İstanbul'da gezilmesi gereken Adalar'da özel fayton turlarına katılın.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo

Türkiye'de Gezilecek Yerlerden
Gezilecek Görülecek Yerler
Türkiye’nin en genç illerinden birisi olmasına karşın Osmaniye’de Hitit, Asur, Pers, Roma, Bizans; İslam döneminin Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı izleri çok açık olarak görülür. Günümüzdeki Osmaniye yaşamının her alanında buram buram Yörük kültürü de tüter.
İl olma hakkını aldıktan sonra şehir, kendisini Adanalılıktan kurtarıp, özgün bir bir kimlik oluşturma sürecini yaşıyor. Bu nedenle, (Asati vatas) KaratepeAslantaş Açık Hava Müzesi, Roma dönemi eseri Kutsal Kastabala (Hierepo lis) Ören Yeri, antik dönemde Çukurova’yı İskenderun’a bağlayan yolu denetleyen Toprak kale. Kadirli yolu üzerinden Ceyhan Nehri’ni kontrol eden Hemite (Amuda) Kalesi ile Değir mendere Kalesi, Haruniye ilçesindeki Abbasi Halifesi Harun Reşit’in uç beyi Faraç Bey tarafından yaptırılan Harun Reşit Kalesi, Sumbas ilçesindeki Çem Kalesi, Çardak Kalesi, Hasanbey li ilçesindeki Kalecik Kalesi, Roma, Bizans ve Türk kültürünü birarada yaşatan Kadirli’deki Alacami, Bahçe ilçesindeki Anadolu Selçuklularından kalma Ağca Bey Cami; Osmaniye’nin kültür ve tarih turizminin geleceğidir. Osmaniye, Doğu Akdeniz’in, Anadolu yaylasına açılan kapısı olması nedeniyle de önemli. Çünkü bu coğrafi konumu ona kültürel kavşak olma özelliği vermiş.
Osmaniye Akdeniz sahilleri ile de önemli. İnce kumlu, sığ denizli, göza labildiğince uzanan, Doğu Akdeniz’in Riviera’sı olmaya aday Burnaz Plajı, şehrin deniz, güneş ve kum turizminin geleceğini şimdiden çizer gibi. Zaman zaman geçit vermez Ceyhan, Savrun, Sumbus, Hamus, Kesiksuyu, Karaçay, Sabun Nehirleri, bu nehirler üzerinde kurulan Aslantaş, Berke, Kesiksuyu ve Kalecik Barajları; Amanos Dağları üzerindeki Zorkun Yaylası, Toroslar’da ki Akçadağ ile Elmacık Yaylası, Düziçi’ndeki Düldül Dağı; şehrin geleceğini şekillendirecek doğa ve yayla turizminin kilometre taşlarıdır. Orman içindeki Haruniye, Kadirli’deki Kokar, Andırın yolu üzerindeki Sarıdanışmanlı kaplıcaları; Bahçe ilçesindeki Uyuzluk Şifalı Suyu ile Osmaniye sağlık turizminin gelişeceği doğal kaynaklara da sahip.
Misk Kokulu Sabunlar
“Sabun Edirne’de elma, portakal, limon, çilek olmuş!..”
Sabunun tarihi çok eskilere dayanır. Vücut temizliğinin ve keyifli bir banyonun gereklerinden olan sabunla ilgili yapım tekniklerinden söz eden ve M.Ö. 3 binli yıllara tarihlenen Asur tabletleri bilinmekte. Tarihi kaynaklarda antik Çin ve Mısır uygarlıklarında sabun ve benzeri temizlik ürünlerinin bilindiği, Anadolu’daki tarihi Roma hamamlarında sabunun kullanıldığı aktarılmakta. Günümüzde tüketilen sabunların büyük çoğunluğu fabrikalarda, seri üretimle üretilmiş sabunlar. Fakat yer yer Ege’nin zeytinyağlı, Antakya’nın defne yağlı, Siirt’in bitim sabunu gibi el yapımı sabunlar da kullanılıyor.
Edirne’de ise sabun çiçek açıp, meyveye dönüşüyor…
Edirne meyveli sabunlarının tarihi, Osmanlı dönemine, 17’in yüzyılın başlarına dayanıyor. Güzel kokusu ve göze hoş gelen meyve görünümleriyle Osmanlı Sarayı’na kadar giriyor Edirne sabunları. Özellikle sultan kızları, cariyeler ve diğer saray kadınları misk kokulu meyve sabunlarını çeyizlerinde görmek için yarışıyorlar. Saray tarafından tercih edilip kullanılmaları onu daha da aranan, talep gören bir ürün yapar ve bu gelenek günümüze değin yaşar eski Osmanlı başkentinde. Edirne’nin eski mahallelerinden birinin Sabuni adını taşıyor olması kentin bu geleneksel değerine bir vefa borcu olsa gerek.
0 notes
Photo

Dünyanın yedi harikasından biri: Artemis Tapmağı
Antik dünyanın mermerden inşa edilen ilk tapınağı olan Artemis, dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilir. Büyüklüğü 105X50 metreyi bulan bu yapının ön cephesi diğer Artemis (Ana Tanrıca) tapınakları gibi batıya dönüktür.
Anadolu’nun Ana Tanrıçası Kybele’nin Efes’e ne zaman geldiği, orada Artemis adıyla kültünün ne zaman başladığı bilinmemekle beraber, Kybele’nin çeşitli evreler geçirerek Artemis’e dönüştüğü kabul edilir. Tapmak, MÖ 356 yılında, tarihe geçmek isteyen Herostratos adlı bir akıl hastası tarafından yakılmış ve aynı plana sadık kalınarak tekrar inşa edilmiş. Tapmağı süsleyen Artemis heykelinin aslı altın, abanoz, gümüş ve siyah taştan yapılmıştır, bacakları ve kalçaları hayvan kabartmalı bir giysiyle örtülüdür. Vücudunun üst kısmı bereketi simgeleyen 37 memeyle bezelidir. Artemis’siz Efes düşünülemez.
Yedi Uyuyanlar efsane mi, gerçek mi?
Antik tüm kentler gibi Selçuk’taki bazı yerlerin de dilden dile geçen efsaneleri vardır. Yedi Uyuyanlar Mağarası hakkında anlatılanlar, buranın neden kutsal bir yer olarak değerlendirildiğini de açıklar. Tek Tanrıya inancın olmadığı dönemlerde yedi genç Hıristiyanlığı kabul eder. Putperestliğin olduğu bu dönemlerde Hıristiyanlığa inanan birçok kişi, imparatorun zulmünden korktuğundan inançlarını gizlemek zorunda kalır. Fakat bu gençler tek Tanrı fikrini kolay kolay terk edemezler. İlk zamanlar altı kişi olan Efesli gençler, imparatorun verdiği birkaç günlük süre içinde d��şünürler, emre uymama ya ve kentten kaçmaya karar verirler. Yolda sığınacak bir yer ararlarken, çobanla karşılaşırlar. Ona dertlerini anlattıklarında, çobanın da kendileriyle aynı fikirde olduğunu anlarlar.
Çobanın bildiği bir mağara olduğunu söylemesi üzerine yolculuğa hep beraber devam ederler. Panayır Dağı’nın güney tarafındaki mağaraya giderlerken çobanın köpeği Kıtmir, bir türlü peşlerini bırakmaz. O sırada Tanrı köpeğe konuşma yeteneği verir ve Kıtmir dile gelerek; “Korkmayın, ben Tanrının ve sizin dostunuzum, siz uykudayken bekçilik yaparım” der. Bunun üzerine mağaraya giderler ve tanrının emriyle yıllar süren derin uykuya dalarlar. Bir süre sonra olayın farkına varan halk, mağaranın kapısını örerek onları ölüme terk eder. Yedi genç bir inanışa göre 200 yıl, başka bir inanışa göre 309 yıl burada uyur. Uyandıklarında yiyecek temini için köye giderler her şeyin bu kadar çabuk değiştiğine inanamaz. Üzerinde İmparator Decius’un resmi bulunan 200 yıllık gümüş parayı fırıncıya uzatınca durumun farkına varan halk bu öyküyü II. Teodsius’a anlatır. Böylece insanların öldükten sonra tekrar dirilebileceklerine olan inanç doğrulanır.
Meryem Ana’nın saklandığı ev
Hıristiyanlarca “Panaya Kapulu’olarak da bilinen Meryem Ana Evinin, MS 4. yüzyılda inşa edildiği sanılmaktadır. Bülbül Dağına çıkarken yol, yeşilliklerle bezenmiş dağın etrafım virajlarla dönerek devam eder. Bu kutsal yere girişte büyük Meryem Ana heykeli bulunur. Hz. İsa, yakalanıp çarmıha gerilmesinden kısa bir süre önce, annesini arkadaşı ve havarisi olan St. Jean’a teslim eder. Çarmıha gerilme işlemi bittikten sonra Hz. Meryem’in Kudüs’te kalmasını sakıncalı bularak Efes’e gelen St. Jean, Hıristiyanlık dinini yaymayı kutsal bir görev olarak üstlenir. Hz. Meryem’i kent halkından saklayarak Bülbül Dağı’nda yaptığı bu kulübede saklamıştır. Burası taşla yapılmış, küçük iki odadan oluşan bir evdir. Yüz bir yaşma kadar yaşadığı ve burada bilinmeyen bir yerde gömülü olduğu kabul edilir. Burası kötürüm olan ve Türkiye’ye gelemeyen Alman bir rahibenin tarifi üzerine keşfedilmiş, Vatikan tarafından kutsal ilan edildiği için Hıristiyanlarca Hac yeri kabul edilmiştir.
0 notes
Photo

“Mardin” Kentler Anilariyla Yasar
Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi 1 Ekim’de ziyarete açıldı. Müzenin hazırlıklarını izleyip, kent müzesi kavramını Nazan Olçer’den dinledik. Asansörden yer döşemesine, merdivendeki
çiğdem tanesinden aynadaki su damlasına… Her şeyle tek tek ilgileniyor Nazan Ölçer. Eline kâğıt havluyu alıp aynanın üzerindeki su damlalarını silerken “Biraz titizimdir ben…” diyor. Sadece titiz mi? Disiplinli, otoriter, çalışkan ve mükemmeliyetçi. 2003’te Sakıp Sabancı Müzesi Müdürlüğü’nü üstlendiğinden bu yana yaptıkları, hepimizin malumu. 0 malum işler için önce çevre diyor Ölçer: “Picasso’nun torununun arkadaşı benim arkadaşım olmasaydı Picasso Sergisi mümkün olmazdı. İlişkiler çok önemli bu işte.” Bu da mesleğe yeni atılanlara bir tavsiye… Şimdi elini Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi’ne attı Ölçer. İlk kez 1969’da gittiği ve adeta vurulduğu Mardin’in müzesini, kızının çeyiz sandığını yerleştirir gibi hazırladı.
Oluyor mu, içinize siniyor mu?
Hiçbir zaman olmaz ki… Hep daha fazlasını arar benim gözlerim. Bir sürü eksik var ama açılışa kadar tamamlanacak. Zaten ekip çok iyi, başka bir ihtimal yok.
Sabancı Vakfı, Mardin Kent Müzesi’ni tamamlamaya karar verdiğinde, kendi kendinize sorduğunuz sorular nelerdi? Ve tabii onların cevapları…
İlk önce binanın bir müze olabilmesi için neler yapabileceğimizi araştırdık. Restorasyon, mimari kurgu, sergi kurgusu el ele gitmeliydi. Elde olan ve ele geçebilecekler üzerinden hareket ettik. Mardinlileri kendi müzelerine katkıda bulunmaya çağırdık.
Ortak Mardin kimliğini yakalamamız gerekiyordu. Mükemmel bir binamız vardı ama malzememiz azdı. Bazen elinizde depolardan taşan yüzlerce eser vardır, nereye nasıl yerleştireceğinizi şaşırırsınız. Burada tam tersi oldu. Yüzlerce metrekareyi nasıl dolduracağımız önemli bir soruydu.
Nasıl doldurdunuz?
Eskiye çok ulaşamadığımız için günümüzden yola çıktık. Şu anki kültür üzerinden eskiye doğru gittik. Taş ve bakır ustalarının balmumu canlandırmalarını yaptık. Müze teşhirinin bir sahneleme olduğundan hareketle sahne tasarımcısı Metin Denizle çalıştık. Çok da iyi yaptık. Eski dibekler, mutfak malzemeleri, altın ve gümüş yapım aletleri bulduk. Mardin’den pek çok kişinin eski Mardin geleneklerini anlattığı bir belgeselden faydalandık. Eksiklerimizi Mardin’de kapı kapı dolaşarak tamamlamaya çalıştık. Şu anda müzede 300’den fazla parça var ve sayı her geçen gün artıyor.
Bir kentin müzesi olması neden çok önemli?
İnsan anılarıyla yaşıyor. Kentler de. Kent biricik olmalı, diğerine benzememeli ve bu durum kentin dokusuna sinmeli. İşin çıkış noktası bu. İnsanlara yaşadıkları yerin biraz öncesini anlatmak çok önemli. Farkındalık ve aitlik hissi oluşturmak…
Kent Müzesi kavramı dünyada nasıl gelişti?
Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan; halk kültürlerine eğilmek, dil ve geleneklerin kökenine inmek gibi eğilimlerle başladı her şey. Avrupa’nın pek çok yerinde halk kültürü müzeleri peş peşe açıldı.
Mardin’e yolunuz düşerse şehrin dar sokaklarında dolaşıp konuşulan dillere kulak verin.
Peki Türkiye’de?
Bizde bu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında başladı. Karanlıkta ve el yordamıyla… ‘İşin özü Anadolu’dur’ deyip Anadolu’daki kültürlere yönelmek Cumhuriyet’in felsefesine de uygundu. Yalnız ne yazık ki başarıyla süren saha çalışmalarının devamı gelmedi. Toplanan malzeme korunamadı. Bu yüzden Türkiye’de kent müzesi araştırmaları biraz geç başladı. Her şey kaybolup gittikten sonra… Mardin şanslı. Bir kere MAREV (İstanbul’daki Mardinliler Vakfı) müthiş bir hemşerilik bilinciyle hareket ediyor.
Kent müzesinin olmazsa olmazları neler?
Kent müzeleri, halk kültürünü yansıtmak zorunda. Tarım, ev yaşamı, yemek kültürü, yerel mimari, mutfak kültürü… Gümüş, maden ve taş işçiliği… Eksik kalan, arkeoloji ile günümüz arasındaki zaman. Yani yakın tarih. Yüz seneden geriye giderseniz o bir biçimde sanat tarihinin alanına girer. Eksik halka, yakın tarih ve o da unutulmaya en müsait olanı. Kent müzesi mutlaka yakın tarih belleğini yakalamalı.
Bir müze nasıl kurulmaz?
Bu işin olmazsa olmazı koleksiyondur. Müze gereksinimini koleksiyon meydana getirir. Önce malzemeniz olacak, sonra ona uygun bir mekân arayışına gireceksiniz. Ama bizde tersinden işler süreç. Önce bina yapılır, sonra içi doldurulmaya çalışılır. Öyle şey olmaz. Kesinlikle olmaz.
Genelde eldeki binalar kullanılıyor…
O bile değil. Öyle şeyler yapılıyor ki… Ortada ne bir koleksiyon, ne de müze talebinde bulunan bir toplum var. Sadece müze sahibi olmanın getirdiği prestij söz konusu. O prestij düşünülerek, özellikle Yakın Doğu Ülkeleri’nde tanınmış mimarlara büyük paralarla binalar yaptırılıyor. Boş boş binalar. Ondan sonra da o binaları doldurmaya çalışıyorlar.
En tehlikeli tarafı ne?
İşin en tehlikeli tarafı, bunu bir ticari iş olarak görmek. Paranın olduğu ama müze talebinin olmadığı ve müze gerektirecek malzemenin bulunmadığı ülkeler için tehlikeli girişimler bunlar. Belki çok güzel yapılar çıkıyor ortaya ama içleri boş oluyor. Talep, merak ve malzeme yoksa muhteviyat eksik kalıyor. Talep eden bir cemaat olmalı. Yoksa kendi kendinize müze kurar, eserlere tek başınıza bakarsınız.
Peki; kentin bir müzeyi dolduracak kültürel geçmişi varsa ama malzemesi eksikse;
Mardin’deki gibi…
Mardin’in bir müzeyi dolduracak kültürel geçmişi var; hatta fazlası var, eksiği yok. Onun için buradayız zaten.
0 notes
Photo

Uruguay’da Montevideo Turu
Kartpostallara yakışır güzellikte’ deyiminin hakkını Granada kadar veren başka bir yer daha yoktur.
Renkli koloni dönemi binaları, resmedilmeye değer kilise ve kaleleri, Arnavut kaldırımı taşlı sokakları ve baş döndürücü takımada ortamıyla burası o kadar büyüleyici bir yer ki, buradayken kameranın pili daha önce hiç şahit olmadığın bir hızla tükenecek.
Bu aman vermezcesine güneşli bölgenin sunduğu tüm güzellikleri keşfetmek için de burası ideal bir merkez. Buradayken Mombacho Volkanı’nı ziyaret ederek bulut ormanını görebilir ve kanopi turlarına katılabilir, hemen yanı başındaki Nikaragua Gölü’nde kürek çekebilir veya yüzebilir ya da dilersen yerel bir köy çiftliğindeki çeşitli aktiviteler için rezervasyon yapabilirsin. Ayrıca, nefes kesici taş resimlerinin bulunduğu Parque Nacional Archipielago Zapatera da tarihe meraklı olanların mutlaka ziyaret etmesi gereken yerler arasında bulunuyor.
Mutlaka bir tekne gezisine katılarak adacıkları keşfet ve ardından şehre dönerek sayısız sokak satıcısından birinden öğle yemeğini ye. Denemeni tavsiye ettiklerimiz arasında lezzetli bir lahana salatası olan yerel tatları ‘vigoron’ geliyor.
Montevideo, bir Güney Amerika ülkesi olan Uruguay’ın başkenti, en önemli limanı ve en büyük kentidir. Aynı zamanda en gelişmiş ve modern yönetim otoritelerinin var olduğu yerdir. Ülkenin parlamentosu bu kentte bulunmaktadır.
Konumu, iklimi
Montevideo; ülkenin güneyinde, Uruguay ırmağı ile Prana ırmağının birleşerek denize döküldüğü geniş Rio de la Plata (“gümüş ırmak”) koyunun kuzeyinde yer alır. Aynı koyun güneyindeki Buenos Aires’ten yaklaşık olarak 193 kilometre uzaktadır.
Uruguay
Uruguay ya da yasal adıyla Uruguay Doğu Cumhuriyeti (İspanyolca: República Oriental del Uruguay) Güney Amerika anakarasının güneyinde bir ülkedir. Kuzeyinde Brezilya, batısında Uruguay ırmağı ile Arjantin, güneyinde bu ırmağın denize döküldüğü Rio de la Plata (“gümüş ırmak”) koyu, doğusunda ise Atlas Okyanusu ile çevrilidir.
Ülkedeki insanların yaklaşık yarısı, başkenti ve en büyük kenti olan Montevideo’da yaşar.
Yüzölçümü olarak, Güney Amerika anakarasının (Surinam’dan sonra) en küçük ikinci ülkesidir. Uruguay, Güney Amerika’da ekonomik ve siyasal olarak en dengeli ülkelerden biridir.
“Uruguay” adı, yerlilerin dili olan Guarani’de “Boyalı Kuşlar Irmağı” anlamına gelir.
Bölgeye Avrupalıların ilk yerleşimi 16. yüzyılın başlarında olmuştur.
Uruguay günümüzde uygulanmakta olan günlük 8 saatlik çalışma süresini Dünya’da uygulamaya koyan ilk devlettir.
Aynı zamanda, Dünya üzerinde esrarı yasal hale getiren ilk ülkedir.
İklimi ılıman, ortalama sıcaklığı yaklaşık 15 santigrat derecedir.
#gezi fikirleri#gezi ip uçları#gezi turları#Montevideo#Montevideo turu#Uruguay#Uruguay gezi fikirleri#Uruguay gezileri#Uruguay turu
0 notes
Photo

Turizmin Eşsiz ve Sakin Yöresi “Alaçatı”
Merhaba değerli blog takipçileri ve ziyaretçileri sizler için internetten araştırdığım ve de daha önce gezme fırsatı bulduğum tatil yöresiyle ilgili bir yazı hazırladım. Bu yazımın içeriğinde Alaçatı’nın Türkiye’nin turizm potansiyelini sağladığı dinamizmi görmemizde yardımcı olan geniş bilgilere sahip olacaksınız. Beğenmenizi ümit ederek iyi seyahatler diliyorum.
Alaçatı, İzmir’in belki de en gözde tatil beldesi olarak biliniyor. Her yıl yerli ve yabancı turistler tarafından yoğun bir şekilde ziyaret edilen tatil yöresi, bilmeyenler için ise tam bir labirent! Sizin de tatil planlarınız arasında Ege kıyıları varsa, Alaçatı tatili hakkında bilmeniz gereken birkaç şey var!
İzmir’e bağlı olan Alaçatı, merkeze yaklaşık olarak 1 saat uzaklıkta! Şehir dışından Alaçatı’ya ulaşmak istiyorsanız, araba tercihi yapabilirsiniz. Fakat yolun uzun olması, tatilden bir şey anlamamanıza neden olup sizi fazlasıyla yorabilir. Bu durumdan kaçınmak ve tatilin keyfini doyasıya çıkarabilmek için uçakla İzmir’e ulaşmanızı öneririz. Son zamanlar da uygun kampanyalarıyla göz dolduran Sunexpress, güzel bir alternatif olabilir.
İzmir’in Gözdesi Alaçatı
Uçaktan sonra da konforumdan vazgeçmem diyorsanız İzmir Adnan Menderes havaalanından kolayca araba kiralayabilir ve Alaçatı yoluna koyulabilirsiniz.
Araba tercihi yapmadıysanız üzülmeyin! İzmir’de her şey turistler için düşünülmüş. Yine havaalanından binebileceğiniz otobüslerle Çeşme’ye ulaşmanız gerekiyor. Alaçatı, havaalanı ve Çeşme arasında kalsa da maalesef otobüsler mola vermiyor. Bu durumda Çeşme’de inip tekrar minibüse binip Alaçatı’ya gitmeniz gerekiyor. Çeşme’den Alaçatı’ya giden birçok seçenek bulabilirsiniz.
Keyifli bir Ege turu sonrasında Alaçatı’ya ulaştıktan sonra kendinizi şirin kasabanın modern görüntüsüne kaptırabilirsiniz. Avrupayı andıran sokak yapısı ile herkesi büyüleyen Alaçatı’da kaybolmak size keyifli bile gelebilir.
Alaçatı Butik Otelleri Tek Kelimeyle Nefis!
Alaçatı’nın daha beldeye giden yolda başlayan ve sizi sarıveren farklı bir havası var. Alaçatı’nın begonvillerle kaplı mis kokulu sokaklarının oluşturduğu atmosfer ve huzur dolu ambiyans, İzmir Alaçatı’nın neden son yılların en gözde tatil beldelerinden biri olduğunu hissettiriyor. Türkiye’nin en iyi butik otellerinden bazılarına da ev sahipliği yapan Alaçatı, gerek sevgililer günü tatilinde gerekse yaz döneminde iyi bir tatil keyfi yapmak isteyenleri ağırlamayı bekliyor.
Alaçatı otelleri, beldenin hemen her yerinde dağılmış durumda. Birçoğu da kalabalığın taş evlerin sıralandığı sokakları doldurduğu merkeze yakın. Bu butik otellerin birçoğu oda kahvaltı şeklinde hizmet veriyor. Ticari bir işletme zihniyetinden uzak, evlerine gelen tatilcileri bir misafirmiş gibi ağırlayan Alaçatı butik otelleri, kahvaltısıyla, odalarının kendine münhasır tasarımıyla, tarihi dokusu ve bahçelerinin güzelliğiyle göz dolduruyor.
Sörfçülerin Toplanma Noktası
Alaçatı, konumu gereği oldukça rüzgarlı! Ve bu durum da ister istemez denizin dalgalı olmasını gerektiriyor. Rüzgar denize girmek isteyenler için olumsuz bir durum olsa da sörf tutkunları için biçilmiş kaftan. Alaçatı’da yazın sörf yarışmalarının düzenlenmesi de bölgeye ayrı bir turizm hareketi katmakta! Denize girenler için ise daha sakin sahiller de yok değil! Ayrıca gençlerin uğrak noktası haline gelen birçok beach club’lar sırayla açılıyor. Bu beach’lerde güneşin ve denizin tadını doyasıya yaşayabilirsiniz.
Alaçatı Kumrusu Başka Yerde Yenmez
Alaçatı’nın nesi meşhur derseniz, herkesten kumru cevabı alacaksınız. Kesinlikle diğer şehirlerde yediğiniz kumru diye adlandırılan benzer tatlardan daha lezzetli olduğunu ilk ısırıkta anlayabilirsiniz. Alaçatı tatili sırasında kumru yemeden dönmemeniz daha sonra pişman olmamanız için oldukça önemli! Çünkü kumru Alaçatı’da yenir! Özellikle gece kumru yemek için kendinizi sıra beklerken bulabilirsiniz.
Alaçatı Gece Hayatı Oldukça Hareketli
Alaçatı, eğlenmesini bilenler için oldukça hareketli! Akşamüstü saatlerinde dar sokaklarda sevdiklerinizle birlikte keyifli yürüyüşler yapabilirsiniz. Daha sonra meşhur rakı balık restoranlarında Ege mezeleriyle birlikte kolay kolay unutamayacağınız tatlar keşfedebilirsiniz. Özellikle sadece Alaçatı’ya ait mezeler, rakı masalarının olmazsa olmazı! Bir de arkadan keyifli bir müzik geliyorsa, değmeyin keyfinize! Karşınızda da sevdikleriniz varsa, Alaçatı tatili işte şimdi başlıyor demektir.
Alaçatı’da tabii ki diğer dünya mutfaklarına özgü restoranları da bulabilirsiniz. Seçim burada da size kalıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde meşhur Aya Yorgi Koyu‘na gidip, gece kulüplerinde eğlenebilirsiniz. Bu gece kulüplerinde giriş sıkıntısı olduğunu önceden belirtelim. Özellikle erkek erkeğe içeriye girmeniz bir hayli zor! Ayrıca giriş ücreti vermeniz gereken mekanlar da var.
İstanbul’da da oldukça meşhur bir bar olan Tektekçi, Alaçatı’nın en çok dikkat çeken mekanı! Geceleri özellikle gençlerle dolup taşan mekan, geç saatlere kadar açık! Alaçatı’daki tektekçinin ayrıca farklı bir özelliği var! Gece 1’den sonra dağıtılan kulaklıklarla eğlenceye devam ediliyor. Binaların iç içe olması, otel ve evlerin de barlara yakın olmasını gerektirdiğinden geç saatlerde yüksek ses yayını yasak! Ama Tektekçi, bunu oldukça akıllı bir şekilde kendi lehine çeviriyor.
Gecenin sonu tabii ki midye ve kumru! İzmir’in kumrusu gibi meşhur olan midyesi, tadını kesinlikle damağınızda bırakacak. Diğer şehirlerde gördüğünüz midyelerin aksine çok küçük olan İzmir midyesi, tadından ise ödün vermiyor. Bir yiyenin bir kez daha bırakamayacağı midyeden sayısız tane yiyebilirsiniz.
Alaçatı Taksi Ücretleri
Alaçatı’nın belki de tek derdi taksileri olarak biliniyor. Bu durumun nedeni de talebin arzdan oldukça fazla olması! Özellikle tatilcilerin yoğun ilgisiyle karşılaşan taksiler, maalesef tamamıyla onlara derman olamıyor. Bu durum da ister istemez taksi fiyatlarının oldukça yüksek rakamlara çıkmasına neden oluyor. İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerle arasında oldukça fiyat farkı bulunan taksiler ise durumdan memnun gözüküyor.
Çok mecbur kalmadıkça sık sık düzenlenen minibüs seferlerini kullanmanız, Alaçatı tatili sırasında ulaşıma fazla para harcamamanızı sağlayabilir. Seçim sizin!
Özellikle İstanbul ve çevresinde yaşayanların hemen hemen her yıl tercih ettiği Alaçatı, güzelliklerinden bir şey kaybetmiyor, aksine daha da üzerine katıyor. Siz de yurt dışına çıkmadan kendinizi yurt dışında hissetmek ve kaliteli bir tatil geçirmek istiyorsanız, Alaçatı tüm güzellikleriyle sizi ve sevdiklerinizi bekliyor.
#alaçatı#alaçatı gezisi#alaçatı otelleri#alaçatı taksicileri#atalaçatı turu#gezilecek yerler#İzmir alaçatı#izmir tatil turu#izmir turu#tatil yerleri#yaz tatili
0 notes
Photo

Kaşif ve Gezgin
Piri Reis
Doğum tarihi bilinmemektedir. 155 i’te Kanuni tarufmdan boynu vurdurulmuştur. Denizcilik ve coğrafya alanındaki eserleriyle ünlüdür.
Piri Reis, gemiciliğe beşledikten eonre Akdenizli* İren ysmnı dolsstı. Yeninde vnlır tığı Kemel Rele, korsanlığı bırakıp devlet hlımetlne geçince Plrt Reis de onu İsledi II. Beyeıld devrindeki denli eeveylertnde Un yepmeye başladı, Yavuz Selim ve ksnunl Süleyman semenlerindeki denli savaşlarına da katıldı Pir silrft Barbaros’la çalıştı 1531 ‘do Mısır Donanmaeı Kumandanı oldu. 3t parça gtml ila Suvaya’tan kalkarak Kı zıldenls’l geçip Basra körfeslne açıldı Arabistan yarımadasındaki Aden kelesini aldı Fakat stratejik Önemi bulunen Hürmüş adasını, ede helkının verdiği kıymetli hediyeler yüzünden, zaptetmedi Portekiz donanmasıyla de eeveşmeyıp î gemi ve ganimet terle Mıeır’e dündü ve bu hettlerını heyetiyle ödedi Plrt Rele’ln. Akdeniz’in butun sahillerini anlatan Kitabı Bahrlyye adlı cogrelys kitabı ve değerli bir atlası vardır.
Nicolas Appert
Fransız ticaret adamı ve mucidi 1752’de Chülonssur-Mame’da (Fransa) doğdu, lMl’de Mnssy’de (Fransa) öldü.
Besin konserveleri sanayisinin öncüsüdür. Bugün bütün dünyada o keder gallfmie bulunan beeln konserveleri aanayll, 1790 yıllarınn doğru Paris’te şekercilik yapmakta olan Nicolas Apperte çok saylar borçludur. Zira Appert çok sıkı kepeli kaplara konarak hlt süre kaynatılan besin maddelerinin içindeki mayelerın sıcaklık etkisiyle yok edilebileceğini düşünmüştü mayaları alınmış bu yiyecekler, uzun süre bozulmadan yanabilecek dununda kalabilirdi. Hemen deneye girişen Appert hava almayacak şekilde sımsıkı kapanığı cam kavanozlara meyve, hattâ süt gibi besinleri koydu vs bunları su dolu hlr kabın içinde tutarak kaynattı vo umduğu sonucu aldı Aylar soma Appertin hamle dığı konservelerle uzun bir eslere çıkan gemiciler, kış ortasında, llkbahaı sebzelerini lezzetla yediklerini söylediler
Branly
Édouard Branly Fransız öğretmeni ve fizikçisi, 1844’te Amiens’de (Fransa) doğdu, 1940’ta Paris’te öldü.
Branly borusu diye de anılan ilk telsiz telgraf alıcısını gerçekleşleştirdi. Paris’teki Katolik Enstitüsü’ndekl laboratuvarında. Profesör Branly on beş yıldan beri aynı konu üzerinde sürekli bir şekilde deneyler yapmaktaydı. İçine maden talaşı doldurulmuş ve İki ucu madeni birer kapakla kapatılmış ince cam tüpten, biraz ötede bir kıvılcım çaktırıldığı zaman akım geçiyordu. 1890 yılında bir gün, asistanının da yardımıyla Branly, kesin bir deneye girişti: Asistan, kıvılcımı bir başka binada çaktırdı. Gayet tabii, arada birçok duvar vardı. Buna rağmen İçinde maden talaşı bulunan tüp, elektrik akımını aldı. Telsiz telgraf işaretlerini almaya yarayan ve ileride Marconi tarafından uzağa yayın deneylerinde kullanılacak olan âlet bu şekilde gerçekleşmiş oluyordu. Branly, sâkin ve mutlu bir halde evine döndü ve yorgunluğunu gidermek üzere öğrencilerinin çözmeleri için birkaç problem hazırlamaya koyuldu.
0 notes
Photo

Tarihin Seyrini Değiştiren Hükümdarların Hayatları “İstanbul Fatihi”
Kuohtemok
Son Aztek imparatoru. 1497’ye doğru Mexico’da doğdu, 1525’te Tabasco’da (Meksika) öldü. İmparatorluğunu kurtarmak için korkusuzca savaştı.
Yüce Rahip Kuohtemok, amcası İmparator Kuitlahuak 1520’de ölünce, Aztek imparatorluğunun başına geçti. Yeni hükümdar, İspanyol konkistadoru Hernan Cortes’in adamlarıyla uzun süre yiğitçe savaştı, ama sonunda onların eline düştü. İspanyollar onu hapsettiler ve hâzinenin yerini öğrenebilmek için kendisini korların üzerine yatırdılar. Fakat Kuohtemok bu korkunç işkenceye katlandı. Bakanlarından biri daha aynı işkenceye maruz bırakılmıştı, ama o dayanamayıp imparatoruna yalvararak, hâzinenin yerini söylemek için kendisinden izin istemişti. Bunun üzerine Kuohtemok: “Ben sanki güller üstünde mİ yatıyorum?” Karşılığını vermişti. Hükümdar bu cesareti sâyesinde o an için ölümden kurtuldu ve yeniden tahta çıktı. Fakat kısa bir süre sonra İspanyollar, kendisini- İspanya’ya ihanetle suçlayarak idam ettiler.
Fatih Sultan Mehmet
Mehmet veya Fatih Sultan Mehmet. Yedinci OsmanlI padişahı, 1430’da Edirne’de doğdu, 1481’de İstanbul’da öldü.
İstanbul’u alarak Ortaçağ’ı sona erdirip Yeniçağ’ı açtı; iki imparatorluk, on dört devlet, iki yüz şehir fethetti. II. Mehmet iki defa tahta çıktı. Birincisinde on iki yaşındaydı ve babası sağdı. Haçlılar tehlikesi belirince, yerini babasına bıraktı. Babasının 1451’de ölümü üzerine ikinci defa tahta çıktı. İyi eğitim görmüştü, birkaç dil bilirdi. Karamanoğlu isyanını bastırdıktan sonra İstanbul’u almak için hazırlıklara başladı, bu arada Rumelihisarı’nı yaptırdı. Edirne’de, benzeri olmayan büyüklükte toplar döktürdü. 6-Nisan 1453 günü saldırıya geçti. Kuşatılan İstanbul büyük bir direniş gösteriyordu. II. Mehmet, kızaklar döşeterek, gemilerini karadan Haiiç’e indirdi. Elli üç gün süren bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453 günü İstanbul’a girerek Doğu Roma imparatorluğu’na son verdi. II. Mehmet’e «Fatih» unvanını kazandıran bu olay, Yeniçağ’ın başlangıcı oldu. Fatih’le birlikte Osmanlı devleti büyük bir imparatorluk hâline geldi.
Yavuz Sultan Selim
Yavuz Sultan Selim veya I. Selim. Dokuzuncu Osmanlı Padişahı, 1467’de Amasya’da doğdu, 1520’de Çorlu’da öldü.
Tarihin büyük cihangirlerinden, Dokuz yıllık saltanatı sırasında İran’dan Mısır’a kadar uzanan yerleri fethetti. Şehzade Selim, büyük kardeşlerini ortadan kaldırıp babası II. Bayezlt’i de zorla tahttan indirdikten sonra padişah oldu, ilk iş olarak ülkesindeki mezhep kavgasını önlemeye girişti ve bu arada İran hükümdarı Şah İsmail’in taraftarı kırk bin şiîyi öldürttü. Şiîliği yayan Şah İsmail’in ordusunu 1514’te Çaldıran’da yendi. Tebriz’i dönüşünde Diyarbakır, Van ve Bitlis’i aldı. Dulkadıroğlu devletini ortadan kaldırdı. 1516’da Mısır Kölemen Sultanının üzerine yürüdü. Mısır ordusunu Mercidabık’ta ve Gazze’de yendi. Suriye ve Filistin’i aldı. 1517‘de Mısır’ı ve Hicaz’ı fethederek, halifeliği Osmanoğullarına geçirdi, kendisi de ilk Osmanlı halifesi oldu. İstanbul’a döndükten sonra, yeni bir sefere hazırlanırken şirpençeden öldü, işini bilen ve heybetli olması yüzünden halk arasında «Yavuz» diye anılan I. Selim, bilginleri ve sanatkârları korur, kendisi de şiir yazardı.
0 notes
Text
Tarihle Dolu Modern Bir Müze “Pera”
Pera Palas’a geldik. Burayı bu kadar bilindik yapan birçok neden var. Öncelikle, Tepebaşı’nm en görkemli ve en ünlü oteli olan Pera Palas, Türkiye’nin (daha doğrusu Osmanlı İmparatorluğu’nun) ilk beş yıldızlı oteli. Yapıldığı yıllarda hiçbir otel Pera Palas’ın temizliğine, konforuna ve gösterişine sahip olamamıştı. 1955’te Hilton Oteli yapılana kadar da uzun yıllar da tek beş yıldızlı otel olarak kaldı.
Pera Palas, 1891’de az önce uzunca bahsettiğimiz mimar Vallauri tarafından ünlü Orient Ekspress treninin zengin yolcularını ağırlamak amacıyla inşa edildi. Uluslararası Büyük Oteller Kumpanyası (Compagnie Internationale des Grands Hotels) adlı şirket tarafından yaptırılan ve yapımı on yıl süren otel, yapıldığı günlerde Tepebaşı’mn en yüksek binasıydı. Bu dokuz kadı otelin hantal yapısı, hepsi birbirinden farklı neo-klasik cephe düzenlemeleriyle zenginleştirilmişti. Otelin iç dekorasyonunu yapan Vagon-Li (Wagon-Lits) şirketi tüm malzemelerin en kalitelisini kullanmıştı. Günümüzde otelin birçok mobüyası, sıhhi tesisatı, kapı kollan, elektrik donanımı orijinal olup yapıldığı günden bu yana kullanılmaktadır. Açıldığı günlerde çevresindeki bazı binalar gibi Amerikan Konsolosluğu da elektriğini Pera Palas’tan alıyordu.
Pera Palas uzun tarihi boyunca özellikle de işgal günlerinin İstanbul’unda birçok ünlü ismi ağırladı. Mustafa Kemal, İstanbul’da olduğu günlerin çoğunda Pera Palas’ta kalmıştı. Bunun dışmda İsmet İnönü’den Mısır Hıdivi Abbas’a, İran Şahı Rıza Pehlevi’den ünlü aktris Greta Garbo’ya kadar Pera Palas’ta kalmış isimlerin listesi otelin lobisindeki panoda duruyor. Otel, tansiyonu yüksek ve kanlı olaylara da sahne oldu. 1941 Mart’ında, yani İkinci Dünya Savaşı’nm en hareketli günlerinde İngiltere’nin Sofya Büyükelçisi Sir Rendall, içkisini almak üzere bara doğru ilerlerken, antrenin mermer merdivenlerine bırakılan bavullardan birisi patladı. Büyükelçi sağ kurtulsa da olayda ikisi polis dört kişi öldü ve lobi büyük hasar gördü.
Otelin koridorları esrarengiz olaylarla doluydu. Bunlardan en ünlüsü şüphesiz Agatha Christie ile ilgili olanı. Dünyaca ünlü İngiliz kadın romancı Agatha Christie, on bir gün süreyle kaybolduğunda gelip Pera Palas Oteli’nin 411 numaralı odasında kalmıştı. 1920’li yıllardaki bu ortadan kaybolma ve ardındaki gerçek ancak yetmişli yılların sonunda Los Angeles’ta oturan ünlü medyum Tamara Rand tarafından ortaya çıkarılmıştı.
Kılığı beğenilmeyince otele alınmayan Mersinli Rum Fetros Bodosa-ki sinirlenerek 1915 yılında oteli satın aldı. Bodosaki, oteli işlettiği süre boyunca yalnız yabancı, özellikle de Yunan bayraklarıyla süslemiş, Türk bayrağı astumamıştı. 1919’da oğlu Torna Anastiadis oteli devraldı ancak işletemeyerek zarar ettirince otele haciz geldi.
Önce devlet tarafından işletilmeye başlanan otel 1928 yılında Atatürk’ün Suriye günlerinden yalan dostu Misbar Muhayyeş tarafından satın alındı. Muhayyeş-çocuğu olmadığı için 1949 yılında bir vakıfname hazırladı ve her yıl bayramlarda elli fakir çocuğun giydirilmesnıi ve otelin yıllık kira gelirinin Darüşşa-faka, Darülaceze ve Verem Savaş Demeği arasında bölüştürülmesini vasiyet etti. Uzun yıllar vakıflar tarafından işletilen otelin hisselerinin büyük bir kısmı özel teşebbüsün elinde bulunuyor.
Pera Palas Oteli’nin yanındaysa Natanson adlı bir Yahudi’nin 1911 yılında açtığı Garden Bar bulunuyordu. Kapısında her daim üniformalı bir Rus generalin durduğu Garden Bar’ın “Kazaska Kralı Büyük Kazbek” türünden, sabahlara dek süren şovları oluyordu. Garden Bar 1939 yılında bir gece yerle bir oluverdi.
Pera Palas’ın tam karşısında küçük bir lokanta var. Burası, İstanbul’da İran yemekleri yapan yegane yer. Gerçi biraz reklama girdik ama bahsetmekte zarar yok; İran mutfağı denince ilk akla gelen, ince uzun bir tür pirinçten yapılan İran pilavı “çilav” ile bazı ülkesel ve yöresel et yemeklerini burada tatma şansınız vardır.
#İstanbul da seyahat#İstanbul gezisi#İstanbul pera müzesi#İstanbul tarihi#İstanbul tarihi yapılar#istanbulda gezilmesi gereken yerler#istanbulu geziyorum gözlerim açık#istanbulun gezilesi yerleri#istanbulun tarihi yapıları#Pera palas#Vagon-Li
0 notes
Text
Şişhane Turu Ve Dahası
Altıncı Daire Binasının alt tarafında kalan bölge de “şeşhane”den bozularak Şişhane haline geldi. Şişhane’deki birçok bina istimlaklerle yıkılmış olsa da meydandaki Frej Apartmanı tüm heybetiyle duruyor. Binanın tarihi ve mimarı bilinmezlikler içindedir. Yapılış tarihi konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte 19. yüzyıl sonu ya da 20. yüzyıl başı olduğu sanılıyor. Mimarları iki Rum: Konstantinos Kyri-akidis ve Aleksander Neokosmos (Yenidünya). Kyriakidis, 1871’de İstanbul’da doğdu ve kırk dört yaşma kadar İstanbul’da yaşadıktan sonra Atina’ya göç etti, 1942’de de orada öldü. Ortağı Yenidünya ise bugünkü Goethe Enstitüsü binası (bir zamanlar Vemudakis Apartmanı) başta olmak üzere birçok apartman inşa etti.
Frej Apartmanı’nın sahibi Beyrutlu zengin Selim Hana Frej’di. Selim Bey’in Hıristiyan ya da Maruni olduğu söylenir. Babası Arap, annesi Amerikalı’ydı. Aile o kadar varlıkhydı ki Selim Frej, Hayfa, Lübnan ve Trablusgarp kıyılarının kabotaj hakkını Osmanlı İmparatorluğu’ndan 99 yıllığına isteyecek konumdaydı. Aile fertlerinden Musa Frej, İran Şahı’ndan “Arslan” ve “Güneş” nişanlan almıştı. Sınırsız servet, pırıltılı yaşamlar beraberinde bazen trajedileri de getiriyor…
Ticaretten bankerliğe kadar her işi yaparak sınırsız servet sahibi olan ailenin üç çocuğu vardı: Jean, Alfred ve Angel. Tek kız çocuğu olan Angel dönemin en yakışıklı gençlerinden Arnavut Dukakinzade Ailesi’nden Feridun Bey, yani Feridun Dirimtekin ile evlenir. Feridun Beyin unvanları saymakla bitmez. Kurtuluş Savaşı’nda Yunan General Trikopis’in kılıcını teslim alan kurmay, Harp Akademisinde hoca, Türkiye Tlıring ve Otomobil Kulübü yöneticisi, Ayasofya Müzesi Müdürü, yazar, aristokrat, entelektüel… Bu evliliğin ardından Angel Frej artık İstanbul sosyetesinde Madam Aysel Dirimtekin diye büinir. Rengarenk emprime giysileri ve yurtdışmdan getirttiği tüllü, tüylü, çiçekli ve kuşlu zarif şapkaları ile kokteyllerde Ye davetlerde boy gösterir, patlattığı şen kahkahalarıyla tüm dikkatleri üzerine çeker.
Gün gelir, Feridun Bey emekli olur. Heybetli Frej Apartmanı 1948 yılında 150 bin liraya satılır. Feridun-Aysel Dirimtekin çifti Nişantaşı’nda sade bir apartman dairesine taşınırlar. Feridun Beyin yolda yürürken belediyenin kazıp üzerini örtmediği bir çukura düşerek bacağını kırması, aynı zamanda aÜenin de düşüşünün başlangıcıdır. Kısa bir süre sonra Feridun Bey ölür, miras kavgaları başlar. Mirasçılar deli diye iftira ettikleri Aysel Hanım’ı akıl hastanesine yatırtırlar. Sonra da huzurevine… Frej’in tek kızı Angel artık yaşamın bambaşka bir yerindedir. Antikaları çalınır, mirasçılar evlerini paylaşır. Bir gün Aysel Hanım, eşi Feridun Bey gibi bir çukura düşer, bacağını kırar ve sonra yaşama veda eder. Aysel Hanım adeta tek bir yaşamda farklı yaşamları görmüştür. Önceleri zenginlik, ihtişam, mutluluk, sonralarıysa yoksulluk, hastalıklar, acılar ve ölüm…
Alexandre Vallauri
Merdivenlerden aşağıya doğru inerek Meşrutiyet Caddesi’ne çıkalım. Hemen köşede Galata Antique Hotel olarak kullanılan bina Ale-xandre Vallauri’nin eseri. Burada bir zamanlar tanınmış zücaciyeci Fransız Henri Hipolit Decugis oturuyordu. Ailesiyle birlikte yazlan Fenerbahçe’de çok büyük bir yalıda yaşayan Decugis, kışlık bir konağın inşası için Vallauri ile anlaştı. Ünlü zücaciyeci, yapımı kısa sürede tamamlanan üç katlı binaya 1881 yılında çocuklan ve kansmı da alarak taşındı. Decugis, uzun yıllar yaşadığı bu konakta güzel günler geçirdi ama hayatının son yıllan sıkıntılar ve acılarla geçti. Kan-sının 1940’ta ölümü üzerine iki yıl boyunca kapüannı kimseye açmadı. Fransa’dan özel olarak getirttiği kepenklerle tüm odalan karanlığa gömdü. Eşinin yasını bu şekilde tuttu. 1942’de yaşama gözlerini yumdu. Eşinin yanma, Feriköy Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Kışlık konak da oğluna kaldı. 6-7 Eylül olaylarından sonra Decugis’nin oğlu binayı satarak Fransa’ya göç etti.
Kaderine terk edilen bina, 2001 yılında restore edilerek otel haline getirildi. Bugün binanın altında ünlü mimarın adını taşıyan bir de kafe bulunuyor. Vallauri, tanınmış Levanten aüelerden birisinin çocuğu olarak 1850’de İstanbul’da dünyaya gelmişti. Babası Osmanlı sarayının başşekerlemecisi Eduard Vallauri idi. Dönemin Levanten aileleri, çocuklarını mimarlık eğitimi almaları için Avrupa’ya gönderiyordu. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat sonrası değişen yaşam tarzı içerisinde mimarlar iyi para kazanıyordu. Vallauri de eğitim görmesi için, Paris’e gönderildi. Burada dünyanın en iyi mimarlık okullarından Ecole des Beaux-Arts’da eğitim gördükten sonra 1878 yılında İstanbul’a döndü. Genellikle pahalı inşaatların mimarı olarak bilinen Vallauri, maliyeti çok yüksek nazır konaklan inşa etti, çok sayıda önemli resmî yapıya da imzasını attı.
İstanbul’a döndükten sonra şehirde geçirdiği otuz yü boyunca yaptığı yirmi beş önemli yapı arasından İstiklal Caddesi’ndeki Serkl Dor-yan (Cercle d’Orient) Binası, Pera Palas Oteli, Union Française binası, Haydarpaşa’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (bugünkü Marmara Üniversitesi), Çiftehavuzlar’daki Cemü Topuzlu Köşkü, Cağaloğlu’ndaki Düyun-u Umumiye binası (bugünkü İstanbul Erkek Lisesi) ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni sayabüiriz. Vallauri mimarlık eğitiminde de görev almıştı. İnşaatını bizzat gerçekleştirdiği binasmda 1883’te öğretime açüan Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ali’nin ilk mimarlık hocasıdır. Said Nahum Duhani, Vallauri’nin hayatta istediği hemen her şeye kavuştuğunu, yalnız çok istediği Fransız elçiliğinin resmî mimarı unvanını elde edemediğini belirtir.
Decugis’nin evini geçer geçmez, tek blok bir apartman görüyoruz. Bu bina, Tanzimat dönemi bankerlerinden Musevi Avram Kamondo’ya ait. Kamondolar İspanya-Portekiz kökenli bir aüeydi. Önce Venedik’e göç edip orada birkaç yüzyıl yaşamışlar, oradan da 18. yüzyıl sonlarında İstanbul’a gelmişlerdi. Avram Kamondo ise bu aüenin bir mensubu olarak Ortaköy’de doğmuştu. Bankacılıktan edindiği servetini bankerliğe yatırdı. Osmanlı İmparatorluğunda gayrimenkul edinme izni alan ilk yabancı uyruklu kişi oldu. Avram Kamondo, Tanzimat Dönemi sadrazamı Mustafa Reşid Paşa’nm sıkı dostu ve finansörüydü. Biriken borçlarını ödeyemeyen Reşid Paşa, kalp krizi geçirip son nefesini verirken dahi başında Kamondo vardı.
Kamondoların şaşaalı yaşamı gittikleri Paris’te de bir süre devam etti. Orada, Paribas Bankası’m kurdular. Kendi müzelerinin dışında Louvre’a zengin bir koleksiyon bağışlamışlardır. Ailenin reisi Avram Kamondo 1872’de Paris’te öldü ve isteği üzerine naaşı İstanbul’a getirildi. Öldüğü gün, bankalar ve borsa tatil edilmiş, Haliç esnafı da kepenk kapatıp yas tutmuştu. Aüenin geri kalan üyeleriyse, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazüerin toplama kamplarında yok olup gitti. Geriye de sağda solda kendi isimlerini taşıyan bir takım evleri, konaklan, hanlan ve işyerleri kaldı.
Kamondoların evinin karşı köşesinde İtalyan zengin Foscolo’nun evi var. Foscolo’nun akşam içkisini içerken Haliç’te bir sandalı ateşe verip yanmasını seyretmek gibi zevkleri de vardı! Foscolo’nun evinin bulunduğu Yemenici Sokak’ta ise Hahambaşılık binası bulunuyor. Türkiye Hahambaşısı, Türkiye’de yaşayan tüm Musevilerin lideri olarak kabul ediliyor. Yüzyıllardır fiili olarak varolmalarına rağmen hahambaşı olarak kabul edilmeleri Tanzimat dönemine denk geliyor. Hahambaşılık binası Cibali, Ortaköy, Balat gibi semtlerde bulunduktan sonra 1909 yılında günümüzdeki yerine taşmdı. Bugünkü görünümüne ise 1993 yılındaki kapsandı restorasyonun ardından kavuştu.
General Yazgan Sokak’ın adı eskiden Sümbül Sokak’tı ve bu sokakta ünlü Alman lokantası Fischer bulunuyordu. 1941’de açılan lokanta 1953 yılında Galatasaray Lisesi’nin yan sokağına, oradan da 1967’de İngiliz Sarayı’nın yalanlarına taşınmıştı. Uzun yıllar Alman Fischer Ailesi’nin işlettiği bu lokanta, 1978’de bir daha açılmamak üzere kapandı.
#Alexandre Vallauri#avram komandon#avram komandon ailesi#fischer ailesi#general yazgan sokak#İstanbul#İstanbul rehberi#İstanbul şişhane#İstanbul tarihi turu#İstanbul turları#şişhane#şişhane tarihi
1 note
·
View note
Text
İtalyan İşçi Derneği Ve Garibaldi
Yürüyüşe kaldığımız yerden devam edelim. Deva Çıkmazı’na sokağa girip ilerleyelim. Deva Çıkmazı adını Vasil Anastasiadis’in bir zamanlar bu sokakta bulunan eczanesinden alıyor. Sokağın sonuna doğru hafifçe dalgalanan bir İtalyan bayrağıyla karşılaşıyoruz. Ve bayrağın hemen yanında da bir tabela: İtalyan İşçileri Dayanışma Demeği (Societa Operaia Italiana). İtalyan işçileriyle İstanbul’un ne alakası olabilir ki? İşte öyküsü:
yüzyılın ikinci yansında İtalya’da baş gösteren ekonomik kriz ve işsizlik sonucu binlerce İtalyan, Doğu Akdeniz’in liman kentlerine göç edip çalışmaya başlar. Bu kentlerde şanslannı deneyenler arasında önemli bir grup da inşaat işçi ve ustalandır. İşte bu koşullarda, 1863’te İstanbul’da İtalyan İşçileri Dayanışma Demeği kuruluyor. İtalyanca’sı, La Societa Operia Italiana di Muttuo Soccorsa (kısaca Operaia Italiana) olan demek, işçilerin ortak sorunlanna çözüm bulmak amacı ile oluşturuluyor. Societa denince, akla az önce bahsettiğimiz Giuseppe Garibaldi’nin gelmemesi mümkün mü?
Ünlü İtalyan generali ve vatansever Garibaldi’nin 1862’de Roma’daki yenilgisinin ardından İstanbul’a gelip Linardi Sokak’taki Madam Mancardi’nin pansiyonunda kaldığından söz etmiştik. Garibaldi’nin İstanbul günleri oldukça hareketli geçer. Beraberinde Napolili ve Kırmızı Gömleklilerden oluşan bir grupla İstanbul’a gelen Garibaldi, Societa’nm başkanlığına seçüen ilk kişi olur. 1862 yılındaki doğum gününü Galatasaray’da o dönemin ünlü Naum Tiyatrosu’nda kutlar. Garibaldi’nin talimatıyla Societa, aynı yü Prusya’ya karşı savaşan İtalyan ordusuna 10 bin Frank ve 45 gönüllü gönderir. Tüm bu yaşananların üzerine az önce kilisenin yanında gördüğümüz Garibaldi Restoran adının da tesadüf olmadığı sonucunu çıkarabiliriz…
İtalyan İşçi Birliği’nin tam karşısındaki bina Pinto-Fresko Pasajı, bugünkü halinden çok daha farklı olarak pasaj bir zamanlar İstiklal Caddesi ve Tepebaşı arasmda bir geçit görevi görüyordu. Binanın yerinde bulunan ahşap konağın ilk sahibi Bahriye nazırlarından birisinin bankeri olan Fresko idi. Fresko, konağını Pinto Ailesi’ne sattı. Pintolar ahşap konağı yıktırıp yerine iki caddeyi birleştiren bir apartman yaptırınca binanın adı da Pinto-Fresko Pasajı olarak kaldı. Neo-klasik üslup özellikle binanın Meşrutiyet Caddesi’ne bakan tarafında ve günümüze kadar ulaşan bina içindeki tavan süslemelerinde kendisini gösterir. Giriş kapışırım yanındaki mermere Rumca olarak işlenmiş Kafe Zivopolion yazısı halen durmaktadır.suRjye pxs\)i kyNKU pxsxjl
Süriye Pasajı Aynalı Şark Pasajı Markız
Tünere doğru yürüyüşümüze devam ediyoruz. Hollanda Elçili Abud Aüesi’ne ait olan bu devasa apartman 1908’de Rum mimar Vasiliadis tarafmdan yapıldı. Kandilli’de de kendi isimlerini taşıyan bir yalıları olan Suriye’den gelme Mehmed ve Ahmed Abud kardeşler ticaret yaparak zengin olmuşlardı. Küçüksu ile Kandilli arasında, bugün de varolan ve Abud Efendi Yalısı diye bilinen yalıları vardır. Abud Kardeşler’in, 1896’da bir et kıtlığı zamanında dört vapur dolusu hayvanı İstanbul’a getirip ucuza satarak karaborsacılara darbe vurdukları anlatılır. Abud Kardeşler, dürüstlüklerinden dolayı hem halk hem de devlet ricali tarafından pek seviliyordu. Kendileri hakkında anlatılan bir hikaye de şöyle: Mehmed Abud Efendi, Meşrutiyet ilan edümeden önce Bosna ile iyi ilişküer kurarak Bosnalı tüccarlara kredi açmıştı. Ancak, aynı yıllarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna’yı işgal edince Abud Efendi’nin borçlan orada kalmıştı. Aradan yıllar geçti ve bir gün Abud Efendi, Mercan’daki ticarethanelerine çok sayıda Boşnak geldiği haberini aldı. Bir de gidip baktığında omuzlarında heybeleriyle kırk-elli Boşnak’la karşılaştı. Boşnak-lar, heybelerini boşalttıklarında ortaya, ölen Boşnakların ödenmesini vasiyet ettiği yüz binlerce altın çıktı.
Bir girişi de Gönül Sokak’tan olan pasajın içinde geçmişte olduğu gibi bugün de ağırlıklı olarak kürkçüler ve deritiler bulunuyor. Mezeleriyle ünlü meyhane Çatı da bu pasajda. Tüm bunların dışmda pasajın esküerinden birisi de Apoyevmatini Gazetesi. Yüzyılın başında İstanbul’da çok sayıda Rumca gazete ve dergi yayımlanıyordu. Bunlardan geriye sadece “akşamlık” anlamına gelen Apoyevmatini kaldı. Gazete 1925 yüında Ligor Yaveridis tarafından kuruldu ve o günden bugüne yayımlanıyor. Bir zamanlar binleri bulan tirajı bugün sadece dört yüz. Pasaja Türkiye’nin en uzun ömürlü Fransızca gazetesi olan İstanbul (Stamboul) da vardı. 1875’ten 1965’e kadar haftada altı gün kesintisiz yayımlanan gazete, Fransızca olmasına rağmen ilk çıktığı yıllarda İngüiz yanlısıydı. Sonradan, Fransız çıkarlarım sa-‘ vunmaya başladı. Tahta sıralı Cine Centrale (Santral Sineması), Balt-: hasard Şapka Mağazası, Haciras Birahanesi, Sokrat Boyahane ve Temizleme Evi, Terzi Şakir, Peysiz Şapka Evi ve Valery Kitabevi de yine p bu pasajdaydı.Eski adı Timoni olan Gönül Sokak’ın sonundaki Nil Pasajı bu sokağı Aşmalı Mescid Sokağı’na bağlıyordu. Adını bir dönem Nil isimli bir lokantanın burada olmasından alan pasaja 1950 yılında bir kat daha eklendi. Beş yıl sonra da Turing Kurumu ve Macar lokantası Çardaş buraya taşındı. 1950’li yılların İstanbulunda İstanbullulara çigan müziği eşliğinde gulaş ve fırında kaz yeme lüksünü sunan Çardaş, 1960’larda yok oldu gitti. Gönül Sokak’ı geçer geçmez Aynalı Şark Pasajı’na (Passage Orientale) varıyoruz. Uzun süren sessizliğin ardından Aynalı Şark Pasajı yenilenerek geçtiğimiz yıl tekrar açıldı. 19. yüzyılda pasaj, kitapçı Köhler Kardeşler, Mandus Matbaası, kuaför Kristich, terzi Mulieri ve Regis, iplikçi Kalagas ve St. Peters-burg Cafe-Restaurant’a ev sahipliği yapıyordu. Zaman içinde tüm bu mağazalar yok oldu. En son da Markiz Pastanesi…
Markiz’in bulunduğu yerde yüzyılın başlarında, buradan taşınma hikayesinden bahsettiğimiz Lebon vardı. Lebon karşı tarafa taşınınca 1942 yılında bu yeri Avedis Ohanyan Çakır işletmeye başladı. Çakır, Fransa’dan getirdiği Meunier adı verilen çikolata fırınıyla Marquise de Sevigne çikolatalarının kalitesine ulaşmak ve tanıtmak için pastanesine Markiz admı vermişti. “Markiz”, Ortaçağ Avrupa’sında kont ile dük arasında yer alan soylu “marqui”nin eşi anlamında kullanılan Fransızca “marquise” kelimesinden geliyordu. Markiz’in yazısının üzerindeki kraliçe tacı da bu anlatımı doğrular nitelikte…
Markiz’in kendine has bir havası vardı. Duvarlarını Fransız sanatçı J.A. Amoux imzalı ilkbahar (Le printemps) ve sonbahar (L’automne) isimli Art Nouveau fayans panolar süslüyordu. Bu panoları halen görmek mümkün. Kış (L’hiver) panosu ise Paris’ten İstanbul’a gelirken yolda kırılmış. Muhtemelen yaz (L’ete) mevsimini betimleyen pano da zaman içinde aynı kaderi paylaşmış. Bugün bu panoların bir benzeri Kalamış’taki Villa Mon Plaisir Yalısı’nda bulunuyor. Fayans panoların dışmda Mazhar Resmor Beyin yaptığı vitraylar iki savaş arası dönemin Art Deco tarzının İstanbul’daki son örneklerinden. Ayrıca, Leuminier imzalı fınnı, dekoratör İbrahim Sarfiyef in yaptığı camlı pasta vitrinleri üe lambriler, Ermeni usta Cezerliyan’ın yaptığı kar tonpiyer süsleriyle Markiz Pastanesi dönemin sanat ve edebiyat çevresini kendisine çekmeyi başarmıştı. Markiz, İstanbul’daki entelektüel kesimin buluşma noktasıydı. Ünlü edebiyatçılar, şairler, sanatçılar ve fikir adamları Markiz’in ünlenmesinde büyük rol oynadı. Namık Kemal’den Ziya Paşa’ya Orhan Veli Kanık’tan Haldun Taner’e birçok ünlü isim adeta Markiz’le özdeşleşmişti. Uzun edebiyat sohbetleri, güncel konular ve siyasi tartışmalar Markiz’in kendine has havası içerisinde yapılırdı. Ümit Yaşar Oğuzcan, platonik aşkı Ayten’e Markiz’de yazmış…
Önce 6-7 Eylül 1955 olayları, ardından da Beyoğlu’nun 1960’lı ve 70’li yılların bozulan yapısı Markiz’in de sonunu getirdi. Markiz müşterilerine son servisini 1965’te yaptı. Bir ara oto tamircisine çevrilmek istendi ancak Haldun Taner’in girişimleriyle koruma altına alındı ve uzun yıllar süren bir yalnızlığa terk edüdi. Yıllar yılı Galatasaray’dan Tünel’e doğru yürüyen hemen her İstanbullu, bir kere de olsa Rus Konsolosluğu binasının karşısındaki tozlu camlara şöyle bir başım dayayıp içerisini seyretmiş, Mösyö Michelle’in, Madam Annette’in ve arkadaşlarının arkalıksız kartondan yapılmış maketlerine bakıp eski günleri yad etmiştir. Eski günler geri geldi ve bir zamanlar Beyoğlu’nun seçkin mekanlarından olan Markiz Pastanesi 2003 yılı sonlarında yeniden açıldı, ancak Beyoğlu’nun değişen ortamına ayak uyduramadığından olsa gerek birkaç yıl içinde tekrar kapandı.
0 notes
Photo

Botter Han ve Çevresinde Tarih Gezintisi
Botter Han’ın hemen yanındaki apartman ise İtalyan Testa Ailesi’ne ait. Testa Apartmanı’nın altında bir zamanlann ünlü Fransız kitabevi Hachette bulunuyordu. Köşedeki büyükçe apartman bir dönem otel olarak kullanılan Hıdivyal Palas. Osmanlı İmparatorluğu’nun “hasta adam” diye anıldığı günlerde uzak eyaletlerde devlet otoritesi zayıflamaya, siyasi güç zengin tüccar veya toprak sahiplerinin eline geçmeye başlamıştı. Bu uzak eyaletlerden birisi de Mısır’dı ve Mısır’daki güç sahiplerine “Hıdiv” denilmekteydi. Hıdivyal Palas da zengin Mısırlı ailelerin birisinden kalma. Bir dönem sanırım otel olarak da kullanılmış.
Hıdivyal Palas’m diğer köşesinde, kısa zaman öncesine kadar ABC Kitapevi’nin bulunduğu, şu anda ise boş duran yerde bir zamanlann ünlü pastanesi Lebon vardı. Lebon, Fransız Elçüiği’nin pastacıbaşısı Eduard Lebon tarafından önce caddenin karşısında, bugünkü Markiz Pastanesi’nin bulunduğu yerde açıldı. Lebon’un terk ettiği yerde Markiz açılırken Lebon Pastanesi önce Kumbaracı Yokuşu’nun başına, şu anda boş duran yere taşmdı, sonra da yok olup gitti. Lebon’dan geriye sadece ünlü bir tekerleme, “Tout est bon, chez Lebon” (Lebon’da her şey güzeldir) kaldı.
Lebon’un yanındaki Kumbaracı Yokuşu’ndan aşağıya doğru epeyce inecek olursak, az önce gördüğümüz Kırım Kilisesi’ne ulaşabiliriz. Yokuş, adını bir zamanların ünlü reformcusu Humbaracı Ahmed Paşa’dan alıyor. 18. yüzyılın ilk yarısında OsmanlI’da yenileşme ve reform hareketierinin ilk uygulandığı alan ordu oldu.
İmparatorluğun askeri gereksinimleri onu Avrupa’ya edebiyat, sanat, mimari, hukuk veya ekonomiden önce yaklaştırdı. Ancak askeri reformların uçlan başka alanlara da dokunuyordu. En basitinden askeri doktor yetiştirmek için tıp eğitimi, istihkam ve yol için mühendislik eğitimi, derken matematik, coğrafya ve mâliyeye kadar uzanan birçok alanda gelişim ve değişim yaşandı. Askeri alanda yenileşmenin, Avrupa’dan uzman kişiler getirilmesiyle başanlacağı düşünülüyordu.
Batılı uzmanların getirilip ordunun yeniden yapılandırılması süreci Humba-racı Ahmed Paşa ile başladı. Asil bir Fransız ailesinden gelen ve asıl adı Claude Alexandre Comte de Bonneval olan Humbaracı Ahmed Paşa, ordusunda teğmenliğe kadar yükselmiş başarılı bir askerdi.1727’de Kral XIV Louis ile arası bozulunca önce Venediklilere, sonra da OsmanlIlara sığındı. Topçu (Humbaracı) Ocağı’nı kurdu, Müslüman oldu ve adım değiştirdi. Osmanlı ordusunun modernleşmesinde önemli emeği geçen Humbaracı Ahmed Paşa son on altı yüı-nı geçirdiği İstanbul’da Türkçe’yi öğrenmeyi bir türlü başaramadı. 1747’de gut hastalığından öldüğünde halen Müslümanlığından şüphe duyuluyordu. Evinin nerede olduğunu kesin olarak bümesek de bu sokakta oturduğundan eminiz. Sokakta sol tarafta kalan Tercüman Çıkmazı’nda Özel Tarhan Lisesi bulunuyor.
Rus Elçiliği
Lebon’un az ilerisinde, işlemeli demir kapısı ve arka plandaki gösterişli binasıyla Rus Konsolosluğunu görüyoruz. Rus Konsolosluğu, İsviçreli-İtalyan Fossatti Kardeşlerim eseri. Binanın yapımında Fossatti’lere, akrabaları mimar Alessandro Rusça ve ressam-dekoratör Antonio Fornari de yardımcı olmuştu. Bugünkü binanın yerinde 18. yüzyılda da Rus Elçiliği bulunuyordu. 1767 ve 1831 yıllarında çıkan iki büyük yangının yol açtığı zararın ardından elçilik kesenin ağzını açtı ve aynı yerde gösterişlidir bina yapmaya karar verdi. St. Petersburg’tan gelen Fossatti Kardeşler 1837-1845 yıllan arasında Rus Sarayı’nı inşa ettiler. O dönemde Dolmabahçe ve Çırağan Sarayları’nın henüz olmadığını ve düden dile dolaşan Rus tehlikesini düşünürsek bu görkemli bina İstanbul için oldukça önemlidir.
Fossati’lerin gözetiminde en iyi Rus inşaat ustaları tarafından ve Çarlık Rusyası’nın sıkı denetiminde yapılan binanın zemininin Rus toprağıyla doldurulduğu iddia edilir. Rivayet odur ki Çariçe II. Katerina “elçilik binasının Rus toprakları üzerinde durmasını sağlamak için” gemüer dolusu toprak göndermiştir. Rus Klasisizmini yansıtan binanın tavan ve duvarlarını İtalyan ressam A. Forcarfnin resimleri süsler. Gösterişli kapısı, parmaklıkları ve armasıysa en iyi demirciler tarafından Lugansk kentinde dökülmüştür.
#2. Katerina#beyoğlundan bahçelere#botter han#İstanbul gezisi#İstanbul hakkında#İstanbul özel gezisi#İstanbul rus elçiliği#İstanbul turu#istanbulu geziyorum#istanbulu geziyorum her yerim açık#Rus elçiliği#tesla ailesi
0 notes
Photo

Avrat Pazarı, Esir Ticareti ve Arkadios Sütunu
Avrat Pazarı “Cerrahpaşa”
Yedinci tepeyi süsleyen Cerrahpaşa, Bizans döneminin önemli dini merkezlerinden biriymiş. OsmanlIlar da aynı önemi verip muhteşem yapılarla süslemişler semti, kısaca elinizi sallasanız tarihe çarpıyor. Buna rağmen neden bu kadar az ziyaret edilir anlamak mümkün değil yan yana ditilmiş evleri, daracık sokaktan 1le tipik bir eski İstanbul resmi veren semt bir dönem esir pazarının da kurulduğu yermiş. Burası “yolu düşünce gezilecek” bir yer değil, aralarında Haseki ve Hekimoğlu Ali Paşa camileri, Bulgur Palas ve Arkadios Sütunu’nun da olduğu başyapıtlar dizisini keşfetmek için “yolun özellikle düşürüleceği” bir yer.
Bir suriçi semti olmasına ve Üsküdar (sy. 498) gibi muhteşem cami külliyeleri ile donatılmasına rağmen Cerrahpaşa turistlerin klasik rotası arasında yer almaz. Aslında Aksaray’a (sy. 086) yakınlığından ötürü ulaşımı da çok kolaydır. Cerrahpaşa adım, geleceğin padişahı III. Mehmed’in sünnetini yapan ve bu nedenle “cerrah” unvanı ile ödüllendirilen saray doktoru Cerrah Mehmed Paşa’dan almış.
Günümüzde pek bir iz kalmamış olsa da Arkadios Sütunu’nun civan bir zamanlar cariyelerin satıldığı Avrat Pazan’ymış. Aksaray’da tramvaydan inin, Cerrahpaşa Caddesi boyunca Marmara Denizi’ne doğru yürüyün ve Namık Kemal Caddesi köşesinde bugün bir çay evi olan XVIII. yüzyıl eseri Ebu Bekir Paşa Okulu’nun binasını bulun.
Avrat Pazarı’na hoş geldiniz! İstanbul’u koruması için yedi tepesine dikilen 24 adet tılsımdan biri olduğuna inanılan Arkadios Sütunu burada olduğu için meydana Forum Arkadios adı verilmiş. Burası Bizans döneminde köle ticareti yapanların merkezi olarak kabul edilirmiş. Osmanlılar zamanında da aynı işlevi “Avrat Pazarı” adıyla XIX. yüzyıl ortalarına kadar sürdürmüş. Kimine göre de köle pazarı değilmiş, satıcıların kadın olduğu bir pazarmış.
Esir Ticareti
Kulağa çok kötü geliyor değil mî? Ancak pek çok insanın düşündüğünün aksine Osmanlı İmparatorluğumda nüfuzlu bir konuma yükselenlerin çoğu, padişah anaları hatta sadrazamlar bile saray yaşamlarına esir olarak başlamış. Korsanlar tarafından ele geçirilen ya da imparatorluğun çeşitli bölgelerinden vergi misali toplanan, devşirme denilen bu insanların çoğu aslında Hıristiyanmış, sonradan Müslüman olmuşlar. Haremdeki cariyeler bir yana, güçlü Valide Sultan’ın bile başlangıçta bir köle olduğuna inanmak çok zor. Yolu esir pazarından geçen ünlüler arasında Hürrem, Kösem ve Sultan III. Selim’in annesi Mîhrişah Sultan da var; Pazar 1847’de kapanmış ama esir ticareti şehrin farklı köşelerinde 1922’ye kadar sürmüş.
Arkadios Sütunu
Eğer Cerrahpaşa Caddesinden devam edip Haseki Kadı Sokağindan sola dönerseniz Bizans’tan bu zamana gelen ender eserlerden birine rastlarsınız. Bugün yoğun bir yapılaşmanın etkisi altında olan Haseki Hürrem Camii’nin yanındaki bölge, bir zamanlar İmparator Arkadius’un Arkadios Forumu yani meydanıymış.
402 yılındaki zaferlerini ilan etmek için imparator Roma’daki Trajan Sütunu’na benzer bir sütunu şehrin yedinci tepesine diktirmiş. İstanbul’u koruduğuna inanılan tılsımlardan biri olarak kabul edilen sütunun üzerinde şehrin ufuklarını gözleyen güzel bir peri heykeli varmış ilk zamanlar. Evliya Çelebi’ye göre peri heykelini kaldırtan Konstantin gözcülerin tehlike anında çaldığı çanlar yerleştirmiş sütunun tepesine. 421 yılında II. Theodosios bu sütunun üstüne babasının atlı bir heykelini koydurmuş, ancak bu heykel 704 depreminde düşüp parçalanmış. Civardaki binaların üstüne çökebileceği korkusuyla 715 yılında yıkılan sütundan bugün sadece iki bina arasına sıkışan ve büyük kısmı bir ağaç tarafından gizlenen kaidesi kalmış.
#arkadios İstanbul#arkadios sütunu#avrat pazarı#cerrah mehmed paşa#Cerrahpaşa#Cerrahpaşa avrat pazarı#esir ticareti#İstanbul esir ticareti#İstanbul tarihi#sir William alan#sütun arkadios
0 notes
Text
Yedikule Zindanları ve Civardaki Tarih
Yedikule
İmparator I. Theodosios ziyarete gelen diğer Ülkelerin Kral ve maiyetlerini görkemli bir şekilde karşılamak amacıyla bir zafer takı olarak “Altın Kapı”yı inşa ettirmiş. Daha sonra tahta geçen oğlu, dört kulesi olan arkadaki kaleyi bu kapı ile birleştirmiş. Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed’in de üç kule eklemesiyle bugünkü halini alan Yedikule Zindanları Türkiye’nin en eski açık hava müzelerinden biri. Osmanlı döneminde ilk olarak Hazine-i Hümayun (Osmanlı hâzinesinin tutulduğu yer), daha sonraları da hapishane olarak kullanılmış. Padişahın gözünden düşen kişiler burada idam edilip kesik başları girişte yer alan kanlı kuyuya atılırmış. Kapalı-çarşı ile Mısır Çarşısı arasındaki yokuşa adını veren Mahmud Paşa 1474’te burada boğdurulmuş. İmparatorluğun en yenilikçi padişahlarından I olan 17 yaşındaki Sultan Genç Osman da 1622 yılında bir Yeniçeri ayaklanmasında Yedikule’de t öldürülmüş.
Yazılı Kule olarak da bilinen Büyükelçiler Kulesi zindan olarak kullanılan iki kuleden biri. Bu özelliğinden ötürü duvarlarında yabancı ülkelerden gelip de sultanı kızdırdığı için hapse atılmış olan mahkumların yazdıklarını görmeniz mümkün. Bu yazıların arasında Napolyon Savaşları (1803-1815) sırasında mahkum olan ve anılarını yazdığı kitapta toplayan Fransız Francois Pouqueville’inkiler de (1770-1838) var.
Zaman zaman açık hava konserlerinin düzenlendiği Yedikule’nin kale duvarlarından görülen manzara nefesinizi kesecek güzellikte… Kulenin bakımsızlığı ise ne yazık ki içinizi acıtacak.
Altın Kapı (Porta Aurea)
Yedikule surları içinde inşa edilen, Bizanslıların Porta Aurea dediği Altınkapı Via Egnatia’ya geçiş sağlarmış. İlk olarak, 388 yılında İmparator I. Theodosios’un Magnus Maximus karşısında kazandığı zaferin anısına üç bölümlü bir kemer olarak yapılan kapı, 408’de İmparator II. Theodosios tarafından şehri çeviren duvarlarla birleştirilmiş. Heykel ve yazıtlarla süslenmiş olan kapı, ismine uygun şekilde altın kaplıymış. Sadece zafer kazanıldıktan sonra imparator ve generallerinin geçiş yaptığı zamanlarda açılan kapı, diğer zamanlarda kapalı tutulurmuş.
Kapı, son olarak 1261 yılında İmparator VIII. Michael Palaeologos’un geçişiyle imparatorluğun IV. Haçlı Seferi’nden sonra kaybettiği gücünü geri kazanmasını kutlamak için kullanılmış. Altın Kapı ilk restoratör kadınlardan olan Cahide Tamer tarafından restore edilmiş.
Kazlı Çeşme
1453 yılında İstanbul’u kuşatan askerler suya ihtiyaç duydukları bir gün uçan kaz sürüsünü takip ederek suya ulaşmışlar. 1537 yılında Kazlı Çeşme Yedikule’nin biraz dışında hikâyede sözü geçen kazların suyu gösterdiğine inanılan yere yapılmış. Sonraları dericilerin kullandığı bir yer haline gelen bölgede sanayi 1993 yılına kadar devam etti, ardından dericilerin çoğu Tuzla’ya taşındı. XVII. yüzyıl gezi yazarı Evliya Çelebi, anılarında, burada yaşayan insanların deri işlemesinden kaynaklanan berbat kokuya alıştığını ve zamanla kokuyu hissetmediğini yazmış.
Belgrad Kapı
Kanuni Sultan Süleyman’ın 1512 yılında Belgrad’dan alınan savaş esirlerini buraya yerleştirmesi nedeniyle kapı bu adı almış. Duvarların hemen ardında uyku problemi çekenlere yardım ettiğine inanılan Uykulu Muhittin Efendi’ye adanmış bir de türbe var.
İstanbul’un fethi kutlamalarının her yıl 29 Mayıs’ta burada yapılmasına rağmen duvarların restorasyonuna gereken özen maalesef gösterilmemiş, kaba işçilik hemen göze çarpıyor. Renkli törenlerin her ayrıntısını seyretmek istiyorsanız sabah erken saatlerde gelin.
#Altın kapı#belgrad kapı#İstanbul altın kapı#İstanbul porta aurea#İstanbul yedikule#İstanbul Yedikule zindanları#kazlı çeşme#porta aurea#uykulu muhittin efendi#Yedikule#Yedikule müzesi#Yedikule zindanları
0 notes
Text
Beyazıt Çevresindeki Tarihi Yerler
Şehri Resimlemek
Kaliforniyalı sanatçı Trici Venola İstanbul’a 2004’te gelmiş. O günden beri şehirdeki tarihi eserlerin, siyah-beyaz resimlerini çiziyor. Sergiler açıyor, eserleri kitapları süslüyor. Biz onunla karşılaştığımızda Büyük Valide Han’ı resimliyordu.
Beyazıt Meydanı ve Çevresi
Bizans döneminde kentin en büyük meydanı, Osmanlı döneminde ise bir saray meydanı olan bugünkü Beyazıt Meydanı İstanbul’un kent imgesini oluşturan temel öğelerden biridir. Çevresinde Bayezid Camii gibi önemli eserler var. Tarihi Yarımada’nın merkezinde bulunan bölge aynı zamanda şehrin ana ulaşım akslarının odağında yer alıyor.
Beyazıt Camii, Kapalıçarşı’ya gidenlerin önünden aceleyle l geçerken pek dikkat etmediği şehirdeki en güzel klasik camilerden biri. XVI. yüzyılın başında yapılan eser, zarif avlusuyla bu kalabalık meydanda bir vaha gibi çıkıyor karşınıza. Hemen yakınındaki İstanbul Üniversitesi’nin etkileyici kapısı ve Serasker Kulesi buradaki tarihi yapılardan sadece birkaçıdır.
Burası IV. yüzyılda Kontantinopolis’teki en geniş meydâ adını burada bulunan boğa heykelinden alan Forum Tauri imiş. Bugünkü Beyazıt Meydanı ile hemen hemen aynı alanı kaplayan meydan, 393 senesinde, İmparator Theodosios tarafından yeniden yapılandırılmış ve onun onuruna Forum Theodosios adı verilmiş. Büyük kemerli binaların çevrelediği meydanda göze çarpan yapıtların başında Roma’daki Trajan Sütunu’na benzer bir sütun, Theodosios ve oğulları Honorios ile Arcadios’un heykellerinin süslediği zafer takı gelirmiş. Bu anıtlardan geriye kalanlar bugün anayolun üstünde duruyor.
Beyazıt Devlet Kütüphanesi
Caminin hemen karşısında, 18 32 yılında Sultan II. Abdülhamid tarafından kütüphaneye dönüştürülünceye kadar imaret olarak kullanılan binayı göreceksiniz. 2009 yılında tamamiyle restore edilen bina, 1884 yılından beri Beyazıt Devlet Kütüphanesi olarak hizmet veriyor.
İstanbul Üniversitesi
Şehirdeki en büyük üniversite olan İstanbul Üniversitesi aynı zamanda en eski olanı. İlk önce Fatih Suttan Mehmed döneminde Fatih Camiindeki sekiz medresede kurulmuş. Beyazıt, Selimiye ve Süleyman iye camilerine bitişik olan medreseler ayrıca üniversitenin farklı fakültelerinin de öncülleri olmuş. İstanbul Darülfünun adıyla kurulan ilk “üniversite”, 1923’te Cumhuriyet ilan edilince Beyazıt Meydanı’nın arkasındaki Seraskerat (Savaş Bakanlığı) binasına taşınmış. 1933 yılında İstanbul Üniversitesi adını almış. Üniversitenin bugün kullandığı binalar 1866 yılında Fransız mimar Auguste Bourgeois (1821-1884) tarafından tasarlanmış. Muhteşem bir kapının altından geçilerek kampüse giriliyor. Ünlü öğrencileri | ‘arasında yazar Ahmet Hamdi Tanpınarve Orhan Pamuk, şair Orhan Veli, müzisyen Mercan Dede, politikacı Yıldırım Akbulut ve David Ben Gurion var.
Kapıdan geçip içeri girin. Beyazıt Kulesi’ni ve Süleymaniye Camii’nin harika manzarasını görmek için arkaya doğru yürüyün. Burada ayrıca | 1960 darbesine neden olan olaylarda 20 yaşında ölen öğrenci Turan Emeksiz’in bir büstüyle karşılaşacaksınız. Üniversitenin önündeki meydan şimdi daha tanıdık geldiyse hatırlamanıza yardımcı olalım, Cuma Namazı sonrası sık sık gösterilere sahne olan yer burası.
İstanbul’da Taşınan Saraylar
Bizans İmparatorlukları saraylarını bugünkü Sultanahmet Meydanı’na yapmışlar. 1204’teki IV. Haçlı Seferi’nin şehir üzerindeki tahribatından sonra ise kara surlarının sonunda, Edirnekapı’daki Blachernae Sarayı’na taşınmayı tercih etmişler.
1453’tekî çarpışmalar sırasında Blachernae Sarayı da hasar görmüş ve Fatih Sultan Mehmedjeski Theodosios Forumu arkasında İstanbul’daki ilk evini, Eski Saray’ı (Saray-ı Atik) yaptırmış. Sultan buradaki ve Edirne’deki diğer Eski Saray arasında gidip gelirken Topkapı Sarayı’nın (Saray-ı Cedid) inşaatı da başlamış.
Topkapı Sarayı’na taşınan Fatih, burayı ölen sultanların eşleri ve cariyeleri için ikinci saray olarak bırakmış. Eski Saray şu anda İstanbul Üniversitesi bahçesinde ve Süleymaniye Camii’nin olduğu yerde bulunuyormuş. Geniş bir alanı kaplayan Saray’ın bir kısmı 1866 yılında Seraskerlik Dairesi (bugün üniversitenin merkez binası olarak kullanılıyor) yapılırken bir kısmı da Süleymaniye Camii’nin inşası sırasında yıkılmış.
#beyazıt devlet kütüphanesi#beyazıt kütüphanesi#beyazıt meydanıi beyazıt çevresi#beyazıt tarihi#beyazıt tarihi yerleri#İstanbul sarayları#İstanbul üniversitesi#İstanbul üniversitesi beyazıt#İstanbulda taşınan saraylar
2 notes
·
View notes
Photo

Bir Ceviz Ağacı Olası Geliyor İnsanın Gülhane Parkında
Topkapı Sarayı’nın has bahçelerinden biri olan Gülhane Parkı, geçirdiği bir dizi düzenleme ve restorasyon sonucu kent sakinlerinin temiz hava, ağaç gölgesi ve rengârenk çiçek özlemini gidermek için koştuğu bir mekân haline geldi. İstanbul’un her dem kıymetti mücevherlerinden biri olan parkta, eski çağlardan kalma Gotlar Sütunu gibi anıtlarla geçmişi, güzel manzaralı çay bahçeleri sayesinde de günümüzü yakalayabilirsiniz.
Gülhane Parkı
100 bin metre karelik alanıyla Gül-hane Parkı, ziyaretçilerine en güzel fotoğraf karelerini nisan ayındaki Lale Festivali sırasında sunuyor. En kalabalık zamanı ise yaz döneminde. Kış ve ilkbaharda da çıplak ağaç dallan arasından kül balıkçılı kuşlarının yuvalarını gözlemek mümkün. Parkta görebileceğiniz anıtlar arasında V. yüzyılın ilk yarısına ait Bizans Sarnıcı var.
Park XIII. yüzyılda Konstantinopolis Üniversitesi’ne de ev sahipliği yapmış. Parkı çevreleyen duvarlara bitişik olanlar dışında, Eminönü’ne doğru tramvay yolu takip edildiğinde çok değerli anıtlar ve yapıtlarla karşılaşılır.
Gotlar Sütunu
Parkın içinde, Sarayburnu’na hâkim tepenin üzerinde, 15 metre yüksekliğinde Korint tarzı başlığıyla dikkati çekiyor. Gotlar Sütunun üstünde Bizanslı tarihçi Nicephorus Gregoras’ın söylediğine göre, bir zamanlar, Bizans’ın kurucusu olan Byzas’ın heykeli bulunuyormuş.
Kaidesinde zorlukla okunan “Gotların yenilgisi ile geri gelen talihe” yazısı kafaları karıştırıyor ve bu sütunun, her ikisi de Gotları yenmiş olan iki imparatordan II. Claudîus Gothîcus (yak. 268-70) için mi yoksa şehrin kurucusu Büyük Konstantin (yak. 324-337) için mi dikildiği kesin olarak anlaşılamıyor.
İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi
Osmanlıdan kalma has ahırların restore edilmesi sonucunda ziyarete açılan Müze özel ilgi alanlarına hitap etmesine, müzik, gemicilik, tıp, zooloji ve mimarlık gibi bölümler içermesine rağmen İslam dünyasının tarihteki başarılarını öğrenmek isteyenler için de güzel örnekler sunuyor.
Sergilenen eserlerin birçoğu ne yazık ki günümüzde yabancı ülke müzelerinde bulunan orijinallerin kopyalarıdır. Bir kısmı da günümüze ulaşan tasvirleri dikkate alınarak aslına uygun yapılmış. Bununla beraber çok hoş müzik enstrümanlarına da rastlamak mümkün.
Nusret Çolpan’ın yaptığı ve tavanları süsleyen çizim teri görmek için bile müzeyi ziyaret siniz. Çolpan’ın hoş minyatü rinin tramvay duraklarını da süslediğini hatırlatıp yolumuza devam edelim. Müzenin hemen yanında, adına yakışır güzellikteki gül bahçesinde ya da Kuzey Kıbrıs ; Türk bitki örtüsünden örnekler sergileyen bahçede keyfinize keyif, hayatın��za pozitif bir yansıma katabilirsiniz. (Perşembe günleri kapalı).
#Bizans sarnıcı#Gotlar Sütunu#Gülhane#Gülhane parkı#İslam Bilim#İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi#İstanbul Gülhane#Teknoloji Tarihi Müzesi
0 notes
Text
Sarayburnu ve Yakın Tarihi
İlk Atatürk Heykelinin Yapıldığı Tarihi Yer Sarayburnu
Burada, Türkiye’de bir açık alana dikilen ilk Atatürk heykelini de görebilirsiniz. AvusturyalI heykeltraş Heinrich Krippel tarafından yapılan heykelin bulunduğu yer Yavuz Zırhlısı’na konup İzmit üzerinden trenle son yolculuğuna uğurlandığı nokta. Sirkeci tarafına doğru yapacağınız kısa bir yürüyüş sizi Sepetçiler Kasrı’na ulaştırır. Sultanların Boğaz ya da Haliç’e giderken saltanat kayıklarına bindikleri yer olarak da bilinen Sepetçiler Kasrı’nın mevcut hali 1643’te Sultan Deli İbrahim tarafından yaptırılmış. XX. yüzyıla terkedilmiş, harap bir şekilde ulaşan kasır 1980 ve 1990’da olmak üzere iki kez restorasyon geçirdi.
Gülhane Fermanı (Reform Çağı)
Park Osmanlı tarihinde önemli bir olay ev sahipliği yaptı, 1839’da Sultan Abdülmecid imparatorluğun modernleşmesi ve yeniden , yapılandırılmasını hedefleyen ve kısmen de başarılı olan Gülhane (Tanzimat) Fermanı’m (Hatt-ı Şerif) burada ilan etti.
XIX. yüzyıl itibariyle bir zamanların güçlü Osmanlı İmparatorluğu zayıflayıp Batılılar tarafından “Avrupa’nın Hasta Adamı” lakabıyla anılmaya başladı. 1839 senesinde Tanzimat Fermanı’yla başlayan dönemde reformcu sultanlar II. Mahmud ve Abdülmecid ve sadrazamlar Ali Paşa, Fuad Paşa, Ahmet Cevdet Paşa ve Mithad Paşa farklı uluslardan gelenlerin kendi kendini yönettiği “millet” sistemine son verip imparatorluğu modern çağa taşımayı hedeflediler. Bunun yerine yeni bir bayrak, yeni bir milli marş ve tüm dinlerden erkekler için zorunlu askerlik getirerek gerçek bir Osmanlı kimliğine biçim vermeye çalıştılar. Yenilikçi padişah ve sadrazamlar modernleşme çabalarında kısmen başarılı oldular. Tanzimat çağı 1876 yılında sona erdi.
Bab-ı Ali
Alay Köşkü’nün karşısında ı840*tan kalma Bab-ı Âli (yabancıların verdiği adla Sublime Porte) var. Yüce Kapı anlamındaki bu yerde, günümüzün başbakanı konumunda olan sadrazamların çalışma mekânı ve misafirlerini kabul ettiği binalar bulunuyordu. Kendine bir saray yaptırıp buraya 1564 taşınan ilk sadrazam Sokullu Mehmed Paşa oldu. Zamanla imparatorluk meselelerin tamamı buradan halledilir oldu ve Bab-ı Âli OsmanlI’da hükümete verilen isme dönüştü. Sefirler Osmanlı padişahından ziyade Bab-ı Âli tarafından kabul edilip resmen tanınırlardı. “839’da sadrazamlar bugün İstanbul Valiliği olan binaya taşındılar ve Bab-ı Âli ismi imparatorluğu temsil etmeye devam etti.
St. Mary Chalkoprateia Kilisesi
Ayasofya’ya doğru çıktığınızda, sağ tarafınızda, yaklaşık 450 senesinde eski bir sinagogun bulunduğu yere inşa edilen St. Mary Chalkoprateia (Bakır Pazarı Meryemi) Kilisesinin kalıntılarına rastlarsınız. Bir zamanlar içinde kutsal bir emanet olarak Meryem Ana’nın kuşağını barındıran bu kiliseden günümüze sadece çok az bir bölüm ulaşabilmiş. Ayasofya, 532 yılında Nika İsyanı sırasında yerle bir edildiğinde bir süre için onun yerini almış ve katedral olarak hizmet vermiş.
Cafer Ağa Medresesi
Yolun hemen karşı tarafında hediyelik eşya satan dükkanların arasında pek de göze çarpmayan bir Mimar Sinan eseri var: 1550’li yıllarda, Kanuni Sultan Süleyman’ın hüküm sürdüğü dönemde Topkapı Sarayı’nda baş hadımağası olarak görev yapan iki siyahi kardeş Cafer ve Gazanfer ağalar için inşa edilen Cafer Ağa Medresesi. Medreseyi gezmek için Ottoman Hotel Imperial’in yanındaki kapıdan girdiğinizde sizi çok hoş gizli bir bahçe bekliyor. Günümüzde el sanatı atölyelerine dönüştürülmüş öğrenci odalarını keşfedebilir ya da bir çay molası verebilirsiniz.
Alay Köşkü
Tramvay hattını ve parkın dış duvarını aşağı doğru izlediğinizde, solunuzda 1875 yılında askeri okul olarak yaptırılan, bugünse çocuk mahkemesi olarak hizmet veren heybetli bir konak göreceksiniz. Yolun sağında tam köşede karşınıza sultanların, loncaların kortejlerinin de dahil olduğu resmi geçitleri izledikleri zarif bir tarzı olan Alay Köşkü çıkacak.
Evliya Çelebi’nin de anlattığı gibi, bu geçit törenlerinin XVIII. yüzyıla kadar OsmanlIlardaki hayatın renkli bir parçası olduğunu öğreniyoruz. Kameriyenin, sultanın yolun karşısında sadrazamın yaşadığı yer olan Bab-ı Âlî’de neler olup bittiğini gözleyebileceği şekilde yerleştirilmiş olması ise bir tesadüf değil! Kameriye orijinal olarak Sultan II. Mehmed zamanında yaptırılmış ancak bugünkü görünümüne 1819 yılında II. Mahmud’un hükümdarlığında kavuşmuş. Parkın içinde, girişte, solda yer alan taş rampa ise padişahların köşkün kapısına kadar atla gelmeleri için kullanılmış.
#Alay köşkü#bab-ı ali#cafer ağa medresesi#Gülhane fermanı#ilk Atatürk heykeli#İstanbul saray burnu#istanbulda reform çağı#reform çağı#Sarayburnu#Sarayburnu çevresi#Sarayburnu gezisi#st. Mary chalkoprateia kilisesi
1 note
·
View note
Text
Viyana Keşfinde Türkler Tarafından Yapılan Krokisi İle İlgili Açıklama
1688 sonbaharında imparatorluk kuvvetleri Belgrad’ı aldıklarında, zamanın Sadrazamı Aynacı Süyelman Paşanın gizli evraklarını da ele geçirmişlerdi. Bunların arasında İkinci Viyana kuşatmasının Türkler tarafından yapılmış bir krokisini buldular. Halen Viyana’da ve Tarih Müzesinde saklanan bu kroki, açık yeşil, koyu kahverengi, kırmızı ve sarı renklerin çok çiğ şekilde kullanılmasıyla çizilmiştir. Krokinin kuşatmayı kurtarma savaşından sonra, orta derecede sanat yeteneği olan biri tarafından ve bu bölgeyi görmeden, sadece hatırlamak suretiyle yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak, çizilen taslak, ana hatlarıyla, yaklaşık olarak doğrudur. Üstünde 28 tane açıklayıcı yazısı vardır! Krokinin ilişikte sunulan koordinatlar sistemine göre küçültülmüş basılı kopyasının kenarında görülen bu yazıların çevirisi aşağıdadır:
Krokinin ne olduğu karesinde “Viyana Kalesi’nin aslına sadık kalınarak çizilmiş tasviridir” sözüyle belirtilmiştir. Bunun hemen altında sağ kenarda “Saray” sözüyle işaret edilmiş olan bayraklarla süslü bina Hofburg u ve bunun üstünde “Kale Kenarındaki Saray” denilen yer de Hofburg un bir ek binasını göstermektedir.
Kulelerle çevrili ve haçlı bayraklarla süslü kale duvarının içinde yukarı sağ kesime Stephan Kilisesi’nin tam Türk düşünüşüne göre yapılmış bir tasviri konmuştur. Yanında “Çerkez Meydanı” yazan yer eski bir Türk efsanesiyle ilgilidir. Ünlü Osmanlı gezgini Evliya Çelebi’nin naklettiği bu efsaneye göre; 1529 Birinci Viyana Kuşatması sırasında bir Çerkez savaşçı, duvarda açılan gedikten içeri dalıp kalenin orta yerine kadar ilerlemiş ve ancak bu noktada vurulabilmiş. Kral Ferdinand hem askerin hem de atının cesetlerini mumyalatmış ve Viyana’nın orta yerine, o zamandan beri Çerkez Meydanı denilen yere bir anıt gibi koydurmuş.
Duvarın dışında ve önüne kurulmuş burcun güney cephesinde altta yazılı “Sultan Süleyman’ın topa tuttuğu burç” ibaresi yeniden 1529 yılını hatırlatmaktadır. Şehrin çevresini kuşatan “Hendeklerin iç tarafındaki şarampoller” de, “Kale Hendekleri” ve nihayet “Hendeklerin dış tarafındaki şarampoller” gösterilmiştir. Şehrin varoşları ise, saray resimleri çizilerek belirtilmiştir.
Duvarların batı ve kuzeybatı kesimlerinin önünde duran, toplar ve sarı-kırmızı yeniçeri bayraklarıyla gösterilmiş yerler, Kara Mustafa Paşa’nın emrindeki kuşatıcılardır. Bunlar da saat göstergesi sırasına göre: “Osman Paşa oğlu Ahmed Paşa kolu”, Yeniçeri ağası kolu, “Kara Mehmed Paşa kolu”. “Sadrazamın tabyası” (Sancak-ı Şerif ve Hazreti Muhammed’in iki ağızlı kılıcı burda bulunmaktaydı), nihayet “Defterdar Ahmed Paşa Kolu”dur.
Bunların yukarı kesimindeki resimler kuşatmayı kurtarma savaşıyla ilgilidir: “Yaklaşan gâvurlara karşı çıktığı zaman Sadrazamın altına oturduğu gölgeliği” göstermektedir. Bunun sağında “Hristiyan Ordusuna karşı çıkarılmış toplar” vardır. Bunun tam karşısında “Viyana Kalesi’nin üst başındaki dağlar” diye gösterilmiş olan Viyana ormanlarının eteğinde, haçla belirtilmiş olarak “Gâvurların toplan” durmaktadır. “Gâvurların geldiği arazi” vardır. Bunun hemen yanında Hristiyan ordusunun geldiği yolun kenarındaki “Kilise” yükselmektedir. Bu sözle Neuburg manastırı kastedilmiş olsa gerektir. Ancak; güneye doğru hayli ötede gösterilmiştir. Krokinin sağ kenarını “Tuna Suyu” kaplamaktadır. Alt kenarında “Dar geçitten gelen ırmak” denilmiştir. Bununla da Viyana vadisinden gelip Tuna’ya karışan Viyana ırmağı kastedilmektedir. Irmak, kale boyunca uzanan Tuna kanalıyla Prater-Tabor adalarını meydana getirir. “Adadaki Hızır Paşa kolu” kalenin suya bakan cephesinin karşısına yöneltilmiş topçularla emniyet altına alınmıştır. O zamanların “Alte Favorita”sı, (bugünkü Augarten)i gösteren yer Türkler tarafından “Adadaki Kayzer Bahçesi” diye belirtilmiştir “Ada köprüsü” Nussdorf ile Brigittenau arasında, ikinci köprü Erdberg ile Prater arasında bağlantı kurmaktadır.
Türkler tarafından topçuyla emniyet altına alınmış “Tuna üzerinde tahta köprü” ile kuşatmanın ilk günlerinde çevrecinde savaşılmış Brigitta kilisesi yanındaki Büyük Köprü gösterilmek istenmiştir. Ancak bu köprünün daha kuzeye, aşağı yukarı kesimine kaydırılması gerekirdi. Bunun Tuna’nın doğu kolu üzerindeki uzantısında ve krokide yine bu sefer güneye kaydırılmış olarak çizilmiş köprü de, Hüseyin Paşa’nın boğulduğu köprüdür. Jedlesee’de ordugâh kurmuş olan Karivon Lothringen’in ordugâhını göstermek isteyen sağda çizilmiş “Açık arazi tabyası”nın da bu kesimde gösterilmesi gerekirdi.
0 notes