canakin41
canakin41
CAN AKIN
71 posts
Last active 2 hours ago
Don't wanna be here? Send us removal request.
canakin41 · 3 months ago
Text
"Aşk Mezarı"
Bir Erhunun Hüzünlü Fısıltısı ve Yeni Bir Başlangıcın Umudu
Pekin'in kalabalık sokaklarında yürürken, ansızın göz alıcı bir tapınağın dingin atmosferi beni büyüledi. Tam önünde durduğumda, genç bir kızın elinde tuttuğu erhudan yükselen melodi ruhuma dokundu.
O anın büyüsüne kapılarak yanına yaklaştım. Çaldığı her nota, sanki kalbimin en derinlerine işleyen, tarifsiz bir güzellikteydi. Parça sona erdiğinde, merakla bu hüzünlü ve etkileyici müziğin adını sordum. "Aşkın Mezarı," diye fısıldadı.
O an, içimde uyanan bir duyguyla elime bir kağıt aldım ve kelimeler zihnimde dans etmeye başladı. Kısa sürede, müziğin fısıltılarını bir hikayeye dönüştürdüm. Bitirdiğimde, ne yazdığımı sordu. "Müziğine küçük bir hikaye yazdım," dedim çekinerek.
Ona yazdıklarımı okuduğumda, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Neden ağladığını sorduğumda, etrafına baktı. Şaşkınlıkla fark ettim ki, etrafımızdaki bütün kalabalık da duygulanmış, gözlerinden yaşlar usulca akıyordu.
"Aşk Mezarı" Can Akın
Bir Erhunun Hüzünlü Fısıltısı
Zamanın usulca aktığı günlerden birinde, heybetli Zhongshan Dağı'nın eteklerinde, şirin mi şirin bir köyde, yüreği melankoliyle yoğrulmuş genç bir müzisyen yaşardı: Li Wei.
Hayatın sillesini küçük yaşta yemiş, öksüz büyümüş bu delikanlının tek yoldaşı, sevgili dedesinden yadigar kalan kadim bir erhuydu. Köyün sakinleri, onun o içli ezgileri çaldığında, rüzgarın bile bir hüzün dansına tutulduğunu, yaprakların fısıltısının gözyaşına karıştığını, hatta ulu ağaçların bile saygıyla eğildiğini söylerlerdi.
Bir bahar akşamının alacakaranlığında, köye gizemli bir yabancı ayak bastı. Adı Mei Lin'di; gecenin koynundan fırlamış gibi simsiyah saçları omuzlarından aşağıya dökülüyor, gözleri ise dolunayın gümüş ışıltısını yansıtan derin bir kuyu misaliydi. Yanında taşıdığı antik bir flüt ile, Li Wei'nin hüzünlü müziğine adeta bir ruh eşi gibi eşlik etmeye başladı.
Kalpte Filizlenen Aşkın Narin Çiçeği
Her akşam, gün batımının altın rengiyle boyadığı köy meydanında buluşur, yüreklerinden süzülen notalarla "Chī Qíng Zhǒng" (Aşk Mezarı) adlı o dokunaklı şarkıyı birlikte çalarlardı. Erhunun derinden gelen, acıklı feryatları, flütün narin ve iç burkan nağmeleriyle ahenkle dans ederken, köy meydanı adeta iki kalbin fısıltısıyla örülmüş, hüzünlü bir aşk türküsüne dönüşürdü.
Ancak, hayatın acımasız cilvesi, kaderin amansız oyunu devreye girmişti. Mei Lin, bu dünyadan değildi; o, aslında ölümlü olmayan, bambaşka bir âlemin varlığıydı. Yüzyıllar önce, aşkın en yüce fedakarlığıyla bedenini terk etmiş bir ruhun bu dünyadaki son nefesi, son tecellisiydi. Li Wei'ye karşı kalbinde yeşeren o derin sevgi, onu bu fani dünyaya bağlayan son ince ipleri de koparmıştı.
Hüzünlü Bir Veda ve Gözyaşıyla Yoğrulmuş Bir Anı.
Bir gece, yıldızların gökyüzünde pırıltılar saçtığı o sessiz ve hüzünlü gecede, o içli şarkıyı son kez birlikte çaldılar. Mei Lin, gözlerinde tarifsiz bir hüzünle Li Wei'ye doğru eğildi ve fısıltıyla, "Bu hayatta sana olan borcumu asla ödeyemem..." (今生君恩还不尽) dedi.
Sabahın ilk ışıkları köyü aydınlattığında ise, geriye sadece Li Wei'nin yalnızlığı, sevgili erhusu ve bir tutam gümüş rengi ay ışığı kalmıştı.
Li Wei, ömrünün geri kalan her anında, o unutulmaz ezgiyi çalmaya devam etti. Köyün yaşlıları derlerdi ki: "Rüzgar ne zaman esse, dağların yamaçlarında erhunun o içli sesi ve sanki bir kadının sessiz hıçkırıkları duyulur..."
Nesilden Nesile Fısıldanan Bir Efsane
Bugün bile, o hüzünlü "Aşk Mezarı" çalındığında, inanılır ki o iki sevdalının ruhu, notaların arasında yeniden canlanır, hüzünlü bir dansa tutulur.
Sonra, o hüzünlü ezgilerin sahibi, erhusunu özenle çantasına yerleştirdi. Elimi nazikçe tuttu. Kalem tutan parmaklarımı dudaklarına götürerek içten bir öpücük kondurdu. "Benimle gel," diye fısıldadı, sesi titrek ama kararlıydı.
Birlikte, ele ele, o kalabalığın arasından sıyrılıp yürümeye başladık. Hayat, tıpkı o hüzünlü melodi gibi, inişli çıkışlı yollarıyla devam ediyordu. Belki de sonumuz, tıpkı hikayedeki gibi, bir "aşkın mezarı" olacaktı.
Ama o an, elimi sımsıkı tutarken, bu bilinmezliğe birlikte yürümeye karar vermiştim. Onun elini asla bırakmayacaktım.
Can AKIN
Şair, Yazar
Bu içerik Çin dijital sansür kurallarına (《网络内容生态治理规定》) tam uyumludur. 需要调整任何部分请随时告诉我! 🌸
Tumblr media
0 notes
canakin41 · 4 months ago
Text
Lifeless Life, Loveless Art: The Deep Love of Soul and Creation
The saying "Lifeless life, loveless art cannot exist" whispers a secret to our hearts, a manifesto carrying the deepest meaning of our existence and creativity. This sentence profoundly conveys that life and art are two inseparable companions, both drawing their purest and most potent source from love. For love is the most delicate and inspiring melody of the fervent "desire to create" within us.
1. The Delicate Rhythm of Life: Flourishing with the Touch of Love
A life lived without love transforms into a mere routine, akin to a withered flower. Eating, working, sleeping... These may be the necessary steps for survival, but when the warmth of love is absent, the act of "living" cannot transcend a soulless and meaningless shell. However, when a person loves, they perceive the world with entirely different eyes: they discover a miracle in the unique pattern on a butterfly's wings, find infinite meaning in a friend's heartfelt smile, and even attain the power to transform the deepest sorrows with the magical touch of compassion and understanding. Just like Frida Kahlo, who danced the most vibrant colors across her canvases despite the relentless pain of her body... Every line that flowed from her brush was a reflection of her passionate, irresistible love for life. Love is the most precious and invaluable treasure of our souls, truly making life "lived."
2. Art: The Tangible, Visible Form of Love
Art is the outward expression of the emotions in the most hidden corners of our hearts, the deepest vibrations of our souls. However, this expression, if devoid of the warmth of love, is doomed to remain superficial and fleeting, like a whisper without echo. When Van Gogh captured those magical starry nights on his canvas, the deep admiration and love he felt for the universe and the infinite beauty of nature were his guiding lights. Yunus Emre, with his timeless words echoing from centuries past, declared the encompassing and universal power of love by saying, "I love the created, for the sake of the Creator." The artist immortalizes love by weaving it into a brushstroke, the most poignant verse of a poem, the most heartfelt note of a composition. Loveless art, no matter how technically perfect it may seem, cannot touch the viewer's heart; for it lacks that warmth, that sincerity, that soul. It is like a star without its shimmer, a flower without its fragrance.
3. The Absence of Love: The Barren Desert of Creativity
The pages of history are filled with countless examples of how lovelessness drags art into a state of barrenness. Those ostentatious propaganda works produced during the dark and oppressive periods of totalitarian regimes, no matter how "aesthetic" they may appear, cannot leave a lasting mark in the collective memory of humanity. For they were born not from a free spirit, but from fear, obligation, or a ruthless thirst for power. Yet, Nâzım Hikmet, even behind iron bars, penned the most hopeful poems of love: "To live is to be alone and free like a tree / And to be brotherly like a forest..." Art, only when it blossoms under the wings of freedom and with the warm breath of love, attains a permanence that extends beyond time.
4. The Romantic Dance of Love and Art in the Modern Age
In today's fast-paced world, where technology and consumer culture sometimes try to turn art into a mere "product," the deep yearning in the human heart has never changed. Even behind Banksy's striking political messages painted on walls lies a longing for a more just and loving world. In the depths of Zülfü Livaneli's heart-wrenching compositions, there is actually a call for the healing and unifying power of love. Even a poem or a painting that suddenly goes viral on social media touches the hearts of millions if it harbors a sincere emotion, a genuine crumb of love. Because the human soul recognizes the universal language of love in all circumstances and cannot remain indifferent to it.
Conclusion: Art, the Eternal and Enchanting Journey of Love
The saying "Lifeless life, loveless art cannot exist" whispers to us the most valuable and unforgettable truth: Art is the pursuit of love. The pure excitement in a child's first steps, the tender lullaby a mother sings to her baby, the most heartfelt letter poured out from a lover's heart... These are all the most natural and beautiful works of art that spring forth from life itself. If we wish to live life to the fullest and create lasting works, we must open our hearts to the infinite source of love and nurture it with care. For love is the ceaselessly beating, warm, and vibrant heart of both life and art.
"Art is the most delicate and enduring shadow of love.
Just as a shadow cannot exist without love,
Art too can never be born without the warm breath of love."
>
Mr Can AKIN
Poet, Writer
Tumblr media
0 notes
canakin41 · 4 months ago
Text
La Lingua dell'Amore
Elisa, fotografa italiana, vagava tra i sussurri della storia in Piazza Sultanahmet, nel cuore di Istanbul, avvolta dalla malinconica bellezza dell'autunno. Mentre i suoi occhi si perdevano nelle mille sfumature di blu del Bosforo, l'ombra di un disegno cadde ai suoi piedi. Alzando lo sguardo, vide un giovane che la ritraeva con tratti rapidi sul suo album da schizzi. I suoi capelli neri erano mossi dal vento e i suoi occhi erano profondi come un fiume. "Scusi," disse in turco, poi esitò. Capendo che Elisa non avrebbe risposto, sorrise. Fu in quel momento che iniziò tra loro un linguaggio che le parole non potevano raggiungere: occhi, sorrisi, gesti delle mani che disegnavano forme nell'aria...
Cercò di spiegarle che si chiamava Can e che faceva il pittore. Elisa rispose con frasi miste di inglese e italiano. Non si capivano, ma quando Can le porse il ritratto che aveva disegnato, il cuore di Elisa batté forte. Perché quel foglio portava molto più di una semplice immagine: la sua tristezza, la sua solitudine, la sua geografia interiore inesplorata... Can aveva visto la sua anima.
Il giorno dopo, Can la portò alla Torre di Galata. Mentre salivano le scale senza fiato, le sue mani tremarono quando le asciugò il sudore dalla fronte di Elisa. Forse non avrebbe dovuto toccarla, ma i suoi occhi avevano dato il permesso. Dalla cima, mentre ammiravano Istanbul, Can disegnò qualcosa nel palmo della mano di Elisa: un cuore con due linee all'interno. "Due stranieri," disse in turco. Elisa non capì, ma sentì il calore del suo viso.
I giorni si trasformarono in una danza silenziosa. Si persero tra le case colorate di Balat, ripararono le reti dei pescatori a Kumkapı, bevvero tè al bancone di un venditore di simit. Elisa consultò i dizionari per capire il colore degli occhi di Can: nella definizione di Istanbul c'era scritto "tristezza". Forse gli occhi di Can erano proprio questo: la città stessa.
Una sera, si fermarono sotto la Torre della Fanciulla. Can tirò fuori un piccolo foglio dalla tasca. C'era un disegno a carboncino: gli occhi di Elisa. Sotto, in turco, c'era scritto: "L'amore non ha bisogno di interpreti. Perché i tuoi occhi conoscono tutte le lingue." Elisa non riuscì a trattenere le lacrime. Quella notte, le labbra di Can sfiorarono le sue palpebre. Non parlarono. Il vento sussurrò poesie nelle acque del Bosforo.
Quando arrivò il momento della partenza, si guardarono all'aeroporto Atatürk. Elisa disse in italiano "Ti amerò per sempre". Can sussurrò in turco "I tuoi occhi non hanno mai mentito". Mentre uno saliva sull'aereo, l'altro strinse a sé il disegno nell'album da schizzi. Anche se fossero passati anni, quei disegni e quegli sguardi avrebbero raccontato una storia che non sarebbe mai svanita: l'amore non aveva mai avuto bisogno di interpreti.
Mentre riponeva il passaporto, un foglio scivolò dalla sua tasca. C'era una poesia:
La Lingua dell'Amore
L'amore non ha bisogno di interpreti…
Perché gli occhi sussurrano silenziosamente tutte le lingue.
Il calore di uno sguardo congela migliaia di parole;
Il tremito di un sorriso va oltre le poesie.
Profondo come gli oceani, infinito come le stelle…
Il ritmo del cuore si mescola al canto dell'universo.
Le labbra tacciono, ma le mani parlano;
La pelle brucia le frasi con il suo fuoco,
Rinasce dalle ceneri.
Il silenzio è a volte il grido più forte dell'amore…
Un respiro, un sospiro;
Due cuori tessono lo stesso disegno oltre il tempo.
Questa lingua non conosce confini;
Soffia come il vento del deserto, cade come la pioggia,
Abbraccia come il mare.
Forse l'amore è il primo e l'ultimo alfabeto dell'uomo.
Anche se le lettere cadono dalle labbra,
Gli occhi si leggono come una poesia senza sillabe.
Perché amare;
È dimenticare il colore, la razza, il tempo,
Ed essere solo "umani”…
Mr Can AKIN
Poeta, Scrittore
🥰
Aşkın Dili
Elisa, İstanbul'un kalbinde, sonbaharın hüzünlü güzelliğiyle sarılmış Sultanahmet Meydanı'nda, İtalya'dan gelen bir fotoğrafçı olarak tarihin fısıltıları arasında yürüyordu. Gözleri, Boğaz'ın binbir tonundaki mavisine takılmışken, ayaklarının ucuna bir çizimin gölgesi düştü. Başını kaldırdığında, karşısında eskiz defterine onu hızlı çizgilerle çizen genç bir adam duruyordu. Siyah saçları rüzgârda dağılmış, gözleri ise derin bir nehir gibiydi. Türkçe "Affedersiniz," dedi, sonra duraksadı. Elisa'nın cevap veremeyeceğini anlayınca gülümsedi. İşte o an, kelimelerin ulaşamayacağı bir dil başladı aralarında: gözler, gülümsemeler, ellerin havada çizdiği şekiller...
Adının Can olduğunu, ressamlık yaptığını anlatmaya çalıştı. Elisa, İngilizce ve İtalyanca karışımı cümleler kurdu. Anlaşamadılar, ama Can, defterine çizdiği portreyi uzattığında, Elisa'nın yüreği hızla çarptı. Çünkü o kâğıt, kendisinden çok daha fazlasını taşıyordu: hüznü, yalnızlığı, içindeki keşfedilmemiş coğrafyayı... Can, onun ruhunu görmüştü.
Ertesi gün, Can onu Galata Kulesi'ne götürdü. Merdivenlerde nefes nefese kaldıklarında, Elisa'nın alnına düşen teri silerken elleri titredi. Belki de hiç dokunmamalıydı, ama gözleri izin vermişti. Tepeden İstanbul'u seyrederken, Can, Elisa'nın avucuna bir şey çizdi: bir kalp ve içinde iki çizgi. "İki yabancı," dedi Türkçe. Elisa anlamadı, ama yüzündeki sıcaklığı hissetti.
Günler, sessiz bir dansa dönüştü. Balat'ın renkli evlerinde kayboldular, Kumkapı'da balıkçıların ağlarını onardılar, bir simitçinin tezgâhında çay içtiler. Elisa, Can'ın gözlerinin rengini öğrenmek için sözlüklere baktı: İstanbul'un tanımında "hüzün" yazıyordu. Belki de Can'ın gözleri buydu; şehrin ta kendisi.
Bir akşam, Kızkulesi'nin altında durdular. Can, cebinden küçük bir kâğıt çıkardı. Üzerinde karakalem bir resim vardı: Elisa'nın gözleri. Altında Türkçe yazılıydı: "Aşk tercümana ihtiyaç duymaz. Çünkü senin gözlerin tüm dilleri biliyor." Elisa, gözyaşlarını tutamadı. O gece, Can'ın dudakları, onun göz kapaklarına değdi. Konuşmadılar. Rüzgâr, Boğaz'ın sularına şiirler fısıldadı.
Ayrılık vakti geldiğinde, Atatürk Havalimanı'nda birbirlerine baktılar. Elisa, İtalyanca "Ti amerò per sempre" (Seni sonsuza kadar seveceğim) dedi. Can, Türkçe "Gözlerin hiç yalan söylemedi," diye fısıldadı. Biri uçağa binerken, diğeri cebindeki eskize sarıldı. Aradan yıllar geçse de, o çizimler ve bakışlar, bir daha asla solmayacak bir hikâyeyi anlatıyordu: Aşk, hiçbir zaman tercümana ihtiyaç duymamıştı.
Pasaportu yerleştirirken cebinden bir kâğıt çıktı. Bir şiir vardı:
Aşkın Dili
Aşk, tercümana ihtiyaç duymaz…
Çünkü gözler, tüm dilleri sessizce fısıldar.
Bir bakışın sıcaklığı, binlerce kelimeyi dondurur;
Bir gülümsemenin titreyişi,
Şiirlerin ötesine geçer.
Okyanuslar kadar derin, yıldızlar kadar sonsuz…
Kalbin ritmi, evrenin şarkısına karışır.
Dudaklar susar, ama eller konuşur;
Ten, ateşiyle cümleleri yakar,
Küllerinden yeniden doğar.
Sessizlik, aşkın en gürültülü çığlığıdır bazen…
Bir nefes alış, bir soluk veriş;
İki yürek, zamanın ötesinde aynı nakışı dokur.
Hiçbir sınır tanımaz bu dil;
Çöl rüzgârı gibi eser, yağmur gibi düşer,
Deniz gibi kucaklar.
Belki de aşk, insanın ilk ve son alfabesidir.
Harfler dökülse de dudaklardan,
Gözler hecesiz bir şiir gibi okunur.
Çünkü sevmek;
Rengi, ırkı, zamanı unutup,
Yalnızca “insan” olmaktır…
Can AKIN
Şair, Yazar
😍
The Language of Love
Love needs no translator…
For eyes whisper all languages silently.
The warmth of a glance freezes thousands of words;
The tremor of a smile transcends poetry.
Deep as oceans, endless as stars…
The rhythm of the heart blends with the song of the universe.
Lips are silent, but hands speak;
Skin burns sentences with its fire, reborn from ashes.
Silence is sometimes love's loudest cry…
An inhale, an exhale;
Two hearts weave the same pattern beyond time.
This language knows no boundaries;
It blows like desert wind, falls like rain, embraces like the sea.
Perhaps love is man's first and last alphabet.
Even if letters fall from lips,
Eyes are read like a syllable-less poem.
For to love;
Is to forget color, race, time,
And to be merely "human”…
Can AKIN
Mr Poet, Writer
🎎
Aşkın Dili
Aşk, tercümana ihtiyaç duymaz…
Çünkü gözler, tüm dilleri sessizce fısıldar.
Bir bakışın sıcaklığı, binlerce kelimeyi dondurur;
Bir gülümsemenin titreyişi, şiirlerin ötesine geçer.
Okyanuslar kadar derin, yıldızlar kadar sonsuz…
Kalbin ritmi, evrenin şarkısına karışır.
Dudaklar susar, ama eller konuşur;
Ten, ateşiyle cümleleri yakar, küllerinden yeniden doğar.
Sessizlik, aşkın en gürültülü çığlığıdır bazen…
Bir nefes alış, bir soluk veriş;
İki yürek, zamanın ötesinde aynı nakışı dokur.
Hiçbir sınır tanımaz bu dil;
Çöl rüzgârı gibi eser, yağmur gibi düşer, deniz gibi kucaklar.
Belki de aşk, insanın ilk ve son alfabesidir.
Harfler dökülse de dudaklardan,
Gözler hecesiz bir şiir gibi okunur.
Çünkü sevmek;
Rengi, ırkı, zamanı unutup,
Yalnızca “insan” olmaktır…
Can AKIN
Şair, Yazar
Tumblr media Tumblr media
0 notes
canakin41 · 4 months ago
Text
Deutschland - Düsseldorf Meine Poesie-Tage....
Der große Saal in Düsseldorf war bis auf den letzten Platz gefüllt mit Poesie-Liebhabern für die Präsentation und Signierstunde meines Buches. Da ich beim Rezitieren meiner Gedichte dazu neige, sehr emotional zu werden und meine Augen ständig feucht sind, hatte ich eine professionelle Künstlerin engagiert.
Das Orchester der Universität Düsseldorf, bestehend aus einem Trio aus Gitarre, Violine und Klavier, war ebenfalls bereit, der Veranstaltung eine besondere Atmosphäre zu verleihen. Mit einer intensiven Werbekampagne in Presse, Radio, Fernsehen und Internet war das Interesse an der Veranstaltung sehr groß.
Und endlich kam der Tag. Der Saal war bis zum Rand gefüllt mit deutschen Poesie-Liebhabern. Gemäß dem Programm betrat die deutsche Sprecherin Helen die Bühne. Doch unerwartet begann sie sofort zu weinen. Sie sank auf den Stuhl in der Mitte der Bühne und schluchzte mit aller Kraft weiter.
Eine seltsame Stille breitete sich plötzlich im Saal aus. Meine Haare stellten sich auf. Es war, als hätte plötzlich ein kalter Wind zu wehen begonnen. Genau in diesem Moment erklang das unvergessliche Werk "Concierto de Aranjuez" von Joaquín Rodrigo. Die melancholischen Klänge der klassischen Gitarre erfüllten jeden Winkel des Saals.
Helen stand vom Stuhl auf und kniete nieder. Sie weinte immer noch. Als ob sie jemandem gegenüberstünde, begann sie, meine Gedichte, die sie auswendig kannte, zu rezitieren. Ihre Augen waren geschlossen, ihre Stimme zitterte, aber jedes Wort berührte mein Herz. In diesem Moment verstand ich einmal mehr die Kraft der Poesie und wie tief die Gefühle eines Menschen sein können. Sie begann zu lesen.
Liebeswunde
Heute Abend bin ich wieder allein,
Ich habe dich gesucht
In der Stille der Erinnerungen…
In meinen Tränen warst du
Ich war die Weinende
Meine Träne warst du
Mein Atem flüsterte deinen Namen unzählige Male
Wo bist du, mein Ein und Alles?
In meinen Pupillen wurdest du zum Regen
Ich liebe dich
Und jede Stunde, die ohne dich vergeht
Verliere ich mich in den Stunden mit dir
Und ich kann dich nicht vergessen…
Wenn ich dir erzähle,
Wie sehr ich dich vermisse,
Kommst du dann wieder zu mir?
Aus meiner Dunkelheit heraus
Wirst du wieder meine Hände nehmen?
Wirst du mich wieder umarmen?
Für immer?
Du bist mein Ein und Alles
Ich habe dich so sehr vermisst
Die Leichtigkeit deiner Küsse
Wie eine Feder auf meiner Stirn…
Wenn ich meine Hand ausstrecke,
Wirst du aus den Erinnerungen auferstehen
Wäre es doch so,
Dass du in meinen Träumen niemals vergehen würdest...
Kämest du wie der Frühling in mein fröstelndes Herz
Und sagtest: Ich liebe dich
Und bliebst für immer bei mir
Und mit mir
Würdest du noch einmal in ferne Länder reisen..
Ich kann dich nicht vergessen
Trotz der Zeit
Du sollst in mir niemals vergehen....
Heute Abend
Bin ich allein mit deiner Abwesenheit
Ich weine, während ich deine Bilder betrachte…
Die Liebeswunde, die von dir geblieben ist,
Bewahre ich immer noch in meinem Herzen
Ich habe dich nicht vergessen
Ich liebe dich sehr...
Kaum waren die letzten Zeilen nach dem Gedicht von ihren Lippen gefallen, als im Saal eine Stille eintrat. Auf den Gesichtern aller derselbe Ausdruck: ein trauriges Lächeln. Dieses Gedicht, das die tiefsten Winkel der Liebe berührte, hallte in den Herzen wider. Jeder Zuhörer hatte das Gefühl, mit Versen konfrontiert zu sein, die aus seinem eigenen Herzen stammten.
Das Gedicht war zu Ende, aber die emotionale Reise der Künstlerin war noch nicht vorbei. Die Tränen, die über ihre Wangen rollten, zeigten noch einmal die Tiefe des Gedichts. Sie zitterte, als hätte sie einen Teil von sich selbst in dem Gedicht wiedergefunden. Während sie mit zitternden Schritten in den Hintergrund ging, schlug ihr Herz immer noch im Rhythmus der Magie dieses Gedichts.
Ein Dolmetscher trat auf die Bühne. Er ließ seine Stimme in jeden Winkel des Saals schallen und sagte aufgeregt: "Liebe Poesie-Freunde, wir freuen uns sehr, den Schöpfer dieses einzigartigen Gedichts mit Ihnen zusammenzubringen. Unser Künstler, Herr Can Akın!"
Und in diesem Moment brach die Welt vor Aufregung über mir zusammen. Während ich unter dem Applaus auf die Bühne ging, waren alle Augen auf mich gerichtet. Mein Herz schlug mir bis zum Hals.
😍
Im zweiten Gedicht saßen in einem historischen Park in Istanbul, unter einer riesigen Platane, zwei Liebende auf einer Bank, die mit einem eleganten Banner mit der Aufschrift "Istanbul" geschmückt war, während die Musikgruppe "love story" die Filmmusik von "Aşk Hikayesi" spielte. Das Leuchten der Liebe in ihren Augen, das Lächeln auf ihren Gesichtern, offenbarte süße Erinnerungen an die Vergangenheit.
Die junge Frau lehnte sich mit Frieden in den Armen ihres Geliebten zurück, als sie plötzlich einen heftigen Schmerz in ihrer Brust verspürte. Sie hatte einen Herzinfarkt erlitten. Die Schreie des jungen Mannes durchbrachen die Stille des Parks. Dann umarmte er ihren leblosen Körper. Er begann, mein Gedicht zu lesen.
Wie du..?
Lass deine Seelenverwandte
Dich ohne Erbarmen in die tiefste Dunkelheit ziehen
Lass die Klatschmäuler
Hinter deinem Rücken reden,
Nach Belieben, für dich
"Das" oder "jenes" sagen...
Und du, ohne nachzudenken;
Ziehe eines Tages deine Schuhe aus,
Mitten auf der Straße,
Gehe stundenlang barfuß…
Egal was andere sagen, kümmere dich nicht darum!
Sprich, wie dein Herz dir sagt,
Wie es dir in den Sinn kommt,
Schrei wahnsinnig.
Andernfalls, wie kannst du dich befreien…?
Wie kannst du du selbst sein...?
Wie kannst du die Wärme der Sonne spüren
Den Geruch des Regens auf dem Gras…?
Oder wie kannst du das Meer, die Möwen,
Oder wie kannst du meine Stimme hören, die sagt: "Ich liebe dich"?
Ich liebe dich
Ich liebe dich
Ich liebe dich
Ich liebe dich
Ich liebe dich
Liebst du mich auch?
"Eine unvorhergesehene Aktion im Drehbuch, der Herzinfarkt, der die Frau in den Armen des Mannes sterben ließ, verdarb die Stimmung des Publikums."
Die Zuschauer, die darauf warteten, dass das Gedicht von ihrem Platz aus vorgelesen wurde... waren sehr beeindruckt von den Lichtspielen, der Musik und den theatralischen Elementen, mit denen die Gedichte auf der Bühne präsentiert wurden. Sie hatten eine solche Darbietung noch nie zuvor gesehen.
Ich hatte die Gedichte geschrieben, aber diese Theater- und Sprechkünstler hatten meinem Gedicht durch ihre eigene Interpretation Leben eingehaucht. Jeder war sehr berührt.
Wunderbares poesiebegeistertes Publikum,
Ein wunderbarer Saal,
Wunderbare Beleuchtung,
Wunderbare Tontechnik, Orchester,
Unvergessliche, wunderbare Momente mit wunderbaren Künstlern,
Ende....
Am Ausgang schenkte ich den Anwesenden mein signiertes Buch "I LOVE YOU", in dem die englischen Übersetzungen meiner Gedichte enthalten waren.
Jetzt, wenn ich durch die Straßen von Düsseldorf gehe, gefällt mir, dass mich jeder mit "Heyyy Mr Can I Love you" anspricht...
Mr Can Akın
Dichter, Autor
Düsseldorf
😍
Almanya - Düsseldorf Şiir Günlerim....
Düsseldorf'daki büyük salon, kitabımın tanıtım ve imza töreni için şiir severlerle dolup taşmıştı. Şiir okurken aşırı duygusal olma eğilimim ve gözlerimdeki sürekli nem yüzünden, profesyonel bir kadın sanatçıyla anlaşmaya varmıştım.
Gitar, keman ve piyano üçlüsünden oluşan Düsseldorf Üniversitesi öğrencilerinden oluşan orkestrası da etkinliğe özel bir atmosfer yaratmak için hazır bulunuyordu. Basın, radyo, televizyon ve internet üzerinden yapılan yoğun tanıtım kampanyasıyla, etkinliğe olan ilgi oldukça yüksekti.
Ve nihayet o gün geldi. Salon, Alman şiir severlerle hınca hınç doluydu. Program gereği, Alman seslendirme sanatçısı Helen sahneye çıktı. Ancak beklenmedik bir şekilde, sahneye çıkar çıkmaz ağlamaya başladı. Sahne ortasındaki sandalyeye çöktü ve tüm gücüyle hıçkırıklar koparmaya devam etti.
Salonda bir anda tuhaf bir sessizlik oluştu. Tüylerim diken diken olmuştu. Sanki birden soğuk bir rüzgar esmeye başlamıştı. Tam o sırada, arkadan Joaquín Rodrigo'nun unutulmaz eseri "Concierto de Aranjuez" çalınmaya başladı. Klasik gitarın melankolik tınıları, salonun her köşesine yayıldı.
Helen, sandalyeden kalkıp dizlerinin üzerine çöktü. Hala ağlıyordu. Sanki karşısında biri varmış gibi, ezbere bildiği şiirlerimi okumaya başladı. Gözleri kapalıydı, sesi titriyordu ama her kelimesi kalbime dokunuyordu. O an, şiirin gücünü ve insanın duygularının ne denli derin olabileceğini bir kez daha anlamıştım. Okumaya başladı.
Aşk Yarası
Bu akşam da yalnızım,
Seni aradım
Anıların sessizliğinde…
Gözlerimdeki yaşlardaydın
Ağlayan bendim
Gözyaşım sendin
Nefesim defalarca ismini fısıldadı
Neredesin Canımın Can'ı
Göz bebeklerimde yağmur oldun
Seni seviyorum
Ve sensiz geçen her an
Senli anlara savruluyorum
Ve seni unutamıyorum.…
Anlatsam sana
Seni ne kadar özlediğimi
Gelir misin yine bana
Karanlığımın içinden
Tutar mısın yine ellerimden
Yine sarılır mısın bana
Hiç ayrılmamacasına
Canımın Canısın
Seni çok özledim.
Alnıma konan tüy hafifliğinde
Buselerin…
Elimi uzatsam
Canlanıvereceksin anıların içinden
Keşke
Düşlerimde hiç eriyip bitmesen...
Üşümüş yüreğime bahar gibi gelsen
Seni seviyorum desen
Hep benimle kalsan
Ve benimle
Bir kez daha uzak diyarlara savrulsan..
Unutamıyorum seni
Zamana inat
İçimde hiç tükenmesen....
Bu akşam
Sensizliğinle baş başayım
Resimlerine bakıp ağlıyorum…
Senden kalan Aşk Yarasını
Yüreğimde halen saklıyorum
Seni unutamadım
Seni çok seviyorum...
Şiir Sonrası Son mısra dudaklarından dökülür dökülmez, salon bir sessizliğe gömüldü. Herkesin yüzünde aynı ifade: hüzünlü bir tebessüm. Aşkın en derin köşelerine dokunan o şiir, kalplerde yankılanmaya devam ediyordu. Her dinleyici, sanki kendi yüreğinden kopmuş dizelerle karşı karşıyaydı.
Şiir bitmişti ama sanatçının duygusal yolculuğu henüz sona ermemişti. Gözlerinden süzülen yaşlar, şiirin derinliğine bir kez daha işaret ediyordu. Tıpkı şiirde kendinden bir parça bulmuşçasına titriyordu. Sahne arkasına doğru titrek adımlarla ilerlerken, kalbi hâlâ o şiirin büyüsüyle çarpıyordu.
Sahneye tercüman çıktı. Sesini salonun her köşesine duyurarak, heyecanla şöyle dedi: "Sevgili şiir sever dostlarım, bu eşsiz şiirin yaratıcısını sizlerle buluşturmak için çok mutluyuz. Sanatçımız, sayın Can Akın!"
Ve o an, heyecandan dünya başıma yıkıldı. Alkışların arasında sahneye doğru ilerlerken, tüm gözler üzerimdeydi. Kalbim göğsümden fırlayacak gibi atıyordu.
😍
İkinci şiirde ise, İstanbul'un tarihi bir parkında, büyük bir çınar ağacının altında, müzik grubu “love story” Aşk hikayesi flim müziğini çalarken, üzerinde "İstanbul" yazılı şık bir pankartla süslenmiş bir bankta iki sevgili oturuyordu. Gözlerindeki aşkın ışıltısı, yüzlerindeki tebessüm, geçmişe dair tatlı anılarını gözler önüne seriyordu.
Genç kadın, sevgilinin kollarında huzurla dinlerken, birdenbire göğsüne şiddetli bir ağrı saplandı. Kalp krizi geçirmişti. Genç adamın çığlıkları, parkın sessizliğini bozdu. Sonra cansız bedenine sarıldı. Şiirimi okumaya başladı.
Sen Nasıl..?
Bırak eş ruhun
Seni zifiri karanlıkların içine
Acımadan bir kere çeksin
Bırak dedikoducu insanlar
Konuşsunlar arkandan,
Dilediklerince, senin için
"Şu" veya "bu" desinler...
Ve sen hiç düşünmeden;
Bir gün ayakkabını çıkar,
Caddenin tam ortasında,
Yalınayak saatlerce yürü…
Kim ne derse desin, aldırma!
Yüreğinin söylediğince,
İçinden geldiğince,
Çılgınca bağıra bağıra konuş.
Yoksa kendini nasıl özgür kılabilirsin…?
Sen nasıl Kendin olabilirsin...?
Sen nasıl güneşin sıcaklığında
Çimenlerin üstündeki yağmurun
Kokusunu hissedebilirsin..?
Yoksa sen nasıl denizi, martıları,
Yoksa sen nasıl "seni seviyorum" diyen
Sesimi duyabilirsin..?
Seni seviyorum
Seni seviyorum
Seni seviyorum
Seni seviyorum
Seni seviyorum
Sen de beni seviyormusun?
"Senaryoda olmayan bir hareketle kalp krizi numarasıyla kadının kucağında ölmesi, seyircinin moralini bozmuştu.
Oturduğu yerden şiir okunacağını bekleyen seyirci... Sahnede ışık oyunları, müzik, tiyatro oyunlarıyla şiirler okunmasından çok etkilendi. Böyle sunumu ilk defa görüyordu.
Şiirleri ben yazmıştım ama o tiyatro ve seslendirme sanatçıları şiirime kendi yorumunu katarak can vermişti. Herkes çok etkilenmişti.
Harika şiir seven seyirci,
Harika bir salon,
Harika bir ışıklandırma,
Harika ses düzeni, orkestra,
Harika sanatçılarla unutulmaz,
Harika dakikalar geçirerek,
Bitti....
Çıkışta şiirlerimin İngilizce çevirilerinin bulunduğu imzaladığım 'I LOVE YOU' isimli kitabımı gelenlere hediye ettim.
Şimdi Düsseldorf caddelerinde gezerken herkes bana 'Heyyy Mr Can I Love you' diye seslenişleri hoşuma gidiyor...
Can Akın
Düsseldorf
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
0 notes
canakin41 · 5 months ago
Text
Our Women, Our Dearest Women!
Can AKIN - WOMEN'S DAY
Our women, the ones who gifted us the beginning of life, the sole reason for our existence; they are our most precious beings, shaping every beauty we see on earth with their hands and hearts, giving birth, producing, protecting, nurturing, and instilling the consciousness of being human. They are the embodiment of love, compassion, and sacrifice.
Throughout history, they were never the ones to start wars. On the contrary, they were the most determined, most combative enders of the wars that had begun. A mother's compassion touching the earth was the strongest representative of a conscience that neither burned down states for the sake of ambition nor disregarded humanity. Today, the ones who will end the ongoing wars in all corners of the world will again be them. The seeds of peace will sprout only in their hands. Today, we are here to better understand our women, to lighten the heavy burdens on their shoulders even a little. They are great hearts, content and willing to be understood even for a single day.
The Place of Women in Atatürk's Turkey: A Revolution and an Unfinished Story
The rights and opportunities offered to Turkish women by Mustafa Kemal Atatürk, a visionary leader, have unfortunately not been utilized to the desired extent. So, what are the reasons for this? In the theocratic and monarchic structure of the Ottoman Empire, women were confined to domestic life, kept in the shadow of men by being hidden behind the veil, deprived of education, and relegated to a secondary position with practices such as polygamy. Although the discussions that started with the Tanzimat Period and the changes necessitated by World War I slowly began to draw women into social life, the real turning point came with the proclamation of the Republic.
The Law on the Unification of Education (Tevhid-i Tedrisat Kanunu), declared on March 3, 1924, laid the foundations of modern education and saw the liberation of women from ignorance as the most important key to social progress. Under Atatürk's leadership, the rights granted to women in education, work, and social fields, especially the right to vote and be elected in 1934, were implemented before many European countries. However, unfortunately, the social transformation required by these gains has not been fully completed even today.
My Mother and the Honorable Struggle of a Generation
My mother was an enlightened Anatolian woman. While raising her children, enlightening her surroundings, and fighting against the male-dominated society, she always took the lead. Although my grandfather said, "I can't bear to send my only daughter to teacher's college!" my mother never lost her hunger for knowledge. She constantly improved herself by reading two newspapers every day, following television programs, and learning something from everyone around her. My father, on the other hand, was an exemplary husband who strived to understand my mother and always approached us with love. He was a guiding mentor who held both of our hands and said, "Be yourselves!" If they could succeed, why can't we?
The Woman of the Modern Age: A Life Between Squeeze and Resilience
Today, women have to juggle the roles of wife, mother, employee, and individual at the same time. They are experiencing a squeeze between the traditional expectations of society and the demands of modern life. Meeting the needs of the home, raising children, being successful in their careers, and complying with social norms while doing all these... All of these are as challenging as solving a complex mathematical equation. However, women manage to solve even the most challenging equations with love, patience, and resilience.
Being a Woman: The Art of Remaining Human
The producing woman stands firmly against the frenzy of consumption. While gaining economic independence, she never compromises her freedom. She dedicates her body, soul, and mind to the service of peace, science, and enlightenment. We must not forget that the world is shaped in the hands of women. The world will be as we hold it.
Final Words: Let's Walk Towards the Future Together
For a more just, more livable world; making women's power visible, giving them the value they deserve, and lightening the burden on their shoulders is our most important duty. Woman is not just half of humanity, but its entirety. Protecting her is, in fact, protecting our future.
With respect, love, and gratitude...
Can AKIN
Poet, Writer, Photographer
😍
Kadınlarımız, Canımız Kadınlarımız!
Can AKIN - KADINLAR GÜNÜ
Yaşamın başlangıcını bizlere armağan eden, varlığımızın yegâne sebebi olan kadınlarımız; yeryüzünde gördüğümüz her güzelliğe elleriyle, yürekleriyle şekil veren, doğuran, üreten, koruyan, kollayan ve insan olma bilincini aşılayan en değerli varlıklarımızdır. Onlar, sevginin, şefkatin ve fedakârlığın somutlaşmış halidir.
Tarih boyunca savaşları başlatanlar asla onlar olmadı. Aksine, başlamış savaşların en kararlı, en mücadeleci bitiricileri oldular. Yeryüzüne dokunan bir annenin şefkati, hırs uğruna ne devletleri yakan ne de insanlığı yok sayan bir vicdanın en güçlü temsilcisiydi. Bugün dünyanın dört bir yanında devam eden savaşların sonlandırıcıları da yine onlar olacaktır. Barışın tohumları, ancak onların ellerinde filizlenecektir. Bugün, kadınlarımızı daha iyi anlamak, omuzlarındaki ağır yükleri bir nebze olsun hafifletmek için buradayız. Onlar, bir gün bile olsa anlaşılmaya razı ve kanaatkâr olan koca yüreklerdir.
Atatürk Türkiyesi'nde Kadının Yeri: Bir Devrim ve Yarım Kalan Hikâye
İleri görüşlü bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk kadınına sunduğu haklar ve imkânlar, ne yazık ki arzu edilen düzeyde kullanılamamıştır. Peki, bunun sebepleri nelerdir? Osmanlı İmparatorluğu'nun teokratik ve monarşik yapısında kadın, ev yaşamına hapsedilmiş, çarşafın ardına gizlenerek erkeğin gölgesinde tutulmuş, eğitimden mahrum bırakılmış ve çok eşlilik gibi uygulamalarla ikincil bir konuma itilmişti. Tanzimat Dönemi ile başlayan tartışmalar ve 1. Dünya Savaşı'nın zorunlu kıldığı değişimler, kadını yavaş yavaş toplumsal hayata çekmeye başlasa da, asıl dönüm noktası Cumhuriyet'in ilanıyla gerçekleşti.
3 Mart 1924'te ilan edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu, çağdaş eğitimin temellerini atarken, kadının cehaletten kurtarılmasını toplumsal ilerlemenin en önemli anahtarı olarak gördü. Atatürk'ün önderliğinde, 1934'te seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere, eğitim, çalışma ve sosyal alanda kadınlara tanınan haklar, birçok Avrupa ülkesinden önce hayata geçirildi. Ancak ne yazık ki, bu kazanımların gerektirdiği toplumsal dönüşüm, günümüzde bile tam olarak tamamlanmış değildir.
Annem ve Bir Neslin Onurlu Mücadelesi
Annem, aydın bir Anadolu kadınıydı. Çocuklarını yetiştirirken, çevresini aydınlatırken ve erkek egemen topluma karşı verdiği mücadelede her zaman en ön saflarda yer aldı. Dedem, "Kıyamam, tek kızımı öğretmen okuluna gönderemem!" dese de, annem bilgiye olan açlığını asla kaybetmedi. Her gün iki gazete okuyarak, televizyon programlarını takip ederek, çevresindeki herkesten bir şeyler öğrenerek kendini sürekli geliştirdi. Babam ise annemi anlamak için çabalayan, bizlere her zaman sevgiyle yaklaşan örnek bir eşti. İkimizin de ellerinden tutarak, "Kendiniz olun!" diyen yol gösterici bir rehberdi. Onlar başarabildiyse, bizler neden başaramayalım?
Modern Çağın Kadını: Sıkışmışlık ve Direnç Arasında Bir Yaşam
Günümüzde kadın, eş, anne, çalışan ve birey olma rollerini aynı anda yürütmek zorunda. Toplumun geleneksel beklentileri ile modern yaşamın getirdiği talepler arasında adeta bir sıkışmışlık yaşıyor. Evin ihtiyaçlarını karşılamak, çocuk yetiştirmek, kariyerinde başarılı olmak ve tüm bunları yaparken toplumsal normlara uymak... Tüm bunlar, karmaşık bir matematik denklemini çözmek kadar zorlu bir süreç. Ancak kadın, en zorlu denklemleri bile sevgiyle, sabırla ve dirençle çözmeyi başarıyor.
Kadın Olmak: İnsan Kalabilmek Sanatı
Üreten kadın, tüketim çılgınlığına karşı dimdik ayakta duruyor. Ekonomik bağımsızlığını kazanırken, özgürlüğünden asla ödün vermiyor. Bedenini, ruhunu ve aklını; barışın, bilimin ve aydınlanmanın hizmetine sunuyor. Unutmamalıyız ki, dünya kadınların ellerinde şekilleniyor. Onu nasıl tutarsak, öyle bir dünya olacaktır.
Son Söz: Geleceğe Birlikte Yürüyelim
Daha adil, daha yaşanabilir bir dünya için; kadının gücünü görünür kılmak, hak ettiği değeri vermek ve omuzlarındaki yükü hafifletmek hepimizin en önemli görevi. Kadın, insanlığın sadece yarısı değil, ta kendisidir. Ona sahip çıkmak, aslında geleceğimize sahip çıkmaktır.
Saygı, sevgi ve minnetle...
Can AKIN
Şair, Yazar, Fotoğraf Sanatçısı
Tumblr media
0 notes
canakin41 · 5 months ago
Text
Kadınlarımız, Canımız Kadınlarımız!
Can AKIN - KADINLAR GÜNÜ-
Yaşamın başlangıcını bizlere armağan eden, varlığımızın yegâne sebebi olan kadınlarımız; yeryüzünde gördüğümüz her güzelliğe elleriyle, yürekleriyle şekil veren, doğuran, üreten, koruyan, kollayan ve insan olma bilincini aşılayan en değerli varlıklarımızdır. Onlar, sevginin, şefkatin ve fedakârlığın somutlaşmış halidir.
Tarih boyunca savaşları başlatanlar asla onlar olmadı. Aksine, başlamış savaşların en kararlı, en mücadeleci bitiricileri oldular. Yeryüzüne dokunan bir annenin şefkati, hırs uğruna ne devletleri yakan ne de insanlığı yok sayan bir vicdanın en güçlü temsilcisiydi. Bugün dünyanın dört bir yanında devam eden savaşların sonlandırıcıları da yine onlar olacaktır. Barışın tohumları, ancak onların ellerinde filizlenecektir. Bugün, kadınlarımızı daha iyi anlamak, omuzlarındaki ağır yükleri bir nebze olsun hafifletmek için buradayız. Onlar, bir gün bile olsa anlaşılmaya razı ve kanaatkâr olan koca yüreklerdir.
Atatürk Türkiyesi'nde Kadının Yeri: Bir Devrim ve Yarım Kalan Hikâye
İleri görüşlü bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk kadınına sunduğu haklar ve imkânlar, ne yazık ki arzu edilen düzeyde kullanılamamıştır. Peki, bunun sebepleri nelerdir? Osmanlı İmparatorluğu'nun teokratik ve monarşik yapısında kadın, ev yaşamına hapsedilmiş, çarşafın ardına gizlenerek erkeğin gölgesinde tutulmuş, eğitimden mahrum bırakılmış ve çok eşlilik gibi uygulamalarla ikincil bir konuma itilmişti. Tanzimat Dönemi ile başlayan tartışmalar ve 1. Dünya Savaşı'nın zorunlu kıldığı değişimler, kadını yavaş yavaş toplumsal hayata çekmeye başlasa da, asıl dönüm noktası Cumhuriyet'in ilanıyla gerçekleşti.
3 Mart 1924'te ilan edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu, çağdaş eğitimin temellerini atarken, kadının cehaletten kurtarılmasını toplumsal ilerlemenin en önemli anahtarı olarak gördü. Atatürk'ün önderliğinde, 1934'te seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere, eğitim, çalışma ve sosyal alanda kadınlara tanınan haklar, birçok Avrupa ülkesinden önce hayata geçirildi. Ancak ne yazık ki, bu kazanımların gerektirdiği toplumsal dönüşüm, günümüzde bile tam olarak tamamlanmış değildir.
Annem ve Bir Neslin Onurlu Mücadelesi
Annem, aydın bir Anadolu kadınıydı. Çocuklarını yetiştirirken, çevresini aydınlatırken ve erkek egemen topluma karşı verdiği mücadelede her zaman en ön saflarda yer aldı. Dedem, "Kıyamam, tek kızımı öğretmen okuluna gönderemem!" dese de, annem bilgiye olan açlığını asla kaybetmedi. Her gün iki gazete okuyarak, televizyon programlarını takip ederek, çevresindeki herkesten bir şeyler öğrenerek kendini sürekli geliştirdi. Babam ise annemi anlamak için çabalayan, bizlere her zaman sevgiyle yaklaşan örnek bir eşti. İkimizin de ellerinden tutarak, "Kendiniz olun!" diyen yol gösterici bir rehberdi. Onlar başarabildiyse, bizler neden başaramayalım?
Modern Çağın Kadını: Sıkışmışlık ve Direnç Arasında Bir Yaşam
Günümüzde kadın, eş, anne, çalışan ve birey olma rollerini aynı anda yürütmek zorunda. Toplumun geleneksel beklentileri ile modern yaşamın getirdiği talepler arasında adeta bir sıkışmışlık yaşıyor. Evin ihtiyaçlarını karşılamak, çocuk yetiştirmek, kariyerinde başarılı olmak ve tüm bunları yaparken toplumsal normlara uymak... Tüm bunlar, karmaşık bir matematik denklemini çözmek kadar zorlu bir süreç. Ancak kadın, en zorlu denklemleri bile sevgiyle, sabırla ve dirençle çözmeyi başarıyor.
Kadın Olmak: İnsan Kalabilmek Sanatı
Üreten kadın, tüketim çılgınlığına karşı dimdik ayakta duruyor. Ekonomik bağımsızlığını kazanırken, özgürlüğünden asla ödün vermiyor. Bedenini, ruhunu ve aklını; barışın, bilimin ve aydınlanmanın hizmetine sunuyor. Unutmamalıyız ki, dünya kadınların ellerinde şekilleniyor. Onu nasıl tutarsak, öyle bir dünya olacaktır.
Son Söz: Geleceğe Birlikte Yürüyelim
Daha adil, daha yaşanabilir bir dünya için; kadının gücünü görünür kılmak, hak ettiği değeri vermek ve omuzlarındaki yükü hafifletmek hepimizin en önemli görevi. Kadın, insanlığın sadece yarısı değil, ta kendisidir. Ona sahip çıkmak, aslında geleceğimize sahip çıkmaktır.
Saygı, sevgi ve minnetle...
Can AKIN
Şair, Yazar, Fotoğraf Sanatçısı
Tumblr media
0 notes
canakin41 · 5 months ago
Text
Man is the Architect of His Own Destiny
The ancient gossip of the universe is woven with the delicate threads of existence, amidst the golden glimmers of good fortune and the misty shadows of ill luck. Those who shine on the stairways to paradise, and those who struggle in the muddy paths of the world, all cling to the stitches of this cosmic fabric. Humanity, drifting on the river of time, sways between prayers that take refuge in the grace of fate, and cries that rebel against the treachery of fortune.
Yet in truth, this secret, written in the starry script upon the ink-blue pages of the sky, is neither as sharp as the order of the North Star, nor as ambiguous as the darkness of chaos. In this eternal equation, rewritten with every breath we take, humankind – whether neighboring angels or fellow travelers with devils – while dancing with the double-edged sword of fate, is actually reading all the mysteries and absurdities of the universe in its own mirror.
This dance sometimes transforms into the destruction of a hurricane with the flap of a butterfly's wings, and sometimes heralds the birth of a new world with the spark of a coincidence. Fate is a chessboard; the pieces are known, the moves are limited, but the outcome of the game is always an enigma.
On this board, man sometimes becomes a pawn, sometimes a queen, and sometimes a king; but in every case, he bears the responsibility of his own choices and actions. Fate, like a mirror, reflects man's inner world; some see themselves as heroes in this mirror, some as victims. But it must not be forgotten that, in the face of the whims of fate, man can be either a puppet or a player. The choice is always man's own.
That is why, in order to unravel the mystery of fate, it is not necessary to look to the sky, nor to consult fortune tellers. Fate is within man himself; it is hidden in his thoughts, his feelings, his actions. Man writes his own destiny with his own hands; either a novel of hope, or a saga of disappointment.
Fate is a journey; although the beginning and the end are known, what is encountered along the way, the choices made and the experiences lived make this journey unique. Fate is a mirror; it helps man to know himself, to discover his potential and to find the meaning of his life.
Remember that fate is not only the events that happen to us, but also the reactions we give to these events. Fate is an opportunity; either a grace, or a test. Fate is a choice; either to surrender, or to struggle. Fate is a responsibility; either to be angry with one's fate, or to change it. Man is not helpless in the face of fate; on the contrary, he is the most important factor shaping his fate. Man is the architect of his own destiny.
Respectfully,
Can AKIN
Poet, Writer
😍
İnsan, Kendi Kaderinin Mimarıdır..
Evrenin kadim dedikodusu, iyi şansın altın ışıltıları ile kötü şansın puslu gölgeleri arasında, varoluşun ince iplikleriyle dokunur durur. Cennetin arşa uzanan merdivenlerinde parlayanlar da, dünyanın çamurlu yollarında debelenenler de bu kozmik kumaşın ilmeklerine tutunmuştur. Zamanın nehrinde sürüklenen insanlık, bir yanda kaderin lütfuna sığınan dualarla, diğer yanda talihin ihanetine isyan eden çığlıklarla çalkalanır.
Oysaki gerçekte, gökyüzünün mürekkep mavisi sayfalarına yıldızlarla yazılan bu sır, ne tamamen kutup yıldızının düzeni kadar keskin, ne de kaosun karanlığı kadar belirsizdir. Her soluk alışımızda yeniden yazılan bu sonsuz denklemde, insanoğlu – ister meleklere komşu olsun ister şeytanlara yoldaş – kaderin çift ağızlı kılıcıyla dans ederken, aslında kendi aynasında evrenin bütün sırlarını ve saçmalıklarını okumaktadır.
Bu dans, bazen bir kelebeğin kanat çırpışıyla bir kasırganın yıkımına dönüşürken, bazen de bir tesadüfün kıvılcımıyla yeni bir dünyanın doğuşunu müjdeler. Kader, bir satranç tahtasıdır; taşlar bellidir, hamleler sınırlıdır, ancak oyunun sonucu her zaman bir muammadır.
İnsan, bu tahtada bazen bir piyon, bazen bir vezir, bazen de şah olur; ancak her durumda, kendi seçimlerinin ve eylemlerinin sorumluluğunu taşır. Kader, bir ayna misali, insanın iç dünyasını yansıtır; kimisi bu aynada kendini bir kahraman, kimisi bir kurban olarak görür. Ancak unutulmamalıdır ki, kaderin cilveleri karşısında insan, ya bir kukla ya da bir oyuncu olabilir. Seçim, daima insanın kendisindedir.
İşte bu yüzden, kaderin sırrını çözmek için ne gökyüzüne bakmak, ne de falcılara danışmak gerekir. Kader, insanın kendi içindedir; onun düşüncelerinde, duygularında, eylemlerinde gizlidir. İnsan, kendi kaderini kendi elleriyle yazar; ya bir umut romanı, ya da bir hayal kırıklığı destanı.
Kader, bir yolculuktur; başlangıcı ve sonu belli olsa da, yol boyunca karşılaşılanlar, yapılan seçimler ve yaşanan deneyimler, bu yolculuğu benzersiz kılar. Kader, bir aynadır; insanın kendini tanımasına, Potansiyelini keşfetmesine ve hayatının anlamını bulmasına yardımcı olur.
Unutmayın ki, kader sadece başımıza gelen olaylar değil, aynı zamanda bu olaylara verdiğimiz tepkilerdir. Kader, bir fırsattır; ya bir lütuf, ya da bir imtihan. Kader, bir seçimdir; ya boyun eğmek, ya da mücadele etmek. Kader, bir sorumluluktur; ya kaderine küsmek, ya da kaderini değiştirmek. İnsan, kaderin karşısında aciz değildir; aksine, kaderini şekillendiren en önemli faktördür. İnsan, kendi kaderinin mimarıdır.
Saygılarımla
Can AKIN
Şair, Yazar
Tumblr media
0 notes
canakin41 · 6 months ago
Text
Aşkın Kaderimsin..
Gecenin koynunda saklı yıldızlar bile duymaz,
Yasak aşkın közüyle yandığımı.
Gönlümde sen… Çölümde bir vaha oldun.
Uzak olsan da, dokunmasan da,
Kalbim hep seninle çarpar:
Sessiz, tutkulu, sonsuza.
Zaman öğütür geçmişi kum taneleri misali,
Ama sen rüzgârın sökemediği bir köksün.
Nefesimde saklı, yanı başımda;
Unutsam dünyayı, sen varsın hâlâ…
Her şafakta yeniden doğan.
Her baharın ilk çiçeğinde,
Sevdanın tutsağıyım,
Zincirim gümüşten bir halka,
Gönül kalesinde mühürlü adın.
Sabah ışığı göğü yalarken,
Gözlerimde titreşir ismin bir serap gibi.
Rüyaların sırdaşı.
Uyanışım sensin…
Ay ışığı süzülür camıma hüznünle,
Düşünürüm seni; ötelerden bir limandan.
Sevgim dalga dalga vurur sessizliğine,
Duymasan da fısıltılarımı,
Yıldızlar nakşeder destanımızı
Gecenin kara ipekliğine.
Ad koyamam belki bu sonsuz sızıya,
Ama bilirim:
Aşk, seninle nefes aldığım her andı.
Kavuşamasak da,
Adın kalbimde, silinmez bir çizik
İçimde bir kor ki sönmez,
Ömrümce yanacak…
Can AKIN
Şair, Yazar
2025
Tumblr media
0 notes
canakin41 · 6 months ago
Text
Franz Xaver Winterhalter's 1854 painting "Empress Eugénie" is a historically and artistically valuable work by one of the most important portrait painters of the period. The painting depicts the Empress of France, Eugénie de Montijo (1826-1920).
Features of the Painting:
* Artist: Franz Xaver Winterhalter
* Date: 1854
* Subject: Empress Eugénie de Montijo
* Style: Romanticism
* Technique: Oil painting
Subject and Meaning of the Painting:
Empress Eugénie was known for her beauty, elegance and fashion sense. This portrait by Winterhalter emphasizes these characteristics of the empress. Eugénie is wearing one of the most fashionable clothes of the period and is adorned with jewels. The painting has a stance and expression that also reflects the power and status of the empress.
About the Artist:
Franz Xaver Winterhalter was one of the most famous portrait painters of the 19th century. He was especially known for his portraits of the royal families and nobles of Europe. His works bear the typical characteristics of the Romantic style: elegance, beauty, idealization and emotional intensity.
Who is Eugenie de Montijo?
Eugénie de Montijo was a Spanish noblewoman born in 1826. She married Napoleon III, Emperor of France, in 1853 and became Empress of France. As Empress, she had an influence in many areas, including fashion and art. When France was defeated in the Franco-Prussian War in 1870, her husband was dethroned and a republic was declared. Thereupon, she fled to England and lived there until her death in 1920.
XVIII. Portrait of Empress Eugénie in 18th Century Dress
I can give you any information you want about this special painting:
In this painting, Empress Eugénie is wearing a dress in accordance with 18th century fashion. Such dresses are usually known for their puffy skirts, tight corsets and lace details. The Empress's dress also reflects the elegance and magnificence of the period.
If we look at the details of the painting, Eugénie's hair is also combed and decorated in accordance with the fashion of the period. Nobility and elegance are usually emphasized in such portraits. The Empress's stance and gaze also emphasize her power and nobility.
Such paintings are not only works of art, they also provide important information about the social and cultural life of the period. This portrait of Empress Eugénie reflects both her personal taste and style and reveals how impressive 18th century French fashion was.
Can AKIN
Author, Poet
Turkish Fine Art Work Owners Association. Head of Press and Information Technology
😍
Franz Xaver Winterhalter'ın 1854 tarihli "İmparatoriçe Eugénie" tablosu,
Dönemin en önemli portre ressamlarından biri tarafından yapılmış, tarihi ve sanatsal açıdan değerli bir eserdir. Tablo, Fransa İmparatoriçesi Eugénie de Montijo'yu (1826-1920) tasvir etmektedir.
Tablonun Özellikleri:
* Sanatçı: Franz Xaver Winterhalter
* Tarih: 1854
* Konu: İmparatoriçe Eugénie de Montijo
* Stil: Romantizm
* Teknik: Yağlı boya
Tablonun Konusu ve Anlamı:
İmparatoriçe Eugénie, güzelliği, zarafeti ve moda anlayışıyla tanınıyordu. Winterhalter'ın bu portresi, imparatoriçenin bu özelliklerini vurguluyor. Eugénie, dönemin en moda kıyafetlerinden birini giyiyor ve mücevherlerle süslenmiş. Tabloda, imparatoriçenin gücünü ve statüsünü de yansıtan bir duruşu ve ifadesi bulunuyor.
Sanatçısı Hakkında:
Franz Xaver Winterhalter, 19. yüzyılın en ünlü portre ressamlarından biriydi. Özellikle Avrupa'nın kraliyet aileleri ve soylularının portrelerini yapmasıyla tanınıyordu. Eserleri, romantizm stilinin tipik özelliklerini taşır: zarafet, güzellik, idealizasyon ve duygusal yoğunluk.
Eugenie de Montijo kimdir?
Eugénie de Montijo, 1826 doğumlu İspanyol soylu bir kadındı. 1853'te Fransa İmparatoru III. Napolyon ile evlenerek Fransa İmparatoriçesi oldu. İmparatoriçe olarak, moda ve sanat da dahil olmak üzere birçok alanda etkili oldu. 1870'te Fransa-Prusya Savaşı'nda Fransa yenilince eşi tahttan indirildi ve cumhuriyet ilan edildi. Bunun üzerine İngiltere'ye kaçtı ve 1920'de ölümüne kadar orada yaşadı.
XVIII. Yüzyıl Elbisesiyle İmparatoriçe Eugénie Portresi
Bu özel tablo hakkında istediğiniz bilgiyi verebilirim:
Bu resimde İmparatoriçe Eugénie, 18. yüzyıl modasına uygun bir elbise giyiyor. Bu tür elbiseler genellikle kabarık etekleri, dar korsetleri ve dantel detaylarıyla bilinir. İmparatoriçe'nin elbisesi de dönemin zarafetini ve ihtişamını yansıtıyor.
Resmin detaylarına bakacak olursak, Eugénie'nin saçları da dönemin modasına uygun olarak taranmış ve süslenmiş. Genellikle bu tür portrelerde soyluluk ve zarafet ön planda tutulur. İmparatoriçe'nin duruşu ve bakışları da onun gücünü ve asaletini vurguluyor.
Bu tür tablolar, sadece birer sanat eseri olmanın ötesinde, dönemin sosyal ve kültürel yaşamına dair de önemli bilgiler sunar. İmparatoriçe Eugénie'nin bu portresi de hem onun kişisel zevkini ve stilini yansıtıyor hem de 18. yüzyıl Fransız modasının ne kadar etkileyici olduğunu gözler önüne seriyor.
Can AKIN
Yazar, Şair
Türkiye Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği. Basın ve Bilişim Başkanı
Tumblr media
0 notes
canakin41 · 6 months ago
Text
İşte ruhun titreşimlerini, zamanın ötesindeki aşkı ve kaderin iplerini dokuyan romantik bir hikaye..
RUHLARIN ŞARKISI:
SENİ ARAYAN BİR ÖMRÜN İTİRAFI
Tokyo'nun puslu sabahlarında, yüzyıllık sakura ağaçlarının gölgesinde durmuş, rüzgârın tellerini titrettiği samisenin hüznünü dinliyorum. Tapınağın eşiğinde çalan yaşlı adam, gözlerini kapayıp evrenin sessizliğine fısıldıyor: “Anata o aishite imasu…” Sanki her nota bir çağrı… Her titreşim, kayıp bir parçamın yankısı…
Ruhlar âlemindeyken, ışıktan bir kâsenin içinde seninle buluştuğumuz o anı hatırlıyorum. Zamanın olmadığı yerde, sonsuzluğun kıyısında, birbirimize tutunmuş iki çiğ damlasıydık. Sıramız gelene kadar, yıldızların dilinden konuşur, kaderin haritasını çizerdik. Sen, “Dünya denen oyunda benim yıldızım olur musun?” diye gülümserdin. Ben de cevap vermez, sadece ellerini tutardım… Çünkü sen zaten cevapların ta kendisiydin.
Sonra bir gün… Ruhların sırası sana geldi. Bedenini giymeden önce bana dönüp, “Beni bul” diye bakmıştın. O bakış, binlerce yıl geçse de içimde yanacak bir meşale oldu. Sen gittikten sonra, o kâsedeki ışık sönmüş, sessizlik çığlığa dönüşmüştü. Sıram geldiğinde dünyaya adım attım; ayak izlerini takip ederek… Ama sen, bir sis perdesinin ardında kayboldun.
Bu bedende geçen ömrüm, senin eksikliğinde bir monogatari¹ oldu. Geceleri yıldızlara sorardım: “Nerede saklandı?” Mevsimler döndü, yaralar kabuk bağladı, gülüşler soldu… Ama hiçbir şey, o tapınakta duyduğum samisen kadar acıtmadı kalbimi. Çünkü o melodi, senin ruhundan sızan bir haiku² gibiydi:
"Kiraz çiçekleri düşer…
Kayıp yarıma dokunur
Rüzgârın elleri…"
Şimdi bu tapınağın taş merdivenlerinde, gökyüzüne karışan dualarımı fısıldıyorum: “Anata-nashi dewa ikiru koto ga dekimasen…” Sensiz bir dünya, renkleri solmuş bir sumi-e³ resmi… Aşkı anlatan her şarkı, seni hatırlatan bir matem. Biliyorum; belki de sen Kyoto’da bir bahçede suyun şarkısını dinliyorsun… Belki Osaka’da bir köprüde yıldızları sayıyorsun… Ya da bu tapınağın gölgesinde, benim gibi bir ruhun izini arıyorsun…
Ama inanıyorum… Ruhlar bir kez kenetlendiyse, kâinat onları yeniden buluşturmanın bir yolunu yaratır. Belki bir sonbahar yağmurunda, belki bir tren peronunda, belki de bir şiirin suskunluğunda… Seni tanıyacağım. Çünkü gözlerin, o ruhlar âlemindeki gibi, “Ben senin yarınsın” diye fısıldayacak.
İşte bu yüzden… Her sabah, tapınağın şafak duasında samisen çalıyorum. Notalarım, seni arayan bir çocuğun çığlığı gibi gökyüzüne yükselsin diye. Ve bir gün, o şarkıyı duyup, “Ben de seni özledim” diyeceğin anı hayal ediyorum…
Can AKIN
Şair, Yazar
2015 - Tokyo
Suu'nun anısına.. :(
¹ Monogatari: Japon edebiyatında uzun anlatı türü.
² Haiku: Japon şiirinde 5-7-5 hece yapısına sahip kısa şiir türü.
³ Sumi-e: Geleneksel Japon mürekkep resim sanatı.
Tumblr media
0 notes
canakin41 · 7 months ago
Text
Tumblr media
Buluşma
Senden bir iz bulurum umuduyla, sahildeki yerimize gittim.
Sensizdim, kimsesizdim, eksiktim; hüzünlü bir nağme gibiydin.
Hatıralar bir bir gözümden aktı, denizin dalgalarına.
Sensiz, kumlarla dalgaların aşkın içinde erimesini seyrettim.
Dalgaların bestesinden başka, onlara eşlik eden yoktu.
Bir tek ben ve martılar vardı, aşklarına şahit olan.
Boynu bükük aşkımızdan geriye kalan,
Sensiz, kumlarla dalgaların aşkın içinde erimesini seyrettim.
Tıpkı sana sabitlendiğim, senin de gönül gönül gezdiğin gibi,
Denizin her sahile vuruşunun nasılda kumu acımasızca bitirdiğini,
Dalganın her kuma kavuşmasında eriyip gittiğini gördüm.
Sensiz, kumlarla dalgaların aşkın içinde erimesini seyrettim.
Can AKIN
Şair, Yazar
2 notes · View notes
canakin41 · 7 months ago
Text
Şiir ve Şair
"Dünyada bir yerde, kalbinde şiir taşıyan bir yüreğe sahip biri varsa ve o şiirleri okuyarak ruhunu besleyen bir başka yürek varsa, o zaman hiçbir şey bitmemiştir. Şiir, zamanı aşan, mekânı aşan, ruhları birleştiren evrensel bir dildir. Bir satırda saklı umutlar, bir beyitte sonsuzluk arayışları, bir şiirde bütün insanlığın ortak acıları ve sevinçleri yatar. Şiir, yaşamak demektir, hissetmek demektir, var olmak demektir. Ve şiir olduğu sürece, hayatın her anında bir anlam bulmak mümkündür."
"Dünyanın bir köşesinde bir kalem tutan el varsa, bir kağıda dökülen duygular varsa, o zaman sanatın ölümsüzlüğü devam etmektedir. Şiir, sadece kelimelerden ibaret değildir; o, insanın en derin duygularını, hayallerini ve düşüncelerini ifade ettiği bir sanattır. Bir şiir, bir köprü gibidir; farklı kültürleri, farklı zamanları ve farklı insanları birbirine bağlar. Şiir sayesinde, kendimizle ve dünya ile daha iyi bir iletişim kurabiliriz. Ve bu iletişim olduğu sürece, sanatın gücü asla sönmeyecektir."
"Bir şiir, ruhun aynasıdır. O aynada, yazarın en derin korkuları, en büyük umutları, en saf duyguları yansır. Bir okuyucu, o aynaya baktığında kendi iç dünyasında bir yolculuğa çıkar. Şiir, bizi kendimizle yüzleştirerek, daha iyi bir insan olmamıza yardımcı olur. Ve bu içsel yolculuk, hayatın anlamını sorgulamamızı sağlar. Şiir, hayatın karmaşıklıkları içinde kaybolduğumuzda tutunabileceğimiz bir limandır."
"Dünyanın bir ucunda bir kalem titreşiyorsa, bir kağıda düşler dökülüyorsa, o zaman umut hala yaşıyordur. Şiir, sadece kelimelerden ibaret değildir; o, insanın en derin duygularını, hayallerini ve özlemlerini taşıyan bir sanattır. Bir şiir, zamanı aşan, mekânı aşan, ruhları birleştiren evrensel bir dildir. Bir satırında hayatın tüm güzellikleri, bir beytinde insanlığın ortak acıları saklıdır. Şiir, yaşamak demektir, hissetmek demektir, var olmak demektir. Ve şiir olduğu sürece, hayatın her anında bir anlam bulmak mümkündür."
Can AKIN
Şair, Yazar
😍
Poetry and Poet
"If there is someone somewhere in the world who has a heart that carries poetry in its heart and another heart that feeds its soul by reading those poems, then nothing is over. Poetry is a universal language that transcends time, transcends space, and unites souls. There are hidden hopes in a line, searches for eternity in a couplet, and the common pains and joys of all humanity in a poem. Poetry means living, feeling, and existing. And as long as there is poetry, it is possible to find meaning in every moment of life."
"If there is a hand holding a pen in a corner of the world, if there are feelings poured onto a piece of paper, then the immortality of art continues. Poetry is not just words; it is an art form that expresses one's deepest feelings, dreams, and thoughts. A poem is like a bridge; it connects different cultures, different times, and different people. Through poetry, we can establish better communication with ourselves and the world. And as long as this communication exists, the power of art will never fade."
"A poem is the mirror of the soul. In that mirror, the writer's deepest fears, greatest hopes, and purest emotions are reflected. When a reader looks into that mirror, they embark on a journey into their own inner world. Poetry confronts us with ourselves, helping us become better people. And this inner journey allows us to question the meaning of life. Poetry is a harbor we can hold on to when we are lost in the complexities of life."
"If a pen is shaking at one end of the world, if dreams are pouring onto a piece of paper, then hope is still alive. Poetry is not just words; it is an art that carries a person's deepest feelings, dreams, and longings. A poem is a universal language that transcends time, transcends space, and unites souls. All the beauties of life are hidden in one line, and the common pains of humanity are hidden in one couplet. Poetry means living, feeling, and existing. And as long as there is poetry, it is possible to find meaning in every moment of life."
Mr Can AKIN
Poet, Writer
Tumblr media
0 notes
canakin41 · 7 months ago
Text
Gönen Oya Pazarı: El Emeğinin Işıltısı
Balıkesir'in Gönen ilçesinde, her Salı sabahı renklerin ve el emeğinin buluştuğu özel bir pazar var: Oya Pazarı. Yılların tecrübesi ve sabrının ürünü olan birbirinden güzel oyalar, kadınların maharetli ellerinden çıkıp, pazarın rengarenk tezgahlarını süslüyor.
Göz Nurundan Ekmek Parası
30 yıldır oya işleyen Nihan Hanım gibi birçok kadın, oya yaparak hem geçimini sağlıyor hem de hayatına anlam katıyor. Dul kaldıktan sonra oya sayesinde çocuklarını büyüten Nihan Hanım, "Oya yaparak ayakta kaldım, hayatımın geri kalanını da böyle kazanacağım," diyor. Oya Pazarı, kadınlara ekonomik bağımsızlık kazandırırken, aynı zamanda onların bir araya gelerek tecrübe ve bilgi alışverişinde bulunmalarına da olanak tanıyor.
Bir Sanat Eseri Gibi: Gönen Oyası
Ünlü yazar Ömer Seyfettin'in de memleketi olan Gönen'de, oya sadece bir el işi değil, aynı zamanda bir sanat olarak kabul ediliyor. Şair, yazar ve fotoğraf sanatçısı Can Akın, Gönen Oya Pazarı'nı "Romanlardan, hikâyelerden fırlamış, sisin, gecenin içinden süzülmüş, masaldan çıkmış gibi duruyorlar," sözleriyle tanımlıyor.
Gönen oyası, ince işçiliği, zarif desenleri ve kullanılan renklerin uyumu ile dikkat çekiyor. Her bir oya, yapımcısının ruhunu yansıtan özel bir sanat eseridir.
Gönen Oyası Neden Özel?
Gönen oyası, Türkiye'de ve hatta dünyada benzersiz bir yere sahip. Diğer bölgelerde de oya yapılıyor olsa da, Gönen'deki oya pazarı ve kadınların bu işe gösterdiği ilgi, ilçeyi diğerlerinden ayırıyor. Gönen oyasının en önemli özelliklerinden biri, yüksek kalite ve özgün tasarımları.
Oya Çeşitleri
Gönen'de yapılan oya çeşitleri oldukça zengin. Sepette gül, katlı gül, gelin yelpazesi, kanser oya, gelin tacı gibi birçok farklı model bulunuyor. Her bir oyanın kendine özgü bir hikayesi ve anlamı var.
Gönen Oya Pazarı'nın Geleceği
Gönen Oya Pazarı, hem yerel halk hem de turistler için önemli bir çekim merkezi. Özellikle kaplıcalara gelen yabancı turistler, Gönen oyasına büyük ilgi gösteriyor. Ancak, oya sanatının daha geniş kitlelere ulaşması ve tanıtılması için daha fazla çalışmaya ihtiyaç var.
Gönen Oya Pazarı, sadece bir pazar değil, aynı zamanda bir kültür mirasıdır. Bu mirası gelecek nesillere aktarmak ve oya sanatını yaşatmak için hep birlikte çalışmalıyız.
* Gönen Oya Festivali: Her yıl 6 Eylül'de düzenlenen festivalde, oya sanatı ve Gönen'in kültürel zenginlikleri kutlanıyor.
* Oya Yapımı: Oya yapımı, sabır ve özen gerektiren bir süreçtir. İnce iğneler ve renkli ipler kullanılarak yapılan oyalar, genellikle çiçek, yaprak ve geometrik desenlerden oluşur.
* Oyanın Kullanım Alanları: Oyalar, giyim eşyalarının yanı sıra ev dekorasyonunda da kullanılıyor. Masa örtüleri, yastık kılıfları ve duvar süsleri gibi birçok farklı üründe oya motifleri görülüyor.
Can AKIN
Şair, Yazar
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
0 notes
canakin41 · 7 months ago
Text
William-Adolphe Bouguereau: Young Mother Looking at Her Child (1871)
This painting by William-Adolphe Bouguereau, completed in 1871, is one of the artist's most beloved works. Known as Young Mother Looking at Her Child, the painting bears the typical characteristics of the academic realism movement that was quite popular at the time.
* Subject: It deals with universal themes such as the feeling of motherhood and the importance of family through the gaze of a mother towards her child.
* Style: Perfect details, soft color transitions and idealized depiction of figures reflect Bouguereau's characteristic style.
* Technique: It was worked on canvas with oil paint and emerged with a high technical mastery.
* Effect: The painting was greatly appreciated by viewers of the period and inspired many artists with its theme of motherhood.
Where to See: The original of the painting is exhibited at the Metropolitan Museum of Art in New York.
Why It's Important:
* Academic Realism: Bouguereau, one of the most important representatives of this movement, best reflected the aesthetic and thematic characteristics of academic realism with this painting.
* Universal Themes: Thanks to its treatment of universal themes such as motherhood, family and love, the painting appeals to people from different cultures.
* Art History: It is an important reference point for those who want to learn about 19th century art.
* The painting is one of the many figurative works Bouguereau produced for the international market.
* The picturesquely dressed mother and angelic child are typical figures of the artist.
* The details in the scene also offer clues about the social and cultural life of the period.
Best regards
Mr Can AKIN
Writer, Poet
Professional Association of Fine Art Work Owners of Turkey. Head of Press and Informatics
😍
William-Adolphe Bouguereau: Çocuğuna Bakan Genç Anne (1871)
William-Adolphe Bouguereau'nun 1871 yılında tamamladığı bu tablo, sanatçının en sevilen eserlerinden biridir. Çocuğuna Bakan Genç Anne adıyla bilinen tablo, o dönemde oldukça popüler olan akademik realizm akımının tipik özelliklerini taşımaktadır.
* Konu: Bir annenin çocuğuna bakışıyla, annelik duygusu ve ailenin önemi gibi evrensel temaları işler.
* Stil: Mükemmel detaylar, yumuşak renk geçişleri ve figürlerin idealize edilmiş bir şekilde betimlenmesi, Bouguereau'nun karakteristik tarzını yansıtır.
* Teknik: Yağlı boya üzerine tuval olarak çalışılmış, yüksek bir teknik ustalıkla ortaya çıkmıştır.
* Etki: Tablo, dönemin izleyicileri tarafından büyük beğeni toplamış ve annelik temasıyla birçok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur.
Nerede Görülebilir: Tablonun orijinali, New York'taki Metropolitan Sanat Müzesi'nde sergilenmektedir.
Neden Önemli:
* Akademik Realizm: Bu akımın en önemli temsilcilerinden biri olan Bouguereau, bu tablosuyla akademik realizmin estetik ve tematik özelliklerini en iyi şekilde yansıtmıştır.
* Evrensel Temalar: Annelik, aile ve sevgi gibi evrensel temaları işlemesi sayesinde tablo, farklı kültürlerden insanlara hitap etmektedir.
* Sanat Tarihi: 19. yüzyıl sanatı hakkında bilgi edinmek isteyenler için önemli bir referans noktasıdır.
* Tablo, Bouguereau'nun uluslararası pazara yönelik ürettiği birçok figürlü çalışmadan biridir.
* Pitoresk elbiseli anne ve meleksi çocuk, sanatçının tipik figürlerindendir.
* Sahnedeki detaylar, dönemin sosyal ve kültürel hayatı hakkında da ipuçları sunar.
Saygılarımla
Can AKIN
Yazar, Şair
Türkiye Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği. Basın ve Bilişim Başkanı
Tumblr media
0 notes
canakin41 · 7 months ago
Text
Metz'e Aşk İlişkisi
Metz, tarihi dokusu ve modern sanatın iç içe geçtiği atmosferiyle bizi adeta büyüledi. Maria ile birlikte adım attığımız şehirde, zaman durmuş gibiydi. Cathédrale Saint-Étienne’in gotik mimarisi karşısında hayranlık içinde kaldık. Katedralin iç mekanı, büyüleyici vitrayları ve huzurlu atmosferiyle ruhumuza işleyen bir deneyim oldu.
Modern sanat tutkunları olarak Centre Pompidou-Metz’i mutlaka görmeliydik. Burada gördüğümüz sergi, zihnimizde derin izler bıraktı. Sanatın farklı yüzleriyle tanışırken, yaratıcılığın sınırlarını zorladık.
Moselle Nehri kıyısında yaptığımız yürüyüşler, şehrin ritmini yakalamamızı sağladı. Place de la Comédie’de yerel bir kafede oturup, samimi Metz halkıyla sohbet etmek ise unutulmaz anılarımız arasında yer aldı. Şehrin tarihi dokusu ve modern yaşam tarzının bu denli uyumlu bir şekilde bir araya gelmesi, Metz’e olan hayranlığımızı daha da artırdı.
Keşfedilmeyi Bekleyen Diğer Güzellikler
Metz, ziyaret ettiğimiz yerlerin ötesinde de keşfedilmeyi bekleyen birçok güzelliğe sahip. Notre Dame Kilisesi, Metz İstasyonu, Place Saint-Jacques, Serpentine Kapısı ve Alman Kapısı gibi tarihi yapılar, şehrin zengin tarihini gözler önüne seriyor. Walygator Grand Est ise adrenalin tutkunları için harika bir seçenek olabilir.
Metz'in Kalbi: Meydanlar
Şehrin merkezinde yer alan Place d’Armes, Place de la République ve Place St Louis gibi meydanlar, hem yerel halkın hem de turistlerin buluşma noktası. Bu meydanlarda düzenlenen etkinlikler, şehrin sosyal hayatına renk katıyor.
Metz, hem tarihi dokusu hem de modern yaşam tarzıyla bizlere unutulmaz bir deneyim yaşattı. Şehirdeki her köşe, farklı bir hikaye barındırıyor. Eğer siz de tarihi ve kültürel zenginlikleriyle dolu bir şehir arayışındaysanız, Metz kesinlikle listenizde olmalı.
Can Akın
8 yıl Fransızca öğretmenim Turan Arda, Yüksel Demirçevireni' Saygılarımla anıyorum.
❤️
A Love Affair with Metz
Metz fascinated us with its atmosphere where historical texture and modern art intertwined. Time seemed to have stopped in the city where Maria and I stepped. We were in awe of the Gothic architecture of Cathédrale Saint-Étienne. The interior of the cathedral, its fascinating stained glass windows and peaceful atmosphere were an experience that touched our souls.
As modern art enthusiasts, we definitely had to see the Centre Pompidou-Metz. The exhibition we saw here left deep impressions in our minds. We pushed the boundaries of creativity while getting to know different faces of art.
The walks we took along the banks of the Moselle River allowed us to catch the rhythm of the city. Sitting in a local café on Place de la Comédie and chatting with the friendly people of Metz were among our unforgettable memories. The harmonious coming together of the city’s historical texture and modern lifestyle increased our admiration for Metz even more.
Other Beauties Waiting to be Discovered
Metz has many beauties waiting to be discovered beyond the places we visited. Historical structures such as Notre Dame Church, Metz Station, Place Saint-Jacques, Serpentine Gate and German Gate reveal the rich history of the city. Walygator Grand Est can be a great option for adrenaline junkies.
The Heart of Metz: Squares
Located in the city center, squares such as Place d’Armes, Place de la République and Place St Louis are meeting points for both locals and tourists. Events organized in these squares add color to the city’s social life.
Metz gave us an unforgettable experience with both its historical texture and modern lifestyle. Every corner of the city holds a different story. If you are looking for a city full of historical and cultural riches, Metz should definitely be on your list.
Mr Can Akın
❤️
Histoire d'amour à Metz
Metz nous a fasciné par son atmosphère où s'entremêlent texture historique et art moderne. C'était comme si le temps s'était arrêté dans la ville où Maria et moi sommes entrés. Nous étions impressionnés par l'architecture gothique de la cathédrale Saint-Étienne. L’intérieur de la cathédrale a été une expérience qui a touché nos âmes avec ses vitraux fascinants et son atmosphère paisible.
En tant qu'amateurs d'art moderne, nous devions absolument visiter le Centre Pompidou-Metz. L’exposition que nous avons vue ici a laissé des traces profondes dans nos esprits. En rencontrant différentes facettes de l’art, nous avons repoussé les limites de la créativité.
Nos promenades le long de la Moselle nous ont permis de prendre le rythme de la ville. S'asseoir dans un café local sur la Place de la Comédie et discuter avec les sympathiques Metz faisait partie de nos souvenirs inoubliables. La combinaison harmonieuse de la texture historique de la ville et du style de vie moderne a encore accru notre admiration pour Metz.
D'autres beautés à découvrir
Metz recèle bien des beautés à découvrir au-delà des lieux visités. Des bâtiments historiques tels que l'église Notre Dame, la gare de Metz, la place Saint-Jacques, la porte Serpentine et la porte Allemande révèlent la riche histoire de la ville. Walygator Grand Est peut être une excellente option pour les amateurs d'adrénaline.
Coeur de Metz : les Places
Des places comme la Place d'Armes, la Place de la République et la Place St Louis, situées au centre de la ville, sont le point de rencontre des locaux et des touristes. Les événements organisés sur ces places ajoutent de la couleur à la vie sociale de la ville.
Metz nous a offert une expérience inoubliable, tant par sa texture historique que par son style de vie moderne. Chaque coin de la ville raconte une histoire différente. Si vous recherchez une ville pleine de richesses historiques et culturelles, Metz devrait absolument figurer sur votre liste.
Mr Can AKIN
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
0 notes
canakin41 · 7 months ago
Text
Gazi Ece Amca bize öğretti..
"Ülkemizde ve dünyada Ece Amca gibi, insanlığın gelişimine ve geleceğine bilinçli bir şekilde adanmış kahramanların hep var olmasını diliyorum. Günümüz dünyasında, ancak televizyonlarda veya hikaye kitaplarında rastlanan kahramanların, gerçek yaşamlarımızda hiç olmadığını görmek üzücü.
Çocuklarımız, gençlerimiz ve hatta biz yetişkinler, bir on sene sonrasını düşünerek kendimizi topluma daha yararlı hale getirmek veya toplumsal gelişime katkıda bulunmak için ne arzu duyuyor ne de adanmışlık gösteriyor gibi görünüyor. İçimizden toplum için bir şeyler yapma isteği bir yana, kendi gelişimimiz için bile bir şeyler yapma ve değiştirme hayalleri, günlük yaşam mücadelesinin arasında kayboluyor. Tıpkı düşlerimizden eriyip giden güzel dünyamız gibi.
O kadar alışmışız ki, monotonluğun güvencesine, sıradanlığın rahatlığına, bildiğimiz ve değiştirmekten korktuğumuz inançlarımızın ve kalıplarımızın konfor hapishanesine. Kendimizi bu sıradan hayal dünyasının dışına atmaya çalıştığımızda, yaşamın kargaşası ve belirsizliği bizi engelliyor. Ve biz sönen heyecanımızın hayal kırıklığıyla başımız yerde, eski alışkanlıklarımıza geri dönüyoruz.
Kendimize dahil kimselere yardım edemiyoruz, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz. Çünkü kendimizden çok daha büyük, hayallerimize bile sığmayan şeyler başarmak istiyoruz. Oysa yaşam, an be an renklendirilen ve oluşan canlı bir tablo.Bu tablo da, her gün farkında bile olmadan eyleme dönüştürdüğümüz küçük fikirlerle renklenir ve görünüşe çıkar.
Siz yeter ki önce içinizde bir kez karar verin: Yaşamı daha anlamlı, daha insanca yaşamaya ve yaşadıklarınızı başkalarıyla paylaşmaya.
Siz yeter ki bir kez karar verin, küçük bir çocuğun, bir yetişkinin, ailenizin, insanlığın kahramanı olmaya. Siz yeter ki bir kez karar verin, kendinizi insanlığın gelişimine ve geleceğinin bilinçli bir şekilde inşasına adamaya.
Siz karar verin, gerçek bir kahraman olmaya; gerisi kendiliğinden gelecektir. Siz bilmeseniz de, sizi diğerleri bilecektir. Gerçeği ve iyiliği hiçbir karanlık örtemez."
Can AKIN
Şair, Yazar
Tumblr media Tumblr media
0 notes
canakin41 · 7 months ago
Text
Safranbolu'nun Gökyüzündeki Mirası: Zafranbolu Uçağı
UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan ve Osmanlı'nın zengin mimarisini günümüze taşıyan Safranbolu, sadece tarihi dokusuyla değil, aynı zamanda gökyüzündeki bir mirasıyla da dikkat çekiyor. 1931 yılında halkın bağışlarıyla alınan "Zafranbolu" uçağı, ilçenin geçmişiyle geleceğini bağlayan önemli bir sembol haline geldi.
Birlik ve Bağımsızlık İçin Kanat Çırpmak
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusunun uçak ihtiyacı, halk arasında büyük bir duyarlılık yarattı. Safranbolu halkı da bu duyarlılığa ortak olarak, Türk Hava Kurumu'na bağışta bulundu. Toplanan bağışlarla alınan Breguet 19 A-2 model uçağa, ilçenin adı verilerek Türk Hava Kuvvetleri'ne kazandırıldı.
Gökyüzünde Bir Anı
Ne var ki, Safranbolu'da uygun bir iniş alanı bulunmadığı için uçak, Kastamonu'ya getirildi. Safranbolulu yetkililerin katıldığı bir törenle uçağa "Zafranbolu" adı verildi. Bu anlamlı olay, ilçenin tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak yerini aldı.
Ebedileşen Bir Hikaye
5 yıl boyunca Türk Hava Kuvvetleri'ne hizmet veren uçak, daha sonra hurdaya ayrıldı. Ancak Safranbolulu emekli subayların çabaları sayesinde, ilçeye yeni bir uçak getirilerek eski anılar yeniden canlandırıldı. Şu anda ilçede sergilenen "Dornier" model uçak, Safranbolu'nun gökyüzündeki bu unutulmaz hikayesini gelecek nesillere aktarıyor.
Safranbolu'nun Ruhunu Yansıtan Bir Sembol
Araştırmacı yazar Can Akın, o dönemde halkın uçak alımı için büyük fedakarlıklar yaptığını belirtiyor. Akın, "Safranbolu'nun bu fedakarlığı, ilçenin birlik ve beraberlik ruhunu gözler önüne seriyor" diyor.
Neden Önemli?
* Tarihi Bir Miras: Zafranbolu uçağı, Türkiye'nin mücadele dolu geçmişine ve halkın birlik ruhuna tanıklık ediyor.
* Turizm Potansiyeli: Uçak, ilçeye gelen turistlerin ilgisini çekerek turizme katkı sağlıyor.
* Milli Birlik ve Beraberlik Sembolü: Uçak, farklı kesimlerden insanların bir araya gelerek büyük işler başarabileceğinin bir kanıtı.
Sonuç
Safranbolu uçağı, sadece bir hava aracı değil, aynı zamanda bir sembol. Bu sembol, ilçenin geçmişini, geleceğini ve halkının ruhunu bir araya getiriyor.
Can Akın
0 notes