçası sayılabilecek bazı şeyler sizde bulunmuyor veya kısmen bulunuyor. Mesela: Dil. Hoş, her ulusalcı Kürdün de diline anadili gibi sahip olduğu söylenemez. Hatta bazıları hiç bilmiyorlar.
Ancak tam da bu eşikte ben bir soruyu hep gündeme getiriyorum: Bir Kürdün asimilasyonu sadece dilini unutmasından mı anlaşılır? Kürt kimliğinin başka öğeleri yok mudur asimilasyona maruz kalan veya kalabilecek? Hele de müslümanların ‘m’siz medeniyet tarafından topyekün asimilasyona uğradığı ahirzamanda? Bu soruları önemsiyorum. Zira bence bu gibi bazı kimlik öğelerine nazarımız (ve de kimliğimiz) hasredilerek bize bir çeşit "Cambaza bak cambaza!" oyunu oynanıyor. Operasyon çekiliyor. Dilini unutmamış bir Kürdün de başka kimlik öğelerini unutmuş olabileceği ihtimali unutturuluyor.
Peki bununla kastettiğim nedir? Şimdi farklı düşünen kardeşlerimin canı yanacak ama söyleyeyim: Fatiha'yı bile okuyamayan Sünni Kürdü ilk kez HDP çizgisinin yükselişiyle tanımış oldum. Bu noktada diyebilirim ki: Kürtler sadece sistemin ellerinde değil HDP çizgisinin ellerinde de bir asimilasyon yaşıyorlar. Tıpkı CHP elinde Türklerin yaşadıkları gibi. Fakat bu asimilasyon daha sinsi. Unutturduğu Kürt kimliğinin dünyevî yönleri/göstergeleri değil. Uhrevî yönleriyle kavgası var.
1 ve 2. Lem'a'larda mürşidimin Yunus ve Hz. Eyyub aleyhisselam kıssalarından hareketle yaptığı bir analiz vardır. Hz. Yunus'la ilgili olandan bir alıntıyla açmaya çalışayım:
"İşte Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor, onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz hûtumuzdur, hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."
Bediüzzaman'ın Risaleler içine yayılmış bu ve benzeri analizlerinin bize öğrettiği nedir? Allahu’l-a’lem. Bence bize yaralarımızı/dertlerimizi değerlendirmede doğru paradigmayı sunuyor Bediüzzaman. Yani "Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler..." derken kastettiği ile aynı şeyi zikrediyor burada.
Tabii biz bunu söylediğimizde ‘çıkması istenen sesi’ çıkarmamış oluyoruz. Yine de bu sesi çıkarmaktan vazgeçmemeliyiz. Evet, tamam, Türkiye üzerine kurulduğu ulus-devlet yapısıyla Kürtleri perişan etti. Fakat Türkleri de perişan etti. Kürtlerin de kodlarına saldırdı ama Türklerin de kodlarına saldırdı. Kürtler dillerini unuttular da Türkler yüz sene önce yazılmış kitaplarını okuyabiliyor/anlayabiliyorlar mı? Süleymaniye Kütüphanesi gibi en büyük yazma eserler arşivine kaç Türkün girebilesi var? Ve şimdi hem Türkler hem de Kürtler bu rejimin kodlarını 'kardeşlik/dindarlık' düzlemine getirebilme potansiyeline sahipler. Heyhat! Nerede o uyanıklık?
Hepimiz az-çok farkındayız: Devlet eskisi gibi 'değişmesi teklif dahi edilemez' durmuyor. Bu değişime dahil olup olumlu katkı yapmak varken yaralarımızı deşerek yenilerine uğramanın ne mantığı var? Dine gelen musibeti bertaraf edebilmenin imkanını yakalamışken işin o tarafını büsbütün görmezden gelerek, salt seküler kodlara konsantre olmak, kurdun gövdeye girdiği bir fitneyi çağrıştırmıyor mu? Müfid Yüksel Hoca’nın yıllardır dikkat çektiği tehlike ‘İslamsız Kürdistan’ bu pencereden bakınca çok da uzak bir risk gibi görünmüyor.
Kardeşler ayrı devlet kurmak İslam'ın şartlarından değildir. Hayatta kalmanın da şartlarından değildir. Mutlu olmanın da şartlarından değildir. Yaşanılanları inkâr etmenizi beklemek yanlış. Tamam. Fakat bu durum, çocuklarınızı, bir ulusalcı öfke uğruna sosyalizmin kollarına attığınız gerçeğini değiştirmiyor. Diyelim ki ben asimile oldum. Fakat beni yutan asimilasyon balığı en fazla dünyamı yakabilir. Siz öfkenizden bir başkasına neredeyse ahiretinizi yutturacaksınız. Öyle ya, 'İttihad-ı İslam' veya 'uhuvvet' deyince tüyleri diken diken olan ben miyim, yoksa siz misiniz? Allah kalbimize istikamet versin. Böyle şeyleri duyunca hasmının adını duymuş gibi ürperenin kalbi ne şekle girer?
1 note
·
View note
Text

TÜRKLÜK KAVRAMI UZUN BİR YAZI OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM
Türk; Yavuz Sultan Selim'e göre, eşekti
Türk; Koçi Beye göre, mezhepsiz ecnebiydi…
Türk; Hoca Saadettin Efendi'ye göre, leşti, hilebazdı, aşağılıktı…
Türk; Naima'ya göre, azgındı, çirkindi, kabaydı, cahildi…
Türk; Nef-i'ye göre, Allah'ın irfan pınarını yasakladığıydı…
Türk; Baki'ye göre, kabaydı…
Türk; Hafız Çelebi'ye göre, baban bile olsa öldürülmesi gerekendi…
Türk; Sadrazam Kuyucu Murat'a göre, başı vurulması gerekendi…
Türk; Aksaraylı Kerimettin Mahmut'a göre, hunhar köpekti. Me'lundu…
Türk; Merzifonlu Seyyit Abdurrahman Eşref'e göre, eşsiz bir gaddardı…
Türk; Gelibolulu Mustafa Ali'ye göre, pasaklıydı, çirkindi…
Türk; Taşlıcalı Yahya'ya göre, soyu kuruyasıca idi…
Türk; Büyükelçi Moralı Çuhadır Ahmet'e göre, hayvandan farkı olmayandı…
Türk; Tokatlı Nuri'ye göre, şehir dili bilmez hayvandı…
Türk; Şeyhülislam Mustafa Sabri'ye göre, tiksinti duyulandı…
Türk; Vahdettin'e göre, dini, soyu sopu, yurdu belirsiz, cahiller sürüsüydü…
Siniriniz bozulmasın devam etmeyeyim!
Osmanlı…
– Ermenilere, “Millet-i Sadıka”…
– Araplara, “Kavm-i Necip”..
– Rumlara, “Romalı” anlamına gelen “Romeos” derken Türkler'i böyle aşağıladı.
Peki, Türk kendini nasıl görüyordu?
Türk'ün hali
“İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydi. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
‘Biz hangi milletteniz' deyince her kafadan bir ses çıktı:
‘Biz Türk değil miyiz' deyince de hemen, ‘Estağfurullah' diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı.
Halbuki biz Türk'tük. Bu ordu Türk Ordusu'ydu. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi.
Fakat ne çare ki bu “biz Türk değil miyiz?” diye sorunca “Estağfurullah” diye cevap verenlerin görünüşe göre Türk demek Kızılbaş demekti.(…)
Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanını ve onun vekilini de bilmemektedir.
Hele iş, vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı…”
Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976), hayat öyküsünü yazdığı “Suyu Arayan Adam” kitabında böyle anlattı Türkleri…
Vatandaşlık Bayramı
Falih Rıfkı Atay (1894-1971), “Batış Yılları” adlı eserinde kendi kuşağını Osmanlı'nın son çocukları olarak tanımladı:
“Kendime ilk defa ne zaman ‘Türk' dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda ‘Türk', kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve Osmanlı idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘din ile milliyetin bir olduğunu' öğrenmekti.
‘Vatan' sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal'i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet'te duydum.
Biz padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, ‘Padişahım çok yaşa' diye bağırırdık…”
Buraya kadar yazdıklarımın kuşkusuz amacı var:
Mustafa Kemal de, Osmanlı'nın son kuşağındandı. Türk'ün, Osmanlı iktidarı tarafından nasıl aşağılandığını yaşadı. Osmanlı münevverlerinin Babıali'de “Türk” sözünü Arap aksanıyla ifade ederek “Terk” diye yazdıklarını unutmadı. (“Terk” sözcüğünün çoğulu Arapçada “Etrâk” demekti; ve Türklere, “İdrâki biidrak” -anlayışsız Türkler- diyorlardı!)
Oysa…
TÜRK; ATATÜRK'E GÖRE, YILDIRIMDI, KASIRGAYDI, DÜNYAYI AYDINLATAN GÜNEŞTİ. BU SEBEPLE…
91 YIL ÖNCE…
TARİH: 23 MAYIS 1928.
TBMM, 1312 SAYILI TÜRK VATANDAŞLIĞI KANUNU'NU KABUL ETTİ. BÖYLECE…
ASIRLARDIR HOR GÖRÜLEN TÜRK, YURTTAŞLIK PAYESİYLE ONURLANDIRILDI.
OSMANLI İLE CUMHURİYET FARKI Buydu.
Soner Yalçın
4 notes
·
View notes
Text
GERÇEK TURNİKE SİSTEMİ GENELEVLERDE

Şunu öncelikle belirtmek isteriz ki, TBAV camiasına yönelik 11 Temmuz 2018 tarihli operasyondan günümüze kadar bir kısım medya tarafından Sayın Adnan Oktar ve arkadaş çevremize yöneltilen cinsellik konulu çirkin iddialar tümüyle mesnetsiz ve gerçek dışıdır. Sistematik bir biçimde servis edilen ve hiçbir somut delile dayandırılmayan bu asılsız iddiaların tümü hayali kurgular ve olmadık iftiralardan oluşmaktadır.
Sayın Adnan Oktar'ın yıllar boyu, Türkiye'deki genelevlerin varlığını, buralarda çalıştırılan yüzbinlerce zavallı kadının TURNİKE denen iğrenç bir sistem üzerinden fuhuşa sürüklenmesini eleştirmesi, bu sektörü rant kapısı olarak gören bir kısım karanlık çevreleri rahatsız etmiştir.
Sayın Adnan Oktar sayısız kereler, devletin, fuhuş sektöründe çalışan kadınlarımıza, genç kızlarımıza resmen çalışma ruhsatı (vesika) vermesinin fuhşu bir nevi meşru gösterip teşvik etmek anlamına geleceğini dile getirmiştir. Genelevlerin ve buralarda TURNİKE sistemi üzerinden fuhuş yapılmasının dini, ahlaki, milli ve manevi değerlerimize tümüyle aykırı bir uygulama olduğunu, buraların acilen kapatılarak kadınlarımıza helal kazanç kapıları sağlanmasının son derece hayati olduğunu defalarca dile getirmiştir.
BUGÜN İSE BAZI KUMPASÇI KARANLIK ÇEVRELER, SAYIN ADNAN OKTAR'IN YILLARDIR ELEŞTİRDİĞİ GENELEV TURNİKE SİSTEMİNİ ADETA BİR İNTİKAM SAİKİYLE ÇİRKİN BİR CÜRET, CESARET VE AHLAKSIZLIKLA DOĞRUDAN CAMİAMIZA YÖNELİK EN TEMEL İFTİRA OLARAK ORTAYA SÜRMEKTEDİR.
Eğer medyamız samimi olarak ülkemizde fuhşun ortadan kalkmasını, bu yönde somut ve gerçekçi adımların atılmasını istiyorsa en aciliyetli olarak gündeme getirmesi gereken konu, devletimizin resmi izin ve onayıyla açılan genelevler, pavyonlar, striptiz kulüpleri ve benzerleridir.
– GERÇEK FUHUŞ VE "TURNİKE" SİSTEMİ GENELEVLERDE, PAVYONLARDA YAŞANMAKTADIR

Gerçek Turnike Genelevlerde
Erkeklerin, "turnike" adı verilen uzun kuyruklarda kadınlarla gayrı meşru cinsel ilişkiye girmek için bekledikleri ahlak dışı genelev uygulaması ülkemizde ne yazık ki uzun yıllardan beri süregelmektedir.
Devlet eliyle desteklenen, tasdik, teşvik ve takdir gören, "turnike sistemi" üzerine kurulu bu fuhuş sektörü ne yazık ki Müslüman Türk toplumunun kanayan bir yarasıdır. Hal böyleyken, bu vahim gerçeğe tek satır bile yer ayırmayan bir kısım medyanın, anlaşılmaz bir biçimde camiamıza haksız ve hukuksuz olarak atılan cinsellik konulu çirkin iftiraları güya gerçekmiş gibi haberlerine taşıyarak, bunlar üzerinden ahlak ve namus dersleri vermesi son derece çelişkili ve düşündürücü bir durumdur.
Öncelikle vurgulamak isteriz ki, 40 yıldır dindarlıkları, milliyetçilikleri, güzel ahlakları, saygınlıkları, iffetleri, namusları, nezihlikleri, asaletleri ile tanınan Sayın Adnan Oktar ve arkadaş grubumuza kimsenin ahlak, namus dersi vermek gibi bir yetkisi yoktur.
Tamamı masum, bugüne kadar hiçbir suça karışmamış, tek bir sabıka kayıtları dahi olmayan, haklarında hiçbir yargı kararı bulunmayan, üstelik henüz davaları bile görülmeye başlanmamış insanlara atılan olmadık gayri ahlaki iftiraları haber malzemesi yapmak samimiyet, dürüstlük ve ilkeli habercilik anlayışıyla bağdaşmayan bir tutumdur.
Kumpasçı karanlık çevrelerin planlı ve organize bir biçimde masum insanları itibarsızlaştırmak amacıyla uydurdukları çirkin iftiralara itibar edip bunları yaymalarına alet olmak Türk medyasının asalet ve itibarına yakışmayan bir durum olacaktır.

Zavallı Genelev Kadınlarıyla Fuhuş Yapmak İçin Turnikede Sıra Bekleyenler
Eğer toplumsal dejenerasyonun en büyük kaynaklarından olan fuhuş sektöründen samimi olarak rahatsızlık duyuyorsa, medyanın uydurma hikayeleri, düzmece senaryoları bir kenara bırakıp aciliyetli olarak üzerine gitmesi gereken gerçek sorun dehşet verici boyutlarıyla gözler önündedir.
Ülkemizdeki fuhuş sektörüyle ilgili istatistiki veriler ve araştırma sonuçlarına bakacak olursak;
– Ülkemizde resmi olarak tanınan ve vergiye tabi tutulan genelevler de dahil olmak üzere resmi veya gayri resmi olarak fuhuş sektöründe çalışan kadın sayısının yaklaşık 300.000 olduğu sanılmaktadır.
– Türkiye’de şu an birçok ilimizde faaliyet içerisinde olan 45 genelev bulunmaktadır. [1]
– Yine Ankara Ticaret Odası (ATO) tarafından hazırlanan "Hayatsız Kadınlar Dosyası"na göre ülkemizde fahişelik yaşının 15'e kadar düştüğü, bazı araştırmacılara göre ise bu yaşın 12'ye kadar indiğine dikkat çekilmiştir. [2]
– AK Parti'nin iktidara geldiği 2002'de -resmi ve gayri resmi- hayat kadını sayısı 25 bin iken Ankara Ticaret Odası'nın 2004 tarihli raporuna göre, hayat kadını sayısı 100 bine ulaşmıştır. Bu rakamın 2014 yılındaki istatistiklerine göre 3 kat artarak 300 bini bulduğu tahmin edilmektedir. [3]
– Raporda fuhuş sektöründe bir yılda dönen paranın asgari 3-4 milyar dolar olduğu ifade edilmiştir. [4]
Bunlar son derece ürkütücü rakamlardır. Genelev ve pavyonlarda devletin kontrolü altında resmi olarak çalıştırılan kadınların hepsi mafyavari çıkar çevrelerinin zor ve baskısı altında, korku ve çaresizlik içinde bu hayatı yaşamaya mecbur bırakılmaktadır.
Ahlak masasının gerçekleştirdiği fuhuş operasyonlarında fuhuş yapan bir kadın yakalandığında vesikası olup olmadığı kontrol edilmekte, eğer vesikası yoksa vesika verilmektedir. Sonuç olarak Emniyet yetkililerinin tasdiki ve tahkikatı ile bu kadınların fuhuş yapması legal hale getirilmekte ve kadınlarımız fuhuş bataklığına sürüklenmektedir.

Genelevde Turnike Sırası
Doğru, ahlaki ve vicdani olan, bu yapıların devlet eliyle desteklemesi, teşvik edilmesi değil, tam tersine tümüyle ortadan kaldırılmasıdır. Buralarda mağdur olan zavallı kadınları da devletimizin himayesine alarak sahip çıkması, koruyup, kollaması, onlara her türlü sosyal ve ekonomik desteği temin ederek bundan sonraki hayatlarında helal ve namuslu yollardan geçimlerini sağlayacak imkanları sunması çok önemlidir. Bu her şeyden önce bir insanlık vazifesidir.
Ayrıca, genelev ve pavyonlarda para karşılığında fahişe ya da konsomatris olarak çalıştırılan, ailesinin veya çevresinin baskısıyla bu kötü hayatı yaşamak zorunda kalan, illegal yapılanmaların baskısıyla fuhuşa zorlanan kadınların bu mağduriyetlerinin giderilmesi için savcılıklarımız acilen gerekli müdahaleleri yapmalıdır.
Benzer şekilde, kadınların ve genç kızların alkollü ortamlarda, genç, yaşlı yüzlerce erkeğin önünde çırılçıplak soyundurulup dans ettirildiği bir diğer ahlak dışı mekan da devlet tarafından ruhsat verilen striptiz kulüpleridir.
Özetle, sözünü ettiğimiz bu genelevler, pavyonlar, striptiz kulüpleri gibi mekanlarda gerçekleşen fuhuş, turnike sistemi, alkol satışı, alkol tüketimi, kadınların istismarı gibi son derece uygunsuz, sakıncalı, toplum sağlığını ve ahlakını dejenere eden uygulamaların devletçe tasdik edilmesi, izin verilmesi, desteklenmesi, bunlardan vergi toplanması acilen ve köklü olarak yürürlükten kaldırılması gereken, yukarıda belirttiğimiz "kanayan toplumsal yaralar"dandır.
Rakamlarla alkollü mekanlar ve gece kulüpleri verilerine yakından bakacak olursak;
– CNBC-e Business dergisinin 2011’de çıkan sayısına göre İstanbul'da eğlenceye bir gecede 12 milyon TL harcanmaktadır. [5]
– Yine aynı habere göre İstanbul gecelerine bir günde 350 bin, yılda 127 milyon kişi katılmaktadır.
– İstanbul’da eğlence bölgelerinin sayısı da giderek artarken, Beyoğlu, Asmalımescit, Kumkapı, Etiler, Boğaz Hattı, Bakırköy, Kadıköy, Caddebostan, eğlencede şehrin ana arterleri durumunda bulunmaktadır.
İstanbul'un gece hayatından diğer bazı rakamlar işe şöyledir:
– Türkiye’de bulunan 30 bin mekanın yarısı İstanbul’da.
– İstanbul’da 15 bin yeme içme mekanı var.
– Her gece 350 bin kişi dışarı çıkıyor.
– Sektörün yıllık cirosu 3.5 milyar dolar. (Bu rakam New York’un 21 milyar dolarken Barselona’da 11 milyar dolar)
– Restoran, bar, gece kulübü hasılatı toplam cironun yüzde 50’sini yakalıyor.
– İstanbul eğlence sektöründe istihdam 400 bin, dolaylı istihdamla bir milyon kişiye ulaşıyor.
– Sektörün büyüme hızı %15.
– Badoo sosyal paylaşım sitesinin 17 ülkeden 17 bin kişinin katıldığı anketine göre ise Türkler, eğlenceye zaman ayırmada Arjantin ve Meksikalıların ardından dünya üçüncüsü. Arjantinliler her ay en az 15, Meksikalılar 14, Türklerse ayda ortalama 13 gün eğlenmeye çıkıyor. [6]
Dolayısıyla, camiamıza yöneltilen tümüyle gerçekdışı ve bomboş olan çirkin yalanlar ile meşgul olmak yerine medyanın tüm gayretini, birkaç kuruş kazanmak uğruna genelevlerde, pavyonlarda, striptiz klüplerinde ve çeşitli eğlence mekanlarında çalışan, tek istekleri aileleriyle, çocuklarıyla güzel, onurlu bir hayat yaşamak isteyen zavallı mazlum kadınları kurtarmaya harcaması gereklidir.
– "KADINLARIN İRADELERİNİN FESADA UĞRATILMASI" VE "KADINLARIN CİNSEL İSTİSMARI" CAMİAMIZDA DEĞİL, GENELEVLERDE, PAVYONLARDA, STRİPTİZ KULÜPLERİNDE YAŞANMAKTADIR
Bilindiği gibi, camiamıza yöneltilen en temel iftiralardan birisi, sözde "kadınların iradelerini fesada uğratarak onları cinsel açıdan istismar etmek"tir. Oysa hemen herkes bilir ki 40 yıldır gözler önünde olan camiamızla tanışıp görüşen, arkadaş olan, büyük bölümü kolej, üniversite öğrencisi ya da mezunu olan, çoğu İstanbul veya benzeri büyük şehirlerde yaşayan, aklı, zekası, şuuru son derece açık genç kızların, kandırılıp iradelerinin fesada uğratılan insanlar olduklarını öne sürmek bu genç kızlarımıza karşı yapılabilecek en büyük hakaret olacaktır.
Bizim camiamız dost düşman herkesin hayran olduğu, güzel, nezih, kaliteli insanlardan oluşmaktadır. Zaten, bize yöneltilen tüm bu iftiraların kökeninde de camiamıza olan hayranlık, daha da ötesi kıskançlık, haset gibi olumsuz duygular bulunmaktadır.
Camiamıza mensup erkek arkadaşlarımız son derece kaliteli, kültürlü, modern, akıllı, zeki, ahlaklı, dindar, temiz, yakışıklı, sağlıklı, güçlü kişilikli, güvenilir insanlardır. Genç kızların da bu tür insanlarla arkadaş olmak, beraber vakit geçirmek, onlarla sosyal ortamlarda birlikte görünmek, hatta daha ileri bir aşamada onlarla evlenmek istemeleri gayet doğaldır. Dolayısıyla, sözünü ettiğimiz erkeklerin kızlarla birlikte olmak veya ilişki yaşamak için güya örgüt kurmak ve bu yolla kızları kandırıp iradelerini fesada uğratmak gibi saçma ve akla ziyan yöntemlere hiçbir zaman ihtiyaçları yoktur. Kaldı ki bu tür çirkin, gayrı ahlaki ve gayrı kanuni yollara da asla tevessül etmezler. Zaten kendileriyle birlikte olmaya can atan kızlara zorla tecavüz etmeye çalıştıkları gibi iğrenç, anlamsız iftiraların ne kadar uydurma, gülünç ve hayatın doğal akışına aykırı oldukları ortadadır.
Tecavüz, istismar gibi iftiralarla camiamızı karalamaya çalışanlar yalnızca, kendilerine hiçbir ümit veya vaat sunulmadığı halde, kendi iç dünyalarında Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımızdan çeşitli maddi çıkar ya da evlilik gibi beklentiler içine girip bu çıkarları elde edemedikleri için de kin ve haset içinde husumet besleyen, intikam arayışına giren küçük bir gruptan ibarettir. Bu kişilerin hiçbiriyle arkadaşlarımızın zaman zaman sosyal ortamlarda görüşme, resim çektirme, vb. dışında herhangi bir özel ilişki veya bağlılıkları olmamıştır. Ne var ki söz konusu kişiler cinsel istismar ve tecavüz iftiralarına dayanak oluşturabilmek amacıyla arkadaşlarımızla sürekli bir özel birliktelik ve yakınlık içindelermiş, hatta sevgililermiş gibi bir görünüm vermeye özen göstermektedirler.
Elbette, hiç kimseye hiçbir şekilde özel hayatımızı anlatmak mecburiyetinde olmamakla birlikte basında bu konuda yer alan mesnetsiz iddialara karşı cevap hakkımızı kullanmak, kendimizi ifade etmek mecburiyetinde bırakılmaktayız.
Değerli medyamız, eğer iradesi fesada uğratılmış, kandırılmış, tecavüze uğramış kadınlarımıza sahip çıkmak istiyorsa bu mazlum insanları araştırması gereken yer şu saydıklarımız mekanlar olmalıdır:
– Turnike sisteminin büyük bir titizlikle uygulandığı GENELEVLER, PAVYONLAR;
– Kadınların, genç kızların tamamen soyunarak dans ettirildiği STRİPTİZ KULÜPLERİ;
– İÇKİLİ MEKANLAR;
– Eğlence adı altında kadınların neredeyse tamamen çıplak şekilde dans ettiği tüm diskolar, barlar, turistik tesisler ve ALKOLLÜ EĞLENCE MEKANLARI, vb...
Devletimizden önemli ricamız, kadın sömürüsünün en ileri boyutlara vardığı bu mekanları ruhsatlandırma geleneğini kaldırıp buraların resmi varlığına son vererek yüz binlerce kadınımızı fuhuş, taciz ve sömürü bataklığından kurtarması, onlara yepyeni, tertemiz bir hayat sunmasıdır.
Değerli medyamızdan da ricamız fuhşun asıl yapıldığı, alkolün su gibi içildiği, gençlerin zehirlendiği, kadınların seks kölesi olarak istihdam edildiği söz konusu mekanların kapatılması, buralarda iradeleri fesada uğratılarak zor ve baskı altında çalıştırılan genç kız ve kadınlarımızın ivediyen kurtarılmasına vesile olmalarıdır.
– AYNI GENELEVLER GİBİ ALKOLLÜ İÇKİ VE TÜTÜN ÜRETİMİ–TÜKETİMİ DE DEVLET TARAFINDAN DESTEKLENMEMELİDİR
Önemle belirtmek istediğimiz bir konu da, AK Parti Hükümeti döneminde devletin verdiği ruhsatla, sayısı 2‘den 18’e çıkarılan alkollü içki üretim fabrikalarıdır. Doğal olarak alkol tüketiminde de son 15-20 yılda ciddi oranlarda artış olmuştur. Nitekim, bu durum herkesçe de bilinmektedir.
The Economist ve OECD'nin bulgularına göre de son yıllardaki oranlara bakıldığında Türkiye en çok alkol tüketen 2. Müslüman ülkedir.
Türkiye'deki alkol tüketimiyle ilgili endişe verici diğer bazı veriler ise şöyledir;

– OECD raporuna göre 2005-2010 arasında Türkiye’de kişi başına içki tüketimi 18.3’ten 20.5 litreye yükseldi. [7]
– Devlet Denetleme Kurulu’nun hazırladığı ‘Madde ve Diğer Bağımlılıklar ile Mücadele Kapasitesinin ve Bu Bağlamda Türkiye Yeşilay Cemiyetinin Değerlendirilmesi’ başlıklı rapora göre, Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi ve Eğitim Merkezleri’ne (AMATEM) başvuranların sayısı son 5 yılda 5 kat arttı. 2004’te AMATEM’e başvuranların sayısı 40 bin iken, bu rakam 2012 sonunda 227 bini aştı. [8]
– KONDA’nın, 2011 Şubat ayı araştırmasına göre 3 milyon dindar, 7,5 milyon inançlı insanımız içki içiyor. Sofuların, yani gündelik hayatlarını dine göre düzenleyenlerin yüzde 9’u (yaklaşık 360 bin); dindarların yüzde 11’i (yaklaşık 3 milyon 130 bin) içki içtiği söyledi. “İnançlıyım” diyenlerin yüzde 41’i (yaklaşık 7 milyon 500 bin); inançsızların da yüzde 65’i (yaklaşık 740 bin) alkollü içki tüketiyor. [9]
Bunun yanı sıra devlet eliyle satışına izin verilen içki aynı zamanda vergi açısından da önemli bir gelir kaynağı olarak görülmektedir.
İçkiden alınan vergilere bakacak olursak 2018 yılı vergi oranlarına göre 70’lik rakıdan alınan vergilerin toplamı 68.77 lirayı bulmakta, satış fiyatı 97.23 lira oran rakıdan vergiyi çıkarırsanız rakının fiyatı 28.45 TL olmaktadır. [10]
Bir diğer acı tablo da ülkemizdeki TÜTÜN TÜKETİMİNDE karşımıza çıkmaktadır.
Tütün ve sigara istatistiklerine yakından bakacak olursak;
-Dünya Sağlık Örgütü, Amerikan Kanser Topluluğu ve Dünya Akciğer Vakfı'nın katkılarıyla hazırlanan Tütün Atlası'na göre Türkiye'deki insanların yüzde 43’ü tütün kaynaklı hastalıklar nedeniyle yaşamını yitirmektedir.
– Yapılan bazı araştırmalara göre ülkemizde her yıl sigaradan ölenlerin ortalama sayısı 83 bindir.
– 'TÜİK verilerine göre ise sadece 2016'da 115 bin kişinin ölüm nedeni tütüne, çoğunlukla da sigaraya bağlı hastalıklardır. [11]
– Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yayımladığı 2018 yılı tütün mamulü istatistiklerine göre, tütün tüketimi yüzde 12 artmış, geçen yıl sigaranın üretimi 172 milyar adet, iç satışı 118,5 milyar adet, ihracatı 49,5 milyar adet olarak açıklanmıştır. [12]
– Türkiye Kanserle Savaş Vakfı’na göre sigara dumanı 70’den daha fazla, kansere neden olan madde içermektedir. [13]
– Yine Türkiye Kanserle Savaş Vakfı’na göre tüm kanserler içerisinde hayatta kalma şansı en az olan akciğer kanserinin %80’i sigaradan kaynaklanmaktadır.
– Sigara kullanmak ayrıca over (yumurtalık) kanserinin bir türü ve bazı lösemi türlerinin yanı sıra ağız, larenks (gırtlak), farenks (üst yutak), burun ve sinüsler, özefagus (yemek borusu), karaciğer, pankreas, mide, böbrek, mesane, serviks ve bağırsak kanserleri de dahil olmak üzere bir düzine kansere yakalanma riskini de arttırmaktadır.
– Sigara üzerine yapılan bir akademik çalışmaya göre Türkiye sigara tüketiminde en başta gelen ülkelerden biridir. Son on yıl içinde sigara tüketimi % 52 oranında artmıştır. Ülkemiz bu artış oranıyla dünyada Pakistan’dan sonra ikinci sırada yer almaktadır. [14]
– 2015 OECD raporuna göre Türkiye, dünyada en çok sigara tüketen ülkeler içerisinde 11. sırada yer almaktadır. Yine bu rapora göre Türkiye'de erkeklerin yüzde 37,3'ü ve kadınların yüzde 10,7'sinin sigara kullandığı tespit edilmiştir. [15]
– Tütün Eksperleri Derneği’nin tütün raporuna göre Türkiye tütün ithalatında rekor kırmış, sektörde 2015 yılı ithalatta rekor yılı olarak kayıtlara geçti. [16]
Raporda Türkiye'de 2015 yılında 53 bin 857 ton tütün 382,8 milyon dolar karşılığı ihraç edilmiş. Buna karşılık 2002 yılında 55 bin 800 ton olan tütün ithalatı, 2015 yılında rekor kırarak yaklaşık 92 bin 266 tona ulaşmış. Özetle 2002 yılından bu yana tütün ithalatındaki artış yüzde 60’a ulaşmış durumda.
Her yıl on binlerce kişinin ölümüne sebep olan alkol ve tütünün üretildiği fabrikalara devlet ruhsat verip vergilendirerek, insan sağlığına bu son derece zararlı maddelerin üretimini ve tüketimini adeta takdir ve teşvik eder bir görüntü vermektedir. Yani bu fabrikaları devlet ve hükümet meşrulaştırmaktadır.
Nitekim bütçe gelirleri içinde %20’lik paya sahip olan ÖTV’nin %30’a yakınının tütün mamullerinden elde edilmesi sigarayı bütçe için önemli bir gelir kaynağına dönüştürmektedir. 10 liralık sigaranın %82.4’ünü yani 8.24 TL’sini vergi oluşturmaktadır.
Dolayısıyla sigaradan alınan vergi artırıldığı halde sigara tüketimini azalmaması göstermektedir ki sigara devletimiz için önemli bir kazanç kapısı haline gelmiştir.
Bu durum çok vahimdir. Sonuçları toplum sağlığını bozulması anlamına gelen ve toplumu ölüme götüren bir şeyden devletimizin gelir elde ediyor olması kabul edilemez bir durumdur.[17]
Bir yandan da sayısal loto, süper loto, iddia ve yine her ay gerçekleştirilen Milli Piyango çekilişleri ve at yarışı bahisleriyle insanlarımız KUMAR OYUNLARINA çekilmektedir.
Camiamıza yöneltilen mesnetsiz, hayal ürünü, gerçek dışı itham ve iftiralar eğer bazı yetkililerimizin sahip oldukları Sünni inanca olan hassasiyetleri gereği bu derece gündem konusu yapılıyorsa, o halde bu değerli yetkililerimizin asıl hassasiyet göstermeleri ve çözmeleri gereken bu tür uydurma, hayali sorunlar değil, aksine içki, kumar, fuhuş ve zina gibi en büyük haramların devlet eliyle meşrulaştırılması hatta teşvik edilmesi türünden ülkemizin kanayan gerçek yaralarıdır.
Kamuoyuna saygılarımızla duyurulur!
[1]https://www.milligazete.com.tr/haber/993459/gunaha-batiyoruz
[2]https://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php?t=3504
[3]https://www.habervaktim.com/haber/381723/istatistikler-alarm-veriyor.html
[4]https://www.internethaber.com/fuhus-sektorunun-cirosu-3-milyar-1080420h.htm
[5]https://www.iha.com.tr/haber-istanbulda-eglenceye-bir-gecede-12-milyon-tl-168133/
[6]http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/istanbul-gecelerinin-50-yili-22660691
[7]https://www.ensonhaber.com/turkiyede-alkol-tuketim-orani-artti-2012-12-09.html
[8]https://www.milligazete.com.tr/amp/haber/993771/amatem-e-basvuru-5-yilda-5-kat-artti
[9]http://www.milliyet.com.tr/gundem/iste-turkiyenin-alkol-haritasi-1714739
[10]https://odatv.com/93-liralik-70lik-rakinin-68-lirasi-vergi-0501181200.html
[11]https://m.timeturk.com/turkiye-de-olumlerin-yuzde-27-si-sigara-kaynakli/haber-761409
[12]https://tr.sputniknews.com/turkiye/201903061038030203-sigara-tuketimi-gecen-yila-oranla-artti/
[13]http://www.kanservakfi.com/sigara-ve-kanser-132.html
[14]https://dergipark.org.tr/download/article-file/30025
[15]http://www.haber7.com/guncel/haber/1644701-sigara-bagimliliginda-turkiye-kacinci-sirada
[16]https://www.bloomberght.com/yorum/irfan-donat/1890020-tutunde-ithalat-rekoru-kirdik
[17]https://www.dunya.com/kose-yazisi/1-paket-sigaranin-ne-kadari-vergi-dumani/427654
#adnan oktar#harun yahya#adnan hoca#davası#turnike#safsatası#genelevler#türkiye#kanayan#yara#fuhuş#zulüm#hayatsız kadınlar#fahişelik#ticaret#ahlak#ak parti#erdoğan#müslüman#islam toplumu#vergi#diyanet#kedicikler#striptiz#pavyon#cnbc e#alkollü#mekanlar#alkol#sigara
0 notes
Text
İngiliz Derin Devleti, Müslümanlar Arasında Ayrılık, Fitne ve Düşmanlık Çıkarmaları İçin Din Adamı Görünümlü Devşirme Elemanlarını Kullanır
İngiliz derin devleti, tarih boyunca Müslüman toplulukları istediği şekilde yönlendirmek, kışkırtmak, karıştırmak, saptırmak ve birbirine düşürmek gibi amaçlarla çoğu zaman çeşitli DİN ADAMI, İMAM, DİN ALİMİ, vb. görünümlü ajanlarını kullanmıştır. Bu, din adamı görünümlü ikiyüzlü sahtekarlar, MI6 ve CIA gibi İngiliz derin devletinin hakimiyetindeki istihbarat birimlerine bağlıdır. İslam ülkelerinde, deccaliyetin hedefindeki kişiler aleyhinde yaygara yapmak, karalama propagandaları ve algı operasyonları yürütmekle görevlidirler.
Bu taktik, İngiliz istihbaratı MI6’in kayıtlara geçmiş bilinen bir yöntemidir. Birleşik Krallık eski Başbakanı Lloyd George, 1923 yılında Lordlar Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada bu yöntemi şöyle açıklamaktadır:
“Biliyoruz ki, Türkler ne olduğunu bilmedikleri bir dine inanıyor. İşte Türkleri bu dinle, yani İslam ile yıkacağız. Bilinçli ya da bilinçsiz, BÜTÜN İMAMLARIN bizim amaçlarımıza hizmet etmesi gerekiyor. İNGİLİZ İSTİHBARATININ BİRİNCİ GÖREVİ BUDUR!”
Görüldüğü gibi, kendilerine bağlı bir kısım din adamı kılıklı kriptoların, dini kavramları kullanarak cahil ve bilinçsiz bir kesimi yönlendirmesi İngiliz derin devletinin birinci dereceden istihbarat politikasıdır. Bazı kişi ve çevreler tarafından "komplo teorisi" diye yaftalanarak örtbas edilmeye çalışılan bu gerçeğin bizzat İngiltere Başbakanı'nın ağzından dile getirilmesi de bu örtbas çabasının beyhude olduğunun açık bir delilidir.
Lloyd George'un ifadelerinden, söz konusu yöntemin etki etmesi hesaplanan hedef kitlenin de İslam'ı kaynağından okuyup öğrenmemiş, Kur'an'ın hükümlerinden habersiz, kulaktan dolma uydurma bilgilerle ve hurafelerle dini yaşayan ve bu yüzden de kolayca yönlendirilebilen, telkine ve propagandaya açık cahil kitleler olduğu anlaşılmaktadır.
Gerçekten de, sahte din adamlarının basit bir "din elden gidiyor" yaygarasıyla istenen kamuoyu algısı kolayca oluşturulabilmektedir.
İngiliz derin devleti, her dönemde ilgi alanında tuttuğu İslam aleminin gelişmesini, güçlenmesini, birlik olmasını asla istemez. Müslümanların, aydınlık, modern, bilgili, kültürlü, kaliteli, çağdaş, bilime, sanata, estetiğe önem veren, kadınlara değer veren, onların özgür ve rahat bir yaşam sürmelerini sağlayan toplumlar oluşturmaları asla işine gelmez. Bunu sağlamanın da tek ve en etkili yolu Kur'an'ı Müslümanların elinden alıp, onlara hala dini yaşadıkları hissini vermektir.
İşte, sözünü ettiğimiz sahtekar din adamlarının en önemli vazifelerinden biri de Müslümanları Kur'an'ı Kerim'den uzaklaştırıp Kur'an dışı bağnaz bir din anlayışını İslam adına yaşamaya yönlendirmeleridir. Müslümanlara açıkça Kur'an'ı terk edin demenin bir faydası olmayacağını bildikleri için, bu sapkınlığı sözde din adına, takva adına, Kur'an'a, Peygamber Efendimiz (sav)'e saygı adına sinsice empoze ederler.
İngiltere eski Başbakanı William Ewart Gladstone, o dönem bir nevi Müslüman halkların birliği hükmündeki Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılabilmesinin ancak İslamiyeti özünden, yani Kur’an’dan uzaklaştırmakla mümkün olabileceğini 200 yıl önce şu sözleriyle açıklıyordu:
"KUR'AN-I KERİM YOK EDİLMEDİKÇE, AVRUPA'YA BARIŞ GELMEYECEK. KUR'AN'I MÜSLÜMANLARIN ELİNDEN ALMALIYIZ." (Taha Niyazi Karaca, Büyük Oyun: İngiltere Başbakanı Gladstone'un Osmanlı'yı Yıkma Planı, İstanbul: Timaş Yayınları, 2015)
Ne yazık ki İngiliz derin devleti bugün bu amacına ulaşmıştır. Emrindeki iki yüzlü din adamları vasıtasıyla Kur'an'ı Müslümanların elinden almıştır. 1.8 milyarlık İslam aleminin çok büyük bölümü Kur'an'ı terk etmişken hala İslam'ı yaşadığını sanmaktadır.
Kur'an'da, Peygamber Efendimiz (sav)'in ahirette, kavminin Kur'an'ı terk etmelerinden şikayeti şöyle aktarılmaktadır:
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu KUR'AN'I TERKEDİLMİŞ (BİR KİTAP) OLARAK BIRAKTILAR.' (Furkan Suresi, 30)
İNGİLİZ DERİN DEVLETİNİN, DİĞER TABİRLE DECCALİYETİN KÜRESEL SÖMÜRÜ VE ZULÜM SİSTEMİ KARŞISINDAKİ EN BÜYÜK TEHDİT, KUR'AN'IN IŞIĞINDA VE RESULLULAH (SAV)'İN SÜNNETİNİN REHBERLİĞİNDE, SÖZDE DİN ADI ALTINDAKİ HURAFELERDEN, BATIL İNANÇLARDAN, BİDATLERDEN, ESKİ KABİLE GELENEKLERİNDEN SIYRILMIŞ İLERİ GÖRÜŞLÜ, AYDIN, MODERN, BİRLİK, BERABERLİK VE DAYANIŞMA İÇİNDEKİ ŞUURLU VE GÜÇLÜ BİR MÜSLÜMAN TOPLUMUDUR.
Dolayısıyla, bu küresel derin devletin KUKLA DİN ADAMLARI, en başta bu kilit gerçeği gündeme getiren, İngiliz derin devletinin karanlık planlarını gün yüzüne çıkaran, insanları bu tehlikeye karşı uyaran, bilinçlendiren samimi, akıllı ve dindar Müslüman aydınları hedef alır.
Bu samimi ve aydın Müslümanlar insanları, Kur'an'ın ve Peygamberimiz (sav) adına uydurulan her türlü yalandan ve iftiradan arındırılmış sünnetin yoluna çağırırlar. Sahtekar din adamları ise, "din elden gidiyor" yaygarasıyla Kur'an'ın hükmüne ve ruhuna tümüyle aykırı bağnazlığa, taassuba, binlerce yılın kirli mirası olan ve sözde din adına İslam'a sızdırılmış geleneklere, göreneklere, safsatalara çağırırlar. Kur'an'ın tabiriyle "atalarının dinine" çağırırlar:
Onlara, “ALLAH’IN İNDİRDİĞİNE UYUN!” denildiğinde, “HAYIR, BİZ, ATALARIMIZI ÜZERİNDE BULDUĞUMUZ (YOL)A UYARIZ!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)? (Bakara Suresi, 170)
Kavminin önde gelenleri, "gerçekte biz seni açıkça bir 'ŞAŞIRMIŞLIK VE SAPMIŞLIK' içinde görüyoruz" dediler. (Araf Suresi, 60)
Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. SON DİNDE DE BUNU İŞİTMEDİK. Bu, ancak bir uydurmadır. (Sad Suresi, 6)
"ATALARIMIZI ÜZERİNDE BULDUĞUMUZ YOLDAN BİZLERİ UZAKLAŞTIRMAK ve YERYÜZÜNDE BÜYÜKLÜK/OTORİTE SİZ İKİNİZİN OLSUN DİYE Mİ bize geldin? Biz, ikinize de inanmayız." demişlerdi. (Yûnus Suresi, 78)
Ayetlerde görüldüğü gibi, müşrikler hak dine davet eden samimi, iyi niyetli insanları haşa "sapkın, dini değiştirmeye çalışan kimseler" gibi göstermeye çalışırken bir yandan da onları güya başa geçme, otoriteyi ele geçirme gibi dünyevi bir takım çıkar hesapları peşinde, tehlikeli, devlete ve topluma sözde tehdit teşkil eden kişilermiş gibi lanse etme hile ve alçaklığına başvururlar.
Elbette, tarih boyunca toplumun her kesimindeki müşrikleri halis ve temiz Müslümanlara karşı provoke eden, galeyana getirenlerin başını çekenler hep sahtekar, iki yüzlü müşrik din adamları olmuştur. Bunlar, kendilerini korku ve çıkar yemleriyle kullanan İngiliz derin devletinin hizmetkarlarıdır. Çünkü asli vazifeleri, Müslümanların her devirde geri kalmalarına, küçük düşürülmelerine, hor görülmelerine, alay edilmelerine, zulme uğramalarına, sömürülmelerine, aralarında ihtilafa, düşmanlığa, çatışmalara sürüklenerek birlik olamamalarına neden olan şirk sistemini, yani Kur'an karşıtı bağnaz, gelenekçi, ortodoks İslam anlayışını ayakta tutabilmektir.
Bu sapkın şirk sistemine karşı çıkıp Kur'an'ın gösterdiği hak dini, en doğru yolu insanlara gösteren, öğütleyen, şeytanın dini bağnazlığa savaş açan müminleri de ellerindeki tüm imkanlarıyla etkisiz hale getirmeye çalışırlar.
İngiliz derin devletinin, kendi kontrolündeki münafık din adamlarını musallat ettiği halis ve samimi Müslümanlardan biri de herkesin bildiği üzere, büyük önder Atatürk'tür. Atatürk, çeşitli vesilelerle yaptığı söylev ve demeçlerinde bu sahtekar iki yüzlü hainlerin çalışma sistemini çok açık ve net bir biçimde analiz etmektedir. Konuyla ilgili Atatürk'ün sözlerinden bir bölüm şöyledir:
"Fakat GERÇEKTE DİN BİLGİNİ OLMAMAKLA BERABER, SIRF O KİSVEDE BULUNDUKLARI İÇİN BİLGİN SANILAN, menfaatine düşkün, haris ve imansız bir takım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, muvafik-ı dindir diye fetvalar verdiler. İcab ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler... GERÇEK VE İMANLI DİN BİLGİNİ HER VAKİT VE HER DEVİRDE ONLARIN KİN BESLEDİKLERİ OLDU... millet ve vatanı kurtarmak için kan döken AZİZ ORDUMUZUN, BAŞ KALDIRANLAR SÜRÜSÜ OLDUĞUNA DAİR FETVALAR VEREN DİN BİLGİNİ KIYAFETLİ KİMSELER çıktı. Onlar bu fetvaları YUNAN UÇAKLARIYLA ordumuzun içine atıyorlardı." (Atatürk'ün Konya'da gençlere yaptığı konuşmasından, (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, 1989; 148-150)
"... HER SARIKLIYI HOCA SANMAYINIZ, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır (akıl, anlayış)." (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, 1989; 132)
Buraya kadar anlattığımız bu hayati gerçeği, 14 yüzyıl öncesinden Resulullah Efendimiz (sav) ahir zamandaki müminlere mucizevi bir biçimde haber vererek din adamı kılıklı sahtekarların doğrudan Deccal'e (yani İngiliz derin devletine) bağlı olacaklarına hayret verici şekilde dikkat çekmektedir:
ÜMMETİMDEN BAŞLARI SARIKLI 70 BİN KİŞİ DECCAL’E TABİİ OLACAKTIR. (Ebu Bekir Abdürrazzak b. Hemmam, Abdürrazzak es San’ani , El Musannef, XI, sf.393)
İşte Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımıza yapılan operasyonun alt yapısını ve kamuoyu zeminin hazırlamada da bu şekilde, İngiliz derin devletinin devşirmesi olan bir kısım din adamı kılıklı kişiler kullanılmıştır. Bu kişilerin, bir kısmı farkında olarak, bir kısmı ise bilgi, şuur ve vicdan eksikliği yüzünden farkında olmayarak bu şeytani amaca hizmet etmiş ve camiamız aleyhine olumsuz kamuoyu oluşturmada, karalama amaçlı kampanyalarda görev almışlardır.
Sonuç Olarak;
Sayın Cumhurbaşkanımız'ın ve AK Parti hükümetinin yakın zaman önce İslam coğrafyasında çok etkili ve verimli olan birleştirici ve barışçıl politikalarının İslam Birliği'ni hayata geçirme ihtimaline karşı İngiliz derin devleti acil harekat planını devreye sokmuştur.
Bu amaçla, ilk etapta İslam Birliği politikalarını fikren destekleyip her fırsatta ve her yerde en gür şekilde anlatan, Sayın Erdoğan’ı en güçlü, akılcı ve etkili bir biçimde savunan, koruyup kollayan ve destek olan, üst akılın ona karşı düzenlediği her türlü fitneyi, tuzağı ve oyunu her seferinde fikren geçersiz kılarak bozan Sayın Adnan Oktar ve arkadaşları haksız ve hukuksuz bir operasyonla etkisiz hale getirilmiştir.
İngiliz derin devletinin din adamı kılıklı bir kısım ajanlarının provokasyon ve yönlendirmeleri de bu operasyonun altyapısını ve kamuoyu zeminini hazırlamıştır. Bu anlamda açıkça görüleceği üzere, camiamıza yapılan operasyon aslında AK Parti hükümetinin çökertilmesini amaçlayan planın birinci aşamasıdır. Bu oyunla, ülkemizin Müslüman dindar lideri Sayın Cumhurbaşkanımız'ı yalnızlaştırmanın ilk ve en önemli adımı atılmıştır.
Buraya kadar rahatça anlaşılacağı gibi, İngiliz derin devletinin asırlardır İslam dünyası ve Müslümanlara karşı uyguladığı taktikler bugün de aynı hızıyla yürürlüktedir. Osmanlı zamanında da, Atatürk döneminde de, Cumhuriyet tarihinde de günümüzde de taktik hep aynıdır ve ne yazık ki hala etkili ve başarılı olmaktadır. Müslümanlar da 200 yılı aşkın bir süredir bu şeytani sistem karşısında her cephede sürekli yenilgiye uğramaktadır.
Bunun yegane sebebi ise Müslümanların önemli bir bölümünün hurafelere, batıl inanç ve uygulamalara tabi olup Kur'an'ın çok önemli hükümlerini terk etmeleridir. Müslümanların ihtilafa, ayrılığa ve çekişmeye düşmemeleri, kardeşlik ve sevgi ruhu içinde birlik olmaları Kur'an'ın bu en önemli ancak en çok da ihmal edilmiş farz hükümlerindendir:
Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve BİRBİRİNİZLE ÇEKİŞMEYİN. Sonra GEVŞERSİNİZ VE GÜCÜNÜZ, DEVLETİNİZ ELDEN GİDER. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)
HEP BİRLİKTE Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. PARÇALANIP BÖLÜNMEYİN. (Al-i İmran Suresi, 103)
Çok yakın bir gelecekte Allah'ın izni ve dilemesiyle ayetlerde emredilen bu hükümler yerine getirildiğinde tarihte görülmemiş güçte ve büyüklükte bir İslam Birliği yeryüzüne hakim olacak, tüm dünyayı sevgi, barış, kardeşlik, huzur, güvenlik, mutluluk, refah ve zenginlik kaplayacaktır. Peygamber Efendimiz (sav)'in haber verdiği ve bildirdiği alametlerinin çok büyük kısmı gerçekleşmiş olan kutlu Altın Çağ dönemi başlayacaktır. İnşaAllah.
0 notes
Text
Teröre ve Terör Örgütlerine Karşı En Büyük Mücadeleyi Vermiştir
Sayın Adnan Oktar eserlerinde ve sözlü anlatımlarında terörün fikri dayanağının Darwinizm ve Darwinizm’den hayat bulan materyalist akımlar olduğuna dikkat çekmiş, buna din adına ortaya çıktıkları iddiasında bulunan terörist grupların da dahil olduğunu dile getirmiştir.
Sayın Adnan Oktar teröre ve terör örgütlerine karşı yıllarca sürdürdüğü fikri mücadelesinde kaleme aldığı eserlerde ve yaptığı sözlü anlatım ve açıklamalarda;
- Dünyadaki terör ve kavga ortamının asıl sebebinin sevgisizlik olduğunu, hangi dinden hangi ırktan, hangi milletten olursa olsun tüm insanların birbirlerine sevgiyle yaklaştıkları bir dünyada terörün ve kargaşanın son bulacağını,
- Terör ile tek mücadele yönteminin din ahlakının insanlara kazandırdığı sevgi, şefkat, merhamet, tevazu, ince düşünce, affedicilik ve adalet anlayışı olduğunu,
- Hak dinlerin terörü lanetlediğini,
- Hak dinlerde şiddetin çözüm yolu olarak benimsemesinin, insanları öldürerek ve katlederek amaca ulaşmaya çalışılmasının kesinlikle mümkün olmadığını,
- Din adına kan dökülmeyeceğini, tam tersine dinin akan kanı durduracağını,
- Terörün sevgi ile ortadan kaldırılacağını dile getirmiştir.
Öte yandan, Sn. Adnan Oktar yıllardır gerçekleştirdiği TV yayınları, konferanslar ve kitap çalışmaları ile hain terör örgütü PKK tehdidine karşı en büyük fikri mücadeleyi vermiştir.
- Sn. Adnan Oktar’ın PKK’nın ideolojisinin komünizm olduğunu ispat etmesinin ve komünist ideolojiyi ısrarla eleştirmesinin ardından hem PKK hem de komünist düşünceye olan destek büyük ölçüde azalmıştır.
- Adnan Oktar PKK’nın dinsiz, komünist, ateist olan gerçek yüzünü halkımıza tanıttıktan sonra, PKK için yapılan tüm sözde imaj çalışmaları boşa çıkmış, dindar Doğu halkı PKK’yı dışlamıştır.
- Adnan Oktar PKK terörüne karşı Komünist Terörist Dinsiz Örgüt PKK, PKK’ya Çözüm, Amerika’nın Göremediği PKK isimli eserleri kaleme almıştır. Bu kitaplar gerek Türkiye’nin dört bir yanında, gerekse dünyanın pek çok ülkesinde ücretsiz olarak dağıtılmıştır.
- PKK’nın Marksist-Leninist-Stalinist ideolojisi ve terör felsefesine karşı eserleri, makaleleri ve canlı TV yayınlarıyla ilmi ve fikri anlamda set olmuştur.
- PKK terör örgütünün ‘özgürlük savaşçısı’ olduğu yönündeki sinsi algı operasyonlarını yerle bir etmiştir.
- Bazı siyasetçiler aksini savunsa da, PYD/YPG’nin PKK ile aynı örgüt olduğunu ısrarla anlatmış, bu gerçeği delilleriyle ispatlamış, PYD’nin PKK terör örgütüyle aynı muameleye tabi tutulması gerektiğini söylemiş ve kamuoyunu buna ikna etmek için büyük çaba harcamıştır.
- Güneydoğu’da PKK’ya asla bir özerklik ve imtiyaz verilmemesi gerektiğini, bunun mutlak bölünmeye yol açacağını, PKK’nın asla silah bırakmayacağını, PKK’lılara af uygulanmasının ve Öcalan’ın serbest bırakılmasının çok büyük hata olacağını ısrarla vurgulamıştır.
- Türkiye’nin Güneydoğusunda oynanmakta olan kirli oyuna dikkat çekmiş, bu oyunun amacının önce Güneydoğu’yu, ardından Türkiye’yi ve en son olarak da tüm dünyayı komünist yapabilmek olduğunu anlatmıştır.
- PKK terör örgütünün ve onun PYD, YPG, YPS, HPG, SDG, PJAK vs. gibi kollarının, Türkiye'nin güneydoğusunda, Suriye ve Irak'ın kuzeyinde, İran'ın güneybatısında bağımsız bir komünist Kürdistan devleti kurmayı hedefleyen Marksist, Leninist ve Stalinist bir yapılanma olduğuna dikkat çekmiştir.
- PKK’nın temel hedefinin Kürt milliyet ve etnisitesini araç olarak kullanmak suretiyle birinci aşamada bölgeye, ikinci aşamada Türkiye geneline ve nihai olarak tüm bölgeye komünist sistem ve ideolojiyi hakim kılmak olduğu gerçeğini ısrarla dile getirmiştir.
- PKK hareketinin her yönüyle, günümüzde dünya üzerindeki en büyük silahlı komünist kalkışma olduğu konusunda kamuoyunu uyarmıştır.
- Kobani bahanesiyle çıkartılan olaylarda PKK ve HDP’yi en ağır şekilde eleştirmiş, devletimizin ve hükümetimizin yanında yer almıştır.
- İslami terör diye bir şeyin olmadığını dile getirmiş, İslam’ın ismini kullanarak İslam’a tam aykırı çizgide eylemler yapan IŞİD, El-Kaide gibi terör örgütlerini sert bir üslupla defalarca eleştirmiş, bu tür terör örgütlerinin İslam ile hiçbir ilgisi olmadığını sürekli olarak ifade etmiş, bu hususta uluslararası dergi ve gazetelerde makaleler yazmıştır.
- İslam Terörü Lanetler isimli kitabında yine bu konulara ayrıntılı olarak değinmiş, bu eserini 11 Eylül sonrası İslamofobi’nin yaygın görüldüğü ABD’deki Temsilciler Meclisi üyeleri ve Kongre üyelerine, Charlie Hebdo saldırısı sonrası ise Fransa’daki siyasetçi ve siyasal bilimcilere ücretsiz olarak göndermiştir.
- İslam dininde korkulacak hiçbir şey olmadığını, İslam’ın barış dini olduğunu, İslam’da bir kişiyi öldürmenin tüm insanları öldürmek gibi olduğunu ve Kuran ahlakının yaygınlaşmasının radikalizme ve aşırıcılığa karşı tek çözüm olduğunu anlatmıştır.
Tüm bu faaliyetleriyle Adnan Oktar terörü ilmi ve felsefi anlamda bertaraf etmiş, insanları barış ve sevgi dolu bir dünya oluşturma konusunda gayret göstermeye davet etmiştir. Terörün ve çatışmanın felsefesini etkisiz kılmış, halkımız çatışmacı değil birleştirici olmaya, mukaddesatçı dindar sağı desteklemeye ve çatışmadan, anarşiden uzak durmaya karar vermiştir.
İhtilaf ve Çatışmalarda, Anlaşmazlıklarda ve Zıt Kutuplar Arasında Her Zaman Uzlaştırıcı ve Yatıştırıcı Rol Oynamıştır
Sn. Adnan Oktar,
- Hıristiyanlar’a ve Museviler’e karşı oluşturulmak istenen düşmanlığı ortadan kaldırmak için büyük bir çaba göstermiş, dünya çapında yaygınlaştırılan sözde ‘Türkler ve Müslümanlar Hıristiyan ve Yahudi düşmanıdır’ algısının değişmesini sağlamıştır.
- Türkiye’deki azınlıkların hepsine birden kapılarını açmış, birleştirici ve uzlaştırıcı bir rol üstlenmiştir.
- Her yıl Çırağan Sarayı’nda düzenlediği iftarlarına Türkiye’deki Rum, Ermeni ve Süryani kiliselerinden ve Musevi sinagoglarından çok sayıda din adamı ve önde gelen katılmış, hep birlikte sevgi, saygı, kardeşlik dolu bir ortamda sohbet etmişler, hoş vakit geçirmişlerdir.
- Toplumun din ve mezhep çatışmalarına kapılmadan ortak paydada buluşması için uğraş vermiş, Şii, Sünni, Alevi, Şii, Vahabi, Caferi ve diğer mezheplere mensup tüm Müslümanların kardeş olduklarını fark etmeleri, aradaki farklılıklara takılmaksızın ortak yönlerine odaklanmaları ve birlik olup birbirlerini sevgiyle kucaklamaları gerektiğini dile getirmiştir.
- Yine aynı şekilde, ırkları, dilleri, kökenleri ne olursa olsun bütün dünya Müslümanlarının kardeş oldukları gerçeğini anlatmıştır.
- Eserlerinde, TV yayınlarında Alevi kardeşlerimize kucak açmış, Alevilerin Hz. Ali’ye olan derin sevgilerini övmüş, onları Allah aşığı olarak tanımlamış, cemevlerini hedef alan sözlü ve fiili saldırılara karşı Alevi kardeşlerimizin yanında olmuştur.
- Artniyetli kesimler tarafından topluma körüklenen ayrılıkçı provokasyonun önündeki en büyük engel olmuş, Türk-Kürt, Sünni-Alevi ayrışması gibi konulara akılcı çözümler getirmiştir.
- Roman kardeşlerimizin toplumda ikinci sınıf vatandaş gibi değerlendirilmelerinin önüne geçmiş, bu kardeşlerimizin kültürlerindeki zenginliği ve güzelliği övmüş, programlarında Roman sokak sanatçılarını ağırlamıştır.
- Vatanına, milletine, dinine bağlı Kürt kardeşlerimize sahip çıkmış, bu kardeşlerimizin PKK ile aynı değerlendirilmesinin çok büyük bir vicdansızlık olduğunu dile getirmiş, Kürt kardeşlerimizi programına davet edip Kürt müzikleri eşliğinde dans etmiş, Kürt vatandaşlarımızın ne denli kıymetli olduklarını her fırsatta dile getirmiş, bazı kesimler tarafından ötekileştirilmeye çalışılan Kürt kardeşlerimize karşı toplumdaki önyargının yıkılmasına vesile olmuştur.
- Laz, Çerkes, Roman, Arnavut, Azeri, Kürt, Türk, Ermeni, Süryani, Arap; ırk, dil, etnik köken ayırt etmeksizin tüm vatandaşların birinci sınıf vatandaş olduklarını her fırsatta vurgulamış, farklı etnik kimliğe sahip kesimlere karşı nefret ve düşmanlığın önlenmesi için çalışmalar yürütmüştür.
- İran’ın 2008 yılında İsrail’le olan gerilimi üzerine, İranlı yetkililerin kamuoyuna, ‘Atom bombası kullanmak haramdır’ açıklamasını yapmalarına vesile olmuştur.
- Rusya ile uçak krizi döneminde iki ülkenin bu konuyu hızlı şekilde çözmesi gerektiğini, Türkiye’nin bu konuda alttan alıp üzüntü duyduğunu Rusya’ya belirtmesinin yeterli olacağını önermiş, ülkemiz yetkilileri de bu şekilde bir yol izleyerek uçak krizinden üzüntü duyduklarını Rusya’ya iletmişlerdir. Bu şekilde iki ülkenin arası düzelmiş, Rusya ambargosu kademeli olarak sona ermiştir. Adnan Oktar söz konusu dönemde başta Rusya’nın en önemli yayın organı olan Pravda Gazetesi olmak üzere dünyanın pek çok önde gelen yayın kuruluşunda yayınlanan makalelerinde iki ülke arasında dostluk, barış ve birliktelik sağlamaya çalışmış, barışma sürecine katkıda bulunmuştur.
Sonuç
1979’dan günümüze kadar dünya çapında milyonlarca insanın manevi yönden hayata bakış açısını değiştirmesine vesile olan Sayın Adnan Oktar, 73 dile çevrilmiş 300’den fazla eseri, binlerce makalesi, canlı televizyon yayınları ve eserlerinden faydalanılarak hazırlanan 1000’in üzerinde internet sitesi, yüzlerce iman hakikati belgeseli, 5000’in üzerinde konferans ve Yaratılış gerçeğini bilimsel olarak ortaya koyan binlerce fosil sergisi ile dünyanın en büyük ilmi faaliyetini gerçekleştirmiştir.
Sayın Adnan Oktar’ın önemli bir özelliği, kendisinden önce gerçekleştirilmemiş elzem çalışmalara imza atmış olması, imani ve fikri faaliyetleriyle pek çok konuda Türkiye’de ve dünyada öncülük etmiş olmasıdır. Darwinizm’e karşı verdiği ve çok büyük bir başarı elde ettiği ilmi ve fikri mücadele buna önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Nitekim, Sayın Adnan Oktar’ın çalışmaları Darwinizm’e en etkili darbeyi indirmiş, bu çalışmalar neticesinde materyalizm, komünizm, faşizm, deizm, ateizm gibi insanları dinsizliğe sürükleyen öğretiler fikren tamamen yerle bir olmuştur.
Sayın Adnan Oktar’ın Darwinizm karşıtı ilmi faaliyetlerinin vesile olduğu bir diğer önemli başarı da, bu faaliyetlerin Türkiye’de milliyetçi-mukaddesatçı siyasi görüşün ideolojik zeminini inşa etmiş olmasıdır. Öyle ki bu çalışmalar vesilesiyle Türkiye’de solun felsefesi çökmüş, etki ve nüfuz alanı yok olmuştur. Böylece modern sağı temsil eden hükümetler çok güçlü bir felsefi zemin üzerine oturabilmiş, uzun yıllar iktidarda kalmaya devam edebilmişlerdir.
Sayın Adnan Oktar’ın Darwinizm ve Darwinizm kaynaklı dinsiz ideolojileri yerle bir eden ilmi ve fikri çalışmalarının yanı sıra İslam Birliği ülküsünü gerçekleştirmek, Kuran ve Yaratılış mucizelerini anlatarak insanların imanına vesile olmak, milli birlik ve beraberliğin sağlanmasına katkıda bulunmak için ortaya koyduğu ilmi çalışmalar da solun felsefi ideolojisinin yıkılmasında etkili olmuş ve sağın iktidara gelmesine ortam hazırlamıştır.
Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek AK Parti’nin iktidara gelişinde etkili olan felsefi zeminin Sayın Adnan Oktar’ın anti-Darwinist, anti-materyalist ilmi faaliyetlerini sonucunda oluştuğunu söylemiştir. Sol çizgide bir aydın olan Doğu Perinçek, AK Parti’nin güçlü bir şekilde iktidar olmasını solun gerilemesine ve sağın güçlenmesine bağlamış, solu etkisizleştiren faaliyetin ise Sayın Adnan Oktar’a ait olduğunu ifade etmiştir. Bu, doğru ve önemli bir tespittir. Nitekim sağın felsefi zeminini oluşturan fikri ve imani faaliyetler Cumhuriyet tarihinden bu yana sadece Adnan Oktar ve arkadaşları tarafından gerçekleştirilmiştir.
Sayın Adnan Oktar’ın arkadaşları tüm Türkiye’yi şehir şehir, köy köy, mahalle mahalle gezmiş, Adnan Oktar’ın kitaplarından faydalanarak gerçekleştirdikleri konferanslarla Darwinizm’in bilimsel geçersizliğini anlatmışlardır. Öte yandan Türkiye’nin dört bir yerinde binlerce Yaratılış gerçeği sergisi açmışlardır. Ayrıca Adnan Oktar’ın eserlerinin milyonlarca nüshası ücretsiz olarak halka dağıtılmış, insanlarımızın bu hayati gerçekleri öğrenmeleri sağlanmıştır.
Güçlü bir milli bilince ve imani şuura sebebiyet veren bu kapsamlı faaliyetler neticesinde sağın fikri zemini hazırlanmış, AK Parti için iktidar imkanı oluşmuş, AK Parti güçlü bir fikri zemin üzerinde rahatça hareket eden bir parti haline gelmiştir.
Solun ve komünizmin sözde bilimsel temeli olarak kabul edilen Darwinizm’in çürütülerek alt edilmesi sonucunda solun felsefi zemini çökmüş, komünizm daha fazla savunulamaz hale gelmiştir. Bunun akabinde Türkiye’de klasik manada sol parti kalmamıştır. CHP dahi neredeyse sağ söylemler üreten bir parti halini almıştır.
Sayın Adnan Oktar’ın Darwinizm karşıtı bilimsel çalışmalarını dünya geneline taşımasıyla birlikte Darwinizm uluslararası düzeyde yerle bir edilmeye başlamıştır. Darwinizm’e karşı yazmış olduğu yüzlerce eser tüm dünyaya ulaşmış, insanlar özellikle Yaratılış Atlası ile canlıların milyonlarca yıldır hiç değişmediklerinin delillerini görmüşlerdir. Daha önce dünyayı rahatça aldatmış olan Darwinist dünya medyası, Sayın Adnan Oktar’ın eserlerinin ardından bu sahte teoriyi savunan haberleri yapamaz olmuştur. Dünya Darwinistleri kendilerine güvenlerini yitirmiş, sahte davalarını savunamaz hale gelmişlerdir. Bu önemli yenilgiye vesile olan tek kişi Sayın Adnan Oktar’dır ve başta Darwinistler olmak üzere tüm dünya bu düşüncede ortaktır.
Materyalizmi ve Darwinizm’i felsefe olarak benimsemiş olan Deccaliyet’in, dünyanın en etkili anti-materyalist, anti-Darwinist ilmi çalışmalarını gerçekleştiren Sayın Adnan Oktar’ı hedeflemiş olması hiç kuşkusuz tesadüf değildir. Bu karanlık yapı, Sayın Adnan Oktar’ın ateizmi ve Darwinizm’i bilimsel delillerle yerle bir ederek tüm dünyaya Allah'ın varlığını ve Yaratılış gerçeğinin delillerini anlatmasından rahatsız olduğu kadar, İslam Birliği idealini kararlı bir biçimde savunmasından ve bu konuda onlarca eser kaleme almasından da son derece rahatsızdır. Çünkü bu şeytani sistem için, 300 yıldan bu yana sürdürdüğü sömürü düzeninin karşısındaki en büyük tehlike, dünya Müslümanlarının bir araya gelerek oluşturacakları güçlü bir İslam Birliği’dir.
Sayın Adnan Oktar’ın faaliyetlerinden rahatsız olan küresel Deccali sistem, bu hayırlı faaliyetleri engellemek için kumpasçıları vasıtasıyla olmadık asılsız iftiralar düzerek bir komplo kurmuş, bu komplo neticesinde Sayın Adnan Oktar’ın tutuklanıp cezaevine gönderilmesine zemin hazırlamıştır. Bunun için sıradan insanları kullanmış, kurguladığı senaryoyu piyon olarak kullandığı bu sıradan kişilere dikte etmiştir. Bu yöntem, Deccaliyet’in klasik yöntemidir. Deccali sistem küçük bir kuvvetle Müslümanları birbirine düşürür ve bundan büyük netice almayı hedefler. Amacına ulaşmak için bir yandan polisi ve devleti kullanır, bir yandan da kendi dostlarını çeşitli iftira ve tuzaklarla sistem içinde yok etmeye kalkar. Bu, Deccaliyet’in bilinen bir oyunudur.
Deccaliyet’in rahatsız olduğu bir diğer önemli husus da, Sayın Adnan Oktar’ın Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a 26 yıldır verdiği son derece etkili fikri destektir. Sayın Erdoğan’ı devirme planları yapan ve aleyhinde kara propaganda çalışmaları yürüten Deccali sistem, ona destek veren grupları da etkisiz hale getirme peşindedir. Adnan Oktar da Sayın Erdoğan’ı desteklediği ve bu yönde çok büyük bir etkiye sahip olduğu için Deccaliyet’in başlıca hedefi olmuştur.
Kamuoyunun bilgisine saygılarımızla sunarız.
#adnan oktar#allaha adamış bir ömür#islam terörü lanetler#islam birliği#türkiye#istanbul#ankara#darwinizm#materyalizm#evrim teorisi#komünizm#mehdiyet#deccaliyet#ingiliz derin devleti#komplo kumpas#cezaevi#yusuf medresesi#harun yahya#erdoğan#pkk#fetö#deccal#mehdi#çırağan sarayı#kedicikler
0 notes
Text
Ben melek gibi bir insan değilim. Ama olabileceğimin en iyisi olmaya çalışmaktan hiçbir zaman vaz geçmeyeceğim.
Sanat mı? Aşk mı? İş mi? Hiçbiri için çabalamaktan vaz geçmeyeceğim. Hiçbiri için kendi benliğimden de vaz geçmeyeceğim. Ben buyum. “Özel bir insan” mıyım? 2017 Türkiye’si standartlarına uygun olduğumu söyleyemem. Hatta Dünya çapında düşünürsek orospu, satanist, kafir diye anılmadan, bir kadın olmanın gururunu ve getirdiği güç ve güçsüzlükleri bilerek; vücudumdan ya da zevk ve düşüncelerimden ödün vermeden yaşamak için Dünya’da pek uygun bir yer değil. Ama sahip olduğum şey bu.
Dünyadaki en güzel kadın da seçilsem, sarışın, kızıl ya da zenci sevenler hep var olacak ve ben kahverengi olduğum için yargılanacağım. Türban taksam yobaz, normal giyinsem kafir, dekolte versem kaşar diye anılacağım. Gelmiş geçmiş en iyi rock müziği de yapsam; müziğimi aşağılayıp, jazz’ı, halk müziklerini ya da popüler müziği savunanlar hep orada olacak.
En iyi! Neye göre? Kime göre? Kim karar veriyor en iyiye? Yobaz dindar kesim mi? Entelektüel adı altında boş fikirli çok bilen kesim mi? Klasik şıklık mı, gotik olamıyor muyuz?
Dünya değişmeyecek, gelişecek ama fikri aklından çok olan insanlar her zaman var olmaya devam edecek. Ve biz ayakta duracağız. Tüm kadınlar, tüm eşcinseller, tüm mezhepler, zenciler, engelliler, fakirler, kısa boylular, şişmanlar, doğuda azınlık Türkler, batıda azınlık Kürtler… Azınlık olduğumuz için bizden iyi değiller. Göz zevklerine uymuyoruz diye bize ikinci sınıf insan muamelesi yapamazlar. Seçim şansımızın bile olmadığı konularda içi boş laflarla bizi hor göremezler.
Bunlar süslü motivasyon sözleri değil. Bunlar hakkımız. Bunlar gerçekler.
49 notes
·
View notes
Text
TÜRK OLMAK MI?.. Sahiden mi?

...Uzun yıllardır "Türk olmak" kavramının, toplumsal açıdan nereye oturduğunu gözlemliyorum ve analizlerimin bazılarını zaman zaman sizlere aktarıyorum. Sosyal medyada ki yorumlar, tepkisiz kalışlar bile, bu konuya, toplumsal bakış açısından, bazı tespitleri oluşturmama yardımcı oluyor. Kısa zaman aralığı için, şu tespitlerimi size aktarmak isterim:
1- TÜRK tarihi, kültürü hakkında ve Türk olmak konusunda, özellikle bu konunun savunucu- tarafları! olarak görünen kesimler yada kişilerde derin bir içtenlik yok. Bilgi yerine ezberler, tabular, sanılar ve dedikodular, zihinlerini işgal etmiş
2- Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan Doğu Türkistan ve bütün Türk topluluklarında, Büyük Atatürk başta olmak üzere, TÜRK olmak sevdası ve şuurunda olan, fiilen bu konuya inanarak mücadele vermiş, az sayıda devlet adamı, bilim adamı ve mütefekkir varolmuş veya var. Diğerleri, bu işi hep politik açıdan kullanmışlar veya kullanıyorlar.
3- M.Ö. 4500 yıllarından süzülerek gelen binlerce yıllık Türk kökleri, metafor ve deyim yapılanması ile Orhun yazıtlarından yüzyıllar öncesine dayandığı bilinen DİL ve kültürünün, hayata dair bakış açısı, özlemleri, çileleri, hedefleri, yaşam mücadeleleri günümüzde, kendini Türk diye adlandıran toplumlar tarafından, samimi olarak İÇSELLEŞTİRİLMEMİŞ. Kızıl Elma! ne ifade etmiş, duygusal hassaslığın dışında umursanmamış.
4- Araplaşmanın yoğun etkisi ile Türklüğe ait her değerimiz (destanlarımız dahil) başkalaşmış. İslam inancı olmayan TÜRK olmazmış gibi bilinçli bir kanı, topluma yedirilmiş ve Türk birliğinin arasına kuşku ekmek için, Türk- İslam sentezi gibi birçok yöntem, bu toplumda zihinlere nakşedilmiş. Birisi insanın soyu, diğeri inancı. Yani İslam olmazsa Türk olmaz derken, tersinden düşünenlerde Türk olmazsa İslam olmaz demeye başlamış.İnsan zihninin en önemli parçası olan inanç ve iman konuları, öyle tabulaştırılmış ki bunları söylediğiniz anda bile sataşmalar gelmiş. Türk dediğiniz anda bile karşılaşacağınız en olası çıkış "ırkçılık yapma" diye sizi susturmak olmuştur.
5- Kültürün en önemli Ayağı olan TÜRKÇE, yoğun talan altında etkisiz hale getirilmiştir. Talanın boyutunu tarif etmek istersem, size, şu ölçü versin: Dünyaya sizleri tanıtan adlarınıza bir bakın, kaçınızın adı Türkçe?.. Dünyanın neresine gitse, Arapça ve Farsça isimleri ile hitap edilen Türklerin, Arap olarak algılanmalarını anlamak zor olmasa gerek!
6- Neredeyse baştan aşağıya yanlış kavramlar ile zihinleri doldurulmuş nesiller, ne yazık ki değiştirilmiş bir anlayışın etkisinde, kendi soy ve kültürlerini savunduklarını zannederken, varlıklarını tüketmekte olduklarının farkında bile değiller! Bu, bir illüzyon veya sarhoşluk hali değil. Tek kelime ile MANKURTLAŞMADIR...
...TÜRKLÜĞÜ anlamak ve yaşatmak slogancıların işi değildir... Öncelikle, M.Ö. başlayan Türk tarihini ve Atatürk'ü içselleştirmeniz gerekir... Bir bütün olarak bakmanız gerekir...
… Soyumuza ait yapılan dışlamalardan, birkaç örnek vermek istiyorum: Osmanlı ile aynı tarihlerde hüküm süren, 3 Türk devletinden birisi olan "ALTIN ORDA" devletinden (1236-1502) bu toplum ne kadar haberdar? Cumhurbaşkanlığı forsunda, adı, hava olsun diye mi var? Yoksa, kendi tarihimizi Arap emperyalizminin etki alanına göre mi sınıflandırıyoruz? Araplaşmaktan uzak olan Türk devletlerini yok mu sayıyoruz?..
… Suriyelilere 30-40 milyar dolar harcadık diyen bir Türkiye düşünün. Diğer taraftan, vatan toprakları içinde, 1000 yıldan geriye kalan, sadece 100 ailelik Serdengeçti Yörük boyu SARIKEÇİLİLERİ ezen, horlayan, aşağılayan, iskan vermeyen TÜRKİYE... İnanılmaz filan değil bu, düpedüz Türk düşmanlığı. Hatırlatmak isterim ki Türkiye' de Türk olmak şuuru çok dar bir kesim tarafından, hakkıyla temsil edilir. O şatafatlı Türkçülük nutukları çeken partiler, dernekler filan bunların çoğu, düzenin otomatik sigortalarıdır! Hiçbirine kanmayın. Hava atmak ve çıkarlarını korumaktan öte bunların kabiliyetleri yoktur. Ben Türküm diyenler bunları sorgulamalıdır.
... 14. yüzyılda Kayseri'de Hüküm süren ERETNA Türk beyliğinin, UYGUR Türkleri tarafından kurulduğunu biliyor musunuz?.. Gültepe mahallesinde bulunan ve (son bildiğim Aşevi! olarak kullanılan) Köşk medreseyi ve içindeki türbede yatanın, Uygur beyi Alaeddin Eretna ve eşi Sulipaşa Hatun olduğunu biliyor musunuz? Çin' de zulüm altında yaşayan Uygurlar, Kayseriliyim diyenlerin atalarından... Ata vatanımızdan Kayseri'ye sığınan ,Uygur ailelerin bugünler de sınır dışı edilmeleri doğru mu bilemiyorum amma Türkiye'nin BM 74. Genel Kurulunda Filistin korumacılığının en üst perdeden yapıldığına, kendi soydaşlarımızın adının bile anılmadığına bizzat şahit oluyoruz. Filistin diye her şeyinizi ortaya koyuyorsunuz, Mursinin gıyabı cenaze namazını bile kılmayı ihmal! etmiyorsunuz, ümmet için kefenlerinizi yanınızda taşıyorsunuz…FAKAT Balkanlardan gelen Türklere, Kırımdan gelen Türklere, Türkistan'dan gelen Türklere, Azerbaycan Türklerine, Türkmenlere, Ahıska, Karaçay, Gagavuz Türklerine, Türkiye'den giden Türk dostu Rumlara, Ermenilere, Boşnaklara, daha sayamadığım toplumlara sahip çıkmak bir yana! çamur atıyorsunuz... Neler attığınızın, hepsini tek tek sayarım ama utanırım...
... Bir başka ayrımcılık; Türkiye toplumu, kendi toplumuna yaptığı ihanetlerin bedelini ödüyor. Bu toplumun, Bursalılara, İzmirlilere, Trabzonlulara, Kayserililere, Adanalılara, Sivaslılara, Yozgatlılara, Konyalılara ve birçok bölgemizde yaşayan insanlara taktığı kulpları, attığı çamurları, bir gözlemci olarak, tek tek sayardım ama nasıl olsa bunları, sizlerde biliyorsunuz! Kayseri' de Kalenin içinden-dışından olanlar!, Balkanlardan, SSCB den gelenlere yapılan adilikler... Çerkezlere, Gürcülere yapılan dışlamalar ve bölücülükler saymakla bitmez… Yaşanan günahların kaynağı, bu toplumun kendi kandırılmışlığıdır... Suni olarak kendisini bölecek kadar zeki! bir toplum, dışarıdan düşman arayacak kadar saf !.. Bunun Psikiyatri dalında bir karşılığı var...
...İçimizde bir burukluk var. Başta TÜRKİYE olmak üzere Doğu Türkistan ve dünyanın diğer bölgelerinde Türkler ezilmekte ve DİL BİRLİĞİ için hızlı adımlar atılmamaktadır... Biz dahil, bütün Türk Devletlerinde özellikle Doğu Türkistan da marjinal dinci tarikatlar (dolayısıyla onları kullanan istihbarat kurumları) etki alanlarını artırmaktadır...
...Başka bir gaflet; Yıllar öncesinden Almanya'ya çalışmak için giden Yugoslavyalılara, Devlet başkanları General Tito tarafından eğitim sağlanırken, soydaşlarımızı eğitmeden gönderen ve kaç kuşağı ezdiren bir politikadan ne beklentimiz olabilir. Birbirinin devamı olan bu sömürü düzeni, aynen devam etmektedir. Gurbetçiler, tam ayakları üzerinde duracakları kök salacakları sırada da utanmadan, onlar "oy potansiyeli" olarak kullanılıyor ve yaşamlarını sürdürdükleri ülkelerde, dışlanmalarına vesile oluyorlar.
...İsmail bey Gaspıralı "Dilde Fikirde İşte birlik" fikrini zihnimize koyalı 100 (yüz) yıldan fazla oldu. Hangi bahanenin arkasına sığınacaksınız, sağlanamayan DİL BİRLİĞİ için? Günümüzde, yüz milyonlarca Türk , aralarında, kendi dilleri ile değil İngilizce veya Rusça ile anlaşmaktadır... Bu işler dincilerin, dini değerleri kullandıkları gibi Türklüğümüz�� kullanan, istismar eden, kişi, dernek veya partilerin ayıbıdır...
... Sitem etmeyin ama o kadar çok partizan oldunuz ki artık kendi özgür iradeniz den önce, parti ve cemaat yada tarikat baskısı ile düşünüyor ve yorum yapıyorsunuz. Türkiye'de, Türk olma bilincini kırmak veya dejenere etmek uzun yıllardır yapılmaktadır. Özellikle bu işin savunucu parti ve kuruluşları kullanmak daha şeytani ve etkili olmaktadır.. Türklükten ne anlıyorsunuz diye çevrenizde gözlem yapın ne göreceksiniz biliyor musunuz? Çoğunluğun yanıtı şöyle olacaktır:
1- Irkçılık yapmak
2- Türk-İslam sentezi olmadan Türk olmaz.
3- Sen Türk dersen, o da Kürt der…
4- Türklüğü anayasadan sileceğiz yoksa... olacaktır.
...40 yıla yakın süredir Türk varlığı için gözlem yapıyorum ve size sunduğum yorumlarım, analizlerim, bu alt yapıya dayanıyor: TÜRK VARLIĞI, BÜYÜK TEHDİT ALTINDA… Kabuğun adı Türk ama içi sürekli boşaltılıyor. Bizim adımıza mücadele veriyor zannında olduğunuz, TÜRK adı altında faaliyet gösteren, partilerin, derneklerin, grupların bir kısmı, sizi el altında tutmak amacıyla örgütlenmiş resmi ideolojinin ve düzenin uzantılarıdır.. .Güncel olarak yaşadığımız bir olgu: ALPARSLAN'A Türk değil İslam kılıfının giydirilmesini yada Türkçülüğü ile bilinen ve yaşamını öyle sürdüren Bakü kahramanı Nuri Paşanın, Türklüğünün silikleştirilmesi nedendir? Bunların hepsi bilerek yapılıyor. Anayasadan Türklüğü çıkartacağız demeçleri yanlışlıkla değil, toplumun tepkisini görmek için yapılmıştır. Çin'de uygulanan asimilasyonun çok daha tehlikelisi, Türkiye'de zaten yıllardır uygulanıyor. Yavaş yavaş, ürkütmeden, sessizce asimile oluyorsunuz. Neyinize güveniyorsunuz? Neyi umut ediyorsunuz? Dünya siyasi tarihinde, 120 den fazla Türk devletinin kurulduğuna da yıkıldığına da inanmıyorsunuz belki de! ...
TÜRK DÜNYASI ve TÜRK KENEŞİ:
Türkiye'ye Dinciler tarafından yaşatılan sürecin bir benzeri, Türk dünyası üzerinde tezgahlanıyor. Önce zihinlerinizi, inançlarınızı, vicdanlarınızı , merhamet ve adalet duygularınızı, mağdur imajı ile kandırdılar. Sonra mülayim, dürüst, dindar imajı ile para kaynaklarını, eğitimi, sağlığı, medyayı, vesaire... ele geçirdiler ve çöküşü beraber yaşıyoruz.
Aslında, Türkiye'nin Dış Türkler için radikal çözümleri hiç olmamıştır. SSCB rejiminin dağılması için CIA in yaptığı çalışmalardan birisi, oradaki etnik kimlikleri kullanmaktı. Bu plan dahilinde CIA ve NSA, yıllarca Almanya üzerinden, değişik Türk lehçelerinde radyo yayınları yapmak suretiyle (kendi çıkarları için), Türk kimliğini canlı tutmak zorunda kaldılar. Açıkçası, Orta Asya'da, soydaşlarımızın Türklük şuurunu ayakta tutan, bizden çok Amerikan dış politikasının yan etkisiydi.
… Russia first politikası ile 1990 yılların başında Ortaasyada oyun gücünü kaybeden Türkiye, yakın zamanda, Türk devletlerine DİN VE ARAP bezirganlığına başladı?... 1992 yılında Türk devletleri arasında organik bağları artırmak için kurulan TİKA, TÜRKSOY gibi kurumların son yıllardaki faaliyetlerini bilinçli olarak izliyor musunuz?.. Bu kurumların ve aracılıkları ile Türkiye'ye gelen öğrencilerin dini vakıf ve cemaatlar ile organik bağları hangi ölçüdedir, kuşkulu.
...Samimiyetle sorgulamamız gereken konulardan biriside TÜRK KENEŞİ dir: Niye Kazakça, Azerice, Kırgızca, Türk keneşinin sitesi olan https://turkkon.org de yok! Türk dünyası paydaş olmasın diye mi? Bu yanlışlar, bal gibi bilerek atılıyor. SSCB yıkıldı, 28 yıl geçti. Biz İngilizce üzerinden anlaşıyoruz…Şunu anlarım: İngilizce çağımız da "lingua franca". Ancak her üye ülkenin dili kullanılmalı. Çünkü farklılıklarımız var! Misal olarak, Keneş sayfası Kazakça yazılsa anlayamam, beni uzaklaştırır ve bana saygısızlık olurdu. Aynı yaklaşım hepimiz için geçerli.
…NURİ PAŞA resmi tanıtımlarına bakıyorum da , Sultan Alpaslan gibi Türk kimliği silinmeye çalışılan ama Türkçülüğü ile bilinen bir TÜRK kahramanı.. Kafkas Ordusu Komutanı olarak şanlı zaferler kazanmış bir savaş kahramanı, Azerbaycan Türklerini, Rus-Ermeni zulmünden kurtaran “Bakü Fatihi”, Türkiye’nin ilk yerli ve milli silah üreticisi, savunma sanayinin kurucusu, ömrünü memleketine adamış bu Türk evladına bir cenaze namazı bile çok görülmüştü..Yıllarca Edirnekapı’daki mezarına da gereken değer gösterilmedi, yeri bile unutuldu. Ancak 2016 yılında, yazar Atilla Onat tarafından mezar tespit edildi, onarıldı. Ve vefatından tam 67 yıl sonra cenaze namazı arkadaşlarıyla birlikte yattığı şehitlikte, bir avuç Türk tarafından kılındı...
… Türkiye'de Tek millet, ümmet, merhamet maskeleri ile Türklüğü sindirmeye çalışan, o mülayim, mağdur!, partizan hareketlerin politbüroları! ile ARAP (aslında evrensel) emperyalizm, Sembol haline gelen Türklük sevdalıları ve elçilerini kullanarak, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan' a yerleşiyor. Türkler arasında işbirliği yapmaya çalışan diplomat, bilim, sanat ve fikir insanlarımızın hareket ettikleri bazı organizasyonlar, partiler veya kişilerin, sıradan partizan görüntünün arkasında, Türk soyunu, kültürünü ve dilini yozlaştırmaya çalışan radikal bir nefreti hissediyoruz.
…Atatürk'ten sonra, Türkiye'yi Türk'ten arındırma çabaları, zihinleri boşaltılmış slogancı Türkler sayesinde hedefine ulaşmak üzere...
…SSCB dağılmadan önce, esaret altındaki TÜRKLER ile bağımız kopmasın diye, yaşayan Türkçeyi savunurduk... O dönemler çok geride kaldı... Artık iletişim açısından globalleşen bir dünyadayız. Türkçe boğulmak üzeredir. Türkçenin günümüz şartlarına yanıt verecek hızda genişletilmesi şarttır.
…Türkiye'nin Rusya sevdası nedir? Azerbaycan da Elçibey'in Türk sevgisi ile kırılan Rus etkisi, Haydar Aliyev kararlılığı ile bitmiştir... Azerbaycan'ın gözüne Ermenistan'ı sokan ve kullanan Ruslar ile hangi kabusu yaşamaya mecbur ediliyoruz?... S-400, Nükleer santraller, zaten bizim sanayimizi Ruslar kurmuştu propagandaları… Zamanında bir Cumhurbaşkanının Azerbaycan için, onlar şia biz, sünniyiz diye demeçler verdiğini de unutmadık... Bunlar onur kırıcı olmanın çok daha ötesinde, Türk elbisesi altında yapılan Türk dünyası düşmanlıklarıdır.
… 18 Şubat 2005 günü Nazarbayev'in “Orta Asya Devletler Birliği’ni kurmayı teklif ediyorum… Bizim ekonomik çıkarlarımız, tarihi-kültürel köklerimiz, dilimiz, ekolojik sorunlarımız, dış tehditlerimiz ortaktır. Biz sıkı ekonomik entegrasyonu başlatmalıyız." gibi, Türk dünyasından birçok fikir ve aksiyon teklifi olmasına ve birçok adım atılmasına rağmen sizlere son sözüm: Türk Dünyasının entelektüel birikimlerini gerçekleştirecek bir TEMEL STRATEJİ olmadan yüzeysel girişim ve gösteri amaçlı yapılanlar ile Türk Birliğini sağlamak mümkün değildir. Saygı ve sevgilerimle… Oguz SOLAK/ Uluslararası ilişkiler Uz.
0 notes