Tumgik
aserkan · 5 years
Text
AÇIK KALAN BİR ÇİFT GÖZÜN UNUTTURMADIĞI
Tumblr media
Telefonun ucundaki kadın “Trenle gitsek olmaz mı?” diye sordu. Kocası, ‘O şekilde iki gün sürer. Hem bebekle de zor olur. Uçağa binmeniz en iyisi” dedi. Kadın karasızdı zira korkuyordu. Uçağa binme fikrinin ona hissettirdiği en güçlü duygu; huzursuzluktu. Kocasının pilot olması ve birçok arkadaşını uçak kazalarında kaybetmesi, hayatı boyunca uçaklardan korkmasına sebebiyet vermişti. Ancak bu sefer çaresiz görünüyordu. Belgrad’dan kalkıp, Londra’ya gidecek olan uçağa binmek zorundaydı.
Telefonun ucundaki sesin sahibi kadın, Vera Lukic, Yugoslavya’nın Londra ataşesi Veljko Lukic’in eşiydi. Yeni yıl tatillerini Belgrad’da geçirmişler ve Londra’ya dönmeye hazırlanıyorlardı. Veljko, yola daha geç çıkacağı için beş aylık hamile eşi Vera ve 22 aylık kızı Vesna’yı uçakla gönderme konusunu tatlıya bağladı. İngiliz Havayollarına ait uçağın 609 sefer sayılı uçuşuyla Londra’ya gideceklerdi.
Fakat gidemediler.
Bindikleri uçak, 5 Şubat 1958 tarihinde Belgrad’dan kalkan ancak yakıt almak için Münih’e inen, ardından da aynı şehirde düşen uçaktı. İçinde Manchester United’lı futbolcuları da taşıyan, tarihe ‘Münih Faciası’ olarak geçen o kazayı yapan uçak...
Aslında her şey güzel başlamıştı. Vera ve Vesna uçağın kalkış saatini beklerken havaalanının kafesinde oturuyorlardı. Daha doğrusu Vera oturuyor; Vesna sağa solu koşturmakla meşgul oluyordu. Bu hareketli bebek, Manchester United’lı futbolcuların da ilgisini çekti. Bobby Charlton, Jackie Blancflower ya da Roger Bryne onun için bir şey ifade etmiyordu. İngiltere’de kendisinden 5-10 yaş büyük çocukların idolü olan bu adamlar, Vesna için sadece birer oyun arkadaşıydı. Futbolcular da bu sevimli Yugoslav kızın sağa sola koşturmalarını keyifle izliyorlardı. Belgrad’da Kızılyıldız’la 3-3 berabere kalıp, ilk maçı 2-1 yeniş olmanın verdiği avantajla Avrupa’da yarı finale çıkmanın neşesi vardı üzerlerinde. Tadını hem kendi aralarında hem de minik Vesna ile çıkarmaları için ne engel olabilirdi ki?
Uçak Belgrad’dan sorunsuz kalktı. Önceden ayarlandığı gibi de deposunu doldurmak için Münih’e indi. Tek depo yakıtla Londra’ya gidemezdi. Fakat deposu dolmasına rağmen uçak Londra’ya gidemedi… Yolcular binmeye başladıklarında yüzlerinde anlam veremedikleri bir gerginlik vardı. Futbolcular aralarında şakalaşmıyordu. Atılan kahkahaların sayısı neredeyse sıfıra inmişti. Vera tanıdık bir şey hissetmeye başladı; huzursuzluk. Vesna’nın ise sesi bile çıkmıyordu. Herkesin tek dileğinin bir önce Londra’ya varmak olduğu gözlerinden okunuyordu. Saat gece 3’e geliyordu ve Münih çok soğuktu.
Yolcuların tamamı yerlerini alınca kaptan James Thain hareket edeceklerine dair duyurusunu yaptı ve kalkış prosedürlerini devreye soktu. Ancak ilk denemesinde başarılı olamadı. Moralini bozmadı. Bu gibi durumlar daha önce de birçok tecrübeli pilotun başına gelmişti. İkinci deneme için yeniden pozisyon aldı. Fakat yine başarılı olamadı. James, bir şeylerin yolunda gitmediğini sezdi. Duruma bir anlam veremese de üçüncü denemede kararlıydı. Bu sırada, yolcuların paniklememesi için ‘ufak bir arıza’ sebebiyle kalkışın ertelendiği söylendi. Bazıları söylene söylene uçaktan indi ve havayolları yetkilileri ile görüşerek geceyi Münih’te geçirmek istediklerini, sabah başka bir uçakla gideceklerini söyledi. Ancak ne Manchester United heyetinin ne de Vera ve Vesna’nın böyle bir lüksü yoktu. Onlar bu uçakla Londra’ya gitmek zorundaydı. Bir şeyi ‘yapmak zorunda olmak’ ne kötü...
Tumblr media
Uçak üçüncü denemesinde havalandı. Bu havalanma ‘keşke havalanmasaydık’ dedirtecekti çünkü kısa süre içinde önce pist üzerindeki elektrik tellerine, ardından ağaca çarpan uçak son olarak bir evin çatısına vurarak düştü. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki; ne kazada hayatını kaybeden ölümü anlayabilmiş ne de yaralananlar hayatta kalmanın anlamına erişebilmişti. Dönemin efsane takımı Manchester United’ın, gazetelerin verdiği isimle ‘Busby’nin Bebekleri’nin yedi tanesi oracıkta can verdi: Geoff Bent, Roger Byrne, Eddie Colman, Mark Jones, David Pegg, Tommy Taylor ve Liam Whelan. Matt Busby ayakları sıkışmış bir şekilde yatıyordu. Jackie Blancflower baygındı ve sağ kolu neredeyse kopmak üzereydi. Bobby Charlton ve Denis Viollet yan yanaydı. Hareketsizlerdi. O sırada mucizevi bir şey oldu. Kaleci Harry Gregg gözlerini açtı! Dev İrlandalı, başında hissettiği büyük bir ağrı ile uyandı. Gözlerini açmıştı ama hiçbir şey görmüyordu. Aklında kalan tek şey ise ‘Uçak düşüyor, öleceğiz’ çığlıklarıydı. Harry öldüğünü düşündü. Çünkü ölüme dair öğrendiği her şeyi yaşıyordu; etraf buz gibi, her yer karanlık, pür nur o mevki. Magrip mi yoksa makber mi ya Rab? Hayır, ikisi de değildi. Harry yaşıyordu ve bunu başından yüzüne doğru akan kanı hissedince anladı. Kan, hayattı.
Harry kendini ölmediğini ikna edince kemerini çözme refleksinde bulundu. Ancak ortada ne kemer kalmıştı ne de koltuk. O sırada bir ses duydu:
“Hey sen! Koca aptal! Çabuk buraya koş. Uçak patlayacak!”
Bu, pilot James’ti. Sese doğru hareketlendi. Bu sırada bulutların arasından sanki bir melek gibi onlara yol göstermeye çalışan ayın parlaklığını sezdi. Ölmediği için, annesini, kızını, karısını yeniden görebileceği için Tanrı’ya şükretti. James yeniden bağırdı “Hadi, koş!” diye. Harry cevap vermeye hazırlanıyordu ki Tanrı’dan duasına cevap geldi; bir bebek ağlıyordu… O an olduğu yere çakılı kaldı. Ölmediğine ikna olan Harry yaşadığını da anladı. Ve yaşamak eğer kendin için geçen bir ömürse zaman; başkaları içinse hayat demekti.
“Geri dönün. Burada hayatta olanlar var… Size diyorum! Geri dönün!”
Kimse Harry’yi dinlemedi. Maçlarda tek kelimelik bağrışları ile önünde oynayan defans oyuncularını adeta satranç taşları gibi hareket ettiren Harry bu sefer bir nefes kadar şeffaftı. Çığlıklarının çaresizliğini fark etti ve uçağa tek başına göndü. Bir koltuğun alt tarafında toz ve çamura bulanmış şekilde yatan bebeği kucağına aldı. O bebek Vesna’ydı. Ciddi bir yarası yoktu. Ağlamaktan dolayı halsiz düşmüş ve bayılmak üzereydi. O sırada anneyi, Vera’yı da gördü. Hareketsiz bir şekilde koltuğuna devrilmiş olsa da, nefes aldığını fark etti. Bir süre uğraştıktan sonra onu da uçağın zeminine çıkarmayı başardı. Bu sırada yardım ekipleri de gelmeye başladı. Harry bebek ve annesini kurtardıktan sonra yerde hareketsiz yatan arkadaşları Bobby ve Denis’i de alandan çıkardı. Onlar da hayattaydı. Artık dayanacak gücü kalmamıştı Harry’nin. Hiçbir maçta, kurtardığı hiçbir pozisyon sonrasında kendini bu kadar gururlu ve yorgun hissetmiyordu. Fakat enkazdan uzaklaşırken bir kare, bir an takıldı gözüne. Beyni o anın fotoğrafını çekti. Harry dönmek istedi. Dönense başı oldu. Dizleri ‘buraya kadar’ dedi.
Gördüğü son kare, kendine geldikten sonra ve devam eden 50 yıl boyunca Harry’nin aklından çıkmadı. Tarihin en trajik uçak kazalarından birinde 23 ya��ındaki hamile bir kadın ve bebeği ile iki takım arkadaşını kurtaran Harry kalan hayatını büyük bir pişmanlık duygusu içinde geçirdi. Hayır, bunları yaptığı için değil. Son anda, kaza alanından ayrılmadan önce, hayatını kaybetmiş olan takım arkadaşı Roger Byrne’nin açık kalmış gözlerini kapatamadığı için...
*Bu yazı daha önce Ocak 2017′de Fitbol Dergi’de yayınlanmıştı.
0 notes
aserkan · 5 years
Text
Graham Potter. Sade. Gösterişsiz. Başarılı.
Tumblr media
Paul Watson, İngiliz bir futbol yazarıydı. Ülkesindeki yerel gazetelere telif karşılığında haberler yapan Watson, bir gün çılgınca bir şey yapmaya karar verdi. Her futbol aşığının aklının köşesinde asılı duran 'Acaba küçük bir ülkede doğmuş olsaydım, futbolcu olup, milli takıma kadar yükselebilir miydim?' sorusuna cevap aramak için yollara düştü. Şansını önce San Marino'da arayan ancak başarısız olan Watson, aradığı mutluluğu dünyanın en kötü milli takımına sahip ülkesinde buldu: Ponphei!
Watson'ın 2009 yılında başlayan macerası, onu futbolcu yapamadı ama Ponphei'de bir takım kurup, bağlı bulunduğu Mikronezya'nın milli takımına hoca olmasını sağladı. Yaşadıklarını 'Ayağa Oyna Ponphei' adlı kitapla anlatan Watson'ın hikâyesinin bir benzerini de Galatasaray'ın UEFA Avrupa Ligi 2. Ön Eleme Turunda rakibi Östersunds'un hocası Graham Potter yazdı.
HEM OKUDU HEM OYNADI Eski bir futbolcu olan Potter, kariyerinde Southampton, Northampton Town, Reading, York City, Boston United ve Macclesfield Town formaları giydi. Henüz 30 yaşındayken futbol oynamayı bırakan Potter alışılmışın dışında ama fark yaratacak bir yol çizdi. "Artık futbol oynamaktan keyif almıyordum." diyerek sahalardan uzaklaşan Potter, futbolculuk döneminde de sürdürdüğü eğitimini birkaç adım daha ileriye taşımaya karar verdi. Futbola devam ederken 'Open University'de Sosyal Bilimler bölümünü derece ile bitirmişti. Kramponlarını astıktan sonra kâğıdı kalemi yeniden eline aldı ve Hull University'nin yolunu tuttu. Burada bir yandan derslere girerken bir yandan da okulun futbol yapılanmasında görev aldı. Östersunds'da yapacaklarının provasına, Hull'da çıkıyordu aslında; sadece farkında değildi.
Kısa bir 'Gana Kadın Milli Takımı' tecrübesinin ardından Potter, bu sefer de Leeds Metropolitan University'nin kapısında belirdi. Birçok teknik direktörün doğuştan sahip olduğunu sandığı 'liderlik ve duygusal zekâ' alanında yüksek lisans yaptı. Bu eğitimin, Östersunds'daki 12 farklı ülkeden bir araya gelen takımın idaresinde Potter'a büyük yardımı dokunacaktı.
İSVEÇ'TEN GELEN O TELEFON! Bir yandan alt seviyelerde antrenörlük yapıp, diğer yandan da akademik çalışmalarını sürdüren Potter'ın hayatı 2011 yılında aldığı bir telefonla değişti. Ahizenin ucundaki ses İsveç'ten geliyordu. Jamtland bölgesindeki ormanlık arazilerin arasında bulunan, 40 bin kişinin yaşadığı Östersund'daki kişi, şehrin pek de ilgi çekmeyen takımı Östersunds'un başkanıydı. Potter'ın 4. Ligde bulunan bu takımın başına geçmesi için hiçbir mantıklı sebebi bulunmuyordu. Avrupa'nın en soğuk ülkelerinden birinde, bilinen en önemli şehir Stockholm'e uçakla 6 saatlik uzaklıkta, ormanlık alanlarla çevrili bir kentin, maçlarını 500 kişinin bile izlemediği takımına teknik direktör olmak… Kulağa 'saçma' geliyordu ve Potter da telefonun ucundaki İsveçli adama kendinden emin bir şekilde cevap verdi: "Teklifinizi kabul ediyorum"
Böylece Potter'ın unutulmaz futbol hikâyeleri arasında yer edinecek macerası başladı. "Buraya geldiğimizde, insanlar bize ne yaptığımızı soruyordu. Onlara futbol takımını çalıştırmak için geldiğimi söylediğimde ise bana ve eşime, 'siz delisiniz' diyorlardı" sözleri ile ilk günlerini anlatan Potter, aradan geçen 6 yılda yaptıkları sayesinde şimdilerde şehrin en sevilen adamı. 2011 yılında 4. Ligden aldığı Östersunds'u, 2017 yılında Avrupa Kupalarında boy gösterecek bir takım haline getirdi. Geçen sezon İsveç Kupasını takımına kazandıran Potter, ülkede yılın teknik direktörü seçildi. Tüm bunların dışında, futbolun f'siyle bile ilgilenmeyen Östersund halkına yeni bir kültür aşıladı.
ÇOCUKLARA FUTBOLU SEVDİRDİ Potter, Östersund'a geldiğinde maçları izlemeye bile gitmeyen yerel halk, şimdi sokaklarda formalarla geziyor. En önemli spor hala kayak ama çocuklar arasında futbolcu olmak isteyenlerin sayısı ciddi şekilde artış göstermiş. Hatta futbol oynayan çocukların hayali, Östersunds ile Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmak; tam olarak Şampiyonlar Liginin ne olduğunu bilmeseler de… Potter sadece iyi bir taktisyen ya da antrenör değil, aynı zaman bir lider. Aldığı eğitimler sayesinde küçük bir Birleşmiş Milletler olan takımını, gerçek bir takım yapabildi. Komorlar'dan Norveç'e, Yunanistan'dan Nijerya'ya kadar 12 farklı ülkeden futbolcusu var. Takımın forveti İsveç vatandaşı bir İranlı, yıldızları İngiliz; kaptanları ise Iraklı bir Kürt. Bu kadar farklı kültürü harmanlamak için gereken tutkalın 'futbol' olduğunu bulmakta pek de zorlanmamış Potter.
SEZON SONUNDA KUĞU GÖLÜ BALESİ! "Akademik eğitime dair tecrübelerim olmadan bu işi yapamazdım. Aldığım eğitimler bana daha bütünsel bir yaklaşım öğretti ve İngiltere dışında çalışabilmem için hazırladı." sözleriyle eğitimin önemine dikkat çeken Potter, oyuncuları için bir teknik adamdan çok daha fazlası. 6 yıldır kulübün değişmez bir parçası olan genç hoca, yeni transferlerin kalacağı evlerin bulunmasından, ülkesinde iç savaş yaşanan Afrikalı futbolcusunun psikolojisini düzeltmeye kadar ne zaman ona ihtiyaç duysalar, yanlarında. Tüm bunların ötesinde şehrin bambaşka bir futbol tecrübesi deneyimlemesini sağlıyor; mesela sezon sonunda düzenlediği gösteride futbolcuları ile birlikte Çaykovski'nin Kuğu Gölü Balesi'ni sergileyerek!
Ülkedeki mültecilerin topluma entegrasyonunda önemli bir sosyal hizmet görevi bulunan Östersunds takımı, saha içinde yaptıklarından çok, saha dışında ve Potter önderliğinde yazdığı hikâye ile takdire şayan. Galatasaray karşısında ne kadar şansları var tartışılır ama futbol denen şarkının en hoş melodisi olmayı çoktan başardılar. Bize de keyifle dinlemek düşüyor...
0 notes
aserkan · 5 years
Text
Pochettino’nun Hayalleri Tottenham’a Büyük Geldi
Tumblr media
Dile kolay... 5 yıl, 293 maç, 160 galibiyet, 60 beraberlik, 73 yenilgi... Atılan 559 gole karşılık yenen 322 gol... Tottenham'da Mauricio Pochettino dönemi artık bu sayılarla anılacak. Çünkü o artık Tottenham'ın hocası değil. Her şey bitti. Rüya sona erdi... Gelin hikayeye en başından itibaren yeniden şahit olalım... 2013/14 sezonuna Andre Villas-Boas'la başlayan Tottenham'da 16. haftada alınan 5-0'lık Liverpool yenilgisinin ardından Portekizlinin görevine son verildi ve yerine Tim Sherwood geçti. Kader bu ya; Sherwood'un ilk maçı Pochettino'nun Southampton'ına karşıydı. Sezon sonu görevine son verilen Sherwood'un yerine; Southampton'a oynattığı futbolla herkesin beğenisini toplayan Pochettino getirildi. Arjantinli teknik adamın Southampton'dan ayrılmasının başlıca sebebi, kendisini İngiltere'ye getiren kulüp başkanı Nicola Cortese'nin istifa etmesiydi. Yöneticileri ile her zaman iyi ilişkiler kuran Pochettino, Cortese'den sonra göreve gelen Ralph Kruger'le özellikle oyuncu satışları konusunda problemler yaşadı. Takımın önemli isimlerinden Adam Lallana'nın Liverpool'a, Luke Shaw'ın da Manchester United'a satılma kararları, Pochettino'nun ayrılığını güçlendirdi. Bu sorunlar yıllar sonra Tottenham'da da karşısına çıkacak ve Londra'daki kariyerini de sona erdirecekti... Pochettino o yaz Ben Davies, Eric Dier ve Dele Alli transferlerine onay verdi. 3 oyuncunun yaşları 21, 20 ve 18'di. Pochettino, Southampton'daki futbolunu Londra'ya taşımayı planlıyordu: Dinamik, enerjik, topa sahip olan, saldırgan ve en önemlisi yürekten oynayan bir takım kurmaya başladı. Sezonu Avrupa kupası ile birlikte açtı. İlk 4 maçında West Ham, Limassol, QPR ve tekrar Limassol olmak üzere 4 galibiyet alıp taraftarlarını sevindirdi. Ancak Villas-Boas'ın başına geleni o da yaşadı ve Brendon Rodgers'ın Liverpool'una çarptı: Deplasmanda alınan 3-0'lık yenilginin ardından çıkılan 6 maçta sadece 1 galibiyet geldi. O da Lig Kupası 3. Tur maçındaydı... Medyada 'Pochettino'dan olmayacak herhalde...' yorumları yapılıyordu ki takım iyi oynamaya ve puanlar almaya başladı. Asıl patlama ise bir sonraki sezon gerçekleşti. Pochettino ve ekibinin hazırladığı transfer listesi doğrudan 11'de oynaması planlanan 2 oyuncu üzerine kuruluydu: Leverkusen'den Heung Min Son ve Atletico Madrid'den Toby Alderweireld... Takımın çehresini tamamen değiştirmeye başlayan Pochettino, ligin ilk 4 haftasında hiç galibiyet alamadı ancak inandığı doğrudan vazgeçmedi. Rakip sahaya hızla geçen ve topa sahip olan bir takım yaratmak için uğraştı ve neticede başarı da. Tottenham sezon sonunda ligi, Arsenal'ın sadece 1 puan gerisinde 3. bitirerek, 6 sene sonra Şampiyonlar Ligi'ne katılma hakkı elde etti. Pochettino'nun Tottenham'la yürüyüşü adım adım zirveye doğru ilerliyordu. 2016/17 sezonunda herkes muhteşem bir takım izledi. Sezon boyunca ligin en az yenilen, en az gol yiyen ve en çok gol atan takımı olan Tottenham, Antonio Conte'nin 3-5-2 hükümdarlığını yıkamadı ve lig ikincisi oldu. Bu, Totenham'ın uzun süredir ulaştığı en üst noktaydı. Londra'da her zaman Chelsea ve Arsenal'ın gerisinde görülen, 'büyüklerin' arasına alınmayan Tottenham, Pochettino sayesinde artık 'büyük' olmuştu. Premier Lig'de 5 büyükler olarak anılan takımların yanına bir kontenjan daha eklendi. Tottenham'la beraber İngiltere'nin en iyi takımları 'büyük 6'lı' olarak anılmaya başlandı. Tottenhamlılar artık 'şampiyonluk' istiyordu. Kaldırdıkları son kupa 2008 yılındaki Lig kupası olsa da Pochettino onlara 'başarabilme inancı' aşılamıştı. Londra'nın da, Premier Lig'in de en iyisi onlardı. Kuzeyin çocukları 'bu sefer olacak' derken; titanların savaşına denk geldiklerinden habersizlerdi... İspanya'da başlayan mücadele İngiltere'ye taşınmış ve 2017/18 sezonu Pep Guardiola ile Jose Mourinho arasında geçen şampiyonluk yarışına sahne olmuştu. Guardiola'nın City'si 106 gol attı, +79 averaj yaptı ve 100 puanla şampiyon oldu... Mourinho ve Pochettino ise ardından onu izlediler. Tottenham'da canlar biraz sıkılmıştı. Ancak Arjantinli hoca ertesi yıl yine taraftarların hayal dahi edemeyeceği bir iş başardı ve gönüllerini aldı. Bir Tottenhamlının kişisel tarihinde en unutulmaz sezon herhalde 2018/19 olmalı... Premier Lig'de ilk 3'e girmeyi artık normal karşılayan Pochettino ve ekibi gözünü Şampiyonlar Ligi'ne dikti. Rakipleri PSV, Inter ve Barcelona'ydı... Barcelona... Pochettino'nun 'en sevmediğim' dediği takım. Çünkü o bir Espanyol efsanesi... Hem futbolcu hem de teknik adam olarak yer aldığı Espanyol'u kalbine öylesine işlemişti ki 'hayatta çalıştırmam' dediği tek takım Barcelona'ydı... Ancak grubun ikinci maçında sahasında 4-2 yenilince planlar değişti. Barcelona'nın uzun yıllar hükümdarlık sürdüğü Şampiyonlar Ligi'ne damga vurmayı kafasına koydu... Sonunda başardı da! Inter, Barcelona, Dortmund, Manchester City ve Ajax'ı eleyerek finale kadar geldi. Ancak finalde yine bölüm sonu canavarı Liverpool çıktı karşısına... Villas-Boas'ı yendigi gibi, ilk sezonunda kendisini yendiği gibi bu sefer de finalde yendi Liverpool, Tottenham'ı... Pochettino saha kenarında ağlıyordu. Kimine göre hüzün, kimine göre mutluluk gözyaşlarıydı bunlar. Oysa Pochettino'nun hissettiği tek bir duygu vardı: 'Gurur' duyuyordu. Takımıyla, şehriyle, doğduğu yer olan Santa Fe ile, ilk takımı Newell's Old Boys ile, ilk hocası, idolü Bielsa ile... Ama en çok da kendisi ile... Fakat bu sezon işler istediği gibi gitmedi... Başkan Levy, sattığı oyuncuların yerine yenilerini almadı. Alınan oyuncular sakatlandı, faydalanamadı... İngiliz basınına göre takımdan ayrılmak isteyen başta Eriksen ve Kane gibi isimler zorla tutuldu... Pochettino'nun olmazsa olmazı heyecan kalmamıştı kimse de... Yürekten oynamıyorlardı. Ve kaçınılmaz son gerçekleşti. Tottenham'ı, Tottenhamlıların bile hayal edemeyeceği bir seviyeye getiren Pochettino, Londra'dan ayrıldı... Şimdi bir süre telefonu kapalı olacak. Barselona'ya dönecek, eşinin yaptığı, en sevdiği tatlı olan 'dulche de leche'den yiyecek... Ve gün batımını izleyecek... İzleken de bir yandan düşünecek; tek kelime İngilizce bilmeden geldiği ülkede nasıl bir efsaneye dönüştüğü üzerine bol bol düşünecek...
2 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
Güneş Ufuktan Şimdi Doğar, Yürüyelim Arkadaşlar!
Tumblr media
A Milli Takım bundan tam 1 yıl önce, 17 Kasım 2018 tarihinde İsveç'e 1-0 yenilerek UEFA Uluslar Ligi'nde küme düştü... Tarihinde ilk defa 'küme düşme' olayını yaşayan Milli Takım, 2018 yılı içerisinde çıktığı 11 maçın sadece 3 tanesini kazanabildi... Genç bir kadro vardı. Bu kadroya yeni isimler de dahil oluyordu. Ancak işler, saha içinde istediğimiz gibi gitmedi. Bunun yanı sıra başta Lucescu'nun saha dışı açıklamaları tepki çekiyor ve neredeyse taraftarlar ile Milli Takım arasındaki bağ kopma noktasına geliyordu...
Bu karamsar tablo devam ederken EURO 2020 kuraları çekildi. O sırada TFF yönetimi Şubat ayında Lucescu ile yolların ayrıldığını duyurdu. Tüm oklar A Milli Takım teknik direktörlüğü için tek bir ismi gösteriyordu: Şenol Güneş. Türk futbolunun üzerinde kara bulutların dolaşmaya başladığı günlerde tıpkı bir 'güneş' gibi doğan tecrübeli hoca, ilk basın toplantısında söylediği sözlerle milli takımın rotasını da işaret ediyordu: "Birlikte öğrenip, birlikte yarışalım. Futbol dünyasının neresindeyiz, nereye gidiyoruz; yerimizi tespit edip yolumuzu çizelim."
Yolculuk zorlu Arnavutluk deplasmanı ile başlarken herkes umut dolu ama bir o kadar da şüpheciydi. 2016 sürecinde yaşananlar ve Lucescu ile alınan kötü sonuçlar sıcaklığını koruyordu. Ama az da olsa yanan o korku ateşini, Arnavutluk maçının 21. dakikasında Burak Yılmaz'ın attığı gol söndürdü. O gol sadece bir gol değildi; Mahmut Tekdemir'in baskısı, Cenk Tosun'un pası ve Burak'ın şutu; bir isyandı. Yeni bir sürecin başlangıcıydı. 'Bu Milli Takım, başka bir takım' çığlığıydı. O çığlık, Merih Demiral'ın yırtılan forması, çizgiden çıkardığı top, Çağlar Söyüncü'nün kazandığı omuz omuza mücadele, Kaan Ayhan'ın arka direkte vurduğu kafa, takım halinde verilen asker selamıydı...
Şenol Güneş ve öğrencileri bu sürecin sonunda dünya şampiyonu Fransa'yı ilk maçta yenip ikinci maçta berabere kalarak, grupta aldığı tek yenilgi ile şampiyonaya gitme hakkı kazandı. Şimdi sırada; Avrupa Şampiyonası'nda alınacak başarı var. Milli Takım, taraftarları ile tek yürek. Şenol Güneş'in şu sözlerini unutmadan, adım adım hak ettiğimiz yere doğru gidiyoruz. Yolumuz açık olsun: "Bu yolda her şey düşündüğünüz gibi gitmez. Önünüzde taşlar olacak. Taşlar basamak olmalı, engel değil. Üstüne basıp geçerseniz, o zaman önünüzde aydınlık yol olur."
SAVUNMA KOMUTANI: MERİH DEMİRAL
Tumblr media
Fenerbahçe altyapısından henüz 18 yaşındayken ayrıldı ve Portekiz alt lig takımlarından Alcanenense'ye gitti. Belki de o günlerde pek çok kişi bu hameleye anlam verememişti ama Merih'in bir planı vardı. Profesyonel ekibiyle beraber çizdiği yolda ilerleyen Merih, sadece 3 sene sonra Juventus'a transfer olarak tarihe geçti. Ve o Merih, A Milli Takım'ın EURO 2020 yolundaki en önemli isimlerden biriydi...
İlk A Milli maçına 2018'in Kasım ayında, Ukrayna ile oynanan dostluk maçında çıkan ancak sahada sadece 5 dakika kalan Merih, Şenol Güneş'le beraber kadronun değişmezleri arasına girdi. Arnavutluk karşılaşmasıyla birlikte tüm eleme maçlarında 90 dakika sahada kalan Merih, Konya'daki tarihi Fransa zaferinde 1 de asist yapmayı başardı.
Terinin son damlasına kadar savaşan, mücadeleden kaçmayan, sert oyunu ve hırslı yapısıyla tribünleri ateşleyen Merih, deplasmandaki Fransa maçında verdiği asker selamı ve yırtılan formasıyla da tüm gönülleri fethetti.
Merih Demiral, partnerleri Çağlar Söyüncü ve Kaan Ayhan'la beraber gösterdiği performansla spor dünyasının şu meşhur sözünü hatırlatıyor: "İyi hücum maç kazandırır, iyi savunma ise şampiyon yapar..."
ÇAĞLAR 'THE LORD' SÖYÜNCÜ
Tumblr media
Premier Lig'e bu sezon damga vuran 5 oyuncu saymamız gerekirse 1 tanesi mutlaka Çağlar Söyüncü olur. Milli araya lig ikincisi olarak giren Leicester City'de savunmanın en önemli parçası olan Çağlar'a, İngilizlerin efsane ismi Gary Lineker bile hayran...
Çağlar, EURO 2020 Elemeleri'nde 9 maçın 4 tanesinde forma giyerken 5 maçta yedek kulübesinde yer aldı. Ancak genç stoper, oynamadığı maçlarda gollere ilk sevinen isimdi. Bu da onun Milli Takım'a olan aidiyet duygusunu çok net bir şekilde gösterdi. Genç oyuncu özellikle deplasmandaki Fransa maçı ve turnuva biletini aldığımız içerideki İzlanda maçlarında sergilediği performansla bu takım için ne kadar önemli olduğunu ispatladı.
Premier Lig'de ilk 12 haftanın Van Dijk'le beraber en iyi stoperi olarak kabul edilen Çağlar, EURO 2020'de oynayacağı futbolla belki de dünyanın en iyi stoperleri arasına girecek. Zaten adı şimdiden Manchester City ile anılıyor. Shrek filmindeki Lord Farquaad karakterine benzetilen Çağlar için en güzel sözü taraftarları söylüyor aslında: "Maguire'a ihtiyacımız yok. Bizim Çağlarımız var!"
GÜVEN VEREN SAKİNLİK: MERT GÜNOK
Tumblr media
Geçtiğimiz yıl Başakşehir formasıyla 34 lig maçının 34'ünde oynayan, yarısında da gol yemeyen Mert Günok, o sene hiçbir milli takım kadrosuna davet edilmedi. Lucescu, Eylül ayının ilk haftasında, "Kaleci yok" diye isyan ederken, Mert o günlerde Premier Lig ekibi Burnley'den 2 maçın 90 dakikasında gol yemiyor, ligin ilk 10 maçında da sadece 4 gol yiyordu. Neyseki, Milli Takım'ın başına kendisi de eski bir kaleci olan Şenol Güneş geldi ve Mert de takıma yeniden döndü.
Grup maçlarının hepsinde 90 dakika sahada kalan Mert, Çağlar-Merih-Kaan'lı stoper hattının da yardımıyla son haftaya kadar sadece 3 gol yedi. Bu gollerin hiçbirinin akan oyundan gelmemesi ise içinde kalecinin de yer aldığı takım savunmasının ne kadar önemli olduğunu ispatlıyordu.
Abdullah Avcı'nın Başakşehir'de onu tercih etmesini sağlayan uzun pas başarısı ve geriden oyun kurma becerisi, Milli Takım'da Şenol Güneş'in de elini güçlendirdi. Neredeyse kale çizgisi üzerinde bile topu ayağına aldığında sakinliğini koruyan, en panik anlarda bile arkadaşlarına güven veren Mert Günok, EURO 2020 yolunda grupların en az gol yiyen takımlarından bir tanesi olmamızı sağladı. Darısı finallere...
OZAN'DAN SONRASI TUFAN!
Tumblr media
Ozan Tufan... Son yıllarda neler yaşadı ama! Fenerbahçe büyük umutlarla transfer etti. İnişli çıkışlı grafiğin ardından kendisini bir anda kadro dışında buldu. Kilo sorunu ile uğraşıp U21'le çıktığı maçlardan sonra Sergen Yalçın'ın Alanyaspor'una kiralandı. Transferin ardından Sergen Yalçın, "Ozan Tufan'a 'futbolcu' olduğunu hatırlatacağız' dediğinde pek çok kişi bu sözün altında yatan mesajı anlayamamıştı belki... Ancak Ozan anladı!
Ozan bu sezon Fenerbahçe'ye geri döndü. Neredeyse tüm yazı bireysel antrenörü ile çalışarak geçirdi ve Fenerbahçe için adeta yeni bir transfer oldu. Kaptanlık pazubandını da koluna takan Ozan, Alanyaspor'da kiralık olarak oynadığı dönemde hazırlık maçları ile kavuştuğu milli formaya 2-0 kazanılan Fransa maçıyla birlikte 'resmen' merhaba dedi.
Ozan Tufan'ın A Milli Takım'a EURO 2020 yolundaki en kritik katkısı; 61. dakikada oyuna girdiği Andorra maçının 89. dakikasında attığı gol oldu. Neredeyse 10 kişiyle savunma yapan rakibine karşı iç sahada oyunu açamayan ve gerilmeye başlayan Milli Takım, Ozan'ın golüyle rahatlamış ve çok önemli bir 3 puanın da sahibi olmuştu. Ozan Tufan yeniden doğuşuyla birlikte artık hem Fenerbahçe'nin hem de Milli Takım'ın değişmezleri arasına girdi.
MİLLİ TAKIM GOLCÜSÜ: CENK TOSUN
Tumblr media
Everton'da Marco Silva'nın bir türlü şans vermediği Cenk Tosun için tam bir Milli Takım golcüsü desek yanılmış olmayız. 28 yaşındaki forvet, kulüp takımında oynamamasına ve yaşadığı ciddi sakatlıklara rağmen, Türkiye adına eleme maçlarının en golcü ismi durumunda... 9 maçın 6'sında oynayan Cenk Tosun, 5 gol 2 asistlik performansıyla ay yıldızlı ekibin gol yükünü neredeyse tek başına sırtladı.
UEFA'nın resmi internet sitesi de Türkiye'nin EURO 2020'yi garantilemesinin ardından hazırladığı tanıtım yazısında 'kilit oyuncu' olarak Cenk Tosun'u gösterdi. UEFA, Cenk için şunları yazdı: "Şenol Güneş, Beşiktaş'tan da tanıdığı Cenk Tosun'dan en iyi şekilde nasıl faydalanması gerektiğini biliyor. Olağanüstü hızlı bir oyuncu ya da çok uzun boylu bir forvet değil. Ancak çok çalışkan ve safkan bir bitirici..."
Haksız da sayılmazlar. Cenk Tosun ne durumda olursa olsun idmanların en çalışkan isimlerinden ve maçlarda son dakikaya kadar mücadeleyi bırakmıyor. Everton'da Marco Silva da en azından son haftalarda değerini anladı. Tottenham maçında puanı getirerek belki de kendisini oynatmayan Silva'nın görevde kalmasını sağladı. Yaza kadar ne olur bilinmez ancak EURO 2020 performansı Cenk Tosun için yeni bir transfer anlamına gelebilir.
2 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
Lampard’ın Gittiği Yol; Doğru Yol
Tumblr media
Şubat ayında FIFA tarafından, usulsüz transfer yaptıkları gerekçesiyle 2 dönem transfer yasağı aldıklarında tablo oldukça karamsardı. O yaz hem transfer yapamayacaklardı, hem de takımın en önemli yıldızı Eden Hazard'ı kaybetmelerine kesin gözüyle bakılıyordu. Üstüne üstlük kulübün sahibi Roman Abramoviç de 1 seneye yakındır vize verilmediği için İngiltere'ye giremiyordu. O sezonu Şampiyonlar Ligi potasında bitirdiler. Lig kupasında final oynadılar, Avrupa Ligi'nde ise şampiyon oldular. En azından İtalyan teknik adam Sarri, Chelsea'yi bırakıp giderken arkasında kötü bir futbol mirası bırakmamıştı. Üstüne üstlük Dortmund'dan Pulisic transferinin de devre arasında bitirilmesini istemişti. Bu sayede ellerinde, Hazard'ın boşluğunun dolması için bir ihtimal vardı... Sarri, Juventus'a gittikten sonra Eden Hazard da Real Madrid'in yolunu tuttu. Transferin son günlerine doğru David Luiz de Arsenal'a transfer oldu. Takım çok ciddi güç kaybetmişti. Londra'nın Mavileri için yapılacak tek bir hamle vardı: Özüne dönmek. Döndüler de. Chelsea'nin yeni teknik direktörü 13 yıl formasını giymiş eski futbolcusu Frank Lampard oldu. Sadece 1 sezonluk Championship tecrübesi olan Lampard'a bu görevi vermek ciddi bir riskti ama Sokrates'in de dediği gibi: Senin almaya cesaret edemediğin riskleri alanlar, senin yaşamak istediğin hayatı yaşarlar... Chelsea bu riski alıyordu! Lampard geniş bir kadro ile gittiği sezon öncesi kampında Barcelona'yı yenerek dikkat çekti. Normal şartlarda Chelsea'nin Barcelona'yı yenmesi o kadar dikkat çekici olmasa da sahada Abraham ve Mount adında genç ve pek tanınmayan 2 oyuncu vardı. Hatta Abraham bir de gol attı. Lampard'ın sezon boyunca en çok faydalanacağı futbolcuların bu 2 isim olacağını o günlerde kimse tahmin etmiyordu... Abraham, Chelsea akademisinden yetişmiş bir forvetti. Kariyerini Bristol City, Swansea ve Aston Villa'da kiralık olarak geçiren oyuncu geçen sezon Championship'te Lampard'ı finalde yenen takımın da forvetiydi. Ligi 25 golle bitirmiş ve Lampard'la beraber Chelsea A Takımının yolunu tutmuştu. Partneri Mount da aynı sezon Championship'te kiralık oynamıştı. Onun takımı ise Lampard'ın Derby'siydi. Yani eski hocası, aynı zamanda yeni hocası olmuştu. Chelsea akademisinin ürünü olan ikili bu sezon toplam 17 gole katkı sağladı. Onlara 4. haftadan sonra bir de savunmacı eklendi: Fikayo Tomori. Altyapıdan yetişen ve geçen sezonu Mount gibi hocası Lampard'ın takımı Derby'de kiralık geçiren 21 yaşındaki stoper, Wolverhampton maçında attığı muhteşem golle 'sıradan' bir defans olmadığını ispatladı. Lampard'ın 4-4'lük muhteşem Ajax maçında sahaya sürdüğü ve bir de gol atan son yıldız adayı ise 'yine' akademi ürünü; 19'luk sağ bek Reece James oldu... Chelsea sezona 4-0'lık Manchester United yenilgisi ile başlayınca herkes 'acaba mı?' dedi ama hem United'ın devam eden performansı hem de Chelsea'nin 5. haftadaki Wolverhampton maçından sonraki futbolu skorun tesadüf olduğunu gösterdi. Chelsea ilk 11 haftada 7 galibiyet aldı. Son 5 haftada ise üst üste kazandığı maçlarla ligin geri kalanına 'tahmin ettikleri kadar kolay lokma olmadıklarını' gösterdi. Öyle ya; rakipleri 100'lerce milyon pound harcarken onlar transfer yapamamış üstüne üstlük en önemli oyuncusunu kaybetmişti. Ancak yönetim Lampard'a, Lampard da genç oyuncularına güvendi ve neticesinde hem başarılı hem de herkesin sempati duyduğu bir takım ortaya çıktı. Chelsea için bu sezon hedef şampiyonluk mu? Bu çok gerçekçi olmaz. Ancak ligi ilk 4 içerisinde bitirmek, üstüne bir de FA Cup'ı kazanmak herkesi memnun eder gibi görünüyor...
1 note · View note
aserkan · 5 years
Text
Cesur ve Genç: Jadon Sancho
Tumblr media
"Kennington'daki arkadaşlarım sürekli kardeşleri ya da kuzenleri için forma istiyor. Onları hiçbir zaman geri çevirmiyorum. Nereden geldiğimi asla unutmam.. Öyle bir yerde büyümenin ne demek olduğunu iyi bilirm; hoş değildir.. Özellikle de etrafınızda kötü şeyler yapan insanlar varsa..." The Guardian'a verdiği röportajda doğup büyüdüğü ortamı böyle anlatıyordu Jadon Sancho. Trinidad & Tobago'dan göç eden bir ailenin oğlu olarak Güney Londra'da büyümüştü. Jadon'ın hikayesi de birçok futbolcuda olduğu gibi sokakta başladı... Futbolla, Londra'nın suça bulaşmış sokaklarında tanıştı küçük Jadon... Böylece futbol ona sadece bir gelecek hazırlamakla kalmadı aynı zamanda birçok kötü alışkanlıktan ve özellikle de çetelerden uzak tuttu.. 7 yaşında girdiği Watford altyapısındayken fark edilmeye başlandı. Arsenal ve Chelsea birkaç kez transfer etmek istedi ancak 14 yaşına gelene kadar Watford'dan ayrılmadı. Onu sarı siyahlı formadan ayıracak teklif ise Manchester City'den geldi. City'nin Gençlik Koordinatörü olan Mark Burton, eski öğrencileri Sancho için şunları söylüyor: "Sezgileri, yaratıcılığı ve hayal gücüyle oynuyordu. Yaptığı işlerde biraz da sokak futbolu vardı. Ona, sezgilerini öldürmeyecek şekilde disiplin verdik. Gelişmesi için ihtiyacı olan yetenekli futbolcuların arasında gerçek bir profesyonele benzedi." Ancak Manchester City, Jadon Sancho'yu kadrosunda uzun süre tutamadı. Sadece 2 sene City akademisinde kalan Sancho, yıldızlar topluluğu kadroda şans bulamayacağını düşünerek 18 yaşına girdikten birkaç ay sonra sadece 8 milyon Euro'ya Borussia Dortmund'a transfer oldu. Herkes bu hamlesine şaşırmıştı. Birçok futbolcunun hayallerini süsleyen ligin, zirveye oynayan takımında, gelecek vadeden bir yıldız adayıyken ayrılmak mı? Sancho hissetiklerini şöyle anlatıyor: "City'den ayrıldığım zaman benden şüphe duyan insanlar vardı. 'Pep'ten ayrılmamalıydın' dediler. Ama ben, bunu yapmanın kendim için en iyi şey olduğunu düşünüyordum. Pep'i ve kulüpteki herkesi hala çok seviyorum. Çünkü beni bugün olduğum futbolcu haline getirdiler. Ben Dortmund'a giderek büyük bir adım attım ve ilk kez kendimi ifade etme şansı buldum." Sancho bu şansı çok iyi değerlendirdi. Dortmund'da ilk sezonunu 'uyum süreciyle' geçiren futbolcu asıl patlamasını geride bıraktığımız yıl yaptı. Maçların son bölümlerinde şans bularak sezona başlayan Sancho ilk 6 haftada, sadece 124 dakika sahada kalmasına rağmen 5 asist yapınca Almanlar 'kim bu çocuk' demeye başladı. 6. haftada oynanan Leverkusen maçında takımı 2-1 gerideyken oyuna girip 2 asist yaparak galibiyeti getirmesi, ona yepyeni bir kariyerin kapılarını açtı. Artık A takımda forması hazırdı. Geçen sezonu 43 maçta 13 gol 19 asistlik müthiş bir performansla tamamlayan ve bu sırada İngiltere A Milli Takımı'nın da değişmez hücumcularından olan Sancho bu sezon da kaldığı yerden devam ediyor. Birçok futbol otoritesine göre sezon sonunda Premier Lig'e dönmesine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Manchester City'nin eski oyuncusunu transfer etmek için kesenin ağzını açacağı konuşuluyor. Ne dersiniz; önümüzdeki yazın transfer rekoru Sancho ile kırabilir mi?
2 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
İnsan Görünümlü Makine: Robert Lewandowski
Tumblr media
Yıl 2010... Blackburn Rovers, Polonya'dan 22 yaşında genç bir forvetle anlaştı. Lech Poznan forması giyen Robert Lewandowski adındaki forvet, bir önceki sezonu 21 golle tamamlamış ve tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Genç Lewa, hayalindeki lige gidecekti ama olmadı. Çünkü sadece birkaç gün önce İzlanda'da Eyjafjallajokull yanardağı patlamış ve tüm uçuşlar iptal olmuştu.
Annesi profesyonel voleybolcu, babası milli judocu ve ikinci ligde oynamış bir futbolcu olan Lewandowski'nin aşkı sadece futboldu. Çocukluk yıllarında voleybol ve judonun dışında hentbol ve jimnastik de yapan Lewandowski en büyk destekçisi olan babasını, 17 yaşındayken kaybetti. Legia II takımı ile oynamaya başlamış ancak henüz profesyonel maça çıkamamıştı. Ne yazık ki babası, oğlunun zirveye çıktığı günleri göremedi...
Legia II ile 1 sezon geçiren Lewa, kulüp tarafından serbest bırakıldı. Legia onun çok zayıf ve güçsüz olduğunu düşünüyor, profesyonel futbolda bir geleceği olduğuna inanmıyordu. 2006 yılında 3. Lig ekibi olan Znicz Pruszkow'a transfer olan Lewandowski, kısa sürede takıma uyum sağladı ve ilk sezonu 15 golle gol kralı olarak tamamlayarak takımını 2. lige taşıdı. Orada da yeteneklerini sergileyen Polonyalı golcü 21 golle bir kez daha krallığın sahibi oldu...
Polonya alt liglerini kasıp kavuran bu performansa kayıtsız kalmayan Lech Poznan, Lewandowski'yi 350 bin Euro'ya transfer etti. İlk sezon 20 gol 12 asist, ikinci sezon 21 gol 8 asist ile oynayan Lewandowski, 2010 yılında Avrupalı scoutların transfer listesinin 1 numarasında yer alıyordu. Bu takımlar arasında öne çıkanlar ise Blackburn, Dortmund ve Fenerbahçe'ydi... Blackburn'a volkan patlaması nedeniyle gidemeyen, Lech Poznan'la anlaşan Fenerbahçe ile kişisel şartları nedeniyle el sıkışamayan Lewa'nın yeni adresi böylece Dortmund oldu...
Dortmund'daki ilk senesini genellikle yedek kulübesinde geçirdi. Klopp forvette Lucas Barrios'u kullanıyordu ancak ertesi sezon takım arkadaşının talihsizliği, Lewa için fırsat doğurdu. Copa America'da sakatlanan Barrios uzun süre sahalardan uzak kaldı ve Dortmund'un birinci forveti artık Lewandowski'ydi. Bu şansı çok iyi değerlendiren Lewa, 30 gol 12 asistlik performansıyla takımının Bundesliga şampiyonluğuna en önemli katkıyı sağlayan isimdi...
2012/13 sezonu ise rüya gibiydi. 10 tanesi Şampiyonlar Ligi'nde olmak üzere 36 gol atan Lewandowski, Şampiyonlar Ligi finali oynadı ancak kupaya uzanamadı. Ertesi sezon da 28 gol atan Polonyalı golcü Dortmund'la biten sözleşmesini yenilemedi ve takımına hiçbir bonservis bedeli kazandırmadan Bayern Münih'e transfer oldu. Bu davranışı Dortmund taraftarlarınca büyük tepki çeken Lewandowski, 252 maça çıkıp 205 gol atacağı Bayern'le ilk sezonu hariç sürekli gol krallığı, ilk sezonundan itibaren her yıl da şampiyonluk yaşadı. Yani Lewa, bu kararı için hiçbir zaman pişmanlık duymadı...
2015/16 sezonundan bu yana 40 golün altına düşmeyen Lewandowski, 2015 yılının Eylül ayında kırılması zor bir rekora da imza attı. Wolfsburg'la oynanan maça yedek başlayan futbolcu, devre arasında oyuna girdi ve 9 dakikada 5 gol atarak, 1-0 geride olan takımını 5-1 öne geçirdi. Lewandowski, Bundesliga'nın en golcü yabancısı olarak şimdiden tarihe geçmeyi başardı.
2 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
Babasının Oğlu: Erling Haaland
Tumblr media
1997 yılında oynanan Leeds United - Manchester United maçı, Roy Keane'in çapraz bağlarının kopmasıyla hatırlanır. Leeds'in yeni transferi Alf-Inge Haaland ile girdiği ikili mücadelede ayağının çimlere takılması nedeniyle yerde kalan Keane, acı içinde kıvranırken Haaland onun numara yaptığını düşünür ve yanına gelip suratına doğru sertçe bağırır. Keane sedye ile sahadan ayrılırken bu sakatlıkla sezonu da kapatmış olur.
Aradan 4 yıl geçer. Haaland, Manchester City'ye transfer olmuştur. Keane ise hala United'dadır. Bir Manchester derbisi sırasında ikili karşı karşıya gelir ve Keane hiç düşünmeden Haaland'ın dizine doğru tabanıyla çok sert bir tekme atar. Bu sefer yerde acı içinde kıvranan Haaland'dır. Keane kırmızı kart gördükten sonra Haaland'ın tıpkı yıllar önce kendisine yaptığı gibi yanına gider ve suratına doğru sertçe bağırır. Keane yıllar sonra yazacağı kitapta 4 sene boyuna bu anı beklediğini ve bilerek tekme attığını itiraf edecektir.
Geçtiğimiz hafta Şampiyonlar Ligi'nde oynanan maçların bir tanesi akıllara bu hikayeyi getirdi. O maç; Salzburg - Genk maçıydı ve Ev sahibi Salzburg, Genk'i 6-2 yenerken maçta hat-trick yapan Erling Haaland, hikayenin kahramanlarından Alf-Inge'nin oğluydu!
youtube
Babasının oynadığı dönemde Leeds'de doğan Erling okul çağı geldiğinde ailesiyle birlikte ülkesi Norveç'e taşındı. Futbola, babasının da eski kulübü olan Bryne'de başladı. Bryne'de 'mükemmel çocuk' lakabını aldı ve henüz 15 yaşındayken A Takımla sahaya çıkarak tarihe geçti. U17 Milli Takımı ile gösterdiği performansla dikkat çeken Haaland, 2017 yılında ülkenin en önemli takımlarından Molde tarafından transfer edildi. Onu transfer eden teknik direktör ise, babasının sakatlandığı maçta sahada olan dönemin Molde teknik direktörü Ole Gunnar Solskjaer'di...
İlk sezonunda Molde formasıyla 25 lig maçına çıkan Haaland 12 gol attı. Özellikle Brann maçında 21 dakikada attığı 4 golle bir kez daha dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Geçen yıl ise Molde ile çıktığı Avruya Ligi elemelerinde 4 gole imza atınca Salzburg, transfer edilmesine karar verdi. O sırada Juventus, Liverpool, Bayer Leverkusen ve Manchester United da kendisini istiyordu ancak bu takımlara gitmek için henüz erken olduğunu düşündüğünden Salzburg'a evet dedi.
19 yaşındaki Norveçli, bu yaz düzenlenen U20 Dünya Kupası'na da damga vuran isimlerden oldu. Honduras'la oynadıkları ve 12-0 kazandıkları maçta 9 atan Haaland doğal olarak turnuvayı da gol kralı olarak tamamladı. Bu sezona da fırtına gibi başlayan genç Norveçli şu ana kadar sahaya çıktığı 11 resmi maçta 18 gol atmayı başardı. Bunun yanında 5 de asist kaydeden Haaland performansını bu şekilde sürdürürse, yaz transfer döneminin en çok konuşulan isimlerinden olacağı kesin...
8 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
İngiltere’de Bir Türk Takımı:  Fordingbridge Turks
Tumblr media
1877 yılında İngiltere'den Hampshire bölgesinde, yeşillikler arasında yer alan Fordingbridge kasabasında bir futbol takımı kurulur. Dünyanın en eski altıncı futbol takımı olarak tarihe geçen ekibin henüz bir adı yoktur. Fordingbridgeliler bu durumu pek umursamaz ve takımlarına bir isim koymadan maçlara çıkmaya başlarlar. Ancak tıpkı masallardaki gibi; onlar takımlarına isim bulmadan, isimleri onları bulur!
Karşılaşmalarda gösterdikleri dirençli ve azimli futbol nedeniyle, maçlarını izleyenler tarafından 'Come on Turks', 'Live Long Turks' yani 'Hadi Türkler', 'Çok Yaşayın Türkler' tezahüratlarıyla desteklenirler. Çünkü oynadıkları futbolla, o sıralarda Gazi Osman Paşa komutasında Plevne Savaşı'nda mücadele eden ve sergiledikleri askeri mücadele ile tüm Avrupa'ya nam salan Osmanlı askerlerine benzetilmişlerdir!
Fordingbridge sakinleri bu durumdan oldukça memnun kalır ve takımlarının adını Fordingbridge Turks koyarlar. Bu isme o kadar sahip çıkarlar ki Çanakkale Savaşı sırasında İngiliz ve Türk askerleri karşı karşıya gelmesine rağmen, adlarını değiştirmezler. Takımın kurucuları ya da sporcuları arasında hiç Türk bulunmamasına rağmen tıpkı Deportivo La Coruna gibi, maç öncesi saha kenarında Türk bayrakları açan, armasında ay-yıldız bulunduran Fordingbridge Turks takımının en büyük hayali ise Türkiye'ye gelerek burada bir maç yapabilmek... Kim bilir belki bir gün gerçekleşir...
3 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
3 yaşında topla uyuyan çocuğun futbol yolculuğu
Tumblr media
Tsubasa'yı bilenler bilir. Bir dönemi kasıp kavuran 'Kaptan Tsubasa' çizgi filminin ana karakteri olan Tsubasa Ozora'ya, 4-5 yaşlarındayken araba çarpar ve ölümden, kucağından hiç düşürmediği futbol topu sayesinde kurtulur... İspanyolların efsane kaptanı Xavi'nin de unutulmaz bir fotoğrafı vardır; üzerinde 8 numaralı İspanya formasıyla yatar halde görülür; kucağında ise bir futbol topu...
Tsubasa gibi çocukken eline aldığı futbol topunu, Xavi gibi uyurken bile bırakmayan bir futbolcu geldi Türkiye'ye: Mohamed Elneny... 1992 yılında Mısır'ın Mahalla diye bilinen Mahalletü'l Kübra kentinde doğdu. Babası kentin takımı Baladeyet'te altyapı antrenörüydü. Doğal olarak ilk oyuncağı da bir futbol topu oldu.
Babası, geceleri uyurken bile futbol topunu bırakmasını istemiyordu. O günleri anlatan Elneny şöyle diyor: "Babamın, topla yatmamı istediğini hatırlıyorum. Topla bağlantı kurmam gerektiğini düşünüyordu. Daha 3 yaşındayken beni eğitmeye başladı. En büyük dileği benim profesyonel bir futbolcu olmamdı."
Babasının dileğini gerçeğe dönüştürdü Elneny. 5 yaşında ülkenin en ünlü takımı Al Ahly akademisine girdi. 2010'da Al Mokawloon ile profesyonel olana kadar da orada kaldı. Takımında 1,5 yıl boyunca düzenli olarak forma giydi ancak 2012'de Port Said'de yaşanan facia nedeniyle Mısır'da liglere ara verilince yol ayrımına girmek zorunda kaldı. O da, kendisinden 6 ay önce Al Mokawloon'dan Basel'e giden yakın arkadaşı ve adaşı Mohamed Salah'ı takip edip; Basel'e transfer oldu.
"Çocukken sokakta futbol oynardım. Neredeyse günümün 10 saati sokakta futbol oynayarak geçerdi." diyen Elneny, Basel'deki ilk günlerinde hissettiği duyguyu ise tek bir kelime ile açıklıyor: Korku. İlk 6 ayı kiralık olarak geçen sonra bonservisi ile İsviçre takımına katılan Elneny, sessiz ve sakin bir gençti. En büyük yardımcısı ise Salah oldu. O dönem Arapçadan başka dil bilmeyen Elneny'nin hem yoldaşlığını hem de çevirmenliğini yapıyordu Salah.
İlk senesinde takımın 11'inde değişilmez oldu. 48 maça çıktı, Şampiyonlar Ligi'nde oynadı, Avrupa Ligi'nde çeyrek final gördü. Salah'ın kanat oynadığı Basel'de orta sahayı Taulant Xhaka ve Fabian Frei'yle beraber Elneny savunuyordu. Ertesi yıl 6 numara bölgesinde kendini buldu. Şampiyonlar Ligi'nde son 16'ya kalırken Basel, Elneny de 42 maça çıkıyordu.
O yıl Salah, Chelsea'ye gitti. Elneny'nin İngilizcesi daha iyiydi ve Basel'e uyum sağlamıştı artık. 4-4-2 ve 4-2-3-1'de savunmadan topu alan, pas yeteneklerini kullanan ve risksiz bir futbol oynayan Elneny, bu oyunu sayesinde 2015/16 sezonunun devre arasında Arsenal'a transfer oldu. Eski takım arkadaşı Salah'la artık Londra derbisinde rakip olacaktı.
Ancak İngiltere’deki oyun temposuna ayak uydurmakta zorlandı. Elneny oyunu iyi okuyan ve pas oyununda başarılı olan biri isimdi fakat İngiltere'de hızlı akan futbol onu zorladı. Arsene Wenger'in 4-2-3-1'inde Coquelin savunma yönünde ağır basarken, Cazorla ve Xhaka da top dağıtan isimlerdi. Wenger'in bir başka dizilişi olan 3-5-2'de ise merkezi Ramsey-Xhaka tutuyordu. Unai Emery'nin Arsenal takımında ise ona yer yoktu. Geçen sezon sadece 17 maçta forma şansı bulabildi. Özetle Elneny, Arsenal kariyerini daha çok rotasyon oyuncusu olarak geçirdi.
Babasının hayalini gerçekleştiren ve kendi deyimiyle, 'oldukça inançlı bir Müslüman' olan Elneny şimdi Beşiktaş'la kariyerinde yeni bir sayfa açıyor. Onun sakin, akla dayalı, savunmadan top alıp oyun kuran meziyetli pas yetenekleri Abdullah Avcı'nın elinde çok önemli bir silaha dönüşebilir...
2 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
Bir Falcao yazısı...
Tumblr media
Radamel Falcao Garcia Zarate... Tıpkı, Kolombiya futbolunun efsanelerinden Carlos Valderrama gibi Santa Marta'da dünyaya geldi. Kaderin cilvesi bu olsa gerek; oğlu gibi futbolcu olan baba Radamel Garcia, Valderrama'nın ayrıldığı sene Union Magdalena'ya transfer oldu. Transferden 2 sene sonra, 1986 yılında dünyaya gelen oğluna; Brezilya'nın 1982 Dünya Kupası kadrosunun yıldızlarından Falcao'nun adını verdi. Kendisi stoperdi... Brezilyalı Falcao, orta saha... Radamel Falcao ise forvet... Falcao henüz 5 yaşındayken, babası, Venezuela'nın Deportivo Tachira takımına transfer oldu. O yıllarda ülkede popüler olan spor futbol değil beyzboldu. Falcao ise kendisi gibi birkaç çocukla birlikte futbol oynamaya çalışıyordu ancak bir gün, suratına çarpan top nedeniyle burnu kanayınca futbola küstü ve beyzbol oynamaya başladı. Bu sporda o kadar yetenekliydi ki, okuldaki beden eğitimi öğretmeni, babasına 'Oğlunuz beyzbola devam etsin. Çok büyük bir beyzbolcu olacak' dedi. Ancak 1995 yılında Kolombiya'ya geri döndüler. Falcao da okul sonraları için, oturdukları bölgenin futbol takımı olan Bogota antrenmanlarına katılmaya başladı. Futboldaki yeteneği ilk fark eden, o sıralarda iş adamı olan, babasının eski takım arkadaşı Arjantinli Silvano Espindola'ydı. Onun aracılığı ile Lanceros takımı kadrosuna alınan Falcao, henüz 13 yaşında A takımla maça çıktı ve Kolombiya tarihinin en genç futbolcusu oldu. Onu sahaya süren hocası Hernan Pacheco o günü şöyle anlatıyordu: "13 yaşında bir çocuğu oyuna almam hiç kimsenin, takımdaki diğer futbolcuların bile hoşuna gitmemişti. Bana aptalmışım gibi baktılar. Ama maçtan sonra herkes ondan çok etkilenmişti. Onun özel biri olduğunu biliyordum..." 1 yıllık Lanceros macerasının ardından Arjantin devi River Plate onu keşfetti ve kadrosuna kattı. 2001 yılından, 2005 yılında A takıma yükselene kadar hem River Plate altyaş gruplarında futbol oynadı hem de Buenos Aires'te bulunan Palermo Üniversitesi'nde gazetecilik eğitimi aldı. Bir U15 maçındaki performansından sonra, takım arkadaşı Gonzalo Luduena'nın soyunma odasındaki sözlerinin ardından futboldaki lakabı da belli olmuştu: "Hey, Falcao... Bugün bir kaplan gibi oynadın!" River Plate'teki performansı onu 2009 yılında 5 milyon Euro'ya Porto'ya, oradaki 2 senelik futboluysa 2011 yılında 40 milyon Euro'ya Atletico Madrid'e taşıdı. Porto'da 2 Lig şampiyonluğu, 2 Kupa şampiyonluğu, 1 Avrupa Ligi şampiyonluğu; Atletico Madrid'de ise 1 İspanya Kupası, 1 Avrupa Ligi, 1 de UEFA Süper Kupa zaferi yaşadı... Ancak 2013 yılında 43 milyon Euro'ya Monaco'ya transfer olduktan 1 yıl sonra, Fransa Kupası 10. tur maçında yaşadığı sakatlık her şeyi alt üst etti. Monts Or Azergues takımı ile oynanan karşılaşmanın 29. dakikasında, Türk futbolcu Soner Ertek'le girdiği ikili mücadele sonrası yerde kalan Falcao'nun çapraz bağları koptu ve hem sezonu kapattı hem de 2014 Dünya Kupası'nı kaçırdı... Falcao yaşadığı bu çok ciddi sakatlığın ardından yine de üst düzey futbolda kalmayı başardı. Hatta Manchester United ve Chelsea gibi takımların formalarını da giydi. Şimdi ise yeni hikaye yazmak üzere İstanbul’da. Belki de Santa Marta'dan çıkan o çocuğun 'kaplan' olduğu günlere dönmesi için güzel bir boğaz havasına ihtiyacı vardı...
7 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
Çilek bahçelerindeki işçi çocuk
Tumblr media
Spot ışıkları... Renkli formalar... Bol sıfırlı sözleşmeler... Futbolcuların hayatlarına dair gördüklerimiz genelde bunlar. Ancak birçoğunun ardında yatan derin hikayeler yatıyor... O hikayelerden birinin kahramanı da Florin Andone...
Romanya'da, 400 bin kişilik bir şehir olan Botaşani'de doğan Andone henüz 10 yaşında bir çocukken, çok sevdiği babasını trafik kazasında kaybetti. Bu olayın ardından 2 sene daha Romanya'da yaşadılar ancak anne Adriana çocuklarına daha iyi bir hayat sunmak için 3 bin kilometre uzağa... İspanya'nın Vinaros kasabasına taşınma kararı aldı...
Romanya'da Botaşani altyapısında futbol oynayan Andone, 2005'te İspanya'ya taşındıklarında bunalıma girdi. Dilini bilmediği bir ülkede yaşıyor ve yeni bir okulda okuyordu. Yaşadıklarının etkisiyle futbola da küstü... 3 yıl boyunca futbol oynamayan Andone, ailesinin geçimine katkı sağlayabilmek için çilek bahçelerinde işçi olarak çalışmak zorunda kalıyordu...
Bu sırada annesi yeni bir evlilik yaptı. Annesinin eşi, Andone ve abisine sürekli destek oldu. Andone'nin futbol sevgisini bildiği için onu hep destekledi ve 15 yaşında yeniden futbol oynamasını sağladı. Andone de eski aşkıyla barıştı ve önce kasaba takımı Vinaros'ta ardından Castellon'da derken Villareal B takımında buldu kendini...
Villareal'de yeterince şans bulamayınca kariyerini değiştirecek bir hamleyle La Liga 2 takımlarından Cordoba'nın B takımına transfer oldu. Bu kararı verdiğinde 20 yaşındaydı ancak pes etmemişti, hayallerinin peşinden koşmaya devam ediyordu. Bu inadı başarıyı da getirdi. Sadece 6 ay sonra A Takım forması giymeye başlıyor ve Cordoba ile ertesi sezon 36 maçta 21 gol atarak takımının La Liga için Play-Off oynamasını sağlıyordu
Andone, Cordoba sonrası Deportivo La Coruna ve Brighton formaları giydi ancak kariyeri istediği gibi gitmedi. Hiçbir zaman, üst düzeyde ligin genelinde despot oynayan bir takımın forveti olamadı. Deportivo'da ilk sene attığı gollerin yarısından fazlası kazanılamayan maçlardaydı. Ertesi sezon ise Deportivo'da 3 hoca değişti ve 3 farklı sistem uygulandı. Andone için uygun bir ortam yoktu.
Premier League'in iç sahada oynadığı savunma futbolu ile tanınan takımı Brighton'da da onun stiline uygun bir futbol yoktu. Ayrıca sürekli gol atan bir Glenn Murray realitesi vardı ve doğal olarak formayı alamadı. Andone şimdi Galatasaray'da. Galatasaray'ın, oyunu rakip yarı alanda oynama alışkanlığı, onun gibi hızı ve ceza alanı etkinliği olan bir futbolcu için büyük şans. Andone kendini bulacaksa; Galatasaray ve Süper Lig bunun için gayet uygun görünüyor.
7 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
En Brezilyalı olmayan Brezilyalı...
Tumblr media
Brezilya'nın Sao Paulo eyaletine bağlı olan Pindamonhangaba'da büyüyen her çocuğun hayali futbolcu olmaktır... Tam adı Luiz Gustavo Dias olan ancak aile ve arkadaşları tarafından 'Guga' diye çağrılan uzun boylu, zayıf gencin de hayali buydu...
Futbolcu olmasını en çok annesi istiyordu. Ancak o, ailesinden uzak kalmak istemiyordu... özellikle de annesinden... Bu yüzden hiçbir futbol okuluna gitmedi. Ancak 16 yaşındayken çok sevdiği annesini kaybetti... Onu her zaman bir futbolcu olarak görmek istiyordu fakat hayat bu... ömrü yetmedi. Luiz, o gün karar verdi: Futbolcu olacak ve annesini mutlu edecekti. Bunun için göze alamadığı ne varsa; göze almaya cesaret etti ve uçakla 3 saat uzaklıktaki Regatas takımına katıldı...
Çocukken idolü Ronaldo'ydu. Brezilya'da fakir ailelere yaptığı yardımları duyuyor ve futbolcu olarak değil; insan olarak örnek alıyor, 'Bir gün ben de onun gibi iyi bir insan olacağım' diyordu. Oldu da... 19 yaşında geldiği Hoffenheim'da da, 4 başarılı sezon geçirip Alman devi Bayern Münih'e transfer olduğunda da kazandığı parayla ülkesindeki yoksullara yardım yapıyor ve şöyle diyordu: "Sao Paulo'da orta halli bir ailede büyüdüm. İnsanların hayattaki dertlerini biliyorum"
Kendisini 'En az Brezilyalı olan Brezilyalı' olarak tanımlıyor Luiz Gustavo. Alman disiplini ile eğitilmiş bir Brezilyalı... 'Sezonun ortasında Rio Karvanalı'na kaçacak türden bir Brezilyalı değilim ben' diyor. Brezilyalıların 'Joga Bonito' dediği 'Göze hoş gelen' futboldan önce, yapması gerekenleri önemsiyor.
Luiz Gustavo kendisini kısaca şöyle anlatıyor: "Tarzım hakkında çok fazla bir şey söylemeye gerek yok: Basit oyna, efektif ol. Topsuz oyunda görevim, rakibi baskı altına almak. Top bendeyse basit oynayıp, isabetli pas yapmak... Güzel oyun benim önceliklerim arasında değil..."
Luiz Gustavo, Hoffenheim, Bayern Münih, Wolfsburg ve Marsilya'da hep üst düzey ama gösterişten uzak, kaptan ve disiplinli bir oyuncu olarak dikkat çekti. 2014 Dünya Kupası'nda maç başına ortalama 11 kilometreden fazla koşup, Brezilya Milli Takımı'nın en önemli oyuncusu olduğunda da, Bayern'le Şampiyonlar Ligi kazanan kadronun parçası olduğunda da aklından çıkarmadığı tek bir şey vardı: "Her şeyi aileme, anneme borçluyum..."
13 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
Hayat zor ama Adil Rami de pek kolay biri sayılmaz!
Tumblr media
Fas'tan Korsika'ya göçen bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi Adil Rami. Hayat daha ilk günlerden zor başlamıştı onun için... Babası uyuşturucu kullanıyor ve eve dahi uğramıyordu. Zaten kız kardeşleri dünyaya geldikten sonra da etrafında 'baba' diyebileceği birisi kalmamıştı... Annesi, kardeşlerini ve kendisini tüm zorluklara göğüs gererek büyüttü. Fransa'da verdiği bir röportaj sırasında, 'O bizim kraliçemiz' dediği annesini anlatırken gözyaşlarını tutamıyordu. Sahip olduğu her şeyi annesine borçlu olduğunu söyleyen Adil Rami, futbolcu olmayı ise hayal bile edemiyordu... Çünkü yaşadığı hayat, futbolcu olmasına izin vermeyecek kadar sertti. Ortaokuldan sonra 2 sene meslek lisesi okudu ve hemen çalışmaya başladı. Çünkü mecburdu... Yaşadıkları yer olan Frejus'ta, belediyeye işçi olarak girdi. Meslek lisesi eğitimi tamircilik üzerineydi ancak duvarlardaki grafiti de temizliyordu... sokaklardan çöp de topluyordu... Sabah 5'te başladığı işi, öğleden sonra 12.30'da bitiyor ve ardından idmana gidiyordu. O zamanlar futbol onun için sadece bir hobiydi. Frejus amatör takımında oynuyor ve kazandığı parayla evin faturalarını ödüyordu. Ancak 2006 yılında hayatı değişti Adil Rami'nin. Birçoklarına göre futbol için geç bir yaş olan 21 yaşında, Lille scoutları tarafından keşfedilerek, teklif aldı. Annesini, kardeşlerini, geleceğini düşünerek bu teklife evet dedi ve Lille B Takımına gitti. Sadece 1 yıl sonra ise A Takım oyuncusu oldu. Patrick Kluivert, Michel Bastos, Mirallas, Cabaye ve genç Eden Hazard'la takım arkadaşıydı. O takımda ayrıca Aurelien Chedjou ve Souleymane Youla da vardı... Hikayenin sonrası peri masalı... Lille'le Fransa Ligi, Sevilla'yla Avrupa Ligi, Fransa'yla Dünya Kupası... 3 şampiyonluk; her biri ayrı kardeşi için ve tüm bu kariyer de annesi için... Adil Rami son 1 yılda, özel hayatında yaşadıkları nedeniyle zor günler geçirdi. Bir yandan magazin bir yandan spor medyası üzerine geldi ve yaşadıklarıyla baş etmeyi beceremedi... Şimdi yeni bir maceraya başlıyor... Bakalım hikayenin bu kısmını nasıl yazacak?
6 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
Sampaoli’nin ahtapotu: Nzonzi
Tumblr media
Steven N'Kemboanza Mike Christopher Nzonzi... Boyu gibi adı da oldukça uzun olan futbolcu, Demokratik Kongo'dan gelen bir baba ve Fransız bir annenin oğlu olarak 15 Aralık 1988 tarihinde Fransa'da dünyaya geldi. 13 yıl Colombes şehrinde yaşayan Nzonzi'nin anne ve babası, gerçek mesleklerini yapma fırsatı bulana kadar, kendi tabiri ile 'tuhaf işlerde' çalıştı. Daha sonra babası bilgisayar mühendisi olarak, annesi de Dramatik Yazarlar ve Besteciler Derneği'nde iş buldu. Bu sırada Nzonzi de sokaklarda futbol oynamaya çoktan başlamıştı... Annesi ve babasının boşanmasının ardından Nzonzi annesiyle yaşamaya başladı. Ancak babasıyla da bağını hiç koparmadı. Hala menajerliğini yapan babası, futbol tutkusunu fark ettiği oğlunu elinden tuttuğu gibi Racing Club de Paris'e götürdü. İlk hocası olan Didier Jousse, 11 yaşında tanıştığı Nzonzi'yi şöyle anlatıyor: "Çok sevimli ve sürekli gülümeseyen bir çocuktu. Ancak sessizdi ve içe dönüktü..." Takımda kısa sürede sevildi ve gruba uyum sağladı. Ancak babası, şanslarını daha büyük kulüp olan PSG'de denemek istedi. Oraya giderken uyarmışlardı. Takıma seçilmesine rağmen yeterince ilgi görmedi ve 3 yılın ardından ayrılarak yatılı bir okulu da olan Lisieux'ya gitti. Burada uyum sorunu yaşıyordu çünkü hem ailesinden uzaktı hem de okuldaki iki siyahiden bir tanesiydi... 1 yıl Lisieux ve 1 yıl Caen maceralarının ardından, artık 'gerçek bir futbolcu olma' zamanı gelmişti ve ona bu kapıyı açan da Amiens kulübü oldu. 2005 yılında Amiens U19 takımına katılan Nzonzi, fiziksel gelişmiyle beraber uzun boylu, uzun kol ve bacaklı aynı zamanda iri cüsseli bir orta sahaya dönüştü. Fiziksel gelişimin yanında futbolda da hızla ilerlemeye başlayan Nzonzi, 3 sezonda A Takıma yükseldi ve sadece 1 sezonluk A Takım tecrübesinin ardından İngiltere'nin yolunu tuttu. Yeni adresi artık Blackburn Rovers'tı... Nzonzi'yi İngiltere'de ilk şaşırtan şey tesislerin otoparkı oldu. Amiens'de otoparkta bulunan en pahalı araba Audi A5'ken Blackburnlü oyuncular Ferrari, Porsche ya da jiplere biniyordu. 'Bu durum beni şoke etti' diyen Nzonzi, İngiliz aksanına, farklı yemeklere ve öğleden sonra saat 15.00'te kararan havaya alışmakta zorluk çekse de kendini futbola vermeyi başardı. Blackburn'deki 3 sezonun ardından yeni adresi Stoke City oldu. Henüz 20'li yaşlarında olan Nzonzi bu sırada babasının ülkesi Demokratik Kongo, doğduğu ve büyüdüğü ülke Fransa ve futbol oynadığı ülke olan İngiltere'nin genç milli takımlarından teklifler aldı. Ancak tercihini 'kendisini öyle hissettiği için' Fransa'dan yana kullandı. O zamanlar bu tercihin onu, 2018 yılında Dünya Kupası zaferine götüreceğinden habersizdi... Nzonzi gerçek futboluna Stoke City'de ulaştı. Arsenal ve Fransız efsanesi Patrick Vieira ile kıyaslanmaya başlanan oyuncu, 2014/15 sezonunda takımın en iyisi seçildi ve o sezonun sonunda da 8 milyon Euro'ya Sevilla'ya transfer oldu. Sevilla'nın Nzonzi ile birlikte o yıl kadrosuna kattığı bir diğer tanıdık isim de Galatasaraylı Mariano'ydu... Sevilla'da ilk senesinde 6 numara pozisyonunun vazgeçilmezi oldu ve 46 maçta sahaya çıktı. Sezonu UEFA Avrupa Ligi zaferi ile kapatan Sevilla'da, bir sonraki yıl da formayı bırakmadı ve yine 6 numaranın değişmeziydi... 2017/18 sezonunda Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynayan ve Bayern Münih'e elenen Sevilla'da 44 maça çıkan Nzonzi, o yaz Fransa'yla Dünya Kupası kazandı ve bonuslarla beraber yaklaşık 30 milyon Euro'ya Roma'nın yolunu tuttu. Roma'daki ilk sezonunda 39 maça çıkan Nzonzi, bu yıl göreve gelen yeni teknik direktör Paulo Fonseca tarafından birinci tercih olarak düşünülmedi. Transfer döneminde o bölgeye Napoli'den Amadou Diawara'yı alan Fonseca, Nzonzi'nin takımdan ayrılmasına izin verdi. Sevilla'dan eski hocası Sampaoli tarafından 'Ahtapot' lakabı verilen 30 yaşındaki orta saha, yeni bir maceraya atılmaya hazır. 
2 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
Bir çocukluk heyecanı
Tumblr media
Tam adı Mathias Jattah-Nije Jorgensen olan 29 yaşındaki stopere herkes 'Zanka' diyor. Çünkü genç takımlarda oynarken hocası onu, 1993 yapımı Cool Runnigs adlı  filmdeki bir karakter olan 'Sanka'ya benzetiyor ve bu isimle çağırıyordu. Ancak Jorgensen, Sanka'nın kulağa hoş gelmediğini, 'Zanka' denmesini tercih edeceğini söylüyor ve hocası da artık 'Zanka' demeye başlıyor. Aslında bu bile onun 'yönetimi elinde tutan' 'lider' tarafını anlamak için yeterli... Ama gelin biz yine de Zanka'nın hayatına şöyle bir göz atalım...
1990 yılında Danimarka'nın Kopenhag kentinde doğan futbolcu henüz 3 yaşındayken ailesiyle birlikte Samso adasına tatile gidiyor. Tatilde babası ve kendisi bir takım, annesiyle kız kardeşi de başka bir takım oluyor ve futbol oynuyorlar. Babası, eşinin ve kızının kazanması için bilerek kötü oynuyor ve maçı da anne ile kız kardeş kazanıyor.
Ancak bu yenilgi minik Zanka'nın çok zoruna gidiyor ve onları terk edip tek başına tarlaların arasına doğru yürümeye başlıyor. 'Her zaman kaybetmekten nefret ederim' diyen Zanka'nın blöf yaptığını zanneden anne ve babası bir süre onun bu gidişine ses çıkarmasa da ne kadar ciddi olduğunu, gözden kaybolana kadar geri dönmediğinde anlıyorlar. Telaşla peşinden koşup oğlunu getiren baba Jorgensen, Kopenhag'a dönüşte onu bir futbol okuluna yazdırıyor.
Zanka'nın hayali, her çocuk gibi futbolcu olmak... Öğretmeninin 'Büyüyünce ne olacaksın' sorusuna 'futbolcu' cevabını veren Zanka, 'Öyle deme' yanıtını alınca 'İyi o zaman. Çiçek satıcısı olacağım' diyor ama bu sadece öğretmenini mutlu etmek için verdiği bir cevap... Çünkü o yıllarda 'futbolculuk' meslek olarak görülmüyor ve öğretmeni de Zanka'nın cevabı karşısında endişelenmiş olmalıydı...
Zanka henüz 12 yaşındayken, ani bir kalp krizi sonucunda babasını kaybetti... Kökenlerinin ait olduğu Gambiya'nın geleneklerine göre bir evde baba ölünce, evin reisi en büyük erkek çocuk oluyordu. 12 yaşındaki Zanka, artık evin reisiydi. "O zamanlar hızla büyüdüğümü hissettim. Sadece yapmam gereken şeylere odaklandım. Okula git ve futbol oyna..."
Kopenhag ile sözleşme imzaladığında 18 yaşına henüz girmişti ve doğum gününden bir gün önceydi. İmzayı attıktan sonraki akşam annesi ve kardeşiyle beraber yemeğe çıktı. O akşam hesabı kendisi ödedi ve annesine, "Kusura bakma anne, hayatın boyunca uğraştın ve bizim için para biriktirdin. İşte bu maaşımın yarısı..." diyerek kazandığı ilk paranın yarısını annesine verdi. Futboldan gerçekten para kazanmaya başlamıştı ancak hala annesiyle yaşayan bir üniversite öğrencisiydi...
Kopenhag'la geçen başarılarla dolu 4 yılın ardından, 22 yaşında PSV Eindhoven'a transfer oldu. 2 senelik Hollanda macerasından sonra, yeniden Kopenhag'a döndü ve 4 yıl daha evinde oynadı. 2017 yazında ise Huddersfield'a 'evet' diyerek İngiltere'nin yolunu tuttu.
Gittiği her takımda taraftarın sevgilisi olan, etrafındaki ihtiyaç sahiplerine yardımlarda bulunan ve şehir hayatıyla adapte olmaya çalışan Zanka artık İstanbul’da. 3 yaşından bu yana kaybetmeyi kabullenemeyen bu adamın, çocukluk tutkusunu şehrin Anadolu yakasında doyasıya yaşayacağı kesin...
8 notes · View notes
aserkan · 5 years
Text
Hayal eden değil, gerçekleştiren!
Rakip Napoli... Dakikalar 9... Rakibin en süratli oyuncusu ceza alanına giriyor... Kırmızı kart ve penaltı riski yüzde 90... O an yapılacak tek bir doğru var ve Merih Demiral o doğruyu yapıyor! Mertens'in ayağına kayıp, tere yağından kıl çeker gibi topu alarak pozisyonu engelliyor. O anı sadece Merih biliyor... Neler yapabileceğini ve daha önemlisi neler yaptığını!
youtube
1998 yılında Kocaeli- Karamürsel'de doğan Merih Demiral, her çocuk gibi sokakta tanıştığı futbola aşık olur. İnşaatlarda kalıp işçisi olarak çalışan babası Burhan Demiral, yaşıtlarına göre fiziği daha iyi olan Merih'i Karamürsel İdman Yurdu'nun futbol okuluna yazdırır. 9 yaşında girdiği Karamürsel altyapısında 4 sene oynadıktan sonra o dönemki hocası Hasan Özeren'le birlikte Fenerbahçe tesislerinin yolunu tutar...
Fenerbahçe'de altyapı hocaları, birlikte geldiği Onur Kaçar'ı beğeniyor ancak Merih'i yetersiz bulurlar. Karamürsel'e dönen Merih 45 günlük özel bir idman yapar ve yeniden denemelere katılır. Bu sefer olmuştur: Merih Demiral, 13 yaşında Fenerbahçe'nin kapısından içeri girer.
Ancak mutluluğu kısa sürer genç Merih'in... 28 Aralık 2012 tarihinde, talihsiz bir trafik kazasında canından çok sevdiği annesini kaybeder. Babası, abisi, Fenerbahçe'deki takım arkadaşları ve hocaları ne kadar uğraşsalar da dindiremezler acısını... Bugünleri en çok annesinin görmesini ister Merih... Juventus formasının sırtında taşıdığı 28 numara da annesinin anısı içindir...
Annesini kaybettikten sonra kendisini tamamen futbola veren Merih, Fenerbahçe'nin ve milli takımın tüm alt yaş kategorilerinde oynar. Vitor Pereira döneminde, henüz 17 yaşındayken A takım kadrosuna alınır. Pereira da Terraneo da, U21 hocası Hasan Kemal Özdemir de Merih'in mutlaka oynaması gerektiğini söyler ancak 'futbol' başka bir şeydir artık... Fenerbahçe yönetimi, Türkiye Kupası'ndaki Antalyaspor maçı öncesi asgari ücret maaşla bir sözleşme önerir. 4 arkadaşı teklifi kabul eder ancak Merih 'hayır' der!
Küçük yaştan itibaren hayalini kurduğu takımın sunduğu teklife 'hayır' demek kolay değildir... Birkaç gün sonra, hala telefonunda duran ve Abdullah Avcı'dan gelen 'Seni Başakşehir'e transfer edelim' mesajına da 'hayır' demek zordur... Ama Merih küçük yaştan itibaren başka hayal daha kurmaktadır; Avrupa'da futbol oynamak. Oynayacaktır da... Çünkü 2012 yılında Twitter'a yazdığı gibi: "Tarih hayal edenleri değil, gerçekleştirenleri yazar.."
Karamürsel'den çocukluk arkadaşı olan menajeri Cenk Melih Yazıcı ve yine Karamürsel'de yetişen, hatta Merih gibi Karamürsel altyapısında oynayan kişisel antrenörü Tayfun Kıy'la birlikte, daha 16 yaşında çizmiştir rotasını... 2015/16 sezonunu sonunda da bedelsiz olarak Alcanenense'ye gider... Bu tercih tesadüf değildir. Hem Tayfun Kıy daha önce bu kulüpte çalışmış ve iyi ilişkiler kurmuştur hem de kendisi gibi Karamürsel'den Fenerbahçe'ye gelmiş olan sol bek Bahadır Çiloğlu, 2016'nın Şubat ayında Alcanenese'ye transfer olmuştur. Bahadır birkaç yıl sonra Türkiye'ye döner ama Merih için bambaşka bir hikaye başlamıştır...
Tumblr media
Portekiz'in 3. Lig takımı olan Alcanense'de ilk günleri zor geçer. Ne dillerini bilir, ne yemekleri alışık olduğu gibidir... Evde çok iyi yaptığı kuru fasulye pilavı özler ama pes etmez. En sevdiği film olan Cesur Yürek'i izleyerek motive olur. Bir de hayallerine kavuşunca ne kadar mutlu olacağını bildiği annesini düşünerek... Bu motivasyonu, başarı merdivenlerinden bir adım daha yukarı çıkmasını sağlar ve 6 ay sonra, Portekiz'in en ünlü futbol akademilerinden Sporting'e transfer olur. Bu transfer akademi scoutlarının hazırladığı ve A takım teknik direktörü Jorge Jesus'un imzaladığı bir raporla gerçekleşmiştir.
Sporting U19 takımıyla 1 sezon oynayan Merih, 20 yıllık şampiyonluk hasretine son veren kadroda yer alır ancak A takıma yükseldiğinde 4. stoper olacağını öğrenir. Bu yaşta yedek kulübesinde beklemektense oynayabileceği bir takıma gitmek ister ve kendisine talip olan Alanyaspor'a 'evet' der. Alanya'da da sadece futbola odaklanan ve Süper Lig'e damga vuran bir yarım sezon geçiren Merih, son 7 maçta 4 gol yiyen savunmanın en önemli oyuncusu olur. Bu performansı İtalya'da, Sassuolo'da yankılanır ve Çizme'nin yolunu tutar.
Sassuolo sonrası, hikayenin girişinde anlattığımız Napoli maçı ve Mertens'ten çaldığı topla başlar... Herkesin 'çok konuşup az iş yaptığı' günümüz futbolunda Merih, 'az konuşup çok iş yapar'. Saçıyla, sakalıyla, kıyafetlerle ya da arabalarla değil, futboluyla ilgilenir sadece. Evden idmana, idmandan eve bir hayat yaşar. Beslenmesine, uykusuna, bireysel çalışmalarına dikkat eder ve nihayetinde 2019 yılının yaz ayında 15 milyon Euro karşılığında Juventus'a transfer olur. Yıllardır verdiği mücadele, döktüğü gözyaşı, alın teri sonunda karşılığını bulur. İtalyanların dediği gibi: Roma, bir günde kurulmamıştır...
Merih'in yeni evi artık Juventus... Kısa sürede herkesle arkadaş olan genç futbolcu özellikle Cristiano Ronaldo ile çok iyi anlaşır. Kendisi gibi Sporting altyapısında oynayan Merih'e özel ilgi gösteren Ronaldo, Portekizce de konuşabilen genç stoperi yanından ayırmaz. Küçük yaşta babasını kaybeden Ronaldo, aynı yaşlarda anne acısı yaşayan Merih'i en iyi anlayanlardan... Bu yüzden kendisine benzettiği Merih'in Juventus'a adapte olması için elinden geleni yapar.
Merih, her zamanki gibi canını dişine takarak çalışıyor ve kendi futbolunu oynamak için yeni sezonu bekliyor. Çünkü biliyor ki başarılı olursa herkesten çok annesi mutlu olacak... Merih'in de bu hayattaki en büyük amacı, annesini mutlu etmek...
27 notes · View notes