Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
youtube
Felekten saadet çalınmaz cicim
Gönüller alınır satılmaz cicim
Kokunuz renginiz ipek cildiniz
Sevilir okşanır kanılmaz cicim
Pembe gülüşünüz hayat bağışlar
Baygın bakışınız sevdalar aşlar
Hasretiniz biter hicranlar başlar
Vefânıza güven olunmaz cicim
Gençlik geçecektir şüphe etmeyin
Bahtsızlık bendedir uzağa gitmeyin
Beni öldürün de azap etmeyin
Meşhurdur eski dost atılmaz cicim
Gelene geçene gönül verilmez
İhanetle ölen sevda dirilmez
Karanlık cepheli aşka girilmez
Sel suyuna olta atılmaz cicim
Gönül bir kal'adır herkes giremez
Tali bir arslandır kimse yenemez
Ecel celladına merttir denemez
Membalara zehir katılmaz cicim
Sevginin nefretin pazarı yoktur
Aşkın zevki değil hicranı çoktur
Sevda çekenlerin gözü pek toktur
Gönüller alınır satılmaz cicim
Beste: Dramalı Hasan (Hasan Hasgüler)
Güfte: Hüseyin Tâlat
Makâm: Nihâvend
Usûl: Sofyan
Şarkı Seslendiren: Dramalı Hasan (Hasan Hasgüler)
Kaynak : https://sarkilarnotalar.blogspot.com/2011/11/felekten-saadet-calinmaz-cicim.html?m=1
4 notes
·
View notes
Text
youtube
İçten ve yorgun..
0 notes
Text
Size,
nasılsın diyerek başlayan telefonlarınıza
(garip, tuhaf aslında)
beyaz bembeyaz tabiatımla
'iyiyim' diyorum.
yani aslında korkuyorum
bütün bunlar kıyamet
bütün bunlar cinnet
bütün bunlar cinayet demeye
bir daha düzeltilemeyecek sözler
söylemeye korkuyorum.
0 notes
Text
Öyle, böyle ve belki biraz da şöyle
Uyandığımda öyle ile böyle sıkı bir tartışmaya tutuşmuşlardı. Bazen size de oluyor mu? Varlıklarını yıllardır bilip kabullendiğiniz kelimeler ilk kez duyuyormuşçasına yabancı geliyor mu size de?
İşte ben bugün bu yabancılık hissi ile uyandım. Yani uyandım sayılır. (“Sayılır ne yahu, bal gibi uyandın işte. Yoksa nasıl yazasın bunları?”) Amaan neyse ne.. Öyle ya da böyle uyandım işte.
Hiih, yine geldiler bak. Pattadanak!
“Öyle ya da böyle uyandım.”
Peki öyle uyanmak ile böyle uyanmak arasındaki fark ne?
..
Bilmiyorum.
Tamam, madem bu cümleden çıkaramadım, başka nasıl kullanıyorum?
(“Kelimeyi kullanıp da anlamını sonradan idrak edenini de ilk kez görüyorum doğrusu” demesine kalmadan diğer iç ses cevap verdi: “Sen bunu hep yapmıyor musun sanki?”) Amaan, bir de siz başlamayın ne olur. Konuyu sulandırmayalım lütfen. (“Lütfen ne be? Bugün pek bir kibarız.” dedi bir diğeri.)
Başkaa.. Başkaa..
“Öyle böyle değil.”
Hmm, yok bu da olmadı. Nasıl? Ve nasıl değil?
“Madem öyle, işte böyle.”
Heh, bak bu daha iyi gibi. Madem şunu şunu yaptın ben de sana bunu bunu yaparım gibi bir anlam çıkıyor. O vakit, böyle daha cana yakın gibi. Öyle ise her zaman edilgen olmasa bile uzak olan, uzakta duran sanki. Ooo, bakıyorum da mesafeli zatıâlileri.
Ee başka?
“Aralarında öylesine büyük bir fark var ki böylesine saçmalatır.”
E oldu mu bu şimdi? Ben burada ciddi bir mesele ile uğraşırken sen bana gönderme mi yapıyorsun? Hain iç ses.
Neyse..
“Öylesine büyük bir fark var ki böylesine saçmalatır. ÖYLEsine büyük bir fark var kiii BÖYLEsine..”
Heee.. Böylesine derken resmen ağız dolusu küfretmiş gibi söylüyor. O zaman böyle daha güçlü olmalı. Gücü nereden geliyor peki? Benim gözümden söylendiği için, bana yakınlığından mı geliyor? Bencileyin. (“Ne sıcak bir kelime, nasıl içten..”)
Neyse, devam edelim.
“Öylesine büyük bir farktır kiiii..”
Yani o derece, o denli büyük bir fark ki göz dolduran, devasa, böyle yer gök inleten bir fark. Ama yine işaret edilen, uzakta olduğu bilinen bir öylelik hali, değil mi?
Kafam iyice karıştı. Bir sonraki gelsin lütfen. -Sağ el havada- Şık Şık!
“Öyle dertli dertli bakma, gören olmaz, gören olmaz”
Bu şarkı sözü değil mi ya? Şimdi duygusallaşmaya ne gerek var? Uzaktan ve dertli dertli bakıyormuş işte. Ama ne bakmak.. (ı-ıhğ –boğaz temizlenir, silkinir-) Neyse geçelim. Şarkı demişken..
“İşte öyle bir şey..”
Ne uzun cümle ama.. İşte öyle’nin gözleri diyor ki: “Uzağımda neler oldu neler. Yakınıma gel diyemedim, öte git de diyemedim. Olduğu yerde, öylece oldu olacak olan.”
Böyle durur mu? Hemen işte öyle’ye teselli verirdi: “Ne diyeyim kardeş? Mukadderat.”
(“Kelimenin kadercisini de ilk kez görüyorum.” dedi bir diğeri.)
Sonraki örnek nedir peki?
“ Böyleyken böyle..”
Peh! Bu bana pek fitne fücur geldi ya. Sanki tüm yapıp ettiklerini bir bir anlatmış, karşısındakini darlamış bezdirmiş; kendini haklı gören ve bahsi geçen zat-ı muhteremi gömen ve sonra hiiiiç bir şey olmamış gibi masumiyet karinesi ile kendini düze çıkarmış mazlum savunması!
( “Ne oluyorsun kuzum? Birden hiddetlendin?” dedi.) Ne o dilini yuvarlayıp nostaljik Türk filmi ses tonuyla konuşmalar filan? Sinirlendim işte, ne bileyim. Ne biçim sabah lan bu? Yeniden başlat tuşu yok mu bazı sabahların?
Tamam, yeter bu kadar tantana.
Kahvemi alıp şööyle dingin bir müzik açayım da aydınlanmayan günüme ışık sızsın biraz.
“Kahvemi alıp şöyle..”
Aaaa, bir de şöyle vardı değil mi? (“Olur tabii. Tekil ve çoğul şahısların birincisi, ikincisi ve üçüncüsü oluyor da bu yavrucakların neden olmasın?”) Daha diğerlerine yer bulamamışken onun yeri nere ola ki?
..
.
.
İç ses lügatı:
Şöyle = Öyle’den önce ve böyle’den sonra olan.
Öyle = Uzağı yakın edemeyen böyle olma hali.
Böyle = | | |
1 note
·
View note
Text
The Sea by Pablo Neruda
I need the sea because it teaches me. I don’t know if I learn music or awareness, if it’s a single wave or its vast existence, or only its harsh voice or its shining suggestion of fishes and ships. The fact is that until I fall asleep, in some magnetic way I move in the university of the waves.
It’s not simply the shells crunched as if some shivering planet were giving signs of its gradual death; no, I reconstruct the day out of a fragment, the stalactite from the sliver of salt, and the great god out of a spoonful.
What it taught me before, I keep. It’s air ceaseless wind, water and sand.
It seems a small thing for a young person, to have come here to live with his own fire; nevertheless, the pulse that rose and fell in its abyss, the crackling of the blue cold, the gradual wearing away of the star, the soft unfolding of the wave squandering snow with its foam, the quiet power out there, sure as a stone shrine in the depths, replaced my world in which were growing stubborn sorrow, gathering oblivion, and my life changed suddenly: as I became part of its pure movement.
14 notes
·
View notes
Text
".. her yere giderken, kendimize bir türlü uğramayışımızın boşluğu.."
0 notes
Text
“
Özellikle, şimdiden yorgun ve bitkin düşmüş olanların dostça ellerini sıkmak istiyorum. Bitkinlerin ne yaşadığını iyi bilirim, çünkü biçim olarak bitkinlikle uzun zamandır ilgilenmekteyim. İçinde yaşadığımız koşullar durmadan bitkinlik üretiyor ama bitkinler için yeterince yer yok. Bitkin olan, damgalanmış kişidir. Bize hâkim olan sistemi ve sistemin vaatlerinin gülünçlüğünü yansıtır. Ben bitkinlere gidip rahatsız edilmeden yatabilecekleri dinlenme alanları gösterebilirdim (gösterebilirim). Buraları kendim denedim, böyle yerler birer mücevherdir, saklanılacak bir köşe, kesinlikle gizli birer tüyo. Yaklaşık on beş yıl önce, daha genç sayıldığım ve kariyer yapmak istediğim dönemlerde bir Bitkinler için El Kitabı yazmak istemiştim, içinde bol gölgeli ağaçların, bilinmeyen yan yolların (sağında, solunda reklam panoları olmayan), sessiz kafelerin (gıygıysız, cıstaksız) ve sairenin yerini gösteren türden bir şehir rehberi. Ne yazık ki kendim bu el kitabını yazamayacak kadar bitkindim.
- Wilhelm Genazino, Aşk Aptallığı
31 notes
·
View notes
Text
''İnsan bekleyiş içindeyken, arzuladığı şeyin yokluğundan ötürü o kadar ıstırap çeker ki, bir başka şeyin mevcudiyetine tahammül edemez.'' -
M. Proust
141 notes
·
View notes
Quote
Elimi yüzümü yıkayıp sakal tıraşı olmama rağmen ayılamamıştım. Toplandığımız yerin oradaki otomattan kahve aldım bir bardak. Sırada bekliyorken iç geçirip durdum. Ne işim vardı karganın bile bokunu yemediği bir saatte bu kalabalığın, bu gürültünün ortasında. Evde, sıcacık yatağımda olmam gerekirdi. O debriyaj fabrikasının birkaç günlük çalışanı olmalıydım. Özlem’le konuşmalı, buluşmalı, bir yerlere gidecek olmalıydım. Burada, ülkenin dört bir yanından gelmiş erkeklerle birlikte ne yapacağımı bilmez bir halde bekliyor olmamalıydım. Gökyüzüne bakıp az önceki renk tonundan daha açık bir seviyeye gelişini şaşırarak seyrediyor olmamalıydım. Anneannemin evini hatırladım. Öğlen sıcağında öyle serin kalabilmesine daima şaşırdığım yatak odasında yattığım zamanları. Hava oldukça sıcak. Uzaklardaki koyunların melemeleri dışında duyulan herhangi bir ses yok. Kapı açık. Sinekliğin boşluklarından giren rüzgâr perdeyi dalgalandırıyor. Dalgalanan perde camdan yansıyıp odanın ortasına düşen güneş ışığını dans ettiriyor. Farkında olmadan sıktığım plastik bardaktan taşan kahve elime döküldü. Usta askerlerin gelmesiyle kahvaltıya gittik. Kahvaltıdan sonra yemekhanenin önündeki arazide bekliyorken birilerinin nizamiye kapısının oraya doğru koşturduğunu gördüm. Çocuklardan birinin firar etmeye kalkıştığı anlaşıldı daha sonra. İlk denemesi de değilmiş ayrıca bu. Daha önce bir kere başarılı olmuş, birkaç gün sonra bulunup geri getirilmiş. Şimdi de yemek şirketinin araçlarından birinin bagajında yakalanmış. Çocuğu tekmeleyip geri gönderdiler. Bu durum kısıtlanmışlık duygusunu daha da baskın hissettirmeye başladı bana. Çitler daha da dikkatimi çeker oldu. Hem iç hem de dış tarafa doğru bükülmüş teller ve telleri çevreleyen jiletler. Kuleler, kulelerde bekleyen askerler. Binalar, binalarda bekleyen nöbetçiler. İnsanlar, insanların başında bekleyen insanlar. İnsanların başında bekleyen insanları bekleyen insanlar. İnsanların başında bekleyen insanları bekleyen insanları bekleyen insanlar. Kendi içine doğru kıvrılan bir labirentin tam ortasında olduğumu hissettim. Nizamiye yolunun mıntıkasını yapıyorken çocuklardan biri, “Bugün günlerden ne?” diye sordu. Biri yanıt verdi. Başta anlamadım. Sonra yerden sanırım iki yüz otuz dokuzuncu izmaritimi alırken fark edip duraksadım. Ne yani, biz buraya geleli sadece üç gün mü olmuştu? O kadar çok şey yaşamıştık ve sadece üç güncük mü geçmişti? Daha geriye dört yüz elli yedi gün vardı, öyle mi? Üç gün geçmiş olamaz diye söylendim. Sonra da kol saatimi yerden topladığım izmaritlerle birlikte çöpe attım.
Akın Çetin - Keşke Burada Olsaydı Dedalus Kitap, s.12-14
0 notes
Quote
Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.” Taptaze bir vicdanı olmasını istiyordu -kendisi böyle diyordu: Taptaze, öyle bir vicdan ki her zaman yerine getirmekte olduğu görevlerinin dışında başka sorumluluklar, insanlara karşı yeni, daha yüce ödevler yüklensin. Çünkü her zaman yerine getirilen ödevler insanın içini rahatlatmaz olmuştu. İnsan hiçbir şey başaramamış gibi oluyordu bu durumlarda. Kişi kendi kendisini hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı içinde bırakıyordu. “Ben, insanlığın yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum,” dedi. “Yalnız hırsızlık etmemeye, adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil… Bunun ötesinde başka bir şeye. Yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. Bizim içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler başarma isteği. Yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler başarma isteği.” Konuşmasını burada kesince Catanialı atıldı: “Doğru,” dedi. Sonra gözlerini kocaman ayak parmaklarına dikti. “Evet,” dedi. “Bence doğru söylüyorsunuz.” Kunduralarına bakmaya devam ediyordu. Sağlıklı, kanlı canlı bir görünüşü olsa bile, güçlü ama evcilleştirilmiş bir hayvanın, bir at ya da bir öküz gibi bir hayvanın hüzünlü havası vardı onda. Yeniden, hastalığına bir ad bulunmuş gibi inanmış bir sesle, “Evet, doğu,” dedi. Gene de kendisiyle ilgili bir şey anlatmadan sormakla yetindi: “Siz, profesör müsünüz?” “Profesör mü? Ben mi?” diye hayret etti Koca Lombardialı. Lombardialının yanında oturan ihtiyarcık da o kurumuş yaprağa benzeyen gövdesinden kopmuş sesiyle, “Heh,” deyip varlığını belli etti. Ağzından birtakım sözler çıkan kurumuş bir hasır parçasıydı sanki. “Heh, heh,” diye güldü iki kere. Kaplumbağanın dış kabuğunu andıran kara, derimsi yüzünde gülen gözleri pırıl pırıldı. “Heh,” dedi ağzı kumbara deliği gibi aralanarak. Koca Lombardialı ona dönerek, “Gülecek bir şey yok dedecik, gülecek bir şey yok,” dedi. Yeniden, en baştan başlayarak hikayesini anlatmaya koyuldu: Messina yolculuğu, Leonforte’nin üst taraflarına düşen toprakları, -kendi deyimiyle- biri öbüründen güzel üç kız çocuğu, heybetli ve kurumlu atı, insanlarla anlaşamayan, onlarla anlaşmak için yeni bir vicdanın ve yeni ödevlerin yüklenilmesi gerekliliğini duyan kendisi hakkında konuştu. Bu sözlerden çoğu, zaman zaman doğrudan doğruya Koca Lombardialıya bakıp ıslığa benzeyen o cılız sesiyle, “Heh,” deyip, gülen ufak ihtiyara söylenmişti. “Peki ama neden?” dedi Koca Lombardialı birden ihtiyara. “Neden böyle rahatsız bir şekilde oturuyorsun? Şunu arkaya kaldırabiliriz.” Böyle diyerek ihtiyarcığa tehlikeli bir şekilde tüneyip dururken arkasında destek olan tahta kol desteğini kaldırıverdi. “Bu kalkar,” dedi Koca Lombardialı. İhtiyar dönüp yukarı kaldırılmış kol desteğine baktı ve birkaç kere, “Heh, heh,” dedi. Sonra yeniden kendine sıkıntı veren oturuş biçimini aldı. Küçük sert derili eliyle kendi boyundaki bir bastonun yılan başı biçiminde oyulmuş sapını kavramıştı. İhtiyar kol desteğine bakmak için döndüğü zaman yılanın başını gördüm, sonra da sapın ağzında yeşil bir şeye gözüm takıldı, portakal dalının ucunda üç yeşil yaprakçık. İhtiyar da beni görmüştü, yeniden “Heh,” dedi. Dal parçasını yılanın ağzından alıp yılanınkinden pek de farklı olmayan kendi ince ağzının içine soktu. Koca Lombardialı orada oturanların hepsine birden dönerek, “Bence asıl mesele şu,” dedi. “Artık ödevimizi, ödevlerimizi yerine getirmek bizi tatmin etmiyor. Onları yerine getirmek bir çeşit duygusuzluğa yol açmakta, ödevler yerine getirildikten sonra içimizde bir rahatlama olmuyor. Sebebi de bu ödevler artık çok eskimiş şeyler, çok eski ve çok kolaylaşmış sorumluluklar. Bunlar gerçek vicdanın ihtiyaçları değil artık…” “Gerçekten hoca değil misiniz?” diye sordu Catanialı. Boğa gibi sağlıklı, boğa gibi hüzün dolu bir duruşu vardı; durmadan kunduralarına bakıyordu. “Ben mi hocaymışım?” dedi Koca Lombardialı. “Bende profesöre benzer bir taraf var mı? Cahil değilim elbette. Canım isterse elime bir kitap alıp okuyabilirim, ama profesör değilim. Çocukluğumda Salesiano’ların okuluna göndermişlerdi, ama profesör değilim. Böylece Catania’dan bir önceki istasyona varmış olduk. Kara taştan Catania şehrinin dış mahallelerine varmıştık bile. Kuru hasır parçası gibi, “Heh, heh,” diyen ihtiyarcık birden kalkıp trenden indi. Catania’ya girdiğimizde de tren yolunun aşağısında kalan kara taşlı binaların doldurduğu sokaklarda güneş parlıyordu. Catania istasyonunda durunca, Catanialı ile birlikte Koca Lombardialı da indi. Ben de pencereden bakarken Bıyıklı’yla Bıyıksız’ın da inmiş olduklarını gördüm. Aslında herkes inmişti, yolculuğumuz bu sefer güneşin altında, boş vagonlarda yeniden başladı, ben de onlarla neden inmediğimi düşündüm.
Bu pasaj, Helikopter Yayınları'nın Elio Vittorini - Sicilya Konuşmaları kitabından alıntıdır.
0 notes