Text
Yaklaşık 1450-1850 yılları arasında İsviçreli paralı askerler pek meşhurdu.
İsviçre'nin köylerinden, kasabalarından alınıp savaşçı yetiştirilen gençler başta Fransa ve İspanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde para karşılığı görev yapardı…
Zamanla Avrupa'daki İsviçreli askerlerde sağlık sorunu ortaya çıkmaya başladı. Hasta askerlerde bayılma, yüksek ateş, hazımsızlık, mide ağrısı belirtileri vardı…
Sebebi bilinmeyen bu hastalığa “İsviçre hastalığı” denildi.
Asıl teşhisi Basel'de 1688 yılında Johannes Hofer koydu:
Askerler özellikle sürekli duydukları çıngırak sesinden çok etkileniyordu. Sadece bu değil; örneğin, İsviçreli askerler “Kuhreihen” adlı yöresel şarkıları söyleyince de ruhen sarsıntı geçiriyordu!
Hastalığa sebep olan “Schweizerheimweh” idi yani; “İsviçre vatan hasreti!”
İsviçre Alpleri otlaklarında çıngırak sesleriyle, yöresel şarkılarla büyüyen asker, evinden uzakta bu sesleri duyunca psikolojik olarak etkileniyordu…
Ve, bu ruh hastalığına isim konuldu: Nostalji…
Nostalji/nostalgia; Latince “nostos” eve/anayurda dönüş ile, “algia” özlem sözcüklerinin birleşmesiyle meydana getirildi…
Evet nostalji, insanlık lügatına/tıp terminolojisine psikiyatrik bozukluk adı olarak girdi.
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre nostalji; geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmişseverlik…
Jean-Jacques Rousseau, 1767 yılında yazdığı “Dictionnaire de Musique” (Müzik Sözlüğü) kitabında, İsviçreli paralı askerlerin yöresel şarkılarını söylemelerini engellemek için ağır cezalarla tehdit edildiklerini yazdı…
Bu girişi yapmamın sebebi var kuşkusuz.
HASTALIKLI SİLAH
Nostalji, genellikle olumsuz duygular tarafından tetiklenir…
Nostalji, başa çıkamama hislerinden kaynaklanır…
Nostalji, gerçeklerden kaçınmayı sağlayan savunma mekanizmasıdır…
Nostalji, zorlu- stresli zamanların aranılan desteğidir…
Nostalji, sorunlar altında boğulan kişinin benlik saygısını ve yaşamdaki anlamını artırmanın yardımcısıdır…
Kişi güçlüklerle baş edebilmek, ruh halini iyileştirmek için nostaljiye sarılır. (Nostaljik şarkılar, kitaplar, filmler tercih edilir.)
Geçmişte/tarihte yaşanıp sona ermiş, bireylerin doğrudan deneyimlemedikleri ama anlatılardan işittikleri olayları neden yoğun özlemle yad ettikleri, neden o dönemlere ilişkin bilgilere özellikle dikkat ettikleri psikoloji araştırmacılarının hep ilgisini çekti…
Örneğin… Prof. Clay Routledge, politikacıların belirli amaçlar için idealize edilmiş/ kurgulanmış bir geçmiş fikrine başvurarak, nostaljiyi siyasi ikna aracı olarak kullandığını belirtti…
Ülkemizde her gün yaşadığımız propaganda- demagoji metoduna dokunuyor Prof. Routledge!
Mevcut iktidar sorunların altından kalkamadıkça nostaljiyi politikaya araç yaptı/yapıyor. Hadi tamam “yapsın” diyelim! Ama bireylerin/kitlelerin düşüncelerini davranışlarını etkilemek için daha kötüsünü yapıyor:
Nostaljiye “malzeme” bulmak için, tarihi yeniden yapılandırıyor, kurgu ile gerçeklik arasındaki sınırı daima belirsizleştirmeye çabalıyor. Mesela:
“Lozan hezimettir” demesi bunun tipik örneği…
“II. Abdülhamit eşsiz padişahtı” demesi bunun tipik örneği…
Sözün şifresi şu:
-“Bugün yaşadığımız sorunlarımızın kaynağı, Lozan Antlaşması!”
-“Osmanlı devam etseydi bugün cihan devleti olurduk!”
Yoksulluktan, güçsüzlükten bıkan-yorgun düşen kitleye ve krizlerin altından kalkamayan kendi iktidarına “nostalji afyonu” veriyor AKP…
SORUNU ÇÖZMÜYOR
Harvard Üniversitesi'nden Prof. Svetlana Boym, “Nostaljinin Geleceği” kitabında şu tespiti yaptı:
20'nci yüzyıl; geleceğe dair kurulan ütopyalar ile başladı, geçmişe dair nostalji ile bitti!
Mesele sadece AKP değil…
Mesele sadece Türkiye'deki diğer partiler değil…
Dünyada siyaset yapma, teorisiyle- pratiğiyle kriz yaşıyor.
Partiler neo-liberalizmin getirdiği ağır sorunları aşamıyor. Yeni düşünceyi üretemedikleri için, nostaljiyi politikanın ana nesnesi haline getirdiler/getiriyorlar…
Evet partiler, geleceği inşa etmeye değil, artık sadece “geçmişte ne kadar mutluyduk” söylemine sarılıyor. Trump gibi…
Bu siyaset yapma biçimiyle kitleler, gerçek hayatın zorluklarından “nostalji afyonuyla” uzaklaştırılıyor/ gerçeklerden koparılıyor ve sorun başka yerde arattırılıyor. Ama…
Ülkeleri/toplumları/ bireyleri geçmiş zamanda zihinsel yolculuğa çıkarmak bugünün krizini ortadan kaldırmıyor/kaldırmayacaktır…
AKP gibi iktidarlar bunu kavrayamıyor.
Hele nostalji abartısıyla geçmişi yanlış değerlendirmek, gelecekte büyük sıkıntılara sebep oluyor. Yaşıyoruz, görüyoruz; Türkiye binbir türlü tehdidin altında kalkamıyor.
Erdoğan “fikri iktidarını” böyle kuramaz.
Bu tespiti yaptık diye iktidar çevreleri yine burnundan soluyacaktır!
Dün de öyleydi:
İsviçreli paralı askerler, “nostalji” teşhisi konulmayı büyük hakaret bildi!
7 notes
·
View notes
Text
“İngiltere, Kemalistlerin hem Irak'ta hem de Boğazlarda yarattıkları tehlikeye askeri açıdan karşı koyacak durumda değildir.” (Rumbold'tan Curzon'a gizli telgraf, 14.9.1922)
Yarın 6 Ekim, İstanbul'un kurtuluş günü; eskiden 6 Ekim'ler “kurtuluş bayramı” olarak kutlanırdı. İstanbul, fethinden tam 465 yıl sonra, 13 Kasım 1918'de fiilen, 16 Mart 1920'de de resmen işgal edildi. 5 yıl kadar işgal altında kan ağlayan İstanbul, 6 Ekim 1923'te kurtarılıp yeniden vatan yapıldı.
Bugün, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlarının, “İngilizler tek kurşun atmadan İstanbul'dan niye çekildiler!” sorusuna cevap vereceğim; neden “geldikleri gibi gittiklerini” anlatacağım.
İKİNCİ HEDEF: TRAKYA VE İSTANBUL
Atatürk'ün zafer kazanmış muzaffer orduları, 9 Eylül 1922'de İzmir'e girdi. Anadolu düşmandan temizlendi, ama İstanbul, Boğazlar ve Trakya hâlâ işgal altındaydı. Başkomutan Atatürk, “İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri” demiş, Türk orduları İzmir'e çıkmıştı. Şimdi, “İkinci hedefiniz Trakya'dır, ileri” diyebilir ve muzaffer Türk orduları Trakya üzerine yürüyebilirdi. Ancak Türk ordularının Trakya'ya ulaşmaları için İngiliz işgali altındaki Çanakkale Boğazı'ndan geçmeleri gerekiyordu. Bu durumda Türklerle İngilizlerin karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu.
İzmir'deki İngiliz Konsolosu Lamb, 12 Eylül 1922'de Atatürk'e, “Siz İngiltere'ye savaş mı ilan ediyorsunuz?” diye sordu. Atatürk bu soruya şöyle cevap verdi: “Yunan ordusunu Anadolu'ya çıkartan siz değil misiniz? Yunan ordularını mağlup ederek topraklarımızdan dışarı atan ve vatanı kurtaran ise biziz. Durum böyle olunca karar vermek bize değil size düşer!”
Atatürk, daha sonra basına verdiği demeçte “barıştan yana olduğunu” söyledi. Amiral Brock'a da İngiltere ile Türkiye arasında siyasal ilişkilerin yeniden başlamasını istediğini iletti.
Fransa ve İtalya artık Türklerle savaşmak istemiyordu. Bu nedenle Çanakkale Boğazı'na doğru ilerleyen Türk ordularının karşısında sadece 8000 İngiliz piyadesi ile 28 İngiliz topu vardı. Bu durum İngiltere'yi çok telaşlandırdı.
İNGİLTERE BÖYLE YALNIZ KALDI
7 Eylül 1922'de toplanan İngiliz parlamentosu, İstanbul ve Boğazları savunmaya karar verdi. İstanbul'daki İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington, 9 Eylül 1922'den itibaren Çanakkale'ye yığınak yapmaya başladı.
15 Eylül 1922'de İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Londra'daki Lord Curzon'a gönderdiği telgrafta şöyle diyordu: “Mustafa Kemal istediklerini diplomatik kanaldan sağlayıp sağlayamayacağını görmek için bir hafta bekleyecektir. Aksi halde askerlerinin şu anki coşkusundan yararlanarak İstanbul ve Boğazlara yürüyecektir. Bağlaşıklar vakit geçirmeden bir konferans düzenlemezlerse Mustafa Kemal'le savaşı göze almalıdırlar. Bağlaşık Yüksek Komiserleri en erken vakitte konferans düzenlenmesini öneriyorlar.” (Salahi R. Sonyel, Mustafa Kemal Atatürk ve Kurtuluş Savaşı, C.III, s. 1675).
15 Eylül 1922'de İngiliz parlamentosu bir kere daha toplandı. Lloyd George'un başkanlık ettiği toplantıda Sömürgeler Bakanı Winston Churchill, İngiliz sömürgelerinden yardım istenilmesini önerdi. Başbakan Lloyd George, “Mustafa Kemal'in önünden çekilmek niyetinde olmadığını” belirtti; Yunanistan, Romanya, Çekoslovakya ve Sırbistan'ın kendilerine yardım edebileceğini umduğunu söyledi. Churchill, bunlara Bulgaristan'ı da ekledi. (Davıd Walder, Çanakkale Olayı, s. 210-214).
16 Eylül 1922'de İngiliz Sömürgeler Bakanı Churchill, Müttefiklerden, Balkan ülkelerinden ve sömürgelerden yardım istedi. Ancak Fransa, İtalya, Romanya, Yugoslavya ve tüm sömürgeler -Yeni Zelanda hariç- İngiltere'nin yardım isteğini reddettiler.
18 Eylül 1922'de İtalya ve Fransa, Çanakkale'deki tüm birliklerini Avrupa yakasına aldılar. Fransa Başbakanı Raymond Poincare, Paris'teki İngiliz Büyükelçisi Lord Harding'e, “Kemalist tehdidin gerçek olduğunu; Fransız askerlerinin hayatlarını tehlikeye atamayacağını” söyledi. (Sonyel, s. 1682)
19 Eylül 1922'de İstanbul'daki Fransız Yüksek Komiseri General Pelle, İzmir'e giderek Atatürk'le görüştü. Pelle, Atatürk'e “Çanakkale'deki tarafsız bölgeye girmemesini” söyleyince Atatürk, “Tarafsız bölgeyi tanımadığını, Türk ordularını daha fazla tutamayacağını, Yunan işgalindeki Trakya'yı kurtarmak için Çanakkale'ye gireceğini” söyledi. General Pelle, İstanbul'a döndüğünde İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold'a, Atatürk'ün çok kararlı olduğunu anlattı.
19 Eylül 1922'de Fransa Başbakanı Poincare, Fransız parlamentosunda yaptığı konuşmada Fransa'nın Türkiye ile savaşa girmeyeceğini, Fransa kamuoyunun savaş istemediğini açıkladı. İtalyanlar da Türklerle savaşmak istemediklerini belirttiler. Sadece Fransa ve İtalya değil, İngiltere kamuoyunda da -Daily Mail gazetesi ve İşçi Partisi başta olmak üzere- savaş karşıtları çoktu.
Hindistan Müslümanları ve Sovyet Rusya da Türkiye'den yana tavır aldı. 19 Eylül 1922'de Hindistan Merkezi Hilafet Komitesi, Türkiye'nin Paris temsilciliğine gönderdiği telgrafta şöyle diyordu: “İngiltere Türkiye'ye karşı savaş açarsa Hindistan Müslümanları kitle halinde Türk ulusal ordusunun saflarında yer alacak ve İslam'ın onurunu ve saygınlığını silahla koruyacaktır.”(Bilal N. Şimşir, Doğu'nun Kahramanı Atatürk, s. 66).
Moskova Komünist Enternasyonali de İngilizlere karşı zehir zemberek bir bildiri yayınladı. Bildiri, şöyle sona eriyordu: “İşçiler; İngiliz, Fransız, İtalyan, Sırp ve Romen işçileri! Sizin kutsal göreviniz Müttefiklerin Boğazları ele geçirmelerine ve yeni savaş açmalarına engel olmaktır. Kahrolsun İtilaf emperyalizmi! Kahrolsun yeni emperyalist savaşlar! Türk halkına barış ve özgürlük!” (Şimşir, s. 67) O günlerde Rusya Dışişleri Komiseri Çiçerin, bir Alman gazetesine verdiği demeçte şöyle demişti: “Rusya, özgürlüğü için savaşan yeni Türkiye'yi içten dostluk duygularıyla karşılar… İstanbul'un yeniden Türkiye'nin başkenti olması konusunda kararlıyız.” (Sonyel, s. 1691)
Lord Curzon'un gözyaşları
Atatürk, Misakı Milli çerçevesinde Doğu Trakya'nın boşaltılıp Türkiye'ye verilmesini istiyordu. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, durumun ciddiyetinin farkındaydı. Curzon'a gönderdiği telgrafta şöyle diyordu: “Durumun askıda kalmasına izin verirsek Kemal rahat durmayacak; görüşmeler bir an önce başlamazsa İstanbul ve Çanakkale yoluyla Trakya'ya geçmeye çalışacaktır. İngiltere, Kemalistlerin hem Irak'ta hem de Boğazlarda yarattıkları tehlikeye askeri açıdan karşı koyacak durumda değildir.” (Sonyel, s. 1684.)
19 Eylül 1922'de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Fransa Başbakanı Raymond Poincare ve İtalya'nın Paris Büyükelçisi Kont Carlo Sforza, Paris'te bir araya geldiler. 5 gün süren görüşmede tansiyon çok yükseldi. Fransız Başbakanı Poincare öfkeyle, “Artık Türklerle savaşmayacağız!” diye bağırdı. “Mustafa Kemal'in isteklerini kabul etmekten başka çare yoktur. Trakya'yı kayıtsız şartsız Türklere vermek gerekir” dedi. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon bu teklifi reddedince, “Fransız Başbakanı, İngiliz Dışişleri Bakanı'nın ağzını açmasına izin vermeden suçlu öğrencisini paylayan kızgın bir öğretmen gibi konuştu; bağırdı, İngilizleri suçladı.” Bunun üzerine Lord Curzon toplantıyı terk etti. Curzon, “Şimdiye kadar böyle bir şey görmediğini söylüyor ve ağlıyordu.” (Walder, s. 277-280). Belgelere yansıdığı şekliyle, “Bu hakarete dayanamayan İngiliz Lordu, bir kez görüşme salonundan adeta ağlayarak dışarıya çıkmış ve koridorda pantolonunun arka cebinde taşıdığı küçük bir şişeden konyak yudumlayarak hıçkırıklarını boğmaya çalışmıştı.” Sonra Poincare özür diledi. Ortam biraz yatıştı. (Sonyel, s. 1684-1686)
Müttefikler, 5 günün sonunda, Paris'te aldıkları kararları, 23 Eylül 1922'de bir notayla Atatürk'e bildirdiler. Buna göre bir konferansın yapılmasına karar veriliyor, Türklerin tarafsız bölgeye girmemeleri şartıyla Trakya'nın boşaltılıp Türklere geri verilmesi kabul ediliyordu. Böylece üç büyük devlet Atatürk'ün isteklerini büyük oranda kabul etmiş oluyordu.
Çanakkale olayı, Mudanya Mütarekesi, İstanbul'un kurtuluşu
23 Eylül 1922'de Türk orduları, Çanakkale'de Müttefiklerin “tarafsız bölge” kabul ettikleri yere girdi. Türk süvari birliği ile İngiliz süvari birliği burun buruna geldi. Ancak Türk birlikleri –barıştan yana olduklarını göstermek istercesine- tüfeklerinin namlularını yere çevirmişlerdi. İngiliz birlikleri geri çekildi. Türk birlikleri Çanakkale'nin 15 km. güneyindeki Erenköy'ü işgal etti. Bu sırada Fransız politikacı Franklin-Bouillon, 25 Eylül 1922'de Atatürk'le İzmir'de görüştü. Doğu Trakya'nın Türkiye'ye bırakılacağını söyledi; Türk ordularının ilerleyişini durdurmasını istedi. Bu sırada Harington ile Atatürk arasında da bazı yazışmalar oldu. 25 Eylül 1922'de Çanakkale'de tel örgülere kadar dayanan Türk birliği, 27 Eylül 1922'de Biga-Bayramiç-Ezine çizgisinde durdu.
‘İstanbul 5 sene esaretten sonra bugün saat 12'de hürriyetine kavuştu' (Akşam, 3 Ekim 1923)
29 Eylül 1922'de toplanan İngiliz kabinesi, Çanakkale'de tarafsız bölgeye giren Türk birliklerinin gerekirse silah kullanılarak bölgeden çıkarılması için General Harington'a emir verdi. Ancak General Harington bu emri uygulamadı. Harington, 1 Ekim 1922'de Londra'ya gönderdiği raporda “O sırada ateş emri vermesinin barut fıçısına ateşe etmek” anlamına geldiğini yazdı. Barış görüşmelerinin başlayacağı sırada savaş çıkarmanın anlamsız olduğunu belirtti.
Atatürk, 23 Eylül 1922 tarihli Müttefik notasına 29 Eylül 1922'de cevap verdi. İki temel şartı vardı: Meriç'in batısına kadar Trakya'nın hemen boşaltılıp Türkiye bırakılması… 3 Eylül 1922'de Mudanya'da ateşkes görüşmelerine başlanması… Müttefikler bu istekleri kabul ettiler. Lord Curzon, barış imzalanmadan Doğu Trakya'nın Türklere verilmesine karşı çıkan Yunan Başbakanı Venizelos'a şöyle dedi: “İstanbul'a girmeye can atan Mustafa Kemal'in, Doğu Trakya sınırındaki Yunan itirazlarını fırsat bilerek Avrupa'ya dalmasını ve Trakya'yı ateşe ve kılıca tutmasını kim önleyebilir?” (Sonyel, s. 1700, 1701,1702)
3 Ekim 1922'de Türkiye, İngiltere, Fransa ve İtalya'nın katılımıyla Mudanya Konferansı toplandı. Yunanistan konferansa doğrudan katılmadı. Doğu Trakya'nın teslimi konusundaki görüş ayrılıkları nedeniyle 5 Ekim'de konferans çıkmaza girdi. Bunun üzerine Atatürk, İsmet Paşa'ya bir telgraf çekerek “Trakya, 6 Ekim 1922, öğleden sonra saat 6'ya kadar TBMM hükümetine teslim edilmediği takdirde 6/7 Ekim'de Türk kuvvetlerinin İstanbul'a yürümelerini” emretti. General Pelle ve Franklin Bouillon'un araya girmesiyle Atatürk verdiği emri birkaç gün erteledi. Sonunda 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Trakya'nın boşaltılıp Türkiye'ye verilmesi kabul edildi. Böylece savaş yapılmadan başarılı diplomasiyle Doğu Trakya kurtarıldı. Ancak İstanbul ve Boğazlar hâlâ işgal altındaydı. Mudanya Mütarekesi'ne göre Türk birlikleri barış antlaşması imzalanıncaya kadar İstanbul'a giremeyecekti.
İşte o koşullarda Atatürk, barış antlaşmasını beklemeden bir oldubitti ile İstanbul'un yönetimini fiilen ele geçirmeyi denedi. Doğu Trakya'yı teslim almakla görevlendirilen Refet Paşa, Trakya'ya geçerken 19 Ekim-25 Aralık 1922 arasında İstanbul'da kaldı. 4 Kasım 1922'de İstanbul Saray Hükümeti'nin istifa etmesinden sonra TBMM adına İstanbul'un yönetimini fiilen ele geçirmek için çalışmaya başladı. Başarılı da oldu. İngilizler, her geçen gün İstanbul'daki otoritelerini kaybettiler.
Lozan görüşmeleri sırasında bir tahliye protokolü imzalandı: Buna göre Lozan Barış Antlaşması'nın TBMM tarafından onaylanmasından sonra 6 hafta içinde İstanbul boşaltılacaktı. TBMM, 23 Ağustos 1923'te Lozan Barış Antlaşması'nı onayladı. İtilaf devletlerinin son birlikleri 2 Ekim 1923'te Türk bayrağını selamlayarak İstanbul'dan ayrıldı. 6 Ekim 1923'te Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu birlikleri halkın sevgi gösterileri arasında İstanbul'a girdi.
İngilizler geldikleri gibi gittiler, çünkü; Yunanistan'ın yenilmesi, Fransa ve İtalya'nın çekilmesi, sömürgelerin ve Balkan ülkelerinin yardım etmemesi, kamuoyunun savaş istememesi nedeniyle İngilizler İstanbul'da yalnız kaldılar. Hint Müslümanlarının ve Sovyet Rusya'nın desteğini alan Atatürk'ün muzaffer ordularının karşısında yalnız başlarına, az sayıda kuvvetle savaşı göze alamadılar.
1 note
·
View note
Text
AKP'li Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz hafta bir konuşmasında şöyle dedi: “Misak-ı Milli sınırlarına sahip çıkılmamasıyla, adalar meselesinde ürkek davranılmasının ülkemize çok büyük maliyeti olmuştur. Güneyimizdeki zengin enerji kaynaklarının da dışında bırakıldık. Aynı şekilde Ege ve Akdeniz'de yüzleştiğimiz kronik sorunların temelinde bu dönemde yapılan yanlış hamleler bulunuyor. Zamanın şartlarına sığınarak hataları örtmeye çalışmak kolaycılıktır. CHP'nin ana karamızdan bir taş atımı mesafedeki adaların nasıl elimizden alındığını milletimize izah etmesi gerekiyor.” Erdoğan bu sözleriyle, Misak-ı Milli, adalar, Musul konularında -isim vermeden- bir kere daha Cumhuriyeti kuranları; Atatürk'ü, İnönü'yü eleştirdi. Peki, ama Erdoğan bu eleştirilerinde haklı mı?
MİSAK-I MİLLİ GERÇEĞİ
Misak-ı Milli (Ulusal Ant), Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarına dayanır. İlk Misak-ı Milli taslağını 19 Ocak 1920'de Ankara'da bizzat Atatürk kaleme aldı. İsmet Paşa bu taslak metin üzerinde çalıştı. Bu metin, 22 Ocak 1920'de İstanbul'daki Mebusan Meclisi'nde okundu. Bir komisyon, bu taslak üzerinde bazı düzeltmeler yaptı. Mebusan Meclisi, 28 Ocak 1920 tarihli özel ve gizli oturumda Erzurum Milletvekili Celalettin Arif ve 121 milletvekilinin imzaladığı bu metni “Misak-ı Milli” adıyla kabul etti. Böylece önce bir grup programı olarak düşünülen “Misak-ı Milli”, sonradan bir meclis kararı halini aldı. (Atatürk'ün Bütün Eserleri –ATABE-, C.6, s.164-174)
6 maddelik ve toplam 1.5 sayfalık Misak-ı Milli'ye göre Müslüman Araplar kendi geleceklerine kendileri karar verecekti. Kars, Ardahan, Batum ve Batı Trakya için halk oylaması yapılacaktı. İstanbul'un ve Marmara Denizi'nin güvenliği sağlanmak kaydıyla Boğazların dünya ticaretine açılmasına, bizimle birlikte öteki tüm devletlerin oy birliğiyle karar verilecekti. Azınlık hakları, komşu ülkelerdeki Müslümanların da aynı haklardan yararlanması koşuluyla güvence altına alınacaktı. Kapitülasyonların kaldırılmasına karşılık Osmanlı borçları ödenecekti.
1922'de halka ve orduya moral vermek için hazırlanmış Misak-ı Milli tablosu.
Görüldüğü gibi Misak-ı Milli'de sınırlar kesin olarak çizilmemişti. Atatürk, Lozan Antlaşması'nın Misak-ı Milli'ye aykırı olduğunu söyleyenlere mecliste şöyle demişti: “Efendiler, toprak konusu ve sınır konusu, Misak-ı Milli'nin bilindiği gibi birinci maddesinde yer almaktadır. Ancak Misak-ı Milli şu çizgi, bu çizgi diye hiçbir zaman sınır çizmemiştir. O sınırı çizen şey, milletin menfaati ve yüksek kurulumuzun yerinde ve doğru kararıdır. Yoksa haritası mevcut bir sınır yoktur.” (TBMM ZC. C.4, s. 173,174)
Misak-ı Milli'de Ege Adalarından ve 12 Ada‘dan söz edilmemişti. Çünkü Misak-ı Milli, 30 Ekim 1918'de elimizde olan toprakları içeren bir metindi. Bu adalar ise çok daha önce kaybedilmişti. Bu bağlamda, 30 Ekim 1918'de elimizde olan Musul, Misak-ı Milli'ye dâhildi. Misak-ı Milli'de Batı Trakya'da halk oylaması istenmişti. Ancak Atatürk, 16-17 Ocak 1923'te, İzmit Basın Toplantısı'nda, Batı Trakya konusundaki maddeyi Misak-ı Milliye kendisinin koymadığını, o koşullarda böyle bir beklentinin mantıklı ve Türkiye'nin çıkarına uygun olmadığını belirtmişti. (ATABE, C.14, s. 267).
Misak-ı Milli, 1920 yılı başında ülke işgal altındayken; saray/sultan İngiliz emperyalizmine teslim olmuşken, Atatürk ve dava arkadaşlarının hazırladıkları bir “milli hedef” belgesidir. Misak-ı Milli idealdir. Milli Mücadele'nin gelişimi Misk-ı Milli'yi şekillendirmiştir. Örneğin Temmuz 1921'de düşman ordularının Ankara'ya 50 km. yaklaştıkları bir ortamda Misak-ı Milli hedefi Musul'u, Batı Trakya'yı, adaları kurtarmak değil, Ankara'yı kaybetmemek, Eskişehir'i, Afyon'u, Kütahya'yı, Bursa'yı kurtarmaktı. Ankara'da masa başında çizilen Misak-ı Milli, İnönü'de, Sakarya'da, Afyon'da, Dumlupınar'da, savaş meydanlarında “Türk süngülerinin gücüyle” uygulandı. Misak-ı Milli'de sınırı çizen şey, önce askeri sonra, politik güçtü. Atatürk bu gücün sınırlarını çok iyi biliyordu.
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında 14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşması ile Yunanistan bağımsız oldu. 1832'de Attik ve Mora Yarımadaları ve bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile Kuzey Sporadlar, Ege'nin ikinci büyük adası Eğriboz dâhil irili ufaklı yüzlerce ada Yunanistan'a bırakıldı. O sırada Padişah II. Mahmut'tu. Osmanlı bu adaları kaybederken Atatürk'ün doğmasına daha 49 yıl vardı.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, (93 Harbi) sonunda Osmanlı Devleti çok ağır bir yenilgi aldı. 1878'de İstanbul'a kadar gelen Rus orduları, İngiliz ve Almanların müdahalesiyle durduruldu. II. Abdülhamit, savaş sonrasındaki Berlin Kongresi'nde İngiltere'nin desteğini almak için Kıbrıs'ı İngiltere'ye vermeyi kabul etti. Kıbrıs, 1 Temmuz 1878'de, devletler hukukunda görülmemiş garip bir antlaşmayla “emaneten” İngiltere'ye verildi, kiralandı. 14 Ağustos 1878'de İngiltere ile Osmanlı arasında imzalanan tek maddelik yeni bir antlaşma ile İngiltere adada her türlü kanun yapma hakkına sahip oldu. Böylece Kıbrıs İngiltere'nin yönetimine bırakıldı. I. Dünya Savaşı başlayıp da Osmanlı Almanya'nın yanında savaşa girince İngiltere, 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ı ilhak etti. İngiliz Başbakanı Disraelli, Kraliçe Victorya'ya gönderdiği 5 Mayıs 1878 tarihli mektupta “Kıbrıs Batı Asya'nın anahtarıdır” diyordu. İşte, “Güneyimizdeki zengin enerji kaynaklarının dışında bırakılmamızın” temel nedeni 1878'de Kıbrıs'ın fiilen İngiltere'ye verilmesidir. Kıbrıs kaybedilirken Atatürk'ün doğmasına daha 3 yıl vardı.
Misak-ı Milli belgesinde sınırlar kesin olarak çizilmemiştir. Bu nedenle hazırlanan Misak-ı Milli haritaları da kesin snırları değil, ulaşılması istenilen ideali gösteren haritalardır.
İtalya, 29 Eylül 1911'de Osmanlı'ya savaş açtı. Trablusgarp Savaşı çıktı. İtalyan donanması Rodos Adası ve 12 Ada'yı işgal etti, Çanakkale Boğazı'nı topa tuttu. Donanması çok zayıf durumdaki Osmanlı Devleti, bu işgale cevap veremedi. İtalya ile 18 Ekim 1912'de Uşi Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Trablusgarp, Bingazi ve Ege'deki 12 Ada –Balkan Savaşları sonuna kadar- İtalyanlara bırakıldı. Bu sırada Osmanlı'nın başında Padişah V. Mehmet Reşat vardı.
8 Ekim 1912'de I. Balkan Savaşı başladı. Osmanlı bu savaşta çok ağır bir yenilgi aldı. Bulgarlar Çatalca önlerine kadar geldi. Bu sırada fırsattan yararlanan Yunanistan, Ege Adalarını işgal etti. Donanması olmayan Osmanlı, Ege Adalarının işgaline de sessiz kaldı. 30 Mayıs 1913'te Londra Antlaşması, 14 Kasım 1913'te Atina Antlaşması ile Ege Adaları Yunanistan'a bırakıldı. O sırada hükümette İttihat ve Terakki Partisi vardı. Padişah V. Mehmet Reşat'tı.
I. Dünya Savaşı başında toplanan Büyükelçiler Konferansı'nda 14 Şubat 1914'te Meis hariç 12 Ada İtalya'ya; Bozcaada ve Gökçeada dışındaki Ege Adaları da Yunanistan'a verildi. Osmanlı'nın bu kararı kabul etmemesi filli durumu değiştirmedi.
Kasım 1922'de İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyeti Lozan'a giderken 12 Ada 1911'den beri tam 11 yıldır İtalya'nın; Ege Adaları 1913'ten beri tam 9 yıldır Yunanistan'ın, Kıbrıs Adası ise 1878'den beri tam 44 yıldır İngiltere'nin elindeydi.
İsmet Paşa, Lozan Konferansı başlamadan birkaç gün önce Paris'te Fransız, Lozan'da İtalyan devlet adamlarıyla adalar konusunu görüştü. İtalya Başbakanı Mussolini, adalar konusunun “yıllar önce çözülmüş bir konu” olduğunu söyledi.
TBMM'nin Lozan'a giden İsmet Paşa'ya verdiği 14 talimattan 4. talimat adalarla ilgiliydi: “Müzakere sırasında politika belirlenerek Çanakkale'ye yakın adalar istenecek, güçlük çıkarsa Ankara'dan talimat beklenecek” deniliyordu. Yani adalar konusunda kesin bir talimat yoktu; duruma göre davranılacaktı.
Lozan'da adalar konusu 25 Kasım 1922'de Toprak ve Asker Komisyonu'nun 6. oturumunda gündeme geldi. İsmet Paşa, kendisine verilen talimat gereği öncelikle Çanakkale Boğazı girişinde Türkiye'ye yakın adaları (Gökçeada –İmroz-, Bozcaada, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikerya adalarını) istedi, diğer adaların da askerden arındırılmasını önerdi. Ancak Venizelos, bu adalarda yoğun bir Rum nüfusun yaşadığını söyleyerek bu isteğe karşı çıktı. Lord Curzon da Venizelos'u destekledi. İsmet Paşa daha sonra Gökçeada, Bozcaada, Meis, Tavşan Adaları ve Semadirek'in Türkiye'ye bırakılmasını; Yunanistan'a verilmesi teklif edilen tüm adaların ise Türkiye'ye bağlı ve özerk olmasını istedi. Sonuçta Türkiye Lozan'da Gökçeada (İmroz), Bozcaada, Tavşan Adaları ile Anadolu sahillerine 3 milden az uzaklıkta bulunan adaların, adacıkların ve kayalıkların hepsini aldı. Oysa Sevr Antlaşması'na göre Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada bile Türkiye'den alınıyordu. (Md. 84). Ayrıca müttefiklerin Türkiye'ye vermemek için direndikleri Gökçeada'nın büyüklüğü istediğimiz adaların toplam büyüklüğünün yarısı kadardı. Ayrıca Yunanistan'a bırakılan adaların askerden ve silahtan arındırılması sağlandı. Türkiye Lozan'da Meis dışında ada kaybetmedi. (Lozan, Md.12, 13, 15, ek XV)
11 yıldır devam eden yorucu savaşlardan yeni çıkmış, yeterli donanması, çıkarma gemisi olmayan, üstelik İstanbul ve Boğazların hala İngiliz işgali altında olduğu bir ortamda, Lozan'da, 10-11 yıl önce kaybedilmiş ve Türk nüfusu iyice azalmış adaları geri almak mümkün değildi. O koşullarda adaları almaya teşebbüs etmek Doğu Trakya'yı kaybettirebilirdi.
Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında 10-11 Kasım 1918'de İngiltere Musul'u işgal etti. O sırada Padişah Vahdettin'di. Kurtuluş Savaşı boyunca Musul İngiliz işgali altında kaldı. Atatürk 1 Şubat 1922 tarihli Başkomutanlık Yönergesiyle A. Şefik Özdemir Bey'i Elcezire Cephesine göndererek Musul operasyonunu başlattı. Özdemir Bey, 31 Ağustos 1922'de Derbent Zaferi'yle Irak'ta Kuvayı Milliye bayrağını dalgalandırdı. İngilizler, Musul konusunda Türkiye'nin elini zayıflatmak için bölgeye 100 uçakla destekli büyük bir kuvvet yığdılar. 22 Nisan 1923'te Revanduz'u ele geçirdiler. 23 Nisan 1923'te Lozan'ın ikinci devresi başladığında Musul, İngiltere'nin kontrolü altındaydı. Buna rağmen İsmet Paşa Lozan'da Musul'u sonuna kadar savundu. Musul, Lozan'da kaybedilmedi. Musul sorununun, Lozan sonrasında İngiltere ile Türkiye arasında ayrıca görüşülmesine karar verildi. Musul, 1925'teki Şeyh Sait İsyanı sonrası 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması'yla kaybedildi.
İstanbul ve Boğazların işgal altında olduğu, Batı Trakya'da Yunan ordusunun yığınak yaptığı bir ortamda, 100 uçaklık İngiliz filosunun bulunduğu Musul'a askeri bir harekât yapmak, yeniden, üstelik iki cepheden birden (Biri Trakya, diğeri Irak) savaşa girmek demekti. Böyle bir çılgınlık, Türkiye'ye Doğu Trakya'yı kaybettirir, İstanbul'un egemenliğini tartışmaya açardı. Bu, “Zamanın şartların sığınmak” değil, “zamanın şartlarını dikkate” almaktır.
Sonuç olarak;
1921 yazında işgal orduları Ankara yakınlarına kadar gelmiş, Akdeniz'le bağımız koparılmıştı. Eğer Kurtuluş Savaşı'nı kaybetseydik -bırakın adaları- İzmir, Bursa, Edirne, İstanbul, Trakya ve Anadolu'nun büyük bir bölümünü kaybedecektik. Atatürk'ün başkomutanlığındaki Türk Orduları 9 Eylül 1922'de sadece İzmir'i kurtarmadılar, aynı zamanda Türk milletini yeniden mavi vatana kavuşturdular.
Diyeceğim o ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, eğer gerçekten adaların hesabını sormak istiyorsa, donanmayı Haliç'te çürüten ve Kıbrıs'ı İngiltere'ye teslim eden II. Abdülhamit'ten hesap sormalıdır.
1 note
·
View note
Text
12. Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi, 18-24 Nisan 1935'te İstanbul'da toplandı. Kongreye Batı'dan ve Doğu'dan 40 kadar ülkeyi temsilen 350'yi aşkın kadın katıldı. Böylece dünya nüfusunun 200 milyonu bu kongrede temsil edildi
Haftalardır İstanbul Sözleşmesi'ni tartışıyoruz. Kadın cinayetlerini ve kadın istismarını önlenmeyi amaçlayan ve şimdiye kadar -aralarında Türkiye'nin de olduğu- 50'ye yakın devletin onayladığı “İstanbul Sözleşmesi”, 85 yıl önceki “İstanbul Kongresi”ni hatırlatıyor. Malum! Kadın hakları tarihinde Cumhuriyetimizin çok özel bir yeri var. Atatürk'ün kadın hakları konusundaki devrimci kararları ve Cumhuriyetimizin kadınlara verdiği haklar dünyaya örnekti. Bu nedenle
12. Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi 1935'te Türkiye'de yapıldı. Kongre, İstanbul'da toplandığı için “İstanbul Kongresi” olarak da anıldı.
CUMHURİYETİN KADIN DEVRİMİ
Atatürk, kadın hakları konusunda -aşamalı devrim stratejisi kapsamında- adım adım ilerledi.
1924'te sosyal hayatta kadın erkek eşitsizliğini yaratan duvarlar yıkıldı; İstanbul'da vapur, tramvay ve trenlerde erkeklerle kadınları ayıran kafesler ve kadınların bulunduğu bölümlerdeki perdeler kaldırıldı. Daha sonra parklar, plajlar, mesire yerleri ve salonlar kadınlara açıldı.
1924'te Tevhidi Tedrisat Kanunu ile eğitim öğretim alanında kadın-erkek eşitliği sağlandı. Çok geçmeden okullarda karma eğitime başlandı.
1926'da kabul edilen “Medeni Kanun” ile birden çok kadınla evlilik yasaklandı, boşanma ve miras konularında eşitlik getirildi, kadınlara meslek seçiminde özgürlük tanındı. Böylece kadına en temel sosyal hakları verilmiş oldu.
1930'da Belediye Kanunu'nda kadınlara belediye seçimlerinde oy verme ve aday olma hakkı tanındı. 1933'te Köy Kanunu'nun 20. maddesi değiştirilerek kadınlara köy muhtarlığına ve heyetlerine seçilme hakkı tanındı 1934'te, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun 10. ve 11. maddesi değiştirilerek milletvekilleri seçimlerinde 22 yaşını doldurmuş kadınlara seçme, 30 yaşını doldurmuş kadınlara da seçilme hakkı verildi. 1935'te yapılan 5. Dönem TBMM Genel Seçiminde 18 kadın milletvekili meclise girdi. Böylece Türk kadını, birçok Batılı hemcinsinden önce siyasal haklara kavuşmuş oldu.
Fransa'da kadınların seçme seçilme hakkının olmadığı 1935'te İngiliz parlamentosunda 14 kadın milletvekili, Türk parlamentosunda ise 18 kadın milletvekili vardı.
Cumhuriyet 28 Nisan 1935.
Uluslararası Kadın Birliği'nin (UKB) temeli 1848'de ABD'de atıldı. Birliğin amacı, “Bütün milletlerdeki kadınların özgürlüğe kavuşması, siyasi haklarının tanınması, kanun ve uygulamalarda erkeklerle eşitlik sağlanması”ydı.
UKB ilk kongresini 1902'de Washington'da yaptı. Birlik 1903-1913 arasında sırasıyla Berlin, Kopenhag, Londra, Stockholm, Budapeşte'de kongreler yaptı. 1913-1920 arasında savaş nedeniyle kongrelere ara verildi. Birliğin 6-12 Haziran 1920'de Cenevre'de yaptığı sekizinci kongresinde Türkiye'yi Azize Kıbrıslı temsil etti. Birlik, 1923'te Roma'da, 1926'da Paris'te, 1929'da Berlin'de toplandı. UKB, 1904'te “Uluslararası Kadınların Oy Vermeye Katılması Derneği” adıyla örgütlenmeye başladı. Birliğin kongrelerinde en çok üzerinde durduğu konu, kadınların seçme ve seçilme hakkına sahip olmasıydı.
1935'te Türk kadınlarının milletvekili seçilip meclise girmesi üzerine UKB gözünü Türkiye'ye çevirdi. Çünkü o sırada Fransa (1945), Belçika (1944), İtalya (1946), Japonya (1945), Çin (1947), Hindistan (1950), İsviçre (1971) gibi birçok ülkede kadınların seçme-seçilme hakkı yoktu. Bu nedenledir ki, 1935 seçimlerinden hemen sonra, farklı ülkelerin kadın temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşen 12. Uluslararası Kadın Birliği Kongresi (UKBK) İstanbul'da toplandı.
1935 kongresinin ana temasının “barış” olması da kongrenin Türkiye'de toplanmasında etkili oldu. Çünkü Cumhurbaşkanı Atatürk, “Yurtta barış dünyada barış” sloganıyla dünya barışına katkıda bulunacak adımlar atıyordu. 1934'te kurduğu “Balkan Antantı” bu barışçı adımların bir eseriydi.
Kongrenin İstanbul'da toplanma nedenlerinden biri de Cumhuriyet hükümetinin kongreye maddi manevi her türlü desteği vermesiydi. Birlik üyelerinin İstanbul'da konaklaması, ulaşımı, haberleşme olanakları Türk Hükümeti'nce sağlandı. Türkiye Cumhuriyeti konsoloslukları kongreye katılacak delegelere ücretsiz vize verdi. Bu konudaki kararname 22 Şubat 1934'te kabul edildi. (BCA, 30.18.01.02.49.79.14). Ayrıca hükümet, kongre anısına özel posta pulları (15 çeşit) çıkararak UKB'ye maddi katkıda bulundu. (BCA, 30.18.1.2.52.14.6) 1935'te bu konuda bir kanun çıkarıldı. Her pulun üzerine Fransızca “12. Uluslararası Seçme-Seçilme Hakkı Kongresi, İstanbul 1935” yazıldı. Uluslararası dolaşıma girecek olan pullarda dünyanın önde gelen kadınları bulunacak, bir pulda da Atatürk yer alacaktı. UKBK tarihinde ilk kez, kongre düzenlediği bir ülkede hükümet tarafından bu derece çok desteklendi. Atatürk Cumhuriyeti, kongrenin Türkiye'nin tanıtımına yapacağı katkıyı dikkate alarak kongreye her türlü desteği verdi. Kongre, Cumhuriyet devrimlerinin ve bu süreçte Türk kadınının elde ettiği hakların dünyaya tanıtılması için iyi bir fırsat olarak görüldü. Böylece UKBK, tarihinde ilk kez Müslüman bir ülkede toplandı.
12. UKBK'nın İstanbul'da toplanmasında Türkiye kadın hakları mücadelesinin öncülerinden “Türk Kadınlar Birliği”nin (TKB) de önemli bir etkisi oldu.
7 Şubat 1924'te Nezihe Muhittin başkanlığında kurulan TKB, 1926 Paris Kongresi sırasında UKB'ye kabul edildi. Berlin'de toplanan 11. UKBK'da Türkiye'yi TKB adına Eyzayiş Suat temsil etti. Suat'ın yol parasını hükümet ödedi. TKB Başkanı Nezihe Muhittin, 1926'da Madam Corbett Ashby'a UKBK'nın bir kongresini İstanbul'da yapmasını önerdi. Daha sonra aynı öneriyi yeni TKB Başkanı Latife Bekir Hanım da tekrarladı. Bu davetleri değerlendiren UKB, 12. kongresini 1935'te İstanbul'da toplamaya karar verdi.
1935'te İstanbul'da toplanan 12. UKBK, o tarihe kadar toplanmış en geniş katılımlı kadın kongresiydi. Kongreye Batı'dan ve Doğu'dan 40 kadar ülkeyi temsilen 350'yi aşkın kadın katıldı. Böylece dünya nüfusunun 200 milyonu bu kongrede temsil edildi. Kongreye Nazizmin yükseldiği Almanya ve faşizmin yükseldiği İtalya katılmadı. Çünkü kadın haklarına büyük darbeler vuran bu ülkeler, “barış” temalı bir kongreye katılmayı uygun bulmamışlardı. Kongrede Türkiye'yi toplam 24 delege temsil etti. 1935 seçimlerinde meclise giren 18 kadın milletvekili de kongreye katıldı. Türk ve dünya basını kongreye büyük ilgi gösterdi.
Akşam, 19 Nisan 1935.
12. UKBK 18-24 Nisan 1935'te İstanbul'da Yıldız Sarayı'nda toplandı. Açılış konuşmasını yapan Kongre Başkanı Madam Corbett Ashby, kadınların “cehaletle, ataletle, savaşla, hastalıklarla” mücadele edeceklerini ve “barışa katkıda bulunacaklarını” söyledi. Daha sonra kürsüye gelen İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ, Türkiye Cumhuriyeti'nin kadınlar ile erkekler arasında hukuk önünde eşitliği sağladığını belirterek kadınların toplumsal ve siyasal alanlara katılımını teşvik etmenin aynı zamanda barışa da katkı sağlayacağını belirtti. Üstündağ'dan sonra konuşan TKB Başkanı Latife Bekir Hanım, Fransızca yaptığı konuşmasında, Atatürk'ün Türk kadınına hak ettiği yeri vererek sadece ülkesini değil, Türk kadınını da kurtardığını söyledi. Kongrenin Türkiye'de toplanmasını istemelerinin gerekçesini de “Türk kadınına haklarını veren, Türk kadınını bir nesil içinde haremin kafeslerinden parlamentonun kürsüsüne getiren Atatürk'e Türk kadınının minnet borcunu ödemek” olarak açıkladı.
Latife Bekir Hanım daha sonra 18 Türk kadın milletvekilini kongreye takdim etti. Kadın milletvekilleri solona girerken kadın temsilcilerden büyük alkış aldılar. Milletvekilleri kongrede konuşmalar yaptılar.
Kongreye katılan delegeler, İstanbul Üniversitesi konferans salonunda iki de “barış mitingi” yaptılar. Dünya barışı için önerilerini sundular.
Kongre, Doğu ve Batı kadınlarının iş birliği içinde çalışması, kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmemesi, kadınların siyasal haklarının tanınması, eşit işe eşit ücret politikası, kadın ticaretiyle mücadele edilmesi, ahlakta birlik ve eşitlik, dünya barışının sağlanması ve kadın sorunlarının çözümü için Milletler Cemiyeti ile birlikte çalışılması gibi kararlar aldı.
Atatürk'ün –üstelik bir İslam ülkesinde- kadınlara, birçok Batılı ülkede bile olmayan seçme ve seçilme hakkı gibi en temel hakları tanımış olması UKBK'ya katılan dünya kadınlarını çok etkiledi.
Avustralya Kadın Birliği Cemiyeti üyesi Miss Cardell Oliver, kongrenin Türkiye'de olduğunu duyunca katılmaya karar verdiğini, çünkü Türkiye'nin kadın hakları konusunda birçok Avrupa ülkesini geride bırakan dikkat çekici adımlar attığını söyledi. (Zaman, 10 Nisan 1935) 1902'de ABD'de ilk UKBK'yı düzenleyen Miss Köri Kek, hastalığı nedeniyle kongreye katılamadı, ancak gönderdiği telgrafta Türk kadınının oy verme hakkına sahip olmasını “Bir asırdan beri insanlıkta vuku bulan en mesut değişiklik” diye tanımlayarak Atatürk'e teşekkür etti. (Akşam, 19 Nisan 1935). UKB yazmanı Katherin Bonifas ise şöyle dedi: “Atatürk'ün Türk kadınına kazandırdığı hak ve özgürlükler, bütün dünya kadınlarında özgüven yaratmış ve mücadelelerinde onlara destek olan yardımcı bir güç vermiştir.”
Kongre Başkanı Corbett Ashby kongre adına Atatürk'e bir şükran telgrafını çekti: “Uluslararası 12. Kadınlar Kongresi, gösterdiğiniz teveccühten dolayı size en samimi teşekkürleri ve Türk kadınlığına bahşettiğiniz serbesti için sevincini arz eder.” Atatürk bu telgrafa, “Siyasî ve sosyal hakların kadın tarafından istimalinin, beşeriyetin saadeti ve prestiji nokta-i nazarından gerekli olduğuna eminim. Kongre mesaisinin feyizli neticelere ulaşmasını dilerim” diye cevap verdi.
Kongre temsilcileri arasından seçilen 31 kişilik bir heyet, 26 Nisan 1935'te Atatürk'ün tahsis ettiği özel bir trenle Ankara'ya giderek Atatürk'ü ziyaret etti. Basından öğrendiğimize göre heyet üyeleri, kadınlara verdiği haklar nedeniyle Atatürk'e teşekkür ettiler.
En etkili açıklamayı ise Mısır delegesi Şitti Şaravi yaptı. Şaravi, Atatürk'ün sadece Türkiye'nin değil, bütün Doğu'nun atası ve önderi olduğunu söyleyip şöyle dedi: “Siz ona Atatürk dersiniz. Biz ise onu ‘Ataşark' diye anarız!” (Cumhuriyet, 28 Nisan 1935)
1935'te çok geniş bir katılımla kadın sorunlarına çözümler arayan “İstanbul Kongresi”ne ev sahipliği yapan o Türkiye'den, 85 yıl sonra bugün, kadının yaşama hakkını savunan “İstanbul Sözleşmesi”ni tartışan bu Türkiye'ye… Nereden nereye geldiğimize varın siz karar verin!
#muatafa kemal atatürk#yaşasın cumhuriyet#laik cumhuriyet#kadınlarımız#kadın hakları#istanbul sözleşmesi#istanbul kongresi#sinan meydan
0 notes
Text
Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesinin çok “sembolik” bir anlamı vardır. Ayasofya, Saidi Nursi'den Necip Fazıl'a Atatürk Cumhuriyeti'yle hesaplaşmak isteyen çevrelerin iki önemli sembolünden biridir. İkinci sembolleri halifeliktir. Nitekim geçtiğimiz hafta “Gerçek Hayat” dergisi, “Artık Ayasofya ve Türkiye hür! Hilafet için toparlanın!” başlıklı bir kapakla çıkmıştır.
Peki, ama hilafetçilerin iddia ettiği gibi halifelik “dinsel bir kurum mudur”, “İslam dünyasını birleştirmiş midir” ve “İngilizlerin isteğiyle mi kaldırılmıştır?” İşte halifelik gerçeği!
HALİFELİĞİN ANLAMI
Kuran'a göre halife insandır. Kuran'da Hz. Adem'den “yeryüzündeki halife” olarak söz edilmektedir. (Bakara: 30). Kuran'da Allah'ın veya peygamberin vekili anlamında bir halifelik yoktur. Hiçbir fani, Allah'ın halefi veya temsilcisi olamayacağından ve Hz. Muhammet de son peygamber olduğundan dolayı halife, Allah'ın veya peygamberin vekili olamaz. Bu durumda Hugh Kennedy'in ifadesiyle “Halife, peygamberin yaşarken ifa ettiği dünyaya ve yönetime dair işlerden bazılarını yürüten sıradan bir adam olabilir.” (Hugh Kennedy, Hilafet, İstanbul, 2019, s. 31) Gerçekten de Hz. Ömer'den itibaren neredeyse bütün halifelere “Emirül Müminin” (Müminlerin Emiri) unvanı verilmiştir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.11, s. 156, 157) Emir, “kumandan” veya “bey” anlamlarına gelmektedir.“Emirül Müminin” adı verilen halife, Müslümanların dünya işlerini yürüten lider, yani devlet başkanından başka bir şey değildir. (Kennedy, s. 31).
Tarihsel süreçte Osmanlı halifelerinin kendilerini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” diye adlandırmalarının hiçbir dinsel dayanağı yoktur. Bu yaklaşım, Kuran'daki İslam'a aykırıdır.
Hz. Muhammet'in ölümünden sonra onun yerine devletin başına geçecek kişinin belirlenmesi halifeliğin ortaya çıkmasına neden oldu. Yani halifelik dinsel bir gereklilikten değil, siyasal bir ihtiyaçtan doğdu:
Yaygın kanaatin aksine halifelik tarih boyunca Müslümanları birleştirmedi, tam tersine böldü.
Halifelik daha ortaya çıkarken ayrılıklara, kavgalara neden oldu. İlk halife belirlenirken başlayan ayrışmalar dört halife döneminde devam etti. Öyle ki dört halifeden üçü; Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali katledildi. Halifelik daha doğarken kardeş kanı aktı; hilafet, Sıffın Savaşı ve Kerbela Olayı gibi kanlı “emirlik” kavgaları üzerinde yükseldi. Bütün bu kavgaların merkezinde “siyaset” vardı; bu kavgalar devletin başına geçme, “müminlerin emiri” olma kavgasıydı.
Tarih boyunca bütün İslam dünyasını tek bir noktadan yöneten tek bir halife hiç olmadı. Çünkü monarşik güçlerini halifelik unvanıyla daha da arttırmak isteyen Müslüman hükümdarlar fırsat bulduklarında kendilerini halife ilan etmekten çekinmediler. Bu nedenle İslam dünyasında aynı anda birkaç halife hüküm sürdü. Örneğin 910'da Abbasi Halifeliği devam ederken Şiiler Fatimi Halifeliği'ni kurdular. 929'da Bağdat'ta Abbasi Halifeliği, Mısır'da Fatimi Halifeliği devam ederken İspanya'da Endülüs Emevi Halifeliği ilan edildi. Böylece 10. yüzyılda İslam dünyasında aynı anda üç halifelik ortaya çıktı. Sünni Abbasiler ile Şii Fatimiler arasında iktidar ve nüfuz mücadelesi uzun yıllar boyunca devam etti.
11. yüzyıl başlarında İspanya'da Endüslüs Emevi Devleti iyice zayıfladı. Halifelikten kaynaklanan iç kavgalar nedeniyle devlet ileri gelenleri 1031'de halifeliği kaldırıp içlerinden -halife ailesiyle alakası olmayan birini- yönetici seçtiler. Böylece tarihte ilk kez Endülüs Emevi Devleti halifeliği kaldırmış oldu. İşin ilginç yanı, kaldırılan halifeliği kimse yeniden diriltmeye çalışmadı. (Kennedy, s.198)
1031'de Emevi Halifeliği, 1071'de Fatimi Halifeliği, 1258'de de Abbasi Halifeliği yıkıldı. Bu boşlukta halifeliğe Mısır'daki Memlük Devleti sahip çıktı.
Halife Memlüklerdeyken diğer İslam devletleri Memlüklere biat etmediler. Tam tersine Müslüman Osmanlı Devleti, 1517'de Müslüman Memlüklere saldırdı. Yavuz Sultan Selim, 1517'de Memlük Devleti'ne son verip halifeliği ele geçirdi. Ancak bu sefer de diğer İslam devletleri Osmanlı Hilafetini tanımadılar. Mahmut Goloğlu'nun ifadesiyle “Osmanlı padişahları sadece kendi ülkelerindeki Müslümanların halifesiydiler. Yani bütün dünya Müslümanlarının halifesi hiç olmadılar.” (Mahmut Goloğlu, Halifelik, İstanbul, 2012, s. 23).
1774'te Küçük Kaynarca Antlaşması'nda Ruslar Ortodoksların koruyuculuğunu üstlenince Osmanlı da -ilk kez halifelikten yararlanarak- Kırım Müslümanları üzerinde benzer bir hak ileri sürdü.
II. Abdülhamit halifeliği bir güç olarak kullanmak istedi. 1876 tarihli Kanuni Esasi'nin 3. maddesine göre padişah aynı zamanda halifeydi. 4. maddesine göre padişah halife olarak İslam dininin koruyucusuydu.
1897'de Yunan zaferi, İslam dünyasında Abdülhamit'in şöhretini artırdı. O sırada İngiltere'yle rekabet eden Almanya, Abdülhamit'in bu şöhretinden yararlanmak istedi. 1898'de Kayzer II. Wilhelm İstanbul'a gelip II. Abdülhamit'i ziyaret etti. Oradan Suriye, Filistin'e gitti. II. Wilhelm, Şam'da Müslüman kılığına girip Selahaddin Eyyübi'nin Türbesi'ni ziyaret ettikten sonra yaptığı konuşmada “Abdülhamit 300 milyon Müslümanın halifesidir, ben de onun dostuyum!” dedi. (Cüneyt Akalın, Halifelik Neden Kaldırıldı, İstanbul, 2014, s. 10).
II. Abdülhamit ile II. Wilhelm'i kol kola gösteren bir çizim.
Almanya, Abdülhamit'in şahsında “halifeliği” bir silah olarak kullanmak istiyordu. Abdülhamit dönemindeki Berlin-Bağdat ve Hicaz demiryolu projelerinin ardında da Almanya'nın halifelik planı vardı. Ancak Alman halifelik planına karşı İngilizler hemen harekete geçtiler; Kuveyt, Necit, Hicaz, Asir, Yemen, Sudan mahalli liderlerini Osmanlı'ya karşı ayaklandırdılar. 1885-1906 arasında buralardaki Müslüman liderler Abdülhamit'in halifeliğini tanımayarak isyan ettiler.
II. Abdülhamit'in “halifelik silahı” ne Fransa'nın Tunus'u işgaline, ne İngiltere'nin Mısır'ı işgaline, ne Bosna Hersek'in Avusturya'ya bırakılmasına engel olabildi. Çünkü bu kurusıkı bir silahtı.
II. Abdülhamit döneminde Rusya, Orta Asya'da Hive, Buhara ve Hokand hanlıklarını ele geçirdi. Bu Müslüman hanlıklar, Osmanlı halifesinden yardım istediler. Mozanbik ile Madagaskar arasında Komor Adaları'ndaki Müslümanlar da Fransız tehdidine karşı Osmanlı halifesinden yardım istediler. Fakat II. Abdülhamit bu Müslümanların hiçbirine yardım etmedi, edemedi. (Kennedy, s. 218,219)
Kısacası halifelik, II. Abdülhamit döneminde de İslam dünyasını birleştirmedi, Müslümanların dertlerine derman olmadı.
19. yüzyılda İngiltere, Almanya kontrolündeki Osmanlı Halifeliğine karşı kendi kontrolünde bir Arap Halifeliği kurmak istedi. I. Dünya Savaşı'nda bu plan açıkça ifade edildi. 31 Ekim 1914'te Kahire'deki İngiliz temsilci Lord Kitchener, 30 Ağustos 1915'te de Sir H. Mc. Mahon, Mekke Şerifi Hüseyin'e gönderdikleri iki ayrı mektupla “Gerçek Arap soyundan birisinin Mekke veya Medine'de halifeliği üzerine almasını” istediler. (Bilal Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk, Ankara, 2015, s. 107, 108).
İngiliz desteğini arkasına alan Mekke Şerif'i Hüseyin, 1 Kasım 1916'da Osmanlı'ya karşı ayaklandı. Mekke'de bağımsızlığını ilan eden Kral Hüseyin, Arap dünyasında “halife” sayılmaya başlandı. Ancak İngiltere, Şerif Hüseyin'in halifeliğini hemen tanımayıp savaş sonunu beklemeye karar verdi. İngiltere'nin, halifeliği kullanabileceğini gören Fransa ve İtalya da harekete geçtiler. İngilizler, Kral Hüseyin'i halife ilan ederlerse Fransa Fas sultanını, İtalya ise Şeyh Ahmet Sunisi'yi halife ilan edecekti. Sovyetler Birliği'nin de bir halife adayı vardı. Onlar da Afganistan Emiri Amanullah Han'ı halife yapmayı düşünüyordu. (Şimşir, s. 108-113).
Şerif Hüseyin, İngilizlerin desteğiyle önce 1916'da Osmanlı'ya isyan etti, sonra 1924'te halifeliğini ilan etti.
TBMM, 1 Kasım 1922'de saltanatla halifeliği birbirinden ayırıp saltanatı kaldırdı. Halife Vahdettin, 17 Kasım 1922'de, “halifelik” sıfatıyla İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtı. TBMM, Abdülmecit Efendi'yi halife ilan etti. İngiltere, Vahdettin'in “halifelik” sıfatından yararlanarak özellikle Hint Müslümanlarını kontrol etmeyi düşündü. Kaçak Vahdettin, İngiltere'nin bilgisi dâhilinde, Hicaz Kralı Hüseyin'in davetini kabul ederek 15 Ocak 1924'te Hicaz'a gitti. Ancak Arapların Vahdettin'i değil, Hicaz Kralı Hüseyin'i “halife” olarak tanıdıkları görüldü. Hint Müslümanları da Milli Mücadele'deki ihaneti nedeniyle Vahdettin'in halifeliğini kabul etmiyordu. Bunun üzerine İngilizler, “halife” olarak hiçbir gücü olmadığını anladıkları Vahdettin'i “istenmeyen adam” ilan ettiler. 1924 başlarında İngiliz basını Hicaz Kralı Hüseyin'in halife ilan edileceğini yazmaya başladı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, İngilizlerin halifelik entrikalarını yakından izliyordu. İngiltere “Kimi halife ilan etsem?” diye düşünürken Atatürk, bu İngiliz planını suya düşürecek radikal bir karar verdi; TBMM, 3 Mart 1924'te halifeliği tamamen kaldırdı.
Türkiye'nin halifeliği kaldırmasına İngiliz basını çok şiddetli bir tepki gösterdi. Türk düşmanı Lloyd George'un yayın organı Daily Telgraf gazetesi, 4 Mart 1924'te halifeliği kaldıran Türkiye'ye şöyle saldırdı: “Türkler halifeliği kaldırmakla Batılılaşacağını, uygarlaşacağını sanıyorlarsa yanılıyorlar… 6 milyon nüfuslu Türkiye halifelik sayesinde büyük devletler arasında sayılıyordu. Bundan sonra bu devlet artık üçüncü sınıf bir Tatar devletçiği derecesine düşecektir!” İngiliz basını bir hafta boyunca halifeliği kaldıran Türkiye'ye ateş püskürdü. (Şimşir, s. 136-141). İngiltere, halifeliği kaldıran Türkiye Cumhuriyeti'ni uzun süre tanımak istemedi. İngiltere, halifeliğin kaldırılmasından 6 yıl sonra, 1930'da Ankara'da büyükelçilik açtı. İngiltere uzun yıllar Türkiye'ye kredi de vermedi.
TBMM, 3 Mart 1924'te halifeliği kaldırdıktan iki gün sonra 5 Mart 1924'te Hicaz Kralı Hüseyin 101 pare top atışıyla halifeliğini ilan etti. Ancak özellikle Mısır ve Hint Müslümanları Şerif Hüseyin'in halifeliğini tanımadı. Şerif Hüseyin, halifelik ilanından 7 ay sonra bir Vahhabi saldırısıyla (Abdülaziz Bin Suud tarafından) Hicaz'dan sürüldü. Bu sırada önce İsviçre'de bulunan devrik halife Abdülmecit Efendi sonra da Mısır uleması, İslam konferansı çağrısı yaptılar. 1926'da Kahire Kongresi ve Mekke Konferansı düzenlendi. Ancak bu toplantılardan hiçbir sonuç alınamadı (Arnold J. Toynbee, 1920'lerde Türkiye, Hilafetin İlgası, İstanbul, 1998, s. 81, 84-87, 106-116). Çünkü artık ulus devletler çağı başlamıştı; hiçbir İslam ülkesi kaderini bir halifeye teslim etmek istemiyordu. Ayrıca Türkiye dışında bağımsız bir İslam ülkesi de yoktu. Halife seçilse bile İngiltere veya Fransa'nın kontrolü altında olacaktı.
Sonuç olarak, halifelik siyasal bir kurumdu. Atatürk, “Halifelik hükümet, devlet demektir. Türkiye Cumhuriyeti kendi içinde başka devlet kabul etmez” mantığıyla halifeliği kaldırdı.
Tarih boyunca halifelik Müslümanları birleştirmedi, böldü; halifelik rekabeti yüzünden Müslüman milletler birbirine düştü. Halifelik, 19. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını ezen, sömüren Batı emperyalizminin oyuncağı haline geldi. İşte Atatürk, Müslümanları birbirine düşüren, Batı emperyalizminin oyuncağı haline gelmiş ve çağ dışı kalmış halifeliği kaldırarak İslam milletlerine “bağımsızlık” ve “barışçı iş birliği” yolunu açtı. İslam milletleri, halifelik varken değil, halifelik kaldırıldıktan sonra bağımsızlıklarına kavuştular.
1 note
·
View note
Text
HİNDİSTAN'DA RAHMET, TÜRKİYE'DE LANET!
Türkiye'den kilometrelerce uzakta Hindistan'da Muhammed Ali Cinnah'ın çağrısıyla 18 Kasım 1938 Cuma günü tüm camilerde cuma namazında Atatürk rahmetle anılmıştı.
AKP'li Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş 24 Temmuz'da Ayasofya'daki ilk cuma hutbesinde elinde bir kılıçla “Vakıf mallarına, vakfiyelere dokunanlar yanar, lanetlenir” dedi. Böylece Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyette, Atatürk'ün kurtardığı İstanbul'da, Atatürk'ün kurduğu Diyanet'in başkanı, isim vermeden Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk'ün “lanetlendiğini” ima etti.
İşte bugün, Türkiye'de Atatürk'ü “lanetle” anan Diyanet İşleri Başkanı'na, bir zamanlar İslam dünyasının Atatürk'ü nasıl “rahmetle” andığını anlatacağım.
MAZLUM MİLLETİLERİN KURTULUŞ ÖNDERİ
Atatürk, 1921'de aynen şöyle demişti: “Anadolu, bu müdafaası ile yalnız kendine ait vazifeyi yapmıyor, belki bütün Şark'a yönelik saldırılara bir set çekiyor. Efendiler, bu saldırılar elbette kırılacaktır… İşte Ancak o zaman Batı'da, bütün dünyada gerçek sükûn, gerçek refah ve insaniyet hüküm sürebilecektir.”
Atatürk önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı gerçekten de ezilen, sömürülen mazlum milletlere yol gösterici oldu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun ifadesiyle “Atatürk, her şeyden evvel yeryüzünün bütün mazlum, mağdur milletlerine ‘kalk borusunu' çalan ve onlara tam kurtuluş yolunu gösteren bir hürriyet ve istiklal örneğidir.” Atatürk, kazandığı zaferlerle ezilen, sömürülen milletlerde büyük bir heyecan uyandırdı. Prof. Dr. Mohammed Sadıq'ın ifadesiyle “Sömürge yönetimleri altında ezilen herkese ilham verdi. Asya ve Afrika'da büyük bir uyanışın habercisi oldu; Türkiye'nin kurtuluş hareketi, sömürgeciliğin ölüm çanını çaldı.”
Türk ordularının büyük zaferini duyan Hint Müslümanları, 5 Eylül 1922'de Bombay'dan çektikleri telgrafta “Mustafa Kemal Paşa'yı ve muzaffer ordusunu” kutladılar ve 8 Eylül'de Türk ordusunun kesin zaferi için dua edeceklerini belirttiler. Gerçekten de Hindistan'da 8 Eylül 1922 günü cuma namazından sonra Türk ordularının kesin zaferi için dualar edilmiş ve bazı camilerin duvarlarına “Zindebad Mustafa Kemal” (Yaşasın Mustafa Kemal) yazılmıştı. O günlerde Hindistan'da bulunan Zeki Velidi Togan, gözlemlerini şöyle anlatmıştı: “Bombay'da bir camiye girmiştim. Duvarına ‘Zinde Bad Mustafa Kemal' diye yazılmış bir levha asılmış olduğunu gördüm. Yani, ‘Yaşasın Mustafa Kemal'… Hindistan Müslümanları, Mustafa Kemal'i kendi milli kahramanları sayıyordu.”
Hindistan'da basılan Atatürk'lü pullardan biri.
Mustafa Kemal'in askerleri 9 Eylül 1922'de İzmir'i kurtardılar. İzmir'in kurtuluş haberini alan Hint Müslümanları, 13 Eylül 1922'de İzmir'in kurtuluşunu kutlamak için bir telgraf daha çektiler. Telgraf, “Yaşasın Gazi Mustafa Kemal Paşa ve muzaffer orduları” diye bitiyordu. Bombay'dan gelen bu telgrafı Delhi'den gelen başka bir telgraf izledi. Delhi halkı, Türkiye'den binlerce kilometre uzakta büyük Türk zaferini kutlamak için bir miting düzenlemişti. Atatürk'ün İzmir'e girdiği 10 Eylül 1922'de yapılan bu mitingde bazı kararlar alınmıştı. Bu kararlardan biri İngiltere'yi tehdit niteliğindeydi. İngiltere, Yunan yanlısı tutumunu sürdürürse sadece Hindistan değil, bütün İslam dünyasının İngiltere'ye karşı çıkacağı belirtilmişti.
Atatürk'ün önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı sadece Hint Müslümanlarını değil, Hinduları da derinden etkiledi. Mahatma Gandi, başından sonuna kadar Türk Kurtuluş Savaşı'nı yakından takip etti. Atatürk'ün mücadelesine elinden geldiğince destek verdi. Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Gandi, Atatürk'ün emperyalizm karşısındaki zaferi için şöyle demişti: “Biz bir Aysa memleketinin kapitalist bir devlet hâkimiyetinden tamamıyla kurtulup bağımsız olacağını düşünmezdik. Bizim parolamız otonomi idi. Böyle bir memleketin, kapitalist bir devlet değil, bütün devletler hâkimiyetinden kurtulup tamamıyla bağımsız olabileceğini Atatürk ispat etti. Bizi, bağımsızlığımıza kavuşabileceğimize inandıran odur.”
Hindistan Bağımsızlık Savaşı önderlerinden Pandit Jawaharlal Nehru, Atatürk'ün kazandığı Büyük Zaferin Hindistan'da yarattığı etkiyi şöyle anlatmıştı: “Mustafa Kemal'in Yunanlara karşı zaferini duyunca ne büyük bir neşeyle kutlamıştık! Şimdi hatırlıyorum: Pek çoğumuz Lucknov District Goal Hapishanesi'ndeydik. Türk zaferini, hapishane barakalarını süsleyerek kutlamış, hatta o gece ışıklandırmaya bile girişmiştik.” Nehru, ayrıca şöyle demişti: “Mustafa Kemal Paşa, gençlik günlerimde benim kahramanımdı… Onun en büyük hayranları arasında bulunmaya devam ediyorum.” Nehru'ya göre Atatürk, sadece emperyalizme karşı kurtuluş savaşları çağını açan lider değil, aynı zamanda yaptığı toplumsal devrimlerle “Doğu'da modern çağın yapıcısıdır.”
Atatürk'ün önderliğindeki Türk zaferi Afganistan'da da büyük coşku yarattı. Afgan Kralı Amanullah Han, sarayında verdiği büyük bir şölenle Türk zaferini kutladı. Atatürk'e iltifatlar etti.
Türk zaferinin sesi ta Güney Afrika'dan bile duyuldu. Johannesburg'dan gönderilen bir telgrafta “İslam düşmanlarına karşı kazanılan Kemalist zafer için Allah'a şükürler olsun! İslam'ın onurunu kurtardıkları için İslam'ın savunucusu Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya ve kahraman ordusuna derin minnettarlığımızı sunarız. Allah sizin asil fedakârlığınızı ve çabalarınızı karşılıksız bırakmasın!” deniliyordu.
Tüm Afrika kıtası Atatürk'ün zaferini konuşuyordu. Kenya'nın başkenti Nairobi Müslümanları Birliği gönderdiği bir telgrafla Türk zaferini kutluyor ve “Mustafa Kemal'in kahraman ordusunun daha nice zaferler kazanması için yürekten dua ettiklerini” belirtiyordu. Etiyopya'da Türk zaferini kutlamak için şenlikler düzenlenmişti. İngiltere'nin Addis- Ababa Temsilcisi Hugh Dods, 7 Ekim 1922 tarihli raporunda “Etiyopya'da Mustafa Kemal'in zaferini kutlamak için şenlikler düzenlendiğini” anlatıyordu.
Mısır Kadınlar Derneği Kurucu Başkanı Lebibe Ahmed doğrudan Atatürk'e gönderdiği uzun bir mektupta Atatürk'e şükranlarını sunuyordu. Mısır basını Atatürk'ü “İslam'ın şampiyonu”, “Doğu'nun kahramanı” diye alkışlıyordu. İskenderiye'den gönderilen 14 Eylül 1922 tarihli bir telgrafta “Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinden Allah razı olsun” deniliyordu.
Fas'ın Rif dağlarında İspanyol ve Fransızlara karşı savaşan Rif savaşçıları da Türk zaferini örnek almıştı. Rif savaşçı şeflerinden Caid Hadoum ben Hamou, 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtuluşu üzerine gönderdiği telgrafla “Türk ordularının parlak zaferini” kutluyordu.
Tunus Devlet Başkanı Habib Burgiba 1965'te şunları söylemişti: “Sakarya Zaferi 20 yaşımın en kuvvetli hatırası olmuştur. O zamanlar kendi kendime diyordum: Acaba ben de ulusumu böylesine seferber edemez miyim; onun ruhuna bu kurtarıcı hamleyi, dizgin tanımaz ihtirası aşılayamaz mıyım?”
Atatürk'ün önderliğinde kazanılan Türk Kurtuluş Savaşı Asya'dan Afrika'ya bütün Doğu'da, özellikle İslam dünyasında hem büyük bir coşku yarattı, hem de kurtuluş umuduna yol açtı. Ezilen, sömürülen Doğu halkları Atatürk'ü “Doğu'nun kahramanı”, “İslam'ın kahramanı”, “İslam'ın kılıcı”, diye alkışladılar.
İslam dünyasının büyük din adamları ve şairleri, Atatürk'e büyük hayranlık besliyordu. Örneğin Muhammed İkbal, “İslamiyet'in Uyanışı” ve “Mustafa Kemal Paşa'ya Sesleniş” adlı şiirleriyle Atatürk'ten övgüyle söz etti. Mısırlı ünlü şair Ahmet Şevki, Atatürk'le ilgili çok sayıda şiir yazdı; Atatürk'ü ünlü İslam komutanı Halid Bin Velid'e benzetti. Libyalı şair Ahmet Ginabe 1921'de yazdığı bir şiirde Atatürk'ü “zulüm ve kahra karşı Müslümanların fedaisi” olarak adlandırdı.
Sözün özü şu ki, Kurtuluş Savaşı sonrasında Atatürk, İslam dünyasında yaşayan bir efsane haline gelmişti.
Kemal Günü (18 Kasım 1938)
Atatürk'ün erken ölümü, İslam dünyasını derin bir yasa soktu. Atatürk'ün ölümü nedeniyle İslam ülkeleri bayraklarını yarıya indirdiler, okulları tatil ettiler, günlerce yas tuttular, camilerde Atatürk'ün ruhuna dualar okuttular.
Pakistan'ın milli kahramanı Muhammet Ali Cinnah, başkanı olduğu İslam Ligi örgütüne hemen bir çağrıda bulundu. 18 Kasım 1938 Cuma gününün bütün Hindistan'da “Kemal Günü” olarak anılmasını istedi. “İslam'ın en büyük evladı” diye adlandırdığı Atatürk'ün kaybı nedeniyle Hindistan Müslümanlarının derin üzüntülerini beyan etmeleri için Hindistan'da il, ilçe ve köy teşkilatlarının toplantılar yapmasını istedi.
18 Kasım günü, bütün Hindistan'da ‘Kemal Günü” olarak anıldı. Bütün Müslüman dükkânları, okulları ve kamu kuruluşları, Atatürk'e saygı amacıyla kapatıldı. Camilerde Atatürk'ün ruhuna dualar okundu.
M. Ali Cinnah
Örneğin, Hindistan Biher Eyaleti Sarasam İslam Ligi, 18 Kasım 1938 “Kemal Günü” anmasında Hasan Shah Sur Camisi'nde Kuranlar okutarak, hatimler indirterek Atatürk'ü saygıyla andı. Cuma namazında camideki toplantıda Atatürk'ün önemli özellikleri anlatıldı. “Yeri doldurulmaz bu kayıp” nedeniyle Türklere baş sağlığı mesajı gönderildi.
Doğu Bengal'de Daulatpur Publa Union İslam Ligi ise “Kemal Günü” anmasını Daulatpur Cami Okulu binasında gerçekleştirdi. Burada cuma namazından sonra cami imamı Maulvi A.K.M. Abdur Rahman, Atatürk'ün ruhuna Fatiha okudu. Ardından da mevlit okundu.
Hindistan Bengal Teppera Eyaleti Rupsa İslam Birliği Sekreteri, Türkiye'nin Kalküta Başkonsolosluğu'na gönderdiği bir telgrafta şu bilgileri veriyordu: “Bölgemizde bulunan 300'den fazla cami yetkilisine, 18 Kasım gününü ‘Kemal Günü' olarak anmalarını, o gün cuma namazından sonra mevlit okutmalarını ve açık toplantılar düzenleyerek İslam'ın şerefli çocuğunun ruhu için dua etmelerini rica etmiştim. Bütün bu camilerde dua edilmiş olduğu bana bildirildi “ (Kemal Günü hakkındaki detaylar için bkz. Şimşir, s. 236, 436-438,454-474)
Anlaşılan o ki, Hindistan'da “Kemal Günü” diye adlandırılan 18 Kasım 1938 Cuma günü bütün camilerde Atatürk'ün ruhuna Fatihalar okundu. Hindistan camilerinde Atatürk için gıyabi cenaze namazı (guhbana namazı cenaze) kılındı. Hindistan'ın bütün eyaletlerinde günlerce “Atatürk yası” tutuldu. Atatürk'ün ölümü nedeniyle Mısır'da 7, İran'da da 11 gün yas ilan edildi.
Sözün özü: Türkiye'den kilometrelerce uzakta Hindistan'da Muhammed Ali Cinnah'ın çağrısıyla 18 Kasım 1938 Cuma günü tüm camilerde cuma namazında Atatürk rahmetle anılırken, Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nde 24 Temmuz 2020'de Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, camide cuma namazında Atatürk'ü “lanetle” andı.
0 notes
Text
TBMM'yi kurdu.
Sadece 16 gün sonra…
Asar-ı Atika Müdürlüğü kurulması talimatı verdi.
Daha “vatan” diyebileceğimiz bir toprağımızın kalıp kalmayacağı bile belli değilken, kültür varlıkları müdürlüğü tarafından envanter çalışmasına başlanmasını, ören yerlerinin tespit edilmesini istedi.
Memleketi “kültür” üzerine inşa etmek istiyordu.
Kültür yoksa, kültür kökleştirilmezse, içselleşmezse, savaşı kazansak bile ayakta kalabilmenin mümkün olmadığını düşünüyordu.
“Kan deryası” olarak nitelendirdiği Sakarya Savaşı olanca şiddetiyle devam ederken, işgal kuvvetleri Ankara'nın burnunun dibine kadar yaklaşmışken, top sesleri şehirden duyulurken, Meclis'in Kayseri'ye taşınma ihtimali varken, akıbetimiz belirsizken…
“Eti müzesi” kurulması için talimat verdi!
Kurtuluş Savaşı kazanıldı.
Cumhuriyet ilan edildi.
“Eti müzesi” olarak ortaya koyduğu fikir, Anadolu Medeniyetleri Müzesi olarak
hayata geçirildi.
Topkapı Sarayı'nı müze yaptı.
Efes antik kentini müze yaptı.
Bergama antik kentini müze yaptı.
1921-1936 yılları arasında…
Ankara arkeoloji müzesinin,
Ankara etnografya müzesinin,
Konya Mevlana müzesinin,
İzmir, Diyarbakır, Antalya, Sivas, Adana, Edirne, Kayseri, Tokat, Kütahya, Samsun, Van, Alanya, İznik, Silifke, Manisa, Amasya, Bursa, Afyon, Denizli, Isparta, Niğde, Kırşehir, Sinop
ve Çanakkale müzelerinin açılmasını sağladı.
15 yılda 30 müze açtırdı.
Hitit ve Asianik Araştırmalar Derneği tarafından Fransa'da yayınlanan Hitit dergisinin sponsoruydu.
Fransız tarih ve arkeoloji profesörleri tarafından yayına hazırlanan derginin künyesinde “Gazi Mustafa Kemal'in himayesinde yayınlanmaktadır” ibaresi yeralıyordu.
Arkeolojik kazıları başlattı.
Alacahöyük…
Mustafa Kemal'in talimatıyla “ilk milli arkeolojik kazı” oldu.
Defalarca uğradı, kazı alanını gezdi, buluntuları inceledi.
Ankara'nın simgesi olan güneş kursu 1935 yılında bulundu.
Duyar duymaz derhal Alacahöyük'e geldi, heyecanı ve mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
1924'te sırf bu iş için İzmir'e gitti, Efes antik kenti'ni gezdi.
Bergama antik kenti'ni gezdi.
Vahdettin'le Almanya seyahatinde, Türkiye'den götürülen Zeus Sunağı'nı incelemişti, o gün neler hissettiğini, üzüntüsünü Bergama'da anlattı.
(1917 yılında Vahdettin henüz veliahtken Almanya'ya gitmişti, heyetinde Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal de vardı.
10 gün Berlin'de kaldılar.
Şehri dolaşırlarken Kaiser Friedrich Müzesi'ne de uğradılar.
Pergamon Müzesi'nin inşaatı henüz bitmemişti, Zeus Sunağı bugün Bode Müzesi olarak tanınan Kaiser Friedrich Müzesi'nde sergileniyordu. Tam olarak sığmadığı için bir bölümü yerleştirilmişti, bütünüyle sergilemek için Pergamon Müzesi'ni yapıyorlardı.
35 metre genişliğinde, 33 metre derinliğinde, 15 metre yüksekliğindeki devasa mermer sunak, arkeolojik sömürgeciliğin farkında bile olmayan Abdülhamid'in verdiği özel izinle kaçırılmıştı.
Bergama Akropolü'nden adeta çiçek gibi koparılmış, parça parça sandıklara yüklenmiş, yüzlerce mandanın çektiği kağnı filosuyla Dikili'ye taşınmış, savaş gemisiyle Almanya'ya götürülmüştü.
Abdülhamid'in hatasını, kardeşi Vahdettin çaresizlikle seyrediyordu…
Mustafa Kemal o günü hep sızıyla hatırlayacaktı, “büyüleyici ama kahrediciydi” diyordu.)
Antalya'ya her gidişinde Aspendos'u gezdi.
Hasankeyf'in yüzey araştırması 1932 yılında Mustafa Kemal'in talimatıyla başlatıldı.
1933'te ilk kazması vurulan Truva kazılarını, elde edilen bulguların korunmasını, bizzat
takip ediyordu.
9 Eylül 1922'de işgalciler denize dökülürken, İzmir cayır cayır yanarken, Sardes antik kentine ait buluntular çalınmıştı.
Çünkü…
Manisa Salihli'deki Sardes antik kenti Osmanlı döneminde Amerikalılar tarafından kazılıyordu. Buluntular İzmir'e taşınmış, bugünkü İzmir Atatürk Lisesi'nin depolarına yerleştirilmişti.
İzmir cayır cayır yanarken Amerikan konsolosluğu fırsat bu fırsat diye düşünmüş, Sardes buluntularını 56 sandığa yerleştirerek, New York'a göndermişti; Metropolitan Müzesi'ne teslim edilmişti.
Kelimenin tam manasıyla yangından mal kaçırılmıştı!
Mustafa Kemal bunu asla unutmadı.
Cumhuriyet ilan edilir edilmez son derece sert bir dille diplomasi başlattı.
53 sandık dolusu eserimizi 1924 yılında geri aldı.
Üç sandık hakkında “biz de bulamıyoruz, kayıp” filan demişlerdi ama, hiç olmazsa gerisi kurtulmuştu.
1933 yılında Üniversite Yasası hazırlanıyordu.
Taslakta yeralmıyordu, bizzat yazdırdı, “arkeoloji entitüsü”nü monte ettirdi.
Dikkatle okumanızı rica ediyorum…
“Tabiatın esrar dolu sinesine hergün daha çok girmekte olan insan zekası, realiteye kavuşmak için, insanlık tarihini aydınlatacak ilimler bulmuştur. Arkeoloji işte o ilimlerin başında gelir. Tarih, bu ilimlerin bulduğu belgelere dayandıkça temelli olur. Bizim topraklarımızdaki tarih belgelerimizin her bir parçası, bizim kültürümüzün aynasıdır” diyordu.
“Ne Mutlu Türküm Diyene” kavramının, kökeni buydu… Irk, din, dil, hatta zaman farkı gözetmeden, bu topraklarda varolan, bizden'di.
Nazi zulmünden kaçan Alman biliminsanlarına kucak açarak, “çiviyazıları bilimi”nin Türkiye'de öğrenilmesini sağladı.
Yüzyıllardır el sürülmeden duran Sümer tabletlerinin bilim dünyasına sunulmasını sağladı.
Üniversitede Sümeroloji bölümü açılmasını sağladı.
Sümeroloji adını Mustafa Kemal koydu.
Türkiye'nin ilk güzel sanatlar müzesini 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı'nın Veliaht Dairesi'nde kurdurdu, bizzat açtı.
Osman Hamdi bey, Şeker Ahmet paşa, Hüseyin Avni Lifij, İbrahim Çallı, Nazmi Ziya, Hikmet Onat, Ayvazovski, Pierre Bonnard ve Maurice Utrillo'nun eserleri sergileniyordu.
“Bir millet ki resim yapmaz, heykel yapmaz, itiraf etmeli ki, o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur” diyordu.
Sanatçıları onore etmekle yetinmiyor, maddi açıdan desteklenmesi için tüm devlet kurumlarının bütçe ayırmasını istiyordu.
1935… Osman Hamdi bey'in öğrencisi, Fikret Mualla'nın hocası olan Şevket Dağ sergi açmıştı.
Son gün Mustafa Kemal geldi.
Hangilerinin satıldığını sordu.
Maalesef tabloların hiçbirine alıcı çıkmamıştı.
“Serginizi görmeye milli eğitim bakanı, milli savunma bakanı, başbakan gelmedi mi?” diye sordu.
Hepsi gelmişti.
Genel sekreteri Hasan Rıza'ya döndü.
“Bu kadar bakan içinde bir gören olmamış demek ki… Biz bu şaheserleri Çankaya'ya götürelim de daha yakından seyredelim” dedi.
Kendi parasıyla satın aldı.
Hat, tezhip, minyatür, ebru gibi geleneksel sanatlarımızın yaşlanan ustalarıyla birlikte yokolmasını önlemek istiyordu.
Bu amaçla, kız enstitülerinde, erkek sanat okullarında ders olarak okutulmasını sağladı, geçmişten geleceğe aktarılmasını sağladı.
Başkent'te inşa edilen yeni kamu binalarında, mutlaka çini, vitray, taş süsleme sanatlarından örnekler kullanılmasını istiyordu.
Afet İnan'ın aktardığına göre, Kızkulesi'ne Fatih Sultan Mehmet'in heykelini yaptırmayı tasarlıyordu. Kızkulesi'nin yanından ne zaman geçse, orada böyle bir abide görmek istediğini söylüyordu.
Mimar Sinan hayranıydı.
Türk Tarih Kurumu'na talimat verdi.
Bilimsel araştırma yapılmasını, Mimar Sinan'ın vücut ve yüz hatlarına en uygun heykelinin ortaya çıkarılmasını istedi.
Süleymaniye külliyesindeki mezarı açıldı.
Kafatasından ve kemiklerinden ölçüm yapıldı, boyu tespit edildi.
Kayseri'de dünyaya geldiği Ağırnas köyüne gidildi. O yörede doğup büyüyen yurttaşların karakteristik fotoğrafları çekildi.
Mimar Sinan'a dair nesilden nesile aktarılan menkıbeler toplandı.
Bu araştırmalar çerçevesinde, Sinan'ın yüzünü sembolize eden bir madalyon hazırlandı, Mustafa Kemal'e sunuldu, onay alındı.
Bugün Türkiye'nin dört bir yanında bulunan Mimar Sinan heykellerinin tamamı, işte o madalyondan türetildi.
Mimar Sinan'ın yanısıra Kanuni Sultan Süleyman'ın Barbaros Hayrettin'in ve İbni Sina'nın heykellerinin yapılmasını istemişti.
Beşiktaş'taki Barbaros Anıtı mesela, 1944'te İsmet İnönü tarafından açıldı. O anıtın yapımına Mustafa Kemal'in sağlığında başlanmıştı.
1924…
Topkapı Sarayı'nı geziyordu.
Hırka-i Saadet Dairesi'nde kutsal emanetler bölümüne geldi.
Sancak-ı Şerif'i görmek istedi.
Sandığından çıkarıp, masaya serdiler.
Herkes büyülenmiş gibi bakarken, Mustafa Kemal sert bir ifadeyle, “Sancak-ı Şerif bu değil, aslı nerede, aslını getirin” dedi.
Topkapı'ya adeta bomba düşmüş gibi oldu.
Panik yaşandı, kısa süre sonra vaziyet anlaşıldı.
Siyah renkli orijinal Sancak-ı Şerif çürümüş parçalanmıştı, onun yerine yeşil renkli Sancak-ı Şerif dikmişlerdi!
Lime lime olmuş orijinal sancak, sandığın dibinde torbadaydı.
Mustafa Kemal'i özellikle “tarih” konusunda kandırabilmek mümkün değildi; kulaktan dolma değil, daima somut bilgi sahibiydi.
1931… Türkiye'nin “milli” adını taşıyan ilk kütüphanesi için, İzmir Milli Kütüphanesi için arsa tahsis ettirdi.
Bina yapılması için bütçe tahsis ettirdi.
İnşaat halindeyken iki defa bizzat denetledi.
29 Ekim 1933'te Cumhuriyet'in onuncu yıldönümünde açılmasını sağladı.
1934… Türkiye'ye ziyarete gelen İran Şahı'nı İzmir'e götürdü, İzmir Milli Kütüphanesi'ni gezdirdi.
Dünya tarihinde misafir devlet başkanını kütüphaneye gezmeye götüren ilk ve tek devlet başkanıydı
Ankara'nın ilk orkestrasını kurdu.
1923…
Zeki Üngör, Makam-ı Hilafet Filarmoni Müzikası'nda başkemancıydı.
Henüz hilafet kaldırılmamıştı.
Mustafa Kemal mektup yazdı, Ankara'ya çağırdı.
“Artık beraber çalışacağız” dedi.
Zeki Üngör liste yaptı; piyanist Sadir, viyolonist Halim ve Nedim, flütist Kadri'yi Ankara'ya getirdi. Başkent'in ilk orkestrası Çankaya Köşkü'nde Mustafa Kemal'e konser verdi.
Bu tadımlıktı…
Bilahare, 85 kişilik orkestra kuruldu.
Osmanlı Bankası'nın tren istasyonundaki ambarına yerleştiler.
Halka açık senfoni konserlerine bu ambarda hazırlandılar.
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın nüvesini oluşturdular.
Şahane dans ederdi.
1935…
Sovyetlerin en ünlü opera ve bale sanatçıları, efsane besteci Dmitri Şostakoviç liderliğinde Türkiye'ye geldi.
Beş hafta kaldılar, İstanbul, Ankara ve İzmir'de 23 konser verdiler.
Mustafa Kemal tarafından bu turneye öylesine önem veriliyordu ki, Sovyet sanatçılara bakanlarımızın makam otomobilleri tahsis edilmişti.
Lev Oborin, Nikita Magarof, David Oistrakh, Lev Steinberg, Valeriya Barsova, Maria Maksakova, Aleksandr Pirogov, Ivan Zhadan, Penteleimon Nortsov, Natalia Dudinskaya, Asaf Messerer
Turnenin sonunda konuk sanatçılar onuruna Ankara'da balo tertiplendi.
Mustafa Kemal, Bolşoy'un sopranosu Maria Maksakova'yı dansa kaldırdı, vals yaptı.
Saat 22'de başlayan balo, sabah 7'ye kadar sürdü!
Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda buluşmuştu: “Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor.”
Tiyatronun hamisiydi.
Gölge oyunu ve kukla tiyatrosunun yaşatılması için çaba harcıyordu.
Gölge oyunu ve kukla için “Türk'ün canlı sineması” diyordu.
Sinema perdesine bakıyor…
Küresel propaganda gücünü görüyordu.
Henüz 1920'de şunları söylemişti:
“Sinema öyle bir keşiftir ki, gün gelecek, dünya medeniyetinin veçhesini, barutun, elektriğin, kıtaların keşfinden daha çok değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak uçlarında oturan insanların birbirlerini tanımalarını, sevmelerini temin edecektir. Sinema, insanların arasındaki görüş ve gör��nüş farklarını silecektir. Sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz.”
Sinemayı Harf Devrimi'nin yaygınlaşması için kullandı.
Sessiz filmlerdeki alt yazılar İngilizce veya Arapça'ydı.
MetroGoldwyn, Paramount, Kemal Film, Majik Film, Opera Film, İris film gibi sinema tüccarlarıyla temas kuruldu, maliyeti Milli Eğitim Bakanlığı tarafından karşılandı, alt yazılar Türk alfabesine çevrildi.
1923…
İzmir İkiçeşmelik'te Ankara Sineması vardı.
Türkiye'nin ilk sinemacısı Cemil Filmer işletiyordu.
Mustafa Kemal, eşi Latife'yle birlikte geldi, locaya oturdular.
Salona baktı, hınca hınç doluydu, herkes erkekti.
“Cemil neden hiç kadın yok?” diye sordu.
Elbette biliyordu aslında…
“Paşam kadınlara yalnız salı günleri sinema gösteriyoruz” cevabını duyar duymaz, yaverine döndü, “salonun yarısını boşaltın, bizi karşılamak için dışarda biriken kadınları davet edin” dedi.
Kadınlar alkışlayarak ve ağlayarak salonu doldurdu.
Koridorlar bile tıklım tıklım kadın oldu.
Hep birlikte “Şarlo İdama Mahkum” filmini seyrettiler.
Milattı…
Kadın-erkek birarada, tarihimizde ilk kez işte böyle film izledi.
1930…
Ayasofya bugün anlattıkları gibi aslında cami olarak kullanılmıyordu.
Harabeyi andırıyordu, perişan durumdaydı.
Avlusu kahvehane olarak işletiliyordu.
Restore ettirdi.
1934'te müze yaptı.
(“Din, Allah ile kul arasındaki bağdır, softa sınıfının din simsarlığına asla müsaade edilmemelidir, dinden maddi menfaat temin edenler tiksinti verici kimselerdir” diyordu.)
Memleketi “kültür” üzerine inşa etmek istiyordu.
Kültür yoksa, kültür kökleştirilmezse, içselleşmezse, savaşı kazansak bile ayakta kalabilmenin mümkün olmadığını düşünüyordu.
E bakıyoruz bugün…
Temelleri kültür üzerine oturtulan pırıl pırıl Türkiye Cumhuriyeti'ni, yetiştikleri merdivenaltı tarikat eğitimiyle, ruhunda ot bitmeyen bedevi çölüne çevirmeye çalışanları ibretle seyrediyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk'ün ne kadar vizyoner, ne kadar haklı olduğunu bir kez daha görüyoruz.
1 note
·
View note
Text
Son zamanlarda II. Abdülhamit, üstün özellikle-re sahip, dini bütün, siyaset dehası bir “ulu ha-kan” olarak tanıtılıyor.
Aslında bu “Ulu Hakan II. Abdülhamit” portresi, “Abdülhamit'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” diyen Necip Fazıl'a ait-tir. Buna karşı bir de Abdülhamit karşıtlarının “Kızıl Sultan II. Abdülhamit” portresi vardır.
Peki, ama gerçek nedir? Ulu hakan, kızıl sultan ikileminin ötesindeki gerçek II. Abdülhamit kimdir?
OPERADAN HOŞLANAN BİR PADİŞAH
II. Abdülhamit dünyaya kapalı ve bağnaz bir hükümdar değildi. Dünyayı takip eden, Fransızca bilen, sanatla ilgilenen; klasik müzikten, operadan, tiyatrodan zevk alan, polisiye romanlar okuyan, gençliğinde içki içen, el sanatlarına meraklı, iyi bir marangoz, bir hayvansever, eğitime önem veren, çağdaş okullar açan ve her geçen gün kan kaybe-dip dağılan Osmanlı'yı çok zor koşullarda ayakta tutmaya çalışan bir monarktı.
Aslında operadan, tiyatrodan, klasik müzikten hoşlanan, borsa ve faizle zengin olan, içki fabrika-ları kurulmasına izin veren ve sürekli öldürülme korkusu yaşayan gerçek II. Abdülhamit, bugün siyaseten kurgulanmak istenen
II. Abdülhamit'e hiç benzemiyor. II. Abdülhamit her bakımdan zor bir dönemde ve çok kötü koşullarda padişah oldu. Ayrıca saray da pek güvenli bir yer değildi. Bir süre önce amcası Abdülaziz öldürülmüş, ardından ağabeyi V. Murat delirmiş, üç ayda tahttan indirilmişti. II. Abdülha-mit tahta oturur oturmaz 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) başlamıştı.
ABDÜLHAMİT'İN KAYBETTİĞİ TOPRAKLAR
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı çok toprak kaybetti. Öyle ki savaşmadan masa başında kay-bedilen topraklar bile vardı. Örneğin 1878'de Yu-nanistan Osmanlı'dan toprak istedi. II. Abdülhamit büyük devletlerin de baskısıyla 1881'de Teselya ve Narda'yı Yunanistan'a verdi. İşin ilginç tarafı, II. Abdülhamit, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Te-selya'yı savaşarak geri aldı, ancak savaş sonrasın-da büyük devletlerin baskısıyla Teselya'yı 1897'de yeniden Yunanistan'a bırakmak zorunda kaldı.
1878'de Kıbrıs'ı da bir miktar para karşılığında İngiltere'ye bıraktı.
1881'de Fransa Tunus'u işgal ettiğinde II. Abdül-hamit, Mithat Paşa'yı kendisine teslim eden Fran-sa'nın Tunus'u işgaline sessiz kaldı. (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı, C.1, Kısım 1, 2. Baskı, s.24, 25).
1882'de Mısır İngilizlerce işgal edildiğinde II. Ab-dülhamit değişik vehimlerle Mısır'a asker gönder-medi. Yusuf Hikmet Bayur, Abdülhamit'in, Mısır'a gidecek askerin orada gördüklerinden gözünün açılacağı endişesiyle Mısır'a asker göndermediğini yazıyor. (Bayur, age. s.33).
II. Abdülhamit döneminde kaybedilen diğer top-raklar da şöyle:
1878 Berlin Antlaşması'yla Batum, Ardahan, Kars, Oltu, Kağızman Ruslara, Kotur kazası ve civa-rı İran'a, Bosna Hersek Avusturya'ya bırakıldı. Bul-garistan önce özerk, sonra bağımsız oldu. Karadağ, Sırbistan ve Romanya bağımsız oldu. Şarki Rumeli Eyaleti kuruldu ve önce özerk, sonra bağımsız oldu.
Girit fiilen Yunanistan'a geçti.
II. Abdülhamit döneminde İngiltere, Kıbrıs ve Mısır'ı alarak adeta Akdeniz'e yerleşti.
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı, toplamda 1.600.000 kilometrekareye yakın toprak kaybetti.
ABDÜLHAMİT, HİLAFET VE ALMANYA
1897 Yunan zaferi, Abdülhamit'in İslam dün-yasındaki şöhretini artırdı. İngiltere ile rekabete giren Almanya, Abdülhamit'in bu şöhretinden yararlanmak için İslam halifesinin koruyucusu gi-bi davranmaya başladı. 1898'de Kayzer Wilhelm, İstanbul'a gelip II. Abdülhamit'i ziyaret etti. Ora-dan Anadolu'ya geçip Suriye ve Filistin'e gitti. Kudüs'te Alman Luteryen Kilisesi'ni açtı. Suriye'de Müslüman kılığına girip Selahad-din Eyyübi'nin türbesini ziyaret etti. Şam'da yaptığı konuşmada, “Halifenin ve halifeye saygı duyan 300 milyon Müslümanın dostu olduğunu” söyledi. (Bayur, age, s. 130. Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, I. Kitap, s. 148).
Sonuçta “Abdülhamit'in Panisla-mizm politikası aslında Türkiye'yi sömürmek isteyen Alman emper-yalizminin ideolojik silahından başka bir şey değildi.” (Avcıoğlu, age, s. 148,149).
Alman emperyalizmin bu sila-hına karşı İngiltere, Kuveyt, Necit, Hicaz, Asir, Yemen mahalli liderle-rini ayaklandırdı. İngiltere, Kuveyt Şeyhi Müberek-üs-sabah, Vehhabi İmamı Abdürrahman İbnüs-Suut ve Yemen'de Zeydi İmamı Yahya b. Hamidüddin'i Osmanlı'ya karşı kullandı.
1897-1898 ve 1904'te Yemen, Osmanlı'ya karşı ayaklandı. 1905'te Yemen, isyancı İmam Yahya tara-fından ele geçirildi. 1911'e kadar Yemen isyanları devam etti.
1904'te Kuveyt ve Halil Riyat bölgelerinde Osmanlı'ya karşı ayaklanma başladı. 1889'da Kuveyt Şeyhliği, İngiliz himayesine girdi. (Mufassal Osmanlı Tarihi, C.6, s. 3385).
1904'te Arabistan Necit'te Suudiler ayaklandı. 1906'da isyancı İbnüs-Suut, Halil ve Necit'i ele ge-çirdi.
1906'da II. Abdülhamit'ten rahatsız olan Fas sul-tanı, halifeyi “sahtekâr” diye adlandırdı. (Bayur, age, s. 212).
1885'te Sudan'da Abdullah-ut-taişi halifeliğini ilan etti. Sudan 10 yıl onun halifeliğinde kaldı. (Bayur, age, s. 41). 1896'da İngilizler Sudan'a girdi. Abdülhamit bu İngiliz işgaline sessiz kaldı.
Yusuf Hikmet Bayur'un ifadesiyle “İngiltere, padişah ve halifeyi perişan bir hale getirmiş ve sonunda onu ve Kayzer'i tamamen yenmiştir.” (Bayur, age, s. 125).
Abdülhamit döneminde ne İslam birliği sağla-nabildi, ne de Müslümanlar emperyalizme karşı bir araya gelebildi. Abdülhamit'in halifeliği, Os-manlı'nın sömürülmesini ve toprak kaybetmesi-ni de önleyemedi. Turgut Özakman'ın ifadesiyle “İlginçtir ki, bütün Müslüman ülkeler, hilafetin kaldırılmasından (1924) sonra bağımsızlıklarına kavuşmuştur.”
ABDÜLHAMİT'İN EKONOMİK BAĞIMLILIĞI
1854'te ilk dış borcunu alan Osmanlı, yüksek faizler nedeniyle borçlarını ödeyemeyerek 1876'da iflas etti. Avrupalı alacaklı devletlerle Osmanlı arasında 20 Aralık 1881'de Muharrem Kararname-si imzalanıp Duyunu Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi kuruldu. İngiltere, Fransa, Almanya, Avus-turya, İtalya gibi alacaklı ülkelerin temsilcilerinden oluşan Duyunu Umumiye Meclisi, Osmanlı'nın tuz ve tütün tekelleri, pul, müskirat, balık resimleri, bazı illerin ipek öşürleri ve daha başka vergilerine el koydu.
Duyunu Umumiye, tütün üretimini ve ticaretini yönetmek için jandarmalı tütün rejisi kurdu. Tütün rejisi kazanırken, tütün üreticisi kaybetti.
II. Abdülhamit ne Duyunu Umumiye'nin Osman-lı'nın temel gelirlerine el koymasına engel olabil-di, ne de bu jandarmalı tütün rejisini kaldırmaya cesaret edebildi.
Osmanlı, 1854-1914 arasında toplam 42 dış borç anlaşması yaptı. II. Abdülhamit de 1877, 1886, 1888, 1890, 1891, 1893, 1894, 1896, 1902, 1903, 1904, 1905, 1908 yıllarında borç anlaşmaları yaptı.
YERLİ- MİLLİ HİÇBİR ŞEY YOK
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'da yerli-milli neredeyse hiçbir şey yoktu. II. Abdülhamit döne-minde yerli bir şirket kurulmadı. 19. yüzyılda tek anonim şirketimiz 1850'de kurulan Şirket-i Hayri-ye'dir. II. Abdülhamit demiryolları, madenler, ban-kalar, belediye hizmetleri, (su, havagazı, elektrik, telefon, tramvay, tünel vb) sanayi kurumları, li-manlar, ticaret vb. her şeyi imtiyazlı yabancı şir-ketlere teslim etti. Osmanlı Bankası bile adı dışında yabancılarındı.
Demiryollarını yabancılara yaptıran II. Abdül-hamit, demiryolu yapacak şirkete kâr garantisi verir. Bunun için Duyunu Umumiye, eyaletlerin vergi gelirlerine önceden el koyar. 99 yıllık imtiyaz sözleşmeleri imzalanır. Demiryollarının iki tarafın-daki 20'şer km'lik alandaki madenler, ormanlar, kömür yatakları demiryolu yapan yabancı şirkete bırakılır. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya, Osmanlı'dan imtiyaz koparabilmek için birbiriyle yarışır. Bastıran, gücünü gösteren yabancı devlet, Osmanlı'dan güzel bir imtiyaz koparır. Almanların Bağdat demiryolu imtiyazını almaları gibi…
II. Abdülhamit dönemindeki bu imtiyaz savaşı is-ter istemez rüşvet çarkının hızla dönmesini sağlar. Doğan Avcıoğlu şöyle diyor: “Saray erkânı demir-yolu, tramvay, elektrik ve gaz tesisleri imtiyazları-nı yabancı şirketlere peşkeş çekerek büyük kârlar sağlamışlardır.” (Avcıoğlu, age, s. 209, 210).
Osmanlı'da 1867'den itibaren yabancıların top-rak satın almalarına izin verilmişti. II. Abdülhamit de yabancılara toprak sattı.
1882-1900 arasında 20 bin kadar Rus Yahudi-si Filistin'e yerleşti. II. Abdülhamit'in Yahudilere toprak satmadığı iddia edilse de yeni ortaya çıkan belgeler Abdülhamit'in Yahudilere de toprak sattı-ğını kanıtlıyor. (Bkz. Sezai Balcı, Mustafa Balcıoğlu, Rothschıldler ve Osmanlı İmparatorluğu).
YABANCI ELÇİLER VE KONSOLOSLAR
Osmanlı'da II. Abdülhamit döneminde yabancı elçilerin ve konsolosların etkisi büyüktü. ABD bile 1831-1911 arasında Osmanlı'da 50'ye yakın konso-losluk açıyor. Devlet adamları, yabancı elçilere ve konsoloslara yaranmaya çalışıyor. II. Abdülhamit elçilerin ve konsolosların isteklerini yerine getiriyor. 1898'de Lord Salsböri şöyle diyor:
“Çin ve Türkiye o kadar zayıftır ki, her önemli me-selede daima yabancı devletlerin öğütleri üzerine yürürler.” (Bayur, age, s. 127).
II. Abdülhamit, İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupalı devletlere karşı çok çekingendi. Örneğin, 1901'de şahsi bir alacak meselesi nedeniyle Fransız donanması Midilli Adası'nı ve gümrüklerini işgal ediyor. Ertesi gün II. Abdülhamit, tüm Fransız istek-lerini kabul ediyor. (Bayur, age, s. 156). 1905'te II. Abdülhamit'e bir suikast düzenledi. Suikastın ele-başı Edward Jorris adlı suikastçı yakalandı. Belçika, kapitülasyon haklarına dayanarak bu kişinin ancak kendi mahkemelerinde yargılanabileceğini savun-du. Buna rağmen Jorris yargılanıp idama mahkum edildi. Ancak -Mithat Paşa'yı öldürten, Namık Ke-mal gibi onlarca aydını sürgün eden- II. Abdülha-mit, yabancıların baskısıyla Edward Jorris'i affetti, hatta onu kendi hizmetine alıp maaşa bağladı.
KÖYLÜ PERİŞAN
II. Abdülhamit 1918'de öldüğünde cenazesi kal-dırılırken kadınların, “Bizi refah içinde yaşatan padişahım bizleri bırakıp nereye gidiyorsun?” diye ağladıkları anlatılır. 1911-1918 arasındaki 7 yıllık savaşın yarattığı yokluk ve yoksulluk or-tamında bu serzeniş çok normaldir. Ancak II. Ab-dülhamit döneminde halkın, özellikle köylünün durumu pek iç açıcı değildi. Üretim yetersizdi. Her şey, buğday bile dışarıdan alınıyordu. Köylü, ağır vergi ve uzun askerlikle eziliyordu. II. Abdülha-mit'in 1906'da “şahsi vergi” ve “hayvan vergisi” biçiminde iki yeni vergi koyması üzerine Anado-lu'da vergi ayaklanmaları başladı. Kastamonu, Erzurum, Trabzon, Sivas, Giresun, Kayseri, Bitlis'te halk ayaklandı. Özellikle Erzurum isyanı sırasında jandarma ve halk birbirine girdi. Ölenler oldu.
II. Abdülhamit döneminde askerlerin durumu da iyi değildi. Maaşlarını zamanında alamıyorlar, zor koşullarda yaşıyorlardı.
II. Abdülhamit -darbe yaparlar korkusuyla- Os-manlı donanmasını Haliç'te çürüttü. Sonraki dö-nemde adaların kaybedilmesinde bu hatanın etki-si büyüktü.
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'da 50'den fazla yabancı okul açıldı. Fakat denetlenemedi. Bu yabancı okullarda misyonerlik faaliyetleri görüldü. Hristiyanlık propagandası yapıldı. Hatta bazı Ame-rikan okulları Ermenileri kışkırttı.
II. Abdülhamit bir istibdat/baskı rejimi kurdu. Aydınlara göz açtırmadı. Mithat Paşa'yı Taif'te boğdurdu. Namık Kemal ve çok sayıda aydını hapislerde çürüttü, Fizan'a sürgün etti. Abdül-hamit'in şerrinden kurtulmak isteyen birçok aydın yurtdışına kaçtı. (Jön Türkler). İstan-bul'da her taraf hafiyelerle doldu. Her gün sara-ya sayısız jurnal verildi. İnsanlar birbirini şika-yet etti. Üç kişinin bir araya gelmesi yasaklandı. Sabahın erken saatlerinde evler basılıp insanlar tutuklandı. Yıldız Mahkemesi'nde adalet yoktu.
Basına sansür uygulandı. II. Abdülhamit'in hoşlanmadığı haberler gazetelere koyulmadı. Örneğin devrimler, suikastlar, Rus Çarı II. Niko-la'yı incitecek haberler, Balkanlarda karışıklık vb. haberler yasaktı.
II. Abdülhamit'in bir de yasaklı kelimeleri vardı: Yıldız, tepe, hürriyet, vatan, millet, cum-huriyet, hal, grev, suikast, anarşi, sosyalizm, kargaşa, müsavat (eşitlik), Kanuni Esasi, Kıbrıs onlardan bazılarıydı. Hatta Sultan Abdülaziz'i çağrıştırdığı için “horoz” (çünkü horoz dövüştü-rürdü) ve II. Abdülhamit'in uzun burnunu çağ-rıştırdığından “burun” sözcükleri ile “Girit” ve onu çağrıştıran “geride” sözcükleri bile yasaktı. Bir önceki padişahın adı olan “Murat” ve veliah-tın adı “Reşat” da yasaklı kelimeler arasındaydı.
30 yıllık II. Abdülhamit sansürü 1908'de hür-riyetin ilanıyla son buldu.
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'nın Avrupa topraklarının önemli bir bölümü kaybedilmişti.
Gerçek şu ki, II. Abdülhamit, bir siyasal deha gösterip imparatorluğun dağılıp parçalanmasını önleyemedi. Osmanlı'dan ayrılıp özerk olmak isteyen topluluklar özerk, bağımsız olmak isteyenler bağımsız oldu. İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeler Osmanlı'dan her istediğini aldı. Emperyalizm, 33 yıllık II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'yı sömürdü. II. Abdülhamit'in Osmanlı'nın ömrünü uzattığı iddiası da sorunludur. Çünkü Abdülhamit döneminde emperyalizm “hasta adam” Osmanlı'yı henüz paylaşmış değildi. Emperyalist devletler arasında paylaşım kavgası vardı. Bu nedenle “hasta adamı” öldürmeyi değil, son nefesine kadar süründürüp sömürmeyi kendi çıkarları açısından daha uygun buluyorlardı. Osmanlı'nın ölüm fermanı I. Dünya Savaşı'na girişidir.
II.Abdülhamit dönemindeki tüm bağımlılıklara Atatürk son verdi: Duyunu Umumiye'yi işlevsizleştirdi, tütün rejisini, kapitülasyonları kaldırdı. Osmanlı borçlarını ödedi. Türkiye'nin yabancıların elindeki demiryolu, liman, maden vb. tüm zenginlik kaynaklarını yabancılardan satın alıp millileştirdi. Dış borç almadan yerli-milli-devletçi kalkınmayı gerçekleştirdi. Yabancı elçiliklerin, konsoloslukların şımarıklıklarına son verdi. Yabancı okulları denetim altına aldı. Her şeyden önce de emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşıyla bu toprakları yeniden vatan yaptı.
Siz kendinizi kandırmaya devam edebilirsiniz, ama evlatlarımızı kandırmaktan vazgeçin! Çocuklarımıza II. Abdülhamit'i “rol model” olarak göstermeyin. Bağımsız ve çağdaş bir Türkiye'nin rol modeli Mustafa Kemal Atatürk'tür.
2 notes
·
View notes
Text
1919'du.
İzmir işgal edildi.
Ertesi gün, İstanbul'da Asri Kadınlar Cemiyeti kuruldu.
Bu topraklarda kurulan ilk kadın örgütüydü.
Daha ortada Tbmm filan yoktu.
Cumhuriyet'in hayali bile yoktu.
Türk kadını cemiyet kurdu.
Halide Edip, Meliha, Sabahat, Naciye, Münevver Saime, Şukufe Nihal, Nakiye, Zekiye hanımlar… Direniş başlattılar, İzmir'in işgalinden dört gün sonra Üsküdar'da protesto mitingi düzenlediler, 40 bin kişi katıldı.
Fatma Seher.
Aralarında kendi kızının da bulunduğu, neredeyse tamamı kadınlardan oluşan 300 kişilik müfrezesi vardı.
İnönü'de Sakarya'da Dumlupınar'da çarpıştı, Ege dağlarında vuruştu, 9 Eylül 1922'de İzmir'e ilk giren süvarilerimizin arasındaydı.
Onbaşı olarak başladı, üsteğmen olarak emekliye ayrıldı.
Nezihe Muhiddin.
15 Haziran 1923'te, henüz Cumhuriyet ilan edilmeden önce “kadın şurası” topladı.
Cumhuriyet Halk Fırkası bile kurulmadan önce, 13 kadınla birlikte Kadınlar Halk Fırkası adıyla siyasi parti kurma kararı aldı, resmi kuruluş dilekçesini verdi.
Cumhuriyet tarihinin ilk siyasi partisi olacaktı.
Ancak, o dönemin seçim kanununa göre kadınların siyasi temsili mümkün olmadığı için, parti kuruluşunu gerçekleştiremedi.
Kadınlar Halk Fırkası, Türk Kadınlar Birliği adıyla derneğe dönüştü.
Sabiha.
1927 yılında Yüksek Mühendis Mektebi'ne, bugünkü adıyla İstanbul Teknik Üniversitesi'ne girdi, İTÜ'nün ilk kız öğrencisi oldu, 1933 yılında mezun oldu, Türkiye'nin ilk kadın inşaat mühendisi oldu.
Bir başka çok çok önemli ilk'i vardı.
Sporcuydu, İTÜ'de öğrenciyken voleybola başlamıştı, üstün yetenekti.
Fenerbahçe'nin kadın voleybol takımına girmişti ama, kadınlar liginden vazgeçtik, başka kadın voleybol takımı bile yoktu.
Fenerbahçe erkek voleybol takımıyla idman yapıyordu.
Erkek takımının kaptanı Bedii Süheyl'di, fikir ondan çıktı, “Sabiha'yı neden bizim takımda oynatmıyoruz?” dedi.
Yönetmeliğe baktılar, “erkek takımlarında kız oyuncu yeralamaz” diye bir ibare yoktu.
Yıl 1929'du…
Sabiha formayı giydi, sahaya çıktı.
Üstelik, kaptanlık bandı Sabiha'nın kolundaydı.
Takım beş erkek ve bir kadından oluşuyordu, kaptan kadındı!
Sabiha'nın yeraldığı Fenerbahçe erkek voleybol takımı, 1929 yılı sezonunda hiç yenilmeden, İstanbul Şampiyonluğu'nu kazandı.
Şampiyon erkek takımının, kaptanı kadın'dı.
Sadece Türkiye'de değil, dünyada ilk'ti.
1935…
Türkiye'de Dünya Feminizm Kongresi düzenlendi!
36 ülkeden tamamı kadın 360 delege katıldı.
Türkiye'yi 24 delege temsil etti.
Türk Kadınlar Birliği Başkanı Latife Bekir'di.
Yardımcıları Aliye Esad, Lamia Refik ve Nermin Muvaffak'tı.
Ayrıca, 1935 seçimlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne giren Türkiye'nin ilk kadın milletvekilleri de oradaydı.
Yıldız Sarayı'nda düzenlendi, bir hafta sürdü, konuşmaların yapıldığı kürsünün arkasında iki büyük Türk Bayrağı vardı.
Bayraklarımızın arasına “Justice-Adalet” yazılı pankart asılmıştı.
Konuşmalar Fransızca, Almanca, İngilizce yapıldı.
Hukuk önünde kadın-erkek eşitliği, eşit eğitim hakkı, eşit meslek hakkı, ekonomik özgürlük hakkı üzerinde duruldu.
“Çocuk gelin” sorununa dikkat çekildi.
Savaşların, tek tek farklı ülkelerin değil, evlatların ölmesi sebebiyle “dünya kadınlarının ortak sorunu” olduğuna dikkat çekildi.
Türk Kadınlar Birliği Başkanı Latife Bekir, konuşmasını Fransızca yaptı.
“Türk kadınını haremin kafeslerinden kurtarıp, parlamento kürsüsüne getiren, Türk kadınını erkeğinin yanında hak ettiği yere davet eden Mustafa Kemal Atatürk'e minnet borcumuz var” dedi.
Satı.
1935'te TBMM'ye seçilen ilk kadın milletvekillerinden biriydi.
Beş çocuk annesiydi.
1890 doğumluydu.
Ama hep “19 Mayıs 1919'da doğdum” diyordu.
“O tarihten evvel nefes alıyorduk ama, insan gibi yaşamıyorduk” diyordu.
Zehra Say medeni kanunla evlenen, Türkiye'nin resmi nikahlı ilk kadını oldu, 1926'da.
Suat Berk ilk kadın hakimimiz, Nebahat Sarıyal ilk kadın savcımız, Süreyya Ağaoğlu ilk kadın avukatımız oldu, 1925'te.
Yüksek yargı üyesi ilk kadınımız Melahat Ruacan, sadece Türkiye'nin değil, dünyanın ilk Yargıtay hakimi oldu, 1945'te.
Fürüzan İkincioğulları ilk kadın Danıştay başkanımız oldu, 1994'te.
Ferdane Bozdoğan ilk kadın diş hekimimiz oldu, 1924'te.
Esma Deniz ilk diplomalı hemşiremiz oldu, 1924'te.
Kamile Şevki Mutlu ilk kadın tıp profesörümüz oldu, 1935'te.
Sabire Aydemir ilk kadın veteriner hekimimiz oldu, 1937'de.
Bugün bile hâlâ kadınların kahkaha atmasına tahammül edemiyorlar ama, Selma Emiroğlu ilk kadın karikatüristimiz oldu, 1943'te.
Nüzhet Gökdoğan ilk kadın gökbilimcimiz, ilk kadın dekanımız, 1933.
Saffet Rıza Alpar ilk kadın rektörümüz, 1972.
İclal Ersin ilk kadın muhasebecimiz ve ilk kadın banka müdürümüz, 1928.
Jale İnan ilk kadın arkeoloğumuz, 1943.
Gül Eser ilk kadın muhtarımız, 1933.
Müfide İlhan ilk kadın şehir belediye başkanımız, 1950.
Türkan Akyol ilk kadın bakanımız, 1971.
Behice Boran ilk kadın siyasi parti başkanımız, 1975.
Tansu Çiller ilk kadın başbakanımız, 1993.
Filiz Dinçmen ilk kadın büyükelçimiz, 1982.
Lale Aytaman ilk kadın valimiz, 1991.
Özlem Bozkurt ilk kadın kaymakamımız, 1992.
Bedriye Tahir Gökmen ilk kadın pilotumuz oldu, 1933'te.
Sabiha Gökçen ilk kadın savaş pilotumuz oldu, 1937'de.
Semiha Es dünyanın ilk kadın savaş muhabiri unvanı kazandı, 1950'de.
Leman Bozkurt Altınçekiç sadece Türkiye'nin değil, NATO'nun ilk kadın jet pilotu oldu, 1958'de.
Adile Tuğrul, Mualla Bayülken, Münevver Erdoğdu, Nermin Şen ilk hosteslerimiz, 1946.
Yıldız Uçman ilk kadın paraşütçümüz, 1935.
Dilhan Eryurt, NASA'da görev yapan ilk Türk kadını, 1961.
Tülin Tepedeldiren ilk kadın komando subayımız, 1999.
Feriha Tevfik ilk Türkiye güzelimiz oldu, 1929'da.
Keriman Halis Ece ilk dünya güzelimiz oldu, 1932'de.
Zehra Kosova Durmaz ilk kadın sendikacımız, 1933.
Dervişe Koç ilk kadın sendika başkanımız, 1955.
Emel Gazimihal ilk kadın radyo spikerimiz, 1937.
Nuran Devres ilk kadın televizyon spikerimiz, 1968.
Samiye Cahid Morkaya ilk kadın otomobil yarışçımız, 1932.
Asıme Şahsuvaroğlu resmi otomobil ehliyeti olan ilk kadınımız, 1934.
Afife İpek ilk kadın zabıtamız, Erzurum belediyesinde görev yapıyordu, 1952.
Feriha Saner ilk kadın emniyet müdürümüz, 1953.
Hikmet Cengiz ilk kadın komiserimiz, 1957.
İlgi Öztuncer ilk kadın kaptanımız, 1959.
Seher Aytaç ilk kadın makinistimiz, 1990.
Nesrin Olgun, Manş'ı yüzerek geçen ilk kadın sporcumuz, 1979.
Lale Orta ilk kadın futbol hakemimiz, 1986.
Tennur Yerlisu ilk kadın dünya şampiyonu sporcumuz, 1987.
Sabiha Bengütaş ilk kadın heykeltıraşımız, 1924.
Seniha Sami Moralı ilk kadın müzecimiz, 1927.
Semiha Berksoy ilk kadın opera sanatçımız, 1934.
Cahide Sonku ilk kadın film yönetmenimiz, 1949.
Yıldız Moran eğitim almış ilk kadın fotoğrafçımız, 1950.
Aliye Berger ilk kadın gravürcümüz, 1951.
İnci Özdil ilk kadın orkestra şefimiz, 1983.
Beyza Bilgin ilk kadın vaizimiz, 1962.
Akp grup başkanvekili Özlem Zengin, Ak parti gelene kadar bu ülkede kadın kelimesinin adı bile yoktu dedi, 2020!
1 note
·
View note
Text
Ayasofya'nın Bizans eserleri için müze haline konulması bilmem ki tefsire muhtaç mıdır? Atatürk'ün geniş ve yüksek fikrini… toleransını… hakikat arayıcılığını… Ve memleketin içtimai ve ilmi bünyesinde vücuda getirdiği hayırlı değişimin derin izlerini, hiçbir şey bu sade misal kadar belirtemez.” (İsmet İnönü, 8 Şubat 1937, Ulus)
Geçtiğimiz haftadan beri Ayasofya'yı tartışıyoruz. Ayasofya'nın yeniden cami olmasını isteyenlerin ortaya attığı bazı iddialar, akıllara durgunluk veriyor. İşte bugün, Atatürk'ün Ayasofya'yı neden ve nasıl müzeye dönüştürdüğünü anlatarak Ayasofya konusundaki o iddialara belgelerle cevap vereceğim.
İNSANLIĞIN ORTAK
KÜLTÜR MİRASI
Ayasofya, 537-1453 arasında kilise, 1453-1934 arasında cami, 1934'ten beri de müze olarak kullanıldı. Dolayısıyla yaklaşık 1000 yıl kilise, 500 yıl ise cami olarak hizmet veren Ayasofya, toplamda yaklaşık 1500 yıllık, Hıristiyan-Müslüman ve Bizans-Osmanlı “ortak kültür mirası” durumundadır.
Fatih Sultan Mehmet, 1453'te İstanbul'un fethinden sonra “fethin sembolü” ve “kılıç hakkı” mantığıyla ve cami ihtiyacını karşılamak için Ayasofya'yı kiliseden camiye çevirmişti.
16 Mart 1920'de İngilizler, İstanbul'u resmen işgal ettiler. 1923 sonlarına kadar devam eden o işgal sırasında Yunanistan'ın isteği ile İngilizler, bir ara Ayasofya'yı, “çan” takıp kiliseye çevirmeyi düşündüler. Ancak hem Türk kamuoyunun baskısı hem de Hindistan Müslümanlarının tepkisiyle karşılaştılar. Atatürk'ün başkomutanlığında Milli Mücadele'nin kazanılmasıyla Ayasofya'nın kilise olması önlendi.
Ayasofya, Cumhuriyet ilan edildikten sonra, 1923-1934 arasında cami olarak hizmet vermeye devam etti. Hatta Atatürk'ün 1932'de dinde Türkçeleştirme çalışmalarını gerçekleştirdiği camilerden biri de Ayasofya'ydı.
AYASOFYA’NIN MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLME NEDENLERİ
Atatürk, 20. yüzyılda, Ayasofya'ya, “kılıç hakkı” mantığıyla değil, “uygarlık eseri” gözüyle baktı. Atatürk, Ayasofya'ya “dinsel bir fanatizmle” değil, “kültürel bir bütünsellikle” yaklaştı; Ayasofya'yı cami ve kilise olmasının ötesinde “insanlığın ortak kültür mirası” olarak gördü.
Ayasofya'nın müzeye dönüştürülme kararının arkasında Atatürk Cumhuriyeti'nin yeni tarih görüşünün, yeni insan modelinin ve yeni uygarlık algısının izdüşümleri vardır. Bu bağlamda Atatürk Anadolu'daki bütün uygarlıklara -Türkiye tarihinin bir parçası olarak- sahip çıkmış; o uygarlıkları açığa çıkarmak için kazılar yaptırmış, o uygarlıkların gün ışığına çıkarılan eserlerini sergilemek için de müzeler kurdurmuştu. Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesi de bu yaklaşımın bir eseriydi. Atatürk, nasıl ki Anadolu'da Hitit, Frig, Lidya, İyon vb. Anadolu uyarlıklarının eserlerini sergilemek için birçok ilde arkeoloji müzeleri, Ankara'da bir Etnografya Müzesi'ni kurdurmuşsa; Osmanlı eserlerini sergilemek için İstanbul'da Topkapı Sarayı Müzesi'ni kurdurmuşsa; Bizans ve Osmanlı eserlerini sergilemek için de İstanbul'da Ayasofya Müzesi'ni kurdurmuştu.
1937'de “Financial Times”, Türkiye Cumhuriyeti özel sayısı için Başbakan İsmet İnönü'den Atatürk'le ilgili bir yazı istemişti. İnönü, 5 Şubat 1937'de Cumhuriyet, 8 Şubat 1937'de Ulus gazetelerinde de yayımlanan yazısında şöyle demişti: “Bu memleket, toprağının bir köşesinde, Bizans'tan veya Roma'dan yeni bir eser bulacaklar diye korkardı. Şimdi toprak altından yeni eserler çıkarmaya kendisi çalışıyor. Son Alacahöyük kazıları Tarih Cemiyeti'nin teşebbüsüdür. Neticeler şimdiden dünyanın dikkatini çekmiştir. Ayasofya'nın Bizans eserleri için müze haline konulması bilmem ki tefsire muhtaç mıdır? Atatürk'ün geniş ve yüksek fikrini… Toleransını… Hakikat arayıcılığını… Ve memleketin içtimai ve ilmi bünyesinde vücuda getirdiği hayırlı istihalenin derin izlerini, hiçbir şey bu sade misal kadar belirtemez.”
Ayasofya'nın 1934'te müzeye dönüştürülmesi, herhangi bir dış baskıyla değil, doğrudan doğruya Atatürk'ün özgür iradesiyle verdiği bir karardır. O günlerde Türk-Yunan dostluğunu güçlendirildiği ve Balkan Antantı'nın kurulduğu doğrudur, ancak Ayasofya'nın Türk-Yunan dostluğu ve Balkan Antantı için verilen bir “taviz” olduğu yalandır. Atatürk bu kararı, birilerinin baskısıyla veya birilerini memnun etmek için vermedi; Atatürk bu kararı, tamamen kendi “hümanist” ve “barışsever” dünya görüşü, “bütünsel ve derinlikli” tarih anlayışı ve “insanlığın ortak kültür mirasına” katkıda bulunma isteğiyle verdi.
Falih Rıfkı Atay şöyle diyor: “Ayasofya doğrudan doğruya Atatürk'ün emri üzerine müzeye çevrilmiştir. (…) Atatürk, tarih ve sanat değerini düşünerek Ayasofya'yı müze yapmıştır. Yanında idik. O yapmıştır, hükümet değil. Asla Yunanlıyı düşünerek yapmamıştır.” (Falih Rıfkı Atay, Atatürk Ne İdi, s. 49,50, 138)
İsmet İnönü'nün 1937'de “Financial Times”ın, Türkiye Cumhuriyeti özel sayısı için yazdığı Atatürk konulu yazıdan bir bölüm. (8 Şubat 1937, Ulus.)
Ayasofya'nın müze olma süreci
Ayasofya, birden bire değil, 1931-1934 yılları arasında 4 yıl devam eden bilimsel, sanatsal çalışmalardan sonra müze oldu.
Ressam Hüseyin Avni (Litij), 22 Aralık 1926 tarihli Vakit gazetesinde “Ayasofya'nın Tamiri” başlıklı makalesinde ilk kez Ayasofya'nın “sanat tarihi” açısından taşıdığı önemden söz etmişti. Yazıda, “Bizans inceliğinin şaheserleri göz göre göre çöküp giderken sanat duygusuyla mütehassıs insanlar bu acıya ilgisiz kalamazlar” demiş ve Sanayi Nefise Encümeni'ni göreve çağırmıştı.
Cumhuriyet hükümeti, 1929'da Sultanahmet Camii'ni restore ettiriyordu. Atatürk, 7 Eylül 1929, saat 11.30'da Sultanahmet Camii'ne giderek caminin onarımı hakkında bilgi almış; bu tarihi caminin süratle ve en iyi şekilde onarılmasını istemişti. Atatürk oradan Ayasofya Camii'ne geçmiş, orada da incelemelerde bulunmuştu. Atatürk, bu ziyareti sırasında Ayasofya'nın harap halini görmüş ve yetkilileri uyarmıştı. İşte Atatürk'ün bu ziyaretinden sonra Ayasofya'nın hem restorasyonuna hem de sanatsal ve tarihsel değerini açığa çıkaracak bilimsel çalışmalara başlandı. Böylece Ayasofya'nın müze olma süreci de başlamış oldu.
7 Haziran 1931 tarihli ve 11195 sayılı “Gazi Mustafa Kemal” imzalı Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile Amerikan Bizans Enstitüsü'nün kurucu müdürü Amerikalı Arkeolog Prof. Thomas Whittemore'a, Ayasofya'da sıvaların altında kalan mozaikleri çıkarma izni verildi. Prof. Whittemore, Uzman Mimar Macit Bey eşliğinde 1931'de mozaikleri gün yüzüne çıkarmaya başladı. Prof. Whittemore mozaik çalışmalarını sürdürürken Prof. Schneider de Ayasofya dışında yaptığı kazılarla 415'te yapılan binanın kalıntılarını ortaya çıkardı.
14 Kasım 1932'de Yunus Nadi, Cumhuriyet'te “Ayasofya'nın Mozaikleri: İlme Hürmet Lazımdır” başlıklı yazısında Ayasofya'dan “insani ve tarihi bir abide” olarak söz etmişti. Yunus Nadi şöyle demişti: “Amerikalı âlim mozaikleri temizlerken biz de etraftaki atıkları kaldırarak insanlığa olduğu kadar memleketimize de şeref olan bu yüksek medeniyet eserini Türklüğe de şeref verecek bir vaziyete dönüştürmüş olalım. Bize düşen vazife budur, onun karşısında bize yakışabilecek fikir ve hareket budur. Artık Ayasofya dini bir mabet olmaktan ziyade insani ve tarihi bir abidedir.” Aynı gün yine Cumhuriyet'te Halil Ethem Bey'in, Ayasofya mozaikleri için “Bunlar artık dini değil, yalnız ilmi mahiyeti haiz, yüksek kıymetli eserler” diye bir beyanatı yayınlanmıştı. Yunus Nadi'nin bu yazısı, Halil Ethem'in bu beyanatı, Ayasofya'nın gerçekten de “insanlığın ortak kültür mirası” yaklaşımıyla müze yapılacağını gözler önüne sermektedir.
Böylece bir taraftan restorasyon, mozaik ve kazı çalışmaları devam ederken diğer taraftan da Ayasofya'nın müze olması gündeme geldi. Çünkü Ayasofya'da yapılan çalışmalarla ortaya çıkarılan Bizans eserlerinin, Hıristiyanlık temalı mozaiklerin sergilenmesi gerekiyordu. Aksi halde cami olarak kullanılan bir yapıda bu tür sanat eserlerini ortaya çıkarmanın bir anlamı yoktu. Ayasofya'da gün yüzüne çıkarılan paha biçilmez sanat eserlerini (mozaik vb.) sergilemenin tek yolu orayı müzeye dönüştürmekti.
Atatürk, Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen'den bir komisyon kurup bu konuda çalışma yapmasını istedi. Abidin Özmen de İstanbul Müzeler Müdürü Aziz Ogan başkanlığında bir komisyon kurdu. Bu komisyon Ayasofya'nın müze olması hakkında bir rapor hazırladı. Bu rapor doğrultusuna Ayasofya müzeye dönüştürüldü.
24 Kasım 1934'te müzeye dönüştürülen Ayasofya, 1 Şubat 1935'te 11 kuruş giriş ücretiyle ziyarete açıldı.
Kararnamedeki imza meselesi
Atatürk'ün Naim Hazım'a 8 Kasım 1934'te ‘Ülkü Onat' soyadını verirken attığı imza. K ve t'nin üzerinden uzanan birer çizgi, klasik imzasının aksine Atatürk'ün ‘A'sı büyük. Ayasofya Kararnamesi'ndeki imzanın neredeyse aynısı.
24 Kasım 1934 tarihli Ayasofya Kararnamesi'ndeki Atatürk imzası. ‘Atatürk' soyadıyla attığı ilk imza. K ve t'nin üzerinden uzanan birer çizgi var, klasik imzasının aksine Atatürk'ün A'sı büyük. Bu imza, Atatürk'ün klasik imzasının ilk halidir.
Ayasofya'yı müzeye dönüştüren 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesi'ndeki imzanın Atatürk'e ait olmadığını iddia edenler var. Onlara göre birincisi, kararname çıktığında henüz Atatürk'e soyadı verilmemişti! İkincisi, kararnamedeki imza Atatürk'ün klasik imzasına benzemiyor ve bu imzaya başka hiçbir yerde rastlanmıyor! Ancak her iki iddia da temelsizdir. Birincisi, Meclis tutanaklarına göre Atatürk'e soyadı Ayasofya Kararnamesi'nin çıktığı gün, 24 Kasım 1934'te verildi. Belli ki Atatürk, soyadını aldığı gün “Atatürk” soyadıyla ilk resmi imzasını bu kararnameye attı. İkincisi, Atatürk, soyadını almadan 15 gün önce, “Atatürk” imzasını gayri resmi olarak kullanmaya başlamıştı. 8 Kasım 1934 tarihinde Naim Hazım Bey'e, “Ülkü Onat” soyadını verirken de Ayasofya Kararnamesi'nde görülen o imzayı kullanmıştı. Dolayısıyla Atatürk'ün Ayasofya Kararnamesi'ndeki imzasının başka bir belgede olmadığı doğru değildir. Bu iki imzanın, Atatürk'ün kısa süre sonra kullanmaya başlayacağı o klasik Atatürk imzasına benzememesi ise çok doğaldı. Çünkü Atatürk daha yeni soyadı almıştı ve henüz imzası hamdı, oturmamıştı; o bildiğimiz klasik imza şeklini almamıştı.
Ayasofya Kararnamesi'nin Resmi Gazete'de yayımlanmamasına gelince, kimi vakıf eserlerinin kuruluş amacı dışında sosyal ve kültürel amaçlar için kullanılmasına izin veren kararnameler Resmi Gazete'de yayınlanmayabilir.
Ayrıca 1934'te Atatürk sapasağlamken, iç ve dış politikada önemli kararlar alırken, kültür işlerine, özellikle müzelere çok büyük önem verirken, dahası Ayasofya'nın müze yapılması için bizzat bir komisyon kurdurmuşken, Atatürk'ün imzasını taklit ederek bir Bakanlar Kurulu kararı çıkarıp Atatürk'ten habersiz Ayasofya'yı müze yapmak neyin nesidir? Bu mümkün müdür Allah aşkına? “Bu kararname Atatürk öldükten sonra hazırlandı!” demek de mantıksızdır. Çünkü Ayasofya, -basın haberlerinden de rahatlıkla görüldüğü gibi- Atatürk öldükten sonra değil, Atatürk sağken, 1934'te müze yapıldı. Hatta Ayasofya Müzesi açıldıktan 5 gün sonra, 6 Şubat 1935'te Atatürk gidip Ayasofya Müzesi'ni gezdi. Dolayısıyla aslında bu kararnamenin sahte olup olmamasının pek bir anlamı yoktur. Bu kararname hiç olmasa bile Ayasofya'nın 1934'te Atatürk tarafından müze yapıldığı gerçeği değişmez.
“Ayasofya'nın bir kısmı müze yapıldı, bir kısmı cami olarak bırakıldı!” iddiası da gerçek dışıdır. Başlangıçta bu durum tartışılmış, ancak daha sonra Ayasofya'nın tamamıyla Bizans-Osmanlı Eserleri Müzesi olmasına karar verilmişti. (Hâkimiyeti Milliye, 8 Eylül 1934)
Atatürk'ün 1930'larda, faşizm çağında “insanlığın ortak kültür mirası” mantığıyla Ayasofya'yı müze yapması, onun aynı zamanda çağını aşmış bir “kültür, sanat ve barış insanı” olduğunu gösteren nadide bir örnektir.
0 notes
Text
Bizzat sağlık bakanı çıkıp, koronavirüs salgını başladığından beri Türkiye'de geçen yıllara oranla toplam ölüm sayısının bile azaldığını açıklıyorsa… İşsizlik sayısının azalması neden yadırgatıcı olsun?
AB'ye girdik diye bu memleketin başkentinde güpegündüz havayi fişekler fırlatılıyorsa, kamyonun üstüne çıkıp zafer turu atan asrın liderimiz “bayramımız kutlu olsun, hedef tam üyelikti, tam üyelik alındı, hamdolsun başardık, bizim hükümetimize nasip oldu” diyorsa… İşsizlik sayısının azalmasına niye hayret ediyorsunuz?
Gözümüzün içine baka baka “biz iktidara gelmeden önce evlerde fırın mı vardı, buzdolabı mı vardı, tomografi yoktu, ambulansları köpekler çekiyordu, cenaze yıkayacak imam bulamıyorduk, camiler ahır yapıldı” denebiliyorsa… İşsizlik sayısının azalması tuhaf mı?
“Başörtülü bacıma saldırdılar, erkek şahısların üstleri çıplaktı, kafalarında siyah bantlar vardı, erkeklik organlarını başörtülü bacımın başörtüsüne sürttüler, üstüne işediler” denebiliyorsa… İşsizlik sayısının azalması neden inandırıcı olmasın?
“2023'te yerli uzay mekiğimizin test uçuşlarına başlayacağız, uzaya güneş panelleri yerleştireceğiz, bunlarla elektrik üretip, radyo frekans dalgalarıyla yeryüzüne ulaştıracağız, büyümede Çin'i geçtik, petrol bulduk, Türkiye'ye en az 40 yıl yetecek kadar doğalgaz bulduk, enflasyon düştü, Almanya bizi kıskanıyor” denmesini acayip bulmadınız da… İşsizlik sayısının azalmasına mı şaştınız?
Nuh'un cep telefonu varsa, işsizlik niye azalmasın birader?
Marmaray'ı Abdülmecid dedemiz çizmedi mi?
Kolomb gemisiyle geldiğinde Küba'da cami görmedi mi?
Deve sidiği şifalı değil midir?
“Google'ı padişah Abdülhamid icat etti” demediler mi bu ülkede?
Bunların hepsi mantıklı da, işsizliğin azalması mı mantıksız?
Cehalet bilimi'dir bu.
Agnotoloji diye bir kavram var.
Kafa karışıklığı yaratmak için kasten yalan bilgi yayılmasını inceliyor.
Topluma gerçekler yerine palavralar pompalanıyor.
“Bilgi” kisvesi altında “bilgisizlik” yayılıyor.
Zihinler allak bullak ediliyor.
Cehalet öylesine yaygınlaşıyor ki, artık doğruya ulaşmak mümkün olmuyor, bu ortam sayesinde maddi veya siyasi çıkar elde ediliyor.
Yani… Zırcahil atmosferi bilinçli olarak yaratılıyor.
Peki bu iş nasıl yapılıyor?
Öncelikle “değersiz önemliler” çıkarılıyor.
Yazar veya akademisyen sıfatını taşıyan tipler “otorite”ymiş gibi piyasaya sürülüyor, aslında bunları kimse tanımıyor, ekranlara sık sık çıkarılarak tanınmaları sağlanıyor.
Mesleki açıdan hiçbir değer taşımadıkları halde, önemli hale getiriliyorlar.
Topluma “uzman” olarak pazarlanan bu “sahte şöhret”ler, en pespaye yalanları, en saçma argümanları savunmaya başlıyorlar.
Yüzleri kızarmadan, yüzlerinde kıl oynamadan, savundukları bilginin yalan olduğunu bile bile, doğruymuş gibi anlatıyorlar.
“Televizyon ekranında demokratik tartışma ortamı” ayaklarıyla, bilinçli olarak bulaştıra bulaştıra, cehaleti yayıyorlar.
Apaçık gerçekleri inkar ederek, “bakın böyle düşünen otoriteler var” dedirterek, toplumu sağlıklı düşünemez hale getiriyorlar.
Bazen sigara şirketlerinin çıkarları doğrultusunda yalanlar söyleniyor, mesela profesör unvanlı tipler çıkıp “kansere yolaçmadığını” anlatıyor.
Bazen gıda şirketlerinin çıkarları doğrultusunda yalanlar söyleniyor, mesela “GDO'nun zararlı olmadığı, aksine insanlığa faydalı olduğu” anlatılıyor.
Bazen ilaç şirketlerinin çıkarları doğrultusunda yalanlar söyleniyor, mesela kolesterol, diyabet, depresyon konusunda mucizevi ilaçlar öneriliyor, sihirli diyet hapları yutturuluyor.
Ve, algınızı yönetmek için bazen de…
Siyasi çıkarlar doğrultusunda yalanlar söyleniyor.
Toplumun gerçek bilgiye ulaşması, gerçek bilgi sahibi olması ne kadar engellenirse, iktidarlar o kadar güç sahibi oluyor.
İşsizliğin azalması, işte tam olarak böyle bir şey.
Düpedüz yalan olduğunu elbette kendileri de biliyor.
Ama açın lütfen televizyonları, doğru diye savunanları görürsünüz.
Çünkü gayet iyi biliyorlar ki…
Ellerinde kalan tek ve son umutları cehalet.
0 notes
Text
Mehmet.
Rönesans insanıydı.
Entelektüeldi.
Arapça, Farsça, Latince, İtalyanca, Rumca, Sırpça, henüz 19 yaşındayken altı lisan konuşurdu.
Felsefeye meraklıydı, milattan önceye ait Yunanca elyazmaları okurdu, filozofları etrafına toplar, Peripatosçuların, Stoacıların ilkelerini, Platon'u Aristoteles'i tartışırdı.
Coğrafyaya düşkündü, Batlamyus olarak tanınan Cladios Ptolemaios'un Geographia'sını incelerdi, matematiksel coğrafya kavramının miladı kabul edilen Geographia'da bölük pörçük yeralan haritaları, bütün haline getirtip yayınlattı.
Akdeniz, Ege ve Adriyatik'in girintilerini çıkıntılarını, derinliklerini, adalarını avucunun içi gibi bilirdi.
Mesela, Limni adasını vergi toplamak için almamıştı, stratejik önemi olduğu için almamıştı. Peki neden almıştı? Tin-i mahtum, yani “mühürlü toprak” adı verilen kırmızı renkli bir toprak türü var, sadece Limni'de bulunuyor, zehirlenmeye, yılan sokmasına karşı deva olduğuna inanılıyor, bezlere sarılıp yıkanıyor, süzme yoğurt gibi ağaçlara asılıyor, toz halinde kurutuluyor, tekrar çamur haline getirilip, bardak yapılıyor, bu bardağa konulan içecekte zehir varsa, bardak çatlıyor iyi mi… Limni'yi işte bu yüzden almıştı.
“Mühürlü toprak” örneğinde olduğu gibi, dünyanın henüz dünyadan haberi yokken, doğal kaynakları kullanırdı.
Astronomiyle ilgiliydi, özellikle, matematiksel sentez anlamına gelen ve 13 kitaptan oluşan Almagest'in Latince çevirisine bayılırdı.
Matematiğe trigonometri seviyesinde hakimdi… Çünkü, güneş'in ay'ın hareketlerini, yörüngeleri, yıldızları, ekinoksları izah eden Almagest'i kavrayabilmen için, mutlaka trigonometri bilmen gerekirdi.
Efsane astronom Ali Kuşçu'nun tee 1438'de hazırladığı yıldız kataloglarını, matematik teorilerini tekrar tekrar okur, adeta yutardı.
Bizans'a ait kitapların koleksiyonunu yapardı.
Ayasofya'ya dair neredeyse yazılmış tüm orijinal eserleri biriktirmişti.
Topkapı Sarayı'nda kurduğu kütüphanesinde ilk ciddi araştırma, 1929'da Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle gerçekleştirildi; Latince, Yunanca, İtalyanca, Farsça 587 eser tespit edildi.
Bunların dördü elyazması İlyada Destanı'ydı.
Bugün tüm dünyadaki kütüphanelerde en iyi korunabilmiş Bizans dönemi İlyada Destanı, onun kütüphanesinden çıkan elyazmalarından biridir.
İstanbul'un Konstantinopolis dönemine ait en eski şehir haritası, ondaydı.
Büyük İskender'in biyografisi olan Anabasis'in kopyası, kütüphanesinde yeralıyordu.
Homeros'un İlyada'sından o kadar etkilendi ki, kalkıp Truva'ya gitti. Yanından ayırmadığı vakanivüs Kritovulos'un notlarından biliyoruz, kalıntıları gezdi, Akhileus'un, Hektor'un mezarları hakkında bilgi aldı, kahramanlıklarını saygıyla andı. Truva'nın konumunu, denizle-karayla ilişkisinin stratejik yararını irdeledi.
Papa II. Pius'a yazdığı mektuptan anlıyoruz ki, İstanbul'un fethini Truva'nın rövanşı gibi görürdü.
Hobileri vardı.
Denizi çok severdi.
Oppianos tarafından kaleme alınan ve balıkçılık üzerine yazılmış en eski kitap olan Halieutika'yı okurdu.
Balıkçılık gelişsin diye, Pontus'u aldıktan sonra, 60 kadar Rum balıkçıyı aileleriyle birlikte getirdi, Sarıyer'e yerleştirdi.
Ezop'un fabllarını okurdu.
Merak yelpazesi çok genişti, Hipokrat'ı, lir sanatını, hayvanların özelliklerini, değerli taşları okurdu.
Kültür adamıydı, sanatçılara kol kanat gerer, ödüllendirirdi.
Şairdi.
“Avni” mahlasıyla şiirler yazardı.
Bağda gülden bahseden, yanağını kasdeder / serviden söz açanlar, endamını kasdeder / dilbere vasıl olmak dar-ı dünyadan murad / aşık, aşkın derdi ile dermanını kasdeder…
Mimariyi çok önemserdi.
Yaşadığı mekanları Alla Turchesca, İran, Karaman, Alla Greca tarzında inşa ettirirdi.
Hesap adamıydı, dünyanın en büyük kale burçlarına sahip olan Rumelihisar'ını fetih'ten iki yıl önce projelendirmişti, sadece dört ay gibi kısacık sürede yaptırmıştı. Duvar kalınlığı yedi metre, yüksekliği 28 metre olan, dokuz katlı Saruca Paşa Kulesi'nin en üst katını divanhane olarak kullanırdı, kubbesinin akustik ses düzeni eşsizdi.
Sofu değildi, hatta dindar olduğu bile pek söylenemez.
Galata'daki San Pietro kilisesine gidip, ayin izlerdi.
Seremoni sevmezdi, kalabalıklarla dolaşmazdı, inanması güç gelecek ama, seyyahların notlarından okuyoruz, kiliseye giderken yanında sadece iki koruma olurdu.
Yahudi, Rum farketmez, ustalarıyla dostluk kurardı.
İtalyan ekolünü beğenirdi.
Portresini İtalyan ressam Bellini'ye yaptırdı.
(Ecdadın torunları olduğunu iddia eden palavracı politikacılarımız sahip çıkmadığı için… En ünlü tablosu, maalesef, National Gallery koleksiyonuna dahildir, Londra'da Victoria Albert Müzesi'nde sergilenir.)
Kendisinde de ressamlık yeteneği vardı. Topkapı Sarayı'nda bulunan ve Ordinaryüs Profesör Süheyl Ünver tarafından günışığına çıkarılan defterinden biliyoruz. Roma büstlerini andıran insan figürleri, at, leylek, kartal gibi hayvan figürleri, çiçek motifleri çizmişti.
Gurmeydi.
Doymak için değil, lezzet tatmak için yerdi.
(Güvercin etini, kaz etini, keklik etini, kuzu etini severdi, et yemeklerine tarçın serpilirdi. Deniz ürünlerini en çok tüketen padişahtı, kekikli yılan balığı favorisiydi. Sabah sabah sarımsaklı sirkeli soğanlı balık çorbası içerdi. Her öğününde mutlaka karides ve istiridye bulunurdu. Yumurtaya bayılırdı; tavuklu böreğine, pirinç lapasına, kestaneli bulguruna, pidesine mutlaka yumurta konurdu.
Kelle, paça ve işkembe severdi. Mantı bağımlısıydı. Topkapı'nın mutfak defterlerine göre, 28 gün arka arkaya mantı yediği dönemler bile vardı. Sofrası sebzesiz olmazdı, kış aylarında pırasa, lahana ve ıspanak vazgeçilmezdi. Sonbahara girerken mutlaka sarı erik çorbası isterdi. Hayatı boyunca domates, biber, taze fasulye ve patates tatmadı, çünkü henüz Amerika keşfedilmemişti, bu sebzelerin anavatanı Amerika kıtasıydı, henüz Avrupa'ya geçmemişti. Lahana turşusunu tercih ederdi. Yoğurdunu gümüş tastan kaşıklardı. Hoşaflardan en çok üzüm hoşafına, şerbetlerden en çok naneli üzüm şerbetine tezahürat yapardı, yemekle beraber içerdi. Kışın yemeğin üstüne pekmez ve boza içerdi. Meyveler mevsimine göre elbette değişirdi ama, armudu, narı, çağlabademi ve inciri pek severdi, Üsküdar kaymağıyla sunulurdu. Tatlıya hiç dayanamazdı, muhallebi, zerde, baklava, sütlü kadayıf, helva, illa ki bal yerdi. Reçelleri her üç ayda bir tazelenirdi. Unu Bursa'dan, balı Malkara'dan, zeytini İzmit'ten, tuzu Eflak'tan, üzümü Ankara Kalecik'ten gelirdi. Patlıcan Çin'den gelirdi. Ekmeği, sepetle çeşit çeşitti, has ekmek, beç ekmeği, mirahor ekmeği, imam ekmeği, nohut ekmeği, şekerli ekmek, yağlı halka, simit, pide, beç poğaçası, canı hangisini çekerse onu yerdi.)
İlk altın sikke onun için bastırıldı. Üzerinde “darib'ün nadri sabih-ül-izzi vennasri, filberri velbahri” unvanı bulunuyordu. Yani “izzet sahibi, karaların ve denizlerin hakimi”ydi.
Aslına bakarsanız, bu sikkenin öyküsü de sanat merakından kaynaklanıyordu. Bizans ganimetlerini incelerken, İmparator 8. Palaeologos'un portresinin madalyon üzerine işlenmiş olduğunu gördü. Kendisi için bunun bir benzerini yaptırmak istedi, araştırdı, Constanzo di Moysis isimli sanatçıyı Napoli'de buldurdu, İstanbul'a getirtti. Böylece, madalyona işlenen ilk Müslüman hükümdar oldu.
Eğitimine beş yaşında başlandı, çocukluğundan itibaren harp tarihiyle, harp sanatıyla yetiştirildi. Kosova Meydan Muharebesi'ne babasının yanında katıldığında, henüz 16 yaşındaydı.
Ateşli silahları tasarım yapabilecek seviyede tanırdı. Tarihte ilk havan topunun çizimlerini, bizzat o yaptı, tarihte ilk havan topu İstanbul'un fethinde kullanıldı.
Gerçek manada dünya lideriydi.
Ve bugün, 29 Mayıs.
1453'ün yıldönümü.
E, bakıyoruz tee 567 yıl sonra “dünya lideriyiz” filan diye ortalıkta dolaşanlara…
Biz artık gülüp geçiyoruz ama, insan Fatih Sultan Mehmet'e hakikaten üzülüyor.
1 note
·
View note
Text
Bir tablo hayal edin.
Sanat eseri.
Miras.
Size ait.
Tuvali, Türkiye coğrafyası.
Boyası, şehit kanı, alın teri.
Her sabah uyanıyorsunuz…
Gururla seyrediyorsunuz.
Ama, birileri her sabah sizden önce uyanıp, o tablonun başına geçiyor ve orasına burasına minik minik fırça darbeleri atıyor.
Her sabah bir minik fırça darbesi.
Tablo küçük küçük değişiyor.
Aniden değil, milim milim.
Alıştıra alıştıra.
Yedire yedire.
Aradan yıllar geçiyor…
Tablo, orijinal tablo olmaktan çıkmış!
Komple değişmiş.
Dedim ya, kanıksamışsınız…
Bakıyorsunuz bakıyorsunuz, tablo hâlâ aynı tablo zannediyorsunuz.
Peki ne yapılabilir?
Fark, nasıl fark edilebilir?
Orijinalin aslında ne kadar değiştiği, ne hale getirildiği, ilk bakışta nasıl anlaşılabilir?
Tek çare var…
Kıyas.
Çıplak gerçeği görebilmek için, tablonun ilk haliyle, son halini yan yana koymalısınız.
Mesela, Bülent Ecevit…
Akp'den önceki son başbakanımızdı.
Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'den sonra toprak kazandıran tek liderdi.
Bu dönemde ise, vatan toprağı terkedildi.
Kıbrıs fatihi'ydi.
Bu dönemde ise, Ege'deki adalarımıza Yunan askeri oturdu, gık bile çıkarılmadı, mangal yaparak alay ediyorlar, silah yığıyorlar.
ABD ambargosunu filan tınlamamıştı, Kıbrıs'a çıkarken ABD ordusuyla vuruşmayı göze almıştı.
Bu dönemde ise, aynı ABD kafamıza çuval geçirdi.
Amerikan vatandaşını milletvekili olarak Tbmm'ye sokmamıştı.
Bu dönemde ise, aynı Amerikan vatandaşını TC'nin büyükelçisi yaptılar.
Tüm zamanların en kibar başbakanıydı, herhangi bir yurttaşa hitap ederken “sayın”sız cümle kurmazdı, en sert rekabet yürüttüğü siyasi rakipleriyle bile nezaket sınırlarını aşmazdı.
Bu dönemde ise “ananı da al git, kelle, vampir, insan müsveddesi, ölü sevici, siyasi sapık, boyunları tasmalı, sürüngen, ayyaş” filan havalarda uçuşuyor.
Mütevazı bir insandı, gayet mütevazı bir makam aracı kullanırdı, aracın mutlaka yerli malı olmasına özen gösterirdi, kırmızı ışıkta asla geçmezdi, yedi defa suikaste uğramasına rağmen zırhlı araca binmedi.
Bu dönemde ise, habire makam uçakları alınıyor, makam araçlarına servet dökülüyor, limuzinler jipler gırla gidiyor, devleti yönetenler sokağa çıktığında trafik durduruluyor, binlerce polis seferber ediliyor.
Ömrü boyunca üç oda bir salon mütevazı evde oturdu.
Bu dönemde ise, bin küsur odalı saray yaptırılıyor, devleti yönetenler Dolmabahçe sarayına, Yıldız sarayına, Huber köşküne, Vahdettin köşküne sığmıyor, Okluk koyu'na Ahlat'a saraylar yaptırılıyor.
Mükemmel Türkçe konuşurdu.
Bu dönemde Türkçe'ye bile savaş açıldı, Arapça dayatılıyor.
Şairdi, sanatçı dostuydu.
Bu dönem, sanata “ucube” deniyor, hapis tehdidiyle mahkemelerde süründürülen sanatçılara “alçak zihniyet, imansızlar” deniyor.
“Elele büyüttük sevgiyi” diyordu bir şiirinde… “Birlikte öğrendik seninle, avcumuzda yüreği çarpan kuşa sevgiyi / elele duyduk kumsalda, denizin milyon yılda yonttuğu taşa sevgiyi / tırtılları tanıdık seninle baharda, tırtılken daha sevmeyi öğrendik / sevgiden üreyen kelebeği, toprağı evimiz gibi sevdik seninle, birlikte sevdik kuru toprakta, ev küren köstebeği / köstebeğinden toprağına taşına, tırtılından kelebeğine kuşuna, elele sevdik bu dünyayı, acısıyla sevinciyle sevdik, yazıyla kışıyla sevdik / köy-köy, ülke-ülke, gökler gibi sardı dünyayı, yağmur gibi sızdı dünyaya, dünya kadar oldu sevgimiz / elele büyütüp elele derdik, elele derip insana verdik, verdikçe çoğalan sevgimizi” diyordu
Bu dönemde ise “kindar nesil” deniyor.
Çiftçi dostuydu, “Karaoğlan” lakabını bizzat çiftçi bir kadınımız takmıştı, haşhaş üretimi dahil, yabancıların Türk tarımına müdahale etmesine asla izin vermemişti.
Bu dönemde, samanı bile ithal eder hale geldik.
“Toprak işleyenin, su kullananın” diyordu.
Bu dönemde ise, topraklarımız yabancılara satıldı, “babalar gibi satarız” deniyor, “ülkemi pazarlamakla mükellefim” deniyor.
Maden işçileri başta olmak üzere, neredeyse tüm işçi hakları Ecevit döneminde kazanıldı.
Bu dönemde ise, maden işçileri köle haline getirildi, tarihin en büyük maden katliamı yaşandı, namuslu sendikalara savaş açıldı, işsizlik rekor seviyeye ulaştı.
CHP'yi kapatan darbeciler tarafından siyasetten yasaklanmıştı.
Bu dönem siyaset yapanların yasağını CHP kaldırdı.
Terörle mücadele etmişti.
Bu dönemde, terörle müzakere edildi.
Abdullah Öcalan'ı yakalayıp, hapse tıkmıştı.
Bu dönemde, Abdullah Öcalan'la pazarlık masasına oturuldu, Abdullah Öcalan'ın mektubuyla vatandaştan oy istendi, Pkk tanık yapıldı, Tsk sanık yapıldı, genelkurmay başkanı “terörist” ilan edildi.
Bülent Ecevit'in anne tarafından büyük dedesi Hacı Emin Paşa, Mekke'de 17 yıl şeyhülislam olarak görev yapmıştı, kutsal toprakları korumakla görevli olan Medine şeyhülharemi'ydi, vakıflar, medreseler kurdu, Hazreti Muhammed'in kabrinin de içinde bulunduğu Mescid'i Nebevi'nin 110 bin metrekaresinin tapusu, ona aitti. Kendisi rahmetli olunca, bu devasa mirası evlatlarına, torunlarına geçti. Bugünkü emlak değeri ne ediyor biliyor musunuz… 1 milyar 700 milyon dolar ediyor!
Hacı Emin Paşa'nın 70 mirasçısı bulunuyordu, bunlardan biri de Bülent Ecevit'ti.
Davalar açıldı, 2005 yılında sonuçlandı, Suudi Arabistan devleti istimlak bedeli olarak 340 milyon dolar ödemeyi kabul etti.
Dünyanın en namuslu siyasetçilerinden biri olan Bülent Ecevit, bu muhteşem mirastan kendisine düşen payı almadı, Atatürk tarafından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağışladı!
Evet, yanlış okumadınız… Servet değerindeki dede mirasını “Türk hacıların yararına kullanılması için, Türk hacılara ücretsiz konaklama yeri yapılması için” Diyanet'e bağışladı.
Bu dönemin diyanet'ini ise, 10 Kasım'da Atatürk'e bir fatiha okumayı bile çok gören, 19 Mayıs'ı 23 Nisan'ı 30 Ağustos'u 29 Ekim'i 9 Eylül'ü yok sayan diyanet'i anlatmama gerek var mı?
Suudi kralı mahkeme kararına rağmen, Bülent Ecevit'in Diyanet'e bağışladığı istimlak bedelini henüz ödemedi.
Bu dönemde ise, aynı Suudi kralına “Türkiye Cumhuriyeti Devlet Şeref Madalyası” takdim edildi, yetmedi, İstanbul Boğazı'ndaki 57 bin metrekarelik arazisine ayrıcalıklı imar izni verildi.
Ve bugün, 28 Mayıs.
Bülent Ecevit'in doğumgünü.
Akp'den önceki son başbakanımızı rahmetle anarken “tablo”yu kıyaslayalım istedim.
18 yılda neredeeeen nereye.
Her sabah uyanıp gururla bakıyoruz ama, şehit kanıyla, alın teriyle çizilmiş orijinal tablomuz mudur bugünkü tablo?
0 notes
Text
Biz şimdi Türklerle savaş halindeyiz. Türklere yenilirsek bütün etkimizi kaybedeceğiz…” (Amiral de Robeck'ten Lord Curzon'a telgraf, 26 Haziran 1920)
Tescilli Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının çok sevdikleri eski bir yalan, üstelik TBMM'nin açılışının 100. yılında, 23 Nisan 2020'de yeniden ısıtılıp gündeme getirildi; “Kurtuluş Savaşı'nda İngilizlerle savaşılmadığı” iddia edildi. İşte bugün, bu bayat iddiaya cevap vereceğim. Dünyada emperyalizme karşı kazanılan “ilk bağımsızlık savaşı” durumundaki “Türk Kurtuluş Savaşı”nın aslında neden bir Türk-İngiliz savaşı olduğunu anlatacağım.
TÜRKİYE'NİN İŞGALİ BİR İNGİLİZ PLANIDIR
İngiltere açısından I. Dünya Savaşı'nın temel amaçlarından biri Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamaktı. 1914'te İngiltere Harbiye Bakanı Lord Kitchener, “Türkiye'yi mahvedinceye kadar savaşa devam edeceğiz” demişti. (Avcıoğlu, s. 33)
İngiltere, I. Dünya Savaşı sonunda Türkiye'yi, adeta elini kolunu bağlayıp Yunanistan'ın önüne attı. Mondros Ateşkes Antlaşması ile Türkiye'nin silahlarını elinden aldı, ordularını dağıttı, limanlarına, tünellerine, tersanelerine, bütün yer altı ve yer üstü kaynaklarına el koydu. Bu antlaşmanın 7. ve 24. maddelerine dayanarak İngiltere Türkiye'yi doğrudan işgal etmeye başladı: 1918-1920 arasında Musul'u, Çanakkale'yi, İskenderun'u, Antakya'yı, Batum'u, Kilis'i, Ankara istasyonunu, Antep'i, Haydarpaşa istasyonunu, Konya istasyonunu, Turgutlu-Aydın demiryolunu, Maraş'ı, Birecik'i, Samsun'u, Urfa'yı, Merzifon'u, Kars'ı, İzmit'i, Marmara kıyılarını, Karamürsel'i, Mudanya'yı ve İstanbul'u işgal etti. Anadolu'ya “İngiliz kontrol subayları” ve “ajanlar” gönderdi.
İzmir'in işgal planını hazırlayanlardan biri de İngiliz Başbakanı Lloyd George'du. 15 Mayıs 1919'da İzmir'i işgal eden 16 Yunan gemisinin ve 2 Yunan muhribinin taşıdığı işgal donanmasına 4 İngiliz muhribi refakat etti.
İngilizler, İstanbul'da asker, sivil yurtseverleri tutuklayıp Bekirağa zindanlarına hapsettiler. İşbirlikçi Osmanlı Saray Hükümeti'nin yardımıyla hazırladıkları “kara listelerle” (black lists) Cevat Paşa, Mersinli Cemal Paşa, Ali İhsan Paşa, Yakup Şevki Paşa, Fahrettin Paşa gibi onlarca komutanı Malta'ya sürdüler. İngilizlerin Malta sürgünlerine karşılık Atatürk de Anadolu'daki -çoğu subay- 29 İngilizi esir aldı. (Şimşir, Malta sürgünleri, s. 39-76, 423, 453, 454)
Osmanlı Saray Hükümeti, İngilizlerin isteğiyle Anadolu'daki milli harekete karşı 1920'de iç savaş başlattı. 10 Nisan 1920'de “Şeyhülislam Dürrizade Fetvası” yayınlandı: “Kuvayı Milliyecilerin katli vaciptir” diyen bu ihanet fetvası, İngiliz uçaklarıyla, İngiliz zırhlılarıyla ve İngiliz subaylarıyla Anadolu'ya dağıtıldı.
18 Nisan 1920'de Osmanlı Saray Hükümeti, İngilizlerin de onayıyla Kuvayı Milliye'ye karşı Kuvayı İnzibatiye'yi (Halifelik Ordusu'nu) kurdu. Bu paralı ordunun görevi İzmit ve çevresindeki İngiliz tampon bölgesini millicilerden temizlemekti. Bu ihanet ordusunun silah ve cephanesini İngilizler sağladılar.
İngilizler, Noel gibi bazı casuslarıyla Güneydoğu Anadolu'da bazı Kürt aşiretlerini de isyana teşvik ettiler. “Kara Cumbo” adlı casusluk teşkilatıyla bilgi toplayıp Yunanlara verdiler.
İngiltere, bir taraftan işbirlikçi Osmanlı Saray Hükümeti eliyle, diğer taraftan Yunan ordusuyla milli harekete karşı çift yönlü bir savaş yürüttü.
İngiliz ordusunun 25 Haziran 1920'de Mudanya'yı işgali.
Anadolu'daki Yunan saldırısı, İngiliz-Yunan ortak hareketiydi
1920 yılı içinde Avrupa'da tam 102 oturum sonunda Türkiye'yi paramparça eden 433 maddelik Sevr Antlaşması hazırlandı. (Olcay, s. 1,445,589-599). İngilizler, -sözde tarafsızlık politikasına rağmen- Sevr Antlaşması'nı Ankara'daki TBMM'ye imzalatmak için Yunan ordularını Anadolu içlerine sevk ettiler. 17 Şubat 1920'de Lord Curzon, Amiral de Robeck'e “Yunan ordusuna Türklere saldırması için gerekli emri verdiğini” yazdı. (Ulubelen, s. 236). Doğan Avcıoğlu'nun ifadesiyle “22 Haziran 1920 Yunan ilerlemesi tamamen İngiltere'nin kontrolünde bir saldırıdır. Saldırı planları, İngiliz kurmayları ile birlikte hazırlanmıştır. Prof. A. Toynbee saldırı planlarının İngiliz kurmayları ile birlikte hazırlandığını yazmaktadır.” Dahası, 22 Haziran 1920 Yunan saldırısını, İngiltere ile Yunanistan birlikte yürüttü. Mudanya, Gemlik, Karamürsel gibi Marmara Denizi sahil kasabaları İngiliz-Yunan ortak hareketiyle işgal edildi. (Avcıoğlu, s. 167, 168) Nitekim 26 Haziran 1920'de Amiral de Robeck, Lord Curzon'a gönderdiği bir telgrafta, “Biz şimdi Türklerle savaş halindeyiz. Türklere yenilirsek bütün etkimizi kaybedeceğiz…” diyordu. (Ulubelen, s. 252)
Prof. Toynbee'nin deyişiyle Yunanlar, İngiliz ve Fransızların verdikleri hiç kullanılmamış silahlarla donatılmıştı. 1914-1920 arasında Yunanistan'a yapılan İngiliz yardımının miktarı 16 milyon sterlini aştı. İngiliz Başbakanı Lloyd George, İngiliz firmalarının Yunan ordusuna silah ve cephene satmasına izin verdi. Yunanistan'da top, tüfek fabrikası yoktu. Yunan silah ve cephanesinin çoğu İngiltere'den sağlandı. Sakarya Savaşı öncesinde “Bank of England” Yunanistan'a kısa vadeli kredi açtı. İngiltere Sanayi ve Ticaret Odalarına Yunanistan'a yardım talimatı verildi. Anadolu'daki bazı Yunan birlikleri doğrudan İngilizlerin komutası altındaydı. Örneğin Kocaeli'ndeki bir Yunan tümeni ve Beykoz'daki bir Yunan birliği doğrudan doğruya İngiliz komutanların emrindeydi. Yunan ordusunda çok sayıda İngiliz askeri danışman vardı. İstanbul'daki İngiliz donanması sık sık Karadeniz limanlarını bombaladı. (Avcıoğlu, s. 162, Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s. 160, 197,198)
İngilizler Mudanya'yı işgal ettiklerinde, aralarında çocuk yaşta direnişçilerin de olduğu yurtseverleri esir aldılar. (Haziran 1920)
Sevr Antlaşması'na göre İstanbul bir “özerk bölge” yapılacaktı. İngiltere sadece İstanbul'u değil, İzmir'i de Türkiye'den koparmak istiyordu. Lord Curzon'un planına göre İzmir de “özerk bölge” olacaktı. Bu proje daha sonra “İyonya Devleti” projesine evrildi. İngilizler bir taraftan Yunan ordusunu desteklerken diğer taraftan Ankara'da Atatürk'e karşı “darbe” ve “suikast” planlıyordu. O suikastçılardan biri, Mustafa Sagir Ankara'ya kadar geldi. Yakalanıp idam edildi. Bu arada TBMM'nin Fransa ile anlaşması üzerine İngiltere, Fransa'yı ihanetle suçladı. İngiltere, Sakarya Savaşı'ndan sonra işlerin sarpa sardığını gördüğünde Yunanistan'ı korumak için Sevr Antlaşması'nı yumuşattı, TBMM'ye barış teklifleri sundu. Atatürk “tam bağımsızlık” dışında hiçbir “sahte barış teklifini” kabul etmeyince İngiltere yine gizli, açık Yunanistan'ı desteklemeye devam etti. İngilizler, Büyük Taarruz sonrasında, Türk orduları İzmir'e ilerlerken bile hâlâ Yunan ordusundan umudu kesmemişti. Öyle ki, 4 Eylül 1922'de İngiliz Yüksek Komiseri H. Rumbold, “Yunan ordusu Alaşehir hattında tutunabilirse nefes alacak zaman bulabiliriz” diyordu. 5 Eylül'de de General Harington, “Yunan ordusunun Alaşehir'de tutunmasını umuyoruz” diye hayal görüyordu. (Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s. 492, 493, 500). Sonunda İngilizler, -ileri karakolları durumundaki- Yunan ordusunun yenilgisini kabul ederek 7 Eylül'de mütareke teklif ettiler. 11 Ekim 1922'de -Yunanistan'la değil- İngiltere, Fransa ve İtalya ile Mudanya Mütarekesi'ni imzaladık. (Yunanistan sonradan onayladı.) Çünkü aslında Türk-Yunan savaşı –Doğan Avcıoğlu'nun ifadesiyle– bir Türk-İngiliz savaşıydı. Mudanya Mütarekesi'nin imzalandığı günlerde İstanbul ve Boğazlar hâlâ İngiliz işgali altındaydı.
Milli Mücadele'de Türk-İngiliz savaşları ve çatışmaları
1.Dünya Savaşı sonrası İngiliz Hükümeti'nin elinde İngiltere'de 49 piyade taburu vardı, ki bu ülke içindeki toplumsal kavgaları bastırmaya bile yetmezdi. 38 piyade taburu ise bağımsızlık hareketini önlemek için İrlanda'da bulunuyordu. 1920 yılı sonunda Türkiye'de 10 bin İngiliz, 8 bin Hintli, 8 bin Fransız, 2 bin de İtalyan askeri vardı. (Avcıoğlu, s. 171,172). Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, “İngilizlerin Türkiye'de 27. ve 28. Fırkaları vardı. Bu kadar az bir kuvvetle Anadolu içlerinde bir harekete teşebbüs edeceklerine asla ihtimal vermemiştim” diyor. (Cebesoy, s. 255). Durum böyle olunca İngiltere Başbakanı Lloyd George, 15 Ağustos 1920'de Avam Kamarası'nda, Anadolu'nun dağlık bölgelerine kadar İngiliz orduları gönderilemeyeceğine göre tek seçeneklerinin “her iki tarafı sonuna kadar vuruşturmak olduğunu” söyledi. (Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s. 140,141). İngiltere, zaman içinde 200 bine yaklaşacak olan Yunan ordusuna güveniyordu.
İngilizler, Atatürk'ün düzenli orduları karşısında doğrudan bir cephe açamasalar da “Clearing Up Operatin” adlı askeri operasyonlar gerçekleştirdiler.
16 Mart 1920'de İngilizler İstanbul Şehzadebaşı'ndaki 10. Tümen Karargâhı'nı basıp 5 erimizi şehit ettiler, 9 erimizi de ağır yaraladılar.
Atatürk, 18 Mart 1920'de Eskişehir'deki İngilizlerin bölgeden çıkarılmasını emretti. 24-30 Mart 1920'de 24. Fırka Komutanı Yarbay Mahmut Bey, İngilizleri geri püskürtüp Eskişehir'den çıkardı. Lefke köprüsündeki çatışmada İngilizler 5-6 yaralı ve ölü verdi. Böylece Şehzadebaşı'nda şehit edilen Mehmetçiklerimizin intikamı alındı. Batı Cephesi Kuvayı Milliye Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa şöyle diyor: “İkinci Eskişehir harekâtı bir hafta sürdü… Milli harekâtın şiddet ve kesinliği karşısında İngiliz kıtaları dayanamadılar, telaşla geriye çekildiler. İnsan bakımından az, fakat eşya bakımından oldukça çok kayıp verdiler.” (Cebesoy, s. 357, 358)
İngilizler, Haziran 1920'de İzmit'i işgal ettiler. Yurtseverleri vahşi hayvanlar gibi tel örgülerle çevrili kafesler içinde hapsettiler. Bazı Kuvayı Milliyecileri İzmit Tersane Bahçesi'nde kurşuna dizdiler. 14 Haziran 1920'de İngilizler, İzmit'in doğusunda Kuvayı İnzibatiye ile çarpışan Türk kuvvetlerine ateş açtılar. Türk-İngiliz çatışması başladı. Bu sırada İngiliz uçakları da Türk birliklerini bombaladı. İngiliz savaş gemileri, 19 Haziran 1920'de İzmit Çuha Fabrikası'nı bombalayıp harbeye çevirdiler. İngilizler, 29 Haziran 1920'de İzmit Körfezi Derince limanındaki Türk cephaneliğini havaya uçurdular. Üç büyük savaş gemisiyle Türk köylerini bombardıman ettiler. İzmit'teki Türk-İngiliz savaşı sırasında –İleri Gazetesi'nin haberine göre- İngilizler 23 yaralı ve 15 ölü verdiler. (Cebesoy, s. 453-455. Oral, s.290-323)
25 Haziran 1920'de Yunan ilerlemesini kolaylaştırmak isteyen bir İngiliz birliği Mudanya'ya çıktı. Türk birliğinin ateşi sonrası karşılıklı birkaç kayıp verildi. 6 Temmuz 1920'de İngilizler Mudanya'yı yeniden işgal etmek istediler. Türk birliğinin ateşle karşılık vermesi üzerine İngilizler, Türk mevzilerini, denizden, üç saat boyunca top ateşine tutarak Mudanya'yı işgal ettiler. 25 Türk askerini şehit ettiler. İngilizler Mudanya'da 16-17 yaşlarında Türk çocuklarını bile esir aldılar.
İngilizler İzmit'i işgal ettiklerinde Tersane bahçesinde Kuvayi Milliyecileri böyle kurşuna dizdiler. (Haziran 1920)
25 Haziran 1920'de Karamürsel'e çıkan İngiliz birliği oradaki küçük bir Türk kuvvetince ateşle karşılandı.
6 Temmuz 1920'de Gemlik'e çıkan bir İngiliz birliği Gemlik'teki Türk yerleşim birimlerini bombaladı.
7 Temmuz 1920'de bir Yunan birliği ile bir Türk birliği arasında Beykoz'da bir çatışma çıktı. Bu çatışmada bir İngiliz birliği ile bir İngiliz torpidosu Yunan birliğine yardım etti.
20 Temmuz 1920'de Tekirdağ'a yapılan Yunan çıkarması İngiliz filosunun himayesinde yapıldı.
1922 Haziran'ından 1922 Eylül'ü sonuna kadar Musul'da bizzat Atatürk tarafından görevlendirilen Özdemir Bey komutasındaki birliklerle İngilizler arasında çok ciddi çarpışmalar oldu. 31 Ağustos 1922'de Revandiz Müfrezesi İngilizlere karşı Derbent Zaferi'ni kazandı.
9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasından sonra Türk orduları İstanbul ve Çanakkale'ye doğru ilerlemeye başladı. İngiltere, 15 Eylül-30 Ekim 1922 arasında savaş hazırlıklarına girişti. Ancak sömürgelerden yanıt alamayan, buna karşın Hindistan'ın ve Sovyet Rusya'nın Türkiye'nin arkasında olduğunu gören İstanbul'daki İngiliz komutan Harington, az sayıdaki kuvvetle Atatürk'ün zafer kazanmış ordusunun önüne çıkmaya cesaret edemedi, kendisine verilen “ateş” emrini ağırdan aldı. Sonuçta İngilizler mütarekeye razı oldular. Lozan'dan sonra geldikleri gibi gittiler.
İngiliz Başbakanı Lloyd George ise Türk-İngiliz savaşının kaybedeni olarak istifa etmek zorunda kaldı.
Atatürk'ün önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı İngiliz emperyalizminin büyüsünü bozdu; Hindistan başta olmak üzere birçok sömürgeye bağımsızlık cesareti ve özgürlük umudu verdi.
3 notes
·
View notes
Text
Tarih: 24 Mart 2020.
Bill Gates TED konferansında konuştu. Daha doğrusu, TED moderatörü Chris Anderson ve arkadaşlarının sorularına yanıt verdi:
“Coronavirüs pandemisine nasıl cevap vermeliyiz.”
Bill Gates, sınırların yeniden açılmasıyla ilgili soruya şu yanıtı verdi:
-“ Sonunda kimin kurtarılmış bir kişi olduğunu aşı sertifikasından anlayabiliriz. Dünyada kontrol altına alınmayacak insanların olmasını istemiyorsunuz…”
Arkasından ekledi:
-“Sonuçta, küresel yeniden açılmayı kolaylaştıracak bu tür dijital bağışıklık kanıt olacak.”
Üzerinde durmak istediğim bu:
Resmi TED videosunda bu son cümle kesildi; dakika 34:27.
Sebebi sorulunca, “röportaj uzun oldu, kısalttık” dediler! Yıllarca televizyon işi yaptım; bu kadar kısalık için kesmek pek mantıklı gelmedi; çünkü söz konusu olan sadece iki veya üç saniyelik süre!
Peki. O cümle neden kesildi?
“Dijital” sözcüğünden mi?
“Aşı sertifikası” ve “dijital” sözcüğü yan yana gelince aklınıza ne geliyor?
Aşı sertifikasının dijital versiyona sahip olması daha pratik; daha hızlı ve daha kolay olacak!
Bill Gates'in şirketi Microsoft, bildiğiniz gibi bilgisayar yazılımları, elektronik cihazlar, kişisel bilgisayarlar gibi hizmetleri geliştiriyor, üretiyor, satıyor. Şimdi de…
Kimin aşı olduğunu gösteren “dijital sertifika”/ ufak elektronik parça-cip vücuda yerleştirilmek mi isteniyor?
Dünya kamuoyu daha hazır olmadığı için mi Bill Gates, o cümlesinin kesilmesini istedi? Ya da finanse ettiği ABD'deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü bu projeyi bitiremediği için mi?
BENZER YAKLAŞIM
Tarih: 20 Nisan 2020.
Almanya'nın haftalık haber dergisi Der Spiegel, Bill Gates'i konu etti.
Dedi ki, Bill Gates milyonlarca yanlış bilginin hedefidir.
Dedi ki, Bill Gates Coronavirüs krizinin günah keçisidir.
Dedi ki, Bill Gates dünyayı mikroçiplerle kontrol etmek isteyen güya deccal imiş!
Dedi ki, Bill Gates'e yönelik karalama kampanyası aşı karşıtları, aşırı sağcılar ve komplo teorisyenlerinin karışımı tarafından yapılıyor!
İlgimi son iddiası çekti:
Bildiğim kadarıyla 2011 yılından beri Alman Sol Parti/ Die Linke hedefinde Bill Gates var. Aynı Türkiye'de olduğu gibi geniş kitleleri yanlarına çekmek isteyenler konuyu mutlaka “aşı karşıtlığı”, “aşırı dincilik” gibi konulara getiriyor. Almanya'da da benzerinin olduğu görülüyor. Oysa…
Alman Sol Parti, Bill – Melinda Gates Vakfı –GAVI konusunu başka açıdan da ele alıyor; hastalığın sosyal nedenlerini göz ardı eden ve salt teknik-tıbbi merkezli yaklaşımı dünyaya dayattığı için eleştiriyor.
Der Spiegel gibi küresel medya devleri Bill Gates'i “dokunulmaz” yapmak istiyor. Yine de Alman basın ahlakını tebrik etmek gerekiyor. O yazıya not koydular:
-“Açıklama: Bill & Melinda Gates Vakfı (BMGF), SPIEGEL (küreselleşme) projesi Global Society'yi üç yıl boyunca toplam yaklaşık 2,3 milyon Euro ile desteklemektedir. Asya, Afrika, Latin Amerika ve Avrupa'dan muhabirler Global Society başlığı altında rapor verdiler, makaleler SPIEGEL'in uluslararası bölümünde yer aldı.”
Güzel. Aynı açıklığı dergi şu konularda da yapabilir mi:
BİLL GATES ORTAKLARI
Spiegel…
Mesela, Bill ve Melinda Gates Vakfı'nın dünya tarımını yok eden Monsanto ve Cargill'e neden yatırım yaptığını yazabilir mi?
Mesela, Bill ve Melinda Gates Vakfı'nın insan sağlığını yok eden Coca-Cola'nın 538 milyon dolar değerindeki hissesine neden sahip olduğunu sorgulayabilir mi?
Sadece bunlar mı? Gıda devleri Unilever, Kraft-Heinz, Mondelez, Tyson Foods yanı sıra alkol üreticileri Anheuser-Busch ve Pernod hisselerine de sahip Bill Gates!
İngiliz şirketi Serco Group adını duydunuz mu; hapishane hizmetleri de veriyor! Mahkûmlar, tutuklular ve göçmen sığınmacılar için elektronik etiketleme cihazları tedarik ediyor. Ortağı kim; Bill ve Melinda Gates Vakfı!
Afrika'da da faaliyet gösteren özel cezaevi şirketi ABD'li GEO Group'un da ortağı!
Elektronik etiketleme ile dijital cip arasında bağ kurmak gerekir mi? Neyse.
Ülkemizde bunları yazacak gazeteci yok mu? Hep ben mi yıldırımları üzerime çekeceğim? “Saklı Seçilmişler” ve “Kara Kutu” kitaplarını yazdığım için “bilim-aşı düşmanı” gösterildiğim yetmedi mi?
Mahalle kavgası yerine asıl mücadele verilecek alan burası… Ve ne yazık ki bunu anlatmayı bir türlü beceremiyorum! Ülkenin solcusu bile kavrayamıyor.
1 note
·
View note
Text
Sağlık ve sosyal yardım konusunda izlediğimiz amaç şudur: Ulusumuzun sağlığının korunması ve kuvvetlendirilmesi, ölüm oranının azaltılması, nüfusun artırılması, sosyal ve bulaşıcı hastalıkların etkisiz hale getirilmesi, bu suretle millet fertlerinin dinç ve çalışmaya yetenekli bir halde sağlığına kavuşturulması” (Atatürk, 1 Mart 1922)
Koronavirüs pandemisi, aynı zamanda ülkelerin sağlık politikalarını da test ediyor. Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca'ya göre Türkiye koronavirüs mücadelesinde birçok ülkeden çok daha iyi durumda… Gerçekten de bu pandemiye karşı -üstelik geç kalmış, yanlış ve eksik siyasi kararlara rağmen- tüm doktorlarımızın ve sağlık personelimizin canla başla mücadele ettikleri görülüyor.
Gerçek şu ki, Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün “sağlık devrimi”, 90 yıllık “sağlık birikimi” ve “fedakâr sağlık personeli” sayesinde her türlü salgınla mücadele edecek güçtedir.
Sağlık Bakanlığı binası (1933)
OSMANLI'DAN KALAN MİRAS
Türkiye'de modern tıbbın temelleri 19. yüzyılda “Mektebi Tıbbiye”nin kuruluşuyla atıldı. 1871'de taşraya “Memleket Tabibi” adıyla hekimler atandı.
Avrupa ülkeleri Osmanlı limanlarına gelen gemilerini salgın hastalıklardan korumak için 1839'da Osmanlı'da bir karantina örgütü kurdurlar. 2 Türk üyeye karşılık 14 yabancı üyeden oluşan bu karantina örgütü Lozan Antlaşması'nın 114. maddesiyle kaldırıldı.
1880'lerde salgın hastalıklara karşı aşı üretmek amacıyla İstanbul'da bazı bakteriyoloji kurumları kuruldu ve aşı üretildi.
Bağnazlık yüzünden, Osmanlı'da kadınların erkek doktora muayene olması çok zordu. Kadın doktorun olmadığı bir toplumda böyle bir zorluk, kadınların ölüme mahkûm olması demekti. Örneğin 1921'de TBMM'de verilen bir kanun teklifinde frengiye karşı kadınların ve genç kızların da muayene edilmeleri istenince Yozgat milletvekili Hulusi Efendi “kadınların muayene edilmesi şeriata uygun değildir” diyerek bir tartışma başlattı. Kadıların erkek doktora muayene edilmesine karşı meclisten itirazlar yükseldi.
20. yüzyılın başlarında Osmanlı'da sağlık işlerini Dâhiliye Nazırlığı'na bağlı “Sıhhiye Umum Müdürlüğü” yürüttü.
Milli Mücadele günlerinde tifo, tifüs, kolera, trahom, verem, sıtma, çiçek, frengi gibi salgınlar Anadolu'da çok yaygındı. Hastaların çoğu doktorsuzluk, ilaçsızlık ve hastanesizlik nedeniyle yaşamını kaybediyordu.
Atatürk, Milli Mücadele'nin daha başlarında bir sağlık cephesi oluşturdu.
TBMM'nin açılmasından sadece 10 gün sonra, 2 Mayıs 1920'de çıkarılan 3 numaralı kanunla tarihimizdeki ilk sağlık bakanlığı, “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı” kuruldu. Böylece düzenli ordu kurulmadan önce sağlık bakanlığı kurulmuş oldu. Bakanlığın başına sırayla Dr. Adnan Adıvar, Dr. Refik Saydam, Dr. Rıza Nur, Dr. Refik Saydam, Dr. Mazhar Germen, Dr. Refik Saydam getirilecekti.
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, ilk olarak “Türkiye'nin Sıhhi İçtimai Coğrafyası” adıyla bir dizi araştırma başlattı. Ankara Hükümeti, Osmanlı'dan kalan sağlık mirasını (hastane, doktor, hemşire, eczane vb.) görmek istiyordu. Bu çalışma sonunda 1922-1938 arasında 19 tane “Sıhhi İçtimai Coğrafya” kitabı basıldı.
Milli Mücadele yıllarında Dr. Refik Saydam
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Milli Mücadele yıllarında savaştan etkilenen yaklaşık 100 bin kişiyi, daha güvenli bölgelere gönderdi. Bu kişilere yemeklik ve tohumluk verdi, vergi muafiyeti sağladı.
Atatürk'ün 1 Mart 1923'te meclisi açış konuşmasında verdiği bilgiye göre o zor Milli Mücadele yıllarında alınan koruyucu önlemlerle çiçek ve tifüs hastalıklarının önüne geçildi. 1920'de Türkiye'de yerli aşı üretimine başlandı. Sivas Aşı Kurumu kuruldu. 1921'de 3 milyon kişilik çiçek aşısı yapabilen Sivas Aşı Kurumu'nda 1922'de 5 milyon kişilik çiçek aşısı, 537 kilogram kolera aşısı, 477 kilogram tifo aşısı üretilip halka uygulandı. İstanbul, Sivas ve Diyarbakır'da bakteriyoloji, kimya laboratuvarı, aşı istasyonu ve kuduz tedavi merkezinden oluşan hıfzıssıhha kurumları kuruldu. Sıtmanın en etkili ilacı olan ve İstanbul Kimyahanesinde üretilen 1000 kilo devlet kinini Ziraat Bankası eliyle bütün bölgelere dağıtıldı. 1922'de hastanelerde 20 bin hasta tedavi edildi. 30 bin hasta da laboratuvarlarda muayene edildi.
Milli Mücadele yıllarında Urla ve Sinop'ta kuduz tedavi merkezi ve karantina merkezi, İstanbul, Sivas ve Diyarbakır'da aşıhane ve bakteriyoloji laboratuvarları, Eskişehir ve Niğde'de tıbbi malzeme merkezleri açıldı.
1923-1938 arasındaki sağlık devrimi toplam 49 yasa, 2 kararname, 12 tüzük ve 21 yönetmelikle hayata geçirildi.
Türkiye'de cumhuriyetin ilanıyla “halkçı” bir düzen kuruldu. Atatürk, “Üreten köylü milletin efendisidir” diyerek bu cumhuriyeti kurdu. Cumhuriyet kurulurken nüfusun yüzde 85'i köylerde yaşıyordu. Köylülerin büyük bir çoğunluğu hastaydı.
18 Mart 1924'te 442 sayılı “Köy Kanunu” kabul edildi. Bu kanunun tam 23 maddesi doğrudan ve dolaylı olarak sağlıkla ilgiliydi. “Köy Kanunu'na göre; köylerde “Köy Sağlık Korucusu” bulundurulacaktı. “Seyyar Tabiplik” uygulaması başlatıldı. Yolu izi olmayan köylere at, eşek, katır sırtında seyyar tabipler gönderildi. Köylerde yapılan muayeneler ve hastalara verilen ilaçlar ücretsizdi.
1923'te cumhuriyet ilan edilirken tüm Türkiye'de sadece 86 hastane ve 344 doktor bulunuyordu. Eczane sayısı da çok azdı. Öyle ki 1925'te başkent Ankara'da sadece 5 eczane vardı. Türkiye'nin 1927'deki toplam nüfusunun 13 milyon 648 bin 270 olduğu düşünülürse bu rakamların ne kadar yetersiz olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır.
1923'te 369 sayılı kanunla doktorlara mecburi hizmet zorunluluğu getirildi. Bu kanunla doktoru olmayan ilçelere “hükümet tabibi” gönderildi. Yavaş yavaş doktor sayısı artmaya başladı. Doktor sayısı 1925'te 725'e, 1930'da 1182'ye, 1935'te 1625'e çıktı. Aynı şekilde hastane sayısı da arttırıldı. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, 1923'te 6437 yatakla hizmet veren 86 hastaneye sahipken, 1930'da 11398 yatakla hizmet veren 182 hastaneye sahipti.
Ankara, İstanbul, Sivas, Erzurum ve Diyarbakır'da 5 “Numune Hastanesi” kuruldu. Elazığ ve Manisa'da 2 “Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi” açıldı. Ankara, Konya, Balıkesir, Adana, Çorum, Malatya, Erzurum ve Kars'ta 8 “Doğum ve Çocuk Bakımevi” açıldı. 1926'da il merkezlerinde acil müdahale için 5 yataklı “Cankurtaranalar” hizmete girdi.
1933'teki üniversite reformu sırasında Tıbbiye Mektebi, “Tıp Fakültesi”ne dönüştürüldü. Dr. Refik Saydam, İÜ Tıp Fakültesi, Haydarpaşa Askeri Hastanesi, İstanbul Yüksek Dişçilik ve Eczacılık Mektebi'ndeki tıp öğrenimini yeniden yapılandırdı. İÜ Tıp Fakültesi'nin birçok enstitüsünde Hitler baskısından kaçan Alman ve Avusturyalı 76 sürgün bilim insanına görev verildi. Burada okuyan yoksul öğrenciler için İstanbul'da parasız-yatılı 300 yataklı bir “Tıp Talebe Yurdu” açıldı. İÜ Tıp Fakültesi'nin hem eğitim kalitesi hem öğrenci olanakları arttırıldı; tıp öğrencilerine yurt ve burs imkânı sağlandı. 1932'den itibaren yalnızca tıp yurtlarında parasız-yatılı kalan öğrencilere zorunlu hizmet uygulanmaya başlandı.
1924'ten başlanarak hastanesi bulunmayan birçok il ve ilçede “Muayene ve Tedavi Evi” adlı dispanserler kuruldu. Burada hastalar ücretsiz muayene edildi. Yoksul hastalara ilaçları parasız verildi. 1922'de tüm Türkiye'de sadece 22 dispanser ve buralarda 189 yatak varken bu sayı 1932'de 339 dispansere ve 1318 yatağa çıktı. Bizzat Atatürk'ün girişimleriyle 1930'da Ankara'da “Etimesgut Toplumsal Sağlık Numune Dispanseri” kuruldu.
1925'te Kızılay Hemşirelik Okulu açıldı. 1925'te İzmir'de engelliler için 100 yataklı bir engelli okulu açıldı.“Ettibba (Tabip) Odaları” kuruldu.
Sıtma savaşı için Adana'da “Sıtma Enstitüsü” kuruldu.
1923-1948 arasında halkı, sağlık konusunda bilgilendirmek için 700 bin afiş, 5 milyon broşür, 146 bin kitap ve dergi dağıtıldı. Halk sağlığı konusunda özellikle Anadolu'da halka çok sayıda film gösterildi.
1 Eylül 1925'te Ankara'da Birinci Ulusal Tıp Kongresi toplandı. Burada ülkenin sağlık sorunları tartışılıp çözüm önerileri ortaya konuldu.
1928'de 1267 sayılı kanunla Ankara'da “Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi” yani “Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü” kuruldu. Burada 1931'e kadar kimya ve bakteriyoloji, 1931'de de serum bölümü faaliyete geçti. Buradaki “Aşı ve Serum Üretim Birimi”nde birçok hastalığa karşı aşı ve serum üretildi. Öyle ki 1938'de Çin'de başlayan kolera salgınına karşı Çin'e aşı gönderildi.
24 Nisan 1930'da 1593 sayılı “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu” çıkarıldı. Sağlığın anayasası durumundaki bu kanunla halk sağlığı devlet güvencesi altına alındı.
1936'da “Hıfzıssıhha Okulu” kuruldu. Uzun yıllar boyunca her düzeyde sağlık personeli yetiştirildi.
Erken cumhuriyet döneminde koruyucu hekimlere yüksek maaş verildi. Şöyle ki bir sıtma savaşı hekiminin maaşı validen fazla, trahom savaşı teşkilatı başkanının maaşı ise milletvekili maaşının üç katıydı.
Cumhuriyetin sağlık devriminin en önemli ayağı salgın hastalıklarla mücadeledir. Sıtma savaşı için Adana'da “Sıtma Enstitüsü” kuruldu. Yurdun değişik yerlerinde 11 sıtma dispanseri kuruldu. Halk bilgilendirildi. Bataklıklar kurutuldu. Halka kilolarca bedava kinin dağıtıldı.1925-1936 arasında 15 milyondan fazla sıtmalı muayene edildi, 4 milyona yakın sıtmalı tedavi edildi.
Frenginin yaygın olarak görüldüğü Sivas, Bursa, Zonguldak, Bayburt, İnebolu, Bartın, Ordu ve Tokat illerinde Frengi Mücadele Merkezleri kuruldu. Ayrıya koruyucu önlemler alındı. 1926-1934 arasında frengi şüphesiyle muayene edilen 1 milyon 109 bin 866 kişiden 1 milyon 47 bin 683 kişi tedavi edildi.
Ankara, İstanbul, Bursa, Trabzon, Eskişehir, Adapazarı, Adana ve Rize'de “Verem Savaş Dispanseri” kuruldu. 1924'te Heybeliada'da bir “Verem Sanatoryumu” açıldı. 1927'de ilk BCG aşısı uygulandı.
Adıyaman, Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa, Maraş ve Siverek'te trahom hastaneleri ve trahom dispanserleri kuruldu. 1925-1936 arasında yurt genelinde 12 trahom hastanesi, 14 trahom dispanseri açıldı. 1931'de yurt genelinde 40 bin trahomlu tedavi edildi. 1930'da Gaziantep'te “Trahom Mücadele Reisliği” kuruldu. Trahomlular için ülke genelinde 25 trahomlu okulu açıldı.
Sivas, Erzurum, Diyarbakır'da 3 yeni Kuduz Tedavi Hastanesi açıldı.
Rize ve civarında ortaya çıkan ankilostomiasis hastalığı ile mücadele edildi. 1930-1933 arasında bölgeye gönderilen doktorlar yaklaşık 45 bin hastaya bakıp tedavi etti.
Salgın hastalıkların zararlarını halka gösterebilmek için “Sağlık Müzeleri” kuruldu.
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı dışında Hilali Ahmer Cemiyeti (Kızılay), Himayei Etfal Cemiyeti ve Halkevleri de halk sağlıyla ilgili çok önemli çalışmalar yaptı. Bu çalışmalar özellikle anne ve çocuk sağlığı konusunda yoğunlaştı. Çocuk ölüm oranları ciddi oranda azaldı.
Cumhuriyet unutulan sağlık devrimiyle her şeyden öce halkı sağlığına kavuşturdu. Cumhuriyetin salgın hastalıklarla mücadeledeki başarısı dünya ölçeğinde bir başarıdır. O yokluk ve yoksulluk yıllarında çok sayıdaki salgın hastalığı yenmeyi başaran cumhuriyet doktorları bugün de korona virüs pandemisini yenmeyi başaracaktır.
0 notes
Text
Tarihimizin en büyük krizi, varlık yokluk kavgası durumundaki Milli Mücadele, başarılı kriz yönetimiyle kazanıldı. 1921 tarihli üç kanun, bu kriz yönetiminin belgesi gibidir: 1. “Tekâlifi Milliye Emirleri”, 2. “Tarım Yükümlülüğü Kanunu”, 3. “Düşmandan Kurtarılan Yerlerin Halkına Yardım Kanunu”
AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın koronavirüs yardım kampanyasını Tekâlifi Milliye Emirleri'ne benzettiği günden beri Tekâlifi Milliye'yi konuşuyoruz. Geçen hafta bu sayfada yazdığım gibi Tekâlifi Milliye, eski tabirle “cebri istikraz” yani “ zorunlu iç borç” idi. Başkomutan Atatürk, Sakarya Savaşı öncesinde halktan aldığı bu zorunlu iç borcu Büyük Zafer'den sonra halka geri ödemişti.
Bugün ise Sakarya Savaşı'ndan sonra hayata geçirilen iki önemli kanundan söz edeceğim. Bunlardan ilki “Tarım Yükümlülüğü Kanunu”, diğeri ise “Düşmandan Kurtarılan ve Kurtarılacak Yerlerin Halkına Yardım Kanunu.”
EKONOMİK VE SOSYAL ÖNLEMLER
1921'de Sakarya Savaşı'nın hemen ardından genel seferberlik ilan edilerek Büyük Taarruz hazırlıklarına başlandı. Bu süreçte bütçe gelirlerini artırmak için bir taraftan mevcut vergiler yükseltildi, diğer taraftan 4 yeni vergi çıkarıldı. Bu durum o zor savaş yıllarında Anadolu'da ekonomik bir krize neden olabilirdi. (Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı'nın Mali Kaynakları, s. 417).
1920'lerin başında Anadolu'da halkın büyük bir çoğunluğu tarımla geçiniyordu. Ancak savaş nedeniyle tarımda çalışacak erkek iş gücünün neredeyse tamamı silahaltına alınmıştı. Ayrıca Anadolu'nun en verimli tarım toprakları Yunan işgali altındaydı. Yunan orduları işgal ettikleri şehirleri kasabaları yakıp yıkıyor, oralardaki halk, evini barkını bırakıp işgal edilmemiş yerlere göç ediyordu. Tarlaların ekilip biçilememesi ve insanların evlerini barklarını kaybetmeleri kıtlığa ve hatta açlığa varan korkunç bir yoksulluğa neden olabilirdi. Bu nedenle çok acil ekonomik ve sosyal önlemlere ihtiyaç vardı.
İşgal yıllarında muhtemel bir kıtlığa ve yoksulluğa karşı iki radikal önlem alındı.
Atatürk, varlık-yokluk kavgası durumundaki Milli Mücadele'yi başarılı kriz yönetimiyle kazandı. Atatürk'ün kriz yönetiminin karargahı TBMM'ydi. TBMM, en zor zamanlarda en doğru kararları aldı.
TARIM SEFERBERLİĞİ: Tarım Yükümlülüğü Kanunu (1921)
13 Eylül 1921'de Atatürk'ün başkomutanlığındaki Türk orduları Sakarya Savaşı'nı kazandı. Atatürk, tarımsal iş gücünü oluşturan tüm erkek nüfusun askere çağrıldığı o genel seferberlik günlerinde bir tarım seferberliği başlattı.
Bu amaçla 9 Ekim 1921'de 1116 Sayılı Kararnameye ek “Tarım Yükümlülüğü Kanununun Uygulama Şekline İlişkin Tüzük” yürürlüğe konuldu.
21 maddeden oluşan bu tüzüğün belli başlı maddeleri şöyleydi:
Her il ve ilçede vali ve kaymakamın başkanlığında askerlik dairesi başkanı, tarım ve fen memuru, jandarma komutanı ve tarımla uğraşan iki üyeden oluşan bir “Tarım Yükümlülüğü Kurulu” kurulacaktı. Bu kurul haftada en az bir kere toplanıp tüzükte belirtilen görevleri yerine getirecekti. (Tüzük, Md. 1 ve 2)
Her mahalle ve köydeki ihtiyar heyetleri, her evin hayvan, arazi, tarım araç ve gereçleri ile tohumluk miktarlarını dikkatlice tespit ederek bir deftere kaydedecekti. Tarım Yükümlülüğü Kurulları bu işleri bir haftada tamamlayacaktı. (Md. 3)
Her çift hayvan başına sahibi, yazlık ve kışlık olmak üzere en az kırk dönüm araziyi ekmekle yükümlüydü. Mahalle ve köy ihtiyar heyetleri, her ay defterde kayıtlı olanların ne cins, ne miktar tohumla ekim yaptıklarını veya nadas ettiğini Tarım Yükümlülüğü Kuruluna bildirecekti. (Md. 4 ve 5)
Askerde bulunanlar ile dul ve yetimlere ait toprakların boş kalmamasını sağlamak ve asker aileleri ile dul ve yetimlere yardımcı olmak amacıyla mahalle ve köy ihtiyar heyetlerine bazı görevler yüklenmişti. Bu heyetler, haftada bir gün halkın imece usulüyle asker aileleri ile dul ve yetimlere ait arazinin ekimi, hasadı ve harmanı gibi işlerde çalıştırılmasını sağlayacaklardı. Ziraat Bankası şubeleri de depolarındaki tarım araç ve gereçlerini bir düzen içinde çiftçilerin faydalanmalarına ayıracaktı. (Md. 6 ve 7)
Resmi olarak kurulmuş her türlü imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler ile kurum ve derneklerden 5 bin lira sermayesi olanlar 100 dönüm, daha fazla sermayesi olanlar ayrıca her fazla bin lira için 10 dönüm araziye tahıl ekmek ve ektirmekle yükümlü tutulacaktı. (Md. 10)
Tarım yükümlülüğüne tabi bulunanların askerlikleri ertelenecekti. Her 100 dönümü bir kişinin ekip biçeceği varsayımı ile çiftçiliği sanat edinmiş olanlardan 200 dönüm araziyi işletenlerin kendileri ile birlikte iki işçisinin, 200 dönümden fazla araziyi işletenlerin her fazla 100 dönüm için bir işçisinin daha askerlik hizmetleri ertelenecekti. Traktör kullanarak ekim yapanların ve ayrıca iki makinistinin; 200 koyun veya keçisi ile 50 adet sığırı olanların kendileri ile birer çobanının askerlik hizmetleri ertelenecekti. (Md. 8, 9, 11)
Arazi sahibi olmamakla beraber tarımla ilgili bazı meslek sahiplerinin de askerlikleri ertelenecekti. Her 500 dönüm kışlık, her 200 dönüm yazlık ekim yerleri ile her 120 dönüm bağ ve bahçeyi her türlü zarardan korumakla görevli bekçilerin ve her ilçede ikisi demirci ve ikisi marangoz olmak üzere mahalli belediyelerin belirleyeceği fiyat üzerinden tarım araç ve gereçlerini imal ve tamir edecek esnafın askerlik görevleri ertelenecekti. Ayrıca orak ve harman makinelerini işleten makinistlerin, hasat ve harman işlerinin devam ettiği altı ay için askerlikleri ertelenecekti. (Md. 12, 13, 14)
Bu tüzüğe uymayanlar ağır şekilde cezalandırılacaktı.
31 Ekim 1921 gün ve 161 sayılı kanunla işgalden kurtarılan ve kurtarılacak yerlerde yaşayan halkın vergi ve banka borçları ertelendi. Halka parasız yemeklik, tohumluk hububat, taşıt aracı, hayvan, ağaç, kereste verildi.
“Tarım Yükümlüğü Kanununu Uygulama Tüzüğü” daha sonra kanun ve kararnamelerle daha da genişletildi. 10 Ocak 1922 gün ve 1298 sayılı kararnameyle tarımla uğraşanların askerliğini erteleyen 8, 11 ve 14'üncü maddeler genişletildi. 17 Ocak 1922 gün ve 1322 sayılı kararnameyle sermaye sahipleriyle ilgili 10. maddenin kapsamı genişletildi. 5 Ocak 1922 gün ve 178 sayılı kanunla ordunun elinde bulunup kullanılmayan bütün hayvan ve kağnıların parasız olarak muhtaç çiftçilere verilmesi kararlaştırıldı. 21 Haziran 1922 gün ve 1131 sayılı kararnameyle hapishanelerdeki mahkûmlardan esas mesleği tarımcılık olan ve ekili arazisi bulunanların hasat zamanı üç ay süreyle serbest bırakılmalarına karar verildi. 26 Şubat 1922 gün ve 195 sayılı kanunla muhtemel bir kıtlığı önlemek için buğday ve mısır ithalinde alınan gümrük vergileri indirildi. 8 Mart 1922 gün ve 1455 sayılı kararnameyle işgal altındaki Bursa'dan ipek böceği kaçırılmasını teşvik etmek için bu bölgeden yapılacak ipek böceği ithalatı 1922 yılında gümrük vergisinden muaf tutuldu. 8 Mart 1922 gün ve 1457 sayılı kararnameyle de 1922 yılında ithal pamuk tohumlarından gümrük vergisi alınmamasına karar verildi. (Müderrisoğlu, s.462-468)
Görüldüğü gibi Sakarya Savaşı sonrasında askeri seferberlikle eş zamanlı olarak bir “tarım seferberliği” başlatılmıştı. Tek bir askere bile ihtiyaç duyulan Büyük Taarruz öncesinde tarımla uğraşanların askerliklerinin ertelenmesi, dul ve yetimlerin arazilerinin imeceyle ekilip biçilmesi, sermaye sahiplerinin belirlenen miktarlarda toprak ekmekle görevlendirilmesi, mahkûmların hasat zamanlarında -üç ay- serbest bırakılması, buğday, mısır, ipek, pamuk gibi temel ürünlerin ithalinin kolaylaştırılması gibi adımlar ancak “tarım seferberliği” kavramıyla açıklanabilir.
Bir taraftan işgale karşı cephede süngüyle direnirken, diğer taraftan kıtlığa karşı tarlada sabanla direnilecekti. Bu ikinci direniş ilk direniş kadar önemliydi.
Düşmandan Kurtarılan Yerlerin Halkına Yardım Kanunu (1921)
O zor işgal yıllarında tarlaların ekilip biçilmesi kadar, savaş sırasında evini, barkını, işini, gücünü kaybeden halka geçimini sağlayacak kadar yardım edilmesi da hayati önem taşıyordu.
Sakarya Savaşı'nın kazanılmasından 15 gün kadar sonra, TBMM'de 31 Ekim 1921 gün ve 161 sayılı “Düşmandan Kurtarılan ve Kurtarılacak Olan Yerlerin Halkına Yardım Hakkında Kanun” çıkarıldı.
Bu kanunun amacı düşman işgalinden kurtarılan ve kurtarılacak yerlerin halkına yardım etmekti.
Bu kanun, özellikle Büyük Taarruz'da bozguna uğrayıp kaçan Yunan ordularının yakıp yıktıkları Batı Anadolu ve Ege'de çok geniş biçimde uygulandı.
2 Kasım 1921 tarihli Hakimiyeti Milliye Gazetesi, ‘Kurtarılan Vatandaşlarımıza Mühim Malumatlar' başlıklı bu haberle 31 Ekim 1921 tarihli, “Düşmandan Kurtarılan ve Kurtarılacak Olan Yerlerin Halkına Yardım Kanunu”nu halka duyurdu.
Bu yardım kanununun temel özellikleri şunlardı:
Düşmandan kurtarılan ve kurtarılacak yerlerde düşman tarafından yakılan, yağmalanan ve savaşta zarar gören kasaba, köy ve çiftliklerin bina, arazi, gelir, hayvanlar ve aşar vergisi borçları bir yıl ertelenecek, buralardaki çiftçilerin Ziraat Bankası'na olan borçları ise faizsiz olarak iki yıl geri bırakılacaktı.
Söz konusu yerler halkından fakir ve darlık içinde olduğu anlaşılanlara parasız olarak yemeklik ve tohumluk hububat verilecekti. Bunun için Maliye Bakanlığı bütçesine özel olarak 500 bin lira ödenek konulmuştu. Evleri yıkılanlara ormanlardan kesecekleri ağaç ve keresteler parasız olarak verilecekti. İhtiyaç sahiplerine parasız taşıt aracı ve hayvan dağıtılabilmesi için Maliye Bakanlığı bütçesine yeniden özel olarak 500 bin lira; bu yerlerdeki yardıma muhtaç çiftçilere üç yılda ve üç eşit taksitte gerek aynen (tahıl olarak) gerek nakden tahsil olunmak üzere tohumluk dağıtılması amacıyla Maliye Bakanlığı bütçesine yeniden özel olarak 500 bin lira olmak üzere toplam 1 milyon lira ödenek konulmuştu. Toplam 1.5 milyon liralık bu ödenekler cari yıl içinde harcanmadığı takdirde arta kalanı yeni mali yıl içinde harcanacaktı. (Müderrisoğlu, s. 469-471)
Kısacası bu yardım kanunuyla düşman işgalinden kurtarılan ve kurtarılacak yerlerde yaşayan halkın vergi ve banka borçları ertelendi. Halka “parasız” yemeklik, tohumluk hububat, taşıt aracı, hayvan, ağaç, kereste verildi. Burada dikkat çeken iki noktadan biri, savaşta zarar gören halkın tüm borçlarının ertelenmesi, diğeri ise muhtaç halka karşılıksız (para alınmadan) yardım yapılmasıdır.
8 Aralık 1921 gün ve 169 sayılı bir kanunla da Fransız işgali sırasında Gaziantep ve civarından göç eden halkın tekrar Gaziantep'e yerleştirilmesi için “göçmenler bütçesine” toplam 80 bin lira ödenek ayrıldı. Arıca evlerinin onarımına güçleri yetmeyenlere yardım için aynı bütçeye 40 bin lira ödenek daha eklendi.
Demem o ki, tarihimizin en büyük krizi, varlık yokluk kavgası durumundaki Milli Mücadele başarılı kriz yönetimiyle kazanıldı. 1921tarihli üç kanun bu kriz yönetiminin belgesi gibidir: 1. Halktan “bedeli sonradan ödenmek üzere” alınan iç borç durumundaki “Tekâlifi Milliye Emirleri”, 2. Tarımsal üretimi arttırmayı amaçlayan “Tarım Yükümlülüğü Kanunu”, 3. “Düşmandan Kurtarılan ve Kurtarılacak Yerlerin Halkına Yardım Kanunu.”
Atatürk'ten, o zamanki TBMM'den ve Milli Mücadele'den alınacak çok ders var
0 notes