Tumgik
crocusinvoid · 4 years
Text
Yaşamak
Hikayeler biriktirmeyi seviyorum. Bir parça ben hep hikayelerin peşinde oldu, onları biriktirdi, bazen bir kutuya koyup kaldırdı, bazen hayatının en görünür yerinde, merkezinde tuttu. Bir bileklik, bir bardak, bir kitap, bir yazı, bir hediye.. Hikayeler, karakterli bir kimlik gibi içinde bolca yaşanmışlık ve duygu ve de an barındıran. Sana yaşadığını hissettiren. Sadeliği ve sadeleşmeyi seviyorum, yaş aldıkça daha fazla objeyi hayatımdan attım, atıyorum. Son zamanlarda ise 4-5 valizlik eşyam kaldı, hepsi bu. Seyyah oldum iyice. Hep biraz seyyahtım ama sanki evrildim, dönüştüm zamanla. Bazen aklımın, bazen kalbimin sesini dinliyorum. İkisi çokça kavga ediyorlar ama artık derinden geleni dinliyorum çünkü hikayelerim hep orada yankı buluyor, orada oluşuyor. Ve içimdeki seyyah hikayelerinden beslenerek kök salmaya hazır, uzayzamanda salınarak, salınmaya devam ederek.
0 notes
crocusinvoid · 4 years
Text
Gökçeada - boz bir adanın hikayesi
Ara ara kendime notlar alıyorum. Duygularımı ve düşüncelerimi kusma ya da paylaşma ihtiyacı gibi ama kendi kendime. Geçen sene Ağustos ayında tek başıma Gökçeada’ya gitmiştim. Çok bunaldığım bir dönem idi, İstanbul’dan topuklarımı götüme vura vura birkaç gün de olsa uzaklaşmak istediğim bir zaman dilimi. Bozcaada’ya gideyim diye niyet ederken (ve evet hala Bozcaada’ya gidemedim,o adayı bir türlü göremedim) kısmet Gökçeada’ya oldu. Orada kendime yazmışım, geçen notları karıştırırken okudum. Nedense yazdığım şeyi buraya da koymak istedim. İnsanın yazdığı şeyleri sonradan okuması çok enteresan oluyor. Hem o zamana, o zamanki haleti ruhaniyene geri dönüyorsun, hem de onları yaşayan senmişsin ama o zamanki sen hiç şimdiki sen değilmiş gibi bir hissiyat da doğuyor. Bir de fark ettim ki o zaman evrene bıraktığım en büyük dilek gerçek olmuş, ne güzel. Şimdi ise bambaşka dileklerim var <3
4 Ağustos 2019′da kendime yazdıklarım (azıcık sansürlü).
Tumblr media
Gökçeada öncelikle boz bir ada. Feribotla adaya giderken sanki Yunanistan’da Aegina adasına gidişimiz aklıma geldi, hatıralar.. Ama nihayetinde burası da bir rum adası, bir nevi dejavu yaşamam normal sanırım. 
İzlenimler.. Öncelikle mesafe çoook uzun olmamasına rağmen yol baya uzun sürüyor. Çanakkale 5 saat falan ama ardından Eceabat’a geçmek gerekiyor feribotla, oradan tekrar minibüsle adanın diğer yakasına Kabatepe Limanı’na gidiliyor. Oradan bir feribot daha yaklaşık 75 dk süresince ve Gökçeada’dasın. Komik olan bu feribot yolculuğunun sadece 6 TL olması, halbuki otogardan kutu nescafe’yi 8.5 TL’ye aldım. Feribotta rumlarla karşılaşmaya başlıyorum bile. Bayılıyorum fonetiğine Yunancanın. Tip olarak aramızda gerçekten hiç farklılık yok, ne kadar karışmışız vakti zamanında. Limandan Yıldızköy’e gitmem de biraz sürüyor çünkü minibüs önce merkeze gidiyor. Sonra başka minibüse biniyorsun falan filan, aktarmaktan biraz helak oldum. Motorla gitmek çok uygun olurmuş bir kez daha görüyorum. Hep ertelediğim şeyler var hayatta, bunlardan biri araç mevzusu. Araba sahibi olmayı hiç düşünmedim ve istemedim. Hele İstanbul trafiğini çekmek hiç de istediğim bir şey değil. Hep içten içe bir vespam olsun istedim, pır pır yavaş yavaş gideyim diye. Onun da İstanbul’a uygun olmadığını düşünüyorum. Motora gelirsek çok ufak tefek olduğum için idare edemem gibi geliyor........ İstanbul’dan gidince gittiğim yerde alırım, öğrenirim diye düşünüyordum. Öncelikle umarım İstanbul’dan gidebilirim bu evrene 31 yaşında bıraktığım en büyük dilek olsun. Tabi bu gitme güzel bir iş ve para eşliğinde olmalı :) Bir diğer dilek de tek başıma mobilitemi sağlayabileceğim bir aracı öğrenmem ve sahip olmam diyelim. 
Gökçeada’ya geri dönersek Yıldızköy güzel bir kamp alanı denebilir tabi bir Kaş Camping değil. Tuvalet, duş fln kullanılabilir ama pek temiz değil. Çok küçük bir alanda bir sürü çadır var. Bunların bir kısmı ağaçların altına geliyor ama bir kısmı tamamen açıkta kalıyor. Alanın biraz daha geniş olması ve çadırların bu kadar göt göte olmaması daha güzel olurmuş. Öndeki plaj halka açık, haşemolu teyzeler de var, bir sürü çoluk çocuk falan. Bir de biraz insanları gözlemleme şansım oldu.
Küçük çocukların çoğu manyak. Sürekli bağrış çığrış ve ağlama. Neden bu ülkede çocuklar sakin değil?
Bir evli çiftten manzaralar. Muhtemelen yakın zamanda boşanacaklar. 4 yaşlarında falan bir çocukları var. Gece rakı içip muhabbet ediyorlar karısı ile ama çocuk sürekli bir şeyler diyor tabii ki de. Adam nefret ediyormuş gibi görünüyor bu durumdan. Diğer akşam karısı ile herkesin içinde tartışıyorlar. Kadın bir konuda ‘farkındalığın düşük’ gibi bir şey diyor. Adam ‘farklı düşünüyoruz diye benimle bu şekilde konuşmaya hakkın yok’ diyor. Kadın somurtuk bir şekilde oturuyor kös kös. Dışarıdan mutsuz bir evlilik olduğu o kadar belli ki..
Zeytinli Köyüne gidiyorum. Bir Rum Köyü. Binalar o kadar güzel ki. İncecik, arnavut kaldırımlı, inişli çıkışlı sokaklar ve rum evleri. Sanki Rum’ların da sayfiye yeri olmuş gibi geliyor. Ama diyeceğim şu ki çok karakterli bir köy. Bizim şehirlerimiz, köylerimiz, yerleşkelerimiz ne kadar iğrenç ya. Hiç bir karakteri yok. Beton yığması ve estetikten tamamen yoksun. Bu durum beni baya üzüyor.
İnsanımızın saygısızlığına bıkmadan sürekli şaşırıyorum. Ecebattan Kaleye geçiyorum feribotla. En önde oturuyorum. Bir sürü kadın gelip önümde dikiliyor. Evet ben de sizin götünüzü izlemek için feribotun en önüne oturmuştum.
Kamp alanının halk plajı ile bir şekilde birleşik olması olayın ambiyansını öldürüyor. Kabak’ın güzelliği insanların oraya kolayca inememesi mesela.
Yıldızlıköy’de yıldızlar vardı evet. Plaja çakılan hayvan gibi 2 sokak lambası olmasaydı muhtemelen çok daha görkemli olacaktı.
Deniz çok güzel. Sualtı deniz parkıymış zaten yani koruma altında. Gerçi akşamları biraz kirlilik oluyor ama deniz gerçekten çok berrak ve soğukluğu çok ideal. Gözlüğüm olsa iyi olurmuş, kendime snorkeling ekipmanı almam gerekiyor sanırsam artık.
0 notes
crocusinvoid · 4 years
Text
Envision Festivali - hayatimdaki en cilgin deneyimlerden
Malumunuz 3 ay kadar once Finlandiya’ya tasindim. Yeni hayat mucadelesi, guzellikleri ve ayni zamanda zorluklari var. Biraz daraldigim bir gece uzun zamandir yapmak istedigim seyi daha fazla ertelememeye karar verdim ve Envision icin biletimi aldim. 
Tumblr media
Dogru zamani beklemek, dogru kisiyi beklemek, dogru olani beklemek.. Bir sekilde hep beklemekle geciyor ve firsatim varken bu sefer beklememeye karar verdim. Sadece 7 gunluk festival icin Kosta Rika’ya gitmek cok akli salim bir hareket degil tabi maliyetinden dolayi. Ama neden olmasin dimi? Millet ev araba falan aliyor, ben sadece deneyimlere para harciyorum. Harcama aliskanligimdaki farklilik bu galiba.
Envision nedir derseniz muzik, yoga, meditasyon, ekoloji, sanat, kisisel gelisim gibi pek cok konuda atolye calismasi ve maneviyata dair bir festival diyelim. Kosta Rika’nin Pasifik tarafinda Uvita diye bir sahil kasabasinda duzenleniyor. Ilk 3 gun daha retreat kafasindaydi. Gun icinde 6 farkli yerde gecen atolye calismalari agirlikli, aksamlari hafif muzik olan bir tempoda. Nelere katildim mesela? Creating ecological communities (ekolojik topluluklar yaratmak), heart centered communication (valla bunu nasil cevirmeliyim bilmiyorum, gonulden/kalpten iletisim diyeyim), assertive communication for conscious leadership (bilincli liderlik icin iddiali iletisim) gibi atolye calismalari. Beni en cok etkileyen heart centered communication oldu, Siddetsiz iletisim prensipleri ile uyumlu kalpten kalbe nasil iletisim kurariz, nasil anlatir, nasil dinleriz uzerine idi. 3′lu gruplar halinde bir kisinin hissettigi, hayatinda kafa yordugu bir konu uzerine 3-5 dk konustugu, bir kisinin hic konusmadan ve mimik vs kullanmadan sadece ama sadece dinledigi, bir kisinin ise gozlemledigi bir calisma. Sadece dinlemek bir kisinin konusmasina, dusunmesine, ic sesini duymasina izin vermek ne degerli.. Bir de orada hic tanimadigin insanlara kalbini acmak, birden bire arada cok guclu bir bagin olusmasi, farkli hikayeleri cozum uretmeye calismadan sadece dinlemek.. Festivalin en anlamli, en guzel saatlerindendi benim icin. Aksamlari da ecstatic dansa katildim. Evet uyusturu, alkol falan kullanmadan sadece muzigi hissederek dans etmek mumkun!
Bu 3 gun boyunca sanirim 1-2 bin kisi falan vardi. Herkes birbirine tebessum ediyor, birbiri ile konusuyor falan bir hayli elit ve guzel bir ortam. Sonra ana festival basladi. Bummmm! 8 bin, 9 bin kisi oldu festival. Tabii ki onceki o guzel ortam ahengini kaybetti ama birrrrr suru atolye calismasi, bir suru yoga/meditasyon dersi ve neredeyse 24 saat 5 farkli sette olmak uzere muzik vardi. Gene gupguzel atolye calismalarina katildim. Fekat oncelik muzikteydi diyebilirim festivalin bu kismi icin. Muzik de elektronik agirlikliydi ama farkli setlerde farkli konseptler vardi. Benim icin Chancha via Circuito ve Clozee performanslari superdi. Onun disinda adini sanini bilmedigim bazi dj’lerde acayip koptum ╰( ・ ᗜ ・ )╯ Hayatimda hic bu kadar cok dans etmemistim. Ctesi gecesi ana performanslardan biri olan Rufus de Sol’de kelimenin tam anlami ile ayakta duracak halim kalmamisti ve artik eglenecek gucumun kalmadigini fark edip festivalin son gununde kalmamaya karar verdim ve San Jose’ye  dondum.
Festivalin guzel yanlari; Pasifikte mukemmel gun batimlari izlemek, herkesin tamamen ama tamamen ozgur oldugu ve kendini istedigi gibi ifade ettigi ortami guzel ruhlarla paylasmak, farkli pek cok calismaya katilmak, ilhamlanmak, sevke gelmek, ormanin icinde olmak, surekli pachamama ile iletisimde olmak..
Festivalin cok hos olmayan yanlari: pahali olmasi (festival bileti €800, ready-set cadir kampi €350, ortalama ogun parasi €8-10, tek sefer dus €5 vs), konteyner tuvaletler, cok sicak oldugu icin surekli sipir sipir terlemek (havanin sicak olmasi guzel gibi gorunse de insani acayip yoruyor), surekli toz toprak icinde olmak, dinlenmek/oturmak icin pek ekstra bir alan olmamasi ve bos buldugun bir yere topraga uzanmak, cok fazla amerikali olmasi (sevmiyorum amerikalilarin muhabbetini nabayim).
Ilk defa yasadigim farkli seyler de var ama herseyi anlatmaya gerek yok degil mi :) Sunu da belirtmeden gecmek istemiyorum. Hicbir zaman hicbir sey gorundugu kadar toz pembe degil. Festivalde kendime, sevmedigim yonlerime dair pekcok sorgulamam oldu. Ayrica bir gun hasta oldum, bogazlarim cok acidi falan, 2 gun basim cok agridi ve ilac etki etmedi vs. yani ozetle hos ve nahos olan cok sey bir aradaydi. Hayat iste, degil mi?
Oralardan agzima bir parmak bal calip, Central/Guney Amerika’ya gidip uzun uzun gezecegim, yasayacagim zamanlari daha bir dort gozle bekler oldum. Bir de evet, ispanyolca ogrenmek sart!
Funny fact: dus alirken turkce konusanlari duyup ‘aaa turkce mi duyuyorum’ diye dusta sohbete baslamamiz.. evet turkiyeliler bir sekilde her yerde. 
0 notes
crocusinvoid · 5 years
Text
Hindistan’da bir takım inzivalar
Tumblr media
Bilenler bilir, üniversite yıllarından beri gelen bir Hindistan merakım var. Öyle Hindistan’a dair sürekli bir şeyler okuyan, izleyen ya da takip eden biri de değilimdir aslında. Eskiden otantik olması idi ilgimi çeken, ardından seyahatlerde tanıştığım insanların Hindistan’a dair çok güzel anılarının olması oldu beni cezbeden. Hayatıma yoga girdikten sonra da yogik kültüre yakınlığım nedeni ile Hindistan cazibesini korumaya devam etti. Gel zaman git zaman Hindistan’ı görmek 31 yaşına nasipmiş.
Hindistan’a dair izlenimlerimi başka bir postta anlatacağım. Bu postu inzivaya ayırdım. Çünkü inziva benim için Hindistan’ın en güzel bölümü idi ve anlatacak çok şey var.
İşim gereği baya planlı programlı olmam gerektiği için seyahatlerimde genelde plansız olmayı tercih ediyorum. Hindistan çok büyük, malum. Görülecek, gezilecek tonla yer var. Sadece biliyorum ki Dharamshala’ya kesin gideceğim. Seyahatlerde tanıştığım kişilerden Dharamshala’nın methini çok duymuştum. Çok sakin bir yer olduğu, zamanın yavaş aktığı, doğasının çok güzel olduğu ve gidenlerin aylarca kaldığı bir yer olarak. Ve benim de ihtiyacım olan şey tam olarak buydu. Sonraki mini internet araştırmalarımda Dalai Lama’nın orada olduğunu da okumuştum. Orada neler yapabilirim diye araştırırken Tushita Meditation Center’a denk gelmiştim ve bir arkadaşımın da orada inzivaya katılması ve bana orayı tavsiye etmesi üzerine niyahetinde Tushita’da bir inzivaya katılmaya karar verdim ve gitmeden birkaç hafta önce başvurumu yaptım (evet katılmak için önceden başvuru yapmanız gerekiyor çünkü talep çok fazla).
Katıldığım inziva neydi derseniz aslında inzivadan ziyade kurs demek daha doğru olur. Çünkü inziva deyince insanların aklında sabahtan akşama kadar meditasyon yapılan Vipassana inzivaları geliyor ama benim katıldığım Introduction to Buddhism (Budizme Giriş) kursu idi. Tabii ki din propagandası yapılan bir yer değil burası. Budizm’in temellerini, Budist felsefeyi ve farklı meditasyon tekniklerini hayatını iyileştirmek için nasıl uygulayabileceğine dair bir eğitim ve sessizlik inzivası diyebilirim.
Günlük rutinimiz (ve benim rutinim) şu şekilde idi;
05.45 uyanma
06.00 - 06.45 gün doğumunu Himalayalar manzarasında kişisel yoga pratiği ile selamlama
06.45 - 07.30 rehberli meditasyon
07.30 - 09.00 kahvaltı ve boş zaman (duş ve kitap okumaya ayırdım ben hep)
09.00 - 10.15 ders
10.15 - 10.45 ara
10.45 - 12.00 ders
12.00 - 14.00 öğle yemeği, karma yoga ve boş zaman
14.00 - 15.00 tartışma grupları
15.00 - 15.30 ara
15.30 - 17.00 ders
17.00 - 17.30 ara
17.30 - 18.15 meditasyon
18.15 - 19.30 akşam yemeği, boş zaman
19.30 - 20.15 meditasyon
20.15 - 21.30 kitap okuma
22.00 uyku
Günde sadece 1 saat tartışma grupları esnasında konuşabiliyorsunuz ve derslerde hocaya soru sorabiliyorsunuz. Geri kalan tüm zaman sessizlik içinde geçiyor. İnzivaya girişte tüm elektronik aletler kasaya kitleniyor. Dolayısı ile 10 gün telefonum yoktu ve süperdi! Bazen her şeyden uzak olmak öyle güzel bir duygu ki! Artık biliyorum ki senede bir kere inzivaya gitme isteğim ve daha önemlisi ihtiyacım var. Her şeye reset attığın, dinginleştiğin ve devam etmek için daha fazla enerji topladığın süreçler bunlar.
Vipassana inzivasını günde 9-10 saat meditasyon yapılması nedeni ile yapabilir miyim hala bilmiyorum ama öğreti ve meditasyonun harmanladığı bu kurs benim için çok idealdi. Bu 10 gün kimileri için daha içsel bir yolculuk olmuş iken benim için baya entellektüel seviyede geçti aslında. Budist felsefeye dair çok şey öğrendim ve inzivada Dalai Lama’nın The Universe in a Single Atom kitabını ve Columbia Üniversitesi tarafından basılan Mind and Life: Discussions with the Dalai Lama on the Nature of Reality kitabını okudum. Gerçeğin doğasının yorumlanmasında bilimin, budist felsefenin ve modern felsefenin nasıl katkıda bulunduğunu görmek, kesişim alanlarını ve farklılaşan yaklaşımları düşünmek bana acayip keyif veriyor. Bu vesile ile Mind and Life Institute ile de tanıştım. Özellikle son 1 yıldır zihin ve bilinç üzerine okumalar yapan biri daha ne ister ki :)
Budist felsefeyi daha derinlemesine öğrenmek Asya’yı da farklı bir gözle görmemi sağladı aslında. Keşke Güneydoğu Asya seyahatinden önce yapsaymışım böyle bir şeyi. Asya’ya bakış açım ve kültürel hayatı yorumlayışım çok daha farklı olurdu.
Son 2 gün ise ders yoktu. Sadece meditasyon ve full sessizlik. İnziva bittiğinde bir arkadaşım bana çok gençleşmiş göründüğümü söyledi. Ben ise çok saf bir mutluluk hissediyordum, sanırım onun yansıması :)
Belki öğrendiklerime dair de bir şeyler yazarım, belki de yazmam :) Ama velasıl kelam Himalayaların eteklerinde, maymunlar eşliğinde, onlarca kişiyle sessizliği paylaşmak çok değerliydi. Güzel anlara ve güzel insanlara şükranla.
0 notes
crocusinvoid · 5 years
Text
Meditasyon ve arka fondaki huzur
Tumblr media
Meditasyonla genel olarak aram çok iyi olmadı. Birkaç sene evvel yoga eğitmenliği kursundayken bile meditasyon seanslarında hep çok zorlandım. Konsantre olamayan, vücudundaki ağrılara kitlenip sadece oramı buramı hareket ettirsem rahatlayacağım diye düşünen, meditasyon benim kalemim değil diyen biri oldum. Bazı şeylerin zamanının gelmesi gerekiyor hayatta, buna artık gerçekten inanıyorum. Bu şu anda düzenli olarak meditasyon yapıyorum, meditasyon yaptığımda bambaşka dünyalara geçiriyorum gibi bir şey değil. Sadece meditasyon yapma gerekliliği duyar oldum ve bu kendiliğinden gelişti (ok belki kısmen - sonuçta o kadar yogic ve budist felsefe ile ilgili şey okuyorum). Gelecek kaygısından ötürü ya da çeşitli nedenlerden dolayı endişe hali maalesef bende de zaman zaman baş gösteriyor. Bu tip durumlarda gözlerimi kapatıp biraz ana dönmek, düşüncelerimi izlemek, nasıl oradan oraya zıpladıklarına tanık olmak, bazen duygularıma kapılıp biraz göz yaşı dökmek, kendimi biraz dışarıdan görmek ve en önemlisi arka fonda hep olan o huzuru hissetmek çok iyi geliyor. Hislerden ve düşüncelerden arınıp o huzura erişme anları, beni meditasyona çeken işte bu.   
0 notes
crocusinvoid · 5 years
Text
Ölüm Gerçeği
Mahallede kah keyifli kah hüzünlü olaylar yaşanmaya devam ediyor. Dün gece sokağı polisler kapattı. Bir sürü polis arabası. Özel ekipler geldi, beyaz tulumlarını giydiler, maskeleri taktılar. Benim tam karşımdaki apartmana girdiler. Pencereden polislere seslenip “sen yiğidim, neler oluyor burada” diye de soramıyorum. Herkes pencerede, polisleri izliyor. Benim de üzerimde saten pijama var tesadüfen. Saten pijamamla olan biteni izliyorum pencereden, hayat bazen trajikomik. 
Polisler giyindi, kuşandı, ekipmanlarını aldılar ve apartmana girdiler. Tam tahmin ettiğim gibi benim karşımdaki dairenin ışıkları yandı. Polisler içeride arama yapıyor. Hayır ne olduğunu da bilmiyorum cinayet mi, uyuşturucu mu, intihar mı yoksa adam kendi kendine öldü gitti mi derken aşağıda “adam ölmüş” lafını duyuyorum. 
Ben o dairede oturan adamı ara ara görüyordum. Pencerenin önünde kitap okuyordu hep ve tahmin ediyorum aslında adamın evde tek başına ölüp gittiğini.
Sonra cenaze için araç geliyor. Adamı siyah bir tulumun içinde apartman çıkarıp tabuta tıkıveriyorlar. Yanında bir kişi bile yok.. 
Sabah haberlerde görüyorum adam aslında 4-5 ay önce ölmüş. Komşular arada adamın kapısını çalıyorlarmış, uzun süre açmayınca ve koku da geçmeyince polisi aramışlar. Demek ki kimin kimsen yoksa öldüğün kokudan dolayı anca 4-5 ay sonra anlaşılıyor. İnsanın hiç arayanının soranının bir kapısını çalanın olmaması çok acı değil mi?
Ölüm zaten herkesin kabul etmekte en zorlandığı gerçek, belki de tek gerçek. Fakat insan gibi ölmek de insan hakkı olmalı ya! Kimi kimsesi olmayan insanlar bir başlarına İstanbul kalabalığında evlerinde içinde terk edilip gidilmemeli. Hey devlet sana diyorum sana! İnsan gibi yaşamak ve ölmek en temel insan hakkı diyorum da kime diyorum ki..
0 notes
crocusinvoid · 5 years
Text
Geleceğin satıcısı
Hepimizin zaman zaman ruh hali çok dalgalı olur. Son zamanlarda benim de öyle. Bazen çok mutluyum. Sanki hayatta her şeyin bir nedeni varmış, olması gerektiği gibi oluyor, olumsuz olan şeyler bile öyle olması gerektiği için öyleymiş gibi. Belki de anlamsız görülebilecek bir seviyede huşu içinde buluyor insan kendini. Bazen ise, hatta maalesef çoğu zaman, stres bedenimi ele geçiriyor. Vücudum fight or flight moduna geçiyor, adrenalin salgımı kollarımda, bacaklarımda, hızlı kalp atışlarımda hissedebiliyorum. Hepimizin hayatında stres faktörleri var, ben son zamanlarda pek yönetemiyorum sanıyorum çünkü kendimi sık sık bu halde buluyorum. 
Neyse efendim konuya geri dönelim. Bir gün çarşıdan eve dönüyorum. Gene anlamsız bir stres hali içindeyim, kafamda bir sürü düşünce. Belki denk gelmişsinizdir mahallenizde, çevrenizde. Mahallenin çocukları kitaplarını, oyuncaklarını satmak için yere tezgah kurar. Tüm gün oturup onları satmaya çalışırlar. 2 tane tatlı kız sanıyorum ki 10 yaşlarında açmış bir tezgah bir şeyler satıyorlar. Bir tanesi tam geleceğin satıcısı. Beni uzaktan görür görmez laf atıyor “kolyeye ihtiyacınız var mı?”. Tebessüm edip yanlarına yanaşıyorum. Çocuk kitapları var, bir sürü de oyuncak. Hemen öteki de “kitap almaz mıydınız?” diye soruyor. “Ama bu kitaplar bana çok uygun değil sanki” diyorum tebessümle. “Büyükler için de kitaplar var ama” diyor İpek Ongun’u işaret ederek :) “Napacaksınız bunları satıp?” diye soruyorum. Hemen ikisi de “Yeni kitaplar alacağız kendimize” diyor. Tontik olan kız pes etmiyor. 
“Resim yapmayı sever misiniz?” 
“Hımm, yapmayı isterdim ama yapmıyorum.”
“Ama bununla çok kolay. Bunu böyle kağıda yerleştiriyorsunuz, çok güzel şekiller çiziyor”
“Evet teşekkür ederim ama bunlar bana çok uygun değil maalesef.”
“Arkadaşlarınızın çocukları yok mu? Onlara alın.”
Kafamdan hemen bir sürü şey geçiyor yani ben 31 yaşındayım. Sizin yaşınızda çocuğum olması için 20 yaşında hamile kalmam gerekiyordu. Ama muhtemelen onlara çok yaşlı görünüyorum. Ben çocukken 25 yaşındaki insanların bile ne kadar büyük olduklarını düşündüğümü hatırlıyorum, sanki hiç o yaşlara erişemeyecekmişim gibi, o kadar uzak.
“Var ama onlar daha bebek, bunlarla oynayamazlar.”
“Öğrenme kartları da var.”
İçimden gülüyorum pes etmiyor yahu, her şeye bir cevabı var akıllı bıdık.
Teşekkür edip ayrılıyorum. Fight or flight modundan çıkmış, kısa süreliğine rest and digest moduna geçmiştim. Çocuklar.. Güzel şeyler değil mi?
0 notes
crocusinvoid · 6 years
Photo
Tumblr media
Siradan bir gunde siradan sorgulamalar
Modadayim, oturmusum, kitap okuyorum. Banka yanima bir amca geliyor, oturuyor. Daha sonra sohbet etmeye basliyoruz, daha dogrusu o anlatmaya basliyor. 90 yas ustu, karisini kaybedeli 29 yil olmus. Yalnizligin verdigi istekle basliyor anlatmaya. Saat 1’de yemek yemesi gerekiyor, bir yandan da bana rahatsizlik vermek istemiyor ama konusmaya ihtiyaci var. Dakika dakika saatine bakiyor, sanki dakikalar gecmesin, biraz daha sohbet edeyim dercesine. Galatasaray Lisesi mezunu. Her sene bir yurtici, bir yurtdisi gezisi duzenliyorlarmis kendi donemleri ile. Arkadasliga ve baga bakar misin? 46 yilinda mezun olmuslar yani aradan 72 yil gecmis, 72 yil! Anlattikca anlatiyor, beraber baya bir yer gezmisler. Daha cok cruise gezisi yapiyorlarmis :) Gecen sene Portekiz’e gitmisler, sicaktan hastalanmis orada. Pek gidemiyormus artik. Moda’da oturuyor ve pekcok arkadasi da bu civarda oturuyor(mus). Olmus tabi hepsi, geriye bir kisi kalmis. O da evden pek cikamaz durumdaymis. Eskiden sali gunleri oglen yemeklerini hep beraber yerlermis, geriye kimse kalmayinca malum.. Gozumde gunes gozlukleri var. Bir ara fark ediyorum, hatirliyorum daha dogrusu gozumde gozluk oldugunu ve saygisizlik olmasin diye cikiyorum. Ah cikarmaz olaydim! Cunku Fuat Amca bir sey anlatiyor ve ben hungur hungur aglamak istiyorum. (Tam bunu yazarken banka yanima benim yaslarimda bir cift oturuyor musaade istemeden ve hatta kiz cantamin ustune oturuyor. Fuat Amca ise ‘size rahatsizlik vermeyeceksem yaniniza oturabilir miyim?’ diyip musaade istemisti. Kendi jenerasyonumdan bir kez daha nefret ediyorum saygi ve nezaketten bu yoksun olduklari icin.) Karisi 28 yil once olmus kanserden. 3-5 gun sonra 29 olacakmis. Bu yuzuk diyor parmagini gosterip, hic cikmadi parmagimdan. Ameliyat olmam gerektiginde doktorlar cikarmami istedi ama ben gene de cikarmadim. Kizim ‘baba ben simdi cikaricam, ameliyattan ciktiginda da geri takmis olucam, sen uyandiginda yuzugu gene parmaginda goreceksin.’ diye ikna etmis. Bunu anlattigi anda gozlerim doluyor, hatta gozyaslarim fiskirmak istiyor. Icime icime yutmaya calisiyorum. Sevgiye ve bagliliga bakar misin! O moddan kendimi hizla cikarmak icin yanimdaki kahve bardagini cope atmak icin adim atiyorum ama tabi bir yandan da dinlemeye devam ediyorum saygisizlik olmasin diye. Hizla kafamdan dusunceler geciyor. Gunumuzdeki sevgi anlayisini dusunuyorum. Bir turlu yetemeyen sevgi. Hizla tuketilen, icinde anlayis ve sureklilik barindirmayan. Yaslandigimizda ne kadar yalniz olacagimizi dusunuyorum. Klise ama kalabaliklar icinde bile bu kadar yalnizken simdi biz o yaslara geldigimizde yalnizligin nasil bir formata donusecegini dusunuyorum. Sevdicegi oldukten 30 yil sonra hala onun yadigarini tasiyanlar olacak mi bizim aramizda? Olacaktir elbet ama oransal olarak cok daha dusuk olsa gerek. O gunun teknolojisi neye evrilecekse oradan yanki bulacaktir herhalde. Aslinda sadece biraz deniz gormeye, biraz okumaya gelmistim ama Fuat Amca beni dagitip gitti. 90 yasina geldiginde (sadece bazilarimiz erisebilecek o yasa haliyle), hic tanimadigin bir insana hikayeni anlatirken bir bankta, cenen ve ellerin titrerken o yasta, sen sen olarak ne anlatmak isterdin o tanimadigin cocuga? 90 yildir degismeyen bir sen var mi? Seni sen yapan sey ne?
0 notes
crocusinvoid · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Foto1: Bali, Monkey Forest, Cremation Temple
Foto2: Lombok, Benang Stokal-Benang Kelambu Şelaleleri
Foto3: Gili Air'de gün batımı
Güney Yarım Küreye doğru; Endonezya
Tanıştığım herkesin ‘Bali'ye mutlaka gitmelisin’ deyişlerini kulak ardı edemiyorum ve Bali'ye bilet alıyorum. Niyetim biraz Bali'de vakit geçirip ardından Nepal'e gitmek, orada Hindistan vizesi almak ve sonra da Hindistan'da yoga kursuna gitmekti. Seyahate çıkarken aklımda hiç Hindistan yoktu ama tanıştığım gezginlerin anlattıklarından bende bir Hindistan hayranlığı oluştu. O yüzden gezi boyunca rotayı hep Hindistan'a doğrultmaya çalıştım ama olduramadım :) Bunun da en önemli nedeni çağdaş muasır Türkiye vatandaşlarının Hindistan için e-vize alamaması (100 küsür kadar ülke alabiliyorken) ve aynı zamanda Tayland, Malezya vs. elçiliklerinden de vizeye başvuramaması.
Hmm, Bali mi? Kesinlikle dünyadaki cennetlerden biri! Favori destinasyonlarımdan biri oluyor hemen. Bali'de 3 yerde bulundum; Kuta, Canggu ve Ubud. Bali'ye giderken nerede kalacağıma karar verememiştim, gidince bakarım diye düşünmüştüm ama yanlış karar! Aslında arkadaşım Canggu'daydı ama çok yorgun olduğumdan hava alanına yakın yere Kuta'ya gideyim, orada biraz dinleneyim, sonra da Canggu'ya ucuz bir yolunu bulup giderim diye diyordum. Bali'de toplu taşıma yok, taksi kullanmak zorundasınız ve burası kocaman bir ada! Hava alanında bir taksiciyle anlaşıyorum beni Kuta'nın merkezine götürmesi için. Taksici hava alanından 1 km gidip burası Kuta'nın merkezi diye beni indiriyor ama aslında değil, sonuçta haritadan takip ediyorum ve o kısacık yol için 70000 rupi (~17 TL) ödüyorum (bu arada istedikleri fiyat 150K-200K civarı). Bir de bana takside sürekli müslüman kardeşliği ayağı yapmaz mı? İnsan tiksinmeden edemiyor.
Bizimkilerle 2 haftalık hızlandırılmış gezi programı yorgunluğunun hemen üstüne sırt çantasıyla yürüyorum bol bol Kuta'da taksiden şutlandıktan sonra. Bali'ye çok da güzel bir başlangıç yapmıyorum ama devamı güzel oluyor :))
Kuta mı? Kelimenin tam anlamıyla leş. Herşey turist kazıklama üzerine kurulu ama okyanus gene de çok güzel ve daracık ara sokaklarında hindu tapınaklarıyla çok mistik.
2 gün dinlendikten sonra Canggu'ya motor taksi ile gidiyorum. Aslında yarım saat sürmesi gereken yol 2 saat sürüyor çünkü motorcu arkadaş tamamen yanlış yere gidiyor. Yolu bilip bilmediğini soruyorum en başta, bilmiyorsa navigasyonu açıcam çünkü. 'Yes yes’ diyor, sonra fark ediyorum ki ingilizce anlamadığından herşeye yes diyor :) Bana da ufak bir Bali turu oluyor ama Bali'nin korkunç trafiğinde egzoz yuta yuta motor üstünde biraz helak oluyoruz ama olsun.
Canggu'da Bangkok'ta hostelde beraber çalıştığım arkadaşımın yanına gidiyorum. Hostel, Matra Bali Surf Camping, sanki cennette. Etraf pirinç tarlaları ile çevrili, hostel tam nehrin yanında, suyun sesini duyuyorsunuz sürekli, herşey tertemiz, hamağa yattığında pirinç tarlalarına bakıyorsun, serinlemek istediğinde de minik bir havuz var. Giden olursa burayı kesinlikle tavsiye ederim. Canggu, Bali'nin hipster yeri. Çok güzel mekanlar var. Kendinizi Asya'da değil batıda bir yerde hissediyorsunuz. Surf için en ideal yerlerden biri. Okyunusun heybetini ben burada bir kez daha gördüm. Dalgalardan resmen kumsalın sarsıldığını hissedebiliyorsunuz, mükemmel! Pirinç tarlaları ya da okyanusta gün batımını izlemekse favorimdi.
Canggu, biraz gelecek sorgulamalarının başladığı yer oluyor bende. Hindistan, Hindistan derken yoga kursuna paramın kalmadığını fark ediyorum :)) Hindistan gezisini başlı başına ayrı bir gezi olmak üzere gelecekteki gezi planlarım arasına alıyorum. Böylece Türkiye'ye dönüş vakti de ufukta görünmüş oluyor :))
Gelelim Ubud'a. Ubud deniz kenarında değil, oldukça turistik ama bohemiyan. Mimarisi, tapınakları, yaşayan hindu kültürüyle çok etkileyici! Organik/sağlıklı yaşam kültürü, yoga kursları/retreat'ler, kreatif mağazaları ile nomad'ları da kendine çeken bir yer. Ben burada çok güzel vegan yemekler yedim misal (kendi yolculuğumda vejeteryanizme doğru adım adım giderken). Aslında yazacak çok şey var ama post çok uzayacak. Özellikle kültürel şeylerle ilgili instagram post'ları yapacağım sonra ara ara. Burada bir akşam dünyada ilk vegan sinema (!) olduklarını iddia ettikleri bir mekanda Before The Flood filminin gösterimine gittim. Canım Leonardo'nun filmi barış için, iklim için oy verin minvalinde sözleri ile bitirmesi ve 3-5 gün sonra Trump'ın başkan seçilmesi trajik oldu, heyecanla bekliyoruz neler olacağını artık.
Peki Bali backpacking için uygun bir destinasyon mu derseniz hayır. Aşırı turistik olduğu için fiyatlar pahalı. Yapılabilecek tonla şey var ama paranız olması gerekiyor. Bali için en elzem şey ulaşım konusu. Endonezya'da online taksiler (araba ya da motor) var. Go-Jek, Grab, Uber gibi. Bunların çoğu Bali'de çalışmıyor. Taksiler mafyalaşmış ama gene de çalıştığı bölgeler de var. Özellikle Go-Jek en rahat ve ucuz olanı. Gideceğiniz yeri yazıyorsunuz, fiyatı belli, güvenilir. Güvenilir online platformlara ihtiyacı bir kez daha çok net bir şekilde görüyorum. Bali'de yürüyen dolar olarak görüldüğünüzü unutmayın. Her 10 adımınızda bir “transport” diye peşinizden gelecekler. Hayır ihtiyacım yok, teşekkürler dediğinizde sizi takip etmeye devam edip “tomorrow?” diye soracaklar. Hahah kaçış yok yani :) Ama her şeye rağmen Bali çok güzel ❤️
Bali'nin ardından Gili Air, Lombok, Yogyakarta ve Jakarta'yı ziyaret ettim. Kısaca;
Gili Air : kafa dinlemece, kafa uçurmaca (evet mekanlarda kocaman 'we have magic mushroom’ yazılarını görebilirsiniz :)), diving
Lombok: Bali'den sonra bakir topraklar, tüm adayı büyük bir köy olarak düşünebilirsiniz. Konsept kafa dinlemece, surfing, diving, trekking. Burada mükemmel aktif bir volkan var; Mount Rinjani. Trekking'e gitmeyi çok isterdim ama volkana armut gibi gidilemeyeceğinden (kıyafet, ekipman vs lazım malum) volkan tırmanışını bucket list'e atıyorum.
Yogyakarta: Sevimli bir anadolu kasabası kıvamındaki, Java adasında bulunan bu şehirde kendinizi rock star gibi hissedebilirsiniz. Sadece beyaz tenli olduğunuz için herkes sizinle konuşmak ve fotoğraf çekilmek istiyor. Çocuklara ise bir yabancı ile görüşme ödevi veriliyor. Çocukların kadın erkek fark etmeksizin herkese 'excuse me sir’ diye yaklaşması ise çok tatlı ❤️ Senede bir sadece bir gün yapılan jazz festivaline denk gelmemiz ise süperdi! 7 tane açık sahne var, millet çocuk çombalak hep beraber festivale gelmiş. Benim memleketimde de, Afyon, her sene jazz festivali düzenleniyor, organizatör��nü her sene tehdit ediyorlar “batı müziği” getiriyor memlekete diye. Okullar sanatçılarla etkinlik düzenlememek için yüz takla atıyor (mesela jazz festivali kapsamında vakti zamanında benim okulumda, fen lisesinde, etkinlik düzenlenmek istendiğinde sevgili okul müdürümüz yaptırmamak için elinden geleni yapmıştı. Öğretmenler gününde ileri vizyonu için kendisini saygıyla anıyorum;)). Konuyu dağıttım biraz. Yogyakarta'da ise festival tam bir aile etkinliği. İkisinin de müslüman ülke olduğunu düşünürsek bizde bir şeyler kesinlikle yanlış (belki de herşey)!
Jakarta: At çöpe, konuşmaya bile değmez :) 170'in üzerinde avm varmış, her köşede bir avm var. Dünyada en çok avm barındıran şehir olabilir belki bilemiyorum.
2 notes · View notes
crocusinvoid · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Peki ya ailen backpacking seyahatine dahil olursa :))
Bilenler bilir. En başından beri annemi babamı da asya macerasına bir ucundan dahil etme planım vardı. Başlarda ilk gidişi beraber yapalım, sonra ben yola devam edeyim diye düşünüyordum ama sonra benim önden gidip ısınmam ve sonra onları yanıma almam daha iyi olur diye düşündüm. İyi ki de öyle yapmışım! Kültür şokunu beraber yaşamamamız ve kendimi çok daha rahat hissederek onları gezdirmem daha güzel oldu.
Aslında niyetimiz sadece sevdiceğim Tayland'da gezmekti 2 hafta boyunca ama seyahat gene kendi planını oluşturdu ve biz 2 haftaya 3 ülke 6 şehir sığdırıverdik ve her şeye son anda karar verdik :)
Bangkok maceramız kralın ölümü ile başladı. Kralın ülke için ne anlam ifade ettiğini ben de o süreçte öğrenmiş oldum aslında. Sohbet ettiğim her tayın kral için ifade ettiği sevgisini pek anlamlandıramamıştım ama kralın ölümü ile sokaklara dökülen ve karalar bağlayan ülkeyi görünce biraz daha netleşti durum. Tayland, güneydoğu asyada istila edilmeyen/sömürülmeyen tek ülke ve bunda kralın ve ordunun payı yüksek. Ülkedeki parlamenter çatışmalar, askeri darbeler sonrası (sonuncusu 2014'te oldu) kral ülkeyi bir arada tutan, birleştirici güç olarak görülüyor. Ülkede her yerde, sokaklarda, evlerde, işyerlerinde kralın, kraliçenin resimlerini görebilirsiniz. Her ne olursa olsun bir insanın yarı ilahi görülmesini anlayamayacak olsam da (halbuki niye ki ;)) konuya geri dönecek olursak Bangkok'ta kralın ölümü ile trafik felç oldu, tüm ülke karalar bağladı (herkes siyah giyiniyor ve devlet siyah kıyafetlerin tükenmemesi, gerekli tedariğin sağlanması için ciddi ciddi önlem aldı), 1 ay yas ilan edildi, ülke çapında tüm eğlence faaliyetlerine kısıtlama getirildi (Koh Phangan'da Full Moon Parti iptal edildi o derece), tüm kanallar siyah beyaz yayın yaptı, gazeteler siyah beyaz basıldı ve günlerce sadece kral hakkında yayın yapıldı.
Kralın ölümüyle beraber trafik felç olduğu için biz her yere yürüyerek gittik, caddelerde bol bol egzoz yuttuk, sadece lokallerin kullandığı botla ulaşımı çözdük :)) Wat Pho, Golden Mount gibi görülmesi gereken tapınakları gezdikten sonra Bangkok'ta yapılması gereken şeylerden biri Chatuchak Weekend Market'i ziyaret etmek. Ucu bucağı bulunmayan bir pazar yeri burası, aklınıza gelebilecek herşey satılıyor ve fiyatlarda ölümüne pazarlık etmeniz gerekmiyor (normalde asyada kim kime ne kadar geçirebilirse mantığı ile satış yapılıyor). Bizimkilere dedim ki hediyelik alınacak herşeyi buradan alalım, bu defteri kapatalım :)) Bangkok'a 3 kere gitmiş biri olarak tavsiyem budur :))
Bir gün ise günübirlik Ayutthaya'ya gittik yani 14-18. yy'larda Siyam Krallığının başkentliğini yapan yere. Muhteşem tapınaklarla dolu, oldukça mistik bir yer. Gitmenin en ucuz yolu Bangkok'ta Victory Monument'ın ordan kalkan minivanlara binmek (1-1.5 saatlik yolculuk 60 Baht yani yaklaşık 5.5 TL). Gidince de bir tuktuk kiralayıp istediğiniz tapınakları geziyorsunuz. Komik taraf 90 kilometrelik yola 3 kişi 180 Baht verirken tuktuğu 600 Bahta (~ 55TL) kiralamamız. Ee turistik şeylerden kaçınmak da bir yere kadar ;)) Çok fazla tapınak olduğu için nereleri görmek istediğinize önceden karar vermiş olmak gerekiyor. Mutlaka görülmesi gerekenler bence Wat Yai Chaimongkon ve Wat Phra Si Sanphet.
Bangkok'tan sonra deniz tatili için Krabi mi yoksa Koh Samui mı yapsak diye ölümüne kararsızken rotayı Krabi'ye çeviriyorum. Bum, yanlış karar! 3 gün boyunca sürekli yağmur yağıyor :( Gerçi yağmur gene de bizi ada turu yapmaktan geri koyamıyor, ben arada bikinimin üstüne hırka giydim ama olsun :D
Planların değiştiği yer burası, Krabi oluyor. Malezya sınırına bu kadar yaklaşmışken Malezya, Singapur yapmaya karar veriyoruz ve yeniden hiç sevmediğim yere Kuala Lumpur'a gidiyoruz :)) Bildiğim yerlere gitmemiz rahat oluyor, tur rehberi gibi gezdirebiliyorum bizimkileri. Kuala Lumpur'un simgesi olan Petronas Twin Towers bizimkileri çok etkiliyor, KL'yi seviyorlar hemen. Bu gezide çok gitmek istediğim önceden gidemediğim Melaka'ya da gidiyoruz günübirlik. Malezya'ya gideceklere tavsiyem şudur; KL'yi boşverin, mutlaka ama mutlaka Melaka'ya ve Georgetown, Penang'e gidin! Melaka çeşit çeşit yemekleri, rengarenk sokakları, Portekiz/Hollanda/İngiltere sömürge döneminin mimari izleri ile çok canlı, insanın içini ısıtan bir şehir. Günübirlik otobüsle gidiyoruz ve hep toplu taşımayı kullanıyoruz (backpacking seyahat ruhunu bizimkilere de aşılıyorum :)). Baya yorucu oldu ama Melaka için kesinlikle değdi! Asyada otobüs kullanımı ile ilgili bir not düşmek istiyorum. Otobüsler için buzhane denebilir sevgili dostlar. Dönüşte otobüsün sıcaklığı 25 dereceden 19 dereceye düştü 2 saat içinde, hırka falan kar etmedi, buz kalıbı şeklinde indik otobüsten, çözülmemiz baya zaman aldı :))
Böylesine yorucu bir Melaka seyahatinin ardından ertesi gün sabahın köründe 3-5 saat uyuyup Singapur'a uçuyoruz. Singapur için diyebileceğim şey koca bir wowwwww! Büyük şehir fanı olmasam da medeniyet güzel şey azizim :) Çok pahalı, çok görkemli, çok modern, herşey çok kolay özellikle ulaşım ve luxury alışveriş cenneti. Şehrin her yerinde pırıltılı reklamlara maruz kalıyorsunuz ve her yer ışıl ışıl, aslında görsel olarak beyni yoracak seviyede stimulasyon var. Singapur gezimizi en güzel kılan 2 şey Marina Bay Sands'te Wonder Full isimli lazer ve su şovu ile Universal Studios. Wonder Full'u gerçekten ağzım açık izliyorum. Teknoloji ve sanatın bir araya gelmesi (bu esnada dünyadaki gelişmişlik seviyesini ve bizim ülke olarak nelerle uğraştığımızı ve ne kadar geride olduğumuzu düşünmeden edemiyorum) ve üstelik ücretsiz! Universal Studios'ta ise çocukluğumuza geri dönüyoruz. Binmediğimiz, denemediğimiz bir şey kalmadı. Battlestar Galactica Roller Coaster'ına binmeden önce (3 kere bindik eheh) benim her seferinde adrenalin patlaması yaşamam ve korkudan altıma edecek olmam, annemin de bu esnada tüm sakinliğini koruması ve çılgınca eğlenmesine ne demeli peki :)) Babam tansiyonu olduğundan hiç bulaşmadı. Ama ben bu gezide şunu gördüm; annem babam benden genç valla :))
Yorgunluktan ölmüş bir şekilde Bangkok'a dönüp ertesi gün bizimkiler Türkiye'ye yolcu oldu, bense Bali'ye yol aldım. Bundan sonraki iş hayatım (çalışmayacağımı düşünüyordunuz dimi, bomba gibiyim, çalışmaya tam gaz hazırım :)) 2 hafta dünyanın bir yerlerinde ailemle seyahate fırsat tanır mı bilemiyorum ama fırsatım varken kaçırmak istemedim. Çok da güzel oldu ❤️ Öpücükler beni her durumda hep destekleyen süper anneciğime, babacığıma, seviyorum sizi. Sıra fırsat olduğunda, koşullar müsaade ettiğinde ablam/eniştem/minik kuzu böceğimle bir çılgınlıkta ❤️
1 note · View note
crocusinvoid · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Foto 1: Pai'de mutluluktan uçmak Foto 2: Çok sevgili Joey. Ayrıca fotoğraftaki o minnak kedi beni öyle çok sevdi ki tüm gece kucağımdan hiç inmedi ❤️ Foto 3: Mükemmel insanlar serisi, tantra kursu grubu
Seviyorum seni Tayland ❤️
Uzun zaman oldu, yazamadım. Öyle dolu dolu geçti ki son 1 ay kendim bile hızı karşısında şaşırıyorum. Biraz geriye sarıyorum şimdi.
Kamboçya Phnom Pehn'den Bangkok'a 15-16 süren bir otobüs yolculuğunun ardından otobüs bizi trafiğin göbeğinde bir yerde indiriyor. Hava yağmurlu. Yorgunum, açım, telefonumun şarjı yok. Nerede olduğuma dair en ufak bir fikrim yok. En yakındaki alışveriş merkezi gibi görünen bir yere giriyorum. Restoranların hiçbirinde priz yok. Ama burası Tayland, güzel insanlar ülkesi. Telefon aksesuarları satan tezgahtar bir kız telefonumu şarja takıyor, git sen yemek ye diyor bana. Hatta sonra hostel bulmama da yardımcı oluyor ama ben hostel world'den hemen etraftaki hostelleri tarayıp en ucuzuna doğru yola koyuluyorum. Backpacking seyahat ederken planlama, rezervasyon gibi şeyler hayatından çıkıyor. Gittiğin yerdeki bir iki hostele uğrayıp birinde kalıyorsun. Çoğu şey hep sponten :)
O kadar yorgunluğun üstüne hastalanıyorum tabi (paniğe gerek yok, ciddi bir şey değil :)). 2 gün hostelde full yatış modunda takılıyorum. Bu arada hostelin garip bir atmosferi var. Bir kere çok rahat. Ortak alan oldukça geniş, mutfak var, projektör/perde var istediğin zaman film/dizi izliyorsun. Kimle tanışsam burda çalışıyorum diyor. Ee diyorum ben de 1 hafta sizinle çalışayım o zaman ve Siam Journey Guest House'da 10 gün kalıyorum böylece. Bu sefer çalışma çok çok basit. Haftada 4 gün çalışıyorsun. Sabah vardiyası 5 saat, check in/check out işleri, ortalığı toparlama (5 dk falan sürüyor :)), yatakları değiştirme. Gece vardiyası 12 saat ama neredeyse hiçbir şey yapmıyorsun sadece resepsiyonun ordaki rahat kanepede yatıyorsun yatağın yerine, insanlarla sohbet muhabbet, ortalığı toparlama vs. 4 gün çalışma karşılığında 1 hafta ücretsiz konaklama, daha ne olsun :)
Sürekli seyahat halindeyken arada durma ve bir yerde sabitlenme ihtiyacı hissediyor insan. Bu ara bana çok iyi geliyor. Film izliyorum bol bol, Game of Thrones'un son 3 bölümü kalmıştı mesela onları izledim (ee tabi ki perdeden izlemek çok daha keyifli keh keh), annemin babamın asya seyahatlerini planlıyorum, Hindistan'da yoga kurslarını araştıyorum, Tayland vizemi uzatıyorum göçmenlik bürosuna gidip, yakın bir parktaki onlarca tayın katıldığı aerobik dersine gidiyorum (acayip eğlenceliydi aerobik demeyelim de müzik eşliğinde rastgele zıplama desek daha doğru olur :D), hayvanat bahçesine gidiyorum, modern sanat müzesini ziyaret ediyorum, Bangkok'un ulaşım sistemini çözüyorum (Bangkok'ta halk otobüslerini çözmek her baba yiğidin harcı değil belirtmeden geçemicem :)) gibi gibi. Hostel de müslüman Tay mahallesinde (nereye gitsem müslüman bölgesini buluyorum ne hikmetse koskoca budist ülkelerde bile), turistik bölgede olmadığından yerel halkın yaşamını da yakından görme şansım oluyor böylelikle. 10 gün boyunca hep street food yiyorum. 3 öğün yemeğim, taptaze meyvelerim, meyve sularımla günlük harcamam 200 baht civarı oluyor yani yaklaşık 17TL.
Sonra yolculuk Chiang Mai'ye. Chiang Mai çok turistik ama çok güzel :) Tayland'ın freelance/nomad şehri. Bol miktarda batılı var. Ortam oldukça enternasyonel, insan haliyle komfor alanına bir tık daha geri dönmüş hissediyor :) Vardığım günün gecesi internette dolaşırken ‘6 days tantra immersion course’ görüyorum. Aslında niyetim Chiang Mai'da 2-3 gün kalıp daha çok Pai'da vakit geçirmek iken kurs beni kendine çekiyor. Gece 10'da ertesi sabah başlayacak kurs için mail atıyorum yer var mı diye, 1 saat sonra cevap geliyor ve son dakikada kursa dahil oluyorum.
Kısmen bilenler için tantra diyince aklınıza Californian Tantra olarak geçen, saptırılmış, ergenvari tantra gelmesin. Tantra aslında hem budizmde hem de hinduizmde kendine yer bulan bir düşünce sistemi/inanış/felsefe. Kursta tantra felsefesini öğrenmenin yanı sıra, yogadaki yansımalarını deneyimliyoruz. Belki daha sonra detaylı yazarım tantra ile ilgili.
Bu kurs aynı Mindfulness Project gibi benim için çok özel oluyor. Dünyanın dört bir yanından mükemmel insanlarla tanışıyorum. Ortamda öyle bir enerji var ki baştan sona sevgiyle doluyor insan. Özellikle son bir iki gün üzerimden sevgi aktığını hissediyorum, kalbim yerinde duramıyor, ruhum enerjiyle dolup taşıyor. Tantrada ‘principle of resonance’ var. Aslında bu bildiğimiz fizikteki rezonans prensibi. Ortamdaki enerji, herkesin yaydığı titreşimler belli bir frekansta olunca sen de doğal olarak o enerjiye geçiyorsun. Bu süreçte bir yandan beynimde çılgın sorgulamalar dönüyor, durduramıyorum. Sanki bir adım uzağa çekilip kendimi izliyorum, ilişkilerimi gözden geçiyorum, duygularıma farkındalıkla bakıyorum 'mindfully’. Türkiye'deki nevrotik ruh halinden sonra bu enerji çok iyi geliyor.
Kursun hemen ardından 3 günlüğüne Pai'ya gidiyorum ve kalbimin bir kısmını orada bırakıyorum. Sanırım ben Pai'ya aşık oldum :) Pai, Tayland'ın hippi kasabası. Harikulede doğası ve süper bir atmosferi var. Tantra kursundan Brezilyalı arkadaşla beraberiz Pai'da ve süper zaman geçiyoruz. Kaldığımız hostelin sahibi ve arkadaşı Joey ile de ahbap oluyoruz. Joey de alternatif yaşama geçenlerden. Underground Valley isimli bir yerleri var. 4 kişilik bir komün. Kendi gıdalarını kendileri üretiyorlar. Yaşadıkları yeri doğal mimari yöntemleri ile kendileri inşa etmişler, hala daha ediyorlar. Para ile oldukça sınırlı bir ilişkileri var. Yaşadıkları alan (öyle mükemmel ki, yemyeşil dağlarla çevrili, bir tarafta nehir) aynı zamanda kamp ve konser alanı. İsteyen gelip çadırını kuruyor, üstelik ücretsiz. Senede birkaç kerede elektronik/trans müzik festivali düzenliyorlar ve kazanılan para civardaki köylerin çocukların eğitimi için harcanıyor. Aralık ayında düzenleyecekleri festivalin parasıyla okul yapacaklar örneğin. Joey için Tay Bob Marley denebilir. Rastalı saçları, elinden eksik olmayan otu, dünya barış kardeşlik gülüşüyle tam bir hippi ama haftanın 3 günü köye çocuklara organik tarım öğretmeye giden, festival paralarıyla okul yapan, kendi kendine yeter bir hayata geçiş yapan bir hippi. Joey'nin bir lafı var;
“Whenever you have nothing to do, come to Pai. Whenever you have something to do, do it first and then come to Pai.”
Bu seyahat ile Tayland benim kalbimde çok özel bir yere yerleşiyor. Tayland'da kendimi hep çok güvende hissettim. Malezya'dan ya da Kamboçya'dan Tayland'a geçtiğimde hep bir eve dönmüşüm hissi oluştu, hep bir tebessüm yayıldı yüzüme. Tayland'a 'land of smiles’ deniyor ve gerçekten Taylar hep gülümsüyor, hep kibar. Budizmi ve mistik havayı en güzel soluyabileceğiniz yer burası. Mindfulness Project ve Tantra kursu ise tüm seyahatimin en anlamlı ve özel kısımları oldu. Tayland'a bir daha yolum düşerse biliyorum ki ilk durağım Pai olacak. Ne güzel şeysin sen Tayland ❤️
0 notes
crocusinvoid · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Foto1: Mahallenin çılgınları :) Foto2: Herşeyi güzel, Kampot Foto3: Happyland'deki bıdıklarım Sopiya ve Soriya Foto4: S21'den kurtulan ve hala yaşayan adamın kitap yazıp S21'de stand açması ve tüm gün orda oturması (aylarca işkence edildiği yerde)!! Reklam amacıyla parmakların arkasında adamın gülen fotoğrafını çekmelerini hele nasıl bir kafayla yapmışlar çözebilmiş değilim!!!
Kamboçya Anıları Sürerken
Şu anda yataklı otobüsteyim. Phnom Penh'den Bangkok'a seyahat ediyorum. Yola çıkalı 9 saat oldu. Aslında sınıra kadar 8 saat sürmesi gerekiyordu ama henüz varamadık. Buralarda size söylenen yolculuk sürelerinin üzerine hep birkaç saat eklemeniz gerekiyor. Bir de otobüsler hiç zamanında kalkmıyor, Kamil Koç gibi, hep rötarlı ;) Buradaki yataklı otobüs konseptini açıklayayım. Bildiğin tren gibi otobüsler var burda. Yataklı tren nasılsa yataklı otobüs de tam olarak aynısı. Yata yata gidiyorsun süper olay. Bence bu konsept Türkiye'ye gelmeli. Girişimciler, otobüs firmaları bunu bir düşünsün bak ;) Yatarak gitmek güzel olsa da burada yollar çok kötü olduğundan otobüste giderken bile baya sarsılıyorsunuz.
Kamboçya'daki en sinir bozucu olay tuktukcuların sizi delirtmesi. Genel olarak Kamboçya'da toplu taşıma yok. Phnom Penh'de birkaç hat üzerinde otobüs var ama yerli halk otobüsler trafiği mahvediyor diye hiç sevmiyor otobüsleri. Tuktuk dediğimiz şey genel olarak güneydoğu asyadaki yaygın bir motorlu taşıt. At arabası gibi düşünün, nasıl 4 kişi oturur, açıktır etrafı sağı solu görürsün. Hah, işte aynı konsept, sadece at yerine motor var :) Ülkede adım başı tuktuk var ve sizi yani batılı birini (orta doğulu da olur - turist diyelim ;)) gördükleri anda ‘tuktuk, lady tuktuk!’ diye yakanıza yapışıyorlar ve bunun yürürken her 3-5 dk'da bir olduğunu düşünün. Cevap almadan peşinizden ayrılmıyorlar ve hayır deseniz bile ikna etmeye çalışıyorlar. Cinnet geçirilesi! Bir de Phnom Penh'de motor taksi var. Scooter, en yaygın ulaşım aracı olduğundan Phnom Penh'te motor taksi konseptini çıkarmışlar. Atlıyorsun bir scooter'un arkasına, o seni götürüyor gideceğin yere. Tabii ki tuktuk olsun, motor taksi olsun hep pazarlık etmeniz gerekiyor. Tuktukcular fix 5 dolar diyor misal. 2-3 dolara bağlıyorsunuz. Motor taksi de 1-1.5 dolar civarı. Sürekli pazarlık etmek zorunda olmak, turist olduğunuz için sürekli kazıklanmak sinir bozucu. Pazarlık, Asya'da ticari kültürün bir parçası. Türkiye'de de kısmen devam ediyor ama sevmiyorum bu muhabbeti! Bizde turistlere sağlam geçirirler ya benim de bunu en çok hissettiğim yer Kamboçya oldu. Bu arada Türkiye ile Kamboçya arasında benzerlik kurmadım değil. Yolsuzluk olsun, insan düdüklemek olsun, zengin-fakir arasındaki gelir uçurumu olsun, var yani ortak özellikler ;)
Phnom Penh'de bir arkadaşın arkadaşında yani Kamboçyalı bir kızın evinde kaldım. Lokallerin yaşantısına daha yakından göz atma şansım oldu böylece. Kızcağız kazandığı paranın önemli bir bölümünü kiraya veriyor (tanıdık geldi mi?) ve kaldığı tek bir oda. 1+1 gibi düşünmeyin, tek bir oda sadece 15 m2 falan. Banyoda tuvaletin sifonu ya da lavabo yok misal. Musluk ve duş var sadece. Sıcak su zaten yok. Bu arada Kamboçya'da kaldığım hiçbir yerde de sıcak su yoktu. Gerçi ihtiyaç da pek yok. Demir yataklığın üzerinde ince bir mat var, yatak yerine. Bu kız, 22 yaşında. İngilizce mütercim tercümanlık ve aynı zamanda muhasebe son sınıf öğrencisi. Bakanlık bünyesinde çalışan Japon bir ulaşım firmasında yönetici asistanlığı yapıyor. Oldukça açık görüşlü, tatlı sohbetli, çalışkan bir kız. Böyle eğitimli bir kızın yaşamaya gücünün yettiği ev burası, kirası 80 dolar. Kamboçyada asgari ücret de 140 dolar civarlarında diye okumuştum.
Bu esnada aynı sokakta yaşayan komşularla tanışma fırsatım oldu. Mahalle kültürü hala korunuyor. Herkes birbiriyle sohbet halinde. Bir grup kafadar arkadaş topluluğu var ki çok tatlılar. Neredeyse her akşam evlerden birinin önüne, sokağa masa atılıp bir güzel içiliyor ama sağlam içiliyor! Burada adet birayı buzlu içmek. Masa kuruluyor, içkinin yanına yemekler hazırlanıyor, karaoke seti kuruluyor, hatta disko ışıkları bile var duvara yansıttıkları :) Çok sıcakkanlı, misafirperver ve mutlular. Ben ilk defa önlerinden geçerken beni de hemen masaya davet ettiler. Bunlar öyle bir hızla oluyor ki zaten biri birayı açarken diğeri hemen sandalyesine buyur ediyor “come, come, drink” diye. Çatpat ingilizceleriyle anlaşmak için öyle çabalıyorlar ki, bana biraz kımerce de öğrettiler. Sonra ışıkları kapatıp, disko ışıklarını yansıtıp her beraber oynadık ve sürekli kadeh tokuşturduk. Burada adet her 10 sn'de bir falan kadeh tokuşturmak. Normalde kadınların içki içmesi Kamboçya'da çok yaygın değil. Bu ekipte kadın, erkek herkes alkolik :) Hatta bir de baba kız var ekipte. Anne içerde yemek yapıyor, erkek çocuk hizmet ediyor, baba kız sofrada keyif çatıyor, garip :) O geceden sonra da ne zaman onları görsem hemen sofraya dahil olup, ekibin bir parçası oldum. Hoşçakal demekse hüzünlüydü biraz.
Kamboçya'daki gezi rotama gelince Siem Reap - Sihanoukville - Koh Rong - Kampot - Prey Sandek - Phnom Penh hattında 1 ay geçirdim.
- Siem Reap, zaten Kamboçya'ya gelenlerin bir numaralı adresi çünkü meşhur Angkor Tapınakları burada. Her ne kadar Angkor Wat en meşhuru olsa da bence Ta Prohm en ilginci. Tomb Raider'ın çekildiği yer olmakla ünlenen, tapınaklarla ağaçların iç içe geçtiği fantastik bir yer gerçekten! Alana giriş ücreti 1 günlük 20 dolar, biraz hikayesini de dinleyeyim rehberli tura katılayım derseniz o da 13 dolar. Evvelinde Angkor'un tarihini, mitolojik açıklamaları öğrenmek isterseniz Siem Reap National Museum'u ziyaret etmeniz gerekiyor. Müzenin giriş ücreti 12 dolar, audio 5 dolar. Çok pahalı olsa da bence müze buna kesinlikle değer çünkü asıl hikayeyi burada öğreniyorsunuz turdan ziyade. Etti mi 50 dolar sırf Angkor için harcanan para! - Sihanoukville'de Serendipity Beach'te 1 gün kaldım. Bildiğin apaçi turist mekanı. Otres Beach'e güzel diyorlar. Gitmeyi düşünenler oraya gitsin. - Koh Rong, parti ve mükemmel sahiller adası. Onu ayrıca yazmıştım ;) - Kampot benim Kamboçya'daki favori yerim oldu. Ortasından nehir geçen, geniş geniş caddelerin olduğu, oldukça enternasyonel, yemyeşil dağların arasında tam kafa dinlemelik, huzur bulmalık yer. Bir de mükemmel italyan yemekleri yapan bir sokak restaurantı keşfettim Ciao diye. Ne alaka diyeceksiniz ama öyle demeyin çünkü insan özlüyor :( Sahibi çok tatlı bir italyan ve pizzanın, makarnanın hamurunu siz sipariş verince açıyor. Mamma miaaaa! Son gün gidip daha önceden gidemediğime öyle pişmanım ki! Üstüne üstlük ucuz ve çok güzel fransız kırmızı şarabı da servis ediyor. Kampot'ta Destan ve Eyüp ile de tanışmam ve şansıma onlara Türkiye'den erzak gelmesi ve bizim rakı gecesi yapmamız! Probiyotik yoğurttan haydari bile yaptık ve herşey öyle lezizdi ki :) Destan ve Eyüp tam anlamıyla gezginler, hayatlarını yolda geçirmek niyetindeler. Welcome bye bye isimli de blogları var, göz atmak isteyen olursa ;) - Prey Sandek ise bir köy. CPOC (Conscious People Organizing Change) Happyland isimli kuruluş bu köyün çocuklarına ingilizce öğretiyor. Ben de 5 günlüğüne çok kısa bir sürede olsa uğrama fırsatı buldum. Çocuklarla birşeyler yapmak, birşeyler öğretmeye çalışmak çok değerli. Öğretmenliğin ne kadar yaratıcılık ve sabır gerektirdiğini bir kere daha gördüm :) Aynı zamanda stk'ların işleyişlerinin/sistematiklerinin nasıl olması/olmaması gerektiğini de gözlemleme şansım oldu. Ortaya konan emek çok değerli iken planlı bir organizasyon yapısı olmadığında ne kadar verimsiz ilerlendiğini yeniden fark ettim. Bir yeri incelerken içimdeki mühendis hep başını uzatıyor :) - Ve Phnom Penh. Allahım tam bir kaos! Sadece soykırım müzesini gezmek ve tarihi hakkında bilgi edinmek için gitmek istedim. Öncelikle trafik, benim hayatımda gördüğüm en kaotik ve korkunç trafiğe sahip şehir. Şehir ortasından Tonle Sap ve Mekong nehirleri geçiyor. Nehir kenarında yürüyüş yaptığınızda sanırsınız ki Kordondasınız, Selaniktesiniz. Gayet şık restaurantlar, fransız mimarisi, modern binalar, son derece lüks arabalar.. Kamboçya'nın geri kalanı ile tam bir zıtlık içinde. Gelelim soykırım meselesine. 1975-79 yıllarında Pol Pot önderliğinde Kızıl Kımerler yaklaşık 2 milyon insanı katlediyor. Stalinism ve maoizmden etkilenerek komünist bir rejim kurma ideali ile ülkedeki okumuş, eğitimli, şehirlerde yaşayan insanların çoğu işkence edilerek öldürülüyor. Tuol Sleng müzesi, dönemin en önemli hapishanelerinden biri, namı diğer S21. Burada öldürünlerin fotoğrafları, yapılan işkencelerin görselleri ve açıklamaları, bireysel/toplu tutuklamalar, dönemde yapılan uygulamalar (örneğin birbirini tanımayan insanların devlet zoruyla evlendirilmeleri), kurtulanların hikayeleri gibi döneme ait herşey tüm açıklığı ile anlatılıyor. Detaylara girmicem zira sayfalarca yazılır. Merak edenler S21 Killing Fields belgeselini izleyebilir. Yaşananlar çok acı, insanların çılgınca birbirini öldürme ve katletme arzusu hiç geçmiyor. Bundan sonra bir daha hiç yaşanmayacağını keşke bilsek ama bu çok iyimserlik olur değil mi? Müzeyi gezdikten sonra bir de ölüm tarlalarını yani insanların toplu olarak katledildikleri toplu mezarları gezmeye psikolojik gücüm kalmıyor.
0 notes
crocusinvoid · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Foto1: Fish Isle, Kampot'ta bir köy evi Foto2: Happyland'de toplanan yağmur suyu ile çamaşırlar, bulaşıklar yıkanıyor Foto3: Bokor Tepesi, Kampot
Kamboçya Anıları
Bir yerde zaman geçirdikçe oranın yaşam biçimi normalleşmeye başlıyor. Asyada 2 ayın ardından bana normal gelen şeyler muhtemelen ilk defa gelen birini hayret içinde bırakacaktır.
Temizlik anlayışı ile başlayalım. Burada neredeyse hiç temizlik yapılmıyor oluşu ve bizim evleri temizlemek için harcadığımız vakit, annelerin kendini helak etmesi aklıma geldikçe istemsiz gülümsüyorum. Annem burada kafaları yer misal :) Kamboçya'nın da kalbur üstü kısmı mutlaka ki var ya da büyük şehirdekiler farklı olabilir ama köy hayatını Kamboçya'da 5 günlüğüne çocuklara bişiler öğretmek için gittiğim köy üzerinden ve etrafta gördüklerimden örnekleyeyim. Evlerde eşya pek yok. Yerde oturmak kültürün bir parçası. Hamak desen bağlayacak iki şey bulunduğu müddetçe her yerde. İnsanlar sıcakta ne yapıyor derseniz sürekli yamakta ya da bir şeylerin üzerinde uyuyorlar. Evlerin alt katı yani giriş katı açıklık yağmurdan selden korunmak için. Mutlaka bir iki hamak gerili oluyor buralarda. İkinci kat klasik dört tarafı kapalı alan ise yaşadıkları yer. Hayvan severler, örümcekler, örümcek ağları, çeşitli haşeratlar evin ayrılmaz bir bütünü. Böcekten, örümcekten korkan insanların işi zor buralarda (tabi klasik turist olarak takılırsan problem yok otelde kalacağından). Eve çıplak ayakla giriliyor ama her yer ve üstün başın toz içinde olduğu için evin içi de biraz öyle oluyor. Çamaşır bulaşık leğenlerde yerde elde yıkanıyor. Suyunu yıkadığın yere oracığa döküveriyorsun :) Mesela sen bulaşık yıkarken tavuklar kazlar gelip leğenden su içip yemek kırıntılarını otlanıyor :) Tezgah konsepti pek yok. Yemek hazırlığını da yerde yapıyorsun. Uyum sağlamakla ilgili benim bir sıkıntım yok ama temiz evi ve toz içinde olmamayı özledim yahu :)
Gelelim Kamboçya'daki çöp problemine. Korkunç boyutlarda. Kamboçyalılarda çöpü çöp kutusuna atmak diye bir şey yok. Doğası o kadar güzel ki her yer göz alabildiğince yemyeşil ama istinasız her yer çöp dolu ve en çok da plastik şişeler :( Birkaç örnek; Koh Rong adasındaki çöpler botlarla ana karaya taşınıyor. Oradaki Türklerle muhabbet ederken öğrendim ki çöplerin %70'i ana karaya varmadan denize boşaltılıyormuş. Zaten iskelenin orda çöp yığını var. 5 günlüğüne katıldığım CPOC (Conscious People Organizing Change) Happyland projesinde de durum çok vahim. Batılıların olduğu bir yerde en azından çöplerin ayrıştırılmasını beklersiniz dimi? Fakat burda yok. Tabi benim gelince ilk sorguladığım şey bu oldu. Sadece plastik şişeleri (ama buna sadece şişeler dahil) ve teneke kutuları ayırıyorlar. Kilosu 1 dolara satılıyor. Zaten ülkede geri dönüşüm konseptinin olduğuna çok emin değilim. Neyse burası köy gibi bir yer olduğundan çöp toplama hizmeti yok. İnsanlar çöpleri yakıyor, Happyland'de de öyle ama zaten çöpün yarısı sokaklarda. Bu durumu görünce gerçekten içim acıdı. Happyland için birkaç hemen uygulanabilir öneri ile geldim. Örneğin en azından organik atıklar ayrıştırılarak kompost yapılabilir yada tavuklara, kazlara verilebilir. Tabii ki denenmiş vakti zamanında, hatta bahçede biraz para da harcayarak güzel bir kompost alanı hazırlamışlar. Bir haftasonu gönüllüler bir yere gidiyorlar ve döndüklerinde bir traktörün kompost alanını mahvettiğini görüyorlar. Bana söylenen Kamboçyalıların yapılan değişiklikleri kendilerine tehdit gibi algıladıkları ve pek hoşlanmadıkları yönünde. Happyland'e gelen çocukların çöpleri çöp kutularına atmaları ise uzunca bir sürenin sonunda oluyor, o da kısmen. Kampot'ta iken Bokor Tepesine giden bir tura katıldım. Tur şoförü elindeki plastik şişeyi göstererek gülerek anlatıyor; ‘turistlerin yanındayken dikkat etmeye çalışıyorum çöpleri sağa sola atmamaya ama gene de bazen unutuyorum, atıveriyorum. Bizim için çöpleri savurmak normal.’ Sanki çöpleri sokağa atmak kültürel bir şeymiş gibi bahsediyor durumdan :(
Yemek konusuna gelince. Malum bizler yemek konusunda muhafazakarız biraz. Gerçi biraz mı :) Burada yemekler bambaşka tabi. Tüm güney doğu asyada olduğu gibi Kamboçya'nın da temel gıdası pirinç. Hatta burada pirinç mevzusu Tayland'a ve Malezya'ya kıyasla 3-5 tık ilerde. Noodle var ama diğer yerlerdeki kadar yaygın değil. Yerel halkın kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği değişiklik göstermiyor. Pirinç, domuz eti ve yumurta sabah kahvaltısı olabilir örneğin. Buradaki (asyadaki) pirinç pilavı bizimki gibi değil haliyle. Pirinç yağ, tuz, hiçbir şey eklenmeden pişiriliyor yani bize göre sıfır lezzet, bizim oraların tabiriyle tadımsak :) Buralarda pirinç, ekmeğin karşılığı. Ekmek bulmak Malezya ve Tayland'da daha zor ama Kamboçya'da daha yaygın. Belki yerleşik batılı daha çok olduğundadır yada fransız sömürgesi etkisi olabilir. Happyland'in önündeki caddeden sabahları motorla ekmek satan ‘ekmek abi’ geçiyor. Hopörleri var. ‘Pampam’ kelimesini duyunca koşup ekmek abiyi durduyoruz ve ekmek alıyoruz :) Kamboçya'da turistik yerler tam turistik ve restaurantlar genelde yabancılar tarafından işletiliyor. O yüzden batı yemeği yaygın. Her ne kadar batı yemeği yaygın olsa da ve Koh Rong'da Türklerin işlettikleri yerlerde Türk lezzetlerini kısmen yakalamış olsam da neyi özledim derseniz beyaz peyniri ve zeytini!
Buradaki çılgın şeylerden bir diğeri ise trafik. Türkiye'de de trafik yeterince manyak. Karadeniz'in, Akdeniz'in dönemeçli yollarında çılgın sürüşlerden geçtik hepimiz, çok şükür alışkınız. Ama burası bir başka dostum :) Genelde ulaşım aracı minivan. Şoförler kendini rallide sanıyor. Sağlı sollu makas atmalar, son saniye frenleri, bangır bangır müzik çalmalar. Anlatılmaz, yaşanır gerçekten! Tabii etkiyi artıran bir diğer şey ise Kamboçya'da yolların çok kötü olması. Siem Reap - Sihanoukville - Kampot - Takeo - Phnom Penh arasında yolculuk yaptım ve bir tane düzgün yol görmedim.
Kamboçya oldukça fakir, ülkede rüşvet almış gitmiş, ülkenin para kazanan işletmelerinin çoğu yabancıların ellerinde, herkes rüşvetini verip cebini doldurmanın peşinde yerel halk için katma değer yaratmaktan ziyade ve eğitim seviyesi oldukça düşük. Bunlar üzücü tarafları ama herşeye rağmen insanlar, özellikle de çocuklar gülmeye, gülümsemeye, görkemli Angkor tapınakları milyonlarca insanı ağırlamaya ve yemyeşil doğa ana insanları kucaklamaya devam ediyor bu topraklarda.
0 notes
crocusinvoid · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Foto1: Police Beach Foto2: Yürüdüğün patikalarda karşına salıncak hep çıkabilir Foto3: 4K'de meditasyon Foto4: Suns of Beach - cennetten başka bir parça
Kamboçya'da Meşhur Koh Rong Adası
Türk adası olarak ünlenmiş Koh Rong adasında herkes gibi hiçbir şey yapmayarak 9 gün geçirdim. Adada kime naber desen hiçbir şey yapmıyorum, öyle takılıyorum cevabını alıyorsun. Partileme ve yatış adası.
Sihanoukville'den adaya geçmek için feribot iskelesine gittiğimde birkaç türkle tanışıyorum. Hatta iskelenin ordaki işletmenin de Türk olduğunu görüyorum, menüde lahmacun bile var :)
Koh Rong'a vardığımda yağmur yağıyor ama ona rağmen adanın güzelliği karşısında koca bir ‘wowwww’ çekiyorum. Bembeyaz kumu, turkuaz rengi denizi ve yemyeşil ormanları tam bir tropik ada. Adada yol yok. Hep kumsalda yürüyorsunuz. Sürekli kumda bata çıka yürümek başta çekici görünse bile bir süre sonra düzgün bir yolu özler oluyorsunuz. İnsanoğlu böyle nankör işte :)
Feribotların vardığı Koh Touch sahili en çok otelin, barın, restaurantın olduğu, çoğu turistin takıldığı sahil. Zaten başka bir sahile gitmek isteseniz botla gitmeniz gerekiyor, adanın içinde ulaşım yok. Ormanları yarıp henüz yol yapmamışlar. Gerçi patikalar varmış ama pek bilinmediğinden kullanılmıyor.
Kamboçyada yerel para birimin yanısıra amerikan doları kullanılıyor ve turistler için fiyatlar dolar üzerinden. O yüzden Kamboçya çok ucuz hikayeleri gerçekten hikaye. Düşük sezonda günlük 3-5 dolara leş denebilecek cinsten dorm odası bulabiliyorsunuz. Bungalow'ların fiyatları ise genelde 20 dolardan başlıyor. Ortalama 5-6 dolara yemek yiyebilirsiniz, 1.5 lt'lik su 0.75-1 dolar. Fıçı/teneke bira 1 dolar. En az para harcayacağımı düşündüğüm ülke Kamboçya iken en çok para harcadığım ülke burası oluyor. Marketlerde bisküvi türevleri genel olarak tüm asya ülkelerinde çok pahalı ama sanırım en pahalı yer Kamboçya. Küçücük bisküvi/çikolata (örneğin mini kitkat) 2 dolar. Magnumu 3-4 dolara satıyorlar.
Burası parti adası olmakla meşhur. Düşük sezonda oldukça az insan olduğu için çılgın partiler yok. Ot ucuz, her türlü maddeyi bulmak mümkün. Yalnız mekanlarda müzikler çok kötü. Genelde popüler müzik çalıyor. Partilerde ise trans/elektro. Bu tarz partileme olayı beni pek açmadı haliyle.
Adada 5 yıl önce 5-10 tane mekan varmış. Adanın turizme açılmasında ise Türklerin payı çok. Gerçi adanın gelişimi oldukça çarpık da neyse politika yapmayayım :) Adanın yarısından fazlasının sahibi bir Türk. İşletmelerin yarısı türklerde. Bir kısmı ingilizlerde, bir kısmı ise kımerlerde. Adaya hızlı feribot ulaşımı da, elektrik sağlanması da türklerin elinde. Adada altyapı yok. Lağım denize veriliyor. Koku yada görsel açıdan bir problem yok ama gene de lağımın denize verilmesi çok kötü.
Adada tam sayısını bilmemekle beraber 40-50 kadar türk var. Herkesin hikayesi başka başka. Medyada yada popüler bloglarda işin hep magazinsel yönü anlatılıyor ama durum göründüğü kadar toz pembe değil haliyle. Benim konuştuğum kişiler içinde son bir iki yıl içinde gelenler genel olarak Türkiye'deki siyasi/ekonomik durumdan illallah demiş ve kaçmış kişiler. Buradaki tekel bayiyi işleten, eskiden tır şoförü olan abimiz türkiyede para kazanamadığından buraya gelmiş. Ailesi ise türkiyede. Gezi olaylarından sonra ülkede kalmak istemeyip kaçan genç arkadaşlar var. Turist rehberi olan ama turizmin patlaması nedeni ile para kazanamayan, şansını bir de burada denemek isteyen güzel bir kadın var. Ailesi ile komple buraya taşınan ve burada otel işleten var. Hiç ingilizce bilmeden dünyayı gezen ama herkesle süper anlaşan, burada 1 sene dinlenmeye karar vermiş bir abimiz var. Hayatına aksiyon arayan 60'lı yaşlarda çapkın bir amcamız var. Backpacking seyahat edip burada birkaç yıl kalan var. Çift olarak buraya gelen ve yeni bir hayat kurmaya çalışanlar var gibi gibi.
Buraya gelip otellerde resepsiyonda, barda, restaurantlarda çalışabilirsiniz (Bu arada bu buraya özgü bir şey değil. Asyada turistik yerlerin hemen hemen hepsinde bu fırsat var). Konaklamanızı, yemenizi & içmenizi karşılıyorlar. 7-8 saat çalışıyorsunuz. Biraz da cep harçlığı (200-250 dolar gibi diyelim). Sıkılıp 3-5 ay kaçamak yapmak ve partilemek isteyenler için koşulları belirtmiş olayım :)
Adayı özel kılan şeylerden biri planktonlar. Geceleyin denizin içinde hareket ettikçe grimsi parıltılar oluşuyor, çok muhteşem! Yağmur sezonunda geldiğim için genelde hava kapalıydı. Şansıma birkaç gün hava süperdi. Gece mükemmel ötesi bir gökyüzü, denizde planktonlar, sahilde ateş, hamakta tembellik yapmak, ormanın ve denizin sesi - cennetin bir simülasyonu gibi Koh Rong aynı zamanda.
0 notes
crocusinvoid · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Foto1: Banana circl'ın ardından muz ağaçları dikerken Foto2: Chris, çimento ile ile iş başında Foto3: Yapılan ev işte tam olarak arkamızdaki! Foto4: Ban Kohk Sung'da ahali ile beraber Foto5: Sustainable Community Development Foundation Khon Kaen'e fidelerin taşınması için yardım ederken Foto6: Dr. Tantip hikayelerini anlatırken
Bir sevgi hikayesi; Mindfulness Project / Tayland - Part II
Mindfulness'ın eski yeri bir manastırın yerleşkesindeymiş. Bir gün gönüllüler yağmur yağdığında dışarıda yani manastırın yerleşkesinde bir yerlerde çıplak olarak dans ediyorlar. Haliyle oradan şutlanmışlar :) Ama Christian oldukça sevilen biri. Komşu köyden biri Mindfulness için bir arazi veriyor ona. Böylelikle Mindfulness şimdiki yerine taşınıyor.
Yaşam çok sade, duvarları olan bir bina şimdilik yok. Tuvaletler kompost tuvalet örneğin, yani atıklarınız gübreleştiriliyor. Ayrıntılar için merak edenler google'layabilir :) Yıkanmak içinse kovalar var. Yıkandığınız su etraftaki bitkilere sulama olarak gidiyor. O yüzden tamamen doğal ürün kullanılması çok önemli. Şampuan, diş macunu, sinekten koruyucu sprey gibi temel ürünleri kendileri üretiyorlar. Gerçi çok başarılı olduklarını söyleyemicem, saçlarım oradaki şampuandan keçe gibi oldu :) Çöpler de geri dönüştürülüyor, organik atıklar kompost yapılıyor. Ziyan edilen hiçbir şey yok özetle.
Araziyi veren köylüye gel sana ev yapalım diye ısrar ediyor Christian. Uzunca bir süre kabul etmiyor ama sonunda ikna oluyor. Doğal mimari yöntemleri ile gönüllüler ile beraber bir ev yapılıyor. Fotoğraftaki gibi ev neredeyse bitmiş durumda, ilk gördüğümde inanamamıştım. Koskocaman bir ev! Sadece çatısı dışarıdan profesyonel kişilere yaptırılıyor, şiddetli yağmurlardan korunmada en önemli şey çatı olduğundan. Kalan herşeyi Christian'ın rehberliğinde gönüllüler yapıyor, inanılmaz! Ben ordayken zemine nemden korunmak için kendimizin yaptığı bir çeşit çimento harcı dökmüştük. Ciddi fiziksel güç gerektiren bir işti, biraz kas yaptım sanırım orda :) Bu ev bittikten sonra Mindfulness kendi için yani gönüllüler için ev yapmaya başlayacak.
Bir diğer iş ise permakültür ve bahçe işleri. İlk muz ve guava ağacımı bu proje ile diktim. İnsan çok mutlu oluyor yahu ağaç dikince :) Permakültür uygulamalarından biri olan banana circle yaptık. Daire şeklinde bir alan kazıp içine kompost haline getirdiğiniz organik atıkları döküyorsunuz. Etrafına da muz ağaçları dikiyorsunuz. Komposttan türlü türlü meyve/sebze ağaçları/ekinleri fırtlıyor zamanla. Etrafında onları çevreleyen muz ağaçları ise gölge yapıyor ve toprakta da gerekli mineral tutumunu sağlıyor. Banana circle'ı oluşturduktan sonra yapmanız gereken tek şey beklemek. Bir süre sonra meyve/sebze bahçeniz oluyor.
Gelelim ben ordayken katıldığımız 2 ek projeye. Birincisi Sustainable Community Development Foundation Khon Kaen (SCD) isimli sivil toplum kuruluşunu ziyaret etmemiz ve onlara ufaktan destek olmamız. Bundan 10-15 yıl önce 2 doktor hastanedeki yoğunluğu azaltmak için neler yapabileceğini düşünmeye başlar. Ormansızlaşmadan, monokültür tarımdan, kurak iklimden dolayı Tayland'ın en fakir bölgelerinden biri olan Khon Kaen'de fakirliğin getirdiği yetersiz beslenme, eğitimsizlik nedeniyle sağlığa yeterli özeni gösterememe gibi temel sorunları aşmadıkları müddetçe hastanedeki kalabalığı azaltamayacaklarını fark ederler. Sağlık konusuna holistik bir yaklaşımla hastanenin sponsorluğunda kendi kendine yeter topluluk geliştirmeye yönelik aktiviteler düzenlemeye başlarlar. Köylerde forumlar/toplantılar düzenleyerek topluluk olarak sorunlarını konuşmalarını, karşılaştıkları sorunların temel nedenlerini tespit ederek kendi geleneksel birikimleri ışığında çözüm üretmelerini ve çözümlerini hayata geçirmelerini teşvik ederler. Tabi geleneksel sağlık bilgilerinin kaybolmaması için tay masajı ve şifa teknikleri kursları düzenlerler. Ormansızlaşmaya karşı da ağaç dikimi ve organik tarımın yaygınlaşması için pek çok çalışma.. SCD'nin kurucusu olan Dr. Tantip inanılmaz sempatik ve enerjik bir kadın. Yaptıkları işleri öyle keyifle ve heyecanla anlatıyor ki dinleyince umut doluyor içiniz. Çorak pek çok alanı ne hale getirdiklerine ben birebir şahit oldum. Dünyanın her yerinde çok güzel insanlar var ve bu insanlar sayesinde insanlığa olan inancım yeniden tazeleniyor.. Bizlerse yarım gün binlerce ağaç fidesinin bir alandan başka bir alana taşınmasında yardımcı oluyoruz. Dünyanın pekçok yerinden insanın minimal konuşma ile nasıl örgütlenip iş yapabildiğini görmek Mindfulness'ta mümkün. Hemen üretim bandı şeklini alıp maksimum verimle fidelerin taşınmasını hallediyoruz. Bu esnada Dr. Tantip şarkı söyleyip dans ediyor ve banttaki dar boğazı oluşturuyor :)
Diğer proje ise komşu köyde, Ban Kohk Sung, organik tarım yapan bir hemşireye yardıma gitmemiz yani bu bize söylenen ama aslında bambaşka bir şey çıktı. Bizi köy meydanında karşıladılar ve köylülerin buluşma yeri olan küçük bir salona götürdüler. Sonra neredeyse tüm köy halkı o salona geldi. Önce çocuklar, sonra büyükler teker teker kendini tanıttı. Mikrofon falan var bu arada, dandiğinden bir ses sistemi bir de :) Önce isimleri, sonra da nickname'leri :)) Sonra da teker teker biz kendimizi tanıttık. İsim, yaş, ülke. Erkeklere ‘kız arkadaşın var mı?’ sorusu soruldu bir de. Evet cevabını duydukça köylü kızlarda bir hüzün bulutu :)) Ardından bizleri köylülerden oluşan 4-5 kişilik bir ekibe verdiler ve o ekiplerle fotoğraf çekimi oldu. Olan biten herşey şaka gibiydi, bir de el ele tutuştutturuyorlar yürürken :)) Birkaç saat süren tanışma faslından sonra yardım faslına geçtik. Dikilecek ağaçların toprağını hazırlayıp, küçük poşetlere doldurduk ve tohumlarını ektik sonra da. 2-3 saatin sonunda iş bitti ve bizi bir köy evinde ziyafete götürdüler. Misafirperverlikleri, sıcakkanlılıkları aynı biz gibi. Geleneksel tay yemeklerini yedikten sonra bizi salona geri götürdüler ve dans faslı başladı :)) Bizim için bildiğin hazırlanmışlar. Geleneksel kıyafetlerini giymiş gençler gelip şarkı söyleyip dans ettiler, tabi bizi de kaldırdılar :)) En bombası dans faslı bittikten sonra bize teker teker şarkı söyletmeleri oldu. Bir tane köylü teyze var ama görsen tam erkek gibi, güreşsen devirir yani o derece. Biz şarkı söylerken o teyzenin çılgın dansları bu gezinin en unutamayacağım anlarından. Ben de oynama şıkıdım şıkıdım'ı söyleyip salonu coşturdum ahahah :)) Tarlaya gidip ırgatlık yapacaz diye beklerken Ban Kohk Sung'un bizi en şükelasından ağırlamasına tanık olduk.
10 günlük Mindfulness maceramdan bir demet bunlar. Mindfulness'ı çok özel kılan haftada bir olan Buda Gününü anlatmadım bile!
0 notes
crocusinvoid · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Foto1: Nerde mi uyuyorduk? Foto2: Yemek zamanı Foto3: Güzel insanlar Foto4: Kahvaltıda öncesi, food blessing için beklerken Foto5: Bir sabah yine Tai chi yapıyoruz..
Bir sevgi hikayesi; Mindfulness Project / Tayland - Part I
Georgetown'dan Tayland'a geçmeden birkaç önce Workaway'e şöyle bir göz atıyorum ve ‘gitmek isteyeceğim şey budur’ diyeceğim, beni acayip heyecanlandıran, içimi kıpır kıpır eden bir proje buluyorum. Adı Mindfulness Project. O kadar hoşuma gidiyor ki hemen başvuruyorum ve hemen de kabul ediliyorum. İlk defa kafamda kabaca bir aylık Tayland planı yapıyorum. Önce Tayland'ın güneyinde Hat Yai'da bir gün konaklayıp sonra Ko Samui, Ko Pha Ngan, Ko Tao adalarında ada sahilleri demeye ve kopmaya, ardından Khon Kaen'de olan projeye geçip nirvanaya ulaşıp sonra bunu Chiang Mai ve Pai'da taçlandırmayı düşünüyorum. Plan güzel değil mi :)
Bir minibüsle Malezya'dan Tayland'a geçerken sınırda bir sürpriz oluyor. Karadan geçince 1 ay değil 15 günlük vize verildiğini öğreniyorum. Kabaca bile olsa neden plan yapmamak gerekiyor, bir kere daha görmüş oluyorum :) Tabi ki benim planım sadece kafadaydı. Projeye gidiş tarihlerimi ayarlamış, 1 günlük de Hat Yai'de konaklama için rezervasyon yapmıştım. Projeye gitmeyi çooook istediğim için ilk işim projeye katılım tarihlerimi değiştirmek için projeye mail atmak oluyor. Sonuç olarak ada sahilleri, kuzeyin spritüel ve hippi şehirleri herşey yalan oluyor ve bu Tayland gezisini (part I diyelim, devamı olacak :)) sadece Mindfulness'a ayırıyorum.
Peki nedir bu Mindfulness Project? Kısaca, doğa ile uyum içinde komunal bir yaşam formu denemesi ve bunun spiritüellik ile harmanlanması diyebilirim. Az buçuk duyarlı (ne demekse o!) herkesin kafasını kurcalayan temel sorular var aslında. Yaşam biçimlerimizin başta kendimize, sonra insanlığa, sonra da diğer canlılara ve doğaya verdiği zararlar var. Bu etkileri minimize etmeye yönelik ne yapabiliriz? Mindfulness Projesi meditasyonun, yoganın, sanatın, barışçıl iletişim yöntemlerinin, sağlıklı beslenme biçimlerinin, doğal mimari yöntemlerinin, permakültürün, sevginin ve kahkahanın bir araya geldiği sürdürülebilir bir yaşam formu ile çözüm oluşturmaya çalışıyor.
Teorik cümlelerden pratiğe geçersem Mindfulness'ta yer almak isteyen gönüllüleri şöyle bir program bekliyor;
5.30 - 6.00: gong sesi ile uyanmaca/ayılmaca 6.00 - 7.30: yoga (bazen tai chi, bazen thai mesajı) 7.30 - 8.00: meditasyon 8.00 - 8.45: karma yoga 8.45 - 9.15: kahvaltı 9.15 - 9.30: sabah kucaklaşması ve iş planlaması 9.30 - 14.00: çalışma 14.00 - 14.30: öğle yemeği 14.30 - 18.00: serbest zaman 18.00 - 19.00: talking circle (muhabbet çemberi) 19.00 - 19.30: akşam atıştırması (akşam yemeği yapılmıyor, sabah ve öğle yemeğinden kalanlar yeniliyor) 19.30 - 21.00: budizm öğretileri
Sabahların özelliği sessiz olması. Kahvaltı bitene kadar konuşulmuyor ya da konuşmanız icap ediyorsa fısıltı şeklinde konuşmalar tercih ediliyor. Genelde 20 civarı gönüllü oluyor hep ve yaşam alanı ortak. Özel alan pek yok denebilir çünkü yattığın yer ortak bir çatı altında birbirinden sinekliklerle ayrılan matın ve uyku tulumundan oluşan bir alan. O yüzden sabahları biraz daha içe dönmek ve doğayla sessizce baş başa olmak çok güzel.
Karma yoga nedir derseniz kendine ve diğerlerine hizmet etmek diyelim. Yaşadığın alanı/tuvaletleri/etrafı temizlemek/süpürmek, kahvaltıyı hazırlamak, varsa bulaşıkları yıkamak, yoga matlarını toparlamak/temizlemek gibi. İş bölümü oluyor, herkes bir şeyler yaptığında kendi yaşadığın alanı daha güzel bir hale getiriyorsun aslında.
Beslenme vejetaryan. Aslında vegan da denebilir, tek bozan şey arada yumurta da yeniyor olması. Sabah kahvaltısının fix menüsü müsli ve meyve salatası. Ama bu müsli bildiğiniz gibi bir müsli değil. İçine fındık, fıstık, kuru üzüm gibi besleyici gıdalar eklenip hindistan cevizi sütü ile kavrularak hazırlanıyor ve acayip lezzetli oluyor. Genelde 2 günde bir de yumurta pişiriliyor ek olarak. Pazar günleri ise çikolatalı müsli günü! Ne kadar muhteşem bir şey olduğunu anlatamam :) Herkesin yemeden önceki heyecanını ve mutluluğunu görmeniz lazım. Yemeden önceki diyorum çünkü her yemekten önce food blessing (yemek duası diyeyim tam karşılığı olmasa da) oluyor. Yemeğin önümüze gelmesinde emeği geçen herkese (çiftçiler, yemeği hazırlayan kişiler, tüm canlılar, doğa ana) teşekkür ediliyor ve yemeğin yardımımıza ihtiyacı olan tüm insanlar ve doğa için bir şeyler üretmemizde bize enerji sağlaması için bir aracı olması temenni ediliyor. Dini bir anlam barındırmadan ziyade kendine, insanlara ve doğaya bir şükran aslında.
Kahvaltı, öğle yemeği, muhabbet çemberi, öğretiler gibi tüm ortak etkinliklerde çember şeklinde oturuluyor bu arada. Herkesi eşit düzeyde görebilmek ve topluluk hissini aktif tutmak için güzel bir yol.
Kahvaltıdan sonra iş bölümü yapılıyor. Herşey gönüllük esasına dayalı. Yapılacak işleri Christian belirtiyor, hangisinde yer almak istersen ona dahil oluyorsun mutfak, bahçe işleri, doğal inşaat işleri gibi. Ardından kucaklaşma faslı başlıyor :) Çemberde herkesin bir numarası oluyor ve eşleştiğin numara ile kucaklaşıyorsun. Birisini 20 sn'den uzun süre kucakladığında vücudundaki kimyasalların dengesi değişmeye başlıyor. Kucaklaşmak güvenin, sevginin ve bağ kurmaya başlamanın şükela bir aracı. Bir ara bir video paylaşmıştım facebookta. Bir uzakdoğu ülkesinde ana okulu öğrencileri çember şeklinde oturup birbirini kucaklayarak güne başlıyorlardı, ‘ben de böyle güne başlamak istiyorum’ yorumunda bulunmuştum. İsteyince gerçek oluyormuş demek ki :)
Yaptığımız işlere gelince temelde 2 iş var. Birincisi doğal mimari/inşaat, diğeri permakültür/bahçe işleri. Yaşam alanımız olan araziyi bize veren Tay köylü, aylar süren yoğun ısrarlar sonucu ‘sana bir ev yapalım’ teklifini kabul ediyor ve ona doğal mimari yöntemleri ile Christian'ın bilgi paylaşımı/organizasyonu ve gönüllülerin çalışması ile bir ev yapılıyor. Koskocaman bir ev! Ben gittiğimde neredeyse bitmek üzeredeydi, inanılmaz! Anlatacak çok hikaye var. O yüzden bir kısmını ikinci bölüme bırakıyorum, zaten destan oldu sanırım yazdıklarım :) Bahçe işleri ise ya kendi yaşam alanımızda permakültür uygulamaları yapmak ya da civardaki organik tarım yapan çiftçilere/stk'lara yardım etmek üzerine kurulu.
Gelelim muhabbet çemberine. Mindfulness'ı en anlamlı kılan bölümlerden biri bu. 2 soru soruluyor. İlki hep aynı. Günün en güzel anı neydi? Bu sorunun amacı insan beyninin negatif olayları hatırlama eğilimi daha baskın olduğu için beyne biraz takla attırmak ve evet, güzel şeyler hep oluyor. Biz sadece farkında olmamaya, önemsememeye meyilliyiz! İkinci soru ise her gün değişiyor. Amaç yüzeysel konuşmalardan ziyade insanların birbirine dair daha fazla şey öğrenebilmesi ve bağ kurabilmesi, aralarındaki ilişkiyi derinleştirebilmesi. Mesela, hayatta örnek aldığın kişi kim, kendinle ilgili en sevdiğin/sevmediğin özelliğin ne, kendinde bir şey değiştirebilecek olsaydın bu ne olurdu gibi. Muhabbet çemberinde herkes sırayla konuşuyor, o yüzden bir nevi topluluğa konuşma yapmış oluyorsunuz. İnsanların en çok korktuğu konulardan biri topluluk önünde konuşmak. Korkularla yüzleşmek için güzel bir ortam. Orada kaldığım süre boyunca az muhabbet ettiğim insanlara dair bile çok şey biliyorum aslında bu muhabbet çemberleri ile, enteresan..
Son olarak ise budizm öğretileri. Christian, 40'lı yaşlarda. Çok şey yaşamış, deneyimlemiş. Çok meşhur bir müzik grubunda yer alıyor yıllarca, kendi işini yapıyor bir süre. Bir zaman sonra hayat onu eşi Anya ile beraber spiritüel bir yolculuğa sürüklüyor ve budist rahip/rahibe oluyorlar. Tabi şimdi aklınıza keltoş turuncu, beyaz kıyafetler içinde insanlar gelmesin :) O süreçten de geçiyorlar haliyle, onlar şimdi daha ziyade insanlara ve doğaya hizmet peşindeler. Bu konuşmalar ise sadece budizme dayanmıyor aslında. Kişisel dönüşüme aracılık edecek budizm, psikoloji, iletişim konularından kupleler diyelim. Budizm & benliksizlik, Carl Jung ve arketipler, sevgi ve loving kindness (sevgi/şefkat) meditasyonu ben ordayken yapılan öğretilere örnekler. Bu söyleşilerin en güzel yanı Christian'ın anlattığı şey ne olursa olsun seni düşünmeye itiyor olması. Allahtan beyin bedava :)
Biliyorum ki dünyanın bir köşesinde bir evim daha var, Mindfulness Project. Daha anlatacak çok şey var..
1 note · View note
crocusinvoid · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Foto1: Tipsy Tiger gönüllü tayfası ile Foto2: Street Food. Şişte her türlü et ve sebze var. Çiğ haldeler. İstediğini alıp sıcak suda 1 dk pişiriyorsun ve hazır ve ucuz! Foto3: Monkey Beach'e giderken maymunlardan korkmuş napsak diye düşünürken :) Foto4: Bahçesinde film izlediğim Cheah Kongsi
Penang/Georgetown ve ilk Workaway tecrübesi
Langkawi'de güzel bir deniz tatilinin ardından Penang adasında Georgetown'a party hostel'inde çalışmak üzere yola koyuluyorum. Ucuz olsun diye otobüsle dönüyorum ama feribota kıyasla sadece 20 ringgit (15TL, 70 yerine 50 ringgit) kurtarabiliyorum. Önce feribot sonra 2 otobüs sonra kısa bir feribot yolculuğu daha yaparak biraz yollarda helak oluyorum :) Aslında tek otobüs yolculuğu yeterliydi diye düşünüyorum internet araştırmalarıma göre ama terminale gittiğimde gideceğim yere (Butterworth'e) direk otobüs olmadığı ve Alor Setar'dan aktarma yapmam gerektiği konusunda ısrar ediyorlar. İşte tam olarak o noktada kazıklandığımı düşünüyorum. Beni bir otobüse bindiriyorlar ve bilet kesmiyorlar. Israrla bilet istiyorum ama vermiyorlar çünkü bence geçirdiler bana orda fiyatı :) Tek turist ben olduğum için ve başka alternatifim olmadığı için kabul etmek zorunda kalıyorum. Sonuç itibari ile büyük paralar değil ama turist olmanın bedelleri var tabi. Bir de asyada turist olduğun kabak gibi ortada ya kaçısın yok :))
Kısaca Workaway'den bahsedeyim önce. Seyahat eden kişilerin kullandığı, gönüllü çalışmaya dayanan bir platform. Hosteller, sivil toplum örgütleri, dil kursu merkezleri vb. yerler gönüllü ihtiyaçlarını ve iş tanımlarını sitede paylaşıyor. İlgilenen gönüllüler site üzerinden başvuru yapıyor. Günde 4-5 saat çalışmanız karşılığında konaklama ve (genelde) yemeğiniz host organizasyon tarafından karşılanıyor. Seyahat eden kişiler genelde dönem dönem maliyetlerini azaltmak ve farklı deneyimler edinmek için oldukça sık kullanıyor Workaway gibi siteleri.
Seyahatimde ilk çalışacağım yere yani Tipsy Tiger Party Hostel'ine varıyorum akşama doğru ve hakkaten parti hosteli olduğunu görüyorum. Bangır bangır müzik, full ingiliz/irlandalı/avusturalyalı dolu. Ordayken sanırsın ki avrupada bir yerdesin. 9 kişilik dorm odama gidiyorum ve beni yukarıda fotoğraftaki manzara karşılıyor :) Özel alan sıfır, sürekli rahatsız edici bir seste müzik ve işin kötüsü çalanlar Timber falan abidik kubidik popular müzik. Gerçi parti hostelinden ne bekliyorsam, yaşlanmışım ben azizim :))
Bu seyahatteki amaçlarımdan bazıları farklı deneyimler edinmek, farklı şeyler yaparak her şekilde yaşayabileceğimi ve her duruma adapte olabileceğimi görmek, egoya takla attırmak ve sepete bol bol hikaye atmak. Workaway deneyimleri de bunun bir parçası oluyor/olacak.
Peki neler yaptım hostelde? Temizlik (buna yerleri viladalamak ve tuvalet temizliği dahil), laundry (çarşafları makinaya at, sonra ser, kuruduktan sonra katla), kahvaltı hazırlanması (kahvaltı dediğin ekmek, reçel, mısır gevreği, muz, karpuz), bulaşıkların yıkanması (evet elde ama abartılacak kadar bulaşık yok, nihayetinde otel değil bura 10-20 tabak/bardak), içeceklerin/içkilerin dolaba yerleştirilmesi, yatak çarşaflarının değiştirilmesi, müşterilerle ilgilenilmesi. Shift'ler 5 saat ama genelde 3-4 saat çalışıyorsun, gerisi laklakla geçiyor.
Hostelin en çekici yanları diğer seyahat eden bacpacker'lar ile tanışma fırsatı, her akşam partileme ve sınırsız beleş içki. Hostelde takılan genel profil bana göre biraz batının apaçileri olduğundan (holigan vari ingiliz/irlandalı tipler desem bişiler canlanır sanırım) ve çalan müzikler bana hitap etmediğinden partileme olayı beni pek sarmadı ve ben Penang'i keşfetmek için vaktimin çoğunu hostelin dışında geçirdim. 2 hafta kalmayı düşünürken hostelde 10 gün yeterli diyip yola devam ettim ardından.
İlk günler Fransız bir arkadaşla motorla ada keşfi yaptık. Ben motor kullanamıyorum ama hep kullanan birileriyle tanışıp yama oluyorum :) Daha geniş çapta etrafı keşfetmek için en güzel yol kesinlikle motorla turlamak. Georgetown haricinde Penang adasında (ada baya büyük) yapılacak şey tabii ki National Park'a ve Monkey Beach'e gitmek. Monkey Beach'e ulaşmak için National Park'ın (yani korunan ormanın) içinde 1-2 saatlik hiking yapmanız ya da denizden ulaşım için bota binmeniz gerekiyor. Ormanda hiking çok keyifli ama biraz yorucu ve size genelde maymunlar eşlik ediyor :) Biz bir yerde maymunlardan tırsıp geri dönsek mi diye baya baya düşündük misal. 2 saatin sonunda Monkey Beach'e vardığımızda akşam saat 7 olmuştu, kimsecikler de yoktu etrafta. Cup denize atladık. 10-15 dk geçmedi, bir motor yanımıza yanaşıp bu son motor, dönecek misiniz demez mi? Yorgunuz, açız, daha yeni gelmişiz, kalalım desek gece aynı yolu geri dönemeyiz hem enerjimiz yok hem bazı yerlerde kaya falan tırmanıyorsun gece dönülecek yol değil. Velhasıl kelam Monkey Beach'te yarım saat bile kalamadan geri döndük. Giden olursa erken vakitte gitsin, ben demiş olayım :)
Sonraki günlerde ise hostelin hemen yanında atölyesi olan yaşlı Japon bir çiftle tanıştım. Adam heykeltraş/ressam, kadın ikebana (japon çiçek düzenleme sanatı) hakkında araştırma yapıp kitap yazıyor. Ben bir gece atölyenin önünden geçerken meraklı meraklı içeri bakıyordum, insanlar da kapının önünde oturuyor, içeriden klasik müzik sesi yayılıyor sokaklara. ‘Gelsene, bir sandalye çek otur’ dediler. Ben biraz çekingen davranınca ‘içkiler bizden, merak etme’ diyip güldüler ve böylece onlarla arkadaşlığım başlamış oldu. Mükemmel insanlar, atölyeleri aynı zamanda evleri, tüm gün çalışıp akşam da kapının önünde oturup muhabbet edip tüm gece demleniyorlar :) Minimalist bir yaşamları var, sanatları da öyle, malayca öğrenmemişler, ‘çok iletişime gerek yok’ diyorlar :) Gelen giden de çok. Onlara dokümantasyonda yardım eden Amerikalı garip bir kız, Suriyeli bir sanatçı, Mısırlı alternatif bir tip, İtalyan bir hippi ve çok daha fazla insanla tanışıp muhabbet etme şansım oldu böylece. Şimdi böyle güzel insanlarla içip, güzel bir müzik eşliğinde muhabbet mi edeyim yoksa beer pong oynayıp alkolden naptığını bilmeyen gençlerle hostelde mi takılayım :)
Son olarak, Malezya'da Kuala Lumpur/Georgetown/Langkawi arasında mutlaka görülmesi gereken yer Georgetown diyebilirim. Kültürel mozaik oldukça zengin, Malezya'nın geri kalanından farklı bir havası var. Burada çin kökenliler çok daha fazla ve çin mimarisi oldukça baskın. Street food (sokak yemekleri) ve farklı mutfakları ile ünlü. Çok çeşitli yemek var gerçekten ve street food çooook başarılı ve ucuz. Georgetown, Unesco Kültür Mirasındaki yerlerden biri ve şehir street art/murals ile ünlenmiş durumda. Neredeyse her sokakta bir şey var (grafitti, heykel, duvar boyamaları vs), o yüzden sokaklarda yürümek pek bir keyifli. Ben ordayken Georgetown Festival vardı. Her yerde etkinlik var. Örneğin görkemli bir Çin tapınağının bahçesinde gece açık havada Tay korku filmi izledim :) Festival zamanı olmasa bile sanatsal etkinlik oldukça fazla. Gezilip görülecek, ziyaret edilecek, tadılacak çok şey var Georgetown'da. Özetle, gidiniz efenim, tavsiye edilir :)
0 notes