bidavuldolusu
bidavuldolusu
1 davul dolusu
7 posts
Kişisel yük boşaltma alanı.
Don't wanna be here? Send us removal request.
bidavuldolusu · 5 years ago
Text
Zerdali Tekel
"Brother from another mother" der ecnebiler. Nokta vuruşu tanımları vardır, severim kendilerini. Ulaş da sever. Batı'nın ahlaksızlığını Celal'den şişe şişe almışlığımız, hesaba "şrrrak!" diye hesapsızca yazdırmışlığımız çoktur beraber. Paranın hiiiç lafı olmaz aramızda. Bir gün ben ısmarlarım, bir gün Ulaş. Hem, neden olsun ki? Bütün ahlaksızlık Celal'in veresiye defterinde. Bizlik bir durum yok. Bilmeyenler için... Uzun bir Beyoğlu gecesinin sabaha karşısı, uykudan önce son alışverişi yapmak üzere dükkanına gidip, elimizde siyah poşetle çıkarken "Lan oğlum boşverin stüdyoda içmeyi, gelin Rock'n Rolla'ya gidelim, biralar benden!" dedikten sonra, bizim poşeti içeri koyup kepengi indiren Celal'den bahsediyorum. Dersimli Celal, Zerdali Tekel. Feridun Düzağaç sever Ulaş. Halbuki, simetromanisi yoktur benim gibi. "İlla düz duracak her şey!" demez. Stüdyonun orasına burasına eğri büğrü asar kabloları, çerçeveleri, ıvırı, zıvırı... Çaktırmadan düzeltirim. Bir, "Başladı yine manyak!" demesin; bir de teknik olarak hangi yarısının ona ait olduğunu hiç bilmediğim stüdyomuzda onun alanına tecavüz etmiş olmayayım diye. Bazen işletmeciliğimiz tutar: - Madem ortada bize Afitap gibi mütemadiyen göz kırpıp kaçan, albenisi bol bir alacak var. E madem ortağız, bunun avantajını kullanalım. İyi polis - kötü polis yapalım. Kimin arası kimle iyiyse, bozulmasın. Diğeri çözsün işi. - Tamam o zaman ben uzuyorum. Sen halledersin. Akşam gelirim, rakıya gideriz. Akşam stüdyoya gelecek olan kimse, telefonunda şu mesajı görür: "Oğlum Celal'den bira alsana gelirken, içeriz." İşletmeci de olamayız, polis de. İyi ki doğdun ortağım.
(19.05.2020, İstanbul)
0 notes
bidavuldolusu · 9 years ago
Text
Biz ve Onlar
Yıllar, yıllar önceydi. Biz okula giderken kulaklığımızı takıp müzik dinlerdik. Onlarınsa herşey bir kulağından girip, diğer kulağından çıkardı. Hayallerimize tutunarak yaşardık ama onların neresini tutsak elimizde kalırdı. Tutsak edemezdik kimseyi kendimize, kıyamazdık. Kıyamete kadar ayrı kalmak pahasına özgür bırakırdık.
La Liga’ydık biz. Sıcaktık, ateşliydik, tutkuluyduk ama dürüst ve ahlaklıydık. Bizim ligimizde kazanmak için her yol mübah değildi. Kazanmak, tek gerçeğimiz değildi. Mottomuz ‘‘Juego Bonito’’ydu. Önemli olan ‘güzel oyun’du, oyunu güzel oynamaktı. Onlarsa her türlü mafya ilişkisinin kol gezdiği, maç skorlarının şikeyle belirlendiği Serie A’ydı. Ayrıca tutucu, engelleyici, savunmacıydı onlar. Türkçe karşılığı ‘‘kapı sürgüsü’’ olan catenaccio taktiğini benimsemişlerdi. ‘‘Sürgülersek kaybetmeyiz.’’ dediler ama sürüklenme payını hiç düşünmediler.
Onlar kol kanat gererek puan kazandıklarını zannederken, hayatta yalnızca kendimizle yarışan bizler kollarımızı kanat yapıp uçmanın hayallerini kurduk. Onlar her adımın hesabını ince ince yapıp ağlarını örerken biz sonumuzu düşünmeden bağlandık.
Yıllar sonra bugün biz öldük, kahraman olduk. Belki de hep kahramandık, ölü doğduk.
0 notes
bidavuldolusu · 9 years ago
Text
San Marino’daki Dünya Kupası’nda Tarkan Konseri
Arşivden öyle bir rüya çıktı ki...
Malumunuz, iki haftadır Dünya Kupası ile yatıp kalkıyoruz. İzlemeyenler hatta boykot edenler bile iliklerine kadar nüfuz eden sosyal medya sayesinde üç aşağı beş yukarı takip etmiş oluyorlar. Bilinçaltım da durur mu, Tarkan hayranlığımı Brasil 2014 ile birleştirmiş. Buyrunuz…
Puslu bir havada, pek de ahım şahım olmayan bir konser alanında (belki de Liechtenstein'ın maçlarını oynadığı Rheinpark Stadion kadar mütevazı bir stadyumda) Tarkan konseri izliyoruz. Yalnız değilim ama birlikte olduğum arkadaşlarım rüyamın kadrajına girmiyor. Şaşırtıcı derecede seyrek dizilmiş seyircilerden benim sağ tarafıma düşen bir kız, konserin hiç de güzel olmadığını iddia ediyor. Bense kendisine dönerek, "San Marino'daki konseri görmeliydiniz. Muhteşemdi! Dünya Kupası için oradaydık, Tarkan konseri olduğunu görünce koşa koşa gittik." diyorum.
Rüyamın montajı sırasında aradan çıkarılan kısımda sanırım önlere doğru ilerliyoruz. Biz öne gittikçe küçülüp salaşlaşan konser alanı, bir dönem çok gittiğimiz Yeni Melek'in koltuksuz halini, sahne ise parke döşemeleriyle bir tiyatro sahnesini andırmaya başlıyor.
Tam o sırada sahneye üç kadın şarkıcı çıkıyor. Biri kulak memesi hizasında biten siyah küt saçlarıyla Model grubunun solisti Fatma Turgut, diğeri sözüm ona Şebnem Ferah, sonuncusu ise Medcezir dizisinin Sedef'i, Defne Kayalar… Hangi şarkıyı söylediklerini hatırlamıyorum yalnız ilk nakaratın sonunda aniden bitiriyorlar.
Seyirciler onları alkışlarken "Hadi sıra sizde!" diye bağırıyorlar. Hangi ara insanların şarkı söylemesini beklediği biri konumuna geldiğini anlamayan bense "Benim sesim berbattır, İbrahim isterse söylesin." diyorum. İbrahim, ilkokuldan üniversite bitene kadar aynı okulda okuduğum, lisede sıra arkadaşım olan ve konumuzla tamamen alakasız şekilde gemilerin elektrik tesisatında uzmanlaşmış bir mühendis…
Rüya montajında kaybolan başka bir zaman aralığının ardından, sahneye en uzak uçta ama yine sahnemsi bir yükseklikte yarı uzanmış oturuyorum. Bar programı rahatlığında geçiyormuş gibi görünen konserde antrakt olmuş, Tarkan karşımda. Konuşuyoruz…
"Aslında…" diyor, "Sahneye bir bardak koyup, görüntümün o bardaktan büyüyerek çıkmasını planlıyorum. Düşün bak!"
O sırada telefon çalıyor, direkt ben açıyorum. Karşıdaki kişi kendini "Derya" olarak tanıtınca, Tarkan'ı omzundan tutarak bana doğru döndürüyorum ve telefonu kendisine veriyorum. Pek samimi, canımlı cicimli sohbeti bittikten sonra, kendisine olan hayranlığımı bilen arkadaşlarımın da sürekli iteklemesi sonucu kurduğum cümleyle birlikte Tarkan'la aramda aşağıdaki diyalog gerçekleşiyor:
- Ben seni aslında daha önceden tanıyorum. Volkan Abi'nin davetlisi olarak konserine gelmiştim hatta kuliste konuşmuştuk. - Volkan? - Evet, davulcun Volkan Öktem… Hatta dün doğum günüydü kutlayamadım. Müsaitse kutlamak isterim. - Tabi, gel gidelim. İzninizle…
Birlikte sahnenin önüne gidiyoruz. Beni bekletiyor. Kısa bir süre sonra Volkan Abi'ye hiç benzemeyen biri geliyor. Bir gün gecikmeli olarak doğum gününü kutlamak istediğimi söyleyince, ay yüzlü ve çok sakallı bambaşka Volkan "Seni kandırmışlar, 13'üydü benim doğum günüm." diyor ve gülüyor.
Bana ise yarın gece DJ setimde çalacağım Tarkan şarkılarını seçmek kalıyor.
0 notes
bidavuldolusu · 9 years ago
Text
Şerit İhlali
Olumlu anlamlara sahip kavramların, denge unsuru olan nüansları kanatlarının altına alıp görünmez kılmasıyla manipüle oluyoruz ve bu deformasyon günden güne karakterimize işliyor. Örneğin, iyi insan olma fikrine öyle kilitleniyoruz ki o yolda geliştirdiğimiz bütün davranışların doğru olduğu yanılgısına düşüyoruz.
İyiliğin öznelliğini; bugüne kadar dünya tarihinde görülmüş birçok felaketin, iyi bir hedef uğrunda hareket eden insanlar tarafından gerçekleştirildiğini tartışmıyorum. O bütünüyle farklı bir konu. İyi olduğuna inanılan bir şeyin kötü sonuçlar doğurması değil, iyi olmaya giden yolda gözden kaçırılan detaylar, yapılan hatalar burada önemli olan.
İletişimde olduğumuz, özellikle duygusal yoğunluk yaşadığımız kişiyle herhangi bir konuda fikir ayrılığına düştüğümüzde, bir tartışma yaşadığımızda, bu duruma felaket gözüyle bakıyoruz. Asla olmaması gereken bir olay yaşanmış, her şey bitmiş, büyü bozulmuş ve dünyanın en uzak iki köşesine savrulmuş gibi hissediyoruz. Tam da bu anda devreye, aslında ne kadar iyi bir insan olduğumuzu, onu çok iyi anladığımızı, bu konuda onu üzecek bir şey yapmadığımızı, bunun zaten mümkün olamayacağını, ona hak ettiği değeri her zaman verdiğimizi, bir sarılsak her şeyin çözüleceğini anlatma derdimiz giriyor. Konunun kendisinden uzaklaştıkça, rasyonellikten ayrılıp duygusal dengesizlikler üzerine kurulu bir yola sapıyoruz. Yol desen yapım aşamasında, asfalt bile dökülmemiş. Ne şeridi, ne çizgisi, ne sınırı? Halbuki olumlu bir kavram olarak öğrendiklerimiz dahil, her davranışımıza sınır çizebilmeliyiz. Hayatın akışı içinde kendimizi her an frenlemek zorunda olmasak bile, ihtiyaç duyduğumuzda yapabilmemiz için sınırlarımızı önceden çizmiş olmalıyız. Trafik şeritleri gibi gerektiğinde düz, gerektiğinde kesikli.
Kesikli çizgilerle belirlememiz gereken sınırlar, herkesin görmek isteyeceği, aslen gayet olumlu bir kavram olan "özen"in bile işgale dönüşmemesi için son derece önemli. İletişimde olduğumuz kişiye göstereceğimiz özenin dozunu, onun kendine göstermeyi uygun gördüğü düzeyde tutabilmeyi bilemezsek, kendimizi onun sınırlarını aşmış ve haddimiz olmayan müdahaleler yaparken bulabiliriz. Sonrası yine kendimizi anlatma çabası, yine döngü, yine kısır.
Özgürlüğün tanımını ne siyasi ne de toplumsal ölçekte yapabilmiş bir coğrafyada, ilk nefesimizle öğretilmeye başlanan reflekslerimizden arınıp, her şeyin zıttıyla dengede olduğunu; bütün güzelliklerin, o güzelliğin değerinin anlaşılmasını sağlayan zıtlıklarla var olduğunu ve o zıtlıkların makul bir bakış açısıyla karakterimizi ele geçirmeden bize yarar sağlayacak bir düzeyde tutulabileceğini görebilirsek belki o zaman iletişimde olduğumuz kişiye gerçek anlamda "özen" göstermiş olabiliriz.
0 notes
bidavuldolusu · 9 years ago
Text
Ayna
Savage Garden'ın 1997'de çıkardığı To the Moon and Back, kişisel tarihimin düz beyaz sayfalarından; hayata dair bambaşka umutlarımın olduğu, şimdi bile hatırlayınca gülümseten hayaller kurduğum zamanların şarkısı.
Sözleri; bir kadının hüzünlü hikayesini, üzerine acı bir aşk sosu dökerek anlatıyor, doğru. Gelgelelim içinde hiç melankoli barındırmayan, özgüvenli bir duruşla yapıyor bunu. Tam da o noktada akıcı, enerjik ve modern tınılarının havasıyla insana bütün hayallerinin gerçekleşebileceği hissini aşılıyor, umut veriyor.
Aslına bakarsanız, şanslı doğanlardanım. Umudumu köreltebilecek zorluklarla dolu bir çocukluğum olmadı. Kendi toprağında yok sayılan; kimliği yüzünden/kimliği uğruna mücadele etmek zorunda kalan biri olarak doğmadım. Garipsenen bir ismim, dalga geçilen bir ağzım, farklı görülen bir ten rengim yoktu. Üniversiteye başlayana kadar hiç “başka” biri olmadım. Anaokuluna kaydettirilmek üzere götürüldüğüm kolejin müdürü tarafından birinci sınıfa alındığım andan, liseyi bitirene kadar özel okulda okudum. Hatta babam, lisenin son taksidini yatırdıktan sonra senedi bir kenara koyup, “Benim görevim burada bitti.” demişti. Mezuniyet törenime üç gün kala hayattaki görevini de bitirip gitti. Neyse, konumuz bu değil.
Bahsettiğim dönemde hangi coğrafyada neyin mücadelesinin verildiğinden bihaberdim. (Gurur) duyduğum tek mücadele, annemle babamın “Seksen İhtilali"ne giden süreçte yürüttükleri devrimci mücadeleydi. Bir yürüyüş eylemi sırasında, kitleye arkadan saldıran polisin copuyla annemin omzunda bıraktığı izin yıllar sonra bir kulağını kaybetmesine sebep olması, babamın gece dersine giderken ülkücüler tarafından pusuya düşürülüp öldüresiye dövülmesi, kış olduğu için parkası sayesinde uzun süre dayanabilmesi, bundan yararlanıp ölü taklidi yaparak ülkücülerin elinden kurtulması, sadece birkaç gün sonra ders sırasında sınıfının basılıp gözünün önünde arkadaşının öldürülmesi, okullarının süresiz kapatılması gibi olaylar, asla içinde olamayacağım bir mücadeleyi sahiplenme ve bununla gururlanma şansı vermişti bana.
Madalyonun diğer yüzünü çevirdiğimde ise hep kendim gibi olan insanlarla arkadaşlığım, Süreyya'da izlediğimiz filmler, her cuma okul çıkışında bir arkadaşımızın arka bahçesinde maç yapamamız, Bostancı - Fenerbahçe - Kadıköy hattında bisiklete binmemiz, Caddebostan sahilinde gezmemiz, ben biraz mesafeli olsam da sözde aşık olduğumuz kızlarla zaman geçirebilmek için Bağdat Caddesi'nin türlü mekanlarında oturmamız ve bunun gibi birçok izole faaliyet, aynadan yansır gibi gözümün önünde oldu hep. Çok net.
Bunca yıl sonra dönüp bakınca, "İyi ki elimde bir aynam varmış.” diyebiliyorum. Kendi elleriyle bana yöneltmeye içleri elvermemiş olsa da annemle babamın, günün birinde hem kendimi hem de hayatı çırılçıplak görebilmem için gizlice cebime iliştirdiği, sakarlığım yüzünden kaç kere düşürdüğümü hatırlayamadığım şu ufak aynam.
1 note · View note
bidavuldolusu · 9 years ago
Text
Awesome John
Bugün bir arkadaşımla otururken, başka bir şeye bakmak üzere telefonunu eline aldı ve "Asım Can Gündüz ölmüş!" dedi. Sektörün içinde olup, sohbet etme fırsatı bulamadığım insanlardandı ama Tünel'de karşılaştıkça selamlaşırdık. Selamını kimseden esirgemezdi. Çevresine gülücükler saçarak; "Beni tanıyorsunuz!" değil, "Ben de sizi seviyorum!" bakışıyla, herkesle göz teması kurarak yürürdü oralarda.
Bir gün Karaköy'e inmek üzere Tünel'e bindim, hareket etmesini bekliyorum. Kahkahalar eşliğinde biri bindi. Baktım, Asım Can Gündüz. O meşhur Hawaii gömleklerinden birini giymiş, yukarıda anlattığım gibi herkesin gözlerine bakarak geçip vatmanın kapısının orada durdu. Hemen arkasından vatman geldi. Asım Can Gündüz neşeyle "Hey vatman!" dedi. "Hadi bizi o güzel adalara götür, deniz, kum, güneş…" Ardından bir kahkaha daha patlattı, yarısında bize dönerek. Vatman da kendisini tanıyor olacak ki "Tamam!" dedi, daha sessiz bir kahkahayla. "Ne güzeldir oralar şimdi bilir misin? Aaah… Hadi kolay gelsin!" dedi Asım Can Gündüz. Vatman kapıyı açıp kabine girdi. Tren hareket etti. Hangi adalardan bahsediyordu, raylı sistemle gidilen bir ada var mıydı bilemiyorum. Zaten önemli değil, hele hele konumuz hiç o değil.
Asım Can Gündüz'ü ilk kez babam izletmişti bana. Solosunun bir yerinde ağzıyla çaldığı pembe gitarına bayılmıştım. Bilirsiniz o gitarı. Yıllar sonra Bir Sevgi Eseri albümünü aldım. Hani şu marş olmuş yabancı şarkıların, Türkçe sözlü hallerinin olduğu… Beğenir misiniz bilmem, ben dinlerken hep gülümserim.
Serkan Civelek ile Baba Blues Band'i kurmuşlardı. Neredeydi, ne zamandı hatırlamıyorum; bir kez izlemiştim. Tanışamamak, canlı izleyememek gibi şanssızlıklardan sonra, benim için oldukça sevinçli bir durumdu. Babamla yaşıtmış, tanışamadığım için "abi" diyemediğim Asım Abi. Oralarda pembe gitar ganidir. Babam da haberi almıştır, gider konsere. Ne güzeldir oralar şimdi Asım Can Gündüz'ün kahkahalarıyla, gitarıyla, müziğiyle…
1 note · View note
bidavuldolusu · 9 years ago
Text
Istanbul United
Beşinci yaşımı doldurduktan üç ay sonra başladığım ilkokulu bitirene kadar, anneannem ve dedemin Süreyyaplajı'ndaki evinde yaşadım. Odamda, kapakları yukarıdan aşağı doğru açılan iki bölmeli antika bir gardrop vardı. “Ben Fenerbahçeliyim!” dememe rağmen, Galatasaraylı babam üzülmesin diye, koyu Fenerbahçeli dayımın bana özel diktirdiği 10 numaralı ve tabi ki parçalı Metin Oktay formasını da o dolabın cam tarafındaki bölmesine koymuştum.
Nedendir bilmem, bir gün okuldan döndükten sonra, o güne kadar hiç giymediğim sarı-kırmızı parçalı formayı giyip elime topumu alıp mahalledeki boş arsaya gittim. O zamanlar anlam veremesem de çoğu benden büyük olan gediklilerin, hangi takımı tuttuğumu sorduklarında “Fenerbahçe” dememle dalga geçmeleri gayet doğaldı. Eczacının oğlu ve aynı zamanda sınıf arkadaşım olan Murat sayesinde bir maçta oynayana kadar, beni aralarına almamaları da…
Geçen zamanda, büyük centilmen dayımın tüm jestlerine rağmen Galatasaraylı olmadım. Dayıma, “Ben hala Fenerbahçeliyim!” dediğimi dün gibi hatırlarım. Sarı-kırmızı parçalı formayı üzerimde hiç göremeyen babam Galatasaraylı olmamı içten içe istemiş olsa bile, benim kararıma saygı gösterdi ve bunu hiçbir zaman dile getirmedi. Henüz 6 yaşımı doldurmamışken, Mayıs 1989'da, beni Fenerbahçe'nin 103 gollü şampiyonluğunun turuna çıkardığında ne kadar büyük bir aile olduğumuzu hissettim. Tahammül, saygı ve başkalarının başarısını sindirip takdir edebilmenin önemini kavradım.
On yaşımdaydım, Galatasaray, hani şu meşhur “Arif'in Manchester'a attığı gol"ün de olduğu Old Trafford'daki 3-3'ün rövanşında, 0-0 ile Şampiyonlar Ligi'ne katılmaya hak kazanıyordu. Avrupa’daki diğer temsilcilerimizin başarılarına sevindiğimiz günlerdi. Tezahüratlara katılmasam da elimde Fenerbahçe bayrağımla, Bağdat Caddesi’ndeki konvoya gitmek üzere arabamızdaki yerimi almıştım.
Sene 1995 olmuştu, ben hala statta çıplak gözle maç izlememiştim. Şampiyonluk yarışının gerisinde kaldığımız o sezonun 32. hafta maçları oynanırken, teyzemlerin Fulya’daki evlerindeydim. Eniştem, mangalı yakmaya çalışırken, komşunun maça giden oğlunun koluna beni de tutuşturdu ve nasıl bilet bulduğumuzu hatırlamadığım bir şekilde Beşiktaş'ın Gaziantepspor'u 2-0 yenerek şampiyonluğunu ilan ettiği maçı İnönü Stadı’nda izledim. Ardından da kendimi, stadın önüne gelen eniştem ve tabi ki Çarşı’yla birlikte Dolmabahçe'den boğaza uzanan şampiyonluk turunda buldum. Bir Fenerbahçeli olarak Beşiktaş’ın şampiyonluğuna sevinmem imkansızdı ama sezon bizim çok erken bitmişti. Geriye sadece bir çocuk olarak eğlenmek kalmıştı, ben de tam olarak öyle yaptım. Statta maç izlemek tahmin ettiğimden daha heyecanlıydı. Herkesin yaşadığına inandığım şaşkınlığım ise tabi ki maçı anlatan bir spiker ve gollerin yavaşlatılmış tekrarının olmamasıydı.
17 Mayıs 2000 gecesi, babamın vefatından sadece on gün önce, Galatasaray ile Arsenal, UEFA Kupası'nı kazanmak için sahadaydı. Popescu'nun gole çevirdiği penaltıyla birlikte babamı havaya kaldırdığımı hatırlıyorum. Fenerbahçem haricinde, ülkemizi temsil eden bir takımın başarısına sevindiğim son maçtı. Neden mi? Belki babamla birlikte gitti bazı güzellikler, belki de burada bahsedip de tekrar içine girmek istemediğim çeşit çeşit çirkinliğin altında kaldılar.
Uzun lafın kısası; bundan tam üç yıl önce, 27 Mayıs’ta başlayan Gezi Direnişi’yle birlikte üzerimize bir güneş gibi doğan İstanbul United, bizim ailenin pek yabancı olmadığı bir durumdu. Bizim İstanbulumuz hep “United"dı.
1 note · View note