Tumgik
beritworks · 4 years
Text
FRIEDRICH ENGELS   “BÜYÜK KENTLER” üzerine;
Londra, iki buçuk milyon insanın bir noktada yığılmasıyla dev merkezileşmenin görüldüğü ve bu yoğunlaşma sebebi ile iki buçuk milyon nüfusun gücünü yüz kat arttırmış olan bir kenttir. Londra ticaret merkezi olmuş, dev doklar yaratmış, Thames nehrinin üzeri binlerce tekneyle örtülmüştür. Fakat kent sokaklarında dolaşıldıktan sonra bu yığılmanın getirilerinin insani özelliklerin kaybına yol açtığı görülür. Sınırlı alanda üst üste yığılan insanlar özel çıkarları içinde kendini duygusuzca yalıtmıştır. Londra’daki bu gerçeklik Manchester, Leeds, Birmingham gibi büyük kentlerde de aynıdır. Bu durum insanlığın atomlarına ayrılışıdır. Toplumsal savaş bu noktada ortaya çıkar, insanlar birbirini yararlı nesneler olarak görür, güçlü güçsüzü ezer ve kapitalistler bencilce her şeye el koyar. Toplumsal savaşımın silahı sermaye, geçim ve üretim araçlarıdır. Bu silahlardan yoksun olan yoksul kesim, burjuvazinin izin verdiği ölçüde iş bulma mutluluğuna erişerek ruhu ile bedeninin bir arada tutmasına yetecek kadar ücret edinebilir. Bu şansa da erişemeyen kesimin açlıktan öldüğü durumlarda (İngiliz emekçilerin deyimiyle toplumsal cinayet) tanıkların ifadesi ne olursa olsun jüri açıkça konuşma cesaretini göstermez çünkü jüri de burjuvaziden oluşmuştur, kendi kendini suçlayamaz. Yoksul kesim iş bulsa bile hiçbir güvencesi olmadan çalışır, yarının ne olacağı belli değildir.
Bu genel durum ile birlikte Manchester kenti incelendiğinde öyle garip ve iki yüzlü planlanma ile karşılaşılır ki kişi kendi işi veya eğlencesi ile rotasını belirlerse emekçi mahalleleriyle karşılaşmayabilir. Emekçi halkın mahallesi ile orta sınıf için ayrılan mahalleler sistemli ve keskin bir biçimde ayrılmıştır. Ayrılmayan kısımlarda ise yardımseverlik altında gizlenmiştir. Manchester’ın tam orta yeri geniş, ticaret merkezleri ile dolu bir mekandır. Çevresindeki yapılar konut olarak kullanılmaz geceleri bu ıssızlık sebebiyle polis memurları dolaşır. Kent merkezini birkaç yoğun otoyol keser, yapıların giriş katlarında ise parlak mağazalar, bürolar, oteller ve depolar sıralanır. Bu merkezin çevresini yoksul mahalleleri kuşatır. Bu kuşağın dışında ise orta ve üst-burjuvazi konumlanmıştır. Kent merkezinden uzak konforlu yaşam alanlarında yaşayan burjuvazi sınıfı otoyolları kullanarak iç kısımlardaki sefalet mahallelerini görmeden cafcaflı mağazalar arasında kent merkezinden geçerler.
Manchester Old Town ticaret merkezinin kuzey sınırı ile Irk nehri arasında fabrikaların hemen hepsi nehir kenarına yakın inşa edilmiştir. Fabrikaların çoğunluğu tabakhanedir ve hayvan leşi kokusu mahalleyi sarar. Boya fabrikaları ve havagazı tesislerinin tüm atıkları bölgenin lağımı ile birlikte nehre akar. İç kısımlarda ise baraka benzeri fabrika yapıları, imalathaneler ve konutlar vardır. Sokaklar labirent gibi dar ve dolambaçlı; evler pis, eski, çöküktür. Bu nedenle hava akışı da sağlanamamaktadır. Genellikle tek katlı ve küçük olan bu evlerin çoğunlukla tabanı yapılmamıştır. Evlerin dışındaki tuvaletler kapısızdır ve dışkı ve idrar birikintileri ile doludur. Daha iç kısımlarda ise tamamen çöküntüye uğramış alanlar, çöp ve kötü koku, çoğunlukla terk edilmiş tek odalı barakalar vardır. Bu koşullar altındaki halk tuvalet ihtiyaçlarını zar zor giderir, Irk nehri’nin su kaynakları kent merkezine pompalandığından yıkanamaz, sefalet içerisindedir. Bu mahallelerin çöküntü gerekçesinin modern toplum kölelerine yüklenmesi olanaksızdır. Irk’tan ayrılıp Long Millgate’in tersi yönde hareket edilirse nispeten daha iyi koşullardaki emekçi konutlarına rastlanır. Mahallede daha düz yol ve sokaklar planlanmıştır, bazı sokakların atık su kanalları vardır. Evlerin genellikle bodrum katları bulunmaktadır. Sokaklardaki çöp, koku, su birikintileri ise ortak yanlardır. İşçi mahallelerinin çoğunda olduğu gibi domuz besicileri domuz ağılı yaptığından sokaklarda domuzlar dolaşır. Old Town’daki bu dehşet ve öfkeye sebep olan, nüfusun tarım bölgelerinden kente doğru bu kadar yoğunlaşmasına sebep olan, her boş alanın yapılaşmasına sebep olan, işçi sınıfının ahırlarda yaşamasına sebep olan, işçilerin yoksulluğunun yağmalanmasına sebep olan, sağlığı tehlikeye atan sadece sanayi çağı değildir. Yapı sahipleri ve belediyeler bu kötü fiziki koşullar oluşurken herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Tam tersine yapılaşma fazlalaşmış, toprak değeri artmış ve işçilerin konaklaması için gereken alanlar fırsatçılar eliyle sağlanmıştır.
Emekçi mahallelerinin alışılagelmiş yapım tarzı olarak Old Town kesiminde evler plansız, rastlantısal konumlanmıştır. Bu da yapı grupları arasında avluların oluşmasına sebep olmuştur fakat bu avlular havalandırmadan uzak, kör cephelere bakan olağanüstü sağlıksız alanlardır. Bir başka yapı yöntemi olan sırt sırta konutlar ise üç sıra halinde dizilen yapı gruplarından oluşur. Bir tanesi arayol ve sokağa bakar ki bunlar en şanslılarıdır, biri sokağa bakar ve arkası diğer yapı grubuna dayanır, üçüncüsünün ise bir cephesi kapalı, diğer cephesi arayola bakar ki bunlar da en az avlulu evler kadar kötü şartlar altındadır.
Özetle, büyük kentlerde esas olarak emekçi halk oturmaktadır. Bu işçiler herhangi bir malı mülkü olmadan kırsal kesimden göç etmişlerdir ve tamamen hiçbir garantileri olmadan çalıştıkları ölçüde aldıkları ücretten geçinirler. Daha kötü durumda olanlar ise açlıkla mücadele ederler ki çalışan hiçbir işçinin de bu duruma gelip gelmeyeceği belli değildir. İşçi mahallelerinde yaklaşık 350.000 emekçinin büyük çoğunluğu havasız, çöp ve su birikintisi dolu, çarpık sokakların arasındaki sefil, pis, rutubetli sıralı evlerde birden fazla aile ile birlikte yaşar. Diğer kısım ise bodrumlarda veya pansiyonlarda kötü koşullar altında veya sokakta kalmak durumunda kalır.  Sırt sırta konutlarda yaşayanlar ise nispeten daha şanslıdır. İşçilerin giysileri kötü durumdadır, evde kaldıklarında çoğunlukla giysileri ile üzerlerini örtmektedirler. Yiyecekleri pazarlarda bekletilerek çürümeye yüz tutmuş sebze-meyveler veya kasaplardaki kötü durumdaki etlerdir. Bu durumda hastalıklarla ve salgınlarla boğuşur, kötü yollara saparlar, mahalleleri ve evlerinin içi giderek daha çöküntü yerleri haline gelir ve bu durumun sorumlusu sadece sanayi çağı değildir.
0 notes
beritworks · 4 years
Text
Richard Sennett - Ten ve Taş Kitabı Hakkında
Kentsel mekan; insanların bedensel deneyimi yoluyla yorumlandığından “Ten ve Taş” ismini alan bu kitapta, Richard Sennett altı ana tarihsel süreç içerisinde bu ilişkileri açıklıyor. Bunlar; Periklesin Atina’sı, Hadrianus’un Roma’sı, Rönesans’ın Venedik’i, Boulle’nin  Paris’i, E. M. Forster’ın Londra’sı ve günümüzün modern kenti Newyork’dur.
Kitap, MÖ 431 yılında Atina ve Sparta şehirleri arasında yaşanan Peloponnessos Savaşı ile başlamıştır. Savaş sonrasında savaşta yitirilenler anısına yapılan cenaze töreninde Atina’nın baş yurttaşı olan Perikles acının ve kaybın gurura kayması yönünde söylevde bulunmuştur. Burada Perikles’in kurduğu “iktidar bir azınlığın değil bütün halkın elindedir”, “yasa önünde herkes eşittir”, “şehrimiz tüm Dünya’ya açıktır” gibi cümleler dönemin Atina’sının genel özelliklerini özetler niteliktedir. Atina uyumun ve dengenin bir arada bulunduğu bir kent olmuştur. Bu uyum hem sözler ve davranışlar arasında hem kent dokusu ile insan davranışları arasında, hem de kişinin düşünceleri ile bedeni arasındaki uyumdur. Atina demokrasisinde konuşmak ve düşünceleri aktarmak önemli bir yer tutmuştur. Bir kişinin söylediği söz eylem ile karşılık bulur. Bununla bağlantılı olarak erkeklerin bedenlerini teşhir etmesi de bir açıklık simgesidir. Karşılıklı gösterme kavramı yurttaşlar arasındaki birliği arttırmıştır. Aynı zamanda teşhir etme kentsel mekân üzerinde de etkili olmuştur. Atina’da agora şehir meydanıydı ve buradaki Parthenon tapınağı herkesin görebileceği şekilde bir burnun üzerinde konumlandırılmıştır. Fakat Perikles’in Atinası’ndaki bu açıklık ve buna bağlı olarak demokrasi ve özgürlük ancak erkek bedeni için geçerli olmuştur. Çünkü dönemin bilim anlayışına göre insan bedenlerin vücut sıcaklıkları farklıydı. Örneğin adet kanı kadınların vücudundan atılması gereken soğuk kan, erkek spermi ise hayat yaratan pişmiş kandır.  İnanca göre, anne karnında ceninin ısınmasına göre cinsiyet ve karakter değişmektedir. Kanın niteliğine göre insan davranışı şekillenmektedir. Soğuk kana sahip olan kadın; kapalı kıyafetler giymesi gereken, durgun, açıklığı olmayan, kapalı alanda konumlandırılması gereken bireydir. Fakat daha sıcak kanlı olan erkek atılgan, düşüncelerini yansıtan, güçlü, çıplaklığını gösteren, ideal bir birey olma yolundadır. Çıplaklık, gösterme ve aktarma anlayışı kentsel mekâna yansımıştı. Kan sıcaklığı yüksek olan yurttaşlar kalabalıklar içerisinde mümkün olduğu kadar hızlı, kararlı ve çabuk adımlarla hareket ederdi. Bu sebeple açık alanlar, meydanlar, topluluk halinde tartışma yapılacak alanlar katılımcı demokrasiye hizmet edecek şekilde biçimlenmiştir. Örneğin, kent meydanı olan agoraların yanında yer alan stoa, genellikle halkı güneşten ve yağmurdan korumak amaçlı yapılan sütunlarla desteklenmiş bir çatı şeklindeydi. Bu doğrusal olan sütunlu yol yurttaşların boylu boyuna hızlı bir şekilde yürüyecekleri bir şekilde ve açıklıkta yapılmıştı. Aynı zamanda Atina tiyatrolarında Atina demokrasisinin nasıl şekillendiğini de mekânsal olarak irdelemek mümkündür. Tiyatro sözcüğü Yunanca’da “theatron” sözcüğünden gelmekteydi bu da “görme yeri” demekti. Antik tiyatro mekânı herkesin görebileceği şekilde dikey sıralar ile insanları konumlandırır.  Bireyi gözler önüne seren bir mimari anlayış hakimdir. Aynı zamanda seyirci pasif durumda değildir, seyirci her an sahnede olabilir. Aynı zamanda seyirci de katılım gösteren, empati kuran seyircidir. Bu mekânda önemli kararlar alındığı da olur. Tiyatro mekanının hacmi sayesinde herkes birbirini görebilecek şekilde oturur. Aynı zamanda tartışma ortamına da uygun bir mekandır.  Bu oylamalar açık bir şekilde gerçekleştirilir. Böylece herkes kendinden sorumlu hale gelir çünkü karara yol açan sürece katılmışlardır. Sonuç olarak Atina’da açıklık kavramı kan sıcaklığına bağlı olarak her alanda kendini göstermektedir.  
Hadrianus’un Roma’sında iktidarın ve dinin izlerini hayatın her noktasında görmek mümkündür. Roma İmparatorluğu görsellik ile iktidarın gücünü birbirinden ayrılmaz ögeler olarak görüyordu böylece kendilerine bahşettikleri kutsallığı insanlara kabul ettiriyorlardı. İnsanlar bakacak ve inanacaklardı. Hakimiyet (rule); bedenler, tapınaklar ve şehirler hatları iyi düzenlenmiş bir toplumun ilkelerini dışa vurur gibi görünüyordu. (sf. 78) Tarihçi Fergus Millar’ın sözleriyle “imparator, imparatorun yaptıklarıydı”. Bu anlayış öyle bir noktaya varmıştı ki Hadrianus yeni Venüs ve Roma tapınağını yaptırdıktan sonra dönemin profesyonel mimarı Apollodorus’a gönderdikten sonra kendisinden gelen tasarım eleştirileri üzerine mimarı öldürtmüştü. Böylece oluşan görsel imge takıntısı geometrik bir düzen olarak kent mekanlarında kendini göstermeye başlamıştı ve Romalılar bu geometri ilkelerini insan bedeninden elde edeceğini sezinliyordu. Dönemin mimarisinin bir örneği olan Partheon’da insan bedeni üzerine yapılan geometrinin izlerini takip etmek mümkündür. Bu yapıdaki simetrik eğriler ve kareler, Leonardo da Vinci’nin açılmış kol ve bacaklarından geçen çember ve kareye benzer. Pantheon’un tam tepesindeki açıklık ise bu insan bedeninin göbek deliğidir. Yeni bir Roma kenti kurulurken de öncelikle kentin göbeğini, umbilicus adını verdikleri noktayı belirlerlerdi. Daha sonra kentin sınırları belirlenip, umbilicusta kesişecek iki ana sokak belirleniyordu. Bunlar decumanus maximus ve cardo maximus’tu. Bu düzen aynı zamanda kentin kontrol edilmesini de kolaylaştırır hale getiriyordu. Mekânın geometrisi insanlar üzerinde disipline edici bir rol oynuyordu. Bu durum Roma yapılarında da geçerliydi. Romalılar Atina’daki gibi avare avare dolaşmazdı. Yapı kişilerin kendilerine çeki düzen vermelerini emreder gibiydi. Fakat aynı zamanda Roma’da cinsiyetler açısından Yunanlılardan çok daha fazla eşitlik söz konusuydu. Bu konu dinle de bağlantılı bir konudur. Hıristiyanlığın ve tek Tanrılılığın benimsendiği bu yıllarda Hz. Meryem imgesinin sahip olduğu değer sebebi ile kadınlara daha fazla değer ve hak verilmeye başlanmıştır. Roma’nın Hıristiyanlaşması emperyal şehrin gerilemesi ile birlikte olmuştur ve Paganlar bu durumu neden-sonuç ilişkisi olarak görmüşlerdir. Hıristiyanların dünyevi işlere karşı kayıtsızlığı ve durgunluğu sebebiyle kentin çöktüğünü iddia ederler.
MS 500 ila 1000 yılları arasında beş yıl içerisinde Roma kentleri çökmüştür. Bu çöküş ile birlikte Avrupa’nın büyük bölümü ilkel bir tarım ekonomisine dönmüştür. 900’lü yılların sonlarına doğru kaleler inşa edilmiştir ve yerel beylerin sürekli hizmet karşılığında askeri hizmet sağladığı “feodalizm” sistemi gelişmeye başlamıştır.  Kalenin etrafına yerleşen yurttaş kenti surlar ile çevirmişti. Ekonomik güçler bu surların içerisindeki kimselere özgürlük sağlıyordu. Sosyalist Marx Weber’e göre antik dönem vatandaşı siyasiydi, Ortaçağ yurttaşı ise iktisadi insan haline gelir durumdaydı. Bu dönemde bireysel mülkiyet hakları vaat edilmeye başlanmış, bireyin toplum üzerindeki mevkiine göre hiyerarşi oluşmuştur. Aynı zamanda Hıristiyan bedeni ortaçağın ortalarında yeni bir anlayış yoluyla biçimleniyordu. “İsa’nın yabancı bedeni” anlayışı ortaçağda muazzam bir dini şevk patlaması yaşanmasına sebep olmuştur.   İnsanlar İsa’nın çektiği acılara öykünmeye başlamışlar, başkalarının acılarını kendi acıları gibi görüyorlardı. Böylece ekonomi ile din arasında büyük bir çekişmenin olduğu görülür. İktisadi insan haline gelmiş topluluk din ile birlikte birbiriyle yardımlaşma arzusu içerisine girmiştir. Tıp bilimine bakıldığında antik dönemdeki anlayışların dönemin şartlarına göre değiştirilerek devam ettiği görülür. Galenos’a göre vücut sıvısının dört ayrı tipi vardı. Bunlar; kan, lenf, kara safra ve sarı safraydı. Isıyla bu sıvıların birleşimi vücutta farklı psikolojik durumun yaratılmasına neden oluyordu. Bunlar; sıcakkanlı, soğukkanlı, asabi ve melankolik olmak üzere dört ayrı mizaçtı. Fiziksel mekâna bakıldığında; Ortaçağ’ın Paris’inde Roma döneminden kalan bir sokak planı ve genel tasarım vardır fakat bu ızgara sistemi büyüme sürecinde bağlantısız parçalara ayrılmış durumdaydı. Sokaklar kıvrılıp bükülen, çıkmazlardan ve avlulardan oluşan labirentler olarak betimleniyordu. Ekonominin etkisiyle insanların hak ve güç iddiası zamanla arttığından kişiler bireysel konutlarının niteliğine önem veriyor, geri kalan yerler sokak olarak tanımlanıyordu. Ortaçağ Paris’inde ticaretin önemi çok büyüktür. Loncalar ve şirketler kurulmuş, panayırlar ve pazarlar açılmıştır. Kısaca, Hıristiyan duyguları ile birlikte merhamet duygusu besleyen yurttaşların aynı zamanda Ortaçağ’da sözlüğüne iktisat kavramı girmesiyle ikiliğe düşmüşler fakat giderek içinde şeytanı barındıran homo economicus’a evrilmişlerdir.
Rönesans Venedik’inde Hıristiyanlar ile Yahudiler arasında keskin bir ayrım görülür. Ortaçağ’da İsa’ya Öykünme insanların bedenin, özellikle acı çeken bedenin daha sempatiyle varmalarını sağlamıştı. Rönesans’ta bu sempatinin bir sınırının olduğu açıktır. Hıristiyan olmayan yabancı beden kirlidir aynı zamanda baştan çıkarıcıdır. Bu sebeple Yahudiler ile arada her zaman hem fiziksel hem sosyal olarak mesafe konulmuştur. Ortaçağ’dan kalan kent dokusu düzensiz olmasına rağmen Yahudiler belli bölgelerde suyun kısıtlayıcı coğrafi bariyer özelliği de kullanılarak tecrit edilmeye çalışılmıştır. Ülkeden Yahudilerin gönderilmeme sebebi tamamen kentin ekonomik çıkarları ile alakalıydı. 1515 yılında Zacaria Dolfin tarafından gelen öneri ile Yahudi’leri tecrit etmek için hepsini şatoya benzeyen Ghetto Nuovo’ya taşımak planı geliştirilmiştir. Su ögeleriyle kaplı olan bu adada çekme köprüler ile Yahudilerin kent merkezine giriş çıkışı kontrol edilecekti. Zamanla bu bölgedeki kira ücretleri katlandı. Ülkede toprak sahibi olmalarına izin verilmeyen Yahudilerin maddi durumu kötüleşmeye başladı. Yahudiler’i Venedik gettolarına yerleştirmeye zorladıktan sonra bu topluluğun davranışlarını değiştirmeye yönelik devlet tarafından hiçbir girişimde bulunulmadı çünkü amaç bu topluluğu kente kazandırmak değildi, tecrit etmekti. Tene dokunma korkusu kentsel dokuyu ikiye yarmıştı.
Tıp bilimi iki bin yılı aşkın bir süre Perikles’in Atina’sında ortaya atılan vücut ısısı ilkesini kabul etmişlerdi. 1628 yılında William Harvey’in kan dolaşımı hakkındaki keşifleriyle bu algı değişmeye başlamıştır. Harvey’e göre kalp atardamarlar yoluyla kan pompalar, pompalayacak olduğu kanı da toplardamarlar yoluyla alır. Harvey, kanının ısısının dolaşım sisteminden meydana geldiğini ve bu dolaşım sisteminin de mekanik bir sistem olduğunu ileri sürmüştür. On sekizinci yüzyılda kent planlamacıları bu bulguları şehirlerde de uygulamaya başlamışlardır. Kent içinde bütünlük oluşturulmaya çalışılmış, sokaklar ve yollar düzenlenip birbirlerine bağlanmıştır. Şehirdeki hareket sistemi tıpkı insan bedeninde olduğu gibi atardamar, toplardamar ve kılcaldamar terimleri ile açıklanıyor, herhangi bir arter tıkanıklığında kentin kalp krizi geçirilebileceği düşünülüyordu. Yine bu dönemde kanalizasyon şebekelerinin icadıyla kent ilk defa adamakıllı bağırsaklarını boşaltmıştır, kent canlı bir organizmaya benzer bir şekilde planlanmıştır. Ernst Platner’e göre hava beden içinde dolaşması gerekir, havayı almamızı sağlayan zar ise deridir. Bu sebeple şehir daha hava alır bir hale getirilmesi, deri temiz tutulmalıdır. Aynı durum ekonomi için de geçerlidir. Adam Smith “Ulusların Zenginliği” adlı eserinde artık malın ve özellikle paranın serbest dolaşması gerektiğini savunmuştur. Aynı zamanda Smith’e göre ekonomik birey toplumsal bir varlıktı. İş bölümü içerisindeki her birey bir diğerine ihtiyaç duyuyordu. Fakat işler tam olarak öyle yürümedi. XVI. Louis tahta çıktığında Paris’te 40.000 burjuva bulunurken şehrin 600.000’den fazla sakini sefalet içerisinde yaşıyordu. Paris’teki üst sınıfın tüketim merakı git gide artar hale geldi ve gittikçe artan sayıda zanaatkara, uşağa, satıcıya ve inşaat işçisine ihtiyaç duyuluyordu. Ekonomik dengesizliğin git gide artmasıyla emek arzı talebi geçmiş, işçi ücretleri düşmeye başlamıştır. Ve bu ikili döngü devam ettikçe alt sınıfın hacmi gittikçe artmaktaydı. Paris’te vasıfsız işçiler günde 30 sou civarında, vasıflı işçiler ise 50 sou’dan fazla kazanıyordu (sf. 250). Bu gelirin yarısı 8-9 sou tutan temel besin maddesi ekmeğe gidiyordu. Bir hane halkının günde iki üç ekmek yediğini, geri kalan gelirini de besin ihtiyaçlarına harcadığı düşünüldüğü zaman işçilerin büyük bir kısmının sefalet içinde yaşadığı görülür. İnsanlar ekmek fiyatları yüzünden grev yapmaya başlamışlardı. Fakat ücretlerinden dolayı tahıl arzı azaldığından ekmek fiyatı 16 sou’ya kadar çıkmıştı. 1989 Ekimi’ndeki büyük ayaklanma şehir merkezindeki büyük yiyecek dükkanlarında başladı. Daha çok kadın ve çocukların yer aldığı bu ayaklanma işçi maaşları yüzünden değil yiyeceklerin fiyatları yüzünden çıkmıştı. Bir sonra sonra erkeklerin de katıldığı grup, Versailles Sarayı’nın önünde kamp tutmaya başladı. Sayıları altmış bini bulunca saraydan kraliçe tarafından dönüş yapılmak durumunda kalındı. 5 Ekim’de başlayan ayaklanma ile ekmek fiyatları 12 sou’ya sabitlendi, otoritereler ileride çıkabilecek ayaklanmalar için askeri gücünü arttırma yolunda ilerledi. Devrim’den sonra bu olayın ideal insan üzerinde tahayyülleri sonunda sanat alanında Roma ve Hıristiyan sanatından devşirilerek Marie Antonette’nin Meryem kültünden  hareketle simge haline geldiği görülür. Marianne süt dolu iri memeleriyle devrimin bereketini simgeler. Anaç olan bu figür tüm halka eşit bir şekilde süt verecektir. Devrim algısı sanatı etkilediği için mekân kavramının da değişmesine sebep olmuştur. Devrimin mekânında özgürlüğü engelsiz, sınırsız hacim tanımlar. Hiçbir şeyin gizlenmediği, açıklığın olduğu mekân yaratılmalıydı. Paris için planlamada en önemli kişilik Etienne Louis Boulle, kenti Hadrianus dönemi Roması gibi simetriyi uygulayarak tasarlamıştır. Devrim Meydanı düzenlenmesi ve hacimsel olarak açılması ile idamın gerçekleştiği bir mekan haline gelmiş, bu meydanda Devrim’in en yüksek yaşandığı dönemlerde festivaller yapılmıştır. Bu deneyimlerden yola çıkarak sınırsız mekânın insanı tepkisizleştirdiği açıktır. Kişiler festivalde de idam esnasında da tanımlayıcı bir sınır olmadığından ve büyük mekanlarda ana eylemi göremediklerinden tepki vermekte zorlanır bir haldedir.
Paris ayaklanmalarla çalkalanırken Forster’ın Londrasında ayaklanma olmaması ve kentin büyüklük ve zenginliğinin sergilenmesi kentin toplumsal huzursuzluktan arınmış olduğunu gösterebilirdi fakat arka plan çok başka biçimdeydi. Londra’da kentin ana yolları muhteşem güç ve zenginlik gösterileri ile bezenirken arka taraftaki bölgelerde sefalet söz konusuydu. Aynı zamanda sınıf hasedi toplumsal savaştan daha güçlü bir şekildeydi, üst sınıflar alt sınıflardan hürmet bekliyor ve alıyorlardı. 1910’da Büyük Britanya’daki ülkedeki ailelerin en zengin yüzde 10’luk kısmı ulusal zenginliğin yüzde 90’ına sahipti; en zengin yüzde 1 servetin yüzde 70’ini elde bulunduruyordu (s.288). İngiltere’de ayaklanma çıkmamasının sebebi olarak Tocqueville, kentin yarattığı yalıtılmış ve yalnız birey üzerinde durmuştur. Bireysel, birbirine ve düzene karşı kayıtsız, içe dönük insanlar toplumu oluşturmaktaydı. On dokuzuncu yüzyıl kentleri tasarlanırken akışın ve serbestçe hareketin sağlanabileceği geniş alanlar yaratılmıştı. Bu alanlar örgütlü mücadeleleri kısıtlarken bedenleri yavaşlatmış, bireyleri ortak kader algısından uzaklaştırmıştır. Aynı zamanda dönem hız dönemidir. Otomobiller kişilerin durup bakmasını olanaksız hale getirir. Kalabalık içerisinde bir yere yetişmeye çalışan bireyin hızlı adımları bedeni körleştirir. Fabrikalardaki seri üretim anlayışı bireyi üründen koparır, makine haline getirir. E. M. Forster’ın “Howards End” adlı romanında kent yaşamının ve üretim biçimlerinin nesneleştirdiği, makineleştirdiği, hissizleştirdiği kent ve beden dile getirilmiştir. On dokuzuncu yüzyılda kent tasarımcıları Aydınlanma dönemindeki fikirlerde olduğu gibi kentte atardamar ve toplardamarları yollar ile oluştururken kentin akciğerleri olarak yeşil alan kurgulamışlardır. Kan nasıl akciğerde temizleniyorsa insan bedenleri de bu yeşil alanlar sayesinde temizlenecektir. Bu dönemin bir ürünü de Londra Metrosudur. Londra Metrosu insanları şehre getirme devrimi olarak bilinir. Fakat bu durum Londra’nın şehir merkezindeki kötü koşullarda yaşayan halkın uzaklara taşınmasına vesile olmuş, yoksulları şehirden çıkarmaya yönlendirmiştir. Dönemin piyasa mantığına göre işçiler bir günde 18 saate kadar, zor şartlarda, her gün çalışmaktaydı. 1891 yılında İtalyan fizyolog Angelo Masso’nun yorgunluk ve verimlilik arasındaki ilişkiyi açıklamasıyla işçilerin günlük çalışma şartları düzenlenmeye başlanmış, rahatlık/konfor kavramı yaşamı biçimlendirmeye başladı. Metro koltuklarından, tuvaletlerin klozetlere dönüşmesine kadar her parça konfor anlayışı ile düşünülmeye başlanmıştır. Aynı zamanda bu dönemde merkezi ısıtmanın icadı, binalarda yalıtım sistemlerin geliştirilmesi, iç mekanın aydınlandırılıp havalandırılması gibi teknolojilerin gelişmesi ile birey sokaktan kopar hale gelmiştir. Bu gelişmeler sayesinde apartman cepheleri sokakla bağlantılı olmak durumda da değildir. 1846’da binalarda asansör kullanımının da başlamasıyla yapılar giderek uzamaya başlamıştır. Modern insan asansörde durarak dairesinin bulunduğu kata çıkıp, sokakla ilintisi olmayan dairesinde konforlu koltuğunda oturmaktadır. Hızın coğrafyası Tocqueville’nin belirttiği gibi bireyi durağan ve yalıtılmış bir hale getirmiştir.
New York tam olarak Romalıların hayal ettiği gibi sonsuz gridler kentidir. New York sonradan kurulan bir şehir olduğundan planlaması boş arazi üzerinde uygulanmıştı. Roma kentinden farklı olarak New York kentinin bir sınırı yoktu, spekülatörler ne zaman spekülasyon yapmak isterse şehir ona göre büyümekteydi. İkinci Dünya Savaşı sonrası büyük ölçüde Robert Moses’ın etkisiyle New York ulaşım hamleleri ile dışa doğru taşmaya başlamıştır. Moses’ın bu hamlesi Aydınlanma’nın hareket eden bedene dayalı bir şehir yaratma arzusunun son noktasıdır. Robert Moses yayayı değil otomobiller için otoyolları düşünerek ekspress yollar sistemi yaratıyordu. Planlamacılığı çeşitliliği ortadan kaldırıyor, şehri parçalara ayırıyordu. Bu megakentlerde bireysellik ve materyalizm uç noktaya varmış, sınıfsal farklılıklar merkez periferi ilişkisine yol açmış, kenti şekillendirmiştir. Böylelikle kent ruhsuz ve suç oranlarının arttığı bir mekân haline gelmiştir. Ten ve Taş kitabında Richard Sennett kent mekanlarının büyük ölçüde insan bedenlerinin işleyişi ile şekillendiğini anlatmıştır. Günümüz kentinin yurttaşlarında ahlaki ve sempati uyandırma güçlüğü vardır. Yazar, çok kültürlü megapollerde bireysellikten vazgeçilmesi için bedenlerimize ait davranışların tekrar şekillenmesi gerektiğini öne sürer.
0 notes
beritworks · 5 years
Quote
Jane Jacobs’tan alıntı: Semtte işlevsizlik ve canlılığını kaybetmişliğin emniyet üzerinde etkisi
Benzer sayılan yerlerin benzer sayılan kısımları arasında bile muazzam kamusal güvenlik farkları olduğu görülüyor. New York’taki toplu konut projesi olan Washington Evleri’ndeki bir olay da bu noktayı doğruluyor. Bu konutlarda oturanlardan bir grup 1958 aralığının ortasında dışarıda bazı seremoniler yaparak üç yılbaşı ağacı dikti. Hiçbir yere sığmadığından nakliyesi büyük güçlük yaratan dimdik ve süslü ağaç projenin iç “sokağına” yerleştirildi, burası yeşil alan içindeki merkezi dükkanların ve yürüyüş yollarının bulunduğu kısımdı. İki metreden kısa olan ve kolayca taşınabilen diğer iki ağaç projenin dış tarafına doğru bir köşeye yerleştirildi, burası da eski şehirin kalabalık bir sokağına bitişikti ve ona açılan canlı sokaklara bakıyordu. Büyük çam ve tüm süsleri ilk geceden çalındı. İki  küçük ağaca kimse dokunmadı; ışıklarını ve süslerini bile kimse almadı, yılbaşı geçtikten sonra indirilene kadar dikildikleri yerde kaldılar. “Birinci ağacın çalındığı yer projenin teoride emniyetli ve korunaklı yeriydi; ama burası insanlar için, özellikle çocuklar için emniyetsiz bir yerdir,” diyordu mukimlerden oluşan gruba yardımcı olan sosyal hizmet görevlisi. “O alışveriş merkezindeki insanlar Noel ağacından daha güvende değil. Öte yandan diğer ağaçların emniyette olduğu yer, proje göre sıradan bir köşe olmasına rağmen insanlar için en emniyetli yerdi.
0 notes
beritworks · 7 years
Link
Şimdi ise çok uzun videolar ve blog! ^^
0 notes
beritworks · 7 years
Link
Süüüüüüper! İnsan heyecanlanıyor! 
0 notes
beritworks · 7 years
Photo
Tumblr media
Arazinin zamana göre dönüşümü
Betonsa, Kemerburgaz
0 notes
beritworks · 7 years
Video
youtube
Su üzerine,
0 notes
beritworks · 7 years
Text
WHO IS IN TOWN?
Istanbul’s New Airport: How Will It Change the City?
Istanbul’s new airport will be the largest constuction project of the history of Turkish Republic and will be largest construction site of the world. Total area of the airport is 76 million square meters. It designed to accomodate 150 million passengers a year. It will be an airport as a global aviation hub. But what is a hub? And why Istanbul has a role of global aviation hub?
A transport hub is the a place which passengers cargos exchanged between different points. It is center of the changing. Also, changing points brings variations and density. It is same at the nature, for example estuarys are areas of the changing and we can see several species in there. So, İstanbul’s new airport have a big role.
Firstly, big issue is the shifting the concentrate of air traffic. According to searches of Max Hirsh, air traffic has increased to eight times in the last 40 years, since mid-1970’s. Also in 1990’s most of air traffic was concentrated in North America and Europe but over the last 20 years it is changed. Now, most of air traffic concentrate in Asia and Africa. Because of job opportunities and developing cities in the Asia and Africa people fly with this points. So we can see Middle Eastern hubs now.
In addition, Istanbul has very important geographical advantage because Istanbul connects Asia and Europe. Istanbul can take advantage of growing air traffic between Europe and Asia. So, the new airport is big social, politic and economic stratagy of Turkey.
Beside Istanbul; Sydney, Beijing, Mexico City are builted with two reasons. Increasing air capacity and expanding the city.
On the smaller scale, scale of Turkey, number of passangers increase 12 million to 90 million between 2013-2015. Because of that, Sabiha Gökçen and the Atatürk airports were one of fastest-growing airports in the world. But according to Max Hirsh, Atatürk airport did not have to close, Atatürk and Sahiba Gökçen airports can easily expanded.
Terminal building is 1.3 million square meters, and massive building. Terminal is so big, between internation gate and domestic gate is 2 kilometer. It is big hassle for transferring.
 With the new airport, in the Akpınar, there is new airport urbanism. In airport urbanism, there is three modes of infastructures; airportcity, public-private village development, spontaneous/speculative growth. So, how will create the airport and its surroundings? Director of the airport city says, they want to make something like Bomontiada. Bomontiada is important cultural place, also there are different parts like restourant, shopping etc. and the bond between these parts is well-structured.
 But will the bond between these parts be well-structured in the new airport of Istanbul?
Tumblr media Tumblr media
Director of the airport city want to make airport smooth-running but also they want well-connected with surroundings. IGA, which company build and operate the third airport, has a very large social and environmental management team for support local communities through social and economic development. They doing things like healt center, libraries and renevating schools in villages near the airport. IGA treats like municipality in the region, government pay Money to IGA and IGA operate surrounding of airport.
Tumblr media
We can see the “Land Valuation Data”. Dark blue part is cheapest part of city. Northwest airport area is cheapest.
Akpınar, which region the new airported situated in, was 1.100 residant before airport. But because of workers of airport, there are temporary camp there. It builted for 15.000 workers and they mostly came from Black sea, Pakistan and Vietnam. There are shifts of population, and there will be. Also IGA provided bus lines, markets, security system etc. for them. It is one of the answer of why IGA works on the surroundings of airport.
 It is the fact, airport will affect on the surrounding of airport, city and the world.
But there are many question need to be answered. These questions also asked in the conversation.
How airport will affect to overall spatial organization of city?
How airport area will be a new part of city and how will airport connected with city?
Gayrettepe will the main point of interconnection between airport and between local traffic and global flows. What is expected to happen in Gayrettepe? Will Gayrettepe be a world center point?
And what will the Atatürk airport when it will close? How redevelop Ataturk airport site?
Atatürk airport was opened more than 50 years ago and the city has shifted right here. If the airport turns into another form, Atatürk airport site will the change.  
Also, how new airport will affect to nature? Airport located in the very important area, in the Northern forests. Forests has various ecosystems, species, lakes, stream. And most important topic is this area is the one of the world’s busiest migration routes.
In the conversation, there was a woman who worked for IGA’s sustainability program. She said, they explored and worked on that they will can change birds route with the signals. But the birds fly same routes since the last ice age. Millions of birds travel thousand of miles each year. And Istanbul is one of them.
As a result, a new airport in Istanbul is huge and it will affect small scale to large scale. So, it brought a lot of question need to be answered. Because these questions will affect on everything.
0 notes
beritworks · 7 years
Photo
Tumblr media
DELACROIX, La liberté guidant le peuple, 1830
“Halka Yol Gösteren Özgürlük”
0 notes
beritworks · 7 years
Text
NEW ROMANCE
-Liam Young
Avusturalian-born architect Liam Young who approached contemporary architecture with original style commented in the movies; what kind of world awaits us in the future based on the "technology age" and the way we behave against this world. "New Romance" is the solo-exhibition that continues in three seperate films. Trinity of In the Robot Skies, Where the City Can't See and Renderlands fiction film field critically questioned with the new technical-visual possibities of cinema, how "technology age" -which age we are living now- will transform in the future. In the works main theme is the romance.
 In the Robot Skies:
Tumblr media
In the cooperative apartment house, London, witch be formed by high-rise building, people watched by technological device, drone, which is the control system. Also film shown by drone-eyes. Tamir is the guilty and he has curfew. The film exhibit how Tamir and Jazz's love found solution in the impossibility.
According to Jane Jacobs, mass housing systems have people lowest diversity and one-type of social statu and it causes seperate people in the city. Also movie reveals depression of mass houses system. Like Pruitt Igoe, considered the day of the collapse of modern architecture, in the film people show inappropriate behavior, revolt, monotypicism, vandalism. On the other hand, the biggest factor of appearance of these consequances is effort of keep people under control.
In the movie, Jazz and Tamir trying to communicate with the drone they have taken control of by doing computer hacking. They  have achieve to communicate between themselves by turning the control mechanism into their own favor. When they confessed their love to each other, they caught. The storyline ended tragically.
In the divine point of view, who shown the people and find out the all feature of people is the drone and it has given a new dimension to fiction.
 Where the City Can't See:
Tumblr media
The factory worker who wandered into the smart city with a cab without a driver went to work in the factory. At the end of the work, a piece of paper given by his colleague leads to the adrese again with a driverless taxi. A group of young person followed two factory workers. They move away from the city where the urban management and the camera monitoring systems. They create place for themselves. The movie ended with the dance scene of young people who found themselves in their own self in this place.
In the film, Liam Young  used laser scanning technology, which is used in drawings from beginning to end,what used in restitution and restoration. According to me, the main aim is break the connection of only the surfaces of buildins and objects we have seen and the life of behind.
In the film edited with laser technology, the objects are not displayed in a massive fashion,
In the film edited with laser technology, the objects are not displayed in a massive display, also shows the area behind. This may indicate that the city is under constant control, that everything is observable, and that no private life is left, the city has become an abstract form of laser only. At the same time, the youth of the city who kept under this abstract and continuous control, escape from the city and create their own area.
Renderlands:
Tumblr media
 The main character, who working in the business and transforms digital files, has a feature of who constantly scolds at work, does not get his business done, does not make a sound when he plays in the face of his boss. The person has reached his digital environment with virtual reality glasses.
The person who gets bored from the intense work tempo, constantly scolding, monotony of life used the virtual reality glasses when working hours are over.
The person who can not find real world, romanticism, relationships in real life has searched it in the world that his founded and rendered. He treats behaviors in the real life what he doing in the virtual world in the same time. He smiling, stretching, dancing and finally he caught up with colleagues while exhibiting these behaviors while weared virtual reality glasses.
  The main theme of the three movies is that people are searching for new places in the city which is not their own and is constantly observed with the bringing in of technology.  In the first film, people who are forbidden to go out on a public housing site, hacked drone as a solution of contact. In the second film, which is designed with laser technology, young people who do not feel the city itself, they create a place themselves in the outside of center. In the third film, the person who can not reconcile himself with life, he rendered three dimension models-creates his own world and he find his own reality through virtual reality glasses.
 The sound effects are mechanical like the main theme that technology and it refers to distopia. But this sound go out from the mechanical sound when the person creates his own space as in the third film. In the same way, colors also changed when movie show his their own  rowards cold to hot.
 As a result, digital infrastructures are beginning to restrict us while at the same time guiding our future. As explained in an exaggerated genre in the film, the developing technology and the limited time it brings with it, has begun to trap mankind. But man always tends to create a space for himself.
0 notes