benimpencerelerim
benimpencerelerim
AYNA
238 posts
Düzenin Yabancılaşması İktisadi Çözülme Sistem ve Kültür Alt Üst Neden Geri Kaldık Tarihin Prangaları Ulusların Düşüşü Yol Bağımlılığı Yollar Ayrılırken İnanç Gruplarının Evrimi Adımlar Bilginin Işığı Coğrafyanın Matematiği Ecevitgiller Nasıl Yazmalı Yazıda Denge Şerlok Holmes Gibi Düşünmek
Don't wanna be here? Send us removal request.
benimpencerelerim · 24 days ago
Text
BIR MEGALOMANIN PORTRESI
MAHALLESİZ DELİKANLI
Levent Gültekin eski bir siyasal İslamcı, kronik bir muhafazakar ve muhalif olduğunu iddia eden bir kanaat önderi. Geçmişte yoğrulduğu kültürel ve ideolojik kalıplardan tamamen sıyrılamamış bir önyargılar yumağı. Ayrıca hem eski bir muhafazakar hem de muhalif bir kanaat önderi olduğu için siyasetin ağır abileriyle tanışıklığı var ve bunu her fırsatta dile getirmekten ayrı bir haz alıyor. Siyaset dünyasının önemli figürleriyle hemhal olmasının dışında saray rejiminin dezenformasyon ağlarının da dahil olduğu birçok bilgi ağının odağında bir şahsiyet.
Levent Gültekin aynı zamanda muhafazakar mahallenin ve seküler mahallenin de dahil olduğu milliyetçi cenaha da yakın ve onların muzdarip olduğu milliyetçi reflekslerle donanmış bir gazeteci. Tabii ne muhafazakar ne de milliyetçi olduğu için, bu minvalde kültürel değerlere sahip olduğu için eleştirmiyorum.
Levent Gültekin milliyetçi ve muhafazakar değerlere sahip olmasına rağmen iktidarı ele geçiren o mahalleden mümkün olduğunca uzak duruyor. Çünkü o mahalle gırtlağına kadar pisliğe batmış, bulanmış durumda, o yüzden o mahalleye ait olmadığını söylüyor yoksa ruhen hala o mahalleye ait. Tabii bu uzak durma destek anlamında, yoksa o mahallenin önemli figürleriyle hemhal olduğuna kuşku yok. Ayrıca kendisini izleyen hayran ve mürit kitlesi de büyük ölçüde muhafazakar kesimlerden oluşuyor. İzleyicileri arasında milliyetçiliği ağır basanlar da var elbette.
Levent Gültekin iktidarı ve kısmen ve bazen muhafazakarları eleştiriyor. Tabii iktidar eleştirileri günümüzün ağır baskı ortamının elverdiği ölçülerde oluyor. Bunun için onu eleştirmek de hakkaniyete sığmaz. Gültekin iktidarı eleştirirken dile getirebilecek bildik icraatlerini makine gibi arka arkaya sıralıyor. Ve bunlar da hiç değişmediği için haklı olarak kısaca bahsedip geçiyor.
Gültekin, genellikle muhafazakar mahalleye, özellikle de kararsız muhafazakarlara toz konduramıyor, onları nadiren eleştiriyor, eleştirirken de hiçbir zaman belli bir çizgiyi geçmiyor. Ama seküler mahalle eleştirilerine gelince hem daha sık ve yoğun eleştirilerde bulunuyor hem bunu daha daha ısrarlı bir şekilde yapıyor hem da daha ağır ve yanlı davranıyor.
ÖNYARGI VE ZAAFLAR YUMAĞI İNSAN Levent Gültekin de hemen hemen bütün insanların muzdarip olduğu önyargılar, önyargılara dayanarak akıl yürütme, bilişsel ve duygusal zaaflardan muzdarip. Bu konuda, daha kolay anlaşılacağı için kitlelerin yoğun ilgisine mazhar olan futboldan somut örnekler verdim, yazılar yazdım. Tabii ben de bu zaaflara sahibim ve eleştirilerim bu zaaflarından tamamen soyutlanmış halde olmayabilir. Ama ben bunların bilincindeyim ve etkilerine, beni tuzaklarına düşürmelerine karşı daha dikkatliyim. İnsanların kendilerini doğrulamak için gönüllü yoldan çıkmasına neden olan doğrulama önyargısı, geri tepme etkisi, sahip olduğu görüşleri ve daha büyük ölçeklerde kuramları ve kalıpları, paradigmaları doğrulamak için düştükleri tuzaklar ve algılama operasyonu yapıyor denecek kadar olguları eğip bükmesi, önyargılarına (kuram) uyan olguları seçmesi, öne çıkarması, önyargılarına (kuramlar) uymayan olguları görememesi, aramaması, göz ardı etmesi, olguları eğip bükerek kendi önyargılarına uyar hale getirmesi, olguları Prokrustes’in yolcuları, kollarını bacaklarını gerip uzatarak, kesip biçip kısaltarak kendi yatağına uygun hale getirmesi gibi kendi önyargılarının (kalıplar) içine sokuşturması, sıkıştırması ve Bertrand Russell’ın Tümevarım Güvenilmez Bir Yöntemdir diye mahkum ettiği tümevarımı yoğun bir şekilde kullanma, toptancılık gibi hemen her insanın sıklıkla içine düştüğü tuzakları bunlar arasında sayabilirim.
Levent Gültekin de bu insanlara özgü temel zaaflardan sıkça etkileniyor ve onların tuzaklarına kolayca düşüyor. Ama bu doğal ve kötü niyetli olmayan istenmeyen yanılgılara ek olarak Gültekin’in bu tuzaklara düşüyor gibi görünüp de algı operasyonu yapmaya varan kötü niyetli söylemlerine de tanık oldum. Bunlara örnekler de vereceğim.
LEVENT GÜLTEKİN’İN PORTRESİ Levent Gültekin’in youtube kanalında yayınladığı birçok videoyu sonuna kadar izledim. Zamanla yanlı davrandığını ve demagoji yaptığını görünce sadece muhalefetle ilgili yaptığı yorumları izlemeye başladım. Muhalefetle ilgili yorumların da çoğunlukla önyargı yüklü ve yanlı olduğunu gördüm. Tabii bu yorumlarda kısmen önyargılar ve insan zaafları etkiliyken kısmen Gültekin’in sahip olduğu ve tamamen üstünden atamadığı milliyetçi muhafazakar formatın da etkisi vardı.
Levent Gültekin eski bir gazeteci ve her kesimden geniş bir siyasi çevresi olan bir isim. O yüzden bu çevrelerde bulunan ve farklı amaçlara, çıkarlara sahip insanlarla temasları var. Bu temaslar sonucunda elde ettiği bilgileri harmanlayıp ve ne, kim olduğunu bilmediği bir gücün Türkiye’yi orta doğulaştırmaya çalıştığını öne süren derme çatma bir kuram oluşturmuş, Muhalefete ilişkin önyargılarından ve Ekrem İmamoğlu’na ilişkin önyargı, nefret ve kıskançlıktan oluşan küçük kalıplarına ek olarak bu büyük kalıbı da ana anlatı olarak kullanıyor.
Siyasi arenada dönen dolaplardan çıkar çatışmalarından, dezenformasyon anlatılarından oluşan çok sayıda bilgiye sahip olması ve bu kesimlerdeki aktörlerle temasları nedeniyle bazı bilgilerinin ve öngörülerinin doğru çıkmasına dayanarak kuramının da doğrulandığını sanıyor ve başkalarını, özellikle kendisi için en büyük nefret objesi olan Ekrem İmamoğlu’nu haksız olarak suçlamakta kullandığı megalomanlık içinde yanıp tutuşuyor. Oysa kamuya açık kaynaklardan elde edilen bilgilerle aklı başında sıradan bir insanın bu tahminleri yapması hiç de zor değil.
Bugüne kadar izlediğim videolarından görüldüğü kadarıyla Levent Gültekin karakterinin eskizlerini oluşturan birkaç özellik var. Öncelikle muhalafete ve sekülerlere karşı olan bitmez tükenmez muhalefeti ve sürekli onları eleştirmesi. Sonra muhafazakarlara, özellikle kınalı yapıncak kararsız muhafazakarlara toz konduramaması ve onları hemen hemen hiç eleştirememesi.
Levent Gültekin’in bu toplumsal ayrımcılığa varan önyargılı, peşin hükümlü yorumculuğunun arkasından muhalefetin önemli iki lideri ve iktidarın en büyük iki adayı arasında saf tutması ve onlar hakkındaki önyargıları geliyor. Levent Gültekin Ekrem İmamoğlu’na kıskanıyor, nefret ediyor denecek ölçülerde karşı duruyor, muhalefet ediyor. Ekrem İmamoğlu’nu iktidara talip olduğu ve bunun için çalıştığı için AKP cephesi gibi hırslı diye kınarken yine iktidara talip olan Mansur Yavaş’a son derece sıcak yaklaşıyor ve Ekrem İmamoğlu’nu desteklememesini ve onunla rekabet etmesini, hatta CHP aday göstermezse muhalefeti bölerek İYİ parti tarafından aday gösterilmeye hevesli olmasını son derece normal buluyor.
PROKRUSTES ve ŞEYTAN Levent Gültekin’in hem Prokrustes mitinde somutlaşan ve başta bahsettiğim insani zaaflara sahip hem de belli kesimlerin aparatlığından kuşkulandıracak derecede kötü niyetli biri olduğunu düşünüyorum. Temel insani zaaflara sahip olması son derece normal ama sanki bu zaaflardan haberdar değil gibi de görünüyor. Kitlelere hitap eden birinin bu konularda cahil olması kabul edilemez.
Asıl önemlisi Levent Gültekin’in kötü niyetli olduğunu ve iri bir kitlenin hayranlığını kazandığı için onları istismar ederek, yani iyi niyetlerini kendi amaçları doğrultusunda kullanarak belli kesimlerin aparatlığına soyunması ya da bu hisleri, düşünceleri uyandıracak derecede taraflı yorumlar yapması.
Ekrem İmamoğlu’na yolsuzluk nedeniyle ilk operasyon yapıldığında Levent Gültekin mal bulmuş mağribi gibi atlamış ve neredeyse yolsuzluk yaptığından emin bir şekilde yorumlar yaparak kitlesini zehirlemişti. Kendisine daha önce rejimin dezenformasyon kanalları ve ağının da içinde olduğu mecralardan akan bilgileri Ekrem İmamoğlu hakkında sahip olduğu nefrete ve kıskançlığa varan önyargıların da etkisiyle sorgulamadan doğru kabul etmişti.
İlk operasyon sonrasında ateşli bir şekilde desteklediği Ekrem İmamoğlu yolsuzluk yaptı iddiasının altı boş olduğu anlaşılınca da ne geri adım atmış, ne özür dilemiş ne de hicap duymuştu. Kendisine yöneltilen eleştirileri de kale almamış ve üste çıkmıştı. Sosyal medyada, özellikle X platformunda diğer aydınlar kendisini eleştirince de tepki göstermişti. Bu benim tanık olduğum ilk çarpıtmasıydı.
youtube
Bu videoda kendini aşıyor, şahlanıyor, duvarlarını yıkıyor Levent Gültekin. Ekrem İmamoğlu nefreti, kıskançlığı, önyargıları iyice ayyuka çıkıyor. Kendini bütün çıplaklığıyla faş ediyor. Ama videonun başındaki özlü sözünde eleştirilen hayranlıktan muzdarip kitlesi mışıl mışıl uyumaya ve her söylediğine inanıp tıpış tıpış onu izlemeye devam ediyor.
Önce kapalı bir grup oluşturan ve kapalı grup refleksleri gösteren Levent Gültekin’in ve hayran kitlesinin kendilerini doğrulama mekanizmalarına bakalım. Bir kere her şeyden önce Levent Gültekin’in önyargıları var, sonra haber kaynaklarından elde edip süzdüğü (dikkat süzmenin önyargılarla ilişkisi, etkileşimi var, kurama/kalıba uygun olanları seçme, uymayanları eleme) bilgiler, yani nesnel olgular geliyor. Bu iki kavram Kant’ın zihinsel kalıplar, kategoriler ve duyumlarına benzetilebilir. Daha sonra Levent Gültekin bu bağımsız, nesnel olguları kendi önyargı kalıplarıyla donatıyor, eğip bükerek, çarpıtarak onların içine tam olarak oturmasını sağlıyor ve önyargılarla bezenmiş olgulara, Kant’ın kavramsallaştırmasıyla fenomenlere ulaşıyor.
Artık Levent Gültekin’in elinde, zihninde kendi önyargılarıyla renklendirilmiş, bezenmiş olgular var. Ve Gültekin bu olguları tekrar gözden geçirdiğinde kendi önyargılarıyla dolu olduğunu ve kendi önyargılarını doğruladığını görüyor. Bu mekanizmanın benzeri hayran kitlesi için de hükmünü icra ediyor.
Hayran kitlesinin de muhafazakar milliyetçi format ve kültürden gelen önyargıları, kalıpları var. Muhalefetin hiçbir icraatini beğenmiyorlar ve tabiri caizse muhalefete kaşının üstünde gözün var eleştirelliğiyle yaklaşıyorlar. Bu hazır önyargılar ve reflekslere ek olarak önlerinde Levent Gültekin’in kendi önyargılarıyla, kalıplarıyla ortak olan önyargılar, kalıplarla donanmış olgularını buluyorlar ve bu yanlı, çarpıtılmış olguları nesnel olgular olarak kabul edip bu olguları sarıp sarmalayan ve olguların içinde hazır buldukları önyargılarıyla baştaki kendi önyargılarının nesnel olgularla doğrulandığını düşünüyorlar, kendilerini doğrulayan Levent Gültekin’e bir kez daha hayran oluyorlar.
Ekrem İmamoğlu’nun Erdoğan ile yarışmak istediğini belirten beyanını kendi önyargılarının, kalıplarının içine sokuşturduktan sonra olmadık çıkarımlar yapıyor ve bu çıkarımları da Ekrem İmamoğlu’na atfedip tepindikçe tepiniyor. Ekrem İmamoğlu anayasayı tek başına değiştirmek istiyor çarpıtmasını yapıyor, yani olguları eğip büküp kendi önyargı kalıplarının içine döküyor ve megaloman olduğunu iddia ediyor. Sen kimsin diyor.
Levent Gültekin Ekrem İmamoğlu’na o kadar öfkeli ki, onun seçimleri kazanacak iki adaydan biri olmasını da hazmedemiyor ve bu gerçeği küçültmek için elinden geleni ardına koymuyor. İnsan kıskandığını düşünüyor ister istemez. Erdoğan ülkeyi bu kadar kötü yönettiği için sen kazanacak duruma geldin, yoksa sen kazanamazdın yani sen değersiz birisin demeye getiriyor. İnsan şaşa kalıyor.
Levent Gültekin Ekrem İmamoğlu konusunda Bertrand Russel’ın güvenilmez bir yöntem olarak yaftaladığı tümevarıma da başvuruyor. İmamoğlu’nun karakter olarak Erdoğan’dan farklı olmadığını, onun karakterini gayet iyi tanıdığını ve bu yüzden tehlikeli olduğunu iddia ediyor. Bu konuda öne sürdüğü tek delil de İmamoğlu’nun okuldayken öğretmenin uyarılarını duvara bakarak geçiştirdiğini söylemesi.
Bir tek gözlemden, olgudan tümel bir önermeye sıçraması, yani tümevarım yapması dışında burada Levent Gültekin yine önyargılarının kurbanı oluyor. Ekrem İmamoğlu büyük olasılıkla burada biraz da kötü bir metafor yapıyor ve kendisine yapılan haksız ithamları görmezden gelerek etkisiz kıldığını anlatmak için yanlış bir şekilde lisedeki bir davranışını örnek gösteriyor. Levent Gültekin de yanlış benzetmeyi kendi önyargılarıyla harmanlayıp sonuna kadar sömürüyor.
Ekrem İmamoğlu hakkında yapılacak tek tümevarım Levent Gültekin’in yaptığı olumsuz tümevarım değil elbette. Ekrem İmamoğlu için, onun Beylikdüzü belediye başkanlığı ve ikinci kez yaptığı nispeten daha başarılı ve liyakata dayanan İstanbul belediye başkanlığından yola çıkılarak olumlu bir Ekrem İmamoğlu iyi yönetir tümevarımı da yapılabilir. Elbette bu tümevarım da tümevarımın genel zaaflarından muzdariptir ama Levent Gültekin hem zaafları olan bu yöntemi kullanıyor hem de önyargıları nedeniyle yapılabilecek iki tümevarımdan sadece olumsuz olanını görüyor ve kullanıyor. PROKRUSTES’İN AVUKATI Levent Gültekin, Ekrem İmamoğlu hakkında söylediklerinde haklı olabilir, yaptığı yorumlar da belli koşulları yerine getirseydi maruz görülebilirdi. Bunun için yorumlarını yapmadan önce Ekrem İmamoğlu hakkında bir takım kısıtlı gözlemlerine dayanarak edindiği izlenimleri anlatarak başlamalıydı işe. Benim böyle izlenimlerim var, bu görüntüleri veren birisine güvenemem, yorumlarımı bu izlenimlerimin ışığı altında değerlendirin diye izleyicilerini uyarması gerekirdi dürüst, izan sahibi ahlaklı bir insanın. Levent Gültekin baştan bu inançlarından, önyargılarından, kalıplarından hiç bahsetmeden doğrudan Ekrem İmamoğlu’nu mahkum eden yorumlar yaptı. Dezenformasyon kanalları da dahil çevresinden elde ettiği bilgileri Ekrem İmamoğlu’nu mahkum etmek ve suçlu ilan etmek için kullandı, hala da bu yolda ilerliyor. Bu tutum ve davranışlar kabul edilemez ve ahlaklı değildir. https://www.bkmkitap.com/blink-dusunmeden-dusunebilmenin-gucu
Malcolm Gladwell blink (göz kırpma), düşünmeden düşünebilmenin gücü adlı kitabında, insanların bir göz kırpma süresinde tanık olduğu durumlara dayanarak diğer insanlar ve değişik olaylar konusunda ince eleyip sık dokuyarak verdiği kararlardan daha doğru kararlar verdiğini öne sürüyor.
Levent Gültekin de Ekrem İmamoğlu konusunda yaptığı temaslar sonucunda edindiği anlık izlenimler sonucunda böyle doğru da olabilecek önyargılara sahip olmuş olabilir. Malcolm Gladwell böyle anlık algılarla varılan kararların açıklamasını yapmanın çoğu durumda imkansız olduğunu söylüyor. Levent Gültekin o yüzden bu önyargılarının mantıklı bir açıklamasını yapamıyor olabilir.
POWER CORRUPTS
Lord Acton’un özlü saptamasını hemen herkes biliyordur. Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır. İnsanların gerçekte ne olduğu ellerine güç geçince belli olur. Bazıları iktidarın insanları değiştirdiğini savunsa da daha az sayıda insan gücün insanların içindeki gerçek özü ortaya çıkardığını öne sürüyor.
Erdoğan, İmamoğlu karşılaştırmasını bu gerçekleri göz önüne alarak değerlendirmek daha gerçekçi bir yol. Erdoğan yaklaşık 20-25 yıldır iktidarda. Bu kadar uzun süre iktidarda kalmak Lord Acton’un saptamasına uygun olarak Erdoğan’ı ve çevresini yozlaştırmıştır. Ayrıca devletin hakimiyetini giderek daha çok ele geçiren Erdoğan’ın mutlak hakimiyeti bu yozlaşmanın derecesini büyütmüştür.
Erdoğan’ın iktidarı ele geçirmesine ve iktidarının uzun sürmesine ABD ve İsrail’in Büyük Orta Doğu projesine verdiği destek yol açmıştır her şeyden önce. Ecevit’in siyaset sahnesinden silinmesine de Bahçeli aracılığıyla yapılan erken seçimler ve Ecevit’in ABD isteklerine karşı çıkması neden olmuştur.
Erdoğan iktidarının ayakta kalmasını ve kitle desteğinin büyümesine neden olan ana etken de ekonomi kaynaklıdır. 2008 yılında keskinleşen küresel ekonomik kriz ve krizi atlatmak için oluşturulan bol likidite ortamı Erdoğan hükümetlerinin ekonomik performansını yukarı çekmiştir. 2001-2008 arasında ise vesayet güçlerine karşı kullanılan Avrupa çıpası ülkenin yoğun bir şekilde dış yatırıma mazhar olmasını sağlamıştır.
Levent Gültekin Ekrem İmamoğlu konusunda haklı olsa bile onun da Erdoğan gibi mutlaklaşan bir iktidara sahip olması kolay değildir. Saydığım koşulların tekrarlanması son derece güçtür. Ayrıca biatçı muhafazakar seçmenin aksine seküler kesimlerin itirazları da İmamoğlu’nu frenleyecek mekanizmalar arasında yer almaktadır. Kısacası Ekrem İmamoğlu’nun olası bir cumhurbaşkanlığı Erdoğan’ın ve haleflerinin uzun süreli iktidarından çok daha hayırlı ve tehlikesiz olacaktır.
1 note · View note
benimpencerelerim · 28 days ago
Text
BUYUK GRUP KIMLIKLERI
https://www.evrensel.net/yazi/88989/politik-psikoloji-cadir-dikim-isi
Devasa bir çadır hayal edin, altında milyonlarca insan var ve hepsi farklı kıyafetler giyiyor. (Bu kıyafetler kişisel kimlikler) Ayrıca küçük gruplar kuruyorlar: mesleki, etnik, taraftarlık, soy gibi taşıdığımız titrler. 
Üzerlerindeki çadır bezine her büyük grubun tarihi, geleneksel, kültürel sembolleri dokulu. Ancak normal zamanda insanlar bu çadırın ikinci bir elbise olduğunu fark etmez. Ancak büyük olaylar karşısında, bir saldırı ya da çadırı ayakta tutan liderin paranoid olma hali çadırı devirmek üzereyse herkes onarmak üzere elinden geleni yapmaya başlar. Burada liderin psikolojisi devreye girer. Çünkü lider bir direk gibi çadırı ayakta tutan bir kuvveti temsil eder. Öte yandan bazen çadırların sallanmasında liderin kendi psikolojisi rol oynar. Eğer lider gerçek tehlikenin nerede bittiğini ve hayal edilen fantezinin nerede başladığını halka anlatamazsa büyük grubun içinde çatlama olur.
Burada politik psikoloji bilimi toplumu bir araya getiren “seçilmiş travmalar” kavramını ortaya atar.
“Travmalar bilinç dışından seçiliyor. Her grubun başına belalar gelmiştir. Aynı bela bir çadırın altında yaşayan herkesi birden etkiler. Belalar sonrasında grup dört fonksiyonu gerçekleştiremez: Birincisi aşağılık duygusu, ikincisi çaresizlik ve halsizlik, üçüncüsü yas tutamamak, dördüncüsü de ortam tehlikeli olduğu için aktif olamamak. İnsanlar bu fonksiyonları gerçekleştirebilmeleri için bilinç dışından çocuklarına aktarır. Olayları birebir yaşamamış çocuklar yoluyla hikaye nesilden nesle aktarılır. Olayın tasarımı yıllar içinde seçilmiş travma haline gelir.”
Bir büyük grubun büyük grup olmasını sağlayan başlıca faktörler, Kıbrıs Türk asıllı psikiyatr ve poliitik psikolojisinin kurucusu sayılan Vamık Volkan’a göre çocukluktan itibaren ebeveynler tarafından aktarılan mitler, masallar, destanlar gibi ilksel diyebileceğimiz kültürel öğeler ve seçilmiş bir lider, seçilmiş zaferler ve travmalardır (yenilgiler). Vamık Volkan’da var mı bilmiyorum, ben bunlara seçilmiş düşmanlar ve seçilmiş dostları (müttefikler) da dahil ediyorum.
Kürtlerin tarihini, kültürünü bilmiyorum ama uzaktan en azından Nevroz Bayramının onlar için milli/kültürel (kimlik oluşturan) bayram olduğunu görüyorum. Bu bayramın arkasında da bildiğim kadarıyla bir destan var. Ayrıca Kürtlerin ne kadarı için geçerli bilmiyorum ama en azından hatırı sayılır bir kısmı için geçerli olduğunu düşündüğüm Dersim İsyanının seçilmiş bir yenilgi, PKK İsyanının seçilmiş bir zafer, Abdullah Öcalan’ın da seçilmiş lider olduğunu söyleyebilirim. Yani en azından belli bir kesim için Kürt kimliği ayrı bir kimliktir.
İnsanlar çok farklı özelliklere sahiptir. Bir ulusu oluşturan bireylerin de farklı farklı özellikleri vardır. Bazı özellikleri ise ortaktır. Ortak olan özellikleri de büyük grup kimliğine ait ortak özellikler, bunları felsefedeki özsel (ing. essential), özellikler yani bir varlığı o varlık yapan temel özellikler ve ilineksel (ing. Accidental) özellikler yani o varlığa kazayla, şansa bağlı olan özellikler olarak ikiye ayırabiliriz.
Türkiye’deki Kürtler söz konusu olduğunda Kürt kimliğine sahip olan asimile olmamış Kürtler’in de böyle iki özellik grubuna sahip olduğu söylenebilir. Türkiye’de Türklerle aynı çatı altında yaşamaktan kaynaklanan ve Türklerle ortak olan aynı Türküleri dinlemek, aynı sanatçıları izlemek, aynı yemekleri yemek, aynı oyunları oynamak, vs gibi ilineksel özellikler. Ve Kürt kimliğini oluşturan daha önce bahsettiğim seçilmiş lider, mitler, seçilmiş zaferler ve travmalardan oluşan özsel özellikler.
Bu söylediklerim, daha doğrusu Vamık Volkan’ın bulguları laik-seküler, muhafazakar, Alevi gibi kimlikler ve kesimler ve spordaki büyük taraftar grupları ve diğer büyük grup kimlikleri için de geçerlidir. Alevi kimliği için seçilmiş yenilgi (travma) ve seçilmiş lider hemen herkesin bildiği konulardır. Kerbela Vakası ve Hz. Ali unutulmayacak biçimde grup kimliği çadırına işlenmiştir. Ama Aleviler aynı zamanda Türktür. Yani Alevilerin iki tane farklı büyük grup kimliği (Alevi, Türk) ve bu kimliklere uygun liderleri, seçilmiş zaferleri ve yenilgileri vardır.
Kısacası insan kat kat birçok kimlikten oluşur. Bunlardan en temelde yatanı bireysel kimliktir diğerleri ise sosyal kimlikler ya da büyük grup kimliklerinden oluşur. İnsan birden fazla büyük gruba dahil olabilir. Türk Alevilerin hem Türk hem de Alevi büyük gruplarına ait olması gibi. Burada da bitmez. AKP'li, CHP'li, Galatasaray'lı, Fenerbahçe'li, vs Türk Aleviler de vardır. Spor taraftarlığı da bir nevi büyük grup kimliğidir. Onların da seçilmiş zaferler ve travmaları vardır.
Laik-Seküler kesim için Atatürk seçilmiş liderken muhafazakarlar için Recep Tayyip Erdoğan seçilmiş lider olmuştur. Tabii her iki kesim de Türk büyük grup kimliği çadırının altında toplanmıştır ve her ikisinin Atatürk her ikisinin de seçilmiş lideridir.Bu iki kesim için de ulus büyük grup kimliğinde olduğu kadar belirgin ve keskin hatlarla biçimlenmiş olmasa da seçilmiş zaferler ve yenilgiler bulunabilir. Yani muhafazakarlar ve laik seküler kesimler de Türk büyük grup kimliğine ek grup kimliklerine sahiptir.
Vamık Volkan’ın kuramlarının özlü bir özeti Abdülkadir Çevik’in Politik Psikoloji kitabında bulunmaktadır. Ayrıntılar için de Vamık Volkan’ın epey kitabı Türkçe’ye çevrilmiştir.Sanırım Körü Körüne İnanç isimli kitabı bu konularda teorik bilgiler içermektedir. https://www.kitapyurdu.com/kitap/politik-psikoloji/131253.html https://www.kitapyurdu.com/kitap/koru-korune-inanc/429380.html
0 notes
benimpencerelerim · 29 days ago
Text
TURKIYE VESAYET YOLCULUGU
BİTMEYEN VESAYET
Türkler yüzyıllardır, en azından Osmanlı döneminden beri, büyük ihtimalle de daha öncesinde yaşamış olan Türk devletlerinde de hep vesayet altında yaşamıştır. Osmanlı’yı başlangıç noktası alırsak, 1) Osmanlı Enderun Vesayeti, 2) İttihat Terakki Vesayeti, 3) Demokrasiye geçilene kadarki dönemi içeren Cumhuriyet Dönemi Vesayeti (en hayırlısı bu olmuştur bence), 4) demokrasiye geçildikten sonra Erdoğan iktidarının ilk yıllarına kadar süren Askeri Vesayet, 5) Erdoğan’ın ipleri eline geçirdiği dönemden yakın zamana kadar süren Sivil Vesayet ve 6) bugün ve ne zaman biteceğini bilemediğim Otoriter Vesayet.
Vesayet altında yaşamanın birçok sonucu olmuş ve hayatlarımıza damgalarını vurmuştur. Ama vesayet altında yaşamanın üç ana sonucu olmuştur: 1) Devletten bağımsız ve özerk olamayan, kendi kültürünü ve ahlakını yaygınlaştıramamış bağımlı bir burjuvazi. 2) Bir türlü yetişkin olamamış biat kültürüne sahip, analitik becerileri zayıf, düşük bir ortalama eğitim seviyesine ve kalitesine sahip insanlardan oluşan zayıf bir sivil toplum. 3) Gerçek iktidarı elinde tutan bir kurumsal yapı ve örgütlenmiş derinlerden oluşan iktidar ağları..
Türklerin hayatında hiç eksik olmayan vesayet büyük ve aşırı merkeziyetçi bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı döneminde hep toplumu boyunduruğu altında tutmuştur. Önemli Osmanlı tarihçilerinden Mehmet Genç Osmanlı’da uzun bir süre yönetimlerin temel felsefesini oluşturan Osmanlı iktisadi sisteminin ilkelerini oluşturan 1) İaşecilik (Provizyonizm), 2) Gelenekçilik, 3) Maliyecilik (Fiskalizm) öğeleriyle toplumu nasıl bir cendere içinde tuttuğunu göstermiştir. https://www.kirmizilar.com/osmanli-iktisadi-dunya-gorusunun-ilkeleri/
Osmanlı devletinin yönetim ilkelerinin uygulanmasının sonuçları üç ana başlıkta toplanabilir. 1) Köylülerin çift bozarak toprakları terketmesi ve şehirlere göçü yasaklanmıştır. 2) Lonca üretim düzeni ile zaten sınırlanan piyasaya giriş çıkışların yönetimler tarafından da desteklenmesi, esnaf örgütlerinin, işçi ve dükkan sayısının dondurulması. 3) Toplumu oluşturan sınıflar arasında dengelerin gözetilmesi ve ticaret burjuvazisi ve burjuvazi de dahil hiçbir toplum kesiminin fazla güçlenmesine izin verilmemesi.
Bu uygulamaların oluşturduğu kısıtlamalar sonucunda şehirler ve şehir nüfusu, dolayısıyla zanaatkar tabanı küçük kalmış, zanaat örgütleri zayıf ve güdük kalmış, ticaret burjuvazisi ve burjuvazi dizginlenmiş, kavruk kalmıştır. Oysa Avrupa ülkelerinde olduğu gibi sanayiyi, sanatı, bilimi, üretimi ve ticareti bu sınıflar yaratmış, himaye etmiş ve desteklemiş, kralların gücünü sınırlayarak parlamentoları ortaya çıkarmış ve demokrasinin temellerini atmıştır.
CUMHURİYET VESAYETİ
Kurtuluş savaşını örgütleyen ve yöneten büyük liderimiz Atatürk Osmanlı’nın yönetim sisteminin şeklini (padişahlık) değiştirerek cumhuriyeti kurdu. Ama yönetim zihniyetini yani toplumu vesayet altında tutmayı devam ettirdi. Fakat bu dönemde yürütülen vesayet Türklerin tarihleri boyunca maruz kaldığı vesayetlerin en hayırlısıydı.
Osmanlı döneminde eğitimli nüfus son derece düşüktü. İnsanlar cahildi. Osmanlı yönetiminin ortaklarından din adamlarının kontrolünde geçirdiği uzun süreler sonucunda tabiri caizse kör bir dindarlığa ve kültüre sahipti. Toplumu değiştirmek, dönüştürmek uzun sürelerde gerçekleştiği için aynı toplum tornasının uzun süre çalıştırılması dolayısıyla uzun süreli iktidar gerekiyordu. Osmanlı’dan devralınan toplum zaten “çocuk”tu. O yüzden bu toplumu dönüştürmek batılı toplumlar seviyesinde bir kültüre ve zihniyete ulaştırmak için uzun süreli bir vesayet gerekiyordu.
Atatürk ile başlayan Cumhuriyet dönemi vesayeti onun silah arkadaşı olan İsmet İnönü ile devam etti. Bu dönemde toplumun en aydın ve eğitimli kesimini oluşturan askeri bürokrasi de İnönü ile aynı düşüncelere, kültüre, zihniyete ve amaçlara sahipti, dolayısıyla bir iktidar çatışması yoktu.
Sovyetler Birliğinin Türkiye’yi sıkıştırması sonucunda zor durumda kalan İnönü rotayı dönemin büyük ağabeylerinden olan ABD ve onun kurduğu NATO’ya çevirdi. ABD’nin istekleri doğrultusunda, Cumhuriyet’in toplum tornasını oluşturan okul, parti, devletin kontrolünde olan diyanet gibi devletin ideolojik aygıtları için yeterince zaman tanımadan erkenden demokrasiye geçmek zorunda kaldı. ASKERİ VESAYET
Demokrasiye geçme ve ABD sularına yanaşma aynı zamanda gerçekleşti. Bunun sonucunda ülkenin yönetimi, iktidarı ikiye bölündü ve ikili bir yönetim ortaya çıktı. Bir yanda Cumhuriyet dönemi vesayetinden devralınan ve askerlerin kontrolünde olan iktidar ağı, diğer yanda ise seçimlerle oluşan hükümet ve onun kontrolündeki kurumlardan ve atadığı kadrolardan oluşan iktidar ağı. https://www.tumblr.com/benimpencerelerim/746913606287917056/quo-vadis-turkiye
Günümüzde bir ülkede iktidara sahip olmak için önemli kurumlarda örgütlenmek gerekir. Bu kurumlar arasında en önemlileri 1) Ordu, 2) Emniyet 3) Yargı, 4) Medya, 5) Sermaye, 6) Siyasi Partiler. Bu kurumların hepsinde örgütlenmiş bir iktidar ağının üniversiteler, sendikalar, spor dünyası, sanat camiası, Mafya gibi diğer kurumlarda ve alanlarda da uzantılarının ve/veya işbirlikçilerinin olması sürpriz değildir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ve uzun bir süre boyunca askeri bürokrasi toplumun en eğitimli ve kültürlü kesimini oluşturmuş ve yönetimde başlıca söz sahibi olmuştur. Burjuvazi devletin kontrolü ve desteğiyle onun himayesinde palazlandırıldığı için devlete, devlet iktidarına tabi olmuştur. Aynı şekilde medya, yargı ve emniyetin kadrolarını oluşturan eğitimli kesimler de bu yapının doğal müttefikleri olmuştur.
ABD etkisine girildikten sonra ise ordu ABD istihbarat teşkilatı ve askeri kurumları tarafından eğitilmiş, yönlendirilmiş ve organize edilmiş ve kurumları, kültürü değiştirilmiş, oluşturulmuştur. Bu değişim ve yapılandırma rüzgarları, diğer Nato ülkelerinde olduğu gibi milliyetçi partileri de örgütlemiş, onlara yön vermiş ve MİT etkisi ve denetimi altına almıştır.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Kontrgerilla
Kontrgerilla, kelime anlamıyla gerilla güçlerine karşı kurulmuş güçtür. Bir diğer anlamı ise NATO bünyesindeki ülkelerde sol örgütlenmeye karşı oluşturulan yasa dışı örgütlenmenin Türkiye'deki adı ve ayağıdır.[1] Türkiye'deki yapılanması ise Amerika tarafından Ankara'da bulunan Amerikan Askerî Yardım binasında kurulmuş ve başlarda CIA tarafından fonlanmıştır.[1][2] 1970 ila 1991 yılları arasında etkin olarak faaliyet gösteren yapılanmanın yasal statüsü yoktur, gizli silah depoları ve kayıt dışı mensupları vardır.[1] Ülkü Ocakları tarafından kurulan Ülkücü komando kampları; Kontrgerilla örgütü için paramiliter üyeler yetiştirmiştir.[3][4][5][6] 20. Yüzyılda özellikle de Soğuk Savaş döneminde Türkiye'de ve birçok NATO ülkesinde tartışmalı olaylarda etkisi olduğu düşünülen bu organizasyon; 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte birkaç yıl içinde etkisini kaybetmiştir.
NATO'nun Özel Harp talimnamelerine göre, üye ülkelerde kurulan NATO birimleri Türkiye'de 1952[7] ya da 1953[8]'te önce Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla örgütlenmiş[8] sonra doğrudan Genelkurmay Başkanlığına bağlı Özel Harp Dairesi çatısı altında[9] ve bunun sivil uzantısı olarak faaliyet yürütmüştür.[10] Bülent Ecevit 1974'te dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'dan Özel Harp Dairesi'nin varlığını öğrenmiştir.[11][12] ABD ve Nato’ya yanaşma sonucunda ordu içinde ABD etkisi ve zihniyeti egemen olmuştur. Askerlerin kontrolündeki Natocu Gladyo iktidar ağı genişletilmiş ve diğer kurumlardan devşirilen hakim, savcı, diplomat, polis, siyasetçi gibi kadrolardan oluşturulan kurumlar içindeki daha küçük o kurumlara özgü ağları da kapsar hale gelmiş böylece askeri vesayetin arka planındaki derin devlet örgütlenmesi oluşturulmuştur. SSCB ile ABD’nin başı çektiği iki kutuplu dünyada, stratejik bir bölgede olan ülkemizde her iki devletin de kontrol ve yönlendirme çabaları, faaliyetleri eksik olmamıştır. Bu süreçte, derin devlet içindeki iktidar ağında Rusya yanlısı bir Avrasyacı iktidar ağı oluşmuş ve bu iki blok sürekli olarak birbiri ile mücadele halinde olagelmiştir.
Bu derin iktidar ağının kontrolünün ise Encümen-i Daniş denilen bir merkezin, kurulun ellerinde olduğu söylenmektedir. Encümen-i Daniş kurulunu, üyeleri arasında genel kurmay başkanları, kuvvet komutanları, diplomatlar, meclis üyeleri, bakanlar, öğretim üyeleri gibi mesleklerden oluşan bir grubun oluşturduğu rivayet edilir. https://eksisozluk.com/encumen-i-danis--696809?p=3 günümüz neo-osmanlıcılarının *, derin devletin kökü olarak gördüğü, abdülmecit döneminde kurulan, ancak kök devlet ve/veya ihtiyarlar heyeti olarak bilinen üst akılla alakası olmayan ve alternatifi olarak kurulmuş, özellikle 1980 darbesi sonrası su üstüne çıkıp, bünyesinde bir çok asker ve üst düzey bürokrat ile akademisyeni bulunduran thinktank kuruluşudur. genel özellikleri; amerkiancı kişilerden oluşması ve abd politikalarına hizmet eden danışıklı dövüş planları ile (bkz: 28 şubat) (bkz: pkk) üstün(!) başarılar elde ederek, ülkeyi akp'ye teslim etmiş yapıdır. neo-osmanlıcılar/akp ve muhafazakar atatürkçülük karşıtları, kendilerini günümüz türkiye'sinin iktidarı olmalarına neden olan olayları hazırlayan ve yöneten bu yapı için ''derin devlet/kök devlet/ihtiyarlar heyeti teşkilat-ı mahsusa değil, encümen-i daniş'tir'' der.
SİVİL ve OTORİTER VESAYETİN DOĞUŞU Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi denen Orta Doğu üstündeki planlarını hayata geçirmek için bölgeye yakın ve bölgeyle ilişkileri olan Türkiye’nin de desteği gerekmişti. Ama dönemin başbakanı olan Bülent Ecevit ABD yönetiminin isteklerine boyun eğmemiş ve onlar bizim komşularımız demişti.
Fakat ABD gibi büyük bir gücün böyle engelleri temizlemeyi sağlayan, ülkeler içinde Nato döneminde temelleri atılan uzantıları, işbirlikçileri, iktidar ağları vardır. Türkiye içinde de derin devletin natocu gladyo iktidar ağı/kanadı ve siyasi dünya içindeki uzantısı MHP ve onun o zamanki lideri Devlet Bahçeli vardır.
Devlet Bahçeli, epey acı ilaçlar içeren bir ekonomik program uygulamak zorunda kalan Ecevit hükümetini, bu ilacın tedavi edici sonuçları görülmeden, beklenmeden yıkarak erken seçime zorladı ve ekonomik yıkımın faturasını hükümete kesen burnunun uzağını görmekten aciz seçmen sayesinde siyaset sahnesinden silinmesini ve ABD’nin Orta Doğu’daki planları için partnerliği kabul eden Erdoğan ve partisi AKP’nin ülke sahnesinde başrole yükselmesini sağladı. Demokrasiye geçilmesiyle iktidar olan sağ ve muhafazakar hükümetlerin dini ve dini okulları teşvik etmesi, daha sonra da 12 Eylül döneminden itibaren ABD’nin yeşil kuşak projesi kapsamında bu faaliyetlerin hız kazanması ve yaygınlaşması sonucunda ülke içindeki muhafazakar dindar kültüre sahip kesimlerin niceliği ve niteliği arttı.
Bu mümbit ortamda, SSCB baskısı, tehdidi ve ABD zorlamasıyla demokrasiye erken geçildiği için külleri hiç soğumamış cemaatler tekrar cirit atmaya başladı. Bu cemaatlerden biri olan Gülen Cemaati laik seküler kesimi de ürkütmeyen ve saman altından yürüttüğü faaliyetlerle devlet içindeki anahtar kurumlarda kendi iktidar ağını oluşturmayı başardı. Böylece derin devletin natocu-gladyocu ve Avrasyacı kanatlarına Gülenci kanat da eklenmiş oldu.
Erdoğan değişik dönemlerde sırayla bu kanatlardan biriyle (önce Gülen Cemaati) ittifak kurup diğer kanatlarla mücadele etti ve onları zayıflatırken de aşama aşama kendi iktidar ağını (derin devlet) oluşturdu. Önce Gülen Cemaatinin desteğiyle Avrasyacı kanadı zayıflattı. Gülen Cemaatinin isyanını ise Avrasyacı kanatla işbirliği yaparak bastırdı ve onları derin devlet sahnesinden sildi.
Birbiriyle mücadele halinde olan ve birbirinin zayıf yönlerini yumuşak karınlarını ifşa etmekten çekinmeyen Avrasyacı ve Natocu kanatların verdiği bilgilerle ve kah Rusya, kah ABD desteği ve arada kotarılan 15 Temmuz darbe kumpasından sonra yükselen kitle desteği ve oluşan hukuksuzluk ortamında ve KHK kararnameleriyle derin devlet iktidar ağlarının gövdesini ve kafasını kopardı, kendi derin ağının inşasını hızlandırdı.
Sonuçta Avrasyacı derin ağ büyük ölçüde çökertildi. Bu süreçte Erdoğan iktidarını uzatan desteği veren Bahçeli’nin temsil ettiği Natocu derin ağ, tüyleri yolunmuş da olsa belli kurumlar içinde varlığını sürdürmeye ve gücünü arttırmaya devam ederken Erdoğan da kendi derin ağının inşasını tamamladı ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa derin iktidar ağı ile sivil iktidar aynı potada bir araya geldi.
SÖMÜRÜCÜ KURUMLARDA SÜREKLİLİK
Geçen yıl Nobel Ekonomi ödülünü alan kurumsal iktisatçılardan Türkiye asıllı iktisatçı Daron Acemoğlu ülkelerin ekonomik gelişmesini belirleyen en önemli faktörün kurumsal yapısı ve kurumlarının niteliği olduğunu savunmaktadır. Acemoğlu kurumları sömürücü/kapsayıcı kurumlar olarak ikiye ayırmakta ve kapsayıcı kurumların gelişmeye yol açarken sömürücü kurumların ise geri kalmaya yol açtığını öne sürmektedir.
Daron Acemoğlu, sömürgeci gelişmiş ülkelerin sömürdükleri ülkelerin bazısında sömürücü kurumlar, bazısında ise kapsayıcı kurumlar kurduğunu, kurumların niteliğini ise ülkelerin uzun sürekli yerleşime uygun olup olmamasının belirlediğini öne sürmüştür. Sağlık ve iklim koşulları nedeniyle yaşaması güç olan ve bu nedenle uzun süreli yerleşime uygun olmayan, mesela Afrika ülkeleri gibi ülkelerde en kısa sürede sömürüp gitmek için sömürücü kurumlar kurulmuştur.
Kurulan kurumların niteliği de uzun dönemde gelişme performansını belirlemiştir. Sömürücü kurumların kurulduğu sömürgeler, özgürlüklerine kavuştuktan sonra da sömürücü kurumlarla devam etmiş ve az gelişmişlik kısır döngüsünü kırmayı başaramamışlardır. Çünkü sömürücü kurumlar, Daron Acemoğlu’nun saydığı en az üç nedene bağlı olarak devam etme eğilimindedirler.
https://economics.mit.edu/sites/default/files/publications/colonial-origins-of-comparative-development.pdf
There are a numberof economic mechanisms that will lead to institutional persistence of this type. Here, we discuss three possibilities.
(1) Setting up institutions that place restrictions on government power and enforce property rights is costly (see, e.g., Acemoglu and ThierryVerdier, 1998). If the costs of creating these institutions have been sunk by the colonial powers, then it may not pay the elites at independence to switch to extractive institutions.In contrast,when the new elites inherit extractive institutions, they may not want to incur the costs of introducing better institutions, and may instead prefer to exploit the existing extractive institutions for their own benefits.
(2) The gains to an extractive strategy may depend on the size of the ruling elite. When this elite is small, each member would have a larger share of the revenues, so the elite may have a greater incentive to be extractive. In many cases where European Powers set up authoritarian institutions, they delegated the day-to-day running of the state to a small domestic elite. This narrow group often was the one to control the state after independence and favored extractive institutions.10
(3) If agents make irreversible investments that are complementary to a particular set of institutions, they will be more willing to Support them, making these institutions persist (see, e.g., Acemoglu, 1995). For example, agents who have invested in human and physical capital will be in favor of spending money to enforce property rights, while those who have less to lose may not be.
Bu tür kurumsal devamlılığı sağlayacak bir dizi ekonomik mekanizma bulunmaktadır. Burada üç olasılığı tartışıyoruz.
1) Hükümet gücüne kısıtlamalar getiren ve mülkiyet haklarını uygulayan kurumlar kurmak maliyetlidir (bkz. örneğin Acemoglu ve Thierry Verdier, 1998). Bu kurumları yaratmanın maliyetleri sömürgeci güçler tarafından batırılmışsa, o zaman bağımsızlık dönemindeki seçkinlerin sömürücü kurumlara yönelmesi karlı olmayabilir. Buna karşılık, yeni elitler sömürücü kurumları miras aldıklarında, daha iyi kurumlar getirmenin maliyetine katlanmak istemeyebilir ve bunun yerine mevcut sömürücü kurumları kendi çıkarları için kullanmayı tercih edebilirler.
(2) Sömürücü bir stratejinin kazanımları, yönetici seçkinlerin büyüklüğüne bağlı olabilir. Bu elit küçük olduğunda, her üye gelirlerden daha büyük bir paya sahip olacağından, elitlerin sömürücü olma yönünde daha fazla teşviki olabilir. Avrupalı ​​güçlerin otoriter kurumlar kurduğu pek çok durumda, devletin günlük işleyişini küçük bir yerel elite devrettiler. Bu dar grup, bağımsızlıktan sonra devleti kontrol eden ve sömürücü kurumları destekleyen gruptu.10 (3) Eğer aktörler belirli bir kurum kümesini tamamlayıcı geri döndürülemez yatırımlar yaparlarsa, bu kurumları desteklemeye daha istekli olacaklardır ve bu da bu kurumların kalıcı olmasını sağlayacaktır (bkz. örneğin Acemoglu, 1995). Örneğin, insan ve fiziksel sermayeye yatırım yapan aktörler, mülkiyet haklarının uygulanması için para harcanmasından yana olurken, kaybedecek daha az şeyi olanlar bu fikre katılmayabilir.
Türkiye’de Osmanlı’dan beri oluşturulan ve Osmanlı’dan devralınmış siyasi kurumlar sömürücü tipte kurumlardır. Ülke yönetiminden çoğunluğu dışlar ve yönetimi sadece küçük bir elite açar. Cumhuriyet döneminde de, Askeri Vesayet döneminde de, Sivil Vesayet döneminde de siyasi kurumlar küçük bir elitin elinde toplanmıştır. Siyasi kurumlar hep sömürücü olmuş ve sadece bu kurumlara sahip olan elitler değişmiştir.
Ol hikayet budur.
0 notes
benimpencerelerim · 1 month ago
Text
PARADIGMA HAPISHANESI (ek)
Tumblr media
SOSYAL HAYATTA ELEK ve YATAK https://benimpencerelerim.tumblr.com/post/670837733034541056/muhafazakarligin-arkeolojisi HİPOTEZ: Muhafazakarlar, Cumhuriyette Osmanlı'daki saygın ve etkili (temsilcileri din adamları, kadılar, vs) konumlarını kaybedip değersizleşince TRAVMA yaşadılar (SEÇİLMİŞ TRAVMA), ve bunun müsebbibi Cumhuriyet seçkinleri ve uzak/yakın kitlelerini SEÇİLMİŞ DÜŞMAN olarak içselleştirdiler. Saygın ve önemli tahtlarından aşağıya düşen ve bunun travmasını yaşayan din elitleri, bu travmalarını, öfkelerini, “düşmanlıklarını” İDEOLOJİK AYGITLARDA(aile, cami, cemaatler, kuran kursları, parti, vs) etkileşime girdikleri ve rol modeli, kanaat önderi, otoritesi oldukları, çoğunluğu dindar ve eğitimsiz toplumun mensuplarına aktardılar. HİPOTEZ: Muhafazakarlar nesilden nesile aktardıkları, devraldıkları CUMHURİYET TRAVMASINI İÇSELLEŞTİRDİLER. Bir nevi PARADİGMA haline getirdiler.. Gerçekleri hep bu PARADİGMANIN YATAĞINA YATIRMAYA BAŞLADILAR. Muhafazakar aydınlar da sadece “teorilerine” uyan gözlemleri seçmeye ve batının kavramlarıyla harmanlayarak muhafazakar kitlelere aktarmaya başladılar. Muhafazakarlar cumhuriyet yönetimlerinde hep haklarının yendiğini, dışlandıkları fikrini bir kalıp haline getirdiler. Bu kalıba uyan olguları seçtiler, uymayanları elediler, görmezden geldiler. Bazı olguları da bu kalıba uyacak şekilde eğip büktüler, gerçekten uyan olguları da bu kalıbın merceğinden geçirerek büyüttüler.
28 Şubat dönemi ve öncesinde muhafazakarların zaman zaman hakkının yendiği doğrudur. Üniversite sınavında katsayı uygulaması, başörtülü kadınların başörtü ile üniversitelere alınmaması ilk akla gelen örnekler. Muhafazakarlar da buna benzer olguları seçip büyüterek haklarının yendiği savının içini tıka basa doldurdular.
Ama buna karşılık Turgut Özal döneminde liberallerin Anadolu Kaplanları diye romantik bir dille göklere çıkardıkları muhafazakar sermayenin yükselişi, demokrasiye geçildikten sonra bütün hükümetlerin dine yatırım yapması gibi muhafazakarlar lehine yapılan uygulamaları görmezden geldiler. Ayrıca muhafazakarlar kendileri dışında kalan kesimlerin hakkının yenilmesini ve bu kesimlere zulüm yapılmasını da görmezden geldiler. Yahudilerin kendilerini seçilmiş ırk olarak görmesi gibi onlar da kendilerini yegane seçilmiş (dışlanmış) toplum kesimi olarak gördüler. Solcuların ezilmesini, işkencelerden geçirilmesini, Alevilerin dışlanmasını, katledilmesini, Kürtlere yapılan zulümleri, Ermenilerin yok sayılmasını görmediler, görmek istemediler.
Muhafazakarlar laik ve seküler kesimlere ve cumhuriyet elitlerine, onların yaptıklarına eleştirilerinde de nesilden nesile aktarılan cumhuriyet düşmanlığı nedeniyle oluşan önyargılarını yoğun bir şekilde kullandılar. Cumhuriyet’in başarılarını görmezden geldiler, küçümsediler, zayıflıklarını, başarısızlıklarını abarttıkça abarttılar. Mesela tipik bir muhafazakar, abilerinden, kanaat önderlerinden devraldığı “sadece heykel yaptılar” ezberini her fırsatta kullandı. Osmanlı’dan devralınan zayıf ekonomik ve eğitimli nüfus tabanını ve ülke gelirlerinin bir kısmının Osmanlı’dan devralınan borçları ödemek için kullanıldığını, 10 yıl süren ve bütün dünyayı etkileyen büyük buhranı, ikinci dünya savaşının zor koşullarını hiç göz önüne almadan ikinci dünya savaşının yıkımına rağmen eğitimli nüfusunun ve mühendislerinin, bilim insanlarının çoğunu koruyan bir gelişmiş ülke olan Almanya otomobil yaparken bunlar heykel yaptılar dedi. Cumhuriyetin sanayileşme hamlesini görmezden geldi. Ve değerli iktisatçımız Güven Sak'ın vurguladığı gibi orta derecede bir sanayi ülkesi olmamızın Cumhuriyet'in attığı ekonomik ve eğitim temelleri sayesinde gerçekleştiğini görmesi ise önyargıları olmasa bile imkansızdı. Sanayileşmek için ülkede tarımın büyük ağırlığı ve neredeyse tek gelir kaynağı olması nedeniyle mecburiyetten köyün ve köylünün sömürülmesini hep istismar etti. İdeolojik aygıtlarda gerçekleşen bu olağanüstü şartlanmanın sonucunda oluşan önyargıları nedeniyle muhafazakarlar, KAAN’ı yapan TUSAŞ’ın AKP öncesinde kurulduğunu ve yüzümüzü ağartan birçok kurum gibi onun ve çalıştırdığı mühendislerin ve Türkiye’nin orta derecede bir sanayi ülkesi haline gelmesinin ve bu seviyeyi sürdürmesini sağlayan mühendis, doktor, avukat gibi meslek sahiplerinin de cumhuriyetin eğitim ve sanayileşme hamlelerinin sonucu olduğunu anlayamazlar, göremezler. 
Kısacası, sonra gelen nesiller bu travmanın ve edinilen (ön)yargıların kökeni ve gerçekliği hakkında hiç bilgi sahibi olmadan bunlardan oluşan bir “paradigmal” çerçeve kurdular. Sonraki nesillerin aydınları da entelektüel birikimleriyle tarihsel olguları bu paradigmanın yatağına yatırarak aktarmaya başladılar.
Toplumun daha sonra ele geçirdikleri devletin ideolojik aygıtlarında (aile, dini kurumlar, cami, cemaatler, kuran kursları, parti, imam hatip liseleri, devlet okulları vs) erken dönemlerde bu fikirlerle karşılaşan muhafazakar gençler bu fikirleri sünger gibi çekerek içselleştirdiler ve temel doğruları haline getirdiler.
Doğruları erken dönemlerde tek taraflı propaganda ile oluşan muhafazakarlar daha sonra bu doğrularla çelişen farklı olgularla karşılaşmalarına rağmen doğrulama önyargısı, geri tepme etkisi gibi bilişsel zaaflar ve mekanizmaların da etkisiyle fikirlerini değiştirmediler hatta bu fikirlere ve doğrulara daha sıkı sıkıya sarıldılar.
FUTBOLUN ELEK ve YATAĞI
Kutlu Emre Gozcu  21 May
TESADÜF DEĞİL “Fikstür şikesi” lafını öylesine söylemiyoruz. -Yeni çıkan takımlarla her sezonun başında Fenerbahçe'yi eşleştiriyorsun. -Milli aralardan sonra Fenerbahçe’yi hep deplasmana, Galatasaray’ı hep evine yazıyorsun. -Fenerbahçe’ye derbileri hep sezonun final aylarına, Galatasaray’a sezon başına yerleştiriyorsun. -Fenerbahçe’ye sezon başında üst üste deplasmanlar koyuyor, Galatasaray’ı Eylül-Ekim’de İstanbul dışına bile çıkarmıyorsun. Ve sonra utanmadan çıkıp “fikstür kura ile belirlendi” diyorsun. Hayır arkadaş, bu kura değil; bu kurgudur. Üstelik tek sezonluk değil, 3 sezondur planlı yapılan bir mühendislik operasyonudur. Bu tabloya bir de Galatasaray’ın; 3 sezondur 30 maçtan fazlasını Fenerbahçe’den önce oynamasını, Hakemler eliyle alınan kritik puanlar, İç saha konforu ve medya eliyle kurulan psikolojik üstünlük… Sonuç: Fenerbahçe lige her sezon en az -15 puanla başlatılıyor. Bu şartlara rağmen hâlâ yarışın içindeysen, bu sadece bir spor başarısı değil; bir direniştir. Fenerbahçe Camiasına Çağrıdır: Artık birbirinizi yemeyi bırakın. Yapıyla kavga edin. Analiz üretin, yaygınlaştırın, anlatın. Çünkü bu, teknik direktör meselesi, başkan meselesi, transfer meselesi değil. Bu, Fenerbahçe’nin varoluş mücadelesidir.
MÜESSES NİZAM NEDEN FENERBAHÇE'Yİ İSTİYOR? Yaşananlar bir futbol savaşı değil; bağımsız kalabilme mücadelesidir. Fenerbahçe, Türkiye’de; -İktidarın medya aparatlarına teslim olmayan, -Bahis baronlarının yatırımcı gibi sızamadığı, -Kamu ihaleleriyle beslenmeyen, -Taraftar gücünü seçim aracı olarak değil, hak mücadelesi aracı olarak kullanan tek büyük spor kurumudur. NEDEN BU KADAR KÖŞEYE SIKIŞTI? Çünkü; -14 yıllık sportif başarısızlık üzerinden örgütlü bir “yönetim krizi” algısı üretildi. -Camiada yapay ayrışmalar oluşturularak bölünme sağlandı. -Ana akımda ekran aparatlarıyla, sosyal medyada ise anonim hesaplarla algı operasyonları yürütüldü. -Havuz medyası ve dijital platformlar üzerinden sistematik bir medya bombardımanı yapıldı. -Fenerbahçe’nin haklı davasını tanıyan yargı kararları itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Bu noktada amaç şampiyonluk değil; teslim alma, diz çöktürme, boyun eğdirme. Seçilmiş yönetimler seçimle değil, organizasyonlarla tasfiye edilmek isteniyor. Mücadele, sahada değil; ekran arkasında, sosyal medya kumpaslarında yürütülüyor.
FenerSol  GALATASARAY: TÜRK FUTBOLUNUN STEAUA MODELİ Mİ? Türkiye’de futbol, sadece sahada 90 dakika oynanmaz. Kulüplerin kaderi, çoğu zaman yeşil sahalardan çok önce; masa başında, ekran arkasında ve kulis odalarında çizilir. Bu, uzun süredirkonuşulan ama yüksek sesle dile getirilmeyen bir gerçekliktir. Bugün bu sessizlik bozuluyor. Çünkü kamuoyunda giderek daha sık dillendirilen bir benzetme var: Galatasaray, Türkiye futbolunun Steaua Bükreş’i mi? Nasıl ki Çavuşesku Romanyası’nda Steaua, devletin gölgesinde büyüyen bir “rejim takımı” olarak görülüyorsa; bugün de Galatasaray’a benzer bir rol biçildiği yönünde güçlü bir toplumsal algı var. 1. Spor Değil, Sistem Projesi Çavuşesku’nun oğlu Valentin’in yönettiği Steaua, sadece futbol takımı değil; iktidarın gücünü sergilediği bir vitrindi. Bugün Türkiye'de Galatasaray’ın da benzer biçimde desteklendiği, şampiyonlukların yalnızca sportif başarı değil; sistemsel bir tercihin sonucu olduğu düşüncesi yaygınlık kazanıyor. Bu süreç, Galatasaray’ın başarısından çok, başarısının neyin parçası olduğuna dair soruları beraberinde getiriyor. Steaua nasıl ki yalnızca bir kulüp değil, askeri ve istihbari sistemin bir parçasıydı; bugün Galatasaray da spor dışı bazı güç odaklarının himayesinde ilerlediği yönünde yorumlara maruz kalıyor. 2. Federasyonun Eli, Medyanın Kalemi 1980’lerde Steaua’nın rakipleri, siyasi kliklerin müdahalesiyle geri itilirdi. Türkiye’de ise; federasyon yapısından disiplin kurullarına, MHK’dan tahkime kadar pek çok kurumun kararlarında “çifte standart uygulandığı” algısı kamuoyunda sıkça tartışılıyor. Galatasaray için hoşgörü, Fenerbahçe için cezalandırma, diğer kulüpler için sessizlik... Bu tabloyu tamamlayan bir diğer unsur ise medya. Ana akım ve dijital platformlarda yer alan içeriklerin büyük çoğunluğu, tarafsız habercilikten çok belirli çıkarlarla örtüşen bir editoryal çizgi taşıyor. Bu nedenle, bazı medya çevrelerinin Galatasaray’ı parlatan, rakiplerini ise itibarsızlaştıran içerikler üretmesi; artık sıradan bir değerlendirme değil, “merkezi yönlendirme” izlenimi yaratıyor. 3. Toplumsal Mühendislik Boyutu Çavuşesku döneminde futbol, halkı yönlendirme aracına dönüşmüştü. Bugün Türkiye’de futbolun ve bazı kulüplerin devlet nezdinde özel bir yer edindiği, kamu kaynaklı etkinliklerde sıkça ön plana çıkarıldığı görülüyor. Bazı kamu kurumlarında ve yayınlarda belirli kulüplerin öne çıkarıldığına dair kamuoyunda tartışmalar yaşanıyor. Özellikle çocuk içerikleri ve gençlik etkinliklerinde ‘tek renk’ imajına dair eleştiriler dikkat çekiyor. Bu duruma en çarpıcı örneklerden biri, geçtiğimiz aylarda Galatasaray Lisesi’nde yaşanan olayda görüldü: Ziyaret için okula gelen bir ortaokul öğrencisinin, Fenerbahçe logolu mont giydiği gerekçesiyle içeri alınmadığı iddia edildi. Sosyal medyada geniş yankı uyandıran olayda, çocuğun montunu çıkarmaya zorlandığı, öğrencilerin topluca dışarı çıkarıldığı ve okul müdürünün "Eğitimci değilim, Galatasaraylıyım" dediği öne sürüldü. Okul yönetimi olayın iddia edildiği gibi gerçekleşmediğini savunsa da, İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından inceleme başlatıldığı kamuoyuna yansıdı. Bu tür tartışmalar, spora duyulan sevgiden çok, bir kulübün temsil biçiminin ideolojik bir alana dönüşmesi konusundaki toplumsal endişeleri derinleştiriyor. 4. Algının Gücü, Adaletin Sessizliği Galatasaray lehine hatalı hakem kararlarının sürekliliği, VAR kayıtlarına dair kapanmayan soru işaretleri ve cezaların uygulanış biçimindeki çifte standart; özellikle Fenerbahçeli taraftarlar ve geniş bir futbol kamuoyu tarafından “adalet eşitsizliği” olarak tanımlanıyor. Bu süreçte, saha içindeki rekabetin yerini; kulis dengeleri, ekran kurguları ve federasyon içi karar ağları almış durumda. Kritik haftalarda eksilmeyen rakipler, gerektiği kadar çıkmayan kartlar, VAR’ın“duymadığı” penaltı çığlıkları... Ve bunların üzerine, her hafta milimetrik çizgilerle sabitlenen “ofsaytımsı”lar... Taraftarların dilinde artık yeni kavramlar var: “Garson hakemler”, “tetikçi VAR odaları”, “fikstür mühendisliği”, “ikram penaltılar”…
5. Bu Bir Spor Meselesi Değildir Burada söz konusu olan yalnızca bir kulübün sportif başarısı değildir. Bu; siyaset, medya ve futbolun iç içe geçtiği çok katmanlı bir yapı olarak yorumlanıyor. Galatasaray, bu yapının merkezi olmasa da kamuoyunda “vitrini” olarak görülüyor. Şampiyonluklar, sahadaki performanstan çok sistemin tercihlerine bağlanıyor. Hakem hataları değil, kurumsal tutumlar; rekabet değil, yönlendirme; başarı değil, güven kaybı konuşuluyor. 6. Algıları Çürütme Zamanı Steaua'nın Avrupa şampiyonluğu nasıl sistemin yurt dışına vitrin sunumuysa, Galatasaray’ın UEFA başarısı da kamuoyunda uzun yıllar ‘dokunulmazlık zırhı’ işlevi gördü. Bugün Galatasaray’ın büyümesinde yalnızca sportif değil, yapısal bir destek mekanizması olduğu yönündeki iddialar giderek daha fazla insanın dikkatini çekiyor. Ancak artık yalnızca izleyen değil; sorgulayan, belgeleyen, anlatan bir kamuoyu da var. Türkiye futbolunun geleceği için bu yapıların şeffaflaşması, adalet duygusunun yeniden tesisi ve eşitliğin sağlanması hayati bir zorunluluk haline gelmiştir. Kutlu Emre GÖZCÜ
0 notes
benimpencerelerim · 1 month ago
Text
PARADIGMA HAPISHANESI
Tumblr media
PROKRUSTES’İN YATAĞI
Bireylerin, küçük ve büyük grupların ortak olarak sahip olduğu zihinsel, duygusal kalıplar, zaaflar bu aktörlerin gerçeği algılamasında çarpıklıklara yol açar. Zihinsel kalıplar yaygın kavramlardan oluşabileceği gibi küçük veya büyük kuramlardan, paradigmalardan oluşur.
https://ahmetustanindefteri.blogspot.com/2015/10/kant-anlama-yetisi-analitik-sentetik-yargi.html
Kant’a göre anlama yetisi (verstand) birbirinden ayrı on iki salt formdan, kategoriden oluşur. Duyum ve sezgi içinde ortaya çıkan veriler; içi boş şema olan kavram kategorileri ile dolarak yargıya, bilgiye dönüşür. Dış duyumlara ve iç sezgilere anlam yüklemek için bekleyen boş kalıplardır kategoriler.
Dört temel kategori vardır: Nicelik, Bağlantı, Nitelik, Kiplik. Her kategori, anlama yetisini de belirleyen a priori koşullar içinde üç alt kategoriyi ortaya çıkarır. Nicelik: birlik, bütünlük, çokluk üretir. Bağlantı: öz, nedensellik, karşılıklı olma üretir. Kiplik: olanak, varlık, zorunluluk üretir. Nitelik: gerçeklik, olumsuzlama, sınırlama üretir. Kant, bilgi felsefesinin iki ana akımının, tez ve anti tezinin yani deneycilik ve akılcılığın kavşak noktasıdır. Deneyciliğe göre zihin bir boş levhadır (tabula rasa) ve tüm bilgiler deneyden (gözlem) gelir. Akılcılığa göre ise tüm bilgiler doğuştan gelir. Kant ise deneyden gelen verilerin (duyumlar, duyu verileri) doğuştan gelen zihinsel öğeleri (kategoriler) doldurması sonucunda bilginin oluştuğunu söyleyerek bir sentez oluşturmuştur.
İster doğuştan olsun, ister sonradan öğrenilmiş, oluşmuş olsun insan zihni kavramları kullanır. Dış dünyadan gelen veriler bu kavramlar altında toplanır ve adlandırılır. Mesela kırmızı kavramı dış dünyadaki çok sayıda farklı kırmızının (başka bir kırmızı tonuyla adlandırılmayacak kadar kırmızıya yakın tonlarının) bir arada toplandığı bir kaptır, kalıptır.
Kırmızının, kırmızı diyemeyeceğimiz kadar belirgin farklara sahip olan tonları da vardır. Mesela pembe bunlardan biridir. Web tasarım araçlarında pembe için bile birden fazla farklı renk ismi vardır. Ama sonuçta belli bir konudaki dış dünya verilerindeki (algı) süreklilik az sayıda ayrık(discrete) kap, kalıp, kavram altında toplanır.
Dış dünyadaki verilerin (duyumlar) belli kalıplar içinde toplanması son derece doğal ve yaygın bir süreçtir. Gerçekliği böyle algılarız. Burada söz konusu iki farklı olgu vardır. Kalıp ve dış dünyadan elde edilen dolgu malzemesi. Algımızın doğru (gerçekliğe uygun) olması için dolgu malzemesinin ona ait kalıba mümkün olduğunca çok uygun olması ve tabiri caizse cuk oturması gerekir.
Bazen çarpık, gerçeklikle tam uyuşmayan algılarımız vardır. Bazen duyu verilerini, dış dünyadan elde ettiğimiz dolgu malzemesini, ona ait kalıp yerine başka bir kalıbı doldurmak için kullanırız. Mesela dolgu malzememiz koyu pembe iken bunu kırmızı kavramı kapsamına sokarak kırmızı diye dillendirebiliriz.
https://seyler.eksisozluk.com/yunan-mitolojisinin-haydutu-prokrustesin-tarihe-adini-yazdiran-meshur-yatagi prokrustes bir haydut. ya da yunan mitolojisinde adı geçen bir kahraman diyelim. prokrustes rivayete göre, atina ile megara yolu arasında yaşamış. onu bahsimize konu eden şey çok önem verdiği, boyu boyuna uygun olan demirden yatağı. prokrustes'in kendi boyuna göre olan yatağının ebatları, ona göre ideal ve mutlak olan formmuş. öyle ki prokrustes kendisi için uygun olan ebatları herkes için de ideal ve değişmez kabul ediyormuş. yoldan geçen yolcuları evinde ağırlar, yatağında yatırırmış. boyu yatağa göre kısa gelenin boyunu gererek uzatır; uzun olanın boyunu ise bacaklarını keserek kısaltırmış. böylece herkesin boyunu yatağa eşitlermiş. efsaneye göre atina kralı theseus sonunda aynı yöntemleri kullanarak prokrustes'i öldürmüş. prokrustes öldürülmüş öldürülmesine ama tek biçimciliğin, mutlakçı anlayışın, dogmatizmin sembolü olarak tarihe adını yazdırmış.
Burada kullanılan yatak nesnesini kavram ya da kalıp, yoldan geçen yolcuları da duyu organlarımıza gelen duyu verileri olarak kabul edebiliriz. Duyu verilerini az ya da çok olduğundan farklı olarak göstererek yatağa (kavrama) tam uymayan verileri uyar hale getirebiliriz.
Bu çarpıtmanın bu örnekte olmayan bir sürümü de bu yatağa uygun hale getirmenin tersidir. Yani yatağa tam uyan bir yolcunun yine ayaklarını, ellerini uzatarak, kesip biçerek yatağa uymaz hale getirmek. Böylece bir kavrama ait duyu verilerinin o kavrama ait olmadığını söyleriz.
Örnekleri hemen herkesin bildiği, sevdiği, ilgilendiği futboldan seçeceğim. Birinci tip çarpıtmaya örnek olarak penaltı olmayan bir pozisyonu, allem edip kallem edip penaltı olarak yaftalamayı verebiliriz. İkinci tip çarpıtma ise bunun tersi, yani penaltı olan bir pozisyonu yine çarpıtarak penaltı olmayan hale sokmaktır. Tabii aynı işlemler taç, avut, köşe atışı, faul gibi diğer pozisyonlara da uygulanabilir. Mesela top taca çıkmışken çıkmamış, çıkmamışken çıkmış hale getirilebilir, öyle olduğu savunulabilir.
PARADİGMANIN ELEĞİ
Daha küçük boyutlu kalıplar olan kavramlardan daha büyük hacimli kalıplara, mesela paradigmalara, kuramlara, büyük anlatılara geçildiğinde ikincibir çarpıtma türü mümkün hale gelir. Eleme ve seçme. Yani kurama uygun olguların seçilmesi ve kurama uymayan olguların elenmesi.
Görüldüğü gibi bu çarpıtma türünün de kavramlarda kullanılanlar gibi iki farklı biçimi var. Kavrama uymayanların eğip bükülerek kavrama uydurulduğu gibi kurama uymayanlar çok daha büyük bir eğip bükmeyle tamamen yok ediliyor, eleniyor, hiç kaale alınmıyor ve böylece kurama uydurulmuş oluyor, daha doğrusu kurama uymama gibi bir sorun kalmıyor.
Kurama uygun olguların seçilmesini, prokrustes örneğine uyarlarsak, hancı, yoldan geçen yolcular içinden sadece yatağına uyan yolcuları hana misafir kabul etmekte ve yatağına yatırmaktadır. Seçtiği yolcular yatağına uyan yolcular olduğu için de uzatmaya, germeye, kesip biçmeye gerek kalmadan yolcular yatağa uymaktadır.
Yine futboldan örnek verirsek, takım taraftarlarının sadece takımları lehine ve rakip takımın aleyhine penaltı pozisyonlarını göz önüne alması ve takımları aleyhine ve rakip takım lehine penaltı pozisyonlarını göz ardı etmesi kurama (mesela takımımızın hakkı yeniyor, rakip takım haksız kazançlar sağlıyor) uyan olguların seçilmesi, uymayanların elenmesi işlemlerinin örnekleri olarak görülebilir.
Tabii kavramlarda yatağa (kalıba) uydurmak ya da uymaz hale getirmek için yapılan işlemler kuramlarda da olguları kurama uydurmak ya da uymaz hale getirmek için kullanılabilir. Böylece bir kalıpla ilgili dört tane çarpıtma biçimi ortaya çıkar. Olguları eğip bükerek uydurma, uymaz hale getirme; sadece uyan olguları seçerek kurama uygun hale getirme ve uymayan olguları eleyerek (yok ederek) uygun hale getirme yani uymaz durumdan çıkarma.
BİLİŞSEL TUTARLILIK Leo Festinger, insanların bilişsel çelişkilerden kaçındığını ve bilişsel uyum sağlama çabası içinde olduğunu ortaya çıkardı. Bilişsel uyumsuzluklar, yani inançlar ile gerçeklik arasında uyumsuzluklar bir gerilimin oluşmasına neden oluyor ve kişi bu gerilimi çözmek için çaba gösteriyor, arayış içine giriyor.
Gerçeklik ile inançlar arasındaki çelişkileri gidermenin yolları arasında burada bahsettiğim mekanizmalar da yer almaktadır. Kişi inancına uyan gerçekleri seçmekte, uymayanları elemektedir. Ayrıca gerçekleri prokrustes’in yaptığı gibi kesip biçerek yani çarpıtarak inançlarına (yatağa) uygun hale getirmektedir.https://evrimagaci.org/bilissel-uyumsuzluk-insanlar-birbiriyle-celisen-inanclara-inanmaya-nasil-devam-edebiliyorlar-12268
“Bilişsel uyumsuzluk”, “bilişsel kopukluk” veya “bilişsel çelişki” (İng: “cognitive dissonance”), birbiriyle çelişen iki inanç, düşünce veya davranışa sahip olmanın yarattığı zihinsel çatışma ve bu çatışmadan doğan psikolojik stres durumudur.[1] Bilişsel Çelişki Teorisi'ne göre insanlar, çelişkili davranış ve düşünceler arasında bir tutarlılık arama veya tutarlılık yaratma eğilimindedirler.[2] Bu tutarlılık bulunamadığında veya yaratılamadığında psikolojik stres artar ve daha da rahatsız edici boyutlara ulaşır.
Normalde bu tür bir çelişki hâlinde rasyonel olan, söz konusu çelişki ortadan kalkana dek, çelişkili inanç, düşünce ve davranışlardan biri, ikisi veya hepsinden kurtulmaktır. Ancak çoğu durumda insanlar, çelişkili inanç ve davranışlardan vazgeçmek yerine; söz konusu çatışmayı reddetmek, çelişkiye rağmen haklı çıkmak adına yeni (ve çoğu durumda uydurma) açıklamalar getirmek veya halihazırda tutarlı olduğuna inandığı inançlarıyla çelişen yeni bilgilerden kaçınmak gibi irrasyonel davranışlar sergilerler.[3] Doğrulama Önyargısı, Bilişsel Kopukluğu Nasıl Pekiştiriyor? Bilimsel meselelerde karşımıza çıkan bilişsel kopukluğun ana nedeninin “doğrulama önyargısı” olduğunu söylemek mümkündür: İnsanlar, inançlarını ve değerlerini doğrulamak istemektedirler. Bu istek, bizim en büyük bilişsel zaaflarımızdan biridir. Bizi doğrulayacak verileri cımbızlayıp, gerisini görmezden gelmeye meyilliyiz - ki nasıl yaptığımıza bağlı olarak, bu davranışımıza “cımbızlama safsatası” veya “algıda seçicilik” gibi isimler verilmektedir. İnançlarımıza ters düşen veri sayısı arttıkça, o veriler ışığında inançlarımızı gözden geçirmek yerine, onlara daha sıkı sıkıya gömülmeye meyilliyizdir. Buna psikolojide “inanç direnmesi” ve “geri tepme etkisi” gibi isimler verilmektedir.
Seekers Tarikatı: Kültler, Objektif Olarak Hatalı İnançlarını Nasıl Gerekçelendiriliyor? Festinger, dünyanın sonunun yakın olduğuna inanan bir tarikatın (veya kültün) olduğunu öğrendi. Kendilerine “Seekers” adını veren bu UFO tarikatı, dünya dışı varlıkların 21 Aralık 1954 günü büyük bir sel ile dünyanın sonunu getireceğine inanıyordu. Festinger, bu tarikatın gerçekten kararlı inananlarının, kehanet gerçekleşmediğinde nasıl tepki vereceklerini merak ediyordu. Bu nedenle arkadaşlarıyla birlikte, sanki külte inanıyormuş gibi davranarak, tarikatın içine sızdı ve onları direkt olarak gözlemeye başladı.Martin, ilk başta, merhum babasından, iddiasına göre kalemin kağıt üzerine otomatik olarak yazdığı mesajlar almaya başladı. Martin, babasının sayısız ruh ve varlık tarafından doldurulan “astral” boyutta yaşadığına inanıyordu. Daha yüksek bir varoluş düzeyine eşit olan daha az yoğun frekanslarla farklı ruhsal titreşim frekansları olduğuna inanıyordu: daha yüksek seviyeler daha gelişmiş ruhsal varlıklara ev sahipliği yapıyordu. “Elder Brother” (“Yaşlı Birader”) adlı üst düzey bir ruhsal eğitmenden ve Clarion ve Cerus adlı gezegenlerde yaşayan “The Guardians” (“Muhafızlar”) adlı diğer ruhsal varlıklardan mesajlar aldığına inanmaya devam etti. Ana mesaj kaynağı, İsa peygamberin çağdaş tezahürü olarak anladığı “Sananda” oldu. Bu nedenle Hıristiyanlık, Martin'in giderek evrimleşen inanç sisteminin merkezinde yer aldı.·   20 Aralık: Grup, gece yarısı uzaydan bir ziyaretçinin geleceğini ve onlara, onları bekleyen bir uzay aracına kadar eşlik edeceğine inanmıştır. Talimat verildiği gibi, kült üyeleri heyecanla tüm metal eşyalarını çıkardılar. Gece yarısı yaklaşırken fermuarlar, sutyen askıları ve diğer nesneleri çıkardılar.·  21 Aralık, 00:15: Ziyaretçi gelmedi. Gruptan biri, odadaki başka bir saatin 11:55'i gösterdiğini fark etti. Saat objektif olarak 00:15 olmasına rağmen, grup, henüz gece yarısının gelmediği konusunda hemfikir oldular. Yani araştırma ekibi (ve rasyonel herhangi bir birey) tarafından tahmin edildiği gibi, kıyamet kehanetinin işaret ettiği 21 Aralık 1954 günü, kehanetin öngördüğü selden ve kült üyelerini kurtaracak uzaylılardan en ufak bir iz olmadan, sıradan bir gün olarak geçti ve grubun kehanete olan bağlılığı ile ortaya çıkan gerçeklik arasında bilişsel bir uyumsuzluğa neden oldu: İnançları, tartışması olmayan ve tamamen objektif bir şekilde yanlış çıkmıştı. Sonrasında olanlar, insanların bilişsel çelişkileri çözme konusundaki zaaflarını gösteren nitelikteydi. Festinger kült üyelerinin hiçbir şey olmamışçasına inançlarına daha da sıkı sıkıya sarılması ve hatta inançları üzerindeki bahislerini artırması karşısında hiç de şaşırmamıştı; çünkü tarikat üyelerinin inandıkları kehanetin gerçek olmamasının acısını hafifletme eğiliminde olacaklarını tahmin etmişti. Tarikatın kararlı üyelerinin kehanetin tarikat üyelerinin sadakatinden dolayı gerçekleşmediğine inanması zihinsel çatışmayı azaltma eğilimlerinden kaynaklanıyordu. Festinger, bu olayla birlikte bilişsel çelişki bağlamında yaptığı tahminlerinin doğru olduğu sonucuna ulaştı.
https://evrimagaci.org/dogrulama-onyargisi-onaylama-yanliligi-insanlar-neden-gormek-istediklerini-gorurler-11099
Bilgiyi Ararken Önyargı: Doğrulama Önyargısı, insanların mevcut düşüncelerine uyan bilgileri özellikle aramalarına ve düşüncelerini desteklemeyen bilgileri göz ardı etmelerine sebep olur.
Bilgiyi Seçerken Önyargı: Doğrulama Önyargısı insanların eldeki bilgilerden düşüncelerine uyanlara daha çok ağırlık vermesine ve düşüncelerini desteklemeyen bilgilerin daha az dikkat etmesine neden olur.
Bilgiyi Yorumlarken Önyargı: Doğrulama Önyargısı insanların bilgiler düşüncelerinin aksini ima etse bile bu bilgileri düşüncelerine uyacak şekilde yorumlamalarına yol açar.
Bilgiyi Hatırlamada Önyargı: Doğrulama Önyargısı, insanların düşüncelerini destekleyen bilgileri hatırlarken düşünceleriyle çelişen bilgileri unutmalarına, destekleyen bilgileri olduklarından daha destekleyiciymiş veya çelişen bilgileri aslında destekleyiciymiş gibi hatırlamalarına sebep olur.
Not: İlgili bir kavram da algıda seçiciliktir. Kişinin sadece iddiasını destekleyen kanıtlara odaklanmasına, iddiasına zıt kanıtları yok saymasına sebep olur. Birçok insan, Doğrulama Önyargısından ötürü Algıda Seçicilik yapar. Ancak kişinin ne yaptığının farkında olduğu ve önyargıdan etkilenmeden Algıda Seçicilik yaptığı durumlar da mevcuttur. https://evrimagaci.org/geri-tepme-etkisi-insanlar-inanclariyla-celisen-gercekler-karsisinda-gercekleri-kabul-etmek-yerine-neden-inanclarina-daha-siki-sariliyor-10649
Geri tepme etkisi, görüşleriyle uyuşmayan bir kanıt gören insanların o kanıtı reddedip asıl görüşlerine olan desteklerini artırmasına neden olan bilişsel bir önyargıdır.[1] Yani aslında geri tepme etkisi, insanlara yanlış olduklarını gösteren kanıtları sunmanın etkisiz olduğu, ve hatta bunun sonunda asıl fikirlerini daha da fazla desteklemelerine bile yol açarak bir geri tepme oluşturabileceği anlamına gelir.[2], [3], [4]
Yani geri tepme etkisi, onay önyargısının bir alt türüdür.[5] Onay önyargısı, insanların inançlarıyla çelişen bilgileri reddetmesi ya da o bilgiyi bahsi geçen inançları onaylayacak bir biçimde yorumlaması anlamına gelen bilişsel bir önyargıdır.
Esasen, inançlarının herhangi bir biçimde yanlış olduğuna işaret eden bir bilgiyle karşılaşan insanlar, tehdit altında hisseder ve sonuç olarak da kişide çeşitli olumsuz duygular uyanır.[3] Bu, özellikle de inançları benlik algıları için oldukça kritik ise, yani kişinin kimliği ile ideolojisinin çok önemli bir kısmını yansıtıyorsa olasıdır..
BİLİM FELSEFESİNİN MERCEĞİ
According to Kant, the world outside ourselves causes only the matter of our sensation. Our brains order this matter and supply the concepts of which we understand experience”. Systems Thinking, Systems Practice, Peter Checkland, Wiley “Kant'a göre, dışımızdaki dünya yalnızca duyumlarımızın maddesine neden olur. Beyinlerimiz bu maddeyi düzenler ve deneyim olarak anladığımız kavramları sağlar.” Systems Thinking, Systems Practice, Peter Checkland, Wiley https://docplayer.biz.tr/15491705-Kuramdan-bagimsiz-gozlem-ve-deney-dili-olanakli-midir.html https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/803606 “Meyerson’a göre, Duhem kusursuz bir biçimde bir kuram dili olmaksızın fizikte bir deneyi bırakın açıklamayı, yapamayacağımızı göstermiştir.”
Bu düşünürler, bilimsel etkinlik kuramsal bir etkinliktir; kuramsal etkinlik olguları belirler savlarıyla, kuram yüklü gözlem ve deneyi savunurlar ve kuramlara bir sözlük işlevi yüklerler. Hatta kuram sadece önce gelmekle kalmaz, gözlem ve deneyin yapısını da belirler. Şu halde, bilim yapılırken ilkin kendisine dayanılan bir ontoloji ya da evren tasarımı vardır; bundan dolayıdır ki, bilim tarihinde değişik dönemlerde başka başka bilim tasarımları olmuştur.
Aslına bakılırsa, bir araştırmacı ya da bilim adamının araştırmasını yaparken veya soruşturmasını yürütürken her zaman peşin hüküm, kavram ve varsayımlarla yüklü olduğunu hiç aklından çıkarmaması gerekir, çünkü bunlar bilimde kaçınılmaz olarak kılavuzluklarına muhtaç olduğumuz şeylerdir.
Meyerson da, tıpkı Duhem gibi, deneylerin bilimsel kuramlara dayandıklarını, ayrıca deneylere varsayımların kılavuzluk ettiklerini savunur. Bilimsel kuramların yarattığı dil aracılığıyla bilim adamı da bilimsel olguları yaratır.
O halde belli bir döneme bakarken, o dönemin kavram ve kuramlarıyla o dönemi anlamaya çalışmalıyız. Belli bir döneme damgasını vuran, o dönemin kavramsal çerçevesidir.
Özetlersek, Koyré’ye göre, kuramdan önce gelen bir deney söz konusu değildir, yani, bilimde duyu deneyine dayanmak öncelikli değildir; başka deyişle, bilim kuramsal bir iştir, olgu toplama ve deney, kuramdan sonradır. Buna göre, gözlem ve deneyin yapısını kuram belirler. Dolayısıyla kuramdan bağımsız olgu yoktur; olgular hep belli bir kuramın olgularıdır; kuramın dili olgunun anlamlı olmasını sağlar; yani, olgu kendisini belirleyen o kuramda anlamlı olur. Son tahlilde, kurama bir sözlük ya da ansiklopedi gibi cevaplar bulmak için başvurursunuz.
Olağan bilim uygulamasında bilim adamı bir tür temizlik işi yapar; zaten olağan bilimi de bu işlemler oluşturur. İster tarihsel açıdan ister çağdaş laboratuarda olsun yakından incelendiğinde bu çaba, doğayı paradigmanın sağladığı önceden hazırlanmış ve hiç de esnek olmayan bir kutunun içine zorla yerleştirmeye benzer. Kuhn’a göre, olağan bilimin amacının hiçbir parçası yeni türden olgular aramak değildir; tersine söz konusu kutuya uymayanlar genellikle dikkate alınmazlar.
Kuhn, paradigmalar değiştiğinde dünyanın da onlarla birlikte değiştiğini öne sürer. Yeni paradigmanın yönlendirdiği bilim adamları sadece yeni araçlar benimsemekle kalmazlar, yeni ve farklı yerlere de bakmaya başlarlar. Ayrıca devrimler esnasında, bilim adamları bildikleri araçlarla daha önce bakmış oldukları yerlere tekrar baktıklarında, yeni ve farklı şeyler görürler. Bilim adamları sanki başka bir gezegene gitmiştir; bilinen nesneler burada artık farklı bir ışıkta görünürler ve bilinmeyen bazı başka nesnelerle bir arada dururlar. İşte paradigma değişikliği bilim adamlarının araştırmayla bağlanmış olduğu dünyayı farklı şekilde görmelerine neden olur. Devrimden önce bilim adamının dünyasında ördek sayılan nesneler şimdi tavşan olmuşlardır. Bu, görsel bir kalıptan diğerine geçmenin iyi bir örneğidir. İşte bilimde kuramdan bağımsız gözlem olamaz savı bu demeye gelir.27 Dolayısıyla, Kuhn’a göre, duyu deneyimi değişmez ve tarafsız değildir. Sadece gözleme dayalı tarafsız bir bilim dili yaratma çabaları da artık hayaldir.28 Her kuram kendi olgularını belirler ve bilim adamının tabiata sorduğu sorular paradigmaya dayalı sorulardır ve alınacak yanıtlar da paradigmaya bağlıdır. Paradigmaların oluşturucuları olan kuramlar, ilgili gözlemin ne olduğunu belirleyip bilim adamının içinde çalıştığı dünyayı tanımlarlar. Görüldüğü üzere, bilimsel ya da deneysel açıdan tarafsız bir dil ya da kavramlar dizgesi mümkün değildir; bilim adamının ilgilendiği olguların seçimi ve yorumlanmaları, bir bütün olarak kurama veya paradigmaya dayanarak yapılır.
Özetle söylersek, Kuhn’a göre, olgun bir bilimin hep bir paradigması vardır ve bilimsel uslamlama da bu paradigmanın ölçütleriyle işler. Bir paradigma kavramsal çerçeve ve deneysel tekniklerden oluşur. Olgun bir bilim disiplininin üyeleri önemli kavramları, bulmaca çözme tekniklerini vb… öğrenir. Araştırma için paradigma gereklidir, çünkü örneğin, gözlemleri yorumlamak, hangi bulmacaların önemli olduğunu keşfetmek için ona gerek vardır. Yani bilim bir bulmaca çözme etkinliğidir ve bulmacalar bir paradigma dahilinde çözülür. Paradigma, bilim adamına ne türden bulmacalar çözeceğini, hangilerinin çözmeye değer olduğunu ve ne türden yöntemlerin onları çözebileceğini belirler. Buna göre, kuramdan bağımsız veri ya da olgu yoktur; tüm gözlem kuram yüklüdür ve her kuram kendi olgularını ortaya koyar.
Bir paradigma, uygulamaları, yorumlamaları, yasaları ve araç-gereçleri de içerir. İşte bu özelliklerinden dolayı bir paradigma bilim tarihinde belirli bir dönemi biçimlendiren bir dizgedir. Paradigma hükmünü sürerken, örnek çalışmanın temel kabulleri sorgulanmaz. Bu, olağan bilim etkinliğidir ve bu dönemde örnek çalışmaya bakılarak çeşitli bulmacalar çözülür. Başka deyişle, eğer temel bir paradigma ya da bir araştırma geleneği varsa, o zaman olağan bilim stratejisi kullanılır. Kuhn’a göre de gözlem kuram yüklüdür ve paradigmalar kendi kendilerini destekler ve doğrularlar. Her bilimsel kuram kendi kavramsal şemasına, gözlem verilerine ve kuramsal sorunlar içine hapsolmuştur. Her kuram, her paradigma kendi dünyasını, veri ya da olgularını ortaya koyar. Buna göre tarafsız hiçbir gözlem söz konusu değildir ve bilim adamı gerçekliğin yapısını keşfetmez, onu kurar. Son tahlilde, Duhem, Meyerson, Koyré ve Kuhn’un en temeldeki ortak hareket noktaları ve dayanakları, deneyin kuram yüklü olması ve deneysel sınamanın bütüncü karakterde olmasıdır. Bilimsel kuramla ünyaya bakmanın yollarıdır ve kabul görmüş kuramlar kanı ve beklentilerimizi etkiler; dolayısıyla deneyimlerimiz de bundan etkilenir. Bilimsel çalışma için araştırmacıya, hangi verileri toplayacağını ve bunları nasıl yorumlayacağını gösteren kabul edilmiş kuramlar öbeğine ihtiyaç vardır. Böylece bu düşünürler bağımsız bir gözlem dilinin varlığını yadsırlar ve bilimde insanın değer ve ilkelerini de hesaba katarlar. Son tahlilde, kuramdan bağımsız gözlem ve deney dilinin olanaklı olamayacağını savunan Koyré, Meyerson ve Kuhn’un öne sürdüğü fikir ve argümanlar, Duhem’e düşülen bir dipnottan başka bir şey değil gibi görünmektedir
0 notes
benimpencerelerim · 1 month ago
Text
KADERIN BILESENLERI
https://economics.mit.edu/sites/default/files/publications/reversal-of-fortune.pdf
Coğrafya Hipotezi
Coğrafya hipotezi, ekonomik performanslar arasındaki farklılıkların ülkeler arasındaki coğrafya, iklim ve ekolojik farklılıkların bir yansıması olduğunu öne sürüyor. Bu hipotezin birçok farklı sürümü var. Belki de en yaygın olanı, iklimin çalışma miktarı üstündeki etkisi aracılığıyla gelir üstünde doğrudan etkisi olduğuna dair görüş. Öte yandan Sachs, coğrafyanın sağlığa ilişkin çevre koşulları, ulaşım maliyetleri ve teknoloji üstündeki etkisi üstünden oluşan önemini vurguluyor. Şöyle yazıyor, “Dünyanın bazı bölgeleri coğrafi olarak avantajlıdır. Coğrafi avantajlar temel doğal kaynaklara erişimi, kıyı şeridine ve denize erişimi, seyredilebilir nehirleri, ekonomik olarak  başarılı diğer ülkelere yakınlığı, tarım için elverişli koşulları ve insan sağlığı için uygun koşulları içerebilir”.
1500 yıllarında başarılı ekonomik performans için faydalı olmayan hatta zararlı olan belirli coğrafi özellikler daha sonra yararlı olma yönünde değişebilir.Birincisi, "ılıman kayma hipotezi"dir ve şunu vurgular: Ekonomik ağırlık merkezinin zaman içinde ılıman (veya ekvatordan uzaklaşan) yönde kayar. Bu görüşe göre coğrafya, belirli teknolojilerin varlığıyla etkileşime girdiğinde önem kazanır. Ilıman bölgelerde ilerleme için hayati önem taşıyan teknolojiler şunlardır:Ağır pulluk, ürün rotasyonu sistemleri, inek ve koyun gibi evcilleştirilmiş hayvanlar ve buğday ile arpanın da dahil olduğu yüksek verimliliğe sahip Avrupa tahıl ürünleri. Ilıman bölgelerdeki önemli rollerine rağmen bu faktörler tropik bölgelerde çok daha az etkili olabilir. Tarım, sağlık ve ilgili kritik alanlardaki teknolojiler ekolojik bölgeler içinde yayılabilirken ekolojik bölgeler arasında yayılmayabilir. Ekonomik gelişme ılıman bölgelerde yayılabilir ama tropik bölgelerde yayılmaz. Tersine dönüşün sanayileşmeyle ilişkili olduğu sonucuna varıldığında, bir diğer karmaşık coğrafya hipotezi, belirli coğrafi özelliklerin sanayileşmeyi kolaylaştırdığı veya mümkün kıldığı yönünde olacaktır. Öncelikle sanayide uzmanlaşmaya daha fazla yer olduğu düşünülebilir, ancak bu uzmanlaşma da ticareti gerektirir. Ülkeler arasında ulaştırma maliyetleri açısından farklılıklar varsa, sanayi çağında ulaştırma maliyetleri düşük olanların öne çıkması muhtemeldir.
https://en.wikipedia.org/wiki/Guns,_Germs,_and_Steel
Medeniyete doğru atılan ilk adım , göçebe avcı-toplayıcıdan köklü tarım toplumuna geçiştir . Bu geçişin gerçekleşmesi için birkaç koşul gereklidir: depolamaya dayanıklı yüksek karbonhidratlı bitki örtüsüne erişim; depolamaya izin verecek kadar kuru bir iklim ; evcilleştirilebilecek kadar uysal ve esaret altında hayatta kalabilecek kadar çok yönlü hayvanlara erişim . Ekinlerin ve hayvanların kontrolü gıda fazlasına yol açar . Fazlalıklar, insanların geçim kaynağı dışındaki faaliyetlerde uzmanlaşmasını ve nüfus artışını desteklemesini sağlar. Uzmanlaşma ve nüfus artışının birleşimi, birbirini izleyen sosyal ve teknolojik yeniliklerin birikmesine yol açar. Büyük toplumlar yönetici sınıflar ve destekleyici bürokrasiler geliştirir, bu da ulus devletlerin ve imparatorlukların örgütlenmesine yol açar . [ 2 ]
Dünyanın birçok yerinde tarım ortaya çıkmış olsa da, evcilleştirme için uygun bitki ve hayvan türlerinin daha fazla bulunması nedeniyle Avrasya erken bir avantaj elde etti. Özellikle Avrasya'da gıda için arpa , iki çeşit buğday ve üç protein açısından zengin bakliyat ; tekstil için keten ; ve keçi, koyun ve sığır bulunmaktadır. Avrasya tahılları protein açısından daha zengindi, ekimi daha kolaydı ve Amerikan mısırından veya tropikal muzlardan daha kolay saklanıyordu. Tarımın gelişmesi için en önemli tuzak, evcilleştirilmeye uygun yabani yenilebilir bitki türlerinin bulunmasıdır. Tarım, Bereketli Hilal'de erken ortaya çıktı çünkü bölgede besleyici ve evcilleştirilmesi kolay yabani buğday ve baklagil türleri bol miktarda bulunuyordu. Buna karşılık, Amerikalı çiftçiler, muhtemel yabani atası teosinte'den mısırı yararlı bir gıda olarak geliştirmek için mücadele etmek zorundaydı . Avcı-toplayıcıdan kentli tarım toplumlarına geçişte önemli olan bir diğer şey de et, iş ve uzun mesafeli iletişim için yetiştirilen "büyük" evcilleştirilebilir hayvanların varlığıydı. Diamond dünya çapında yalnızca 14 evcilleştirilmiş büyük memeli türü tespit etti. En yararlı beş tür (inek, at, koyun, keçi ve domuz) hepsi Avrasya'ya özgü türlerin torunlarıdır . Geriye kalan dokuz tür arasında yalnızca ikisi ( her ikisi de Güney Amerika'dan olan lama ve alpaka ) Avrasya'nın ılıman bölgesinin dışındaki bir topraklara özgüdür. Avrasyalılar deri, giysi ve peynir için keçi ve koyun; süt için inek; tarlaları sürmek ve ulaşım için öküz ; ve domuz ve tavuk gibi iyi huylu hayvanları evcilleştirdiler. At ve deve gibi büyük evcil hayvanlar, mobil ulaşımın önemli askeri ve ekonomik avantajlarını sundu. Avrasya'nın geniş kara kütlesi ve uzun doğu-batı mesafesi bu avantajları artırdı. Geniş alanı evcilleştirmeye uygun daha fazla bitki ve hayvan türü sağladı. Aynı derecede önemli olan, doğu-batı yönelimi, insan gruplarının dolaşmasına ve imparatorlukların aynı enlemde kalarak kıtanın bir ucundan diğerine fethetmesine olanak tanıdı. Bu önemliydi çünkü benzer iklim ve mevsim döngüsü, aynı "gıda üretim sistemini" korumalarını sağladı - İskoçya'dan Sibirya'ya kadar aynı mahsulleri yetiştirmeye ve aynı hayvanları beslemeye devam edebildiler. Tarih boyunca bunu yaparak, her yere yenilikler, diller ve hastalıklar yaydılar.
Buna karşılık, Amerika ve Afrika'nın kuzey-güney yönelimi, bir enlemde evcilleştirilen mahsullerin diğer enlemlerde kullanılmak üzere uyarlanmasında (ve Kuzey Amerika'da, mahsullerin Rocky Dağları'nın bir tarafından diğerine uyarlanmasında) sayısız zorluk yarattı . Benzer şekilde , Afrika kuzeyden güneye aşırı iklim değişiklikleri nedeniyle parçalanmıştı: bir bölgede gelişen mahsuller ve hayvanlar, aradaki ortamda hayatta kalamayacakları için gelişebilecekleri diğer bölgelere asla ulaşamadılar. Avrupa, Avrasya'nın doğu-batı yöneliminden nihai olarak yararlanan oldu: MÖ birinci bin yılda , Avrupa'nın Akdeniz bölgeleri Güneybatı Asya'nın hayvanlarını, bitkilerini ve tarım tekniklerini benimsedi; MS birinci bin yılda , Avrupa'nın geri kalanı da aynı yolu izledi. [ 2 ] [ 3 ]
Bol miktarda yiyecek arzı ve desteklediği yoğun nüfus, işbölümünü mümkün kıldı. Zanaatkarlar ve yazıcılar gibi tarım dışı uzmanların yükselişi, ekonomik büyümeyi ve teknolojik ilerlemeyi hızlandırdı. Bu ekonomik ve teknolojik avantajlar, Avrupalıların son yüzyıllarda, özellikle mikroplardan kaynaklanan salgın hastalıklarla yerli halkların yok edilmesinden sonra, silah ve çelik kullanarak diğer kıtaların halklarını fethetmelerini sağladı.
Diamond, Çin gibi diğer Avrasya güçleri yerine Batı Avrupa toplumlarının neden baskın sömürgeciler olduğuna dair coğrafi açıklamalar öneriyor. [ 2 ] [ 7 ] Avrupa coğrafyasının, dağlar, nehirler ve kıyı şeridi gibi doğal engellerle sınırlanmış, daha küçük, daha yakın ulus devletlere bölünmeyi desteklediğini söyledi . İleri medeniyetler, coğrafyası bu engellerden yoksun olan Çin, Hindistan ve Mezopotamya gibi bölgelerde ilk olarak gelişti. Orada, fetih kolaylığı, üretim, ticaret ve bilginin binlerce yıl boyunca geliştiği büyük imparatorluklar tarafından yönetildikleri anlamına geliyordu, bölünmüş Avrupa ise daha ilkel kaldı.
Ancak, daha sonraki bir gelişme aşamasında, Batı Avrupa'nın parçalanmış hükümet yapısı aslında bir avantaj haline geldi. Ciddi bir rekabetin olmadığı monolitik, izole imparatorluklar, Çin'in okyanus gemilerinin yapımını yasaklayarak deniz üstünlüğünü boşa harcaması gibi hatalı politikaları uzun süreler boyunca anında sonuç doğurmadan sürdürebilirdi. Batı Avrupa'da ise, bunun aksine, yakın komşulardan gelen rekabet, hükümetlerin ekonomik ve teknolojik ilerlemeyi uzun süre bastırmayı göze alamayacağı anlamına geliyordu; hatalarını düzeltmezlerse, nispeten hızlı bir şekilde rekabette geride kalıyorlardı ve/veya fethediliyorlardı. Önde gelen güçler dönüşümlü olarak yer alırken, bastırılamayan bir süreklilik, bilginin hızlı gelişimiydi. Örneğin, Çin İmparatoru gemi yapımını yasaklayabilir ve itaat edilebilirdi, böylece Çin'in Keşifler Çağı sona ererdi; ancak Papa, Galileo'nun Diyalog'unun Protestan ülkelerde yeniden yayınlanmasını veya Kepler ve Newton'un ilerlemesini sürdürmesini engelleyemedi; bu, nihayetinde Avrupa ticaret gemilerinin ve donanmalarının dünya çapında seyahat etmesini sağladı . Batı Avrupa, yoğun tarımın çevreye zarar verdiği, çölleşmeyi teşvik ettiği ve toprak verimliliğini azalttığı Güneybatı Asya'ya kıyasla daha ılıman bir iklime sahip oldu .
Kurumlar Hipotezi Kurumlar hipotezine göre, yatırımı teşvik eden bir toplumsal örgütlenmeye sahip toplumlar refaha kavuşacaktır, bunun gibi birçok husus, ulusların başarısı için mülkiyet haklarının önemini vurgulamaktadır. Son zamanlarda iktisatçılar ve tarihçiler mülkiyet haklarını garanti altına alan kurumların önemini vurgulamaktadırlar. Bu bağlamda toplumun iyi bir örgütlenmesini, toplumun geniş bir kesiminin etkili mülkiyet haklarına sahip olmasını sağlayan (siyasal, ekonomik ve sosyal) kurumların bir araya gelmesi olarak ele alıyoruz. Biz bu kümeye özel mülkiyet kurumları diyoruz ve bunları, nüfusun çoğunluğunun hükümet, yönetici seçkinler veya diğer aktörler tarafından gasp edilme ve soyulma riskiyle karşı karşıya olduğu sömürücü kurumlarla karşılaştırıyoruz. Özel mülkiyet kurumlarının bu tanımında iki gereklilik örtük olarak yer almaktadır. Öncelikle kurumlar, üretken fırsatlara sahip olanların yatırımlarından getiri elde etmelerini bekleyecek ve bu tür yatırımlara teşvik edecek güvenli mülkiyet hakları sağlamalıdır. İkinci gereklilik ise "toplumun geniş bir kesimine" vurgu yapılmasıdır. Nüfusun çok küçük bir kesiminin, örneğin toprak sahibi bir sınıfın tüm serveti ve siyasi gücü elinde tuttuğu bir toplum, bu seçkinlerin mülkiyet hakları güvence altında olsa bile, yatırım için ideal bir ortam olmayabilir. Böyle bir toplumda girişimci insan sermayesine ve yatırım fırsatlarına sahip olanların birçoğu, mülkiyet hakları konusunda etkin bir korumadan yoksun olabilir. Özellikle siyasal ve toplumsal gücün küçük bir elit kitlenin elinde toplanması, nüfusun çoğunluğunun yatırım yaptıktan sonra güçlü seçkinler tarafından engellenme riskiyle karşı karşıya kalması anlamına geliyor. Siyasi gücün geniş tabanlı mı yoksa küçük bir seçkinler grubunun elinde mi toplandığı, sömürge dönemlerinde Karayipler'de veya Hindistan'da yaşanan deneyimlerde kurumların rolünü değerlendirirken çok önemlidir. Bu deneyimlerde seçkinlerin mülkiyet hakları iyi bir şekilde uygulanıyordu ancak nüfusun çoğunluğunun hiçbir medeni hakkı veya mülkiyet hakkı yoktu. Tarihsel kanıtlar, sömürgeleştirmenin daha önce seyrek yerleşimli ve daha az refah içindeki bölgelere nispeten daha iyi kurumlar getirdiği fikrini desteklemektedir: ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Hong Kong ve Singapur gibi bazı kolonilerde Avrupalılar özel mülkiyet kurumları kurarken, diğer pek çoğunda kaynakları doğrudan çıkarmak, plantasyon ve madencilik ağları geliştirmek veya vergi toplamak amacıyla hali hazırda var olan sömürücü kurumları kurdular veya devraldılar.15
Toplumun ve kurumların örgütlenmesi inatçı bir sürekliliğe sahiptir (örneğin, Acemoglu, Johnson ve Robinson [2001al] tarafından sunulan kanıtlara bakınız). Dolayısıyla kurumlar hipotezi, bugün refah içinde olan toplumların gelecekte de refah içinde olma eğiliminde olacağını ileri sürmektedir.
https://economics.mit.edu/sites/default/files/publications/colonial-origins-of-comparative-development.pdf Yerleşimcilerin ölüm oranının yerleşimleri etkilediğini öne sürüyoruz; yerleşimler erken dönemdeki kurumları etkiledi; ve erken dönemde temeli atılan kurumlar varlığını sürdürdü ve günümüz kurumlarının temelini oluşturdu. Bu tür kurumsal devamlılığı sağlayacak bir dizi ekonomik mekanizma bulunmaktadır. Burada üç olasılığı tartışıyoruz.  (1) Hükümet gücüne kısıtlamalar getiren ve mülkiyet haklarını uygulayan kurumlar kurmak maliyetlidir (bkz. örneğin Acemoglu ve Thierry Verdier, 1998). Bu kurumları yaratmanın maliyetleri sömürgeci güçler tarafından batırılmışsa, o zaman bağımsızlık dönemindeki seçkinlerin sömürücü kurumlara yönelmesi karlı olmayabilir. Buna karşılık, yeni elitler sömürücü kurumları miras aldıklarında, daha iyi kurumlar getirmenin maliyetine katlanmak istemeyebilir ve bunun yerine mevcut sömürücü kurumları kendi çıkarları için kullanmayı tercih edebilirler. (2) Sömürücü bir stratejinin kazanımları, yönetici seçkinlerin büyüklüğüne bağlı olabilir. Bu elit küçük olduğunda, her üye gelirlerden daha büyük bir paya sahip olacağından, elitlerin sömürücü olma yönünde daha fazla teşviki olabilir. Avrupa güçlerinin otoriter kurumlar kurduğu birçok durumda, devletin günlük işleyişini küçük bir yerel elite devrettiler. Bu dar grup, bağımsızlıktan sonra devleti kontrol eden ve sömürücü kurumları destekleyen gruptu.10 (3) Eğer aktörler belirli bir kurum kümesini tamamlayıcı geri döndürülemez yatırımlar yaparlarsa, bu kurumları desteklemeye daha istekli olacaklardır ve bu da bu kurumların kalıcı olmasını sağlayacaktır (bkz. örneğin Acemoglu, 1995). Örneğin, beşeri ve fiziksel sermayeye yatırım yapan aktörler, mülkiyet haklarının uygulanması için para harcanmasından yana olurken, kaybedecek daha az şeyi olanlar bu fikre katılmayabilir. Sömürgecilik ve Kurumlar https://economics.mit.edu/sites/default/files/publications/rise-of-europe.pdf Şu ana kadar sunulan kanıtlar, Atlantik ticareti potansiyeli ile 1500 sonrası ekonomik kalkınma arasında önemli bir ilişki olduğunu ortaya koymuş ve Atlantik üzerinden ticaret yapma fırsatlarının ve sömürgecilik ile kölelikten elde edilen kârların Avrupa'nın yükselişinde önemli bir rol oynadığını ileri sürmüştür. Hipotezimiz, Atlantik ticaretinin (Yeni Dünya, Afrika ve Asya'ya deniz yollarının açılması ve sömürge imparatorluklarının kurulması) 1500-1850 yılları arasında Batı Avrupa'nın büyüme sürecine yalnızca doğrudan ekonomik etkiler yoluyla değil, aynı zamanda temel kurumsal değişimleri teşvik ederek dolaylı olarak da katkıda bulunduğudur. Britanya ve Hollanda'daki (ya da daha uygun bir ifadeyle İngiltere ve Burgonya Dükalığı'ndaki) Atlantik ticareti, kraliyet çevresi dışındaki çeşitli denizaşırı tüccarlar, köle tacirleri ve çeşitli sömürge çiftçileri de dahil olmak üzere ticari çıkarları zenginleştirerek ve güçlendirerek siyasi güç dengesini değiştirdi. Bu kanal aracılığıyla tüccarları kraliyet gücüne karşı koruyan siyasal kurumların ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur.2 Atlantik'e kolay ulaşımı olan ve güçlü bir mutlak monarşiye sahip olmayan ülkelerde, Atlantik ticareti kraliyet çevresi dışındaki ticari çıkarlara önemli kazançlar ve siyasi güç sağladı. Bu grup daha sonra mülkiyet haklarını koruyan önemli kurumsal reformlar talep edebilir ve bunları elde edebilir hale geldi. Yeni kazandıkları güç ve mülkiyet haklarıyla Atlantik ticaretinin sunduğu büyüme fırsatlarından yararlandılar, daha fazla yatırım yaptılar, daha fazla ticaret yaptılar ve İlk Büyük Ayrışmanın fitilini ateşlediler. 2 Kültür Hipotezi https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/527026 Bu hipotezin versiyonun kökenleri Max Weber’e dayanmakta6 ve ilk olarak 1905 yılında yayınlanan The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism çalışmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bu iki çalışma (weber, Tawney, 1926 Religion and the Rise of Capitalism) devletlerin zenginliklerini genel anlamıyla ülkede hakim bulunan dine7 ve dolayısıyla dinin etkilemiş olduğu kültüre dayandırmışlardır (Fase, 2005:87)
https://benimpencerelerim.tumblr.com/post/670845681049681920/sistem-ve-kultur “Mülkiyetin bireysel sahipler ve sahip oldukları şeyler arasında aracısız bir ilişki olarak görünümü, mülkiyetin özgül olarak kapitalist ilişkiler içinde aldığı görüngüsel biçimden doğan bir yanılsamadır. Mülkiyet tarihsel bir üründür.
Toplumun önceki biçimlerinde, ne sahipler olarak bireylerin ne de mülkiyetin günümüzdeki münhasırlığı veya basitliği vardı. Mülkiyet bir kişi ve şey arasındaki basit bir ilişki olarak bile görünmüyordu. Kimin neye sahip olduğu, kesinlikle sarih değildi; buradaki terimler bile anakroniktir. Bu tarihçi Marc Bloch'un modern mülkiyet kavramlarının ortaçağ Avrupasına uygulanamazlığı tartışmasında çok açık dile getirilir. Orada şuna işaret eder :
‘toprak mülkiyetine uygulandığı şekilde iyelik sözcüğü, neredeyse anlamsızdır. Kural olarak, babadan oğula geçecek şekilde, toprağı süren ve ürünü toplayan kiracı; kirasını ödediği ve belirli koşullarda toprağın tasarruf hakkını kendisinden geri alabilecek doğrudan bağlı olduğu derebeyi; derebeyinin derebeyi ve feodal yelpazede tırmanacak şekilde efendinin efendisi - her biri diğeri kadar -Burası benim tarlam- deme hakkına sahip kaç kişi olduğunu kim söyleyebilir? Bu bile hafifletici ifade olur. Zira bu dallanıp budaklanma dikey olduğu kadar yatay da uzanıyordu ve genelde mahsul toplanır toplanmaz tarımsal arazinin tümünün kullanım hakkını geri alan köy topluluğunun onayı olmaksızın mülkün alınıp satılamayacağı kiracının ailesinin ve derebeyler silsilesinin ailelerinin de hesaba katılması gerekir.’ (1967:115-116) “ Soyutlamanın Şiddeti Tarihsel Materyalizmin Analitik Temelleri, Derek Sayer, Habitus Kitap, Sayfa 89-90
“Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder.
Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur.
Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” Karl Marx
Marx’ın, alıntılanan ünlü pasajında saptadığı gibi insanların bilincini toplumsal varlıkları belirliyorsa, Marc Bloch’un Feodal Toplum adlı eserinde anlatılan feodal dünyadaki toplumsal varlıkta insanlar sürekli olarak ikili bir etkiye maruz kalmış olmalıdırlar :
1. Feodal hiyerarşinin güç sahibi rollerindeki bireylerin her yerde, her an güçlerinin, hiyerarşinin dikey (alttan ve üstten) ve yatay (aynı düzeydeki ve roldeki diğer bireyler) aktörleri tarafından sınırlandığı gerçeğiyle yüz yüze gelmesi.
2. Feodal hiyerarşinin tabi rollerindeki bireylerin ise her yerde ve her an en önemli kararlarda bile küçük de olsa söz sahibi olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelmesi.
Feodal hiyerarşideki her basamak, hiyerarşinin en üst ve en alt basamakları hesaba katılmazsa, hem güç sahibi hem de tabi rollerini aynı anda içerir. Bu rolleri dolduran bireyler de hem güç sahibi olarak hem de tabi olarak bu ikili etkiye sürekli maruz kalmışlardır. Sürekli bu etkilere maruz kalan bireyler uzun dönemde güçlerinin sınırlı olduğu ve tabi konumundayken bile kararlarda söz sahibi oldukları fikrini içselleştirmişlerdir. Bu fikirleri içselleştiren bireyler, toplum içindeki diğer rollerini (anne, baba, öğretmen, rahip) icra ederken de bu içselleştirdikleri zihniyet dünyasını o rolün izleyicisi konumundaki bireylere (çocuk, öğrenci, inanç sahibi) davranışları, kararları,  eylemleri, jest, mimik, ses tonu, yüz ifadesi ve vücut dilleriyle sürekli aktarmışlardır. Böylece feodal toplumlarda daha demokrat ve özgürlükçü bir zihniyet dünyası ortaya çıkmıştır. ATÜT ile yaşayan doğu toplumlarında oluşan zihniyet dünyası ise tam tersine daha otoriter bir  çekirdeğe sahip olmuştur. Uzun dönemde bu iki zihniyet dünyası arasındaki farkın yol açtığı nicel birikimler nitel bir sıçramayla sonuçlanmış ve batı ile doğu arasında bir uçurum oluşmuştur.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/modern-bilimin-dogusu-ve-yukselisi-islam-dunyasi-cin-ve-bati/243982.html “Sosyolojik açıdan kurumların aslında fikirler (zihniyet-KG) olduğu vurgulanmalıdır. Sosyal kurumlar, belli bir toplum ve uygarlıktaki herkes için hazır ve ulaşılabilir paradigmatik açıklama getiren fikirlerdir. Bu tip fikirler, birbiriyle bağlantılı bir dizi rol ve norma dönüştürülmüştür, böylece artık bunlar sosyal eylemi meşrulaştıran ve idare eden direktifler haline gelirler (süreklilik - KG). Bu, bir taraftan sosyal eylemin ahlaki ya da etik alanlarındaki değerleri (ya da değer modellerini) normatifleştirme biçimini alırken, diğer taraftan, ikinci bir aşama olarak, değerlerin yasal tüzükler ve kültürel zorunluluklar haline getirilerek kurumsallaştırılmasını gerektirir. Değerler (zihniyet - KG) bir kere kanunlar olarak kurumlaşınca, kendi başlarına var olmaya devam ederler(süreklilik-KG)”. “Genel anlamıyla, herhangi bir uygarlığın akıl ve rasyonalite kaynaklarının, o uygarlığın din, felsefe ve hukukunda bulunabileceği söylenebilir.” “İslam teologları ve hukukçularının, kendi aralarındaki aykırılıklar nedeniyle farklı bir insan felsefesi geliştirdiklerini gördük.. Bunların görüşleri, insanın ve insan aklının doğuştan gelen sınırlarını vurguluyordu. Dünya böyle ölümlü bir varlığın tam olarak anlayamayacağı kadar karmaşıktı dolayısıyla da aklın nasıl kullanılacağı dikkatle belirlenmeliydi.”
"Benzer şekilde İbni Rüşd’ten önce hukukçu İbn Hazm, "bilgi yayılmalı, fakat yeteneksiz ve beceriksiz insanlar arasında yayılması yalnızca zaman kaybı değil fakat zararlıdır da, çünkü bilginlik taslayan fakat aslında cahil olan bu davetsiz misafirler bilime büyük zarar vermiştir” demiştir.Bu tavır yüzünden , ifadelerin anlamını gizlemek için çeşitli teknikler kullanılmıştı.“
"Kısacası Arap-İslam uygarlığında sıradan kişilere yönelik güçlü bir güvensizlik söz konusuydu ve Altın Çağdan sonra basılı materyalin elde edilmesini önlemek için çok çaba harcandı.”
“Klasik İslam hukuku, hukukun bağımsız bir kaynağı olarak insan aklını sıkı bir şekilde sınırlamak ve bertaraf etmek için çabalarken, Avrupa ve Batı hukuku çoğunlukla tam tersi bir yolda ilerlemiştir.”
“Ortaya çıkan somut bir sonuç, Kahire'deki büyük el-Ezher Üniversitesinde felsefenin müfredattan çıkarılması olmuştu. Yasak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında modernliğin ulaşmasına kadar devam etmişti.”
“Genel bir kural ve hukuki ve dini bir ilke meselesi olarak, doğa bilimleri ya da yabancı bilimler eğitimi İslam üniversitelerinde yer almadı.
Medreseler dini vakıf kanunu altında kurulduğu için, buralarda yer alan tüm çalışmaların İslam hukukuna (fıkıh) ve din bilimlerine odaklanması gerektiği varsayılıyordu.”
"Ancak en önemlisi Avrupalılar, üniversite müfredatının temeli haline getirdikleri bu materyalin incelenmesini kurumsallaştırmışlardır. Yerinde bir sınav sistemiyle ve yeni bir müfredatın ana gövdesini ayrıntılarıyla açıklayan Batı, aklın gücünü yücelten ve evreni -insan, hayvan, cansız- rasyonel biçimde düzenlenmiş bir sistem olarak anlayan bilimsel dünya görüşü öğretimine doğru kararlı (ve belki de geri dönülemez) bir adım attı”. https://serbestiyet.com/yazarlar/osmanli-ne-kadar-moderndi-3-farkli-donemler-cografyalar-ve-ogrenme-surecleri-36241/ Dolayısıyla Bizans, İslâm Halifeliği ve Rum Selçukluları gibi  Osmanlılar da sıfır likidite temelinde çıkmadılar yola. Belki daha da önemlisi, sıfır devlet tecrübesi ve özellikle fiyefe (timara) dayalı devlet tecrübesiyle de yola çıkmadılar. Zira önleri, arkaları, sağları, solları, başka bir yığın fiyef sistemi ve fiyefe dayalı devlet örneğiyle doluydu. İslâm imparatorluğu, daha Dört Halife döneminin ilk fetihlerinden başlayarak ve esas Emevî hanedanıyla birlikte, kat’ia sisteminin gelişmesine tanık olmuştu. Büyük Selçuklularda ve sonra Rum Selçuklularında, zaman içinde evrilen iktâ sistemleri söz konusuydu. Bizans taşra askerini küçük fiyef tevcihleriyle besliyor ve buna pronoia sistemi deniyordu. 1095-96’dan sonra Kutsal Diyarlarda kurulan Haçlı devletlerinin (Avrupa “feodalizmi”nin türevi; bu meseleye döneceğim) kendi fiyef sistemleri vardı. Bizans’ın Mora Despotluğu, Epir Despotluğu ya da Trabzon İmparatorluğu gibi uzantılarında, pronoia usulü ile Haçlı “feodalizmi” nin çeşitli karışımları yaşamaya devam ediyordu.  Erken dönem Osmanlı beyliği işte böyle bir dünyada gözlerini açtı devlet ve siyaset âlemine. Selçuklu-Bizans hudut bölgesinin küçük bir beyliğiydi. Öyle veya böyle; 1300 dolaylarında tarih sahnesinde varlığını hissettirmeye başlayan Osmanlı beyliğinin, bütün bu önceki ve henüz yaşayan tecrübeler uzanıyordu çevresinde. Ama fiiliyatta, Osmanlı timar sistemi, illâ biri veya diğerinden taklit anlamında değil, kendi iç dinamiklerinin yanı sıra o diğer modellerin de mevcut olduğu bir coğrafya ve tarihsel ortamda şekillendi. Bu da daha az “hatâ” yapıp, fiyefe dayalı devletlerin görece “güçlü” bir versiyonunu kurmalarını mümkün kıldı.
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/4288 https://adm.ataaof.edu.tr/pdf.aspx?du=3WBLaVEIkDTV0t0OyN8mIg== Osmanlı Devleti’nin1500 ile 1800 yılları arasında ekonomik hayatla ilgili almış olduğu kararlarda etkili olan ve devletin iktisadî dünya görüşünün dayandığı ilkeler şunlardır;
İaşe (Provizyonizm)
 Gelircilik (Fiskalizm)
Gelenekçilik (Tradisyonalizm)
İaşecilik (Provozyonizm) İlkesi
İaşe (provizyonizm) ilkesi, ekonomik faaliyetlere tüketici açısından bakar. Yani ekonomik faaliyetlerin amacı halkın ihtiyaçlarının en ucuza ve kaliteli biçimde temin edilmesidir. Dolayısıyla mal arzının piyasada mümkün olan en yüksek seviyede tutulması bu ilkenin hedefidir Provizyonizm ilkesinin ekonomik politikalarda etkisini uzun süre devam ettirmesini sağlayan nesnel şartlar şu şekilde sıralanabilir:
Verimlilik oranı düşüktür ve bu oranın arttırılması son derecede zordur.
Mevcut durumu değiştirmeğe yönelik müdahalelerin, verimliliği arttırıcı olmaktan çok, düşürücü etki yapması kuvvetle muhtemeldir.
Ulaştırma imkânları çok zor ve masraflıdır.
Bu şartların geçerli olduğu dönemde Osmanlı Devleti, ekonomide mal arzını artırmak, ürünlerin kalitesini yükseltmek ve fiyatlarını düşük tutmak için üretim ve ticaret üzerinde sıkı bir kontrol mekanizması tesis etmiştir. Devletin buradaki amacı sosyal düzenin korunması ve kamu faaliyetlerinin aksamadan devam etmesinin sağlanmasıdır. Bu nedenle Osmanlı iktisat politikasının en önemli ilkesi “iaşe (provizyonizm)” ilkesidir. Tarımsal üretimle elde edilen gıda maddeleri ve hammaddelerin kazâ merkezinde alımı, satımı ve işlenmesi kasaba esnafının tekelindeydi. Devlet üretimle tüketim arasındaki dengeyi korumak, mal ve hizmet üretimini sağlamak amacıyla esnafları loncalar halinde örgütlemişti. Tarımsal işletmelerde olduğu gibi esnafın ortalama büyüklüğü aşmamasına dikkat edilirdi. Bu nedenle esnaflar arasındaki sermaye birikimi birbirine oldukça yakın olurdu.
Kazâdan elde edilen tarımsal üretimle ilk önce üretimin yapıldığı bölgenin ihtiyacı karşılandıktan sonra elde kalan ürünün bir kısmı ordu ve sarayın ihtiyaçlarını gidermek için kullanılır, diğer kısım ise İstanbul’a nakledilmek üzere tüccara teslim edilirdi. Tarımsal üretimle, öncelikli olarak söz konusu ihtiyaçlar karşılandıktan sonra elde ürün kalmışsa bu artık ürünün tüccarlar tarafından ülkenin başka bölgelerine götürülmesine veya ihracatına izin verilirdi. Ancak devletin ihracata önem vermediğini söyleyebiliriz. Çünkü iaşe ilkesine dayanan ekonomik politikanın asıl hedefi yurt içi ihtiyaçların karşılanmasıydı. Devlet, ihracatı zorlaştırmak için yüksek bir gümrük vergisi alır, hangi ürünün ne kadarının ihraç edilebileceği her defasında özel izinle belirlenirdi. Yani ihracat yapılabilmesi katı kurallara ve sınırlamalara tabiydi. İthalatta ise bunun aksi yönde bir politika izlenmekte ve ithalat devlet tarafından teşvik edilmekteydi. Gelenekçilik (Tradisyonalizm) İlkesi
Gelenekçilik, sosyal ve ekonomik hayattaki düzeni, dengeleri ve eğilimleri korumayı amaçlayan bir ilke olarak karşımıza çıkmaktadır Devlet ekonomik hayatın sağlıklı bir şekilde devamını sağlamak için mevcut üretim ve istihdam yapısının değişmeden devamına özen göstermekteydi. Esnaf örgütlerinin işçi ve dükkân sayısını sabitleştirmesi, tarımsal üretimde aile tipi orta ölçekli işletmelerin tercih edilmesi, köylünün toprağını terk etmesinin veya boş bırakmasının yasaklanması mevcut dengeyi korumak ve sürdürebilmek için uygulamaya konulmuş düzenlemelerdi. Gelenekçilik (tradisyonalizm) ilkesinin en önemli işlevi mevcut durumun değişmeden devam etmesini sağlamaktı. Üretim ve tüketim arasındaki dengenin korunmasında üretimin de denetim altında tutulması gerekmekteydi. Çünkü emek ve sermaye gibi üretim faktörlerinin yetersiz olduğu ve miktarlarının kolayca artırılmadığı bir ekonomide, belirli bir mal veya hizmetin üretimini artırmak için ihtiyaç duyulan emek ve sermayeyi, diğer alanlara çekmek mümkündü. Bu durum emek ve sermayenin çekildiği alanlarda üretimin azalmasına ve böylece bu alanlardaki mal ve hizmetlerin yetersiz kalmasına neden olacağından ekonomik hayat için oldukça tehlikeli bir durumdu.
Gelircilik (Fiskalizm) İlkesi
Gelircilik (fiskalizm) ilkesinin amacı devlete ait gelirlerin mümkün olduğu en yüksek düzeye çıkarmak ve giderleri de en alt seviyede tutmaktır. Gelircilik ilkesi, Osmanlı iktisadî dünya görüşünü yönlendiren, iaşe ve gelenekçilik ilkeleriyle birlikte devletin ekonomik hayatında önemli bir rol üstlenmiştir. Devlet, gelircilik (fiskalizm) ilkesinden kaynaklanan bu sınırlar içerisinde kaldığından, gelirleri artırmaktan ziyade azaltmamaya ve harcamaları kısmaya yönelik birtakım tedbirleri uygulamaya çalışmıştır. Neticede Osmanlı iktisadî görüşü “fiskosantrik” olarak tabir edilen ve bütün iktisadî faaliyetlere sadece devlete getireceği vergi geliri açısından bakan ve ötesini önemsemeyen bir eğilim içerisinde sıkışıp kalmıştır. Bu hususta “iaşe” ve “gelenekçilik” ilkeleriyle sürekli dengeleme ve etkileşim içinde olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Osmanlı iktisadî dünya görüşü, “iaşe, gelenekçilik ve gelircilik” ilkelerinin zamana, bölge ve ekonomik alanlara göre değişen oranlarda birleşmelerinden meydana gelen eşgüdüm içerisinde kimliğini kazanmış ve iktisadî hayata yön vermiştir.
https://www.gazeteduvar.com.tr/turkiyeye-ve-mehmet-halil-yavuza-ne-oldu-makale-1529190 […] Atatürk öldükten sonra ilk kez onun ilkelerinden sapmasına binaen Türkiye’nin siyasi rejimi, ‘kısıtlı’ bir İslamcı hareketin gelişmesine izin verdi. [Kenan] Evren, İslamcı köktencilerle bir tür ittifak tesis etmeye girişti. Fakat bu girişimin bir ‘bumerang’a dönüşmesi muhtemeldir.”
Yukarıdaki sözler, 26 Haziran 1983’te, 12 Eylül darbesinden yaklaşık üç yıl sonra ve müstakbel Özal-ANAP iktidarının ortaya çıkmasından yaklaşık dört ay önce Alman birinci kanalı ARD TV’de yapılan bir yorumdan alınma. (1) Türkiye’de İslamcılık olgusunun, ama daha kapsayıcı bir ifadeyle söylersek dinselleşmenin ‘dışarıdan’ nasıl göründüğüne dair sarih bir gözlem… Bu dinselleşme, güçlü bürokratik denetimin yol açtığı sorunlar istismar edilerek, laik kazanımların Türkiye kapitalizminin gelişimi lehine geri itildiği 70 yıllık bir dönemi kapsar. Bu 70 yılda siyasal İslam’ın bir başat aktör haline gelişi, üç temel ‘yükseliş’ döneminin kolonları üzerinde durmaktadır. Bunlardan ilki, 1945 sonrasından başlayarak, Soğuk Savaş’ın belirleyici olduğu bir ‘küresel-Batı’ basıncının etkisi ve yönlendirmesi altında ortaya çıkan kolondur. Büyük toprak sahipleriyle savaş vurguncusu büyük tüccarların bir sınıfsal ittifakı olan DP, hem inanç istismarıyla devşireceği oy taburları için elverişli bir zemin, hem de rekabet halinde oldukları sivil-asker cumhuriyet bürokrasisine karşı kullanışlı bir uluslararası koz olarak, Batı’nın “komünizme karşı din” stratejisini coşkuyla kabullendi. Bu dönem, aradaki toplumsal ve siyasal dalgalanmalara rağmen 1980’e kadar sürer. 12 Eylül darbesi ‘ikinci kolon’un inşasını başlatır. Siyasal iktidarı, uluslararası kapitalistler ve yerli büyük sermayenin teşviki ve desteğiyle gasp ve tadil eden generaller, “Kuran’lı mitingler”, zorunlu din dersi, uluslararası İslamcı Rabıta örgütüyle organik ilişki gibi görünür/görünmez pek çok yolla dinselleşme bayrağını yükselttiler. Arkasında, Afganistan’daki cihatçılardan Türkiye’deki ‘takunyalılara’, Güney Amerika ve Polonya’daki Katolik yobazlara uzanan bir çeşitlilik içinde, dini, yeni ‘küreselleşme’ dalgasının hizmetine koşan sermaye sınıfı vardı. 60’ların sonunda devrimci gençlik ve işçi hareketine karşı Komünizmle Mücadele Dernekleri, Talebe Birlikleri gibi ‘sivil’ oluşumlarla başlayan, giderek bunlardan neşet edecek olan Millî Görüş ve MSP ile merkez siyasete katılan İslamcılar, özellikle 70’lerdeki Demirel ve MC hükümetleri ile bürokrasiye de yaygın bir akıntı halinde sızmışlardı. 80’lerde başlayan ikinci dönem, bu sızıntının hem genişlediği hem de kazanımlarını güvenceye aldığı bir dönem oldu. Başbakanlık koltuğunda ülkedeki en büyük tarikat olan Nakşibendilerden biri oturuyor, Nurcular ise sivil-asker bürokrasiyi sessizce istila ediyordu. 12 Eylül öncesinde ‘arazi eğitimi’ni tamamlamış İslamcıların artık devlet içine yerleşme, yuvalanma dönemiydi. Özal’ın da teşvik ve öncülüğüyle cunta sonrası ‘sivilleşme’ dönemi, Türkiye kapitalizminin siyasal aygıtına Nakşi ve Nurcu tarikat üyelerinin aşılanmasını başlatmış, Gülenciler, Millî Görüşçüler, Türk-İslamcılar, şuncular, buncular; hem yargı-emniyet içine hem de özellikle 90’lardan itibaren belediyeler aracılığıyla yerel yönetimler ve ‘sivil toplum’ ile serbest piyasa düzenindeki iktisadi faaliyet alanlarına yerleştiler. 2000’ler başına kadar süren bu dönemin sonunda İslamcılar, yine ‘küresel’ ihtiyaçlar ve onların ’yerli’ mümessilleri eliyle, neoliberal kapitalizmin bir başka etabı için daha kullanışlı bir versiyon ürettiler. Türkiye siyasetinin İslamcılaşması ve toplumsal yaşamın dinselleşmesinin üçüncü kolonu bu versiyon ile, AKP ile başladı ve 20 yıl kadar sürerek bugüne geldi.
0 notes
benimpencerelerim · 1 month ago
Text
KADERIN COGRAFYA BILESENI
KADERİN BİLEŞENLERİ
İktisat tarihçilerine göre ülkelerin gelişmesine etki eden başlıca beş tane faktör vardır. Bunlar coğrafya, kültür, siyasi ve ekonomik kurumlar, nüfus ve sömürgeciliktir. Bu faktörler tamamen birbirinden bağımsız, yalıtılmış değildir. Faktörler arasında etkileşimler vardır. Coğrafya kültürü, kültür yaratılan kurumları, coğrafya kurumları ve sömürgeciliği belirleyebilmektedir.
Teknolojinin geri olduğu çağlarda ulaşım çok zor ve maliyetliydi. Bu da taşımacılığı ve ticareti etkiliyordu. Kara taşımacılığı çok pahalıydı. Ucuz olan nehir taşımacığı ise nehirlerin debisine, dağılımına yani coğrafyaya bağlıydı. Yine en ucuz taşımacılık türü olan deniz taşımacılığı da denizlerde kıyıların olmasına dolayısıyla yine coğrafyaya bağlıydı.
Avrupa’nın dağlarla kaplı coğrafyası, çağın ulaşım, nakil ve iletişim olanakları nedeniyle, imkansızlaştırmasa da Avrupa’da büyük imparatorlukların kurulmasını zorlaştırmış ve siyasi parçalanmışlıkla sonuçlanmıştır. Göçler nedeniyle zayıflayıp yıkılan Roma İmparatorluğu sonrasında Avrupa’da oluşan kargaşa ortamında feodalizm hakim bir örgütlenme biçimi olmuş ve diğer kurumları, kültürü etkilemiştir.
Marc Bloch’un ayrıntılı bir şekilde betimlediği feodal mülkiyet sistemi demokratik bir zihniyet ve kültürün oluşmasına yol açmış, feodalizmin gevşek hakimiyet ortamında yeşeren görece özgür bir ilişkiler ağında şehirlere göç sınırlanmamış, kırdan şehire göçler serbest kalmış ve yine deniz kıyılarındaki limanlarla gelişen ticaret, ticaret burjuvazisi, burjuvazi ve zanatkar sınıfının büyümesini sağlamıştır.
Feodal düzende ortaya çıkan görece demokratik kültür nedeniyle ticaret, sinai üretim ve bilim geniş bir tabana yayılmış, siyasi parçalanmışlık sonucu ortaya çıkan rekabet nedeniyle bilim ve sanat teşvik edilmiş ve her ikisinin de çok sayıda ve farklı hamisi olmuştur. Osmanlı’da ve orta doğuda ise Toby E. Huff’a göre halka ve aklına güven duyulmaması bilimsel ve kültürel tabanın daha dar olmasıyla sonuçlanmış ve bu zihniyet kurumlara da damgasını vurmuştur.
Gelişen ticaret, ticaret ve sınai burjuvazisi parlamentoların ortaya çıkmasına neden olmuş, kralların gücü sınırlanmış, üretici kesimleri oluşturan ticaret ve burjuvazinin yönetime katılarak çıkarlarını kollayan yasaların yapılmasını, kurumların kurulmasını sağlamış ve böylece üretici sınıfların daha da güçlenmesini sağlamıştır. İngiltere’de kralın gücünün sınırlanması Magna Carta ile çok erken bir dönemde gerçekleşmiştir.
Orta çağda Avrupa nüfusunun üçte bir ile yarısı arasında bir kesimini yok eden veba nedeniyle nüfus azalmış, ücretler artmış ve emek tasarrufu sağlayan teknolojilere yatırım artmış, teknolojik icatların sayısı büyümüş ve kullanımı yaygınlaşmıştır. Bunun sonucunda zanaatkar sınıfının büyüklüğü ve niteliği artmış, sınai üretim gücü büyümüştür.
Gemicilik ve seyir konularında bilgilerin ve icatların artması sonucunda uzak mesafeli deniz seyahatleri mümkün hale gelmiş ve yeni kıtalar keşfedilmiştir. Sömürgecilik ve Atlantik ticareti burjuvazinin ve üretim gücünün daha da büyümesini sağlamış, yönetimde etkili olan üretici sınıfların çıkarına olan merkantilizm politikaları uygulanmış ve sınai üretimin miktarı ve niteliği giderek daha iyi hale gelmiştir.
Atlantik ticareti ve sömürgecilikle birlikte daha da güçlenen burjuvazi ile siyası kurumlar daha kapsayıcı hale gelmiş, uzak mesafe ticaretinin gereksinimleri ve riskleri nedeniyle ekonomik kurumlar gelişmiştir. Daron Acemoğlu bir makalesinde Avrupa’daki kurumsal gelişmelerde Atlantik ticaretinin etkili olduğunu göstermiştir.
Avrupa’da bu faktörlerin hemen hepsinin yetkin olduğu iki ülke vardı. Hollanda ve İngiltere. Hollanda İngiltere’den daha önce gelişmiş olmasına rağmen sanayi devrimini İngiltere yaptı. Her şeyden önce Hollanda’nın daha küçük bir nüfus tabanı vardı. Sömürgeleri kontrol etmek ve yönetmeye bir yere kadar nefesi yetti Hollanda’nın. Ayrıca İspanya ve Fransa ile yapılan savaşlar Hollanda’nın gücünü ekonomi dışı alanlara harcamasına neden oldu.
İngiltere nüfus açısından Hollanda’ya göre çok daha iyi konumdaydı. Ayrıca ada ülkesi olarak son zamanlarda savaşlarla pek muhatap olmamıştı. Üstüne üstlük birinci sanayi devriminde oldukça önemli olan kömür ve demirin madenleri bütünleşik ve büyük bir iç pazarın ortaya çıkmasını sağlayan gelişmiş nehir ulaşım ağının nehirlerine çok yakın yerlerdeydi.
OSMANLI’NIN KADERİ Osmanlı’nın kaderinde coğrafyanın katkısından çok kültürün etkili olduğunu düşünüyorum. Halil Berktay’ın çok iyi anlattığı gibi tarihteki devletler, yöneticiler yönetim sistemlerini oluştururken çevrelerindeki devletlerin ve yöneticilerin tecrübelerinden faydalanıyor ve onları taklit ediyorlardı. Osmanlı devletini kuran ve büyüten yöneticiler de tarihteki Türk devletlerinin tecrübelerinden faydalanmışlardı. Ve bu yöneticiler de genelde tımar sistemini kullanmış, merkezi imparatorluklar kurmuşlardı.
Osmanlı devleti de tımar sistemini hayata geçirdi. Tımar ordusuna ek olarak merkezde büyük bir ordu besliyordu. Bu iki orduyu kullanarak yakın coğrafyasındaki siyasi parçalanmışlık nedeniyle küçük ve güçsüz olan prenslikleri, devletleri kolayca fethetti ve büyük bir imparatorluk haline geldi.
Osmanlı devleti Akdeniz ve Karadeniz’de uzun kıyılara sahipti. Nehirleri nehir ulaşımına uygun olmasa da deniz ticareti ile gelişmeyi teşvik eden coğrafi avantajlara sahipti. Ama güçlü merkezi yönetim ve merkezilik kültürü nedeniyle üretici sınıfların, özellikle ticaret burjuvazisinin büyümesine engel oldu. Bu da zanaatın ve zanaatkar sınıfının ve daha sonra gelişecek olan burjuvazinin zayıf kalmasına yol açtı.
Büyük Osmanlı tarihçisi Mehmet Genç’e göre Osmanlı devletinin temel yönetim ilkeleri gelenekçilik, iaşecilik ve fiskalizm yani maliyecilikti. Gelenekselcilik ilkesine göre ticaret burjuvazisi de dahil herhangi bir sınıfın diğerlerinin aleyhine güçlenmesine izin verilmiyor ve sınıflar arasında bir denge gözetiliyordu.
İaşecilik ilkesinin temel amacı yönetilen sınıfların öfkelenmesini ve yıkıcı eylemlere başvurmasını önlemekti. Bu ilkeye göre halkın tüketim ihtiyaçlarını karşılayacak ürünlerin bol olması ve kıtlık olmaması gerekiyordu. Bu yüzden de ihracat kısıtlanıyor, ithalat ise serbest bırakılıyordu. Bu uygulama da üretici sınıflarını koruyarak güçlenmesini sağlayan Avrupa merkantilist uygulamalarının tam tersiydi ve üretici kesimlerin korumadan yoksun ve dış rekabet baskısı altında kalması anlamına geliyordu. Osmanlı’da ve Orta Doğu’da halka ve aklına güven duyulmayan bir zihniyet ve kültür dünyası vardı. Bu da büyük olasılıkla geçmişteki Türk devletlerinde gelenek haline gelmiş olan güçlü merkezi devletlerin hakimiyetinde uzun süreler boyunca yaşamanın sonucuydu. Bu antidemokratik zihniyet ve kültür diğer kurumlara da damgasını vudu, bilimsel ve kültürel tabanın daha dar olmasına yol açtı.
TÜRKİYE COĞRAFYASININ KADERİ
Cumhuriyet dönemi sonrasında Türkiye’nin kaderini hem olumlu hem de daha çok olumsuz anlamda etkileyen faktör coğrafya olmuştur. Rusya’ya yakınlık ve Rusya tehdidi nedeniyle Osmanlı dünyasından devralınan cahil ve dindar toplum Althusser’in düşünce dünyasına yerleştirdiği devletin ideolojik aygıtlarından en önemlisi olan okul ve eğitim tornasında yeterince dövülmeden Nato’ya girilmek ve ABD’ye yanaşılmak, sonrasında da demokrasiye geçilmek zorunda kalınmıştır.
Bu aşamadan sonra yaklaşık elli yıllık bir süreç sonunda AKP yönetiminde tek adam rejimi ve kurumları ortaya çıkmıştır. İktisat tarihçilerinin vurguladığı gibi sömürge yönetimleri tarafından daha çok sömürü gerçekleştirmek için kurulan sömürücü (dışlayıcı) kurumları, bir kere kurulduktan sonra, değiştirmek çok zordur. Daron Acemoğlu bu tür dışlayıcı (sömürücü) kurumları değiştirmenin neden zor olduğuna dair gerekçeleri anlatmaktadır.
Türkiye, coğrafyası nedeniyle ABD güdümüne girip demokrasiye geçtikten sonra önce Menderes ve Demokrat Parti yönetiminde dini eğitime ağırlık verilmiş ve bu kesimin palazlanmaya başlamasına olanak tanınmıştır. ABD yönetimlerinim “Bizim Çocuklar” dediği 12 Eylül darbesini yapan askeri bürokrasi aracılığıyla din ve din eğitiminin ağırlığı daha çok artmış ve ABD’nin yeşil kuşak projesi kapsamında ciddi bir şekilde yaygınlaşmıştır.
Yine coğrafyanın bir sonucu olarak ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki isteklerine boyun eğmeyen Ecevit, ABD ve CIA’nin güdümünde yetiştirilen milliyetçi partilerin bir örneği olan MHP ve onun lideri Bahçeli tarafından cezalandırılmış ve ekonominin dipte olduğu bir konjonktürde erken seçime gitmek zorunda bırakılmış ve siyasi arenadan silinmiştir.
Ecevit’in yerine ABD’nin isteklerini yerine getirmeye can atan Erdoğan’ın iktidar olmasının yolu açılmış ve Erdoğan, iktidarının ilk günlerinde tezkerenin geçirilmemesine ateş püskürmüştür. Dönemin bol likidite ortamında kolaylaşan ekonomik koşullarda iktidarını sürdüren Erdoğan batının mülteciler konusundaki isteklerini karşılamış ve ülkeyi mülteci akınıyla karşı karşıya bırakmıştır.
Uzun süren ama devleti ele geçirmek için yeterince uzun olmayan iktidarı 2015 seçimlerinde kesintiye uğrayan Erdoğan’ın imdadına, ona yapılmadık hakaret bırakmayan, ABD ve MIT aracılığıyla CIA’nın beşinci kolu görevini yapan MHP ve lideri Bahçeli yetişmiştir.
ABD, Avrupa ve İsrail’in isteklerine hayır demeyen Erdoğan’ın iktidarda kalması ABD güdümündeki MHP tarafından uzatılmış ve uzayan iktidarıyla Erdoğan devletin bütün kurumlarını ele geçirmiş ve ülkeyi baştan aşağı sömürücü siyasi ve ekonomik kurumlarla donatmıştır.
Türkiye, değerli iktisatçımız Güven Sak’ın saptamaları ve gözlemlerine göre orta derecede bir sanayi ülkesidir. Türkiye’nin böyle bir sanayi gücü olmasında yine coğrafyanın önemli payı bulunmaktadır. ABD için önemi olan konumu nedeniyle ABD yönetiminin “our boys” dediği askerler tarafından yapılan 12 Eylül darbesiyle ülke ihracatı teşvik eden serbest piyasa ekonomisine geçmiş, Avrupa’ya olan yakınlığı ve gümrük rejiminde yaptığı değişikliklerle orta dereceli bir sanayi ülkesi olmuştur.
Ama daha sonra, yine coğrafya ve bu coğrafyada ABD yönetimlerinin istekleri nedeniyle onlara karşı olan politikacıların sahneden silinmesi, o istekleri yerine getirmeye hazır politikacıların baş role soyunması sağlanmış ve böylece Erdoğan yirmi yıl boyunca iktidarda kalmıştır. Ve bu uzun iktidar süreci sonunda ülke kurumsal olarak çökmüştür. Bu noktadan geriye dönmek de çok zordur. Görünen o ki coğrafya kaderimiz olmuştur.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/tufek-mikrop-ve-celik-karton-kapak/476507.html
https://www.kitapyurdu.com/kitap/uluslarin-dususu/325768.html
https://economics.mit.edu/sites/default/files/publications/reversal-of-fortune.pdf
https://economics.mit.edu/sites/default/files/publications/rise-of-europe.pdf
https://economics.mit.edu/sites/default/files/publications/colonial-origins-of-comparative-development.pdf
https://www.amazon.com/Wealth-Poverty-Nations-Some-Rich/dp/0393318885
https://www.amazon.com/Guns-Sails-Empires-Technological-Innovation/dp/089745071X
https://serbestiyet.com/yazarlar/osmanli-ne-kadar-moderndi-3-farkli-donemler-cografyalar-ve-ogrenme-surecleri-36241/
https://www.gazeteduvar.com.tr/turkiyeye-ve-mehmet-halil-yavuza-ne-oldu-makale-1529190
https://benimpencerelerim.tumblr.com/post/670845681049681920/sistem-ve-kultur
https://www.kitapyurdu.com/kitap/modern-bilimin-dogusu-ve-yukselisi-islam-dunyasi-cin-ve-bati/243982.html
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/4288
https://adm.ataaof.edu.tr/pdf.aspx?du=3WBLaVEIkDTV0t0OyN8mIg==
0 notes
benimpencerelerim · 2 months ago
Text
KARARSIZ MUHAFAZAKARIN PORTRESI
MAHALLESİZ MAHALLELİ
https://www.youtube.com/watch?v=yVwaho43Zw4 Levent Gültekin hem kararsız muhafazakarların bir prototipi hem de onların kanaat önderi. Gültekin siyasal islam geçmişi olan bir muhafazakar. Her ne kadar siyasal islam fikrini terk etmiş olsa da değerleri, kültürü, önyargıları, ahlakı ile hala muhafazakar mahalleye ait bir aydın.
Aynı zamanda bir kanaat önderi Gültekin. Ama seküler seçmenin ve benim şımarık diye nitelediğim CHP seçmeninin değil elbette. Tabii AKP’nin biatçı, ezberci kemik kitlesinin de değil. Gültekin hemen hemen sadece kararsız muhafazakarların kanaat önderi konumunda. Bilemiyorum ama muhafazakar milliyetçiler içinde de izleyicileri olabilir.
Levent Gültekin hem muhalefet hem de muhafazakarlar konusunda önyargılarla yüklü ve bu önyargılar onun söylemlerini yönlendiriyor, etkiliyor. Elbette herkesin önyargıları, zihinsel ve duygusal kalıpları, irili ufaklı paradigmaları var. Ve bu tür kalıplar, bilim felsefesinde konu edildiği gibi onlara uyan olguları seçmemize, öne çıkarmamıza, onlara uymayan olguları ise elememize, görmememize, ört bas etmemize neden oluyor. KURAMSIZ GÖZLEM OLMAZ
http://www.flsfdergisi.com/sayi2/29-43.pdf
Aslına bakılırsa, bir araştırmacı ya da bilim adamının araştırmasını yaparken veya soruşturmasını yürütürken her zaman peşin hüküm, kavram ve varsayımlarla yüklü olduğunu hiç aklından çıkarmaması gerekir, çünkü bunlar bilimde kaçınılmaz olarak kılavuzluklarına muhtaç olduğumuz şeylerdir.
Özetlersek, Koyré’ye göre, kuramdan önce gelen bir deney sözkonusu değildir, yani, bilimde duyu deneyine dayanmak öncelikli değildir; başka deyişle, bilim kuramsal bir iştir, olgu toplama ve deney,kuramdan sonradır. Buna göre, gözlem ve deneyin yapısını kuram belirler. Dolayısıyla kuramdan bağımsız olgu yoktur; olgular hep belli bir kuramın olgularıdır; kuramın dili olgunun anlamlı olmasını sağlar; yani, olgu kendisini belirleyen o kuramda anlamlı olur.
Yeni paradigmaya geçiş tamamlandıktan sonra, ilgili meslek çevresi çalışma alanlarına, yöntemlerine ve amaçlarına yepyeni bir açıdan bakmaya başlayacaktır. Paradigma değişikliğiyle bilimin yeniden yönlendirilişi, görsel alandaki gestalt değişimine, yani algılama kalıplarındaki değişime benzetilir. Burada eskisiyle aynı olan bir veri topluluğuyla çok farklı ilişkiler kurulur, bunlar yeni sisteme yerleştirilirler ve yepyeni bir çerçeveye oturtulurlar. Sonuç olarak yeni paradigmaya geçiş bilimsel bir devrimdir.
Kuhn, paradigmalar değiştiğinde dünyanın da onlarla birlikte değiştiğini öne sürer. Yeni paradigmanın yönlendirdiği bilim adamları sadece yeni araçlar benimsemekle kalmazlar, yeni ve farklı yerlere de bakmaya başlarlar. Ayrıca devrimler esnasında, bilim adamları bildikleri araçlarla daha önce bakmış oldukları yerlere tekrar baktıklarında, yeni ve farklı şeyler görürler. Bilim adamları sanki başka bir gezegene gitmiştir; bilinen nesneler burada artık farklı bir ışıkta görünürler ve bilinmeyen bazı başka nesnelerle bir arada dururlar. İşte paradigma değişikliği bilimadamlarının araştırmayla bağlanmış olduğu dünyayı farklı şekilde görmelerine neden olur. Devrimden önce bilim adamının dünyasında ördek sayılan nesneler şimdi tavşan olmuşlardır. Bu, görsel bir kalıptan diğerine geçmenin iyi bir örneğidir. İşte bilimde kuramdan bağımsız gözlem olamaz savı bu demeye gelir. Dolayısıyla, Kuhn’a göre, duyu deneyimi değişmez ve tarafsız değildir. Sadece gözleme dayalı tarafsızbir bilim dili yaratma çabaları da artık hayaldir. Her kuram kendi olgularını belirler ve bilim adamının tabiata sorduğu sorular paradigmaya dayalı sorulardır ve alınacak yanıtlar da paradigmaya bağlıdır.Paradigmaların oluşturucuları olan kuramlar, ilgili gözlemin ne olduğunu belirleyip bilim adamının içinde çalıştığı dünyayı tanımlarlar. Görüldüğü üzere, bilimsel ya da deneysel açıdan tarafsız bir dil ya da kavramlar dizgesi mümkün değildir; bilim adamının ilgilendiği olguların seçimi ve yorumlanmaları, bir bütün olarak kurama veya paradigmaya dayanarak yapılır.
Bilimsel kuramlar dünyaya bakmanın yollarıdır ve kabul görmüş kuramlar kanı ve beklentilerimizi etkiler; dolayısıyla deneyimlerimiz de bundan etkilenir. Bilimsel çalışma için araştırmacıya, hangi verileri toplayacağını ve bunları nasıl yorumlayacağını gösteren kabul edilmiş kuramlar öbeğine ihtiyaç vardır.
Bu önyargıların tuzağına bilim insanları bile düşüyor. Belli bir paradigmaya tutunmuş bilim insanları da aynı yanlışları yapıyor. Olguları Prokrestus’un yatağına yatırıyorlar. Yani olguları kesip, biçip, uzatıp(büyütüp) yatağa(zihinsel kalıplar, önyargılar) yatırıyorlar, yatağa tam olarak uymasını sağlıyorlar.
Ama topluma kanaat önderliği yapan, onu aydınlatan aydınların bu olguları bilmesi, ona göre son derece dikkatli hareket etmesi ve bu tuzaklara mümkün olduğunca düşmemesi, ya da olabildiğince az düşmesi gerekiyor. Tabii bunu yapabilmek için insanın kendi zaafları ve insanların zaaflarından haberdar olması, bu zaafların ne gibi hatalara sevk edebileceğini bilmesi, bilinçli, uyanık olması gerekiyor. KARARSIZ MUHAFAZAKARIN YATAĞI
Levent Gültekin ise ne bu bilimsel felsefenin parmak bastığı yanlı gözlemlerden ne de kendi zihinsel/duygusal zaaflarından, kalıplarından, önyargılarından haberdar görünüyor. Bu yüzden de yorumlarında sürekli muhalefete ve başta İmamoğlu, önyargılı olduğu aktörlere olumsuz yaklaşırken, zihinsel/duygusal olarak yakın olduğu, ya da önyargıları olmadığı için Mansur Yavaş gibi diğer aktörlere karşı da son derece hoşgörülü ve anlayışlı oluyor.
Levent Gültekin’in bu önyargıları youtube kanalında yayınladığı videoların hemen hemen tamamına damgasını vuruyor. İmamoğlu tutuklanmadan önce sağdan soldan duyumlarına, büyük olasılıkla iktidarın dezenformasyon kanalları aracılığıyla yayılan bilgilere dayanarak İmamoğlu’nun yolsuzluk yaptığına dair ciddi bilgilerin olduğunu anlattı. Tutuklama sonrasında bu iddiaların içi boş olduğu anlaşıldı ama özür dilemediği gibi kendisini eleştiren aydınlara da ateş püskürdü. Ders de almadı aynı önyargılar yorumlarını yönlendirmeye devam ediyor.
Bu deprem videosunda da önyargılarıyla İmamoğlu’na haksız bir şekilde yükleniyor ve onun yaptığı olumlu şeylerden hiç bahsetmiyor. İmamoğlu daha önce iktidara İstanbul’daki binaları güçlendirmeyle ilgili bir projeyle başvurdu ve geri çevrildi. Bazı binaların dönüşümüne destek sağlıyor. Bunlardan hiç bahsetmiyor.
Deprem konusuna belediyenin gücünün yetmeyeceğinden bahsetmiyor. Böyle büyük ve ulusal bir sorunun merkezi idarenin sorumluluğunda olduğu gerçeğini atlıyor ve niye çözmedin diye İmamoğlu’na yükleniyor. Hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Ayrıca iktidarla niye işbirliği yapmıyor diye hayal alemine yakışır itirazlarda bulunuyor.
İmamoğlu daha önce işbirliği yapmaya çalıştı ve geri çevrildi. Bundan bahsetmediği gibi iktidarın rant aşkıyla yanıp tutuştuğunu ve sadece kendi iktidarını sürdürme peşinde olduğunu söylüyor ama bunların İmamoğlu’nun neden işbirliğine girişmediğiyle ilgisini kurmuyor ve izleyicilerini de yanlış yönlendiriyor.
İktidar rant peşinde koştuğu için deprem konusu öncelikleri arasında değil. Ayrıca deprem konusunda işbirliği yaparsa bunun İmamoğlu’na yarayacağı korkusu içinde. İstanbul gibi dev bir belediyenin rant mekanizmalarından ve sağlayacağı rantlardan daha uzun bir süre boyunca mahrum kalmak iktidarı çıldırtıyor. Belediyeye kayyum atama düşüncesine kapılması ve girişimde bulunmasına da bu yüzden kalkıştı. İktidar İmamoğlu başarısız olsun diye elinden geleni ardına koymuyor, onunla işbirliği yapar mı. Daha önce krediler dahil birçok konuda engel çıkardı. Emrindeki kanallara sürekli aleyhinde propaganda yaptırıyor. Kazandığı seçimi bile iptal etti yahu. İmamoğlu bu gerçekleri görmüyor mu. İktidarın kendisiyle işbirliği yapmayacağını bilmiyor mu. Levent Gültekin bunları görmekten aciz mi. Öyleyse bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. İşbirliği yapmamanın günahlarına niye muhalefeti ve İmamoğlu'nu da ortak ediyor Gültekin. Çünkü bunu alışkanlık haline getirmiş. İktidarın yanlışlarını dile getirdikten sonra doğru olsun olmasın muhalefete de yüklenmek onun için ata sporu olmuş durumda. Böyle yaparak tarafsız olduğunu göstermiş oluyor, kararsız muhafazakarları avucunda tutuyor ama bunu yaparken de onların muhalefet konusunda yanlış ve haksız fikirler edinmelerine, önyargılarının kuvvetlenerek devam etmesine neden oluyor. Tarafsız olmak her iki tarafın da yanlışlarını ve doğrularını dile getirmekle olur elbette. Ama Gültekin kötülük ve yanlışlık konusunda bir derya, doğruluk konusunda bir çöl olan iktidarın defolarını saydıktan sonra, muhalefetin aynı oranda yanlışları olmadığı ve muhalefet aleyhine söylenecek çok fazla şey olmadığı için aynı ölçüde konuşmasına gerek olmuyor. Ama böyle yapınca da hep iktidarın yanlışlarını anlatıp muhalefetin yanlışlarını anlatmadığı duygusuna kapılıyor ve kendisini taraflı davranan biri olarak göreceklerini düşünüyor ve o yüzden iktidarın hepsi de gerçek olan kötülüklerine karşı bir denge kurma çabasına girişiyor ve muhalefete yapay bir şekilde kulplar uyduruyor. Ama böyle yapınca hem gerçekliği çarpıtıyor hem de asıl bu durumda (AKP lehine) taraflı davranmış oluyor.
Belediyelerin, yerel yönetimler fobisi nedeniyle vergi salma gibi kendi gelirlerini yaratmaktan yoksun olduğundan, gelirlerinin merkezi idareye bağlı olduğundan, devasa bütçesine rağmen İstanbul’un da devasa sorunları olduğundan bahsetmiyor. Deprem konusunu niye çözmedin demekle kalmıyor hiçbir şey yapmamakla suçluyor.
İmamoğlu’nun devasa rantlar yaratmaya son vermesinden bahsetmiyor. AKP belediyelerinin yaptığının tersine toplanma alanlarını ranta açmaktan kaçındığını anlatmıyor. Şişli belediyesine kayyum atanır atanmaz CHP’li belediyenin mühürlediği toplanma alanına rant inşaatına izin verdiğinden ve İmamoğlu’nun böyle şeyleri asla yapmadığından bahsetmiyor.
Gültekin, İmamoğlu’nun kent lokantası açmaktan başka hiçbir şey yapmadığını iddia edebiliyor. İnanılır gibi değil. Metro projelerinden hiç bahsetmiyor. Ulaştırma bakanlığının yaptığı metro projelerinin parasının belediyeden alındığından dolayısyla aslında belediyenin eseri olduğundan hiç bahsetmiyor. Her kesimden yoksul ve dar gelirli vatandaşlara hizmet veren Kent lokantalarını sadece kendi yandaşlarına dağıtım yapan, ulufelerle kendine bağlayan, muhalif olduğunu bildiği dar gelirlilere ve yoksullara yardım yapmayan AKP ve yardımlarıyla aynı kefeye koyuyor.
Gültekin muhalefeti de yine benzer önyargılarla insafsızca eleştirirken muhalefetin sorunların çözümü için projeleri olmadığını söylerken muhalefetin hiçbir şey yapmasa bile sadece iktidar olmasının bile Türkiye’ye ve halkına kazandıracaklarından, faydalarından hiç ama hiç söz etmiyor.
CHP iktidar olunca artık arşa alaya varan mülakat haramının son bulacağından, en azından hafifleyeceğinden, başta KHK’lılar, aydınlara, gazetecilere yapılacak zülumların, yargının Demokles’in kılıcı gibi kullanılmasının biteceğinden, kaynakların YİD’ler gibi irrasyonel projelere akıtılmasına son verileceğinden, zeytinliklerin, ormanların, derelerin yani vatanın yağmalanmasının, altının üstüne getirilmesinin biteceğinden hiç bahsetmiyor.
CHP iktidar olunca, hiçbir şey yapmasa bile demokratik bir hükümetin iktidar olması nedeniyle yatırım iklimin iyileşeceğinden, dış yatırımların artacağından, risk priminin ve dış kaynak maliyetinin düşeceğinden, Kanal İstanbul gibi bir felaket senaryosunun çöpe atılacağından hiç bahsetmiyor.
Levent Gültekin’in bilim felsefesinin öngördüğü Prokrestus’un yatağına yatırma örneklerinin haddi hesabı yok. Bu şekilde davranan Gültekin kararsız muhafazakar kitleye hem bir rol model olarak örnek oluyor hem de onların zaten muhalefet hakkında mahallede oluşmuş olan önyargılarını keskinleştiriyor ve bir kısmını saydığım gerçekleri görmelerini engelliyor, önyargılarının esiri omaya devam etmelerine, ve bu yüzden de muhalefetin ilk hâkli tepkisinde bile koşa koşa yine AKP’ye yanaşmalarına neden oluyor. Gültekin bu ülkeye büyük kötülük yapıyor. Bu yanlı ve haksız yorumlarıyla zehirlediği, doldurduğu kitlenin kendini gerçekleştiren kehanet gibi bir durumu yaratmasına kendi söylemleriyle yol açtığının farkında bile değil Gültekin. Kendi önyargılarının prizmasından süzülen yorumlarıyla sarhoş bir şekilde muhalefeti yaylım ateşine tutmaya devam ediyor.
0 notes
benimpencerelerim · 2 months ago
Text
ABARTILMIS AYDINLAR
DEV AYNASINDAKİ AİLE
https://www.youtube.com/watch?v=A4iHMuh--lA Mehmet Altan da babası Çetin Altan gibi çoğunlukla temellendirmediği, analitik olarak göstermediği iri laflar etmeyi seviyor. İri ve şatafatlı laflar etme konusunda Ahmet Altan da onlardan aşağı kalmaz ama o, ikisine göre nispeten daha çok ayakları yere basan bir aydın.
Çetin Altan da Mehmet Altan da bence gereğinden fazla abartılan “overrated” aydınlar. Atilla Köprülüoğlu da bu abartılı Çetin Altan rüzgarına kapılıp kendinden geçenlerden:
https://www.ajansbakircay.com/cetin-altan-makale,2480.html İnsanlar değerli olmayı unuttular, önemli olmaya çalışıyorlar!" saptaması onundur... "Batıda düello vardır, doğuda pusu. Biz Doğu ile batı arasında olduğumuz için düelloya çağırıp pusu kurarız.” tespiti de popülerdir. Bir toplum filozofudur.. Derin birikimli entelektüeldir.. "Her köyümüzde bir piyano olmasını" savunan da! Diliyle dilimizi "zenginleştiren" kalem erbabıdır... Dil kullanımı konusunda ustalığı gerçekle eni konu örtüşen tek olgu görebildiğim kadarıyla. Bu dil hakimiyeti ve kıvraklığıyla kelimelerle ustalıkla oynaması da böyle abartılmasına neden olmuş sanırım. Ama toplum, sosyoloji, toplumsal ve sosyolojik çözümleme konularıyla ciddi, derinlemesine bir ilgileri yok, sadece yüzeysel ve tumturaklı saptamaları var. Mesela Batıda düello vardır aforizmasını ele alalım. Acaba Çetin Altan bu saptamasını hiç bir yerde irdelemiş midir. Ben bu özlü saptamaya birçok yerde rastladım ama bunun açılmasını, irdelenmesini hiçbir yerde görmedim. Bu saptamayı şehvetle kullananların da onu hiç sorguladığına tanık olmadım. Çetin Altan bu düello/pusu saptamasını yaparken toplumların (Batı, Türkiye, Orta Doğu) bugünkü gelişmişlik düzeylerine bakarak konuşuyormuş gibi görünüyor. (Elimizde ne düşündüğüne, nasıl akıl yürüttüğüne ilişkin başka veri yok çünkü). Ama toplumların kültürleri, davranış örüntüleri farklı faktörlerin uzun süreli etkileri sonucunda oluşur ve o faktörler kalktıktan sonra bile ideolojik aygıtlar aracılığıyla devam etmeyi sürdürürler. Çetin Altan ne bu faktörlere değinmiş ki, Arap dünyası bir dönem altın çağını yaşamıştır, ne de bu faktörlerin bahsettiği davranışlara nasıl yol açtığının bir çözümlemesini yapmıştır. https://www.tumblr.com/futbolpenceresi/744541271876599808/toplumun-mekanizmalari
Biz Batı ile Doğu arasındayız ifadesinin ne anlamda dile getirildiği meçhul. Evet coğrafi anlamda batı ile doğu arasındayız ama Osmanlı ve uzun süre onun hakimiyetinde olan yakın doğu ATÜT tarzı bir mülkiyet rejimi ve gücün aşırı merkezileştiği bir yönetim biçiminde yaşadı. Yani Çetin Altan üstat herhalde coğrafya kaderdir demiyordur ama ne dediği de belli değil fakat yine de yaptığı bu yüzeysel saptama nicelerinin başını döndürüyor. Feodalizm ve sonuçları, mirasın büyük oğula kalması ve sonuçları, mülkiyetten mahrum kalan küçük oğulların kadınlar için rekabette ellerinde şeref, onur ve kahramanlıktan yani şövalyelikten başka bir şeyin kalmaması ve bunun sonucunda şövalyeliğin alabildiğine romantize edilmesi, ayrıca bu düello ve pusu seçimlerinin her iki tarafta sadece biri varmış gibi genellenmesi, say say bitmez. Her köyde bir piyano olmasını savunması da böyle temelsiz ve savruk bir düşünce. Ne marksizmin altyapı-üstyapı şematizmi var ne Althusser'in ideolojik aygıtları. Piyanonun prestiji üstünden batıda feodalizm, soylular ve soylular arası rekabet, kendilerini alt sınıflardan üstün ve farklı göstermenin araçları gibi mekanizmalarla uzun bir dönemde altyapının (feodal örgütlenme biçimi) yarattığı sonuçları, bir üst yap��yı aşırı merkezi bir yönetim altında kavruk kalmış bir üst yapıya romantik bir şekilde giydirme hayalleri. Mehmet Altan da babasından çok farklı değil. İri ve şatafatlı laflar, ezberler çok fazla var dağarcığında. Tüm liberaller gibi her şeyi hukuka bağlaması da bu ezberlerden biri. Oysa Güney Kore otuz yıllık diktatörlükle orta gelir seviyesine ulaştı. Ama ne ulaşma. Olağanüstü eğitimli bir nüfus ve yüksek sanayi ürünlerinde dünyayla rekabet etmeye teşvik edilen ve demokrasiye geçildikten sonra gerçekleşen sıçramayı son derece kolaylaştıran adeta kaçınılmaz hale getiren yetkin bir sanayi altyapısı ile. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/10/02/yargi-bagimsizligi-gerilerken-yatirimci-nasil-guvende-olabiliyor https://www.gazeteduvar.com.tr/demokrasi-yatirimlar-ve-kapitalizm-makale-1655383 ivanstat.com/tr/gni/kr.html
Güney Kore, linkteki istatistikte görüldüğü gibi 1970 yılından beri hep %7-8 büyümüş. Genç ve parlak bir akademisyen olan Alp Buğdaycı’nın söylediğine göre de bu yüksek büyüme hızı 1997 yılında eski üretici elitlerin yaratıcı yıkımla çeşitlendirilmeye başlandığı 1997 yılına kadar da aynı şekilde devam etmiş. Yani demokrasiye geçilen 1987 yılından çabolların tahtlarının sarsıldığı 1997 yılına kadar olan büyüme rakamları da diktatörlüğün attığı temeller üstünde yükseliyor. Mehmet Altan da babası gibi iri laflar ediyor ama açmıyor çoğunlukla. Marksist Liberal diye bir kitabını okumuştum. Eski gazete yazılarıymış. Ama marksizm ve liberalizmin kavramlarını arka arkaya kullanıyor, sıralıyor fakat birbirine mantıksal olarak bağlamıyor, öylece havada bırakıyordu. Fazla değişen bir şey yok gibi görünüyor.
https://www.bartleby.com/essay/Feudalism-And-The-Code-Of-Chivalry-PJZHEXYETU The Code of Chivalry greatly impacted the lives of the knights. As we all know knights were expected to be strong, skillful and brave. The Code of Chivalry “was a moral system which went beyond rules of combat and introduced the concept of Chivalrous conduct - qualities idealized by knighthood, such as bravery, courtesy, honor, and gallantry toward women” (“MedievalCode”). This code could be seen as a new life that must be followed by the knights. The Code of Chivalry had a numerous amount of rules to follow. Some of the rules included protecting the weak and defenseless, obey the authority, keeping faith, and speaking the truth at all times (“MedievalCode”). In addition, knights were seen as heroes to the people of the land. The code also presented the knights more desirable to the women of the land
Şövalyelik kuralları şövalyelerin hayatlarını büyük ölçüde etkilemiştir. Hepimizin bildiği gibi şövalyelerin güçlü, becerikli ve cesur olması bekleniyordu. Şövalyelik kuralları “savaş kurallarının ötesine geçen ve şövalyelik tarafından idealize edilen cesaret, nezaket, onur ve kadınlara karşı yiğitlik gibi nitelikler olan Şövalyelik davranışı kavramını tanıtan bir ahlaki sistemdi” (“MedievalCode”). Bu kurallar sistemi şövalyeler tarafından uyulması gereken yeni bir hayat olarak görülebilirdi. Şövalyelik ahlakı uyulması gereken çok sayıda kurala sahipti. Bu kurallardan bazıları zayıf ve savunmasızları korumak, otoriteye itaat etmek, inancı korumak ve her zaman doğruları söylemekti (“MedievalCode”). Ayrıca şövalyeler ülke halkı için kahraman olarak görülüyordu. Ayrıca bu ilkeler ve ahlak sistemi şövalyeleri ülke kadınları için daha çekici hale getirdi
https://study.com/academy/lesson/knighthood-the-middle-ages-code-of-chivalry.html
What were the chivalry rules?
One list of chivalric rules can be found in The Song of Robard—a poem from the 11th century. In general, knights were expected to uphold the honor of God and the church. They were expected to fight for their liege lord, maintain order, collect taxes, and manage landholdings. Additionally, knights were to protect women, orphans, and those less fortunate than they were, though this was often interpreted to include only the nobility, not the peasantry.
Why was chivalry important in Medieval times?
Chivalry provided a code of behavior for knights in the Middle Ages. Knights were young men who were well-trained in fighting, heavily armed, and granted power of people and lands, but overall had little to keep them occupied. There were often reports of knights abusing their power and committing violence against those they were supposed to protect. The code of chivalry put into place guidelines they were to adhere to. Specifically, a duty to their liege lord, a duty to God and the church, and a duty to protect those less fortunate.
Chivalry In The Middle AGes The medieval code of chivalry may seem to be a romantic notion that idealises the behavior of knights in the middle ages. Surprisingly this Medieval code was actually real though it varied accross regions and was really more guidelines than hard and fast rules.
A necessary part of the feudal system was the need for military force. A class of knights was developed as a part of the nobility, then trained and heavily armed. As the knights did not have always military action to tend to, their behaviors were frequently disruptive and violent. In an effort to reign the knights’ behavior, the code of chivalry in the Middle Ages developed. So what exactly was chivalry in the Middle Ages? It was a list of behavioral rules that focused on a knight’s behavior and centered around a knight’s duty to God and the church, to women a nd the less fortunate, and to his liege lord. Şövalyelik kuralları nelerdi? Şövalyelik kurallarının bir listesi 11. yüzyıldan kalma bir şiir olan The Song of Robard'da bulunabilir. Genel olarak şövalyelerin Tanrı'nın ve kilisenin onurunu koruması beklenirdi. Kendileri için savaşmaları, düzeni sağlamaları, vergi toplamaları ve toprak mülklerini yönetmeleri beklenirdi. Ayrıca şövalyeler kadınları, yetimleri ve kendilerinden daha az şanslı olanları korumakla yükümlüydüler, ancak bu genellikle yalnızca soyluları kapsayacak şekilde yorumlanırdı, köylüleri değil. Şövalyelik Orta Çağ'da neden önemliydi? Şövalyelik Orta Çağ'daki şövalyeler için bir davranış kuralları sistemi sağladı. Şövalyeler, savaşta iyi eğitilmiş, ağır silahlı ve insanlar ve topraklar üzerinde güç verilmiş, ancak genel olarak onları meşgul edecek çok az şeyleri olan genç adamlardı. Şövalyelerin güçlerini kötüye kullandıkları ve korumaları gereken kişilere karşı şiddet uyguladıkları sık sık bildiriliyordu. Şövalyelik kuralları, uymaları gereken yönergeleri uygulamaya koydu. Daha spesifik olarak, hükümdarlarına karşı bir görev, Tanrı'ya ve kiliseye karşı bir görev ve daha az şanslı olanları koruma görevi. Orta Çağ'da Şövalyelik  Orta Çağ şövalyelik kuralları, orta çağdaki şövalyelerin davranışlarını idealize eden romantik bir kavram gibi görünebilir. Şaşırtıcı bir şekilde, bu Orta Çağ kuralları aslında gerçekti, ancak bölgelere göre değişiyordu ve aslında katı ve kesin kurallardan çok yönergelerdi. Feodal sistemin gerekli bir parçası askeri güce duyulan ihtiyaçtı. Soyluların bir parçası olarak bir şövalye sınıfı geliştirildi, ardından eğitildi ve ağır silahlarla donatıldı. Şövalyelerin her zaman ilgilenmeleri gereken askeri bir eylem olmadığından, davranışları sıklıkla yıkıcı ve şiddetliydi. Şövalyelerin davranışlarını kontrol altına alma çabasıyla, Orta Çağ'da şövalyelik kuralları geliştirildi. Peki Orta Çağ'da şövalyelik tam olarak neydi? Bir şövalyenin davranışına odaklanan ve bir şövalyenin Tanrı'ya ve kiliseye, kadınlara ve daha az şanslı olanlara ve efendisine karşı görevi etrafında dönen bir davranış kuralları listesiydi.
Metafor ya da alegoriye sığınırsak. Mülkiyet biçimi toplumun iskeletini oluşturur. Merkezi mülkiyet tipleri tek güç odağı içereceğinden tek sesli, tek merkezli, tek renkli, otoriter toplumların oluşmasına yol açar. Bölünmüş mülkiyet tipleri ise çok sayıda güç odağı, gücün bölünmesi, sınırlanması, dengelenmesi, gelirin (mülkiyetin) daha eşit dağılması, talebin ve dolayısıyla yatırımın daha yüksek miktarlarda gerçekleşmesi, rekabet, rekabete dayalı verimlilik ve dizginlenemediğinde rekabete bağlı aşırı sömürü, çeşitlilik, çok seslilik, çoğulculuk gibi sonuçlara yol açar. Mülkiyet biçimi daha baştan toplumun iskeletinin nasıl bir şekil alacağını belirler. Üretim biçimi ve ilişkileri ise sinirleri ve damarları oluşturur. Diğer faktörler de toplumun kaslarını, derisini ve bunların çeşitli niteliklerini oluşturur.
Bakın anarşistler, daha gerçekleşmeden, Merkezi-Toplumsal Mülkiyet biçimi hakkında neler demişler :
“Kapitalist toplumda bir çok kurumun ve kişinin yaptığı bütün işleri bünyesinde toplayan ve tek yönetici durumuna gelen sosyalist devlette (Halk Devleti) bu merkezileşme, zorunlu olarak bütün işleri planlayacak bir yöneticiler grubunu gerekli kılacaktır. Bu grubun burjuva yöneticilerinden özde bir farkı olmayacaktır; çünkü asli görevi yönetmek olan herkes, doğal olarak yönettiklerini baskı altında tutmak zorunda kalacaklardır. Bu hükümet, bugüne kadar kurulmuş olanların en aristokratik, en despotik, en kibirli ve en küstahı olan bilimsel bir entelijensiyanın egemenliği olacaktır. Yeni bir sınıf, gerçek ve sözde bilim adamları ve eğiticilerin yeni bir hiyerarşisi doğacak ve dünya, bilgi adına yöneten küçük bir azınlık ile muazzam cahiller yığını halinde bölünecektir. Ve o zaman, vay cahiller yığınının haline.
Mülkiyet biçimine ve insan doğasına (psikolojisine) bağlı olarak insanlar arasında çok sayıda ilişki filizlenir, serpilir ve olgunlaşır :
AKSİYOMLAR (İNSAN DOĞASI) : A1 : İnsanlar, güçleri(gelir,iktidar,v.s.) arttıkça kendilerini zayıflardan farklı kılacak uğraşlar, simgeler, ürünler edinir. A2 : İnsanlar kendilerine denk gördükleri insanlar ile rekabet eder. A3 : İnsanlar kendilerinden üstün gördükleri insanları taklit eder. A4 : İnsanlar diğerleri (öteki) tarafından onaylanma ihtiyacı duyarlar. A4.1 Denk ve üstün olanlarca takdir edilmek ister. A4.2 Alt düzeyde olanlardan saygı görmek ister
AVRUPA BAŞLANGIÇ KOŞULU : B0 : Çok sayıda büyük toprak sahibi/derebeyi (Güç Odağı)
SÜREÇ :
B0 : Çok sayıda derebeyi 1 : Derebeyleri sanat ve bilimle ilgilenir, sanatçı ve bilim adamına (filozofa) saygı gösterir, onları destekler. (A1, A4) 2 : Derebeyleri gelirlerinin bir kısmını statü simgeleri olarak kullandığı ürünlere harcar. (A1, A4) 3 : Derebeyliklerin çevresinde derebeylerinin çeşitli ihtiyaçlarını karşılayan bir zanaatkarlar ve tüccarlar sınıfı oluşur. 4 : Derebeyleriyle temasları olan zanaatkar ve tüccar sınıfı da bilime ve sanata ilgi duymaya, saygı göstermeye başlar. (A3, A4) 4.1 Bilimin/bilim adamının ve sanatın/sanatçının saygı görmesi bilim ve sanatla uğraşan insanları teşvik eder. (A4) 4.2 Değerli olan bilim ve sanatı elde etmek, zapt etmek amacıyla okuma alışkanlığı gelişir. (A3, A4) 5 : Derebeylerinin tüketim ihtiyaçlarını karşılayan zanaatkar ve tüccar sınıfının serveti giderek artar. (Özel sermaye birikimi) 5.1 : Diğer ülkelerin doğal kaynakları ve emek gücünün sömürülmesi sonucunda servet birikimi devasa boyutlara ulaşır. 6 : Sermaye Birikimi (Servet ve Bilgi) belli bir eşiği geçer. 7 : Biriken Sermaye üretime yönelik alanlarda kullanılır.
S0 : Endüstri Devrimi
SONUÇ S0 : Ekonomik Gelişme
ÖZET :
[(İnsan Doğası) VE (Çok Sayıda Güç Odağı)] => [Her Türlü Sermaye Birikimi] [(İnsan Doğası) VE (Çeşitlilik)] ==> [Her Türlü Sermaye Birikimi] [Sermaye Birikimi] VE [Sermayenin Üretken Kullanımı]==>[Ekonomik Gelişme]
OSMANLI : Osmanlı’da bütün toprakların mülkiyeti padişaha aitti. (Tek Güç Odağı)
Notlar:
@sacitgunes2561
Çetin Altan ve oğulları Ahmet Mehmet Altanlar Türkiye’nin gerçekten hem aydınlarıdır hem vicdanlarıdır hem onurlarıdır
Ruşen Çakır bu abartma ayinine bana yaptığı sansürle katılmış. Benim bu yazıda dillendirdiğim ve video altındaki yorumlara eklediğim düşüncelerimi silmiş. İşte kendini solcu olarak tanımlayan kalem erbabı da bu halde. Herkes kendi egemenlik alanı içinde padişah, astığı astık, kestiği kestik.
https://serbestiyet.com/featured/son-rusen-cakir-ornegi-1-tanrilar-ve-kullar-39894/ Bir arkadaşımın deyimiyle, “kategorik temiz solcu.” Entellektüel dostluklarından bulaşan yaldızlarla birlikte, solculuğu bir kimlik, bir paye, bir madalya, bir apolet, bir hatıra gibi taşıyor ve satıyor.
0 notes
benimpencerelerim · 4 months ago
Text
SUC ve CEZA
BEYNİN GİZLİ HAYATI https://www.bkmkitap.com/incognito-beynin-gizli-hayati
Beyniniz, küçük hilelerle, gelecekteki davranışlarınızı etkileyecek şekilde manipüle edilebilir.
Bulgularına göre, isimleri, kendi isimlerinin baş harfiyle başlayan kişilerle evlenmeyi yeğleyenlerin sayısı, gerçekten de şansa atfedilebilecek bir oranın üzerişndeydi.
İşin aslı, bu tür durumlarda seçilen eşin, kişiye kendini hatırlatmasıdır. İnsanlar kendi yansımalarını başkalarında bulmayı sever. Psikologlar bu durumu bilinçdışı bir özsevgi olarak, bir başka deyişle yakın ve aşina gelen şeyler karşısında duyulan bir rahatlık düzeyi olarak yorumlar ve örtülü benlikçilik (implicit egotism) olarak tanımlarlar.
İki hayali çay markasının katılımcılarca lezzet testine tabi tutulduğu bir çalışmada, markalardan birinin ilk üç harfi, katılımcının adındaki harflerden oluşmaktaydı. Katılımcılar çayların tadına bakmış, dudaklarını şapırdatmış, ikisi üzerinde de dikkatle düşünmüş ve neredeyse her seferinde, isimlerinin ilk üç harfiyle başlayan çay çay markalarını yeğlemişlerdi.
Bilmedikleri bir şey vardı ki, iki çay fincanı da aynı çaydanlıktan doldurulmuştu. Örtülü benlikçilik isminizden öteye, sizinle ilgili gelişigüzel birçok özelliğe ulaşır; doğum gününüz gibi.
Rasputin’le aynı gün doğduğunu sanan öğrenciler, daha cömert bir değerlendirme yapmışlardı.
Bilinçdışı özsevginin manyetik gücü neyi ya da kimi yeğlediğinizin ötesine geçer. Şaşılası olsa da, yaşadığınız yeri ve yaptıklarınıı gizliden gizliye etkileyebilir.
İnsanların doğdukları günle ilgili olarak yaptıkları sayı ilişkilendirmeleri, ne kadar belli belirsiz olursa olsun, yaşadıkları yeri belirleyecek kadar etkili olabilir.
3/3 doğumlular Montana’nın Three Forks (Üç Çatal) kenti gibi yerlerde, 6/6 doğumlular ise Güney Carolina’daki Six Mile’da (Altı Mil) istatistiksel olarak diğerlerine baskındı.
Belirli bir ürüne ya da yüze tekrar tekrar maruz kaldığınızda, onu giderek daha fazla tercih eder hale gelirsiniz.
Doğru olsun olmasın, eğer daha önce duyduysanız, bir ifadenin doğru olduğuna inanmanız olasılığı görece yüksektir.
Yeni doğmuş bebekler birer “boş levha” değildir; bir yığın problem çözme gerecini kalıtsal yolla almış ve elde hazır çözümlerle işe başlamışlardır.
İçgüdüler, öğrenilmesi zorunlu olmayan karmaşık ve doğuştan gelen davranışlardır. Bu içgüdüler bizim topluca insan doğası olarak adlandırdığımız şeyi oluşturur.
Farklı seçenekler sunulmuş bir fare, MHC genleri kendininkinden farklı olan bir eş seçecektir çünkü gen havuzuna çeşit katmak, biyolojik açıdan yararlı olduğu kanıtlanmış bir stratejidir: Genetik bozuklukları asgariye indirir ve melez gücü (hybrid vigor) olarak bilinen sağlıklı gen etkileşimi koşullarını yaratır. Öyleyse, genetik bakımdan uzak eş bulmak yararlı bir davranıştır.
Bazı erkekler tek bir eşle yaşayıp ona bağlı kalmaya genetik olarak yatkınken diğerleri böyle olmayabilir.
Evrimsel bakış açısından, bir çocuk yetiştirmek için gereken süreyi aştıktan sonra (ortalama dört yıl), seçtiğimiz eşe duyduğumuz ilginin azalmasına programlanmışızdır.
İki ebeveyn, sağkalım açısından tek bir ebeveynden daha avantajlıdır; bu güvenceyi sağlama almanın yolu ise, onları bir arada kalmaya ikna etmekten geçer.
Beyin, ister insana ister fareye ait olsun, birbiriyle çatışan parçalardan oluşan bir makinedir.
Buna göre beyin iki farklı sistem içerir: Hızlı ve otomatik olan birincisi bilinçli farkındalık yüzeyinin altında çalışırken ikincisi yavaş, bilişsel ve bilinçlidir. Birincisi otomatik, örtük, bulgusal, sezgisel, bütüncül, tepkisel ve dürtüsel olarak nitelendirilir; ikincisiyse bilişsel, açık, kurala ve derin düşünmeye dayalı olarak.
Beyin, birbiriyle mücadele halindeki alt sistemlerden oluşmuştur.
SORUMLU TUTULABİLİRLİK
Whitman, bir gece öncesinde daktilonun başına geçmiş ve bir intihar notu yazmıştı:
Kendimi şu günlerde tam olarak anlayamıyorum. Son zamanlarda (ne zaman başladığını hatırlayamıyorum) birçok sıra dışı ve mantıksız düşüncenin kurbanı olmuş durumdayım.
Burada önce silahın dipçiğiyle danışma görevlisini öldürdü, ardından merdiven aralığından çıkmakta olan iki turist ailesine ateş açtı, en sonunda da aşağıdaki insanlara gelişigüzel ateş etmeye başladı.
Otopsi incelemesini yapan doktor, beyinde bozuk para büyüklüğünde bir tümör buldu. Gliyoblastom adı verilen bu tümör, talamus denilen yapının alt kısmından çıkıp hipotalamusa uzanıyor ve amigdala olarak bilinen üçüncü bir yapıyı sıkıştırıyordu. Amigdala, özellikle korku ve saldırganlık merkezinde olmak üzere, duygu mekanizmasının düzenlenmesinden sorumludur.
Whitman vakası münferit değildir. Nörobilimle hukukun arayüzü, beyin hasarının da devrede olduğu ve sayıları giderek artan vakalarla doludur. Beyni incelememize yardımcı olan daha iyi teknolojiler geliştikçe, daha fazla sayıda sorunun farkına varmaktayız.
Biyolojiniz değişince kararlarınız, istekleriniz ve tutkularınız da değişebilir.  Doğal farz ettiğiniz güdüler (“Ben bir hetero/homoseksüelim,” “Çoccuklar/yetişkinler beni çeker,” “Saldırgan/uysal bir yapım var,” vs.) aslında nöral mekanizmanın incelikli ayrıntılarıyla belirlenir. Bu tür güdüler merkezinde davranmanın genelde bir özgür seçim meselesi olduğu düşünülse de, kanıtlarla ilgili en üstünkörü inceleme bile bu varsayımın sınırlarını gözler önüne serer.
Geçirdiği beyin ameliyatından altı ay kadar sonra pedofilik davranışların yeniden kendini göstermeye başlaması üzerine, eşi onu yine doktora götürdü. Nöroradyolog, tümörün bir kısmının ameliyatta atlanmış olduğunu ve yeniden büyümeye başladığını keşfetti.
Bu tür “kısıtlamasız” (disinhibited) davranışlarla ilgili tipik bir örnek, “frontotemporal demans” adı verilen ve hem alın (frontal) hem de şakak (temporal) loblarının bozulmaya uğradığı hastalıkla çıkar karşımıza. Beyin dokusunda kayıp yaşayan hastalar, gizli güdülerini denetleme becerisini kaybederek toplumsal kuralları sınırsız sayıda yoldan çiğneyebilirler; mağaza müdürlerinin gözü önünde eşya yürütme, ortalıkta soyunma, dur işaretlerinde geçme, uygunsuz zamanlarda bağıra bağıra şarkı söyleme, çöp bidonlarından yemek artığı toplayıp yeme, fiziksel saldırganlık ya da cinsel suçlar işleme gibi.
Alınacak ders bellidir; beyin kimyasında gerçekleşen çok küçük değişimler, davranışta çok büyük değişimlerle sonuçlanabilir.
ÖZGÜR İRADE SORUNU
Buna karşılık iş insanlara gelince, adli sistem bizim özgür iradeye sahip olduğumuz varsayımı üzerinden işler ve bizler de algılandığı biçimiyle bu özgürlük temelinde yargılanırız.
Hukuk sisteminin bakış açısıyla insanlar, eylemlerinde usavurumdan yararlanan birer varlıktır (“practical reasoner”). Nasıl davranacağımıza karar verirken bilinçli düşünür, kendi kararlarımızı kendimiz veririz. Bu nedenle hukuk sisteminin işleyişi içinde davacı yalnızca suç içeren bir eylemi işaret etmekle kalmayıp suçlu bir zihne de kanıt sunmalıdır. Ve zihni, vücudu denetlemekten alıkoyacak herhangi bir etken olmadığı sürece de, söz konusu kişi davranışlarından bütünüyle sorumludur.
Kim olduğumuz, ne de olsa geniş ve çapraşık biyolojik ağlarla belirlenmiştir; masaya dünyayı içine almaya hazır ve ucu açık kararlara varmakta özgür birer boş levha olarak oturmayız. (Her davranış öğrenme sonucu değildir, KG). Hatta, bilinçli siz’in (genetik siz ve nöral siz’e karşılık) harhangi bir karara gerçekte ne ölçüde imza attığınız bile açık değildir.
Ortalıkta bir seçimin söz konusu olup olmadığını bile söylemek zorken, insanları farklı davranışları için ne ölçüde ve nasıl suçlu sayabiliriz?
Yoksa tüm bunlara rağmen insanlar davranışlarıyla ilgili seçim şansına sahip midir? Sizi oluşturan bunca düzenek ve çarkın karşısında, kararlarınıza yön veren, size hiç durmadan yapılması gerekenleri fısıldayan, biyolojinizden bağımsız belli belirsiz bir içsel ses duyar mısınız yoksa? Ve bu da özgür irade dediğimiz şey değil midir?
Dilinizi çıkarmanızı, yüzünüzü buruşturmanızı ya da birine kötü sözler söylemenizi sağlayan şey, özgür iradeymiş gibi gelir size. Ama bu eylemlerin hiçbiri için özgür iradenin devreye girmesi gerekmez. İstemsiz hareketler ve yine istemsiz olarak çıkarılan seslerle kendini belli eden Tourette sendromunu ele alalım. Tourette sendromlu bir kişi dilini çıkarıp yüzünü buruşturup birine kötü sözler söyleyebilir; üstelik bunların hiçbiri onun seçimi değildir.
Tourette sendromuna özgü motor tikler ve uygunsuz ifadeler, özgür irade olarak adlandırdığımız süreçle üretilmemektedir. Dolayısıyla bir Tourette hastasından öğreneceğimiz iki şey vardır.
Birincisi, incelikli ve karmaşık edimler, özgür iradenin dışında da gerçekleşebilir. Bunun anlamı, kendimiz ya da bir başkasında karmaşık bir hareketi gözlemekle, bunun ardında özgür iradenin yattığı sonucuna varamayacağımızdır. İkincisi, Tourette hastasının, yaptığı şeyi yapmama; beyninin başka bölümlerinin verdiği kararı özgür iradeyle bastırma veya geçersiz kılma şansı yoktur. Özgür iradenin ve yapmama özgürlüğünün yokluğunda eksikliği duyulan şey “özgürlük”tür.
Karar verme özgürlüğünün olmaması, Tourette sendromuyla sınırlı değildir. Aynı duruma, istemli gibi göründüğü halde aslında istemsiz el, kol, bacak ve yüz hareketlerinin gözlendiği “psikojen” bozukluklarda da tanık oluruz.
Tourette sendromlular, psikojen bozukluk vakaları ve ayrık beyin hastaları gibi Kenneth’in öyküsü de, üst düzey davranışların özgür iradenin yokluğunda bile ortaya çıkabildiğini gösterir. Tıpkı kalp atımlarınız, göz kırpmanız ve yutkunmanız gibi zihinsel mekanizmalarınız da otomatik pilotla idare edilebilir.
Söyleyebildiğimiz kadarıyla, beyindeki bütün etkinlikler, son derece karmaşık ve her şeyin birbirine bağlandığı dev bir ağ yapısı içinde, yine beyindeki başka etkinliklerce yönlendirilir. Bu ister iyi bir şey olsun, ister kötü bir şey, sonuçta nöral etkinliğin kendisinden başka hiçbir şeye yer bırakmaz, yanimakina içinde bir hayalete (özgür irade, bilinç, KG) hiç yer yoktur.
Ancak beyinde, kendisi de ağın başka bölümlerince yönlendirilmeyen bir nokta göremiyoruz. Aksine, beynin her bir parçası diğer beyin parçalarına sıkı biçimde bağlı olup onlar tarafından yönlendirilmektedir. Bu ise hiçbir parçanın bağımsız, dolayısıyla da “özgür” olmadığına işaret eder. (Ama bilinç diye bir şey ortaya çıkıyor, spesifik olarak hiçbir yerde olmasa bile, KG)
Eylemin altında yatan neden bir genetik mutasyon; izlenemeyecek ölçüde küçük bir kanama ya da tümörden kaynaklanan küçük çapta bir beyin hasarı; sinirsel iletici ve hormon düzeylerindeki bir dengesizlik ya da bunların herhangi bir bileşimi olabilir. (Ayrıca bu dengesizlikler, hasarlar sadece eylem anında ortaya çıkıp sonra kaybolmuş da olabilirler, KG). Bu sorunlardan herhangi biri ya da hepsi birden, şimdiki teknolojilerle izlenemeyebilir. Ama izlenemeseler bile beyin işlevinde anormal davranışla sonuçlanacak değişimlere pekala neden olabilirler.
İşlediği suçtaki payına göre sıralanan insanlardan oluşan bir çizgi düşünün. Çizginin bir ucunda pedofil Alex ya da okul çocuklarına kendini teşhir eden frontotemporal demanslı bir hasta gibi kişiler var. Suç çizgisinin “sorumlu tutulabilir” tarafında ise, beyinleri nadiren incelenen ve şimdiki teknolojiylede zaten büyük olasılıkla fazla aydınlatılamayacak olan adi suçlular yer alır.
Maddde bağımlılarının da yelpazenin ortalarına yakın bir yerde durdukları düşünülür: Bağımlılığın biyolojik bir durum olduğu ve kimyasalların beyin devrelerinde değişimler yarattığı kabul edilse de, bağımlıların o ilk denemeyi yapmaktan sorumlu oldukları yönündeki yorumlar da sıkça çıkar karşımıza. (Kötü yaşantılar nedeniyle madde bağımlılığına yönelen kişiler de yaşantılara yol açan, göz yuman, kayıtsız kalan toplumun kurbanları olmuyor mu, KG).
Teknolojinin gelişmesiyle biz beyindeki sorunları daha iyi ölçebilir hale geldikçe, suç çizgisi de sağa doğru kayacaktır. Şu anda büyük beyin tümörlerini tespit edebiliyoruz ama yüz yıl içinde, davranışsal sorunlarla ilişkilendirebileceğimiz ve hayal bile edemeyeceğimiz küçüklükteki mikrodevre örüntülerini seçebilir hale gelmiş olacağız.
Singer’ın sözleriyle, “Bütün nedenleri belirleyemediğimiz sürece-ki bunu da olasılıkla hiçbir zaman yapamayacağız-herkes için anormal davranışlara temel oluşturacak bir nörobiyolojik gerekçe olduğunu kabul etmemiz gerekir.”
Bu tartışmanın sonucu, suçluları değerlendirirken, ellerinden bu şekilde davranmaktan başka bir şey gelmediğini her an akılda tutmak gerektiğidir.
Hapis süresi ve koşulları kana susamışlık ölçüsüne dayandırılmak zorunda olmayıp, yeniden suç işleme riskine göre ayarlanabilir.
Bir kere yargıç, kürsünün önündeduran beynin tarihini düşünmeyecektir. Acaba anne karnındayken bir gelişim bozukluğu mu yaşanmıştı? Anne hamilelikte kokain mi kullanmıştı? Davalı -, çocukluk döneminde şiddete maruz kalmış mıydı? Rahim içi testosteron düzeyleri normalin üzerinde miydi? Çocuk civaya maruz kalıp, şiddete eğilimini yüzde 2 arttıran küçük bir genetik değişiklik geçirmiş olabilir miydi? Bunlar ve benzeri yüzlerce başka etkenin sürekli bir etkileşim halinde olması sonucunda, yargıcın bunları birbirinden ayırıp suçtaki sorumluluğu belirleme çabası boşuna olacaktır. Bu nedenle yasal sistemin ileriye bakışlı olması zorunludur.
Ancak bu noktada, etik kaygılar gütmemizi gerektirmeyecek bir rehabitilasyon yöntemini gündeme getiren yeni bir çözüm önerebiliriz. Buna prefrontal egzersiz adını veriyoruz.
Güdüleri denetleme yetersizliği, tutsaklık sistemindeki çoğu suçlu için geçerli ve tipik olan bir özelliktir.Bu insanlar genelde doğru ve yanlış davranışları ayırt etmeyi bildikleri gibi, cezanın ciddiyetinin de farkındadırlar. Sorun güdülerini denetlemede gösterdikleri beceriksizliktir.
Öyleyse yeni rehabitilasyon stratejimiz, kısa dönemli devreleri bastırabilmesi için alın loblarına biraz talim yaptırmak olmalıdır.
Genç beyinlerle yetişkin beyinler arasındaki temel fark, alın loblarının gelişmişliğinde yatar. İnsanda prefrontal korteksin yirmili yılların başlarına kadar tümüyle gelişmemesi, dürtüsel ergen davranışlarının altında yatan temel nedendir. Alın lobu, bazen toplumsallaşmas organı olarak da nitelendirilir; çünkü toplumsallaşma dediğimiz olgu da, aslında en ilkel dürtülerimizi bastırmak için uygun devreleri geliştirmekten ibarettir.
Bütün kitap boyunca gördüğümüz gibi, insanlar sahneye aynı becerilerle donanmış olarak çıkmaz. Hem genetiği hem de kişisel tarihi, her insanın beynini farklı bir kalıba sokmuş durumdadır.
Ergenlik dönemini geride bırakmış ve zihinsel  geriliği olmayan bütün vatandaşların eşit olduğuna inanır gibi yapmanın hiçbir anlamı yoktur; çünkü değildirler. Farklı genler ve farklı deneyimler (kötü yaşantılardan, deneyimlerden toplum da sorumludur, KG) insanları dıştan olduğu kadar içten de farklı kılar.    
Burada geçerli olan düşünce, davranışın, yalnızca değiştirilebilir olduğunda cezalandırılması gerektiğidir.
Bazı insanlar, klasik koşullamaya (ceza ve ödül) daha iyi yanıt veren beyinlere sahipken diğerleri-psikoz, sosyopati, alın loblarında gelişim bozukluğu ya da başka sorunlardan dolayı-değişime direnç gösterir.
Hükümlü, ceza yoluyla istenen doğrultuda değiştirilemeyecekse, onu kapalı tutmak yeterlidir.
Sorumlu tutulabilirliğin yerini alması gereken sözcük ve kavram değiştirilebilirlik olmalıdır.
Değiştirecekse, onu cezaevine gönderin. Değiştiremeyecekse de suçluyu intikam değil, etkisiz hale getirme adına devletin yetkisine bırakın.
BEN KİMİM
Bütün bu vakalardan alınabilecek ders aynıdır: Beyninizin içinde bulunduğu koşullar, kim olduğunuz açısından merkezi önem taşır. Bütün arkadaşlarınızın tanıyıp sevdiği siz, beyninizdeki transistör ve vidalar yerli yerinde olmaksızın var olamaz.
Tüm bunlar, bizi çok temel olan bir soruya yöneltiyor: Biyolojimizden ayrı olan bir ruh taşıyor muyuz; yoksa umutlarımızı, özlemlerimizi, düşlerimizi, arzularımızı mekanik biçimde üreten son derece karmaşık bir biyolojik ağdan mı ibaretiz yalnızca?
Hatırlarsanız, eğer Y kromozomu taşıyorsanız, bir şiddet suçu işleme olasılığınızın yüzde 828 kez fazla olduğunu söylemiştik. Neden bütün erkekler birer suçluya dönüşmez? Bu soruya ancak genlerinizdeki bilginin tek başına davranış hakkında çok fazla şey söyleyemeyeceği yanıtını verebiliriz.
Sonuçlar maymun yavrularının yüzde 20’sinin toplumsal kaygı (anksiyete) yaşadığını gösteriyordu.
Bunları şimdilik kısa ve uzun formlar olarak adlandırırsak, genin kısa formuna sahip maymunlar öfke denetiminde başarısız olurken, uzun formu taşıyanlar normal davranış kontrolüne sahipti.
Ancak bu, hikayenin yalnızca bir kısmıydı. Bir maymunun kişiliğinin nasıl geliştiği, yaşadığı ortama da bağlıydı. Yavru maymunun yetişmesinin iki yolu vardı: Ya annesinin yanı başında (olumlu ortam koşulları) ya da akranlarıyla (güvensiz bağlılık ilişkileri) büyüyecekti.
Genin kısa formuna sahip maymunlar, akranlarıyla birlikte büyüdüklerinde saldırgan tipe dönüşüyor, ama annelerinin bakımı altında yetiştirildiklerinde sonuç çok daha olumlu olabiliyordu. Uzun gen formuna sahip maymunlarda ise yetişme koşulları pek bir şey değiştirmiyor gibiydi; maymunlar her iki duruma da uyum sağlayabiliyorlardı.
Nihai ürün, genetik ve çevrenin birleşiminin bir sonucudur.
Genin düşük derecelerde ifade edildiği grupta, davranış bozukluklarının ortaya çıkması ve bu çocukların ileride şiddet suçu işlemeleri olasılığı daha yüksekti. Ancak bu istenmeyen sonucun ortaya çıkma olasılığı çocukların tacize uğramış olmaları durumunda çok daha yüksekti.
Genin “iyi” versiyonunu taşıyanlar ise, çocuklukta şiddetli tacize uğramış olsalar bile bu, şiddet döngüsünü ille de tekrarlayacakları anlamına gelmiyordu.
Bu örnekler, kişiliği belirleyen nihai etkenin ne tek başına biyoloji ne de tek başına çevre olduğunu göstermektedir.
Bir önceki bölümde de gördüğümüz üzere, doğamızı da çevremizi de kendimiz seçmediğimiz gibi aralarındaki karmaşık etkileşimi de biz seçmeyiz. Bir genetik şablonu miras almış ve bizi biçimlendirecek olan ilk yıllarda hiçbir seçim hakkımızın olmadığı bir dünyaya doğmuşuzdur.
Bunlar seçim değil, elimize gelen kartlardır.Bundan önceki bölümde vurgulanan nokta, bu koşullar altında insanların suçlarından hangi oranda sorumlu olduğunu belirlemenin güçlüğüydü.
1 note · View note
benimpencerelerim · 5 months ago
Text
BILGI YANILSAMASI
BİLGİ YANILSAMASI
Sonuç olarak çoğunlukla kendimize aşırı güveniriz ve hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz şeylerde haklı olduğumuzdan emin oluruz.
Düşüncenin işlevi belki de dünyayı temsil etmektir; kafamızın içinde dünyanın gerçekte olduğu haline kritik bir şekilde karşılık gelen bir modelini oluşturmaktır.
Düşünce eylem içindir. Düşünmek etkili bir şekilde hareket etme yeteneğinin bir uzantısı olarak hedeflerimize ulaşmak için gerekli olanı daha iyi yapabilmemiz için evrimleşmiştir. Düşünce, her bir eylemin etkilerini tahmin ederek ve geçmişte farklı eylemler gerçekleştirseydik dünyanın nasıl olacağını hayal ederek bir dizi olası eylem arasından seçim yapmamıza olanak verir.
Evrim, hayatta kalmalarını en iyi şekilde destekleyen eylemleri gerçekleştiren organizmaları seçmiştir.
Bilgiyi işleyebilen zihinsel beceriler, belli bir durumda uygun eylemi saptamada en iyi araçlardır.
İnsanların dünyanın işleyiş biçimi üzerine, nedensellik üzerine muhakemede uzmanlaştıklarını göreceğiz. Eylemin etkilerini tahmin etmek, nedenlerin nasıl etki yarattığı üzerine muhakeme etmeyi gerektirir, bir şeyin neden meydana geldiğini anlamak ise hangi nedenlerin bir etki yaratmasının muhtemel olduğu üzerine muhakemeyi gerektirir.
Bizler hem ileriye hem de geriye doğru muhakeme ederiz. İleriye doğru muhakeme nedenlerin nasıl sonuç yaratacağını düşünmektir. Geriye doğru muhakeme sonuçlardan nedenlere doğru muhakemedir.
Nedensellik, en iyi eylemleri seçmek için bu kadar kritikse bireyler neden dünyanın nasıl işlediğine dair bu kadar az ayrıntılı bilgiye sahiptirler? Çünkü düşünce, sadece ihtiyaç duyduğu şeyi ayıklayıp çıkarmak ve diğer her şeyi filtrelemede uzmandır.
Etkili bir şekilde eylemde bulunmak için ayrıntıları belleğe almak çoğunlukla gereksizdir; genellikle ihtiyacımız olan tek şey büyük resimdir.
Zihin, her bir nesne veya durum hakkındaki ayrıntıları edinecek şekilde gelişmemiştir. Deneyimlerimizden öğrenerek yeni nesneler ve durumlar hakkında genelleme yapabiliriz. Yeni bir bağlamda eylemde bulunabilmek yüzeysel detayları bilmeyi değil, sadece dünyanın işleyiş biçimindeki derin düzeni anlamayı gerektirir.
Kendi kafamızın içinde ve başkalarının kafalarının içinde ne olduğunu ayırt edemememiz şaşırtıcı değildir çünkü genellikle, belki de her zaman her ikisini de içeren şeyler yaparız.
Katılımcıların anladıkları hissinin bir kısmı başkalarının anladığı bilgiden kaynaklanmaktadır.
Bilgi yanılsaması halinde yaşıyoruz çünkü kafalarımızın içi ile dışı arasındaki ayrımı doğru bir şekilde yapamıyoruz. Bunu yapamıyoruz çünkü keskin bir ayrım yok. Bu yüzden de çoğunlukla ne bilmediğimizi bilmiyoruz.
Kafalarımızın içindeki bilgiyi, erişebildiğimiz bilgilerle karıştırdığımızdan ne kadar az anladığımızın farkında olmayız. Gerçekte anladığımızdan daha fazlasını anladığımıza inanarak yaşıyoruz.
Bilgi yanılsaması, bir bilgi topluluğunda yaşadığımız ve kafamızın içindeki bilgiyi dışındaki bilgiden ayırt edemediğimiz için gerçekleşir. Şeylerin nasıl işlediğine dair bilginin kafamızın içinde olduğunu düşünürüz, oysa aslında bir çoğunu çevreden ve diğer insanlardan ediniriz.
İnsanlar karmaşıklığı anlamak yerine bir veya daha fazla sosyal dogmaya bağlı kalma eğilimindedir. Bilgimiz başkalarının bilgisiyle iç içe geçmiş olduğundan, topluluk bizim inançlarımızı ve tutumlarımızı şekillendirir.
Kahan, tutumlarımızın rasyonel ve bağımsız bir kanıt değerlendirmesine dayanmadığını savunur. Çünkü inançlarımız, istediğimiz zaman alıp istemediğimiz zaman bırakabileceğimiz veri parçaları değildir. Aksine inançlar diğer inançlarla, paylaşılan kültürel değerlerle ve kimliklerimizle iç içedir. Bir inancı bırakmak çoğu zaman diğer inançların bir çoğunu bırakmak, topluluklarımızı terk etmek, güvendiğimiz ve sevdiğimiz kişilere karşı çıkmak ve kısacakimliklerimize meydan okumak anlamına gelir.
Açıklayıcı derinlik yanılsamasının esası budur. Bir şeyi açıklamaya çalışmadan önce, insanlar makul düzeyde bir anlayışa sahip olduklarını düşünürler, açıkladıktan sonra ise böyle düşünmezler.
Bir politikanın nasıl işlediğini açıklama girişiminin, katılımcılarımızda konuyu anladıkları algısında bir azalmaya neden olmakla kalmayıp aynı zamanda görüşlerindeki aşırılığı da azalttığını bulduk.
Görünüşe göre güçlü ahlaki tepkiler neden gerektirmez. Güçlü siyasi görüşler de. Bazen bir politikanın sonuçlarını anlayıp anlamamanız önemli değildir. Bu tür tutumlar nedensel analize dayanmaz. Önemli olan politikanın yücelttiği değerlerdir.
Açıklayıcı derinlik yanılsamasının parçalanmasının kutuplaşmayı azaltacağını çünkü insanların bir politikanın sonuçlarını sandıkları kadar anlamadıklarını fark edeceklerini ve bunun aşırı bir görüşü savunnmalarında duraksamaya neden olacağını ele aldık. Ancak insanların görüşleri sonuçcu değilse ve kutsal değerlere dayanıyorsa yanılsamanın parçalanması önemli olmayacaktır.
Siyasi görüşlerin savunucuları, çoğu zaman cehaletlerini gizlemek ve uzlaşmayı engellemek için çoğu insanın sonuçcu olarak gördüğü (baktığı) politikalara, değerlere dayalı anlamlar yükler.
Bir tutum kutsal bir değere dayandığında, sonuçların önemli olmadığı, ikna sanatında usta olan insanlar tarafından binlerce yıldır bilinen bir sırdır.
Bu satırlar başta AKP seçmeninin olmak üzere bütün seçmenlerin ve toplumun tutumlarına ışık tutuyor. Son cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde faiz düşürme işlemlerine eşlik eden nas söylemi de özellikle AKP seçmeninin kutsal değerlere dayalı zaaflarını sömüren bir planın ana düşüncesiydi.
Bir toplumun bu tür değerlere ve özellikle kutsal değerlere dayalı söylemler tuzaklarına düşmemesi için gerekenler önce kutsal değerlerin sayısının azaltılması, daha da önemlisi toplumu oluşturan bireylerin nedensel açıklama yapma kabiliyeti ve bilgi düzeyinin arttırılmasıdır. Bu son noktayı düzeltmenin yolu da analitik becerileri keskinleştiren güçlü bir eğitim sisteminden geçmektedir.
Doğrudan vatandaşlarca oylanan halk oylamalarına eleştirilerin birçok nedeni vardır. Temel kaygımız, bu tür oylamaların bilgi yanılsaması gerçeğini göz ardı etmesidir. Her vatandaşa oy hakkı vermek, uzmanlığın kitlelerin bilgeliğinin dayandığı iyi kararlara olan katkısını hiçe sayabilir.
Bu örnek, doğrudan demokrasinin de diğer yönetim biçimleri gibi manipülasyona karşı savunmasız olduğunu göstermektedir.
İnsanların yanılsamalarını ortaya çıkarmak onları üzebilir. Bir kişiden aslında anlamadıkları bir politikayı açıklamasını istemenin o kişiyle olan ilişkimizi geliştirmeyeceğini de bulduk. Genellikle o konuyu artık tartışmak istemediler (aslında çoğunlukla bizimle de tekrar konuşmak istemediler).
Mesela AKP’nin sayısız saçma ve akıl dışı uygulamalarını destekleyen bir AKP seçmeninden bu konuda nedensel açıklama istesek ve bunun sonucunda o seçmen o konuda bilgisiz olduğunun farkına varsa ve o konuda yumuşasa bile ondan sonra sizinle tartyışmaya devam etmek istemeyecektir. Böylece bir AKP seçmenini ikna etmek için çaba harcamanız kendiliğinden sonlanacaktır.
Bu durumda, yani toplumun mevcut durumunda CHP gibi muhalefet partilerinin nedensel açıklama girişimleri de büyük olasılıkla AKP seçmeni tarafından onaylanmayacak veya başta onaylansa bile daha sonra izlenmez olacaktır. Toplumun eğitimle tamirinden başka bir çare görünmemektedir ve bu da kısa vadede olacak bir iş değildir.
Birçok konuda olduğu gibi siyasi görüşlerde de bilgi yanılsaması kavramı etkili oluyor. İnsanlar bir görüşe farklı nedenler, değerler ve bağlı olduğu topluluk yani mahallesi nedeniyle bağlanıyor ve bu görüşleri nedensel olarak çok fazla anlamadan doğru kabul ediyorlar. Bu görüşler konusunda nedensel açıklamalar yapmaları istendiğinde insanlar ilgili konulardaki bilgisizliklerinin farkına varıyor ve yumuşuyorlar. Bu durum her görüşten insan ve her türlü tartışma için geçerli.
Tabii sol düşünceye sahip insanlar için de geçerli bu. Solun insanlar için muhteşem iyi kalpli idealleri yani değerleri var, ellerindeki programlar ve politikalar bu idealleri gerçekleştirmek için yeterli olmasa da (nedensel açıklamaya sahip olmadıkları için) sol düşünceleri desteklemeye devam edeceklerdir.
Tabii sağ görüşlü kesime göre daha çok okuyan ve daha bilgili olan sol düşünceli insanlar sağ alternatifleri de (tek taraflı da olsa) bildikleri için kendilerinden daha emin olacaklardır. Ama sağ düşünceleri, felsefeleri ve ekonomik sistemleri soldan bilmek yeterli değildir, çünkü tek taraflıdır ve kuram yüklüdür, yani sol paradigmadan süzülmüş bilgilerdir bunlar ve gerçeğin çarpıtılmış bir halini içermektedir. Bu sağlıksız bilgilere dayanarak karar vermek doğru olmaz.
0 notes
benimpencerelerim · 8 months ago
Text
DARON ACEMOGLU NOBEL II
Acemoğlu’nun öncülüğünü yaptığı çalışmalar, iktisatta “yeni” kurumsal ekol olarak biliniyor. Kurumsal iktisat, ilk kez 19. Yüzyıl sonu, 20. Yüzyıl başında Thorstein Veblen tarafından geliştirilmiş ve anaakım, Neoklasik iktisada yöneltilen en önemli eleştirilerden birisi olarak kendisini göstermişti. Veblen’in özellikle Neoklasik “rasyonel” insan tasarımını, “zevk ve acının, şimşek gibi çakan bir hesaplayıcısı”[xiv] olarak nitelemesi ve bu “insanın” kurumlarla olan ilişki ve etkileşimlerinin, giderek kurumların ortaya çıkma sürecinin tümüyle gözardı edildiği biçimindeki eleştirisi, hâlâ geçerli olan güçlü bir eleştiri. Ne var ki, 1990’larda Douglas North’un[xv] öncülüğünü yaptığı “Yeni Kurumsal” iktisat, Veblen’in bu eleştirilerini bir kenara bırakıp, kurumların gelişim sürecini tümüyle bireysel rasyonel tercihlerin ve teşviklerin bir sonucu olarak açıklamaya yöneliyor. Bu “yeni”, Neoklasik kurumsalcılık, dolayısıyla, kurumların gelişim sürecinin karmaşıklığını gözardı ederek meseleyi tümüyle rasyonel seçimlerin sonucu olarak ele alma eğiliminde. Acemoğlu, bu geleneği devam ettiriyor; yine de North’un kurumsalcılığından farklı yönleri de var.[xvi] Yine de temel yöntembilgisel sorunlar aynı. Öncelikle, bu çalışmalarda “kurum” teriminin içeriğinin ne olduğu çok iyi açıklanır görünmüyor. Daha çok kurallar bütünü olarak görülen kurumlar, bir “açıklayan” (explanan) olarak sunulsa da, aslında kendileri açıklanmaya muhtaç (explanandum). Örneğin McCloskey[xvii], “kurum” terimini, “çok bol dikilen” bir elbiseye benzetiyor;[xviii] bu yüzden de aslında kendi kendini açıklar görünen bir “totolojiye” dönüşen bir kavram bu. Her ne kadar McCloskey kurum yerine “düşüncelerin” (özellikle Liberal düşüncenin) daha iyi bir açıklama olduğunu ileri sürse de, aynı sorun onun için de geçerli tabii. Düşüncelerle eylem arasındaki etkileşimi dikkate almamak her iki yaklaşımın da temel sorunu.
Böyle bir bakış açısı, yukarıda dile getirildiği gibi, toplumsal karmaşıklığını, en önemlisi de düşünce, eylem ve sosyal yapı ve kurumların kendilerini yeniden üretim sürecini dikkate almıyor görünüyor. Örneğin sosyolog Anthony Giddens, Toplumun Kuruluşu[xix] kitabında, sosyal sistemlerin, ancak zaman ve mekân boyunca kronik biçimde yeniden üretilen sosyal eylem biçimleri olarak ortaya çıktığını, sosyal etkinliklerin geniş zaman-mekân dilimleri boyunca “uzaması” sürecinin, kurumların anlaşılmasında esas olduğunu belirtiyor (s. 10). Ona göre, toplumsal bütünlüklerin yeniden üretimini sağlayan, derinlemesine yerleşik yapısal ilkelerin ortaya çıkardığı sosyal kurumlar, bu tür bütünlükler içerisindeki, en yüksek zaman-mekân uzantısına sahip pratikler diye görülmelidir (s. 17). Giddens’ın (ve Roy Bhaskar’ın) “Toplumsal Etkinliğin Yapısal Modeli” adını verdiği modelde (s. 5), sosyal yapılar (ve kurumlar) bir yandan eylemin, “farkında olunmayan” koşullarını oluştururken diğer yandan da bu eylemlerin “niyetlenilmemiş sonuçları”[xx] olarak anlaşılmalıdır. Başka deyişle eylem, hem bu yapıları varsayar hem de onlar tarafından kısıtlanır. Sosyal yapı ve kurumların yeniden üretim süreci, dolayısıyla son derece karmaşıktır. Bu bakımdan Acemoğlu’na ve genel olarak Yeni Kurumsal iktisada yöneltilen, kurumların anlaşılmasındaki zayıflık eleştirisi, çok da temelsiz görünmemektedir. Bu yaklaşımda kurumlar, daha çok bir “sosyal mühendislik” eseri olarak “tasarlanan” ve uygulanan kurallar manzumesi olarak görülmekte, bu da sözü edilen etkileşimlerin, özellikle de, sosyal bilimlerin en önemli sorunlarından olan “niyetli eylemin niyetlenilmemiş sonuçları” hipotezinin tümüyle gözardı edilmesi demeye gelmektedir. Kurumları tümüyle isteğe bağlı, (genellikle devlet tarafından) tasarlanmış kurallar olarak görmek, toplumdaki farklı birey, kesim ve tabakalar arasındaki etkileşim ve çatışmalar ile bunların yarattığı dengesizlik ve istikrarsızlık süreçlerinin son derece yüzeysel bir biçimde ele alınması sonucunu verecektir. Bu da aslında Karl Polanyi’nin uyarısının ne kadar yerinde olduğunu bize gösteriyor: “Bir toplumun yalnızca insanların isteği ve iradesiyle biçimlendirilebileceğini varsaymak, bir yanılsamadır.”[xxi]
Teknoloji ve toplumsal etkileri
Daron Acemoğlu, kurumlarla ilgili çalışmalarının yanısıra, teknolojik gelişmenin etkileri konusunuda öteden beri yazan, bu konuda uyarılarda bulunmaktan geri kalmayan bir iktisatçı. Onun, Simon Johnson ile birlikte yazdığı son Güç ve İlerleme[xxii] kitabı (2023), bu konuda son zamanlarda yazılan en önemli kitaplardan birisi. Kitap daha çok, Yapay Zekâ (YZ) ve yaratacağı iktisadi, politik ve sosyal sonuçları tartışıyor. Kitabın değerlendirmesini daha önce GazeteBilim’de yaptığım için[xxiii] ana noktalara değinmek yeterli olacaktır.
Kitabın genelinde, Yapay Zekânın gelişimi, daha çok teknolojik gelişim bağlamında ele alınarak, bu gelişmelerin iktisadi etkileri tartışılıyor. Burada ortaya konan görüşlerin yeni olmadığı, hem Ricardo’nun hem de Marx’ın görüşlerinin sürdürülmesi niteliğinde olduğunu söylemek mümkün. Kitapta ayrıca, teknolojinin insan özgürlüğü bakımdan yaratacağı sorun ve tehditler de tartışılıyor. Bunun dışanda, çağdaş kapitalizmin tekelleşme eğiliminin Yapay Zekânın gelişimi ile daha önemlisi demokrasi ve insan özgürlüğünün geliştirilmesi bakımından yaratabileceği tehditler de kitabın üzerinde durduğu noktalar arasında. Kitap, yazarların “YZ Yanılsaması” dedikleri “teknoloji fetişizminin” ve “mistifikasyonunun” iyi bir tartışmasını veriyor: Teknolojinin ve YZ’nin üretkenliği artırmadığı, yeni iş  alanları yaratmadığını, bunun da temel nedeninin, YZ’nin gelişiminin sosyal yararları gözetilmeden tümüyle kâr hırsının işleyişine bırakıldığını, bunun da hem eşitsizlikleri artırdığını (ve yoksulların seslerinin iyice kısılmasını) beraberinde getirmesi, giderek demokrasinin büyük iş aleminin manipülasyonuna daha çok maruz bırakılarak otoriter eğilimlerin artmasına yol açtığını ikna edici bir biçimde anlatıyor. Bu konuda yazarların önerileri de, Acemoğlu’nun özellikle pandeminin ardından söz ettiği türden bir tür “refah devleti” anlayışı. Yazarlara göre “ilerici” reformlar gerekli; bunlar üç bakımdan önemli: İlkin, YZ’nin etkilerine ilişkin yeni bir anlatı biçiminin ve alternatif düşünüş biçimlerinin geliştirilmesi (kullandıkları örnek küresel ısınma retoriğinin gelişimi); ikincisi, YZ’nin yıkıcı etkilerine karşı güçlerin oluşturulmasının gerekliliği ve üçüncüsü de “ilericilerin” yeni bir anlatı, araştırma ajandası ve uzmanlık yoluyla politika önerilerini ortaya koymasının gerekliliği (ve tabii kendi önerileri de var bu konuda; devletin sürecin bir parçası olması yoluyla teknolojinin gelişiminin “iyiye” doğru yönlendirilmeye çalışılması ve teknoloji eğitiminin toplumun geneline yaygınlaştırılarak denetiminin artmasının sağlanması). Bu üç nokta bence de son derece önemli. Ne yazık ki, Neoliberalizmin iyice saldırganlaştığı günümüzde, bu önerilerin ne kadarının hayata geçirileceği ya da böyle bir isteğin olup olmadığı, hatta kapitalizm içinde bunların nasıl sağlanacağı sorunları ortada dursa da, en azından teknolojinin kendiliğinden toplum yararını sağlayacağı, bunun da en iyi piyasa tarafından gerçekleştirileceği görüşünün yanlışlığı ve teknolojik gelişimin toplum tarafından denetlenmesi gerektiği görüşleri gerçekten de okunup tartışılması gereken öneriler.
Bu kitapta aslında, Acemoğlu’nun, pandeminin etkilerine ilişkin daha önce türettiği senaryolar sunuluyor. Acemoğlu ünlü bir yazısında, pandemi sonrasına ilişkin dört olası senaryodan sözediyordu.[xxiv] İlk senaryo, “işlerin eskisi gibi” yürümesi. Ancak bu kötü bir senaryo, çünkü pandemi öncesinde başarısızlıkları ortaya çıkan sosyal ve politik kurumların sürdürülmesi ile iktisadi ve sosyal eşitsizliklerin daha da artışıyla kutuplaşmaların ağırlaşması ve kamu güveninin ortadan kalkmasıyla demokratik yapının aşınmasını öngörüyor. İkinci olası senaryo “Çin tipi,” yani daha otoriter ve sosyal kontrolün ağırlıklı olduğu bir tür “Beijing uzlaşısı”, ki bu da demokrasi açısından iyi bir haber olmayacak. Üçüncü yol, teknolojinin egemen olduğu bir tür “dijital serflik”; özellikle merkezi hükümetin etkin olmayan yönetiminin yerini dijital teknolojiye egemen Apple ve Google gibi büyük şirketlerin, topladıkları kişisel bilgiler ve sahip oldukları manipülasyon olanakları yoluyla artan egemenlik ve sosyal kontrollerine bıraktığı bir senaryo bu. Nihayet, dördüncü, en kabul edilebilir senaryo olan “Refah Devleti 3.0” senaryosu. İlk Refah Devleti uygulaması olan ve 1960’lara kadar süren “New Deal”, ardından, yazara göre, 1980’lerde Reagan ve Thatcher ile kendini gösteren[xxv] (?), daha az etkili “Refah Devleti 2.0”, yerini daha etkin olan, harcama, regülasyon, nakit yönetimi ve öteki müdahaleler yoluyla etkili olan yeni bir düzenlemeye bırakabilir. Bu son senaryonun Çin-tipi senaryodan en önemli farkı, devletin güçlenmesiyle birlikte, bu gücü denetleyebilecek ölçüde güçlenecek demokratik kurumlar ile politik katılım mekanizmaları yoluyla daha hesap verebilir bir Refah Devleti düzenlemesinin ortaya çıkması olacak.
Bu görüşler aslında Acemoğlu’nun, zaman zaman sunulduğu kadar “liberal” olmadığını da gösteriyor.[xxvi] Kişilik olarak aslında çevresindeki (Türkiye ve Dünya) sorunlara ve insan özgürlüğü sorunlarına kayıtsız kalmayan, hatta Boğaziçi örneği ve “Barış Akademisyenleri”ni destekleyici tavrından da anlaşılabileceği gibi, samimi ve dürüst bir insan olduğu izlenimini veren Acemoğlu’nun iktisat konusundaki katkıları da, küçümsenmemesi gereken, okunması ve tartışılması önemli olan katkılar gerçekten. Kendi adıma iktisadi görüşlerine çok sıcak bakmasam da yaşanan sorunlara çözüm bulma çabalarının, her zaman takdirimi kazandığını söylemek zorundayım. Bu yüzden Acemoğlu’nun yazılarını okuyup üzerinde düşünmek ve eleştiri süzgecinden geçirmek, geleceğe yönelik olarak ufkumuzu da açabilen nitelikte bir çaba olabilir. 
Notlar
[i] https://www.nobelprize.org/prizes/economic-sciences/2024/press-release/
[ii] Daron Acemoglu, Simon Johnson ve James A. Robinson (2001), “The Colonial Origins of Comparative Development: An Empirical Investigation,” The American Economic Review Aralık, ss. 1369-1401 (bundan böyle AJR, 2001).
[iii] Acemoğlu ve Robinson, Economic Origins of Dictatorship and Democracy, Cambridge University Press, 2006. (AR, 2006).
[iv] Acemoğlu ve Robinson, Why Nations Fail, Crown Publishers, 2012 (AR, 2012).
[v] Acemoğlu ve Robinson, The Narrow Corridor: States, Societies, and the Fate of Liberty, Penguin, 2019 (AR, 2019).
[vi] McCloskey, “A Statist Nobel” https://deirdremccloskey.org. Dünya tarihinin “Burjuva Etiği” tarafından biçimlendirilmiş olduğu iddiasını taşıyan devasa üçlemeyi [Bourgeois Dignity: Why Economics Can’t Explain the Modern World (2010), Bourgeois Equality: How Ideas, Not Capital or Institutions, Enriched the World (2016), Why Liberalism Works: How True Liberal Values Produce a Freer, More Equal, Prosperous World for All (2019)] yazan McCloskey’in, ödülü kendisine layık görüyor olması da olası. Burada akademik bir kıskançlıktan çok, ideolojik bir farklılık olduğu da açık; McCloskey, düşüncelerin kurumlardan daha önemli olduğunu ileri sürüyor. Yine de aşağıda tartışılacağı gibi, o da tıpkı Acemoğlu gibi “Büyük Tarih – Big History” peşinde olduğundan, onun görüşleri de çok farklı görülmeyebilir.
[vii] Max Bodach, “Big History, False Future,” https://www.athwart.org/big-history-false-future-graeber-wengrow-dawn/. 
[viii] Bu konuda ilginç bir örnek için bkz. Richard Baldwin, Büyük Yakınsama: Bilgi Teknolojisi ve Yeni Küreselleşme, Ankara: Efil Yayınevi, 2021.
[ix] Cornell Fleischer, Cemal Kafadar ve Sanjay Subrahmanyam, “How to Write Fake Global History,”https://oajournals.fupress.net/index.php/cromohs/debate. 
[x] Willard van Orman Quine, “Two Dogmas of Empiricism,” From a Logical Point of View, gözden geçirilmiş ikinci baskı, Harvard University Press, 1980, s. 20-46.
[xi] Acemoğlu ve arkadaşlarına yöneltilen bir eleştirinin de “ters nedensellik” (reverse causality) olması bu bakımdan ilginç.
[xii] Marx ve Engels, Selected Correspondences, Progress Publisher, 3rd basım, 1975, s. 293-294
[xiii] L. Althusser, For Marx, New York: Pantheon Books, 1969, s. 100-101. Althusser, “son kertede” ekonomik olanın belirleyici olduğunu vurgularken, “son kertenin yalnız saati hiçbir zaman gelmez” demeyi de ihmal etmiyor.
[xiv] Thorstein Veblen, (1898), “Why is Economics Not an Evolutionary Science,” The Quarterly Journal of Economics , cilt 12, No. 4 (Temmuz  1898), ss. 373-397; s. 389.
[xv] Douglas North, Institution, Institutional Change and Economic Performances, Cambridge University Press, 1990. “Eski” ve “Yeni” Kurumsal iktisat arasındaki fark ve benzerlikler için bkz. Malcolm Rutherford, “Institutional Economics: Then and Now,” Journal of Economic Perspectives, cilt 15, sayı 3, Yaz 2001, s. 173–194.
[xvi] Bu yüzden de bu yaklaşım belki de “yeni-yeni kurumsalcılık” olarak anılmayı da hakediyor
[xvii] Deirdre Nansen McCloskey, “Institutions Are Not Fundamental,” https://deirdremccloskey.org.
[xviii] İçine herşeyin tıkılabileceği “bohça”, daha iyi bir benzetme olabilir.
[xix] Anthony Giddens, The Constitution of Society, London: Polity, 1984 (Türkçe çevirisi: Toplumun Kuruluşu, Hüseyin Özel (çev.), Ankara: Bilim ve Sanat, 1999)
[xx] Kavramın sosyal bilim yöntemi bakımından önemi için bkz. Hüseyin Özel, “İktisat ve Sosyal Teoride ‘Görünmez El’ Eğretilemesi’, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 42, Sayı 2, Haziran 2009, s. 45-65. https://ammeidaresi.hacibayram.edu.tr/ArticleRead?id=0f2c9a93-eea6-f38f-abb3-acb1c31488c6.
[xxi] Karl Polanyi, Great Transformation, 1944, s. 258.
[xxii] Daron Acemoğlu ve Simon Johnson, Power and Progress: Our Thousand-Year Struggle Over Technology and Prosperity, PublicAffairs, 2023.
[xxiii] Hüseyin Özel, “Yapay Zekanın İktisadi ve Sosyal Etkileri”, https://gazetebilim.com.tr/yapay-zekanin-iktisadi-ve-sosyal-etkileri/.
[xxiv] Daron Acemoğlu, “The Post-COVID State,”
https://www.project-syndicate.org/onpoint/four-possible-trajectories-after-covid19-daron-acemoglu-2020-06.
[xxv] Böyle bir niteleme, “Neoliberal Refah Devleti” gibi bir “oksimoron” anlamına da geliyor aslında.
[xxvi] Tabii, Acemoğlu’nun geliştirdiği teorik yapının neoklasik iktisada dayanan liberal bir insan ve toplum tasarımını güçlendirmeye yönelmesi, ayrıca tartışılacak bir sorun.
0 notes
benimpencerelerim · 8 months ago
Text
DARON ACEMOGLU 2024 NOBEL
İktisat
2024 Nobel Ödülü ve Daron Acemoğlu
Yazar: Hüseyin Özel Yayın Tarihi: 16 Ekim 2024 26 Dakikalık Okuma
Paylaş
Tumblr media
Sosyal yapı ve kurumların yeniden üretim süreci, son derece karmaşıktır. Bu bakımdan Acemoğlu’na ve genel olarak Yeni Kurumsal iktisada yöneltilen, kurumların anlaşılmasındaki zayıflık eleştirisi, çok da temelsiz görünmemektedir.
Demokrasi ve özgürlüğün ölçüsü olarak A.B.D. ve İngiltere’nin örnek gösterildiği, Batı tipi bir liberal modelin öneriliyor olması yeterince sorunlu. Bu da her durumda Acemoğlu, Johnson ve Robinson’ın Nobel’e layık görülmesinin ardındaki ideolojik yönelimi de açıklar görünüyor. 
İçindekiler
Kurumlar ve iktisadi etkileriTeknoloji ve toplumsal etkileri
Bilindiği gibi, 2024 Nobel İktisat Ödülü, ülkemizin ve dünyanın en önemli iktisatçıları arasında olan Kamer Daron Acemoğlu ve birlikte çalıştığı bilim insanlarına (Simon Johnson ve James Robinson) verildi. Özellikle Acemoğlu’nun bu ödüle layık görülmesi şaşırtıcı değil, çünkü Nobel alacağı, iktisat çevrelerinde bir süredir tahmin edilen bir durumdu; yalnızca ne zaman olacağı belli değildi. Bundan Acemoğlu’nun ödülü haketmediği anlamı çıkarılmamalıdır, çünkü kendisi gerçekten de, makroiktisat, büyüme ve kalkınma, teknolojik gelişmelerin etkileri, oyun teorisi gibi iktisadın birçok alanında yetkinlikle kalem oynatan, her yazısıyla yeni açılımlar ve düşünceler ortaya koyabilen, son derece üretken bir iktisatçı. 2005 yılında Amerikan İktisatçılar Birliği tarafından 40 yaş altı iktisatçılara, yaptıkları önemli katkılar için verilen prestijli John Bates Clark madalyasını almış olması, onun iktisatçı olarak yetkinliğini ortaya koymaya yeter. Hatta, aldığı Nobel Ödülü’nün, görünen o ki, daha çok (yeni) kurumsal iktisada getirdiği katkılar yüzünden olması, neredeyse bir haksızlık olarak değerlendirilebilir.
Kurumlar ve iktisadi etkileri
İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, 2024 Nobel İktisat Ödülü’nün sunuşunda şöyle diyor:
“Bu yılın İktisadi Bilimlerdeki ödül sahipleri – Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson – sosyal kurumların bir ülkenin refahı için ne kadar önemli olduğunu ortaya koydular. Hukukun zayıf olduğu ve ülke nüfusunu sömüren kurumların bulunduğu toplumlar, büyümeyi yaratamaz ya da daha iyiye götüremez. Ödül sahiplerinin araştırmaları, bunun neden böyle olduğunu anlamamızı sağlıyor.”[i]
Öyle görünüyor ki, bu üç bilim insanı (sosyal medyadaki yaygın kısaltmayı kullanırsak, AJR), daha çok ortak yayınladıkları bir makale ve bu makalenin yol açtığı üç (ya da dört) önemli kitap için Nobel Ödülü’ne layık görülmüşler. 2001’de American Economic Review’de yayınlanan, “Karşılaştırmalı Gelişmenin Sömürge Kökenleri: Ampirik bir Çalışma”[ii] başlıklı bu ünlü makalede geliştirilen düşünceler, yazarların daha sonra yaptıkları çalışmaların ve yazdıkları kitapların temelini oluşturuyor görünüyor. Bu kitaplar, Diktatörlük ve Demokrasinin İktisadi Kökenleri (Acemoğlu ve Robinson, 2006), Ulusların Düşüşü (Acemoğlu ve Robinson, 2012), Dar Koridor (Acemoğlu ve Robinson, 2019) ve Güç ve İlerleme (Acemoğlu ve Johnson, 2023). Daha çok teknolojik gelişme ve Yapay Zekâ üzerine olan son kitap bir yana bırakıldığında, sözü edilen üç kitabın birbirinin devamı olduğunu, bu kitapların da aslında sözü edilen makalede ortaya konan düşüncelerin içermelerinin ortaya konmasına yöneldiğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
Tumblr media
olarak sunulmaktadır. Makalede bu hipotez ampirik teste tabi tutularak “doğrulanıyor”. Bu makalenin en önemli yanlarından birisi de aslında bu; yalnızca “sözel” bir argüman geliştirmek yerine, matematiksel ve ekonometrik teknikler kullanarak, kurumların iktisadi gelişmedeki önemi ortaya konuyor. Bu da aslında, her ne kadar kendi başına yeni bir yaklaşım olmasa da, ele alınan konu ve elde edilen sonuçlar itibarıyle, yeni bir “araştırma programının” çerçevesinin çizilmesi bakımından, en azından Nobel Komitesi’ne göre, önemli görünüyor. Bu makalenin ardından gelen çalışmalar da, özellikle Daron Acemoğlu’nun yazdığı makaleler ve yazımına katıldığı makaleler, bu yeni “araştırma programının” hem çerçevesinin hem de temel doğrultusunun ortaya konması bakımından oldukça önemli.
Yazarlar bu makalenin sonunda, eksiklikler olarak, özellikle kurumların, içeriklerinin çok belli olmadığı “kara kutular” olarak algılandığını, kurumların sömürülme riskini azaltma yollarının açık olmadığını, gelir artışı konusunda önemli olsalar da, bu tür kurumların geliştirilmesi konusundaki adımların ne olduğunun belli olmadığı, sömürülme riski, mülkiyet haklarının uygulanması ya da hukukun üstünlüğü konularında daha fazla araştırma yapılması gerektiğini söylüyor. Zaten sonraki çalışmalar da bu eksikliklerin giderilmesine yönelik görünüyor. Diğer kitaplarda geliştirilen kavramsal çerçeve ve temel hipotezler de, bu bakımdan bir bütünlük oluşturuyor. Örneğin Demokrasi ve Diktatörlüğün Ekonomik Kökenleri[iii] kitabında, kendi yaklaşımlarının “oyun teorisi” bağlamında, politik tavırları belirleyen iktisadi teşviklere ağırlık verdiğini, farklı grup ya da sınıflar arasında çatışan çıkarların yarattığı çatışmanın önemli olduğunu, politik kurumların, meşru politik gücün gelecekteki dağılımını etkileme yoluyla taahhüt sorunlarını çözmede merkezî bir rol oynadığını kabul etme anlamında “iktisadi” bir bakış açısına sahip olduğunu belirtiyorlar (AR, 2006, s. xii). Daha sonraki Ulusların Düşüşü[iv] kitabında, yapılan ünlü “kapsayıcı kurumlar” (inclusive institutions) ve “sömürücü/dışlayıcı kurumlar” (extractive institutions) ayrımı, ülkelerin iktisadi performanslarını açıklayan en önemli değişken haline geliyor. Kapsayıcı kurumlar, mülkiyet haklarının korunmasını sağlayan, hukukun üstünlüğüne dayanan, halkın hem iktisadi hem de politik süreçlere katılımını kolaylaştıran, kabaca, “liberal demokrasinin” dayandığı varsayılan kurumlar iken “sömürücü” kurumlar, elitlerin çıkarlarının gözetildiği, nüfusun büyük bölümünün dışlandığı, gelir ve servetin toplumun genelinden küçük bir gruba transfer edildiği (feodalizm vs. ile tabii ki, “komünist” ülkelerde geçerli olan) kurumlar. Kapsayıcı kurumlar, demokrasinin gelişimi için gerekliyken, sömürücü kurumlar demokrasiden uzaklaşmaya yol açıyor. Bu durumda, demokrasiden ayrılmamak mümkün mü sorusunun yanıtı da zaten üçüncü kitap olan Dar Koridor’da (AR, 2019)[v] veriliyor: Demokrasinin korunabilmesi, toplum ve devlet arasında bir dengeyi gerektiriyor. Hobbes’un deyimiyle “Leviathan” olan devlet güçlüyse, despotizme (Çin, Rusya), buna karşılık toplum daha güçlüyse, devletin yokluğuyla nitelenen bir kargaşaya (Lübnan, Nijerya’daki Tiv göçebe çoban toplulukları) yol açarken, ikisi arasına sıkışmış olan “dar koridor” da devletin sınırlandığı (“zincirlenmiş Leviathan”) ve toplumu koruma amacı güden bir kurumsal yapının ortaya çıktığı ya da genel olarak “kapsayıcı kurumların” egemen olduğu bir ülke (A.B.D. ve İngiltere) ortaya çıkıyor.
Tumblr media
Acemoğlu’nun öncülüğünü yaptığı bu düşünceler, son zamanlarda sosyal bilimciler arasında moda olan “büyük tarih” anlatısına örnek olarak verilebilir.[vii] 1990’larda postmodern görüşlerin etkisiyle silinmeye yüz tutan “büyük anlatılar”, 90’ların sonundan itibaren daha güçlü olarak geri dönmüş durumda. Fukuyama, Jared Diamond ve Yuval Noah Harari gibi siyaset bilimcileri, antropologlar, arkeologlar, tarihçiler ve tabii iktisatçılar[viii] bu yeni eğilimi çabucak benimsediler. Ne var ki bu eğilimin önceki büyük anlatılardan farkı, daha çok ampirik bulguların genellenmesine dayanması ve tarihi (toplumu, iktisadi sistemleri vs.) bir ya da birkaç değişkene (“Tüfek, çelik, mikrop” gibi) bağlı olarak açıklama çabalarına dayanması. Acemoğlu ve arkadaşlarının çalışmalarını da aslında bu gruba sokmak yanlış olmaz diye düşünüyorum; onlar da tarihsel gelişimi tümüyle kurumlara dayandırma eğilimindeler.
Bu eğilimin önceki büyük anlatılardan farkı, daha çok ampirik bulguların genellenmesine dayanması ve tarihi (toplumu, iktisadi sistemleri vs.) bir ya da birkaç değişkene (“Tüfek, çelik, mikrop” gibi) bağlı olarak açıklama çabalarına dayanması. Acemoğlu ve arkadaşlarının çalışmalarını da aslında bu gruba sokmak yanlış olmaz.
Tumblr media
Bu tartışmayı fazla uzatmadan, tarihsel materyalizm anlayışının bütün ulusların kaderini belirleyen bir “kader” olarak sunulduğu biçimindeki eleştiriye karşı, Marx’a kulak vermek en iyisi:
“Dolayısıyla, çarpıcı derecede birbirine benzer olan ancak farklı tarihsel çevrelerde gerçekleşen olaylar, birbirinden bütünüyle farklı sonuçlara yol açar. Bu evrim biçimlerinin her birisini ayrı ayrı inceleyip sonra da bunları karşılaştırmak yoluyla, bu olguya ilişkin ipuçları kolaylıkla bulunabilir, ancak, her durumda kullanılabilecek bir anahtar niteliğindeki, en önemli özelliği tarih-üstü olan bir tarihsel-felsefi teoriye hiçbir zaman ulaşılamaz.”[xii]
Marx’ın vurguladığı bu ilke, yani Althusser’in terimiyle “sürdeterminasyon”[xiii] ilkesi, bütün bu “büyük tarih” anlatılarının gözardı etme eğiliminde olduğu bir ilke. Bunun yanında, Marx’ın bu metinde vurguladığı en önemli olan nokta “tarihsellik” ilkesi de bu anlatılarda gözardı ediliyor çoğunlukla; farklı tarihsel koşullar arasındaki farklılıklar dikkate alınmadan genel sonuçlara hatta bir “genel teoriye” ulaşma çabası, belki de en önemli yöntembilgisel sorun.
0 notes
benimpencerelerim · 10 months ago
Text
MUHAFAZAKARLIGIN ARKEOLOJISI III
Kimlik bazında KAYNAŞMA, BİR ARAYA GELME, BİRLİK OLUŞTURMANIN ÇOK BÜYÜK BİR KİTLEYİ “efsunlaması” da ülkenin hemen TAMAMININ MÜSLÜMAN olması ve KOLAYCA BU KİMLİKLE ÖZDEŞLEŞMESİ ve böylece bu kimliğe sahip muhafazakar aydınları ve sanatçıları kendileriyle “kardeş” görmelerinden ve onların söylediklerini yazıp çizdiklerini  hiç sorgulamadan kabul edip içselleştirmelerinden ve “düşman” olarak kodlanan kesimin aydın ve sanatçılarını ya hiç izlememelerinden ya da izlediklerinde tamamen ezbere,, önyargılarla, refleks hainde reddetmelerinden ve onların eleştirilerini de, onları KATEGORİK olarak “KÖTÜ” olarak kodlayarak özleri nedeniyle iyi bir şey yapamayacakları, söyleyemeyeceklerini düşündükleri için yine hiç sorgulamadan muhafazakar aydınların hakllığının bir kanıtı olarak görmelerinden kaynaklanıyor. Muhafazakarlar 1. Kendilerine yapılan haksızlığı yankı odalarında büyüterek yaşatıyorlar 2. Başkalarına (solculara, Kürtlere) yapılanları umursamıyorlar, önemsizleştiriyorlar. 3. Başkalarına tanınan ayrıcalıkları büyütüyorlar 4. 12 Eylül örneğinde olduğu gibi diğer kesimler ezilirken kendilerine tanınan ayrıcalıkları görmüyorlar, yok sayıyorlar. Liberal aydınlar 1. Bu muhafazakar söylem sağanağından etkileniyor 2. Onlar da sürekli muhafazakarların haksızlığa uğradığını, mağdur olduğunu, bizlerin onları anlamadığını vurguluyor. 3. Ama muhafazakarların benim görebildiğim ve yazdığım defolarınıysa hiç gündeme getirmiyorlar. 3.1 Sekülerlere gelince şehvetle onların “zehirlenmiş sosyolojisini” gözümüze sokuyorlar ama muhafazakarlar söz konusu olduğunda, bırakın zehirlenmiş, “hasta” “sosyolojiyi” bize cennet bahçesi masalları anlatıyorlar. Muhafazakar kitleler de 1. İdeolojik aygıtlarda (aile, tarikatlar, cami, vs) formatlanıyor. 2. Grup içi etkileşimlerde hep bu görüş dillendiriliyor, yankı odalarında birbirlerini doğrulayıp sekülerlerin “şeytanlığını” büyütüyor, pekiştiriyorlar. 2. İzledikleri muhafazakar ve liberal aydınlar bu inançlarına pekiştiren bir çivi daha çakıyor. 3. Öteki (“düşman”) zalim mahallelerin eleştirileri de haklılıklarını kanıtlıyor. EK 1: MUHAFAZAKARLARIN YANKI ODASI ÖRNEĞİ https://benimpencerelerim.tumblr.com/post/670837854996512768/muhafazakarlarin-yansitma-odasi-as%C4%B1m-ah-sene EK 2: İDEOLOJİK AYGITLARA İÇERDEN BİR ÖRNEK İsmail KılıçArslan, Yeni Şafak, 25 Tem 2020, Cumartesi Asım, ah!
0 notes
benimpencerelerim · 10 months ago
Text
MUHAFAZAKARLIGIN ARKEOLOJISI II
1.       Cumhuriyet elitlerinin yanlışlarını da aynı kefeye katıp TOPTANCILIK yapıyorlar 2.       Öğrendikleri kuramların kalıplarını bu travmalarla dolduruyorlar 3.       Zihinsel/Duygusal travmalarına(“paradigma”) uyan olguları seçiyorlar. 4.       Ülkenin ancak uzun bir evrim ya da bir devrimle değiştirilebilecek YAPISAL sorunlarından kaynaklanan defolardan MAĞDURİYET(sömürülme gibi) devşirip onları da KÖK TRAVMA potasına atıp eritiyorlar. Sonuçta her şeyden sekülerler SORUMLU oluyor. Osmanlı da son zamanlarında mültezim düzeniyle “reaya"ya, köylüye çok zülum yaptı, Ama bu zulümler nesilden nesile aktarılmamış gibi duruyor. Yanılıyor muyum. Neden aktarılmadı. Dinle ilgili olanlar neden aktarıldı? Çünkü toplumun saydığı nispeten örgütlü, kaynaşmış bir grup olan din elitleri Cumhuriyette, daha önce SAHİP olduklarını KAYBETTİ (TRAVMA+Kahneman). Bunu da İDEOLOJİK AYGITLARLA nesilden nesile aktardılar. Oysa mültezimler aracılığıyla Osmanlı’da zulüm gören kitlelerde bir bütünlük, kaynaşmışlık, örgütlülük yoktu. Ayrıca Osmanlı, gelenekselcilik ilkesine(Mehmet Genç) göre sınıfları bastırdı. Geri Kalmamıza neden oldu, vs.  AMA bunlar hiç iz bırakmadı çünkü 1. Osmanlıda din adamı değerliydi 2. Maddi açıdan ayrıcalıklıydı 3. Osmanlıda POTANSİYEL KAZANÇLARINDAN oldu ama 4. Kahneman’a göre KAYIP, KAZANÇTAN daha önemli. Muhafazakarları hiç tanımıyorum ama hipotezlerim DOĞRULANIYOR. 1.Travma yaşayan din elitleri eğitimsiz toplumu yoğurdu 2. Bu yoğurmayla formatlanan muhafazakar aydınlar BAYRAĞI devraldı. 2.1 Şimdi onlar görece eğitimsiz muhafazakarları yoğuruyor. 3. İDEOLOJİK AYGITLAR bu travmayı, paradigmayı nesilden nesile aktararak zaman ve mekanda yayılmasını sağlıyor. Böylece İdeolojik aygıtlarda "yaşken” maruz kaldıkları “ENDOKTRİNASYON"la oluşan bir sert çekirdekle daha sonra karşılaştıkları farklı ideolojik aygıtların etkisiyle oluşan ve çekirdeğin üstünü kaplayan çeşitli derecelerde yumuşak katmanlardan oluşan etli kısımla birlikte tabiri caizse bir “erik”e dönüşüyorlar. Çekirdeğin sertliği ve büyüklüğü yumuşak katmanların büyüklüğü ve dereceleri zekaya, ideolojik aygıtlarda geçirilen sürelere, ideolojik aygıtların çeşitliliğine, geçirilen yaşa, yoğunluğa gibi bir sürü faktöre bağlı. https://www.yenisafak.com/yazarlar/ismail-kilicarslan/asim-ah-2055762 Bahsedilen çeşitliliğin bir uç örneği. Bir SAF ÇELİK ÇEKİRDEK. Ve İDEOLOJİK AYGITLARI şahane ANLATMIŞ. İdeolojik aygıtlar kavramından hiç haberi olduğunu da sanmıyorum. Ama korkunç özgüveni, NARSİZMİ ve KİBRİYLE çala kalem kılıç sallıyor. Selahattin Yusuf, İsmail Kılıçarslan ve Haşmet Babaoğlu birlikte program yaparlardı. Kılıçarslan Babaoğlu'na hep müstehzi, hep tepeden bakardı. Kılıçarslan Akit'li dostlarını eleştiriyor bir yazısında. Evet Akit klanı Kılıçarslan’ın dostları.. RENK RENK MUHAFAZAKAR-DİNDARLAR geniş bir yelpazeye yayılıyorlar. İŞİD-Akit-Kılıçarslan-Yusuf ve daha niceleri. Her toplumsal kesimin KAPALI GRUP pratiklerine sahip olduğunu, ideolojik aygıtlarda, yankı odalarında KENDİ KENDİLERİNİ DOĞRULADIĞINI, DIŞARDAN GELEN ELEŞTİRİLERİN DE HAKLILIKLARINI PEKİŞTİRDİĞİNİ, İÇE KAPANMALARINI, KENETLENMELERİNİ sağladığını da eklemek lazım. İnsan en çok kendine yapılan haksızlığı fark edermiş. Muhafazakarlara, dindarlara da haksızlık, baskı yapıldı. Ama Solculara, Kürtlere yapılanın yanında solda sıfır kalır. Peki neden muhafazakarlarda hep bu mağduriyet ve zulüm vurgusu. KARTACA YIKILMALIDIR pratiğini çağrıştıran duygusal haller. Selahattin Yusuf’un alıntıladığı tvitime bütün bu saydığım kalıplara ve duygusal durumlara uygun tepki veren bir avukat da ota boka Kemalizm zulmü yaftasını yapıştırıyor başka bir tvitinde. Seçilmiş travma. Çünkü (Hipotez) kapalı grup içinde sürekli bu yönde bir endoktrinasyon, birbirini doldurma, aydınlardan kitleye, kitleden aydınlara bir akış, dolduruş var. Bu sağlıksız bir ruh hali.
0 notes
benimpencerelerim · 10 months ago
Text
MUHAFAZAKARLIGIN ARKEOLOJISI I
MUHAFAZAKARLIGIN ARKEOLOJISI Muhafazakar dünyaya 0/1 yaklaşıldı hep. Ya  İYİ, ya KÖTÜ. Zehra Çelenk'in dediği gibi bir şeyi anlamak için belli bir mesafeden bakmak elzem. 1. Hem duygusal(ne sempati, ne antipati olmalı) 2. Hem de zihinsel (o şeyin kendi paradigmalarının dışında) Dışardan bakan Nilüfer Göle, Şerif Mardin gibi çok az olanlarda da sempati var gibi. HİPOTEZ: Muhafazakarlar, Cumhuriyette Osmanlı'daki saygın ve etkili (temsilcileri din adamları, kadılar, vs) konumlarını kaybedip değersizleşince TRAVMA yaşadılar (SEÇİLMİŞ TRAVMA), ve bunun müsebbibi Cumhuriyet seçkinleri ve uzak/yakın kitlelerini SEÇİLMİŞ DÜŞMAN olarak içselleştirdiler. Saygın ve önemli tahtlarından aşağıya düşen ve bunun travmasını yaşayan din elitleri, bu travmalarını, öfkelerini, “düşmanlıklarını” İDEOLOJİK AYGITLARDA etkileşime girdikleri ve rol modeli, kanaat önderi, otoritesi oldukları, çoğunluğu dindar ve eğitimsiz toplumun mensuplarına aktardılar. HİPOTEZ: Muhafazakarlar nesilden nesile aktardıkları, devraldıkları CUMHURİYET TRAVMASINI İÇSELLEŞTİRDİLER. Bir nevi PARADİGMA haline getirdiler.. Gerçekleri hep bu PARADİGMANIN YATAĞINA YATIRMAYA BAŞLADILAR. Muhafazakar aydınlar da sadece “teorilerine” uyan gözlemleri seçmeye ve batının kavramlarıyla harmanlayarak muhafazakar kitlelere aktarmaya başladılar. Kısacası, sonra gelen nesiller bu travmanın ve edinilen (ön)yargıların kökeni ve gerçekliği hakkında hiç bilgi sahibi olmadan bunlardan oluşan bir “paradigmal” çerçeve kurdular. Sonraki nesillerin aydınları da entelektüel birikimleriyle tarihsel olguları bu paradigmanın yatağına yatırarak aktarmaya başladılar. https://docplayer.biz.tr/15491705-Kuramdan-bagimsiz-gozlem-ve-deney-dili-olanakli-midir.html “Meyerson’a göre, Duhem kusursuz bir biçimde bir kuram dili olmaksızın fizikte bir deneyi bırakın açıklamayı, yapamayacağımızı göstermiştir.” Tabii bütün bunların herkes için geçerli(ben de dahil). O yüzden mesafenin merceği ÖNEMLİ. Türklerin Müslümanlığı içselleştirmesinin tarihi de, bildiğim kadarıyla, bu çerçevede gelişmiştir. Araplar başlangıçta Müslümanlığı Türklere kılıç zoruyla kabul ettirmiştir. Sonra çok uzun bir dönem içinde bu inanç/kültür/pratikler ideolojik aygıtlar aracılığıyla nesilden nesile aktarılmış, sonraki nesiller bu kültürü ve inancı gönüllü olarak kabul etmiş ve içselleştirmişlerdir. Yani ASİMİLE olmuşlardır. Murat Belge de dahil birçok aydınımızın EZBERLERİNDEN biri toplumun yukardan aşağıya “JAKOBEN” yollarla değiştirilemeyeceğidir. Bu örnekler, yeterince uzun zamanda bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Murat Sevinç de değinir buna zaman zaman. Ben şahsen Cumhuriyet elitlerinin BU uygulamalarını çok yanlış bulmuyorum. Hayır, dini ana geri kalma nedeni olarak görmüyorum. Ama sekülerleşmek, laik düzene geçmek, bilim toplumu olmak, gelişmek, vs için din adamlarının yerini, saygınlığını, maddi ayrıcalıklarını üretici elitlere bırakmasını, eski “DİNDAR” toplumun DÖNÜŞTÜRÜLMESİNİ ELZEM buluyorum. Cumhuriyet döneminden sonraki KEMALİST ELİTLERİN çoğu uygulamasını da YANLIŞ, HAKSIZ, ACIMASIZ buluyorum. Bu ikisini ayırt ediyorum. Muhafazakarlarda ise, gördüğüm kadarıyla bu ikisi bir BÜTÜN. Bugünde yaşadıklarının YÜKÜNÜ geçmişe de aktarıyorlar. Selahattin Yusuf örneğinde… ÖZETLERSEK, Cumhuriyet geçişiyle Din elitleri (seçilmiş)TRAVMA yaşıyor. Bunu nesilden nesile aktarıyor (İDEOLOJİK AYGITLAR), Bayrağı devralan MUHAFAZAKAR AYDINLAR
0 notes
benimpencerelerim · 1 year ago
Text
FAKIR ULKENIN FAKIRLERI
FAKİRLERİN ANASI
Kırk yıllık sistem çözümleyici meslek yaşamımdan sonra iki ay önce emekli oldum. Ama hala iş yapma kapasitesi ve heyacanım tükenmedi. Çalışınca, üretince mutlu oluyorum, vücut, sanırım, endorfin salgılıyor. Ama işe yaramaz bir çöp gibi kenara atıldım. Hayata girmeye çalışıyorum fakat hep bir yerlere çarpıyorum, hevesim kırılıyor. Hacer Foggo hanım yıllardır yoksullar için tabiri caizse saçını süpürge ediyor ama ülkenin sosyal demokrat soslu yegane partisi onu oyunun dışına itti. Özgür Özel, Aylin Nazlıaka gibi tipler. Onu taca atanlar görünüşte bu ağır toplar ama tahminim partinin tek liyakate uyum kriteri uzun yıllar parti içinde olmaktan başka hasletleri olmayan bir güruh da onun bilgi birikimi ve donanımından korktuğu için arka planda onun altını oydular. Ve onun tecrübesi, birikimi çöpe atıldı. Ve parti hep olduğu gibi kendi eş dostunu önemli yerlere getiren akbabalara kaldı. RANTİYERLERE yani. Zaten hep onların ellerindeydi. Bir CHP belediyesinde çalışan arkadaşım excel dosyalarıyla yoksullara ait yardım faaliyetlerini izlemeye çalışıyor ve o dosyalardaki bilgilere göre sosyal yardım faaliyetlerini organize ediyorlardı. Hacer Hanım ve o arkadaşımın isteği üzerine bir web uygulaması geliştirdim. O sırada Hacer Hanım CHP yoksulluk ofisinde görevliydi. Küçük bir şirketi olan başka bir arkadaşımın sağladığı sunucu üstüne programı kurduk. Programın kullanılıp, eksik gediklerinin tespit edilmesi, düzeltmelerin yapılması ve daha kullanışlı ve işlevsel hale getirilmesi için gereken denemeler bir türlü yapılamadı. Hacer Hanım'ın bu programı Türkiye çapında bütün CHP belediyelerinde kullanma planları vardı ve konuya uzun vadeli bakıyordu. Programı yaptıktan sonra Hacer Hanım ile İstanbul'da buluştuk ve bir kafede programı kendisine anlattım. Teşekkür etti. Ben de ona bu mütevazi programı sizin için değil yoksullar için yaptım dedim. İnşallah birilerinin yaralarına bir nebze de olsun ilaç olur diye ekledim. Ama dediğim gibi Kemal Kılıçdaroğlu gidince yeni ekip ve onları yönlendiren her devrin akbabaları Hacer Hanım'ı uzaklaştırdı. Gerekçe olarak da Hacer Hanım'ın parti örgütünden olmamasını gösterdiler oysa yine parti örgütünden olmayan Erdal Beşikçioğlu'nu Etimesgut adayı yaptılar. Ve yeri gelmişken ekleyeyim. Enver Bey hakkında hemen herkesten övgü duydum. Belediyeyi de borçsuz devretmiş. Hacer Hanım'ı uzaklaştırınca CHP'ye oy vermeyeceğim diye yeminler ettim. Tvitirda kendi cürmüm kadar yer yaktım ama seçimde gidip yine onlara oy verdim. Ben vermesem de CHP kitlesi onları seçecekti zaten. Ayrıca önünüzdeki alternatiflerden en ehveni şerine oy vermekten başka RASYONEL yol yok. Ve bu alternatiflerin hepsi de bu ülkenin ürünü olduğu için bu ülke ortalamasından farkları yok. Ne yani şimdi İmamoğlu'nun bir sürü defosu var diye oy vermeyip AKP'nin kazanması ve KANAL İSTANBUL dahil İstanbul'un içine etmesine ve birçok değerli varlığı TARİKATLARA peşkeş çekmesine göz mü yumacağız. Bu CHP'ye, İmamoğlu'na kızıp oy vermemekten daha mı RASYONEL?
PARTİ OLİGARŞİSİ CHP'nin parti OLİGARŞİSİ yıllardır partiye hakim. Ve EMRET BAKANIM dizisinde bürokratın bakanı yönlendirdiği gibi genel başkanı yönlendiriyorlar. Genel başkanın uyanık olması lazım ama bütün hepsi bir arada olmuyor. Baykal cin gibi bir adamdı ama dindarlara ve muhafazakarlara karşı savaş açtı ve bu davranışlarıyla kendisini gönülden destekleyen bilenmiş CHP kitlesinin ateşini söndürdü. Buna karşılık Erdoğan'ın kutuplaşma taktiklerine meze üretti ve toplumun ayrışmasında baş sorumlulardan biri oldu. Baykal Erdoğan'ın Kürt meselesini çözelim önerilerini elinin tersiyle çevirdi, kıvıra kıvıra TV'lerin önünde tartışalım diye demagoji yaptı ve kendini bilmez CHP kitlesi, parti oligarşisi ve Askeri Vesayet tribünlerine oynadı. Bu davranışları bardağı taşıran son damla oldu ve uzun süre AKP'yi destekledim. Tabii kendi cürmüm kadar. Kılıçdaroğlu'nun partinin başına geçmesini de ve birçok açılımını da destekledim. Ve bu faaliyetlerinin, çabalarının kaya gibi taşlaşmış parti oligarşisini de CHP kitlesini de muhafazakar kitleyi de bir yere kadar yumuşattığını düşünüyorum. CHP'nin son seçimdeki başarısında onun çok ciddi payı var. Yiğidi vuralım ama hakkını verelim. Lakin Kemal Kılıçdaroğlu'nun son seçimde aday olmasına bütün gücümle karşı çıktım. Yeminler ettim. Gemileri yaktım. Ama onun adaylığını sadece parti oligarşisi desteklemedi. Aydınlar da, solcular da, muhalif medya da destekledi. Bazı gerçekleri de halktan gizlediler. Özer Sencar'ın hemen hemen bütün anketlerinde Kılıçdaroğlu Erdoğan'ın gerisinde, İmamoğlu ve Yavaş ise önündeydi. Buna karşılık halkın %50sinden fazlası Erdoğan'ı istemiyor diye propaganda yaptılar ki bu doğruydu ama akademisyen Evren Balta'nın araştırmasına göre Kılıçdaroğlu'nu istemeyenler Erdoğan'ı istemeyenlerden fazlaydı. Muhalif medya bu bilgileri hasıraltı etti. Yani seçimin kaybedilmesi sadece Kılıçdaroğlu'nun suçu değildi. Ne yazık ki seçimi kazanma şansı İmamoğlu'ndan bile daha yüksek olan Mansur Yavaş, defosu İmamoğlu'ndan da daha fazla bir aktör. Sokak köpekleri tartışmasındaki hali bile içler acısı ama Erdoğan mı, Yavaş mı denirse Yavaş demek daha RASYONEL. Ha o da "DEVLET"in adamı üstelik İmamoğlu'ndan daha çok devletin adamı ama bize düşen, rasyonel olan kötülerin iyisini seçmek. Ayrıca İmamoğlu tescilli bir "devlet"in adamı olmasa da ondan bağımsız hareket etmesi pek mümkün değil. DEVLETİN Kılıçdaroğlu’nu niye istemediği konusunda Serbestiyet’te Alper Görmüş'ün analizleri son derece aydınlatıcı.
PARTİNİN İKONLARI ve İKONALARI Yoksullarla dayanışmayı bütün ülke çapına ve CHP belediyelerine yaymak isteyen, bunun için merkezi bir yoksul ve yoksullara yardımları izleme bilgi sistemi ve ağı kurup örgütlemek isteyen Hacer Foggo gibi bir duayeni oyun dışına itenlerden biri olan ve Atatürk resimli pelerinler, kıyafetlerle çağdaş görüntüler vererek CHP'nin çağdaş ablalarını mest eden parti vitrininin demirbaşlarından Aylin Nazlıaka ikonası ülke için, yoksullar için, iktidara giden yolları tıkayan en lüzumsuz aktörlerin en ön sıralarında yer alıyor. Hacer Foggo'nun tanık olduğu sayısız yoksulluk trajedileri varken, yoksul çocukları et bulamadığı için fare yerken (Hacer Foggo'nun tanıklığı, öylesine korkunç bir olay ki anlattığımda inanamayıp abartılıyor diyen arkadaşlar oluyor, bizzat tanık olmayınca insan hakikaten inanamıyor) Etimesgut belediye başkanlığını kazanan Behzat Ç. Melek Mosso konserlerinde, at kuyruğu saçlarıyla dans ederek orta sınıf sekülerleri fethediyor.
Dans etmek de, tiyatroya, sinemaya gitmek de, müzik dinlemek de, tatil yapmak da insani ihtiyaçlar elbette. Ama bir Maslow hiyerarşisi var. Açlıktan gelişmesi duran, geri kalan çocuklar var. Yoksulluktan eğitim yapamayan, açlıktan derslere kendilerini veremeyen çocuklar var. Ve yoksulluk, böyle böyle nesilden nesile devredilyor. Bütün bu korkunç trajediler yaşanırken insan konsere, tiyatroya, sinemaya para harcanmasına dayanamıyor.
YAZIK OLDU YARINLARA
Hayatın içinde olmak, çalışarak mutlu olmak, bilgimi, tecrübemi mümkün olduğunca çok insana aktarmak için algoritma, programlama, excel, web programcığı konusunda kurslar vermeyi düşündüm. Belediyeler, Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Halkevleri gibi yerlerde ücretsiz kurs vermek istedim. Öveçlerdeki Nazım Hikmet Kültür Merkezi ile telefonda görüştüm. Görevli, eğitmenleri belediyelerden aldıklarını, belediyelerin de Halk Eğitim Merkezlerinden aldığını söyledi. Daha önce Çankaya Halk Eğitim Merkezine gidip bilgisayar mühendisi olduğumu ve ders vermek istediğimi söylemiştim. Oradaki görevli ise kursları Bilgisayar Öğretmenliği mezunlarına verdirdiklerini söyledi bana. Nazım Hikmet Kültür Merkezindeki görevli ise halk eğitimin az sayıda kadrolu eğitmeni olduğunu, eğitmenlerin çoğunluğunu Bilgisayar İşletmenliği kursu mezunlarının oluşturduğunu söyledi. Benim anladığım AKP kamuya ait bütün gelir dağıtma kaynaklarını ele geçirmiş. Yoksulluğu yönetmenin aracı olarak kullanıyor. Yoksul çocukları Bilgisayar İşletmenliği kursundan geçirerek onlara ders verdiriyor ve cüzi de olsa gelir elde etmelerini sağlıyor. Bu arada ben onca birikimime ve tecrübeme rağmen işlevsiz kalıyorum. Yoksulluğu yönetirken kaynakları da İSRAF ediyorlar doğal olarak. Bilgisayar kurslarında yüz yüze tecrübe kazandıktan sonra bu tecrübemi ve daha önceki birikimlerimi ve tecrübelerimi bir youtube kanalı açarak aktarmak istiyordum. Büyük olasılıkla bir iki binden fazla takipçisi olmaz ama hem beni hayatın içinde tutar hem de tecrübemi en azından yüzlerce kişiye aktarırdım. Hiç yoktan iyiydi. O iş de başlamadan bitti. Tabii tecrübe deyince algoritma ve programlama kursları ortaokul ve lise öğrencilerine yönelik olacaktı. Bu kurslardan başka deneyimli bilgisayar profesyonellerine aktarmak istediğim tecrübelerim de var. Web programcılığı konusunda çok iyi değilim ve o konularda çok iyi kurslar zaten var. Ben daha çok gereksinim mühendisliği ve genel sistem çözümleme konularındaki tecrübelerimi ve yıllardır biriktirdiğim kaliteli kitaplarıma ait bilgileri paylaşmak istiyordum o da olmadı. Yani birçok insandan daha çok faydam dokunabilecek iken tamamen işlevsiz ve boş kaldım, bir kenara atıldım. Aynen Hacer Foggo gibi.
FUTBOL https://www.youtube.com/watch?v=Iat66fMcudU Levent Gültekin'in Fenerbahçe ve futbol konusunda söylediklerinin çoğu doğru olsa da eksik ve yanlışlar içeriyor. Ben de futbol tutkunu bir sistem çözümleyicisiyim. Futbol da diğer bütün alanlar gibi ülke ortalamasından farklı değil. Az sayıda seçebileceğiniz alternatif var. Ve bu alternatiflerin hiçbiri de kusursuz değil hatta aşırı miktarda defosu var. Ama bu, futboldan elimizi eteğimizi çekeceğimiz anlamına gelmiyor Gültekin'in önerdiği gibi. Hayatın her alanında olduğu gibi futbolda da kötülerin iyisi kazansın diye çaba göstermek en rasyonel yol. Gültekin'in önerdiği gibi futbolla ilgilenmezsek siyasetten başka hiçbir şeyle ilgilenmememiz gerekir. Siyasette de alternatiflerin hiçbirini seçmememiz gerekir ki o zaman da seçimde oy kullanan az sayıda kitlenin tercihiyle, belki de kötülerin en kötüsüyle baş başa kalmak zorunda oluruz. HAYAT EVRENİN EN DEĞERLİ MUCİZESİDİR. Onu olabildiğince iyi değerlendirmek olabildiğince güzel ve anlamlı bir hayat yaşamanın ön koşuludur. Futbol da hayatın renklerinden biridir. O da bizi mutlu eden araçlardan biridir. Ülke boka batmış diye futbolun vereceği keyiften de eksik kalmak sadece kaybettirir. Kayıplarımızı arttırır. Ben futbol konusunda okuyorum, maçları izliyorum, iyi yorumcuları izliyorum, analizler yapıyorum, yazılar yazıyorum. Bu aktiviteler beni hayatın içinde tutuyor, mutlu ediyor. Ayrıca siyaset konusunda da aktivitelerim var. Sadece siyasetle ilgilenmek bile olağanüstü yıpratıyor insanı. Bırakın da futbol gibi her ne kadar ülke ortalamasının pisliklerine bulanmış da olsa bize keyif veren aktivitelerle de ilgilenelim.
FAKİR ÜLKENİN FAKİRLERİ
Her şeyden önce burjuvadan burjuvaya fark var. Levent Gültekin Aziz Yıldırım için de burjuva diyor ama o bir nato müteahhidi. Bir inşaat şirketi, beyaz eşya üreticisi, petrol şirketi, savunma sanayii şirketi, çip üreticisi ve yazılım üreticisi arasında epey büyük farklar var. Askeri endüstriyel kompleks diye bir şey var. Bu grup burjuvaları ile "yumuşak" sanayi burjuvaları arasında büyük farklar olması son derece doğal. Ayrıca biri şehirli olmak için en az beş nesil gerekir demiş. Bunu burjuva olmak için 8-10 nesil gerekir diye uyarlayabiliriz. Şunun şurasında Aziz Yıldırım'ın seyisliği ne kadar, ondan hallice Ali Koç'unki ne kadar. FB cephesi böyle de GS cephesi, BJK cephesi ve diğerleri çok mu farklı. GS’nin başarılı çalıştırıcısı Okan Buruk küfürlü tezahüratın parçası oldu mesela. Aynı Okan Buruk ŞL maçlarında küfürler yağdırdı hakemlere. BJK’nin çok övülen başkanı Süleyman Seba’nın destekleyicilerinden biri Alaattin Çakıcı idi mesela. Ankaragücü klübünün başkanı hakem yumrukladı. Say say bitmez. Bitmez çünkü ülke ortalaması bu. Seçilecek alternatifler de bu ortalama içinden çıkıyor. O yüzden de kusursuz ya da kusursuza yakın alternatifler hiçbir zaman çıkmıyor.
Bu ölümcül rekabet ortamında farklı davranmak da mümkün olmuyor. Kısa vadede başarıya kilitlenmiş taraftar kitlesi ve onlara boyun eğen yöneticiler kısa vadeli başarılar için klüplerin geleceğini ateşe atıyorlar. Kısa vadeli başarılardan vazgeçip orta ve uzun vadeli başarılara ve daha rasyonel, sistemli bir yapıya geçmeye çalışan Burak Elmas mesela büyük ve kültürlü olduğu iddia edilen GS camiası tarafından altı ay içinde alaşağı edildi.  En elit klüplerin ve yöneticilerin bile hali bu maalesef.
0 notes