Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo

“Saksı Kafa” Bu fotoğrafın hikâyesini anlatmadan önce yine bu blogda yazdığım “İzmit” yazısının bazı bölümlerini de ekleyeceğim. O yazıda bu fotoğraf olmadığı için anlatmak istediklerim eksik kalmıştı. Bu fotoğrafla, şimdi hatırladıklarım ve belki de yeniden yarattıklarımla tamamlanmış oldu.
“O yıllardan elimde hiç fotoğraf yoktu. 1. sınıfta çektirdiğimiz hani şu tahtanın önünde yazı yazıyormuş gibi poz verdiğimiz ve okul kapısı önünde bütün sınıfın toplanıp çektirdiği klişe ama paha biçilmez fotoğraflar var ya, biz de onlardan çektirmiştik. Songül teyzem annemden çerçeveletmek için almıştı. Fakat bir köşede unutulduğu için rutubetlenmiş ve yırtılmıştı. Çok üzülmüştüm ve hâlâ üzgünüm. İlkokul arkadaşım Onur’dan yıllar önce, bu fotoğrafları istemiştim. O da bilgisayara aktarıp göndereceğini söylemişti. Tekrar hatırlatsam mı diye düşünüp sonra vazgeçtim. Daha uygun bir zamanda hatırlatırım dedim. Sonra yazışmalarda sınıf arkadaşlarımın bazılarının ismini yazdığını gördüm. Sırasıyla Facebooktan arattım bir sonuca ulaşamadım. Maksadım hem eski arkadaşlarıma ulaşmak, hem de benim okuldan ne zaman ayrıldığımı hatırlayacak birini bulmaktı. Ama en çokta eski fotoğraflara ulaşmaktı. Seka Çocuk Dostları adına onlarca sayfa ve grup araştırdım. Yine bir sonuca ulaşamadım. Bir Pazar günü annemle yine bu taşınma mevzusunu tartışıyorduk. Yaklaşık olarak 1 saat sonra Facebook sayfama gelen bir mesaj gördüm. “…bir dönem ilkokulu SEKA Çocuk Dostları İlkokulunda okudun mu 2.ya da 3. sınıfa kadar…” Arzu Yüksel diye birinden gelmiş. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Arzu Yüksel diye birini hatırlamıyorum. Sonra soyadının Gürler olduğunu söyleyince ikinci bir şok yaşadım. Sıra arkadaşım Arzu’yu nasıl unuturum diye. Şaşkınlık içinde beni nasıl bulduğunu sordum. Acaba önceki gün araştırma yaparken tanıdık birini mi ekledim de oradan mı gördü diye düşündüm. Ama öyle bir şey olmamıştı. Arzu yıllarca benim soyadımı hatırlamaya çalışmış. Sonra birdenbire gelmiş aklına ve Facebookta fotoğrafımı görünce hemen tanımış. O kadar büyük bir şaşkınlık yaşadım ki dilim tutuldu. İki saate yakın yazıştık. Günlerdir kafamı kurcalayan soruyu ona da sordum. O da benimle aynı fikirdeydi. Sonra Arzu’dan eski fotoğrafları istedim. Yurtdışında yaşadığı için ancak yazın gönderebilecek. Belki yazın bende giderim.” 3 yıl geçmişti ama Arzu o fotoğrafı bana göndermedi. Onur’a da ulaşamadım uzunca bir süre. Geçen gün Onur’u İnstagram’da görünce hem tekrar merhaba demek için hem de bu fotoğrafı istemek için ona mesaj yazdım. Birkaç tane fotoğrafın annesinde olduğunu söyledi. “Anneme sorarım, bulabilirse sana gönderirim” dedi. Akşam bu fotoğrafı gönderdiğinde gözlerim doldu ve kalbim çok hızlı çarpıyordu… Nasıl tuhaf bir duygu olduğunu anlatmak zor… 30 yıldır görmediğim bu fotoğrafı bir anda karşımda görünce onlarca şey geçip gitti aklımdan. Bu sahiden o fotoğraf mı? Ben neredeyim? Saniyeler içinde fotoğrafın her köşesini taradı gözlerim, zihnim. Hah! Galiba ön sırada sağdan ikinci, siyah küt kâküllü saçları olan, kısık gözlerle fotoğrafçıya bakan o küçük kız benim. Ama emin değilim, çünkü o kadar küçükken nasıl göründüğümü hatırlayamıyorum. Nasıl mı emin oldum? Aniden aklıma gelen bir ayrıntıyla. Sınıftaki herkes kırmızı kurdelesini sağ ya da sol göğsünde taşırdı. Bir tek ben kırmızı kurdelemi göğsümün ortasına takardım. Orda daha güzel görünürdü. Benimle alay ederlerdi. Ama onlara aldırış etmezdim. Artık onun ben olduğundan emindim. Ama benim o küçük halimi bilen birinin daha, teyit etmesine ihtiyacım vardı. Annemin yanına koştum. Annem hemen tanıdı. Dakikalarca fotoğrafa baktım. Arkadaşlarımın adlarını hatırlamaya çalışırken, Onur başka bir fotoğraf gönderdi. O fotoğrafta ben yoktum. 5. sınıfta çekilen bu fotoğraf sayesinde adını ya da yüzünü unuttuğum arkadaşlarımı tekrar hatırladım. Yavaş, yavaş diğer anılar üşüşmeye başladı zihnime. “88-89 yıllarında ilkokula başladım Okulun başladığı gün herkesin özel ilgisine mazhar olmuştum. Annem gelip uyandırmıştı beni. Siyah önlüğümü giyinmiş beyaz yakamı takmıştım. Gülistan ablam ve Müjgan elimden tutarak beni bakkala götürmüşlerdi. Annem beni sınıfa bıraktığında neredeyse bütün çocuklar ağlıyordu. Şaşkınlıkla onları izlemiştim. Anneme neden ağladıklarını sormuştum. Annelerinden ayrılacakları için demişti. Benim öyle bir derdim yoktu çünkü evimiz hemen okulun arkasındaydı. Annemi özlediğimde gidip hemen görebilirdim. Seka Çocuk Dostları İlkokulunda okumak hep çok keyifliydi. Sınıf arkadaşım Onur bana “saksı kafa” lakabını takmıştı. Önceleri çok kızmıştım ama sonra alıştım. Yavuz, Melih ve Onur en yakın arkadaşımdı. Ev sahibimizin oğlu Şener’de benimle aynı sınıftaydı. Sıra arkadaşım Arzu’yu çok severdim. Elçin, Semiha, Canan, Aslı… 1. sınıfta okumayı söken ilk çocuklardandım. Hani şu elmalar vardı, hatırlayanlarınız vardır. Öğretmen büyük bir kartona elma ağacı çizmişti. Elmalara bizim isimlerimizi yazmıştı. Kim okumayı çabuk öğrenir, güzel yazar, Matematikte başarılı olursa kırmızı kalemle elmasını boyardı öğretmen. Elmam çabucak kızarmaya başlamıştı. Fakat sonraları nasılsa benim elmam kızardı deyip dersleri savsaklamaya başlamıştım. Öğretmenim Hülya Gülakar çok tatlı bir kadındı. Beni “İyi” ile geçirdiğinde bile çok kızmamıştım çünkü haklıydı”
2. sınıfa geçtiğimde Hülya öğretmenimizin bebeği olduğu için Şengül öğretmenimiz geldi. Onu daha çok sevmiştim. Hep çok sevecendi. Bize bakarken gözlerinin içi gülerdi. Bir gün Şengül öğretmen, sınıfta güzel şiir okuma yarışması yaptı. Sınıftaki herkesi tek, tek tahtaya çıkarıp aynı şiiri okuttu. İçimizden bazılarına ikinci kez okuttu. Aralarından birini seçmeye çalışıyordu. Bana ikinci kez okutmadığı için kalbim kırılmıştı. Tam o sırada dönüp bana baktı ve “Gülnaz sen ikinci defa okudun mu?” diye sordu. Hayır deyince bana tekrar okuttu şiiri. Nasıl bir hevesle okuduysam şiir bitmeden “alkışlayın birinciyi” diye bağırdı. Bütün sınıf beni alkışlıyordu. Öğretmenimin hediye ettiği defter, kalem, kokulu silgiden çok “alkışlayın birinciyi” sözleri mutlu etmişti beni.
Bu fotoğrafa kavuştuğum için çok mutluyum. Sonsuza kadar yitirdiğimi sandığım bu fotoğrafla ilkokul anılarım ölümsüzleşmiş oldu. Kocaman bir boşluk dolmuş gibi hissediyorum. Hatırlamayı, hatırlatmayı seviyorum. Fotoğrafı da bu yüzden çok seviyorum. Not: Onur ve Sema teyzeye sonsuz şükran...
0 notes
Photo










Dayım... Fotoğrafta gördüğünüz bu yakışıklı adam benim dayım Adil Güneşer. Onu tanıyan herkesin onunla ilgili tek bir kötü sözü, kötü hatırası yoktur. İnsanları seven, darda olana yardım etmek için çırpınan biriydi o. Hasan ve Gülcihan’ın ilk çocuğu, yedi kız kardeşin en büyük ve tek abisiydi. Kendinden önce kardeşlerini düşünen biriydi. Öyle naif, öyle sevecendi ki babam kadar severdim onu. Babamın yakın arkadaşıydı, belki de hayatları o yüzden bu kadar benzerdi. O da babam gibi öğretmen okulunda okuyup öğretmen olmuştu. Maraş, Muş ve Konya’da öğretmenlik yapmıştı. Yazları ailesiyle birlikte Varto’ya geldiğinde görürdük onu. Babamı çok göremediğimiz zamanlardı. Bizim için bir özlemi hafifletirdi. 12 Eylül’deki yoğun baskı sebebiyle görevi bıraktı. Ailesiyle birlikte İzmit’e yerleşti. Bir süre sonra babam da İstanbul’dan ayrılıp onun yanına gitti. Birlikte çalıştılar. Dayım bir kristal dükkânını devralmıştı. Biz Varto’dan İzmit’e gittiğimizde evinin salonundaki kül tablaları, gondollar, vazolar kristaldi. İlk defa gördüğümüz için şaşkınlıkla incelemiştim. Bir süre dayımlarda kaldık. Babamdan ayrı kaldığımız günler bitmişti ve biz çok şaşkındık. Yeni bir şehre, yeni bir kültüre alışmamız gerekiyordu. Kalabalık olmamıza rağmen dayımın evinde çok mutluyduk. Nenem, dedem ve Selvi teyzemle birlikte 14 kişi aylarca kaldık. Dayım yaz akşamları kocaman bir karpuzla gelirdi eve. Büyükler için küçük küçük doğranırken biz çocuklar mutfakta bir tepsinin başına toplanıp dilim, dilim yerdik o karpuzu. Bir tane el çantası vardı, işten gelince onu salondaki büyük masaya koyardı. O zamanlar o çanta bana çok gizemli gelirdi. İçinde ne olduğunu merak edip dururdum. Bayramda bana ve kardeşlerime elbise almıştı dayıcım. Mavi kısa bir elbiseydi, üzerinde bir ejderha kokteyl içiyordu :) Keşke saklasaymış annem o elbiseyi. Hafta sonları Hababam Sınıfı, Yılmaz Güney filmleri izlerdik. Evde hep türkü çalardı. Arif Sağ, Aşık Mahzuni Şerif, Neşet Ertaş… Ama en çok Zülfü Livaneli dinlerdik. Dayım “Dağlara Küstüm” türküsünü çok severdi. Her akşam koltuğuna oturur, biraz peynir ve rakıyla günü bitirirdi. Sonra biz başka bir semte taşındık. Neredeyse her hafta sonu, bayram, doğum günü, yeni yıl kutlamalarını birlikte geçirirdik. 3 yıl sonra babam göreve geri alındığı için İstanbul’a taşındık ve çok az gördük birbirimizi. Bir süre sonra dayım da öğretmenliğe yeniden başladı. İki ay Kayseri’de çalıştıktan sonra İzmit’te aldırdı tayinini. 1991 yılının yazıydı. Kardeşlerimle birlikte annemin kuzeni Atilla dayımın arabasıyla Varto’ya gidecektik. Bizi İzmit’ten alacaklardı. Aylar sonra dayımlara ilk defa gitmiştim. Kocaman sarılmıştık ona. Dayımı en son o yılın Aralık ayında gördüm. Yengemle birlikte İstanbul’daki evimize gelmişlerdi. Sokakta oyun oynuyordum. Dayım taksiden inip Varto Kıraathanesi’ne bizim evi soruyordu, koşarak gittim yanına. Sevinçle sarıldık birbirimize. Onları eve götürdüm. Annem ve babam çok mutlu olmuştu. Ama o gece kalmadılar bizde. İzmit’e döndüler. 1992 yılı Mart ayının son günleriydi. Okuldan yeni dönmüştüm. Annem işteydi. O zaman bizim evde telefon yoktu. Üst komşumuz Sadiye abla gelip haber verdi. Teyzem Almanya’dan arıyor diye. Şaşkınlıkla yukarı çıktım ve gidene kadar “neden bu saatte arıyor ki, annemin işte olduğunu biliyor” diye geçirdim içimden. Telefonda merakla “bir şey mi oldu” diye sordum teyzeme. Üzgün bir ses tonuyla yarın İstanbul’a geleceğini ve annemin onu havaalanından almasını istediğini söyledi. Şaşırarak “neden” diye sordum. Çünkü Almanya’daki yakınlarımız sadece yazları gelirler. Mart ayında gelecek olmasına hem şaşırdım hem de sevindim. Ama ses tonu içime kurt düşürdü. Akşam söyledim anneme o da çok şaşırdı. Ertesi gün annem teyzemi havaalanından alıp eve gelmişti. Annem ve teyzem çok kötü görünüyordu. Ne olduğunu sorduğumuzda dayımın rahatsızlandığını ve İzmit’e gideceklerini söylediler. O akşam İzmit’e gidip ertesi sabah döndü annem. Dayımı Çapa’ya sevk etmişler. Annem işlemleri başlatmak için önceden gelmiş. Dayımın durumu ağırlaşınca apar topar ambulans bulamadıkları için taksiyle getirmişler hastaneye. O günden sonra çok zor geçen 9 günlük bir süreç yaşadık. Dayımın rahatsızlığını duyan bütün teyzelerim bize geldi. Almanya’dan, İzmir’den, Varto’dan onlarca yakınımız geldi İstanbul’a. Gündüz herkes hastanedeydi. Akşam bütün teyzelerim bize geliyordu. Herkes bir köşeye yığılıp ağlıyordu. Henüz 10 yaşındaki bir çocuk için travmatik günlerdi. Annemi ve teyzelerimi sakinleştirmek olanaksızdı. Dayımın iyileşeceğini düşünüyordum ve içten içe kızıyordum onlara. 9 gün boyunca yüzden fazla insanın kanı yaşattı dayımı. Bütün akrabalarımız kan verdi. Sokağımızdaki kahvenin önünden defalarca otobüslerle insanlar gitti kan vermek için. 8 Nisan günü okuldan eve döndüğümde sadece dayımın kızı vardı evde. Önce çok korktum sonra onun iyi olduğunu fark edince rahatladım. Sonra bi şüphe çöreklendi içime. Acaba bir şey oldu da ondan mı saklıyorlar diye. Annem hastaneden dönünce rahatladı içim. Annem yorgun düşüp erkenden uyumuştu. Teyzelerimin hepsi bir yakınımızın evinde kalmışlardı. Kardeşlerim ve dayımın kızıyla oturuyorduk. Çok kasvetli bir geceydi. Sabah okula gittim. O zaman okul tam gündü. Öğle arasında komşumuzun kızı Sevda ile eve geldik. Onların evi bizim karşı sıramızda yolumuzun üstündeydi. “Gel belki annenler bizdedir” dedi. Giriş katında oturuyorlardı. Apartmana girdiğimde ağlama seslerini duydum. Sevda içeri girdi ben kapıdan kafamı uzatıp içeri baktım. Nenemin ve Selvi teyzemin oraya gidip ağladığını düşündüm. (Bazen bizim ev çok kalabalık olurdu diye nenemi oraya götürürdük) O sırada Sevda mutfaktan ağlayarak geldi ve “dayın vefat etmiş” dedi. Hemen tekrar eğilip içeri baktığımda ağlayanın annem olduğunu fark ettim. Ağlayarak eve koştum. Sevda peşimden geldi. Çok ağladım. Dayım 9 Nisan’da sabaha karşı vefat etmiş. Ne kadar geçti bilmiyorum annemi getirdiler eve. Ona sarıldım ama o beni görmüyordu. Bi araba geldi annem ve babamı almak için. Varto’ya gideceklerdi. Ben de gitmek istedim ama babam gelemeyeceğimi söyledi. Bizi Sevgi teyzeye emanet edip gittiler. O sırada Kemal amcam (baba yarısı) sokağın başında göründü. Sevgi teyzelere gittik. Bize eşyalarınızı toplayın gidelim dedi. Babamlara yetişemediği için üzgündü. Eşyalarımızı toplayıp “Cennet Mahallesi ”ne gittik. 1 hafta orada kaldık. Ablam dirayetli olduğu için Evin ise olanları çok idrak edemediği için iyi görünüyorlardı. Ben ise hep en dayanıksızdım. Hem dayım için, hem annemi özlediğim için sürekli ağladım. Annemlerin geldiği gün döndük eve. Annemi gördüğümde gözlerime inanamadım. Saçlarının ön kısmı bembeyaz olmuştu. Gidip annemize sarıldık. O hâlâ çok kötüydü ama bize sımsıkı sarıldı. Bir ölümün bir aileye ne denli acı verdiğini yaşayarak gördüm. Sonrası hiç kolay değildi. Annem ve teyzelerim için zaman mühürlenip kalmıştı. Hiç bir şey eskisi gibi değildi. Annemler 7 kız kardeş. Birbirlerinden güç aldıkları halde toparlanmaları uzun sürdü. O yaz köye gidildi hep birlikte. Dayımın mezarı yapıldı. Fotoğraflardaki bu küçük odanın içine alındı mezar. Dayımın mezarı zarar görmesin diye nenem bu odayı yaptırmak istedi. Fakat etraftan tepki aldı nenem. Alevi geleneğinde sadece pirlerin, evliyaların, dedelerin mezarları bir oda içine alınır. Dayım ise onların gözünde sıradan biriydi. Bu tepkilerin hiç biri nenemi engellemedi. Nenem bu odanın içini çiçeklerle donattı. Bir öğretmen masası ve koltuğu koydu, dayım yerde oturmayı sevdiği için yer minderleri koydu. Duvara teyzemin yaptığı dayımın o çok sevdiği “buğday döven kadınlar” resmini astı. Kuzeni Hıdır dayım ise onun bir portresini çizdi duvara. En önemlisi gelenlerin duygularını, hatıralarını yazmaları için defter koydu. Bu defterlerin sayısı gittikçe çoğaldı. Her yaz Varto’ya gittiğimizde mutlaka ilk birkaç gün içinde gidip dayımı ziyaret ederiz. Odayı temizleriz, defterlere yazılanları okuruz, birbirimize sarılıp ağlarız. Mezarını öper vedalaşırız. Ona olan sevgimizi ve özlemimizi evlerimizde de aynı özenle koruruz. Varto’da nenemin evinin her köşesinde onun fotoğrafları asılıdır. “Coco” filmini izlerken şu repliklerde takılıp kalmıştım. “O unutuldu yaşayanların dünyasında seni hatırlayan kimse kalmayınca öte dünyadan da siliniyorsun, buna son ölüm denir. Anılarımız yaşarken bizi tanıyanlar tarafından hatırlanmalı, hikâyelerinde bizi anlatmalılar.” 26 yıl geçti ama biz onu unutmayacağız, unutturmayacağız…
0 notes
Photo




Aylardan Kasım, sene 1994. Deli gibi radyo dinlediğim zamanlar. Ortaokul 2. sınıftaydım ve öğlenciydim. Sabah kalkar kalmaz açardım radyoyu. Muhteşem bir şarkının hep sonuna denk geliyorum, bir türlü başından yakalayamıyorum. Kimin söylediğini bilmiyorum. Bir sabah ekmek almak için bakkala gittim. Radyoda denk geldim şarkıya. Özgür abi tam kapatacaktı ki “dur kapatma” diye bağırdım. Şarkı bitene kadar dinledim. Ve nihayet dj grubun adını söyledi. The Cranberries. İşte o gün yeni bir gündü benim için. Radyoda artık hep onların şarkılarını aradım. Elim tetikte ses kaydı almaya çalıştım. Hiç olmayan İngilizcemle şarkıları ezberlemeye çalıştım. Anlamları hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bi akşam televizyonda “Ode To My Family” denk geldim ve deli gibi herkesi susturdum. Cüneyt abim bizdeydi “sen ne güzel şarkılar dinliyorsun” dedi. Şarkının anlamını sordum, çevirdiğinde neden sevdiğimi anladım. Elime geçen müzik dergilerinden onlarla ilgili haberleri toplamaya çalıştım. O parasızlıkta zor oluyordu tabi. Bir keresinde Dolores’in küçük bir fotoğrafını gördüm. Kulağı baştan sona küpeyle doluydu, saçları 3 numaraydı. Kulaklarımı deldirecek cesareti bulamamıştım ama ortaokuldan mezun olduğum gün saçlarımı 3’e vurdurmuştum. O yaz "No Need to Argue" albümünü canım arkadaşım Amed bi yerlerden çekmiş, kaseti bana getirmişti. Gece gündüz dinliyordum. Kaset almaya paraya yoktu. Liseye başlamıştım 3 numara saçla. Pek bi sükse yapmıştım. Sene 96, aylardan Aralık. Yeni bir yılın bitmesine 5-10 gün kalmış. Lise 1'de okuyordum ve hafta sonları MKM'de tiyatro derslerine katılıyordum. Bir Cumartesi günü lapa lapa kar yağıyordu. Taksim meydanında otobüsten indim. Arkadaşım Ümit'ten ödünç aldığım walkmanimde (sonra bana hediye etti) "No Need to Argue" albümü… Sonra, ablam harçlıklarını biriktirerek aylar önce çıkan “To the Faithful Departed” albümünü hediye aldı bana. Aşık olmuştum albüme. Okula giderken, teneffüslerde, eve dönerken, uyumadan önce dinleyip ezberledim albümü. "When You're Gone" için hayatımın fon müziği diyebilirim. “Will You Remember?” ile evde uçarcasına dans ederdim. Akşam odama kapanır uyuyana kadar dinlerdim. “Hiç bıkmadın mı” derseniz, “hayır hiç bıkmadım” derim. Liseden mezun oldum. İşe girip çalıştım. “Bury the Hatchet” kendi emeğimle kazandığım parayla aldım. "Animal Instinct" çok beğenilmişti. Bense "Dying in the Sun" dinleyip durdum. “Everybody Else Is Doing It, So Why Can't We? albümü bende yoktu, "No Need to Argue" çekme kasetti. “To the Faithful Departed” ise sır bir şekilde dolabımdan kayboldu, (ç)alanı biliyorum sanırım ama günahını almayayım. 2000 yılında işten ayrılırken Selim Bey bana bir maaş ikramiye vermişti. Soluğu bir müzik markette almıştım (sanırım Mephisto’ydu) Bütün albümleri almıştım. Tarifi zor bir mutluluk, aynı duyguyu Jack London kitaplarını alırken yaşıyorum.
Aylardan Kasım, sene 2002. The Cranberries ilk defa Türkiye’ye gelecek. Ben Gima’da partime çalışıyorum. Bilet fiyatı neredeyse maaşımın yarısı. Ama gitmem lazım, gitmesem deliririm. Günlerce arkadaşlarıma sordum, gideyim mi, gitmeyeyim mi diye. Bir akşam kasada çalışıyorum ve epey kalabalık. Müşteri unuttuğu bir şeyi almak için gitti. Arkamdaki kasada Emel çalışıyor. İkide bir dönüp “Emel gideyim mi” diye soruyorum. Emel artık bıkmış usanmış bir vaziyette “git tabi kızım, bi daha ne zaman gelecekler” diyor. Birden sırada bekleyen genç bir adam “bence mutlaka gitmelisin” dedi. İlahi bir emir duymuş gibi gözlerim parladı. “gideyim di mi” dedim. Gülerek “git” dedi. Sonra o genç adamla çok iyi arkadaş olduk. Tamam konsere gitmeye karar verdim ama konser alanına nasıl gidicem? Bi akşam yine bakkala gittim. Zafer abi vardı bu kez. “niye somurtuyorsun” dedi. Konsere nasıl gideceğimi sordum. O da kızkardeşi Zeynep’inde gitmek istediğini birlikte gidebileceğimizi, gece de Özgür abinin gelip alabileceğini söyledi. Nasıl sevindiğimi bir ben bilirim.
5 Kasım 2002 günlerden Salı. Deli gibi yağmur yağıyor. Kerem beyden zor bela izin alıp erken çıkıcam. Kasamı teslim etmek için aşağı indim. Kıyafet dağıtımı var ve muhasebeci kasayı saymıyor. Zeynep kapıda bekliyor. Deliricem, geç kalıyoruz. İstifa edip çıkıcam, o kadar sinirlenmiştim. Neyse sonra çıktık Zeynep’le. Harbiye Açık Havanın önünden otobüs kalkacak, yağmurda sırılsıklam olmuşuz, zor bela taksi bulup sıraya girdik. Bir güzel rüzgâr yedik. Uzunca bekledikten sonra bindik otobüse. Kucak kucağa oturanlar vardı. Nihayet vardık konser alanına. Hala sırılsıklamız. Ve beklenen an, çıktılar sahneye. Deli gibi eğlendik. Sahneden giderlerken Fergal Lawler bagetleri fırlattı. Günlerce alan kişiyi kıskandım. Konser bitti, herkes gitti. Biz Zeynep’le Özgür abiyi bekliyoruz. Epey bekledik o ıslak kıyafetlerle. Geldiler beni eve bıraktılar. Ertesi gün yorgan döşek yatıyordum. Kerem bey bana bir daha izin vermeyeceğini söylemişti.
Temmuz 2010. O yazın çok sıcak olduğunu hatırlarsınız. İlk defa işsizim. Evdeki herkes Varto’ya gitti. Ben son paramla gidip 22 Temmuz’daki konser için bilet aldım. Varto’ya biletimi annem acıdı da aldı. Maçka’daydı konser. Tek başına gittim. Bağıra bağıra söyledim şarkıları.
Ablamın telefonunda “Dolores” diye kayıtlıdır benim adım.
Ve daha geçen gün “acaba bi daha ne zaman gelecekler” diye geçiriyordum içimden.
Bu gece ise “eğer öte dünya diye bir yer varsa orada yine o şarkılar söylesin, ben de yine onu dinleyeyim” diye düşünüyorum. İyi ki hayatımın en güzel zamanlarına eşlik etmiş, iyi ki en güzel anılarıma fon müziği olmuş. İyi ki varmışsın Dolores. Işıkla uyu…
1 note
·
View note
Photo


KAZIM...
İlk ve Ortaokuldayken tam bir müzik bağımlısıydım. Okuldan gelir gelmez odama kapanır saatlerce müzik dinlendirdim. O zamanlar çekme kasetlerimiz vardı. Sevdiğin şarkıları tekrar tekrar dinlemek bu kadar kolay değildi. İleri geri sara sara kasetlerin ömrü dayanmazdı. Gece yarısına kadar sevdiğim şarkılara denk gelebilmek için radyo kanallarını dolaşırdım tek, tek. Ben frekans panelinin en sonundayken ya panelin en başında benim şarkım çalınıyorsa diye düşünürdüm. Bazen şarkının sonuna yetişirdim, işte o zaman çok üzülürdüm. Şimdi bıkmadan dinlediğim şarkıcıların ve müzik gruplarının hepsi taa o günlerde keşfedilmişti. Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü, Moğollar, Cranberries, Zuğaşi Berepe…
Ortaokul sondaydım. Sene 95. Yine bir akşam radyoda bir şarkı dinledim… çok sevdim… hep çalsın diye bekledim… “Baba ben yıkıcıyım ama Kendini bilmez değilim Yaşamak istiyorum sadece Kendi savaşlarım uğrunda Ben sadece ben olmak istiyorum Işık hızıyla geçen zamanı Yaşamak belki de çok zor Korkuyorum ben geçmişten Korkuyorum gelecekten” Şarkıyı Zuğaşi Berepe diye laz bir rock grubu söylüyormuş. Söyleyen kimse sesine bayılıyordum. Öyle hergün denk gelmiyordum radyoda. Denk gelirim diye kaydetmek için teybin içinde hep hazır kaset bulundururdum. Şimdi yazınca ne delice, ne tutkulu bir çaba haliymiş. Fakat sevdiğin şarkıları dinlemenin başka bir yolu yoktu. Harçlıklarını kasetlere yatıran bi dolu arkadaşım vardı ama benim buna maalesef bütçem yetmezdi. Arada birbirimizden alıp kaset çekerdik.
Hafta sonlarını MKM’deki dersler katılarak geçiriyordum. Genel Kültürden dil dersine, tiyatrodan müziğe kadar bi dolu ders alırdık iki gün boyunca. Baharlı bir Cumartesi günü Zuğaşi Berepe’nin MKM’de dinleti vereceğini duydum. Fakat Halk oyunları dersinden yırtmamız çok mümkün görünmüyordu. Ben ve birkaç arkadaşım bir türlü derse adapte olamıyoruz. En sonunda Süleyman hoca “neyiniz var sizin” diye sordu. Bizde diğer binadaki dinletiye gitmek istediğimizi söyledik. Başta izin vermedi ama sonra derse ilgisiz olduğumuzu görünce “tamam hadi gidin” dedi. Binadan koşarak çıktık. Yetişmek için İstiklal caddesi boyunca koştuk. Neyse ki henüz yeni başlamıştı. Çok bir şey kaçırmamıştık. Biraz kendilerinden bahsettiler. Çok sıcak, çok güzel bi dinleti oldu. Sanırım o gün “Ben”i söyleyenin Kazım Koyuncu olduğunu öğrendim.
Uzun süre hep radyodan takip ettim. 2000 yılında Salkım Söğüt projesinde “Didou Nana”yı söyledi Kazım.
Artık bütün muhalif radyolarda bu şarkı çalıyordu. 2001 yazında tek başına Varto’ya otobüsle gittim. 24 saat sürer bizim oraya yolculuk. Yol boyu dinledim. (2003 yılında ise Gökhan Birben’in albümü bana eşlik etmişti.) Bıkmadan usanmadan dinledim yıllarca. Kazım ölünceye kadar…
Karadeniz müziğine ve kültürene karşı duyduğum sevgiyi anlayamıyordu arkadaşlarım. Bir sebei olmak zorunda da değildi zaten. 2003 yılında kankardeşim Saime bana Hey Gidi Karadeniz konseri için bilet verdi. Kardeşim Evin ve Ali ile birlikte gittik. Evin bir Halk Dansları topluluğunda Artvin yöresi oynuyordu. Bana da öğretmişti. O gün yorulana kadar horon oynamıştık. Sonra Kazım çıktı sahneye. Çok büyülü bir andı. Şimdi tam olarak ne söylediğini hatırlamıyorum ama çok güzel bir konuşma yapmıştı. O kalabalığın içinde tek başına “Yaşasın Halkların Kardeşliği” diye var gücümle bağırmıştım. Eşlik eden az oldu ama neyse. Gelecek yıl mutlaka yine geleceğim diye ayrılmıştım Açık Hava’dan. Ama olmadı.
2004 yılının ilk yaz vakti. Bir grup arkadaş Kadıköy’de Sinema atölyesini bitirmiş kendi atölyemiz için yer tutmuştuk. Bir gün Kenan ve ben temizlik yaparken Kenan “Hayde”yi açtı. Bütün albüme bayıldım. Birkaç günlüğüne ödünç aldım cdyi. Sonra baktım böyle olmayacak gidip Metropolden aldım albümü. 2004 yılında yine 24 saat süren Varto yolculuğum boyunca bu albümü dinledim. O yaz Varto festivali sebebiyle bir çok sanatçı konserler vermek için gelmişti Varto’ya. Tertip komitesinde babam da vardı. Keşke Kazım Koyuncu’yu çağırsalardı diye geçirmiştim içimden. Bir daha ki yaz için mutlaka önerecektim adını.
O yılın Aralık ayında küçücük bir gazete köşesinde Kazım’ın kanser olduğu yazıyordu. Tedavinin iyi gittiğini ve iyileşeceğini söylemişti Kazım. Çok üzülmüştüm fakat iyileşeceğim dediği için içim bi taraftan rahattı.
Aradan aylar geçti ve 26 Haziran’da Hey Gidi Karadeniz konserlerine katılacağını öğrendim. O zaman iyi diye düşünmüştüm. 25 Haziran günü iş yerinde bir grup arkadaşla konsere gitmeye karar verdik. Bilet fiyatını öğrenme işi bana kalmıştı. Eve gidince öğrenip hepsine haber vereceğimi söyledim. Ablamla eve gitmek için buluştuk ve minibüsle mahalleye gittik. İndiğimiz durağın yanında bir elektrikçi dükkanı vardı. Camına “Karadeniz’in hırçın çocuğu Kazım Koyuncu ölümsüzdür” diye bir yazı asmıştı. Ablamla şaşırarak baktık. Niye bunu asmışlar diye sordu ablam. Aklımın ucundan ölmüş olabileceği geçmedi bile. Çünkü yarın konser var ve o bu konsere çıkacaklar arasında. Hasta diye yazmışlardır dedim.
Eve geldik. Açık Hava’yı aradım ve bilet fiyatlarını öğrendim. O zamana göre epey pahalı gelmişti. Diğer arkadaşlarımı arayıp haber verdim. Yarın olsun konuşuruz dedik. Sonra odama gittim biraz uyudum. Uyandığımda annem ve Gülşenay abla mutfakta konuşuyorlardı. Banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım. Yüzümü kurularken Gülşenay abla anneme “Kazım Koyuncu öldü çok üzgünüm” dedi. Bi an kala kaldım. İnanamadım. Koşarak mutfağa gittim. O kısmı pek hatırlamıyorum. Televizyonu açtım ve bütün haber bültenlerinde bu haber vardı. İnsan tanımadığı için bu kadar üzülür mü? Üzülmek ne kelime boğulurcasına ağladım. Evin Mersin’de okuyordu. Aradı ama ben ağlamaktan konuşamadım. Bütün gece uyumadım. Ablam gelip beni sakinleştirdi.
Sabah oldu. Üstümü giyindim. Kuzenlerimle Şişli’de buluşup Açık Hava’ya gittik. Yakamıza bir fotoğrafını iliştirdik. (Hâlâ saklarım) Konserlerde bile bu kadar kalabalık yoktu. Herkes ağlıyordu. Onu anmak için sahneye çıkanları dinledik. Cenaze arabasının arkasından yürüdük metrelerce. Sonra Metropol’ün önünde oturduk biraz. Sonra eve geldim. O gün hiçbir şey yememiştim. Evet insan hiç tanımadığı biri için bu kadar üzülür… ağlar…
Çok uzun zaman dinleyemedim hiçbir şarkısını. Hâlâ da dinleyebildiğimi söyleyemem.
Bir gün mutlaka gideceğim mezarına.
İyi ki geçtin şarkılarla aramızdan şair ceketli adam…
0 notes
Photo






Benim Manuel Valaderes’im; Nihat amcam… 2002 yılının baharıydı. Gima’da çalışıyordum. Reyonların arasında dolaşırken gördüm onu. Tam bir İstanbul beyefendisiydi. Jilet gibi ütülenmiş pantolon ve gömleği, boyalı ayakkabıları, siyah ahşap bastonuyla geziniyordu reyon aralarında. Bir şeyler arıyordu. “Yardım edebilir miyim” dedim. “çok sevinirim evladım” dedi. Artık her geldiğinde konuşur olduk. Sadece benden ya da Kerem beyden yardım isterdi. İşi gücü bırakır onunla sohbet ederdik. Gün aşırı Günseli teyzenin yaptığı beş çayı kekinden getirirdi bana. Hep beni beş çayına davet ederdi ama hiç gidemezdim. Bir akşamüstü yaşlı güzel bir kadın geldi Gima’ya. Bakınarak dolaşıyordu. Yanına gittim yardımcı olup olamayacağımı sordum. “sen Gülnaz mısın” diye sordu. Çok şaşırarak evet dedim. “Ben Nihat amcanın eşi Günseli” deyince daha da şaşırdım. Gönderdiği kekleri beğenip beğenmediğimi sordu. Çok beğendiğimi söyleyince “o zaman yarın akşam beş çayına bekliyorum” dedi. Tamam dedim. Ertesi gün İclal ve Hülya ile birlikte gittik. 70’lerden kalma mobilyalarla döşeli bir evdi. Küçük, sıcak, huzurlu… Evde iki kedi vardı. Bebiş ve annesi. Hayvanları seviyordum ama tüyleri beni rahatsız ediyordu. Günseli teyze beş çayına muhteşem bir sofra hazırlamıştı. Nihat amcaya “sizin evin kedisi olmak istiyorum” derdim hep. Sofrada bu mevzu açılmış epey gülmüştük. Bu beş çayları rutinleşmeye başladı. Kitap kurdu olan Günseli teyzeyle kitap değiş-tokuş ediyorduk. Birbirimizden aldığımız kitapları mutlaka geri veriyorduk. Sonra Günseli teyze kanser oldu. Tedavi süresince hiç gitmedim, gidemedim. Hastalığı çok hızlı ilerlemiş ve kötüleşmişti. Onu öyle hatırlamak istemedim. Elimde ondan aldığım okuduğum bir kitap vardı. Amin Maalouf / Yüzüncü Ad. Nihat amcayla gönderecektim kitabı fakat sonra vazgeçtim. Bana Günseli teyzeden bir hatıra kalmasını istedim.Bir akşam Nihat amca gelmiş ve İclal’e onu kaybettiğimizi söylemiş. İclal bunu bana söylediğinde ona inanamadım. Sonra soyunma odasına hıçkıra hıçkıra gidip ağlamıştım. Kısacık zamanda oluverdi her şey. Ertesi gün cenazesine gittiğimde hala inanamıyordum. Bebişin annesi de birkaç gün sonra öldü. Nihat amcam artık yalnız kalmıştı. Oğlu, gelini ve torunu vardı. Fakat yoğun iş hayatları sebebiyle çok fazla gelemiyorlardı. Ben onu yalnız bırakmamaya çalışıyordum. İş yerimden birkaç sokak ötedeydi evi. Akşamları beş çayına gitmeye devam ediyordum. Bana elleriyle tost hazırlardı. Biraz laflardık. TRT’de Türk Sanat Müziği dinlerdik. Ütülenecek bir şeyi varsa ütülerdim. Kopan düğmelerini dikerdim. Haftada bir temizlikçi gelirdi eve. Günseli teyzenin düzeninin bozulmasına müsaade etmezdi. Bende karışmazdım. Giderek yaşlanıyordu benim Manuel Valaderes’im. O uzun boylu adam eğilmeye başlıyordu. Çoğu zaman eve dönerken ağlardım. Yürümekte zorlanıyordu. Bir sabah kahvaltıya giderken kapısının önünde ambulansı görünce donup kalmıştım. Çok geçmeden anladım karşı komşu için geldiğini. Böyle bir duruma hazırlıklı olmadığımı fark etmiştim.2009 yılının sonbaharıydı. Merdivenlerden düşmüş kolunu kırmıştı. Gün içinde yanında birisinin ona bakması gerekiyordu. Aile dostumuz Gülşenay ablam bir süre kaldı. Hafta içi o kalıyor hafta sonu da ben kalıyordum. Öz dedemle geçirmediğim zamanı onunla geçiriyordum. Yemek yiyor, televizyon izliyor, ona gazete okuyordum. Bazen akordeon çalan bir adam geçerdi sokaktan, pencerenin pervazına oturur onu dinlerdim. Uzun uzun sohbet ederdik. Geçmişi anlatırdı bana. Malatya’da geçen çocukluğunu, hastalandığı için İstanbul’da geçirdiği bir yılı. Çocukken bir tren yolculuğu boyunca Safiye Ayla’nın kucağında oturmuş. Hukuk Fakültesini bırakıp Bingöl’de subay olmuş. Her sabah penceresinin önünden geçerek Şişli Etfal’deki işine giden Günseli teyzeye âşık olmuş. Bazen bütün bunları anlattığını unutup tekrar tekrar anlatırdı bana. İlk defa dinliyormuş gibi dinlerdim her seferinde. Bazen İsmail abi de gelirdi. Hep birlikte sohbet ederdik.Kolu iyileştikten sonra haftada 1-2 gün gitmeye başladım. Birlikte kahvaltı yapıyorduk sonra ben oradan işe geliyordum. Kendim için simit onun için zeytinli açma alıyordum. Bensiz oturmazdı sofraya. Geç kalınca da kızardı. 2013 kışında öğlen yemeğinden dönerken düşüp kalçasını çatlattı. Bir ay hastanede yattı. Bakıcı fikrine hiçbir zaman sıcak bakmadı ama bu sefer mecburdu. İstemediğini biliyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. İsmail abi Kırım’dan Türkiye’ye çalışmak için gelen Feride ablayı buldu. Çok tatlı bir kadındı. Ben sevmiştim. Nihat amcada alışmıştı. Feride abla gitmek zorunda kalınca ablası Maya geldi. Nihat amca Maya ile pek anlaşamadı. Bazen ikisinin arasında kalıyordum. Maya’da gitmek zorundaydı. Emine abla geldi bu sefer. Bu ablalar Kırım Türklerindendi ve birbirlerini tanıyorlardı. 30 Aralık 2013 sabahı yine kahvaltıya gittim. Yeni yıla girmeden göreyim diye. Kahvaltıdan sonra her zamanki gibi karşısına oturdum sohbet etmek için. O ilaçlarını alıyordu ben ona bakıyordum. Acayip bir duygu kapladı içimi. Sanki bu onu son görüşümdü. Fotoğraflarını çekmemi pek istemezdi. Ama bu anı çekmem gerekiyordu. Tereddütle cep telefonumu aldım ve çektim. Hiçbir şey demedi. Öylece baktı. Gözlerim doldu, nefes almakta zorlanıyordum. Yanına gittim. Ellerinden yanaklarından öptüm. Haftaya geleceğim deyip vedalaştım. Yeni bir yıla girmiştik. Yoğun başlamıştı yeni yıl. Hastalandım. Grip olduğumda gitmiyordum Nihat amcanın yanına çünkü o korkuyordu hastalanmaktan. İyileştikten sonra başka aksilikler çıktı ve yine gidemedim. Aradı ve neden gelmediğimi sordu. Anlattım olanları, Cuma günü geleceğim dedim. Cuma aksilik çıktı, Cumartesi gideceğim dedim yine gidemedim. Arayıp Pazartesi günü geleceğimi söyledim ve ben yine gidemedim. Salı günü de gidemedim. Arayamadım da. Neden bu kadar çok aksilik üst üste geldi anlayamıyorum. 21 Ocak Salı akşamı telefonum çaldı. İsmail abiydi telefondaki. “Gülnazcığım babamı kaybettik” dedi. Çok hatırlayamıyorum ne konuştuğumuzu ama inanamıyordum. Bir yanlışlık vardı olamazdı böyle bir şey. Bana niye haber vermediler. Üzgün ve kızgındım. Tek aklıma gelen şey onu bir daha göremeyecek ve çok özleyecek olmamdı. Üst, üste gelen aksiliklerden dolayı gidememenin pişmanlığı ve bana haber vermemelerinin kızgınlığı vardı içimde. Pazartesi sabahı fenalaşıyor ve hastaneye götürüyorlar. Salı günü 03.00’te bırakıyor bizi. Benimse Salı akşamı haberim oluyor. Bütün gece ağladım. Ertesi sabah Şişli Camisindeki cenazeye gittim. O taşta öylece duruyordu tabutu. Yanına gittim özür diledim… Nihat amcanın torunu Bora geldi yanıma. Daha önce tanışamamıştık hiç. Sarıldık birbirimize. Benden daha metanetliydi. Feride ablanın yanına gittim. Pazartesi sabahı beni beklemiş ve sonra fenalaşmış. Feride abla bunları söyleyince içim ezildi, boğuldum…Mezarlığa doğru yola çıktılar gitmedim, gidemeyecektim. Ayaklarım beni taşımıyordu. İclal yanımdaydı. Beni bir kafeye götürdü. Sakinleşmemi bekledi. O akşam İsmail abi ve Nurdan abla Nihat amcanın evinde yemek verdi. İlk defa o olmadan eve girmiştim. Her zaman oturduğu sallanan koltuğunun üzerinde çerçeveletilmiş bir fotoğrafı duruyordu. Tanımadığım birçok kişi oturuyordu içeride. Hepsi bana teşekkür ediyordu onu yalnız bırakmadığım için. İçimden “keşke sizde bırakmasaydınız” diye geçirmiştim. Bebiş çok huysuz bir kediydi kendini hiç sevdirmezdi. Sesimi duyunca saklandığı yerden yanıma geldi. Kucağıma oturdu ve sevdirdi kendini. Sürekli miyavlıyordu bana Nihat amca nerede diye soruyordu sanki. Tabağımı bırakmak için mutfağa gittiğimde Nurdan abla ile sohbet ettik. Daha önce tanışma fırsatı bulamamıştım. Günseli teyzenin ve Nihat amcamın cenaze törenlerinde görmüştüm sadece. Nihat amcanın huysuzluk yaptığı zamanlardan konuşmaya başladık. Nurdan abla “mutfağı düzenlememi istemezdi“ babam diyince bilirim bazen bizde kavga ederdik ama ben o istemese de düzenlerdim dedim. Kolunu ilk kırdığı zaman çorba yapmak için mutfak çekmecelerini karıştırdığımda tarihi geçmiş bir sürü şey görünce onunla kavga etme pahasına hepsini çöpe attığımı anlatmıştım. Kullanabileceği eşyaları alt raflara alıp kullanmayacaklarını üst raflara dizmiştim. Sıra buzdolabına geldiğinde 2002 yılından kalma açılmış yarım şişe bir rakı vardı onu da atmak istediğimde “dur onu atma o kalsın” dediğinde çok şaşırmıştım. “Nihat amcacım bu yaştan sonra rakı mı içeceksin” diye sorduğumda “yok evladım biz bu eve taşındığımızda ahbaplarımız gelmişti yemeğe. Günseli teyzenle birer kadeh içmiştik. O zamandan kaldı bu rakı” diyince saklamak istediğini anlamıştım. Nurdan abla evden hatıra olarak istediğimi alabileceğimi söylediğinde sadece o rakı şişesini istediğimi söyledim. Gözleri doldu ve “elbette alabilirsin” dedi. Şimdi ondan hatıra yarım şişe rakı, Günseli teyzeden hatıra bir kitap var elimde. Mezarına ancak birkaç hafta sonra gidebildim. Emel geldi benimle, yalnız bırakmadı beni o yoksunluğun içinde.Bazı sabahlar Şişli’deki üst sokaktan geçiyorum. Kahvaltı yaptığımız sabahlar geliyor aklıma ve daha sabahın o saatinde hüzün çöküyor içime. O sokaktan sadece iki defa geçtim. Karşı kaldırımdan onun penceresine baktım uzun uzun. İçeride oturduğunu hayal ettim. Az sonra merdivenleri çıkıp kapıyı çalacağımı. “Nerde kaldın evladım” deyişi çınladı kulaklarımda. *Bu fotoğrafların hepsini ben çektim. Çünkü Nihat amcayla geçirdiğimiz zamanlar içerisinde bizi çekebilecek kimse yoktu.
0 notes
Photo


Dedem... Bugün dedemin 13. ölüm yıldönümü. 13 yıl önce, ona sabahın altı buçuğunda son kez sarıldığımı hissedip herzamankinden daha sıkı sarılıp vedalaşmıştım. Babamın babası Hasan dedem ben doğmadan çok önce vefat ettiği için tek dedem vardı benim. Annemin babası Hasan dedem dışarıdan aksi, somurtkan ve kavgacı görünürdü. Fakat biz torunlarına karşı pek öyle değildi. İçinde büyümemiş haylaz bir çocuk vardı ve bunu torunlarına gösterirdi bir tek. Takım elbisesi ve fötr şapkasıyla çok yakışıklı bir adamdı. Bir gülümsemesi vardı gözlerinin içi parlardı. Azda olsa kahkahalarını duyardık. Fakat sahiden kavga etmeyi seven bi adamdı. Gülcihan ve Hasan’ın o büyük aşkını başka bir mecrada anlatacağım. Nenem ve dedem herşeyi göze alarak kaçıp evlenirler. İlk çocukları Adil dayım doğar. Sonra yedi kızları olur. Kızlarının hepsine güllü, çimenli, ağaçlı, yaparklı isimler koyarlar. Arada hayata tutunamayanlar da var tabi. 66 Varto depreminden sonra kardeşiyle beraber Almanya’ya işçi olarak gitmiş. Varto depreminden sonra Almanya’ya çalışmak için giden çok olmuş. Fakat dedemin köyünün neredeyse tamamı gitmiş. O yüzden Kiel şimdi bile içerisinde küçük bir Tanzik köyü barındırıyor. Dedem Kiel tersanesinde uzun yıllar çalışmış. Birkaç yıl sonra anneennem ve dört teyzemi yanına almış. Dayım, annem ve iki teyzem köyde kalmışlar. Anneannem çocuklarını çok özleyince Almanya’da daha fazla kalamamış ve herşeylerini toplayıp Varto’ya geri dönmüşler. Yavaş yavaş bütün çocuklarını evlendirmişler. Biz küçükken babamın yanımızda olmadığı zamanlarda sıklıkla dedemlerde kalırdık. İzmit ve İstanbul’a taşındıktan sonra uzun bir süre Varto’ya gidemedik. 91 yılının yazında annemin kuzeni Almanya’dan arabasıyla gelip Varto’ya gidecekti. Annem bizi de onlarla gönderdi. Annemden ayrılmaktan nefret ederdim o zamanlar. Yeşil son model bir Opel arabayla yirmi saatten uzun bir yolculuğun sonunda Varto’ya ulaştık. Eve vardığımızda dedem bahçedeki elma ağacına dadanan kargaları kovalıyordu. Anneannem bahçede çamaşır seriyordu. Bahçe rengarek çiçeklerle doluydu. En sevdikleri, turuncu kadife çiçeği ve renkli papatyalar çocukluk bahçemizi bir cennette çevirmişti. Nenem ve dedem bizi gördüklerine çok sevinmişlerdi. Sarıldık, hasret giderdik uzun uzun. Bütün bi yaz çok keyifli geçmişti. Dedem ve nenem sabah erkenden kalkar bostanla uğraşırlardı. Sabah uyandığımızda balkonda mutlaka misafir olurdu. Köy arabalarının sabahın köründe getirdiği tanıdıklarımız çarşıdaki dükkanların açılmasını bizim balkonda beklerlerdi. O yaz herkes gidince biz 3 kardeş dedemlerle kaldık bir süre. Teyzelerimin gitmesiyle boşalan ev o çocuk ruhuma derin bir kasvet vermişti. Duvarda asılı olan onlarca fotoğraf içerisinden anneme bakıp ağladım birgün boyunca. Dedem, Evin ve bana çarşıdaki bir mağazadan kot pantolon ve kırmızı kazak almıştı. O kadar sevinmiştimki annem için ağlamaya ara vermiştim. Sonra bizi Heves halamızla birlikte İstanbul'a gönderdiler. Sonraki yaz dayımı kaybettiğimiz için çok üzgündük. Dedem bütün zamanını dayımın mezarını yapmak için harcıyordu. Kurban kesme işini hep dedem yapardı. Sabah kahvaltıda bile et kızartıp yerdi. Nefis yemekler yapardı. Taze soğanlı cacığı sevdirmişti bize. 2001 yılının yazını Varto'da geçirdim. Teyzemin hastalığı hepimizin sinirlerini yıpratmıştı. Dedemle o yıl ilk defa tartışmıştım ve aramız biraz limoniydi. İstanbul'a dönmek için çarşıdan otobüse bindirdi beni. Ben zaten Varto'dan her döndüğümde salya sümük ağlarım fakat o gün otobüs camından baktığımda dedemin gözyaşlarını sildiğini gördüğümde hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Keşke inip tekrar sarılsaydım. Anneannem ve dedem kışları Varto’da kalmazlardı. Dayım vefat etmeden önce İzmit’e giderlerdi. Sonrasında ise Türkiye’nin ve Almanya’nın farklı şehirlerinde oturan yedi kızlarından birinde kalırlardı. 2003 yılının kışını bizde geçirdi dedemler. Bi arkadaşından bir sürü dengbej ve şarkıcının vcdlerini almış. Bende ona bir vcd oynatıcı alacağıma söz verdim. O sıralar Gima'da çalışıyordum ve çok uygun fiyatlı olanları vardı. Ertesi gün bi baktım reyonda kalmamış. Reyon sorumlusu arkadaşımdan rica ettim sipariş verdi. Fakat bir türlü gelmiyor ve dedem her gün en az beş defa soruyor. Almadan gitmemeye kararlı. Neyseki geldi. Bir hevesle hepsini teker teker açtı baktı. Ben ona televizyona nasıl takacağını anlattım. Sonra bir güzel paketledi. Varto'ya gider gitmez hepsini izleyecekti. Her yıl Nisan ya da Mayıs ayında dönerlerdi Vartoya fakat bu sefer dedem tutturdu Mart'ta gidelim diye. Annem, babam ve biz ikna etmeye çalıştık fakat dinletemedik. Topladılar valizlerini. Ben o zamanlar 7'de iş başı yapıyordum ve yetişebilmek için saat 6'da uyanıyordum. Bi baktım dedem de uyandı. "Dede niye kalktın daha otobüs saatine çok var" dedim. Dışarı çıkacakmış alması gerekenler varmış. Dedem salondaki tekli koltukta oturuyordu. Yanına gittim. Sarıldım ve öptüm. O an "bu dedemi son görüşüm" dedim içimden. Bazen bana malum olur böyle şeyler. Daha sıkı sarıldım. Kendisine iyi bakmasını yazın görüşeceğimizi söyledim. Dolan gözlerimi görmesin diye hemen çıktım evden. Gazi mahallesinden kalkan otobüse binmek için gitmişler fakat yer yokmuş. O gece bi tanıdıkta kalmışlar. Dedem o gece biraz rahatsızlanmış ve hastaneye götürmüşler. Sabah annemle çıktık evden. Bana iş yerimden izin vermedikleri için gidemedim. Annemi aradığımda dedemin iyi olduğunu söyledi. Ertesi gün otobüse binip 24 saatlik yolculuktan sonra öğle vakti varmışlar Varto'ya. Çantalarını eve bırakmışlar. Dedem çarşıya gidip alışveriş yapmış. Geldiğinde mutfağa poşetleri bırakıp oturma odasına yönelmiş ve tam kapının eşiğinde yığılıvermiş. Nenemin feryadlarını duyan komşular gelmiş. Hastaneye götürmüşler. O akşam kaybetmişiz dedemi. Cuma akşamıydı. İşten çok yorgun gelmiş televizyon karşısında pinekliyordum. Annem üst komşumuzdaydı. Telefon çaldı. Gülistan baktı telefona. Kuzenim dedemin hastanede olduğunu söyledi. Ablam doğruyu söylenesi için ısrar etti. O an ona sarıldığım son an geldi aklıma. Telefonu kapattık. Anneme nasıl söyleyeceğimizi sordum ablama. Ben söyleyemem dedim. Ablam üst kata çıktı. "Anne bi gelebilir misin"diyince annem bişey olduğunu anladı. Korku içinde "ne oldu" diye sordu. Ablam orada söyledi. Ben bütün bu olanları aşağıda kapı önünden dinledim. Annem titreyerek geldi. Daha önce abisini kaybettiğinde çok daha kötü tepki vermişti. Bu kez daha metanetliydi. Babamla birlikte hazırlandılar ve arabalarıyla gelen akrabalarımızla birlikte Varto'ya gittiler. Günlerce ağladım, sonra alıştım. Şimdi bazen gülüşü aklıma geldiğinde kötü oluyorum. Devrin daim olsun gülüşü güzel adam...
0 notes
Photo

Ayrılık hasretlik kar etti cana 86 yılının Nisan ayı. Ablam 6, ben 5, Evin 3 yaşındaydı. Annemle köydeki evimizde yaşıyorduk. Babamın nerede olduğunu tam olarak bilmiyorduk. Bir gün babamın arkadaşlarından anneme haber gelmiş. Annemi ve bizi alıp babamın yanına götüreceklermiş. Annem bunun kısa bir görüşme olacağını sanıyormuş. Bir sabah erkenden annem bizi hazırladı ve köy minibüsü ile Varto’ya getirdi. Anneanneme gittik. Beni ve ablamı anneannem ve dedeme bıraktı. Evin’i yanına aldı. Muş’ta babamı görüp geri döneceğini düşünüyormuş. Fakat babamın arkadaşları bizi İstanbul’a götürmek için gelmişler. Annem bizi Varto’da bıraktığı için gelemeyeceğini söylemiş. Babamın hasta olduğu öğrenince gitmek zorunda kalmış. Biz annemin köye gidip döneceğini sanıyorduk. Günler geçiyor ama annem gelmiyordu. Nenem ve dedem bizi teselli etmek için çırpınıp duruyorlardı. Sabahları biz uyanmadan nenem sobayı yakıyor sonra bizi uyandırıp giydiriyordu. Hep sevdiğimiz yemekleri yapıyordu. Onlara sürekli annemin neden gelmediğini soruyorduk. Önceleri bizi kandırıp geçiştiriyorlardı. Bir keresinde ben dedeme sorduğumda, dedem “o annen gelsin onu dövücem” demiş. O böyle söyleyince ben çok ağlamışım ve anneme yazık demişim. O da şaka yaptım deyip beni teselli etmiş. Sonra annemin İstanbul’a Kemal amcamlara gittiğini ö��rendik. İstanbul’u yukarıdaki fotoğraf gibi bir yer sanıyordum. (Çünkü köyden Varto’ya gelirken hep böyle yerlerden geçerdik ve gördüğüm tek değişik yer buralardı.) Hayalimde Kemal amcam fotoğraftaki düzlük gibi bir yerde yürüyor, annem, babam ve Evin onun arkasından yürüyordu. Ama nerede uyudukları, oturdukları ya da yemek yedikleri soruları kafamda dönüp duruyordu. Ben bu saçma şeyleri düşündüğüm sırada dedemin eski radyosunda cızırtıyla Arif Sağ’dan “Ayrılık hasretlik kâr etti cana” çalıyordu. İşte o andan sonra bu türkü benim için İstanbul türküsü olarak kaldı. O zamanlar sözlerini anlamış mıydım hatırlamıyorum. Bu türküyü ne zaman dinlesem kalbimin derinliklerinde bir yer sızlar. Ayrılık hasretlik kar etti cana Seher yeli sevdiğimden ne haber Selamım tebliğ et kutb-i cihana Seher yeli sevdiğimden ne haber Seher yeli sultanımdan bir haber Bülbül gibi bağlamışım kareler Ayrılık derdine nedir çareler Merhem kabul etmez dilden yareler Seher yeli sevdiğimden ne haber Seher yeli sultanımdan bir haber Sıtkı'yam kalmışım ıssız çöllerde Böyle dert bulunmaz gayrı kullarda Anasız babasız gurbet ellerde Seher yeli sevdiğimden ne haber Sonra ablam ve ben üzüntüden deri dökmeye başladık. Ablamın o halini hatırladığımda hâlâ kötü hissederim kendimi. Nenem annemi arayıp bizim hastalandığımızı söylemiş. Annem 1 hafta sonra geldi. Geldiğinde bize elbise, çikolata, cips getirmişti. Bir yandan çok kızgındım, bir yandan çok özlemiştim. Evin’e bile öfke duyduğumu hatırlıyorum. Bir süre uzak durmuştum ikisinden de.
Bu olaydan sonra annemden ayrılmak en büyük kâbusumdu. Küçük yaşta annemden bir ay ayrı kalmanın bende yarattığı arızaların farkına vardığımda yaşım yirmiydi. Ben bu satırları yazarken annem yine uzakta ve ben onu yine çok özlüyorum. Ama artık baş edebiliyorum özlemlerimle. *2005 yılının yazında Mersin’den İstanbul’a seyahat ediyordum. Uykudan uyanıp otobüs camından bu manzarayı gördüğüm. Çocukken İstanbul’u tamda böyle bir yer sandığım aklıma geldi. Çantamdan fotoğraf makinemi çıkarıp bu fotoğrafı çektim. Yol boyunca “Ayrılık hasretlik kar etti cana” diye mırıldanıp durdum içimden.
1 note
·
View note
Photo










Saime
En güzel yılların yoldaşı… Benim kan kardeşim, biriciğim, iyi ki doğmuşsun. İyi ki o öğle arasında eve gitmeyip benimle sohbet etmişin.
Bu erken bir doğum günü kutlamasıdır.
Lise 1’deki sınıfımız pek güzeldi. Hocalar diğer sınıflardan ayrı tutarlardı bizi. En güzel okul yılım diyebilirim. Saçlarımın 3 numara olması sebebiyle hocaların ilgisine mazhar olduğum ve şımardığım bir yıl geçiriyordum. Sabah okula gidip öğlen 1 saat aradan sonra akşama kadar derslere devam ediyorduk. Pek yorucu ama eğlenceliydi. Tabi bu eğlencenin derslere yansımış hali korkunçtu. Okul hayatım boyunca karnelerime yazılmayan 1’ler bu karnede tam tamına 4 taneydi. (Birini saymıyorum çünkü giremediğim bir sınav için hoca mazeretimi kabul etmemişti.) 3 zayıfla sınıfı geçtiğim tek yıl olması sebebiyle de biricikliğini korudu lise 1. 2 ve 3’te ise bu lekeyi temizledim. Lise 1 ve Kağıthane Lisesi hakkında söylenecek çok şey var fakat bugünün mevzusu Saime. Ortaokulda Saime ile aynı sınıfta değildik. Ama yüzüne aşinaydım. Bana hep çok soğuk ve kibirli gelirdi. (Bende ona şımarık, öğretmen kızı gibi gelirmişim) Lise 1’de aynı sınıfa düştüğümüzde de böyle düşünürdüm. Benim samimi olduğum başka arkadaşlarım vardı. Saime öğle aralarında eve giderdi çünkü evi çok yakındı. Ben bazen giderdim ama çoğunlukla arkadaşlarımla okul çevresinde takılırdım. Bir gün hiç canım dışarı çıkmak istemedi ve sınıfta oturmaya karar verdim. Tesadüf Saime’de o gün eve gitmemiş camın önünde dışarıya bakıyordu. Sohbet nasıl başladı hatırlamıyorum ama bir yerden sonra Bulutsuzluk Özleminin “Sözlerimi geri alamam” şarkısına gelmişti sohbet. Sohbet ilerledikçe birbirimize hayretle bakıyorduk. Aynı müzikleri dinliyormuşuz. Ama ikimizin de birbirimizden haberi yokmuş. “Ay biz seninle daha önce nasıl sohbet etmemişiz” dediğimi hatırlıyorum. Sonrasında ise hiç ayrılmadık. Birbirimizle ilgili her şeyi bilirdik. Dertlerimizi, umutlarımızı, aşklarımızı anlatırdık birbirimize. Bizim evin 5. kızıdır Saime. Okulda bütün günü birlikte geçirirdik. Kafa kafaya verip müzik dinlerdik. Moğollar, Metalica, Düş Sokağı Sakinleri ve daha niceleri. Bir keresinde Renan Bilek’in ilk albümü olan Leke’yi getirmişti. Parklar Boştur şarkısını okul koridorlarında söylerdik.
Parklar boştur, kanepeler ıslak Ay ışığı utanır... Altında gezen silahlı devriyelerden Ay ışığı utanır... Çünkü mevsim sonbahardır. Sonbaharda sevgilim, Önce haziran sayfaları yırtılır anıların... Parklar boştur, kanepeler ıslak Ay ışığı utanır... Altında gezen silahlı devriyelerden Ay ışığı utanır... Önce haziran sayfaları Yırtılır anıların... Kalın çivilerle üstümüze Çapraz eylüller çakılır... Bazı hafta sonları Taksim’e gelip Aznavur ve Atlas Pasajını gezerdik. Bazen Beşiktaş’tan Ortaköy’ye yürürdük. Takı tezgâhlarına bakıp enteresan şeyler arardık. Moğollar’ın konserlerine giderdik. Fakat son otobüse yetişmek zorunda olduğumuz için hiçbir konserde sonuna kadar duramazdık. Bir keresinde Galatasaray Lisesinin bahar şenliklerine katılmıştık. Moğollar en son çıktılar sahneye. İnat edip son şarkıya kadar beklemek istedim. Şarkı biter bitmez koşmaya başladık. İstiklal caddesinde deli gibi koştuk. Durağa vardığımızda otobüsü kaçırmıştık. Nefes nefese kalmıştık. Gülsek mi ağlasak mı bilememiştik.
Sonra lise bitti ve çalışma hayatı başlamıştı. Artık eskisi kadar sık görüşemiyorduk. Doğum günlerimizde aksatmadan buluşuyorduk. Sık sık telefonda konuşurduk. İki yaz üst üste beraber tatil yaptık. Yıllar geçtikçe birbirimizi daha az görür olduk. Sonra daha sık görüşmek için onun çalıştığı spor salonuna gitmeye başladım. Bana çok ağır programlar yazmadığı halde çok yoruluyordum. Üstüne birde onun step-aerobic dersine girdiğimde hiç acımıyordu bana.
Sonra Saime Fatih’le tanıştı. İlk başlarda Fatih’i kıskanırdım. Sonra evlenmeye karar verdiler. Söz, nişan, düğün hepsinde Saime’nin yanındaydım. Teknedeki düğün eğlencesinde bir ara çok duygusallaşmıştım. Sonra Ceyda doğdu. Doğum fotoğrafçılığı yapamadığım halde yaparım diye söz verdim. Ama Ceyda biraz acele etmiş ve bana haber vermeye fırsat bulamışlar. Hastaneye gidip Ceyda’yı gördüğümde çok tuhaf hissetmiştim kendimi. “Biz hangi ara büyüdük” dedim içimden.
Her ne kadar eskisi kadar sık görüşemesek bile birbirimizi çok seviyoruz. Çok mutlu yılların olsun Saimem. Seni çok seviyorum. Sözlerime yıllardır eskimeyen şarkımızla son veriyorum.
Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş Dolduramaz boşluğunu ne ana ne gardaş Bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş Ortak olmak her sevince, her derde, kedere Ve yürümek ömür boyu, beraberce, el ele Olmasın hiç o ta içten gülen gözlerde yaş Bir gün gelip, ayrılsak bile seninle arkadaş (Yollarımız ayrılsa bile seninle arkadaş) Evet arkadaş;kim olduğumu, ne olduğumu Nerden gelip, nereye gittiğimi sen öğrettin bana Elimden tutup, karanlıktan aydınlığa sen çıkardın Bana yürümeyi öğrettin yeniden El ele ve daima ileriye Bir gün. Bir gün birbirimizden ayrı düşsek bile Biliyorum, hiçbir zaman ayrı değil yollarımız Ve aynı yolda yürüdükçe Gün gelir ellerimiz yine dostça birleşir Ayrılsak bile kopamayız
0 notes
Photo

Helin Pelşin… Bu öylesine bir isim değil! Benim en kıymetlim, küçüğüm, biriciğim… Bugün onun doğumgünü. Yirmisine yeni basmış küçük bir kız çocuğu. Ellisine gelse bile benim küçüğüm olarak kalacak olan.
Helin ne güzel bir isim di mi? Büyük mücadele sonucunda ben koydum ismini. Gülistan ve Evin Berfin olmasını istemişti. Ben Helin olacak diye tutturmuştum. Babam kimliğini almaya giderken Kemal amcam ikinci isminin Pelşin olması istemiş. Babam da Helin Pelşin yazdırmış. Helin hastaneden eve geldiğinde ona ilk baktığımda içim erimişti. İlk birkaç hafta bizi çok zorlamıştı. Nöbetleşe uyuyorduk. Büyük tekerlekli bir arabası vardı. Beşikte uyumadığında o arabaya koyup sallıyorduk. Evin arabaya ip bağlamıştı ve uzandığı yerden arabayı sallıyordu. İlk günlerde o tiz sesiyle viyaklaması beni delirtiyordu. Büyüdükçe güzelleşen bir bebek oldu. Hepimizin gözbebeğiydi artık. Okula gittiğimde o kadar özlüyordum ki öğle aralarında sık sık eve geliyordum. Bir öğle arası eve geldiğimde annem uyuya kalmış ve Helin ağlamasını duymamıştı. O kadar çok ağlamış ki sesi kısılmıştı. İçeri nasıl girdiğimi hatırlamıyorum, beşikten aldım kucağıma ve sakinleşinceye kadar pışpışladım. O günden sonra Helin’i kimseye bırakmak istemedim. Yıllar geçip herkes çalışmaya başladığında Helin’i annemin arkadaşlarının kreşine verdik. Sabahları onu uyandırmak deveye hendek atlatmaktan zordu. Uyandırmaya çalışırken bir yandan kendime kızıyordum. Küçücük bir çocuk neden sabahın köründe kalmak zorunda kalsın ki… Uyandırdıktan sonra dakikalarca giydirmeye çalışırdım. Okula gitmicem diye tutturmalarını savuşturmaya çalıştığımda bir günlük enerjimin tükendiği noktaya gelirdim. Sonra otobüs faslı başlardı. Daha durağa gitmeden, otobüse binmicemm, midem bulanıyor diye tuttururdu. Otobüse binerdik uyuya kalırdı. Uyumaması için onu oyalayayım diye yapmadığım şaklabanlık kalmazdı. Okula giderken onu zapt etmek olanaksızdı. Okula bıraktığımda gitme, beni bırakma diye ağlayan kız akşam almaya gittiğimde gelmicem burada kalıcam diye tutturan bir canavara dönüşürdü. Zor bela ikna ettikten sonra durağa giderdik. Durağın arkasındaki o çocuk parkından nefret ederdim J Parkın demir korkuluklarından geçerek içeri giren Helin’i almam için diğer ucundaki kapısına kadar gitmek zorunda kalırdım ve nihayetinde otobüsü kaçırırdık. Eve geldiğimizde benden bu kadar deyip anneme babama teslim ederdim. Uyku saati geldiğinde aynı masalı tek cümlesi değişmeden anlatmamı isterdi. Kafadan uydurduğum masalları bile kelimesi kelimesine ezberlemiştim. Masaldan sıkıldığında sevdiği şarkıları söyletirdi. En sevdiği ise “Gidenlerin Ardından” idi. Gökyüzüne çizilmiş resimlere benzerdik Rüzgârın peşine takılan bir nefes gibiydik Kırdı dallarımızı fırtınalar boranlar Kaldı bahar çiçekleri üzerinde sevgimiz Gözünden ameliyat olduğunda yanında kalmaya dayanamıyordum. Bir gün Evin’e “Gülnaz ablam niye benim yüzüme bakmıyor” demişti. Evin bana bunu anlattığında hüngür hüngür ağlamıştım.
Bir Pazar günü Helin’i Şişli’de bir hamburgerciye götürdüm. Yolda yaş kavgasına tutuştuk. Ben onun 6 yaşında olduğunu söylerken o inatla 7 yaşında olduğunu iddia etti. Hamburgeri yedikten sonra biraz top havuzunda oynamak istedi. Neşeyle oynarken güvenlik görevlisi gelip top havuzundaki 6 yaşından büyük çocukların çıkmasını söyledi. Helin bir hışımla filelere asılıp “abla ben 6 yaşındayım di mi” dedi gözlerini belerterek. Yoo hani sen 7 yaşındaydın deyince “hiçte bile ben 6 yaşındayım” dedi ve oynamaya devam etti. İlkokula başladığında sokaktaki çocuklarla takılmaya başladı. Sarı bir scooterı vardı. Sokağı bir baştan diğer başa turlardı. Akşamları annem gidip alıyordu okuldan. Bir keresinde anneme dönüp “anne sen akşamları gelme ben kendim gelebilirim” demiş. Annem de “olur mu kızım, karşıdan karşıya nasıl geçeceksin dediğinde “annecim biz zaten o yoldan hep birlikte hurrraaa diye geçiyoruz ki” demiş Zeki ve ince esprili bir çocuk. Bir keresinde ablam onu bakkala göndermiş. Apartman kapısını açtığında kapının önünde çöpü karıştıran kedi korkup yola fırlamış. Araba çarpmış kediciğe ve ölmüş. Bakkala gitmeden bembeyaz bir suratla yukarı çıkmış. Ablam istediklerini neden almadığını sorduğunda olanları anlatmış. Ablam da üzülmesin diye kedilerin dokuz canı olduğunu, kediye bir şey olmadığını söylemiş. Ablama dönüp ağlamaklı bir ses tonuyla “sanırım bu dokuzuncuydu” demiş. Ablam gülmemek için kendini zor tutmuş. Bir keresinde işten çıkmama yakın defalarca beni arayıp ne zaman geleceğimi sorup durdu. Yoldayım, az kaldı, geliyorum gibi cevaplar vererek ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sokağa girdiğimde o soğuk kış gününde beni balkonda beklediğini gördüm. Beni görünce hemen içeri girdi. Doğum günüm falan değil ki sürpriz hazırladığını düşüneyim. Eve geldim. Ağlamaklı bir ifadeyle yanıma geldi. “Ne oldu Helin bu halin ne” diye sorduğumda “sanırım kızacağın bir şey yaptım” dedi. “Anlat bakalım seni dinliyorum belki de hiç kızılacak bir şey değildir” dedim. Benden izinsiz okula fotoğraf albümümü götürmüş. İçinde birlikte tatilde çektiğimiz fotoğraflar vardı. Onları en yakın arkadaşına göstermiş. O sırada öğretmeni görüp almış. Geri vermediler mi diye sorduğumda verdiler dedi. E sen niye üzülüyorsun dedim. Ama senden izinsiz baktılar deyip ağlamaya başladı. Sımsıkı sarıldım ve bunun ağlanacak üzülecek bir şey olmadığını anlattım. Evet, eşyalarımın izinsiz alınmasına kızıyorum ama senden değerli değil dedim. Gerçekten kızmadın mı diye sorup boynuma sarılmıştı. Bu izin işini fazla abartmışım ki çocuk böyle düşünmüş dedim. Kötü hissettim kendimi. Yeni yıl için ağaç istemişti. Bende küçük bir ağaç ve süsleri alıp eve gittim. Sokakta oynuyordu. Hadi gel ağacımızı süsleyelim dedim. Biraz daha oynamak istedi. Yarım saat sonra arkamdan geldi. Su içmeye gelmiş tekrar çıkacakmış. Ayakkabılarını giyinirken dönüp “anne biz kıristiyan mıyız?” diye sorunca gülüştük. Bunu sana kim sordu dedim. Arkadaşı Hüsna söylemiş. Siz ağaç süslüyorsanız kıristiyansınız demiş. Git arkadaşına söyle biz sadece insanız de dedim. Yıllar geçti ve bu yoğun karmaşık hayatın içinde onun büyümesini tam anlamıyla izleyemedim. Ortaokul ve lise yılları su gibi akıp geçti. Ekim ayında onunla beraber gidip Üniversiteye kaydını yapmasını izledim. Gözlerim doldu. Zamanın bu kadar hızlı geçmesine üzüleyim mi, onun iyi bir üniversitede okumasına sevineyim mi bilemedim.
Ona anlattığım masalları söylediğim şarkıları şimdi Nisan’a anlatıyorum. Bazen yanımda Nisan değil de Helin uyuyormuş gibi geliyor. Velhasıl-ı kelam o benim her şeyim. O benim hayata bağlanma sebebim. O benim gelecek umudum. O benim kıymetlim. Ve onu bize verdiği için anneme sonsuz şükran…
1 note
·
View note
Photo






“Hafıza büyüleyici bir şey. Mesela şöyle bir deney yapılmış; bir grup insana çocukluklarına ait on tane görüntü gösterilmiş. Bunlardan dokuzu çocukluklarına aitmiş, biri de sahteymiş. Kendi resimleri hiç gitmedikleri bir panayırın içine yerleştirilmiş. Yüzde sekseni o anı hatırlamış. Sahte fotoğrafın gerçek olduğunu sanmışlar! Hatırlamayan %20 evlerine yollanmış, araştırmacılar “belki daha sonradan aklınıza gelir” demiş. Denekler de fotoğrafla geri dönüp, gerçekten de hatırladıklarını söylemişler. “Ailemle panayırda çok güzel bir gün geçirmiştik” demişler. Tamamen kurmaca bir deneyimi hatırlamışlar. Hafıza hareketlidir. Canlıdır. Eğer bazı ayrıntılar eksikse hafıza bu boşlukları hiç olmamış şeylerle doldurur.'' Beşir’le Vals filminden… Bu blogda fotoğraf paylaşımlarını her hafta Cuma günleri yapmayı planlıyordum fakat 13 Ocak Cuma günü hafızamla şiddetli bir çatışma yaşadığım için yazamadım. Sebebi şu ki; İzmit’ten İstanbul’a geldiğimiz tarihi doğru hatırladığımdan o kadar emindim ki, aksini söyleyen annem ve babamla kavga bile ettim. Bana göre biz 1990 yılının Kasım ya da Aralık ayında geldik. Hâlâ bile öyle düşünüyorum inatla. Anneme göre Ocak’ta, babama göre Mart’ta gelmişiz. Kardeşlerime sorduğumda Evin’de 1990 yılında geldiğimiz söyledi. Ablamın zaten hafızasına güven olamayacağı için onu çok dikkate almadım J Hatırlamak için karnelerimi inceledim. Babamın eski öğrencilerine sordum. Teyzelerime ve kuzenlerime sordum. Çoğu hatırlayamadı. Seka Çocuk Dostları İlkokulundan bulduğum tek arkadaşım Onur’du. 13 Ocak Cuma günü ona doğum günü mesajı gönderirken eski yazışmalara takıldı gözüm. O yıllardan elimde hiç fotoğraf yoktu. 1. sınıfta çektirdiğimiz hani şu tahtanın önünde yazı yazıyormuş gibi poz verdiğimiz ve okul kapısı önünde bütün sınıfın toplanıp çektirdiği klişe ama paha biçilmez fotoğraflar var ya bizde onlardan çektirmiştik. Songül teyzem annemden çerçeveletmek için almıştı. Fakat bir köşede unutulduğu için rutubetlenmiş ve yırtılmıştı. Çok üzülmüştüm ve hâlâ üzgünüm. Onurdan yıllar önce, bu fotoğrafları istemiştim. O da bilgisayara aktarıp göndereceğini söylemişti. Tekrar hatırlatsam mı diye düşünüp sonra vazgeçtim. Daha uygun bir zamanda hatırlatırım dedim. Sonra yazışmalarda sınıf arkadaşlarımın bazılarının ismini yazdığını gördüm. Sırasıyla facebooktan arattım bir sonuca ulaşamadım. Maksadım hem eski arkadaşlarıma ulaşmak, hem de benim okuldan ne zaman ayrıldığımı hatırlayacak birini bulmaktı. Ama en çokta eski fotoğraflara ulaşmaktı. Seka Çocuk Dostları adına onlarca sayfa ve grup araştırdım. Yine bir sonuca ulaşamadım. Bir Pazar günü annemle hararetli tartıştık. Ona çok net hatırladığım şeyleri anlattım. Üst komşumuz Hasret amcanın “taşınmak için bari yarıyıl tatilini bekleseydiniz” dediğini, yarıyıl tatilini İstanbul’da geçirdiğimizi anlatmaya çalıştım. Karnelerimizi sonradan gidip aldığımızı anlattım. Sonra annem İdil’e çorba yapmaya gidince tartışmayı kestik. Yaklaşık olarak 1 saat sonra facebook sayfama gelen bir mesaj gördüm. “…bir dönem ilkokulu SEKA çocuk dostları ilk okulunda okudun mu 2.ya da 3. sınıfa kadar…” Arzu Yüksel diye birinden gelmiş. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Arzu Yüksel diye birini hatırlamıyorum. Sonra soyadının Gürler olduğunu söyleyince ikinci bir şok yaşadım. Sıra arkadaşım Arzu’yu nasıl unuturum diye. Şaşkınlık içinde beni nasıl bulduğunu sordum. Acaba önceki gün araştırma yaparken tanıdık birini mi ekledim de oradan mı gördü diye düşündüm. Ama öyle bir şey olmamıştı. Arzu yıllarca benim soyadımı hatırlamaya çalışmış. Sonra birdenbire gelmiş aklına ve facebookta fotoğrafımı görünce hemen tanımış. O kadar büyük bir şaşkınlık yaşadım ki dilim tutuldu. İki saate yakın konuştuk. Günlerdir kafamı kurcalayan soruyu ona da sordum. O da benimle aynı fikirdeydi. Sonra Arzu’dan eski fotoğrafları istedim. Yurtdışında yaşadığı için ancak yazın gönderebilecek. Belki yazın bende giderim. Sonra bir akşam babama tekrar sordum. O da 14 Ocak 1991 yılında göreve başladığını Mart ayının ortasında bizim İstanbul’a taşındığımızı ısrarla söyledi. Bunun üzerine Aşık Veysel İlköğretim Okuluna gitmeye karar verdim. Oradaki nakil evraklarından bulabileceğimi düşünüp okul müdürü Süleyman beyle görüştüm ve istediğim zaman gelebileceğimi söyledi. Bir sabah gittim okula. Dosyalara baktığımızda sadece sınıf geçme klasörlerine bakabildim. Orada da nakil tarihi yoktu. Sonra babamla ilgili dosyalara bakıp bakamayacağımı sordum. Süleyman hoca okul görevlisi Ali abiyi aradı. (Bizim zamanımızda da çalışıyordu Ali abi) 1990/1991 yılı maaş bordrolarını istedi. Babam haklı çıkmıştı! 14 Ocak 1991’de gelmiş okula. Yanlış hatırlıyor olmanın hayal kırıklığı ile ayrıldım okuldan. Hafızamla savaş halindeyim hâlâ! Peki, o bütün hatırladıklarım? Hafızam boşlukları hiç olmamış şeylerle mi doldurmuştu?
İzmit…
Aylarca dayımlarda kaldıktan sonra 87 yılının sonbaharında Körfez’de bahçeli müstakil evlerin olduğu bir mahallede 3 katlı bir binanın giriş katına taşındık. Kocaman bir ön bahçesi ve arka bahçesi vardı. Bahçe korkulukları hanımeliyle kaplıydı. Bina kapısının hemen yanındaki bölümde pembe akşamsefaları, az ötesinde ise naneler vardı. Hanımeli ve akşamsefasını sanırım bu yüzden çok seviyorum. Ortadaki boşlukta boyumdan büyük renkli çiçekler vardı. Eşyalarımız Varto’da kalmıştı. Bu eve taşınırken dayımlardan ufak tefek eşyalar getirmiştik. Babam da uyumamız için bir kanepe almıştı. Açık ve koyu kahverengi karelerden oluşan bir deseni vardı. İstanbul’daki 2. evimize taşınana kadar kullanmıştık bu kanepeyi. Garip gelecek ama çok severdim o kanepeyi. Varto’da kalan eşyalarımızı almak için annem gitti. 10 gün kadar orada kaldı. En büyük teyzem bizdeydi. Domates kesmek için bıçak bile yoktu. Gidip üst komşu Nuriye teyzeden istemiştim. Evimiz çok büyüktü ya da ben küçük olduğum için bana öyle geliyordu. Kapı büyük bir girişe açılıyordu. Tam karşısındaki mutfağın küçük bir balkonu vardı. Mutfağın yanında küçük bir oda vardı. Önceleri annem ve babamın odasıydı. Sonradan bizim odamız oldu. İki divan vardı, birinde ablam diğerinde benle Evin uyurduk. O odanın yanında büyük bir oturma odası vardı. Dayımların komşusundan aldığımız kırmızı koltuk takımı ve beyaz, çekmeceleri olan sehpalarımız vardı bu odada. Büyük odanın dar ama uzun bir balkonu vardı. O odanın da yanında büyükçe annemin odası. Eşyalarımızın bir kısmını buradan almıştık. Yukarıdan aşağı doğru kıvrılıp gelen bir sokağın başındaydı evimiz. Sokakta genellikle müstakil bahçeli evler vardı. Her bahçede meyve ağaçları vardı. Biz taşındıktan kısa bir süre sonra boş olan en üst kata Altın teyzeler taşındı. Onları ilk kez bir Ramazan gününde pide almak için bakkala giderken görmüştüm. Müjgan, Altın teyzenin ve Hasret amcanın ellerinden tutmuş yaramaz çocuklar gibi mızmızlık yapıyordu. Ne salak kız demiştim içimden J Pideyi alıp eve döndüğümde onlar apartmandan çıkıyordu. O zaman anladım onların taşınacaklarını. Müjgan, sonra bizim en yakın arkadaşımız oldu. Bizim evimizin yanında inşaatı devam eden bir bina vardı. İnşaatın 2. katına çıkıp kum yığınına atlamak en büyük eğlencemizdi. İnşaatın sahibinin çocukları gelip bize kızmışlardı. Tam olarak hatırlayamıyorum ama sanırım onlarda 3 kız kardeşlerdi. Tıpkı bizim gibi. Büyük olanın adı Meryem, ortanca olanın adı Hülya idi. Anneleri kara çarşaf giyiniyordu. İlk defa o zaman kara çarşaf giyinen birisini görmüştüm. Bizi pek severdi. Kısa bir süre sonra ikinci katı bitirip oraya taşınmışlardı. Sokaktaki çocuklarla çabucak arkadaş olduk. Bulgaristan’dan gelen Neşe vardı. Açık tenli, kumral bir kızdı. Melike ve abisi vardı. Yaramaz bir Okan vardı. Sokağın girişindeki iki katlı yeşil binada oturan Banu vardı. Sokaktaki çocuklar yazları kuran kursuna giderdi. Onları kafalarında yazma ellerindeki elişi çantalarıyla görünce çok şaşırmıştık. Gidip anneme sorduğumda o anlatmıştı. Evimizden biraz uzakta bir park vardı. Oraya gidip oynamaya bayılırdık. Fazla uzaklaşmayalım diye bizi dilencilerin kaçırabileceğini söyleyip korkuturlardı. O yüzden evden uzaklaşmamaya çalışırdık. Mahallede bir kavga olsa, biri bizi karışsa arka mahallede oturan kuzenlerimiz Derya abla ve Mahir hemen gelirlerdi bizi korumaya. (Işıkla uyu Mahir) Park yolu üstünde büyük bir cami vardı. Bir gün Evin koşarak gelip “anne Allah’ın karısını gördüm” dedi. Annem ne söylediğini anlamak için nerde diye sordu. “Cami’de halıları silkeliyordu” deyince kahkahayı koparmıştık J Gece yarılarına kadar bahçede oyun oynardık. Bizi voleybol oyununa almayan abilerimize ablalarımıza inat saklambaç oynardık. Stare, Julide ve Bircan abla vardı. Karşı komşumuz Ayşe teyzenin Erik ağacından erik toplayıp yerdik. Hafta sonunu Orduevi semtinde oturan dayımlarla giderdik. Her sene Hıdırellez’de sabahtan çalı çırpı toplayıp arkadaki büyük çimenlikte kocaman ateşler yakardık. Cuma akşamları bir başka geceyi izlerdik. Pazar günleri Mustafa Yolaşan’ın sunduğu Pazar eğlencesini izlerdik. Pazar sabahları çizgi film yerine Pazar Konseri programını görünce içimizi kasvet sarardı. Yılbaşı akşamlarında dayımlarda toplanıp çatlayıncaya kadar yer içerdik. Şimdi komik bulduğumuz giysiler o zaman ne kıymetliydi. Babamdan nadir zamanlarda aldığımız harçlıklarla leblebi tozu, krem krema ya da dondurma alırdık. Ekmeğin tadını, kokusunu hâlâ hatırlıyorum. Müjgan’ın takunyaları vardı. Bende hep bir takunyamın olmasını isterdim fakat bir türlü almamışlardı. Kırmızı fiyonklu rugan ayakkabılarım vardı. Bayram sabahlarını iple çekerdik. Diğer mahallelere gidip şeker toplardık. Amcam Almanya’dan yeşil Mercedes’iyle gelir bizi fuara götürürdü. Bütün çocuklar arabanın etrafında toplanırdı. Bizde hava atardık. Sahile giderdik. Deniz başka kokardı. Hâlâ kokusu burnumda. Arka bahçedeki çimenlikte toplanıp piknik yapardık. Güneşli günlerde evden aldığım örtüyü yayıp üzerine uzanırdım. Gözlerimi kapattığımda güneşin yakıcı ışıklarının gözkapaklarımı kırmızıya boyamasının keyfini çıkarırdım. Dayımlar Orduevi’nde, Songül teyzemler Tavşantepe’de, annemin kuzeni Hüseyin dayımlar ise arka mahallemizde oturuyorlardı. İzmit’in birçok semtinde akrabalarımız vardı. O zamanlar daha sık ev ziyaretlerine giderdik. Biz taşındıktan bir yıl sonra Halis dayımlar da bizim mahalleye taşınmışlardı. Kuzenlerimiz Baran, Başak ve Mahir ile çok keyifli zamanlar geçirdik. Sık sık kavga edip küsüyorduk ama yine de bir birimizden kopamıyorduk. Onların evine akşam oturmasına giderdik. Sanırım 3. katta oturuyorlardı. Yaz akşamlarında balkona yastık, minder, battaniye taşırdık. Battaniyenin altına girip yıldızları izledik. Kışın da yere sıra, sıra uzanıp televizyon izlerdik. Çoğu zaman uyuya kalırdık. Eve giderken annemler bizi uyandırmak için epey uğraşırlardı. Neyse ki evlerimiz bir birine yakındı.
Dayım ve babam kristal dükkânını devir edip peynircilik yapmaya başlamışlardı. 87-88 yılını evde geçirdim. Annem o yıl çalışmıyordu. Ablam 1. sınıfı köyde okumuştu. 2. sınıfa burada başlayacaktı. Okul tam evimizin karşısındaydı ama biz her sabah geç kalırdık. Annem okula kaydettirmek için götürdü beni. Uzun boylu yakışıklı bir müdürü vardı. Tıpkı Tarık Akan’a benziyordu. Ne tesadüf ki adı da Tarık Akın’dı. Beni pek ufak tefek görünce kaydımı almadı. Gitsin seneye gelsin dedi. Bu çelimsizlikle ezilirmişim. Annemin kucağında oturuyordum. İçimden adama epey küfür etmiştim. Okul hayatım boyunca bu 1 senelik kaybın hem ceremesini çekip hem de kaymağını yedim. Öğretmenlerime ve arkadaşlarıma sınıfta kalmadığımı, geç başladığımı anlatmaya çalışıp durdum. Okullar açıldıktan sonra ablamın çıkışını beklerdim. Koşarak yanına gidip çantasını taşımaya yardım ederdim.
88-89 yıllarında ilkokula başladım Okulun başladığı gün herkesin özel ilgisine mazhar olmuştum. Annem gelip uyandırmıştı beni. Siyah önlüğümü giyinmiş beyaz yakamı takmıştım. Gülistan ablam ve Müjgan elimden tutarak beni bakkala götürmüşlerdi. Annem beni sınıfa bıraktığında neredeyse bütün çocuklar ağlıyordu. Şaşkınlıkla onları izlemiştim. Anneme neden ağladıklarını sormuştum. Annelerinden ayrılacakları için demişti. Benim öyle bir derdim yoktu çünkü evimiz hemen okulun arkasındaydı. Annemi özlediğimde gidip hemen görebilirdim. Seka Çocuk Dostları İlkokulunda okumak hep çok keyifliydi. Sınıf arkadaşım Onur bana “saksı kafa” lakabını takmıştı. Önceleri çok kızmıştım ama sonra alıştım. Yavuz, Melih ve Onur en yakın arkadaşımdı. Ev sahibimizin oğlu Şener’de benimle aynı sınıftaydı. Sıra arkadaşım Arzu’yu çok severdim. Elçin, Semiha, Canan, Aslı… 1. sınıfta okumayı söken ilk çocuklardandım. Hani şu elmalar vardı hatırlayanlarınız vardır. Elmam çabucak kızarmaya başlamıştı. Fakat sonraları nasılsa benim elmam kızardı deyip dersleri savsaklamaya başlamıştım. Öğretmenim Hülya Gülakar çok tatlı bir kadındı. Beni “İyi” ile geçirdiğinde bile çok kızmamıştım çünkü haklıydı. Bir gün öğretmen beni tebeşir almam için müdür yardımcısının odasına göndermişti. Odanın penceresi bizim sokağın başına bakıyordu. Annem o güzel uzun saçlarını örmüş kahverengi kabanını giyinmiş işe gidiyordu. Birden çok kötü hissettim kendimi. Arkasından gitme diye bağırmak istedim. Müdür yardımcısının sesine irkildim. Hadi evladım sınıfına git dedi. Okulun ilk günü ağlayan çocukları o gün anlamıştım. Eve gidince anneme kocaman sarılacaktım. O yaz bir akşamüstü sokakta arkadaşlarımızla oynarken sokağın başında babamı gördüm. Kolunda küt saçlı bir kadın vardı. Kısa süreli bir şok yaşadıktan sonra onun annem olduğunu anladık. Şaşkınlık ve üzüntüyle karışık bir duyguyla anneme doğru koştuk. Annem başka biri olmuştu. Çok yakışmıştı bu saç ona. Dayımın buna nasıl razı geldiğini sormuştum içimden. Annem sabahları erkenden uyanıp bizi okula gönderirdi. İşe giderken kendi saçlarıyla uğraşması epey zamanını alıyordu. Bu yüzden o güzel saçlarını kesti.
Babamlar peynirci dükkânını da kapatmak zorunda kaldılar. O yaz pazarda etek satmaya başladı babam. Etekleri Evin’e giydiriyordu. Evin pazarcı olmaya dünden razıydı. Uzunca bir süre o etek ve tişörtlerden giyindik. Annemle pazara gidip meyve almak benim için olağanüstü bir olaydı. Pazarın kurulduğu gün bütün çocuklar ellerinde meyvelerle çıkardı sokağa. Diğer günlerde ise yarım ekmekle J O yaz sonunda Murat, Çağlar ablam, Ecevit abim ve Serdar abim gelmişlerdi. Serdar abim çok kalmadan “gitti”… Murat geldiği için çok mutluydum. O benim sadece kuzenim değil en yakın arkadaşımdı. Murat gidene kadar mahallenin altını üstüne getirdik. Her gün saatlerce oyunlar oynadık. Arka bahçede hırsız polis oynarken Okan’ı da yanımıza alırdık. Arka bahçede keşfe çıkardık. Bahçe duvarından odunluğun çatısına çıkıp aşağı atlardık. Sonra Murat gitti. Çağlar abla, Ecevit abim ve babaannem 89-90 yılını bizimle geçirdiler. Çağlar ablam mahalledeki bütün çocukları toplayıp yeni yeni oyunlar oynatırdı. Bu sayede çok popüler olmuştuk sokakta. Çağlar ablam geceleri bize hikâyeler anlatırdı. Bazıları epey korkunç olurdu. Geceleri tuvalete yalnız gidemezdik. Çağlar ablam benimle sırlarını paylaşırdı ve ben onları kimseye anlatmazdım. Babaannemin dut ve kayısı kurularından aşırırdım.
2. sınıfa başlamıştım. Kardeşim Evin 1. sınıfa başlamıştı. Annem bizi okula gönderdikten sonra işe giderdi. Hülya öğretmenimin çocuğu olacağı için 1 yıl ara vermişti. Onun yerine Şengül öğretmenim gelmişti. İtiraf edeyim Şengül öğretmenimi daha çok sevmiştim. Bir gün sınıfta şiir yarışması yapmıştı. Bana bir kez okutmuştu. Bazı arkadaşlarıma iki kez okutmuştu. Onlar arasından seçim yapmaya çalışırken bana dönüp ikinci kez okuyup okumadığımı sordu. Hayır dedim. Hadi kalk oku bakalım dedi. O hırsla nasıl okumuşsam şiir bitmeden alkışlayın birinciyi dedi. Elmam kızardığında bile bu kadar mutlu olmamıştım. Bana bir defter, bir kalem ve çiçek şeklinde silgilerden hediye etmişti.
Çağlar ablam öğleden sonra okula gittiği için babaannem üşümesin diye sobayı yakıp okula giderdi. Bir gün eve döndüğümüzde annem ve babam evdeydi. Sıradan bir gün olmadığı belliydi. İçeri girdiğimizde Çağlar ablam yatakta yatıyor ve yüzünden kan akıyordu. Dehşete kapılmıştım. Ne oldu diye koşarak yanına gittik. Soba yakmaya çalışırken talaşlar yüzüne patlamış. Kan sandığımız şey ise yanık ilacıymış. Biz okuldayken babamlar onu hastaneye götürmüş. Çağlar ablamın acı çektiğini düşünüp çok ağlamıştım. Yanından hiç ayrılmamıştım. İlaçlarını düzeltiyordum, temiz su getiriyordum. Portakal soyup veriyordum. İyileştikten sonra bile yüzündeki izleri gördüğümde üzülüyordum. Ecevit abim liseye gidiyordu. Okuldan geldiğinde bir odaya çekilip Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç dinlerdi.
1990 yılbaşı gecesinde çok eğlenmiştik. Çağlar ablam sarhoş olmuştu J Haziran ayında okullar kapanınca Çağlar ablamlar Varto’ya geri döndü. Biz yalnız kalmıştık. O yaz Almanya’dan bir sürü akrabamız gelmişti. Birkaç minibüsle Karatepe’ye pikniğe gitmiştik. Çok eğlenceli bir piknikti. 90 yılının sonbaharında 3. sınıfa başlamıştım. Annem işe gidiyordu. Eve geldiğimizde ocağı yakma görevi ablamdaydı. Ben ve Evin’in yaklaşması bile yasaktı. Evin’in daha önce ki ev yakma girişimlerini dikkate aldığımızda mantıklı bir kararmış. Ablam yumurta yapardı. Bir güzel yiyip karnımızı doyururduk. Ben sandalyeyi mutfak tezgâhına yaklaştırıp tezgâhın üstüne çıkıp bulaşıkları yıkardım. Annem yorgun geldiğinde bir de bulaşıkları yıkamasın diye. Altın teyze ve Nuriye teyze annem yokken bizimle çok ilgilenirlerdi. Bizim evin bir odası bina girişindeki dükkâna dâhil edilmişti. Nuriye teyze ve Altın teyze orada erişte yapıyorlardı. Yazları arka bahçede salça kaynatıp çatıda kurutuyorlardı. Annem çalışmadığı zamanlarda onlara katılıyordu. Bir keresinde evde çokokrem yapmışlardı. Çok lezzetli olmuştu. 91 yılının Ocak ayında İstanbul’daki tanıdıklarımız yardımıyla babam göreve iade edilmişti. Bir süre hafta içi İstanbul’da kalıp hafta sonu eve geliyordu. Sonra İstanbul’a taşınma kararı alındı. Bize sorduklarında Evin ve ben heyecanla evet demiştik. Ablam hiç istememişti. 91 yılının Mart ayının ortalarında bir Pazar günü eşyalarımızı Hasret amcanın kamyonuna yükleyip İstanbul’a geldik. İzmit, mutlu çocukluğumun cenneti olarak kalacak kalbimin bir köşesinde… *1. Fotoğraf / Körfez’deki evimize yeni taşındığımız zamanlar. *2. Fotoğraf / Sınıf arkadaşım Şener *3. Fotoğraf / Annemin kısa saçlı hali *4. Fotoğraf / Babamın eski elbise dolabından yaptığı masanın önünde çocukluğu şebeklikle geçen Evin J *5. Fotoğraf / Kartepe’ye gittiğimiz yazın sonu *6. Fotoğraf / Bütün mahalleyle birlikte gittiğimiz piknik. Önde oturan çocuk Mahir…
H6u� Lf[س���
0 notes
Photo

Bu benim çekilirken hatırladığım ilk fotoğrafım. Öncekileri hatırlamıyorum. Nedense çoğunda ağlıyormuşum. 1984 yılının yazında Varto’da çekildi bu fotoğraf. Burada çok kızgındım. Kemal amcam Almanya’dan fotoğraf makinesiyle gelmişti. Amcamlar geldiği için köyden, Varto’ya onların yanına gelmiştik. Bir öğle vakti önce büyüklerin sonra çocukların fotoğraflarını çekecekti. Nedenini tam olarak hatırlamıyorum ama küsüp bir kenarda oturdum. Annem ve büyüklerin fotoğrafı çekildi. Sıra çocuklara geldi. İnat ettiğim için o fotoğrafta yer almadım. Sonrada amcam benim fotoğrafımı çekmek için inat etti. Ben kaçtım o kovaladı, ben kaçtım o fotoğrafı çekti. Sonunda o kazandı. Çok kızmış ve kendimi yerlere atmıştım. Şimdi ise amcam iyi ki çekmiş bu fotoğrafı diyorum… ports_spdy":t�^5,��a
0 notes
Photo

Eskiden okullarda her öğrencinin not defterlerinde kullanılmak üzere vesikalık fotoğrafları çekilirdi. Her yıl okula bir fotoğrafçı gelir boş bir sınıfta kara tahtanın üstüne kırmızı bir fon asar sırayla bütün öğrencilerin gözlerine flaş patlatırdı. 5. Sınıftayken yine geldi fotoğrafçı. Boş sınıfın önünde sırada bekliyorum. Bitse de gitsek diye düşünürken sıra bana geldi. Geçtim kırmızı fonun önüne. Ben daha hazırlanmadan çat diye çekiverdi. Tabi o zaman filmli makinalar kullanılıyordu nasıl çıktığımı bilmiyorum. Bir hafta sonra teneffüse çıkmak üzereyken öğretmenim yanına çağırdı acayip bir ses tonuyla. Yine ne yaptım diye düşünerek yanına gittim. Mehmet Kaya otoriter ve sinirli bir öğretmendi. Gerçi kendi öğrencilerine karşı hep çok iyiydi. Öğretmenler odasında vesikalık fotoğraflarımızı kesip not defterine yapıştırmış. Benim o baygın gözlerle çıktığım fotoğrafı görmüş. “Evladım sen daha önce hiç fotoğraf çektirmedin mi? Bu ne hal, ben şimdi bu fotoğrafı nasıl yapıştırayım defterime. Sor anana babana başka fotoğrafın varsa onu getir yoksa git Foto Bayburt’a yeniden çektir.* Fotoğrafı görünce içimden fotoğrafçıya küfretmiştim. Zaten güzel sayılmazdım bu halimle hilkat garibesine dönmüştüm. O kadar sinirlenmiştim ki yeniden fotoğraf çektirmeyi düşünmedim. (Aslında bir daha hiç fotoğraf çektirmeyi düşünmüyordum) Bu mevzuyu ne anneme ne de babama anlatmadım. Bütün bir yıl o fotoğraf not defterinde adıma ayrılan sayfada durdu.
Sonraki yıl ortaokula başlamıştım. Yine not defterlerinde kullanılacak fotoğraflar için aynı merasimden geçtik. Geçen seneki durum tekrarlanmasın diye fotoğrafçıyı uyardım. Ben hazırım dediğimde çekmesini istedim. O bitti diyene kadar gözlerimi kırpmadım. Sonuç bu Bu seferde patlak gözlü bir hilkat garibesi olarak çıkmıştım.
Bu fotoğrafı sene sonunda babamın dosyaları arasında bulmuştum.* Ben çirkin çıkmıştım ama bütün sınıf arkadaşlarımın fotoğraflarına sahip olmuştum. Hoş altındaki isim kaymalarına hala gülüyorum…
* Babam bizim okulda öğretmendi. *Foto Bayburt Nurtepe’deki tek fotoğraf stüdyosuydu.
1HBZeSVAH����8�
0 notes
Photo




Şervan…
91 yılının yazıydı. Kuzenim Cüneyt abim Antep’te mühendislik okuyordu. O yaz yayınevinde çalışmak için gelmişti. Bir akşamüzeri sokakta arkadaşlarımla renkli istop oynuyordum. Abim yukarıdan geliyordu. Kucağında uyuyan bir bebek vardı. Elimde topla yanına koştum “Abi kim bu bebek” dedim. Eve gel anlatacağım dedi. Elimdeki topu arkadaşlarıma atıp eve gittim abimle. Annemin ortağının bir arkadaşının bebeğiymiş. Karısı hastaymış ve bebeğe bakacak kimse olmadığı için kısa bir süreliğine annemin bakması için göndermişler. O zamanlar böyle biliyorduk ama annemlerin sakladığı bazı şeyler olduğunu hissediyordum. Sonra bu hislerimde haklı olduğumu anladım. Burada anlatamayacağım mevzular bunlar.
Şervan bir yıl boyunca bizimle kaldı. Onu çok seviyorduk ama ona bakmak hiç kolay değildi. Bazı geceler bizi uyutmazdı. Çok ağladığında annesini özlediğini düşünür çok üzülürdüm. Bazen sokakta oyun oynarken annem çağırırdı ona bakmamız için. Oyunu bırakıp gitmek istemezdik. O gittikten sonra en çokta bunu hatırlayıp üzülmüştüm. Zaman geçtikçe ona daha çok bağlanıyorduk ve artık hep bizimle kalacak diye umut ediyorduk.
91 yılını 92’ye bağlayan yılbaşı gecesini ilk defa dayımlardan ayrı geçiriyorduk. Üst kat komşumuz ve uzaktan akrabamız olan Rüstem amca ve Güllü yenge ile birlikte kutlamıştık. Kızları Meltem, Şervan’la yaşıttı. Şervan, Meltem’in sürekli saçlarını çekerdi.
Etrafımızda hep tanıdık aileler vardı. Her akşam birinin evinde toplanılırdı. Annem yorulduğunda bazen onlar bakardı Annem işe gittiğinde Hatice ya da Beyhan yenge bakardı Şervan’a. Şervan bronşit olmuştu ve bizi çok korkutmuştu.
Sonra bir akşam annem işten ağlayarak döndü. Şervan’ın eşyalarını toplamaya başladı. Aslında beklediğimiz ama aslında hiç hazır olmadığımız o an gelip çatmıştı. Şervan’ı annesine götürecekler. “Anne vermeyelim onu, bizden ayrılırsa çok ağlar” dedim. “Annesi iyileşmiş ve artık bebeğini görmek istiyor” dedi annem. Haklıydı sustum… Banyoya gittim ve annem onun eşyalarını toplayana kadar orada ağladım. Hepimiz ağlıyorduk. Şervan babamın kucağındaydı. Ona bakınca dayanamayıp sürekli banyoya kaçıp, kaçıp ağlıyordum. Annemin ortağı geldi. Biraz oturdu içeride. Hala bir umut var içimde almayacaklar bizimle kalacak diye. Şervan’ı babamın kucağından aldı. Annemin elinden de çatasını aldı çıktı kapıdan. Giriş katında oturuyorduk. Pencerenin önünden geçişlerini izledim. Sanırım gidenin arından kaybolana kadar bakma huyum o günden kaldı. Bu kez kendimi banyoya kilitledim. Ağladım… ağladım…ağladım…
Yıllar sonra Newroz kutlaması için Abdi İpekçi’ye gitmiştik. Annemler tanıdık birilerini gördüler ve konuşurlarken annem bize az ötede oradan oraya koşuşturan 4 yaşlarında bir çocuk gösterdi. “tanıdınız mı?” diye sordu. Şervan demiştim büyük bir şaşkınlıkla. Annem annesiyle tanıştırdı bizi. Şervan’ın annesi olmak için fazlaca yaşlıydı. Eve döndüğümüzde anneme sordum gerçekten o kadın Şervan’ın annesi mi diye. Değilmiş. Annesi ölmüş ve Şervan’ı çocuğu olmadığı için ona vermişler. Annem ve babam bunu sonra öğrenip çok üzülmüşler ve biz üzülmeyelim diye bizden saklamışlar. Hala bunun kızgınlığını yaşıyoruz… *Fotoğrafın arkasındaki notu Gülistan ablam yazmış.
0 notes
Photo

Ben, kardeşlerim ve annem ilk defa bir fotoğraf stüdyosuna girip fotoğraf çektiriyorduk. O koca ışıklar, pek bi ilgilimi çekmişti. Annemler hazırlanırken ben makyaj aynasının etrafındaki ışıkları bir süre seyrettim. Gülbahar teyzem kırmızı rujundan hafifçe sürdü bize. Annem bu durumdan hoşlanmamıştı. Hep önünden geçtiğim, içeride ne var diye merak ettiğim yeri meraklı gözlerle süzüyordum. Sonra fotoğrafçı bize duracağımız yerleri gösterdi. Sanki onun gösterdiği yerde durmazsak fotoğraf çıkmayacaktı. Hiç kımıldamadan çekmesini bekledik. Bir yıldır göremediğimiz babamıza “bak baba sen yokken biz bu boya geldik” demek için stüdyoya gidip fotoğraf çektirmiştik. Hem de onun bize İstanbul’dan aldığı o güzel elbiseleri giyinerek. Babamın Varto’da bizimle yaşaması giderek zorlaşmıştı. Ev baskınları, aylar süren gözaltılar, sorgulamalar, işkenceler… Çok küçük olmama rağmen babamın son kez götürüldüğü sabahı hatırlıyorum. Kapı yumruklanarak çalınıyordu. Uykulu gözlerle korku içinde uyandım. Odasından çıkan babam giyiniyordu. Ağlamaya başladığımda annem gelip kucağına aldı beni. İçeriye girdiler ve her yerde didik, didik “bir şeyler” aradılar. İçlerinde en çirkin ve korkuncu sarışın sakallı olanıydı. Tavan arasına tırmandı. İndiğinde babamı götürüyorlardı. Annemin kucağında ağlayarak “eşek oğlu eşekler babamı nereye götürüyorlar” dedim. Bunu duyan o korkunç adam anneme tokat attı. Annem benim yüzümden bir pislikten tokat yemişti. Babam uzun süre gözaltında kaldı, sanırım en uzunuydu. Sonra Varto’da durmadı zaten. Önce İstanbul’a gitti. Sonrada bizi alıp Avrupa’ya götürecekti. Bir yıldan uzun bir süre babamı göremedik. Annem ve kardeşim Evin İstanbul’a gelip gördüler. * O zamanlar babamla yaşadığımız anılar daha berraktı. Ayrılık süresi uzadıkça o hatıralar çocuk aklıyla bulanıklaşmaya başlıyordu. Hep babamın yeniden geleceğini sanırdım. Kahvaltıda bize sobanın üzerinde ekmek kızartır yağ ve çökeleği elleriyle karıştırarak dürüm yapardı. Köpeğimiz Lasi’ye birlikte yemek verirdik. Köydeki evimiz kocaman bir bahçenin içindeydi. Aynı bahçe içinde iki eski bir yeni evimiz vardı. Yeni evimiz 66 Varto Depreminden sonra yapılan tek tip evlerdendi. Biz onda oturuyorduk. Eski evlerden birinde kullanmadığımız eşyalar, kışın yakmak için koyduğumuz odunlar ve azda olsa yumurta veren bir tavuğumuz vardı. En eski olan diğer evde yaşanmıyordu. Ekmek yapmak için kullanıyordu annem orayı. Evlerimiz diyorum ama sadece bizim değil. Amcalarımın, halalarımın, kuzenlerimin ve nenemizin de aynı zamanda. Onlar Varto’da yaşardı. Bazen biz gider orada kalırdık, bazen onlar gelirdi köye uzunca kalırlardı. Anneannem ve dedemde Varto’da yaşıyorlardı. Sıklıkla dedemlere giderdik. Babamızın yokluğunda teyzelerimizle vakit geçirmek bizi teselli ederdi (bu hala öyle) Gülbahar teyzem dikiş nakış kursuna gidiyordu. Bana ve ablama elbiseler yapardı. Bir keresinde ikimize de beyaz elbiseler dikmişti. Benimki kalın askılı yakasında beyaz pullar olan bir elbiseydi. Elbiselerimizi giyinip köyde dolaşmaya çıktığımızda bütün çocuklar etrafımızı sarmıştı. Elbisemin pullarına dokunup “ay ne güzel” diyorlardı. Bir akşam nenemin evinde annem ve teyzelerim bizim evdeki somyalara yeni örtü dikiyorlardı. Yeşil yaprakları olan kocaman kahverengi çiçek desenleri vardı örtünün üzerinde. Sabunla örtüyü çizip duruyorlardı, sabunun ne işe yaradığını merak edip durdum. Bunu yıllar sonra ortaokulda iş teknik dersinde öğrenmiştim. Onlar örtüyü dikerken bizde televizyonda Müjde Ar ve Kadir İnanır’ın oynadığı Pisi Pisi filmini izliyorduk. Filmdeki lunapark sahnesini ağzım açık izlemiştim. Dönme dolap diye bir şeyin olduğunu o gün öğrenmiştim. Ama en çokta çalan şarkı büyülemişti beni. Belki de o günden sonra her önemli anın bir şarkısını biriktirmeye başladım. Bülent Ortaçgil “Benimle Oynar mısın” diyordu.* Su olsam, ateş olsam Göklerdeki güneş olsam Konuşmasam taş olsam Yine de oynar mısın benimle… Bu fotoğrafı gören herkes annemin saçlarının uzunluğuna şaşırdı. Annemin saçları bildim bile hep uzundu. Çünkü rahmetli dayım uzun saçı severdi, annem ise dayımı çok severdi. O uzun saç aslında bir sevgi masalıydı.* Bense bu fotoğrafa baktığımda annemin yalnızlığını, babamın özlemini görüyorum. Bir akşamüstü gitmiştik bu fotoğrafı çektirmeye. Nenemin evine döndüğümüzde hava kararmıştı. Balkonda misafirler vardı. Misafirlerden biri uzun saçlı sakallı orta yaşlı bir adamdı. Birden görünce ürkmüştüm. Koşarak içeri girdim. Stüdyoda fotoğraf çektirmenin şımarıklığımıydı yoksa babama yaklaşmış olmanın heyecanımıydı bilmiyordum ama içim kıpır kıpırdı. Sonra annem bu fotoğrafı babama gönderdi. 87 yılının Mayıs ayında İzmit’e babamın yanına geldik. Bir günden uzun süren bir otobüs yolculuğu yapmıştık. Annem iki koltuk almıştı. Birinde ben ve ablam diğerinde annem oturuyordu. Evin annemin kucağındaydı. Otobüste tanıdık amcalarımız vardı çok sıkılınca onların yanına gidiyorduk. Molalardan birinde annem elma almıştı. Yıkayamadığımız için yiyememiştik. Otobüsten inince de unutmuştuk elmaları koltuk filesinde. Dayımlar İzmit’te yaşıyordu. Babam dayımlarda kalıyor aynı zamanda dayımla kristal dükkânında çalışıyordu. Malum 80 sonrası ikisi de görevden alınmıştı. Uzun bir süre okuldan ve öğrencilerinden ayrıydı ikisi de. Eve gittiğimizde saat henüz erkendi. Babamların işten dönmesine epey bir zaman vardı. Arnavut kaldırımlı yüksek binaların olduğu sokaklardan geçtik. Başka bir dünyaydı burası, o zamanlar büyüleyici gelmişti. Varto’ya geri dönmeyeceğimizi bilmiyor muyduk acaba hatırlamıyorum ama daha şimdiden Murat’ı, Şilan’ı, Çağlar’ı, teyzelerimi özlemiştim. Serdar abim yolcu etmişti bizi. Ondan ayrılırken ağlamıştım. Beş katlı gri bir binanın en üst katında oturuyordu dayımlar. Döne, döne tırmandık merdivenleri. Eve vardık. Yengem ve kuzenlerim vardı evde. Birbirimizi görünce çığlık çığlığa sarılmıştık. Kocaman bir oturma odasına geçtik. Bej-Kahverengi kare desenli koltuklar vardı salonda. Masanın üzerinde kristal bir vazo ve içinde yapma çiçekler vardı. Sehpanın üzerinde kristal kül tablaları ve adının gondol olduğunu sonradan öğrendiğim derince bir tabak duruyordu. Balkona çıktım, ilk defa bu kadar yüksek bir yerden aşağıya bakıyordum. Sanırım yükseklik korkum o günden kalma. Annemin eteğine sarıldım, birlikte aşağı baktık demir korkulukların arasından. Aşağıda çocuklar oyun oynuyordu. Karşıda iki katlı eski bir ev vardı. Kapısının önünde yaşlı bir teyze oturuyordu. Gürültü yapan çocukları kapısının önünden kovuyordu. Çocuklarda onu kızdırıyorlardı. Çok sinirlenmiştim çocuklara lakin günler sonra sokakta o çocukların arasına karışınca teyzeye kızar olmuştum. Anneme tutunarak içeri girdim ve uzunca bir süre tek başına çıkmadım o balkona. Yemek yedikten sonra “arka odaya” oyun oynamaya gittik. Arka oda kelimesi pek bir acayibime giderdi. Biz arka oda ya da koridor kelimelerini kullanmazdık. Arka oda da oynarken akşam kapı çaldı. Ben ve kardeşlerim babam geldi diye bağırarak kapıya koştuk. Üçümüz birden üstüne atladık. Bir yandan hiç ayrılmamış gibi bir yandan da hiç tanımıyormuş gibi hissediyordum. Hepimizin hayatında önemli bir dönüm noktası oldu o gün. Yemekten sonra babamın etrafında oturduk. Sanki bıraksak yine gidecekmiş gibi. Babam cüzdanını çıkartıp bu fotoğrafı gösterdi. Her gün bu fotoğrafa bakıp teselli olduğunu söyledi…
*Bu konu başka bir fotoğrafta anlatılacaktır.
*(Yıllar sonra Bülent Ortaçgil bu kez “Sensiz Olmaz” şarkısıyla hayatımın en güzel anlarından birine eşlik edecekti)
* Bu konu başka bir fotoğrafta anlatılacaktır.
0 notes
Text
Bu blog kendi geçmişime bir yolculuktur.
Dijital fotoğraf makinaları henüz piyasada yokken filmli makineler pek kıymetliydi. Öyle her an fotoğraf çekemezdik. Herkesin evinde fotoğraf makinası olmazdı. Yılda bir stüdyoya gidip fotoğraf çektirmişseniz ne şanslısınız. Ya da Almanya’dan, İstanbul’dan amcanız, teyzeniz gelmişse ne âlâ Çocukluğuma ait fotoğraflarım (ki çok az var zaten) bu sayede var. Birçoğumuz misafirliğe gittiğimizde sohbet almış başını giderken kendimizi evin fotoğraf albümlerine bakarken bulmuşuzdur. Ya da duvardaki, vitrindeki fotoğraf çerçevelerine dikkatle bakmışızdır. Bu vesileyle misafiri olduğumuz insanların hayatları, geçmişleri ve anıları hakkında bilgi sahibi olur ve kendimizden bir şeyler buluruz. Ya da fotoğraf albümümüzü biz gelen misafirlerimize göstermişizdir. Kimi zaman birlikte geçirdiğiniz bir anının fotoğrafına bakıp gülmüş ya da ağlamışızdır. Kimi zaman fotoğraflarımıza ilk defa bakan insanlara o anıları uzun uzadıya anlatmışızdır. Belki de anlatırken yeniden hatırlamanın büyüsüne kapılmışızdır. Sizi bilmem ama ben böyle biriyim. Hatırlamak ve anlatmaktan keyif alıyorum. İşte bu blog bu yüzden var. Hafızası kuvvetli biri olarak bu durumun hem ceremesini çektim hem de sefası sürdüm. Başkalarının hatırlayamadığı olayları detaylarıyla hatırladığımda tuhaf bakışlara maruz kaldığım çok olmuştur. Hatırlamak da unutmak kadar üzücüdür bazı zamanlarda. Hatırlamak için çok çaba sarf etmiyorum çünkü zaten bu durum benden bağımsız gelişiyor. Bir fotoğraf, bir şarkı ya da bir koku geçmişten bir zaman parçasının içine alır beni. Geçmişe dönük yaşamayı hep çok sevdim. Gelecek yıl ne yapacağımdan çok geçen yıl ne yaptığımla ilgiliydim hep. Unutmak istemediğim anları hatırlatsın ve o anki duygularımı kayıt altına alsın diye bir şeyler saklamaya başladım. Bu, üzerine bir şeyler karalanan bir peçete, küçük bir taş, sararmış yaprak, o an çalan bir şarkı ya da o gün duyduğum bir koku oldu. Fotoğraf çekmeye başladıktan sonra özellikle hatırlamak istediğim anların fotoğraflarını kendim çekmeye başladım. Günlük yazmak ve fotoğraf çekmenin hafızayı taze tuttuğunu biliyorum. Çok uzun yıllar günlük tuttum ve bu süre boyunca yaşadıklarım bir bütün halinde kafamın içinde öylece duruyordu. Yazmayı bıraktıktan sonra bu bütün parçalara bölündü. İşte bu blog zihnimde bölük pörçük olan anları bir bütün olarak tekrar oluşturmamı sağlayacak. Bu fotoğraflardaki olaylar, tarihler, mekânlar ve o an ne hissettiğimi bu blog sayesinde kayıt altına almış olacağım. Unutmak bana suçluluk duygusu hissettirirken, tekrar hatırlamak ise tuhaf bir mutluluk yaşatıyor.
om":{"sup���Xe.
0 notes