Tumgik
dreamstohopefor · 3 years
Text
Okuyucuya Mektuplar #21
Sevgili okuyucu,
Hiç görmediğimiz canavarlardan korkarak büyüdük, mandalina kabuklarıyla savuşturduk bazısını, susturduk akşamları ıslık çalanı, güzel gözlü kedinin rengine aldandık, merdivenlerin üstünden atladık. Bileklerimize bağladık umudumuzu, yetmedi gülün dibine gömdük, ağaç dallarına astık, kâğıttan gemiler yapıp sonsuza uğurladık. Bir leylek aldı götürdü, her döndüğünde başka baharı getirdi, bizimki ne zaman diye diye yılları, hikayeleri, insanları, leylekleri eskittik. Zamanı sonsuz yaparız sandık, sevmeyi akıl ettik, beklerken sıkı sıkıya bir başkasına tutunduk, izimizi kaybetmemek için. Bir başkasını severken kaybettik başkasını, yolumuz başkası oldu, dilediğimiz baharı aradık bir ömür boyu, iki sokak, iki hikaye, iki şehir ötesinde…
*** 
Artık herkesin maskeli bir ekonomik krize dönüştüğü bu zamanda yokluğun bir enflasyon canavarı oldu. Yufkacıdan mantıyı incelikten değil, mecburiyetten alıyorum. Olmadığında her şeye ikna oluyorum. Sevdiğin şeyleri iki kişilik yapıyor, “herhalde bugün gelmeyecek” diye kaldırıp atıyorum. Hep karşılaşmak, hep ayrı yönlere gitmek için yürüyorum aynı yolu, pişmanlığımızdan ve hikayemizden emin olmak için. Hatırlayıp, hayıflanıyorum. Şehrin her yanına sinmiş anıları işaretliyorum köşe başlarında ne senin, ne de benim “tamam” diyeceğimiz bir kavuşmanın peşinde akşamı getiriyor, birlikte sustuğumuz şarkılarla sabahı ediyorum…
 ***
“Sen yaşanmış ve bitmiş bir hayalin hikayesine öykünüyorsun. Buraya bahar gelmez, umut edilir. Bu evler, bu hanlar, bu insanlar niye çirkin, niye mutsuz; hiç düşündün mü? Burada her şey bitti, sen hiç burada değildin, hiç gelmedin, hiç yaşamadın, artık kimse de burada olmamalı. Sanki bu şehir bu hikâye için yapılmış gibi derme çatma, her şey bittikten, ben gittikten sonra hiç olmayacak gibi. Sanki sadece beni üzmek içinmiş gibi. Leylekler bile uğramıyor artık buraya. Sanki burası dünyada hiç var olmamış gibi…”
 ***
Seninle hiç olmayacağını bile bile sustum. “Bu da bir şeydir” dedim, hikayeni dinledim, sessizliğinin verdiği huzura tutundum. Yanlış zamanın yanlış hikayelerini ümit ettim. Başkalarına dokundum, seni öptüm her seferinde. Bu uzaklık kısalsın, başka bir öykü umut olsun diye karşıladım her baharı. Evim dünya sandım, aldandım, keşke o bir başkası ben olsaydım…
3 notes · View notes
dreamstohopefor · 4 years
Text
Kafa İçi Ahkamlarım #2
Hikâye anlatıcılığı, muhtemelen insanlıkla yaşıttır. Yüksek mağaralardan birinde yaşayan kıza vurgun ilk Ziya, yere serdiği 5 metrelik aslanı fotoğraflayamadığı için sürükleyerek mağaraların önüne taşımak zorunda bırakılmıştı. Ölçüldüğünde 5 metre çıktıysa ala. Çıkmadıysa herhalde bu da insanoğlu için yeni bir başlangıca vesile olmuştur. Eğer gerçekten 5 metreyse kulaktan kulağa yayıldı, yayılırken değişti, değişirken gerçekten koptu ve ilk anlatı ortaya çıkmış oldu. Ve yıllar sonra bir başka Ziya çakısıyla 5 metrelik aslanı öldürüverdi.
Yazılı tarih bu anlatılarla dolu. Kahramanlık öyküleri, ejderha binicileri, iklim krizini hiçe sayıp denizleri ikiye yaranlar… Bunlar gibi kaydı tutulup, geçmişten bugüne kadar taşınan, hatta Batılı edebiyata da yön veren Binbir Gece Masalları gibi örnekler de mevcut. Nikola Tesla ve Thomas Edison’un henüz dövüşmediği dönemler, Kames top işine girmemiş, sıkılmak henüz icat edilmemiş. Yazmayan toplumlar yazmaya üşenip kulaktan kulağa fısıldamış, hikayeler birken bin olmuş, anlatılan yerin bitki örtüsüne karışıp değişip dönüşmüş, kuşların ağzında oradan oraya yayılmış. Batılılar “ya bu böyle olmaz, şunu yazalım da kim sallıyor, kim gerçek bilelim” diyerek işe girişmişler, adına da literatür demişler. Muhtemelen böyle değildir ama böyleymiş gibi görünüyor. Sallıyorsam da temelsiz değil. Biri derse şurası yanlış; öğrenir, düzeltiriz.
Elbette Batılılar bu hikayelerin kulaktan kulağa değişebileceği tehlikesinin farkında değillerdi, sadece daha önce düştükleri yanlışa düşmediler ve insanlık tarihinin kaydını tutmanın değerini fark ettiler. Ancak zaman içinde bunun sınırlar çizdiğini, gerçekle düşün birbirine girmesine engel olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Anlatı ve gerçek, muhtemelen birbirlerinin alanına karışmıyor(du). En azından internet çağına kadar. Artık bunlar birbirinin üstünü örtmeye başladığı için, öküzün boynuzlarından seken dünyamızın üstünde tepinen bir grup dünyamızı düz hale getirerek, fasit daireyi tamamlamış ve insanlık tarihine yeniden giriş yapmış görünüyor.
İşte yukarıda bahsettiğim sınırların her geçen gün kaybolduğu bir dünyadayız. Post modern çağ olarak adlandırılan dönemin bize hediyesi “hakikat sonrası” ya da artık İngilizce yaşadığımız için post truth oldu. Artık anlatı, gerçeğin önünde. Ve ekseri bu anlatılar gerçeklere yaklaşmak konusunda bir önceki çağın bir hayli uzağında; hatta yeterince saptırabildiğinizde ABD başkanı olabilmeniz bile olası. Var olanların değil olması gerekenlere dair fikirlerin (?), gerçeğin değil saptırılmış birtakım sübjektif düşünceler yığınının altında kaldık. Ve her nedense kurduğumuz dünyanın her geçen gün parça parça başımıza yıkıldığını hissediyorum. Bazısı buna yaşlılık, bazısı kuşaklar arası falan filan diyor. Oysa benim gençlerle bir alıp veremediğim yok. Belki de vardır, henüz bilmiyorumdur, bu da olabilir elbette.
Her neyse. Hâkim bir anlatı kültürü aşağı yukarı 30 yıldır hayatımda ve başlarda sadece fısıltıydı. Ölü Ozanlar Derneği’ne sinemada gitmiştim -götürülmüştüm- ve yaşım dikkate alındığında uyumam kaçınılmazdı. Ancak “Carpe Diem”in er ya da geç hayatımıza sirayet edeceğini bilsem, yine uyurdum, çünkü o yaşta öyle filmlerde uyunur. Bir şekilde “anı yaşa”, “hayatını yaşa”, vb. uzunca bir süre gündem maddemiz oldu ergenliğimizde. Bunu üniversite hayatımız izledi, hatta Eskişehir’de bu isimde bir bar bile vardı sık sık gittiğimiz. Yani yaşamadım desem yalan olur, baya sık gittim. Tüm bu olanları önce internet, devamında instagram vb. takip etti.
Şimdilerde tüm internet “hayatı yaşayan” insanlarla dolu. Baya da güzel yaşıyor görünüyorlar, haklarını teslim etmek gerek. Ve bu akım toplumun tüm kılcal damarlarına kadar giriyor çünkü internet insanlar için ulaşılabilir bir lüks. Böyle olup olmaması gereği de tartışmalı; başka bir ahkamın konusu olur. Şimdi herkes bu hayatların bir benzerini yaşamanın telaşına düşmüş görünüyor. Ortaya çıkan genel kolaycılık haline bir örnek olması için bu örneği seçtim; bunun için influencer camiasından özür dilemem gerekmiyordur umarım. Herkesin kendince ünlü olduğu ve daha önemlisi ne yaparak ünlü olduğu da belli olmayan bir zamandayız. Emeğin tamamen değersizleştiği bir çağ. Marx’ın beynini yakacak üretim ilişkilerinin yaşandığı bir dünya. Ki kendisi dert etmesin bir sürü beyin yakan tip var etrafta.
Konuya dönecek olursak; umarım çiftçiler de hayatını yaşamaya kalkmaz, zira geçen senelerde yaşanan patates krizi hatırımızda. Bir ara sivri biberin fiyatı 25 lirayı görmüştü. Böyle sığ bir örnekle anlatmaya çalıştığım, koca bir nesli etkisi altına alan hâkim kültürün, hayatın mevcut gerçeğini tamamen büktüğü meselesi. Telefonların içinde yaşananla dışarıdaki hayat arasında ciddi bir kırılma mevcut ve gelecek yıllarda yaşanacaklara dair iyi işaretler vermiyor. Bazıları bunu gelişim olarak görüyor, belki de onlar haklıdır kim bilir. Öte yandan deneyimlenen hemen hiçbir şeyin kendisi değil, anlatısının iktidar olması ciddi bir sorun olarak karşımızda dikilmekte.
Tanımlarla modern dünyayı inşa ettik, uzaya insan gönderdik. Şimdi tanım tanımaz uzmanlar yığını içinde hayatın ürettiği hemen her şeyi bir “olması gereken” enkazına çevirmeye çalışıyoruz. Yapısökümcülük böyle bir şey değildi gibi hatırlıyorum ama Derrida’nın da neden bahsettiğini bildiğinden çok emin olamıyorum. Geçenlerde birisi “perspektif bilse marangoz mu olurdu” diye bir tivit yazmış, bir sürü de destek almıştı. İşte öyle gerçek olmayan bir zaman bu zaman. Sadece çok konuşulan, daha çok konuşulan ve hep daha çok konuşulan…
3 notes · View notes
dreamstohopefor · 4 years
Text
Kafa İçi Ahkamlarım #1
Alan işgalinden şikayetçi bir adam ne yapar? Elbette başkalarının alanını işgal eder. Çünkü bu dili okumayı bilenlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu ülkedeki güçlü akışa direnmek pek de mümkün değil. Ne kadar direnç gösterseniz de diğer grubun üstünlüğüne boyun eğmek zorunda kalıyorsunuz. Bunların hiçbiri olmasa da burada doğdunuz ve büyüdünüz. Bu sizsiniz. Hikâye sizin. Kaçmak olasılık dahilinde değil.
Ben de pandemiden dolayı kafayı yemek üzere olanlar kervanına katıldığım için, artık tuvalette aklıma gelen ve muhtemelen yanlış olan, yine de kafama takılan ve dahiyane gelen birtakım fikirleri, derleyebildiğim kadarıyla bu seride derlemeye çalışacağım. Sanki sizi çok ilgilendiriyormuş gibi.
Ne diyorduk? Hah, ahlak. Ahlak nedir? Bununla ilgili bir sürü kitap yazılmış. Yani bu konu hakkında yeterince ahkam kesilmiş gibi görünüyor. Yine de bir orta yolun bulunamamış olmasının açıklaması olmalı. Her kesimden insanın birbirine buradan saldırması, ikili ilişkilerde bile tartışma konusu olması durumun sosyal kontrata dahil edilememiş ya da iyi tanımlanamamış bir mesele olduğunu gösteriyor gibi. Ya da uyduruyorumdur, bilmiyorum.
Bu durum üstüne düşündüğümde, hikâyeyi biraz daha geriden ele alayım dedim ve kafamın içinde Ocak 1491 tarihine gittim. Açıkçası o günün İstanbul’unda hava nasıldı, belediye tuzlama çalışmalarını aksatmış mıydı, barajların doluluk oranı neydi, çok da emin değilim. Ancak günlük yaşantının kurallarını belirleyen birtakım kurallara dair 3-5 satır okumuşluğum var. Müslümanlar ve gayrı Müslimler hukuki olarak farklı kurallara tabiiydi diye hatırlıyorum. Bir diğer hatırladığım şey de şeri hukukun Müslümanlar için geçerli olduğu. Bu bir başlangıç noktası; elbette tamamına hâkim değilim ve o yüzden bu bir ahkam.
Her neyse. Başlangıç noktasından hareketle şöyle bir sonuca vardım; hayatın kurallarının insanları bağlayıcılığı kutsal kitap merkezliydi ve din, ahlakın zeminiydi. Hayata dair hemen her şeyin tutarlılığı, aşırılığı, cezai hüküm içermesi, doğru ya da yanlış olması buna bağlıydı. Elbette tek başına değil; padişah da birtakım fermanlar yayınlamıştı ve dağlar bizim olmuştu. Her şey o kadar basit olsa koca imparatorluğun tek ihtiyacı diyet kola butonu olabilirmiş. Modernleşme yıllarında Osmanlı’da buna dair tartışmaların artışı, toplumun değişen yaşamı ve yeni alışkanlıkları ile mevcut kuralların çatışmaya başlaması paralel görünüyor. Dünya değişiyor, normal değişiyor ve insanlar normale hızla uyum sağlıyor. Bu tip durumlarda her zaman taraflar bölünür; bölünüyorlar da. Her bölünme bir iktidar kavgasını da beraberinde getirir. Sonucu da eskisinin yıkılıp, yenisinin kurulması doğal olarak.
Modern Türkiye’nin temelinde Avrupa medeni hukukunun yer alması, o günün dünyasının normali ve talebi. Ancak bu durumun içselleştirilmesi, belli ki o kadar kolay değil. Dindar olarak yaşamayı tercih edenler için ahlakın zemininin din, seküler bir yaşam tercih edenler için ahlakın zemininin hukuk olması bekleniyor tabii olarak. Peki günlük yaşamımızdaki yansıması öyle mi? Elbette değil, çünkü bu coğrafyada tabii olan tek şey sanırım coğrafyanın kendisi. Her fırsatta insanların kaderi olmakla suçlanmaz ve ceza olarak devasa beton yapılarla dövülmezdi öyle olmasa.
Ne kendisinden öncesini ne de sonrasını içselleştirebilmiş bir toplum değiliz belli ki. Sahip olduğumuz ya da kurduğumuz “yeni” bizimle pek alakalı değil. Kural tanımaz bir ahlaka sahibiz, kıblemizin ne olduğundan bağımsız. Belli ki yönümüzü her nereye çevirirsek çevirelim, hayatın kendi yeni normalleri, bizim yönümüzde, yolumuzda bazı aksaklıklara yol açıyor, çatışık durumlar yaratıyor. Haliyle sürekli modern dünya öven yaya geçidinde gaza basıyor, dini bütün haram yiyor, memleket sevdalısı orman yakıyor. Tüm bu etkileşim bir araya gelip herkesi yalnızlaştırıyor ve bencilleştiriyor belki de. Ağzına kadar insanla dolu bir yerden çıkmaya çalışıyoruz hep birlikte, sıra olsak düzenli bir şekilde herkes dışarı çıkacak ama biz önümüzdekinin üstüne basmayı gerek görüyoruz. Daha da kötüsü bunu normalleştiriyoruz. Ve artık kanıksamış, uyuşmuş ve kabullenmiş olarak kendimizi bu akışa sırt üstü bırakıyoruz. “Realite karşısında çaresiz kalan entelektüel cemaatler yalanlara sığınmıştır. Yalanlarla ayakta durmaktadır” yazmış Tanpınar. “Sadece entelektüeller mi?” diye sorardım kendisiyle konuşabilsem. Sanki bir şeyleri değiştirecekmiş gibi.
Ahlak nedir diye sorup hiçbir cevap vermeden sonuna geldiğim bu ahkamı şöyle bitireyim: Gerçekten ahlaklı olsaydık, en azından eylemlerimiz ve söylemlerimizin çatışmıyor olması beklenirdi. Gibi geliyor. Yoksa şüphen mi var?
2 notes · View notes
dreamstohopefor · 4 years
Text
Okuyucuya Mektuplar #20
Sevgili okuyucu,
En hüzünlü, en heyecanlı, en mutlu hikâye senindi. Anladık. Dünyada hiç kimse o kadar mutlu olamamıştı, kimse öyle hissetmemişti, bunun filmi bile yapıldı. Bizse oturup izledik. Sen özeldin, o da seni hiç kimse gibi hissettiremezdi, bildik. Ağaçlar senin hikayene bahar getirmişti, çiçek açmıştı, mizansen olmuştu, mevsim kış olsa bile. Anılar sadece sana ve ona yaşanırdı. İnsanlar buna uyanırdı, bunun için işe giderler, bunun için işten dönerdi. Evler senindi, doğumundan beri ilk kez, tam da istediğin gibi belki. Nefesin başkasının nefesindeydi, ağzın onun ağzıydı, belki de hikayen sadece onun hikayesiydi. Sadece sen, senin sandın. Bunların hiç önemi yok.
Evin senin, hayalin dört duvar, hikayen dünya, hevesin bulut. Canının çektiği kiraz, refüjlerin altında birikmiş. Kar sen istemezsen yağar, sevmediğinden değil. Şehir senin, seninle uyursa uyur, uyumazsa keyfi bilir. Seven, sen istediğin kadar sever. Öptüğün belki canındır, belki istediğin, kim takar. Uykun hikayen olur bazılarına rüya bazılarına gerçek. Derdin hayata bağlar seni, nefes aldırır, deniz kenarında bekler seni.
“Haritalardan topladım hikayemi; kaçtığım meselem oldu. Hikayemi yazayım dedim, başkaları dahil oldu. Seveyim dedim, yarım kaldı. Tamamına erdireyim dedim, yalnız kalmayı öğrendim. Her dolunayı camdan izledim, hayvanları çok sevdim, umudu camın önüne dizdim. Ben birine aitim, birinin hikayesiyim. Ev benim, hikaye benim. Ben sadece seni sevdim.”
Uyandın sevgili okuyucu. Sümerler her günü 1 yaş sayarlar dedin. Önce yaşının büyüklüğüne, sonra görüp geçirmişliğine şaşırdın. Mevsimin kış olduğunu görüp, ağaçlara acıdın. Dönüp dönüp baştan aldığın hikayeyi sonsuz saydın. “Ömrümden öte son yoktur, ben kaç kere sevdim” dedin. Gülümsedin. Kahven hikayenden sıcak. Bir umuda gülümsedin. Sana üzülen hikayeleri sevdin. Hep aynı başkasını severek…
1 note · View note
dreamstohopefor · 4 years
Text
Kafamın İçinden Hikayeler #10
Şubat 2020’nin sonunda hayat kalitemin artması için geçirdiğim operasyondan bu yana evdeyim. Muhtemelen hayat kalitemin artacağı öngörüsü, hayatın normal akışına dair bir tahmindi ve o günden bu yana hiçbir şeyin normal olmadığı ortada. 31 Ocak akşamı Sabiha Gökçen’e indiğimde karşılaştığım maskeli tiplere bir hayli gülmüştüm, bugün maskesiz insan var mıydı daha önce diye düşünmeden edemiyorum. Elbette kısıtlamaların esnetildiği yaz aylarında haftada bir sevdiğimiz meyhaneye giderek ya da arkadaşlarımızın evlerinde toplanarak kendimizi kandırmaya çalıştık. Hatta tüm riskleri göze alıp İzmir’e gidip toplu taşımada 90 dakika bile harcadım (böyle yazınca, İzmir’e toplu taşımaya binmeye gitmişim gibi oldu). Ama nafile. Bugün baktığımda bu karmaşanın içinde azıcık daha iyi hissetmek için debelenmişim gibi geliyor.
“Biraz zamana ihtiyacım var” ya da “kendimle kalmam lazım” laflarını düşünüp duruyorum ve gülme tutuyor. Hiç istemediğim kadar zamana ve hiç istemediğim kadar kendime maruz kaldım. Hatta o kadar ki, bu kadar zaman kendimle kalıp, kendi kendime kendimle kalmam gerektiğini söylediğim anlar yaşamaya başladım. Zamana aşırı kıymet atfeden biri olarak evin her odasından, evin içindeki her cisimden verim almak konusundaki aşırı çabam, son olarak “bu akşam da çamaşır odasında uyuyayım” ile sona erdi (sahip olmadığım bir zenginliğe sahip olduğumun düşünülmesini istemem; evin boş odası işte, kendisini kötü hissetmesin diye ona da bir görev verdik). Artık ne ev, ne gitar, ne kitaplar, ne piyano (arkadaşın fazla piyanosu, kulağa ne kadar saçma gelse de); hiçbir şey ilgimi çekmiyor. Kendimi askerde gibi hissediyorum. Öyle ki, kedinin sürekli tüy döküyor olması dert oldu, yakında her sabah evi süpürmeye başlarsam geriye bir tek sabah içtiması kalacak.
Bir işim var, hem de çok sevdiğim bir işim. Bu açıdan pek çoklarına göre şanslıyım. Hatıralarımda kalan dönemde de bir işim vardı ve o dönemde de şanslıydım ama nedense şimdi her zamankinden fazla işi olmayanları düşünüyorum. Her zamankinden fazla insanları dert ediyorum. Sızabileceğim bir ara sokak yok, her şey tüm gerçekliği ile karşımda duruyor. Koşturmaların, anlamsız olduğunu düşündüğüm yoğunlukların, toplantıların ve daha bir sürü şeyin beni bu gerçeklikten nasıl koruduğuna şaşırıyorum.
İşime gelecek olursak; 11 kişiden oluşan iki takımın sınırları belli bir alan içinde birbirlerine üstünlük sağlamaya çalıştığı bir spor. Ve bir top var. Her sporda olması gerektiği gibi. Sanılanın aksine 22 kişi topun peşinden koşmuyor çünkü gerçekten böyle olsaydı hayli komik bir görüntü ortaya çıkardı. İşin ilginç tarafı hatıralarımda 5-6 yaşlarındaki küçük çocukların bu sporu tam da böyle anlatıldığı gibi yaptığı görüntüler mevcut. Böyle bir hatıraya sahip miyim, yoksa bir yerde mi gördüm, bilmiyorum. Günlerin getirdiği bu noktada bazı hikayelerin gerçek olup olmadığı konusunda çelişkiler yaşıyorum. İzliyorum, görüyorum ama gerçekten olup olmadıklarına emin değilim. Daha önce hissettiğim gibi hissetmiyorum. Yüzyıllık Yalnızlık’taki gibi, unutmamak adına, belki de her şeyin ismini üzerine yazmalı diyorum. Sanki okuyunca aynı hissedecekmişim gibi.
Bazı şeylere sahip olamayacağımızı, bazı şeylerin istediğimiz gibi olmayacağını zaten biliyormuşuz da, günlük hayatın akışında bunların yarı rüya halleri koşturmalar sırasında kayboluyormuş gibi. Şimdiyse sanki oturmuş, sabahtan akşama kadar bunların hepsine bir ekrandan bakmak zorundayız. Umudu, hayali, fanteziyi, aşkı, acıyı, özlemi dönerciden kahveciye, oradan meyhaneye, sonra da uykudaki rüyaya kadar serpe serpe, un ufak ede ede geride bırakıyormuşuz da, şimdi bunların hepsi bir TV dizisine dönüşmüş, birinin kurgusuymuş gibi izliyoruz. Sanki daha önce bunların hiçbiri olmamış gibi.
Gülüşün, dokunuşun, hüznün, hayal kırıklığının, sevincin kendileri gitmiş de geriye isimleri kalmış gibi…
1 note · View note
dreamstohopefor · 4 years
Text
Okuyucuya Mektuplar #19
Sevgili okuyucu,
Seni çok özledim. Seni hiç görmedim, sana hiç dokunmadım ama tüm hikayenin kokusu bir kuş oldu, balkondan içeri akşam sefalarıyla, yaseminlerle, iğdelerle girdi. Gülümsedim. Biliyorum nergisleri çok sevdiğini. Biliyorum gülümsediğini, yüzünü güneşe döndüğünü, sıcağı sevmesen de. Tüm hikayelerin sıkıştığı güvenli evinden balkona çıkıp dünyana baktığını, gün batarken de kapıları sıkı sıkıya kapattığını. Kapıyı kargocu dışında biri çaldığında paniklediğini, gelecek kışı aynı aya bakarak geçirip geçirmeyeceğini bilmemenin tedirginliğini…
Hikayeni anlamaya çalıştım, kendimi bilmediğim bir eve taşıdım. Çarşıya çıkıp ağız dolusu sövdüm. Sanki herkes bunu bekliyormuş gibi dondu kaldı. Şehri sokak sokak gezdim, bir ucundan ateşe verdim, sonrasında da çatıya çıkıp insanların koşuşturmasını izledim. Bir kez olsun senin gibi hissetmek istedim. Sıkıştığım hikayeden uçayım, bir başkasına konayım, kuşlar beni istedikleri yere götürsün dedim. Yalnız senin yanında kendim olmaktan vazgeçtim…
Sonra oturdum, sözgelimi senin bir bulut olduğunu düşündüm, dedim ne benim evime ne başka yere; bulut bu, kendi evine. Hem herkesten büyük, hem herkese benzer, hem dünyayı gezer, hem de sadece görenin gönlüne benzer, geçer gidersin dedim. Sonra birine benzettim, bulut umut oldu, gitti sonsuz gün batımlarının hikayesine karıştı…
Sıkışmış evlerden taştım, geldim sana uzandım. Bunaldıkça balkona çıktım, bir sigara yaktım, kargalarla didişen martılara baktım. Çocuklara umut ettim, gece yarısı yanmayı sürdüren ışıklara kandım.
Bir unutma defteri aldım, adını tekrar tekrar yazdım. Benden geriye kalan, alt alta satırlardan sen şimdi...
1 note · View note
dreamstohopefor · 4 years
Text
Okuyucuya Mektuplar #18
Sevgili okuyucu,
 Haritanın aydınlık yerleri hangi saatlerde nerelerdir, çiçekler yüzünü hangi yöne döner, denizler ne zaman kabarır, rüzgar nereden eser, çocuklar neden gülümser, evler ne zaman aydınlanır? Işık nereden yükselir, kuzey neresidir, gün ne zaman başlar, ne zaman biter; insan sözü kime söyler, neden söyler, söz yerini bulur mu, yoksa bir sigara dumanına karışıp gökyüzünde kayıp mı olur? İnsan kaybolacağını bildiği sözü niye söyler, acı insanın yüreğine yakışır mı, söz başkasını bulur mu?
Hikaye yazıcıları evlerine çekildi. Caddeler masallardan geriye kalan bir hülya şimdi. Dar sokakların dünyalara çıktığını kim bilebilirdi? Herkesin maske takmak zorunda olduğu bir dünyada insanlık artık dürüst olmaya karar verir mi? Verse, sözler acıtır mı yoksa yine kaybolur gider mi bir başkasında? Bahar gelir mi yine, gül ağaçları umutları taşır mı yeni bir mevsime, beklemek yeniden gelenek olur mu? Bundan sonra yazılanlar da öncekilere mi benzer, yoksa yeni bir hikaye mi başlar?
Başkalarının ördüğü duvarları kendimize ev belledik, kapıları sımsıkı kilitledik, yerin yüz kat üstüne sığınaklar kurduk. İçine dünyayı sıkıştırırız sandık, küçüldükçe küçüldük; saklanırız sandık, açıldıkça açıldık. “İnsan kendisinin yapmadığı bir evde yalnız kalabilir mi?” diye sormadık. Yüzümüzü pencerelerde gördük, sokağı umut ettik, müziği duyduk, yalnızlığı giyinip mesafeleri uzattık, daha yüksek duvarlar ördük. Nefes aldıkça banklara oturup duvarlarımızı izledik, evimizi arşınladık bir geçmişten bir geleceğe…
Bir akşamüstü geldin, evime dünyayı doldurdun, yüzüme bir gülümseme koydun. Sardunyalara yeni bir tomurcuk, makineye taze bir kahve, banyoya temiz bir havlu. Limon yüzünü güneşe döndü, kedi kokuna aşina, balkonda bir sigara… Buradaki tüm işini bitirmiş gibi, her şeyi yerli yerine koymuş gibi, çıktın gittin arkana bakmadan…
Herkesin hikayesi gibi sen de kuş oldun, rüzgara karıştın, uçtun gökyüzünde kayboldun. Rüya mıydı, gerçek miydi, umut muydu; kimse bilmedi...
1 note · View note
dreamstohopefor · 5 years
Text
Okuyucuya Mektuplar #17
Her şeyi tükettik ve işte, dünyanın ucundayız. Bir kez daha. Bir düşüş daha, her nefeste bir ölüm daha, içimizdeki boşluğu doldurmak için bir içki, bir sigara daha. Geçmişten toplayıp getirdiğimiz tüm yükümüze yeni yükler katarak bir ayrılığın, bir bitişin, bir başlangıcın kapısının önünde nefes almaya çalışarak, daha daha… Yüksek sesle, son kalanları da bir öfkeye dönüştürüp tüketerek, koca bir şehri yıkarak, adını koyduğumuz şehirleri unutarak, haritaları yakarak, evleri sokağa dökerek, gün batımlarını unutarak, son bir kez daha…
 Siktir. Bu ağacın altında başlamıştı her şey, bir sürü hayal kurmuştum ve bir sürü söz verdim. Şimdi bu ağacı gördüğümde söyleyebildiğim tek şeyse bu. Ben neler istemiştim hayattan, neler istemiştim senden, sen ne oldun? Aslında sen hep o ağacın dibinde, olduğun gibi bekliyordun da, sanki ben seni gördüm zannettim, istediğimi düşündüğüm bir şeye benzettim, sonra oturdum en yakındaki ağacın dibine, dedim hikaye böyle başlar, böyle devam eder, ve işte böyle mutlu sonla da biter. Sonra da kalktım, geldim yanına, seni öptüm; dünya uyandı, sonra bir gülümsemeyle rüyasına uyudu. Hikaye burada başladı, burada bitti; diğerlerinin bizim için yaşadığını geçirdik içimizden, bir kurgu gibi ayrıldılar, barıştılar, birlikte oldular, mutlu oldular, işe gittiler, mutsuz oldular. Her ne olduysa kafamızı çevirdik, birbirimize baktık, “bunların bir önemi yoktur, önemli olan bu andır, seni öperken kimi öptüğümdür” dedik. Bir yaz güneşinin altında, serin bir tatlı esintide uykuya daldık.
 Uyandık. Kış geldi, hikayelerimizi evlere taşıdık. İnsanların yükünü fatura ettik birbirimize, hayat pahalandı, anılarımızla ısındık, birbirimize bağırdık, dünyayı tükettik. Dünyanın ucuna geldik, başa döndük, tekrar “merhaba” dedik. “Bir insan diğerini ne kadar anlayabilirse” dedik, güldük geçirdiğimiz zamana, durduğumuz yanlış yerleri haritada işaretledik. Bir evimiz olmasını umduk, dedik “işte burada olmalıdır”. Masala inanmadık. Ay ışığını sakladık, kanıt olsun diye, birbirimize söz verdik, “her şey burada başlamıştır ve burada bitmiştir” diye. “Hayat gerçektir” dedik; “biz sadece anlamaya çalışırız”.
 Yürümeye devam ettiğim yolumsun, dönüp dönüp taşlarını döşeyeceğim…
0 notes
dreamstohopefor · 6 years
Text
Okuyucuya Mektuplar #16
Hızlı hızlı anlatırken duraksadı, gözlerine dünyanın bütün hüznü doldu, herkes için ağlayacak sandım. Zaten tüm hikayesi buydu; birini severdi, herkes için ağlardı. Bu yüzden hepimiz ona hayrandık, bu yüzden hepimiz ona düşmandık. Sevgisi hepimize yeterdi, iyileştirirdi, dünyayı doldururdu, baharı getirirdi. Ama o yalnızca birini severdi, o biz olmazdık, kırılırdık. Kış gelirdi. Anlattıkça ayaz artardı, hissizleşir, bir sıcaklık için gözlerinde, anlattıklarında kaybolurduk.
İçkisinden bir yudum aldı ve gülümsedi, taşmaya hazır gözlerle derin bir nefes alıp, "işte öyle" dedi. En sıkıntılı hayat, en hüzünlü öykü onundu. Anlatmaya başladı:
***
"Acıyı çekenin illa yazması beklenir mi? Bilmem, insandan illa bir şeyler yapması beklenir mi? Hem kim nasıl yaşar acıyı, hangi anlarda insan hissettiğine acı der ki? Tüm düşünmeler, kağıtlarda izi kalan kelimeler... Hepsi de sorulardan sonra gelir.
Önce yaşadığının farkında olduğun ama tam da nasıl bir hikayenin döndüğünden emin olamadığın şeyleri sorgularsın; kokan ya da kokmayan, belki de kokusunu senin burnunun almayı beceremediği çiçekler, işte o otlar, akşam akşam sefadakiler... Neler oluyor sağında solunda, ne bunlar? Yaşıyorlar ya sen gibi... Hangimizin hikayesi heyecanlı? Kesin olan şu ki bizimki hep daha acıklı. Sonra cevabını alsan da alamasan da hep yeni sorular gelir. Yüzlerinden haritalarını çıkardığın, aynı bozkırın ortasında kalmış gibi hissettiğin insanlar, sahi neden bu kadar koştururlar ki? Koşmak için mi doğdular, hep mi yetişmekti amaç? Bir defacık geç kalınca, tüm yazgının değişmesini hak etmiş miydin? İlimin cevabı var, günler aktıkça daha da çoğalırlar. Ama kış mevsiminin soğuğundaki bu koşturmacanın cevabı ne sende, ne bende... Ne de uzaktan izleyip de kalemi eline alan yazarda. Bazen de o sebepten sormak da baki, eldeki kalem de."
***
Sözcüklerden büyülenmiş bir şekilde onu dinliyordum. Hayrandım çünkü, o hiç kimse değildi, o herkesti, her şeydi. İçkime uzanıp ne kadar haklı olduğunu söyledim, büyük bir yudum aldıktan sonra. Elimde olsa bir pankart alır, bir de kalabalık toplar, ne kadar haklı olduğunu, hepimizin hislerine tercüman olduğunu ona gösterirdim. Böyledir çünkü; alkollüysen ve seviyorsan her şey doğrudur. Her şey! Bir tiranı öptüğünü unutursun, çünkü bir tiran gibi kokmaz, tadı da tiranlara benzemez. Zaten tiranların tadı yoktur, varsa da sen bilmezsin.
Hesabı ödedikten sonra hayranlığımın şişirdiği balonuma bindim, şehre tepeden baktım, herkese acıdım. Sanki hiç kimsenin boyunduruğuna girmemiş gibi, herkese tepeden baktım. Bir hikayenin öznesi olmak yetmişti, artık herkes gibi değildim. Bunu bilerek tarif ettim taksiciye yolu, evime girdim, artık vücudumun şeklini almış, rahatsız yatağıma uzandım. Uyku ya sonsuz hayaldir ya da bir önceki günü hayal yapar, hikayesi budur. Aksi durumda kimse kalp ağrısı ile uyanmazdı.
***
Uyandım, şehrin filmi hep geri saran noktasına geldim, derin bir soluk çekerek gözlerimi Haydarpaşa'ya diktim. Burası benim için bir sabittir; denizler uzun yıllar insanlar için bir sınır olmuştur ve geldiğim yer her zaman aklıma geçmem gereken ilk engeli hatırlatır. Bir hesaplaşma yeridir, insanlar sürekli halay çekse de. Bu şehirde insan -buralı değilse- çocukluğunun elinden tutar, dolaştırıp getirir ve der ki “burasıdır sınırın, geçmemen gereken yer budur”. O çocukluk bu durum gerçekmiş gibi her gün boğazın öbür yanına endişeli geçer, bir gün yanlışlıkla dönemezse her şey sona erecekmiş gibi koştura koştura geri döner.
***
Akşama kadar sabırla denizi seyrettim, sonra tuttum o çocuğun elinden, güzel bir yemek yemeye götürdüm. Masa toplanırken tutamadım kendimi, senin yerin burasıdır diye işaret ettim. İşte burasıdır, sevdiğin hiç kimsenin seni sevmediği yer. Hayat gerçektir(!) dedim, sardunyalar her balkonda büyür. Hikayelerin başkalarının hikayeleri, hayallerin başkalarının hayalleri...  
***
“Oysa ben onu, herkesten çok sevdim…”
0 notes
dreamstohopefor · 6 years
Text
Okuyucuya Mektuplar #15
Sevgili okuyucu,
Bir gemici olsam haritanın uzak köşelerinin hikayelerini anlatırdım sana, derdim bu haritadan başka bir harita var, bildiğin dünyalardan başka bir dünya. Bir dağcı olsam, bulutların ardını güzellerdim, kimsenin bilmediği, duymadığı hikayeler anlatırdım, nasılsa orayı görebilecek insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Göründüğü gibidir bulutlar, pamuk gibidir derdim sözgelimi, üstünde uyunur, o uykuda çocukluğa kadar gidilir, insan sanki hiç yaşamamış gibi dingin uyanır derdim. Dalgıç olsam, sana balıklardan bahsetsem, kimsenin daha önce girmediği bir denizin dibindeki ışıktan, coşkun hayattan bahsetsem, desem burası diptir ama kimsenin bilmediği bir aydınlık vardır, nasıl karşı çıkarsın bana? Şu an dünyanın ucundayım, burası böyledir, desem, söyleyebilecek sözün var mı bana?
Oturma odasından çıkıp gittiği en uzak yer başka bir mecburiyet olan kişi buna karşı çıkabilir mi hiç? Şimdi sana Sarı Kuyruksallayan’dan bahsetsem, ya da Büyük Baştankara’nın adını versem sana ne anlatacak? Yalıçapkınları’nın mevsimi geldi desem, akşamsefaları açmaya başladı, işte baharın habercileri fulyalar, sümbüller, mügeler, ortancalar, laleler desem dönüp bakar mısın? Ayırt edebilir misin frezyayı, iristen? Dünya ayağa kalkıyor, leylekler memuriyetin gereği görev yerlerine dönüyor, ardıç kuşları yeni bir hayatın kararının eşiğinde. Dünya kalk borusunu çalmış, herkesi nöbet yerine çağırıyor, hayat şimdi başlıyor. Neresindesin bu hikayenin?
***
“Yazın yaşamak çok bilgi gerektirir” dedi heyecanla yürürken ve anlatmaya başladı: “Gördüğün, kokladığın, orada olduğunu hissettiğin bir sürü yaşam. Seninle birlikte uyanıyorlar, güne başlıyorlar, senin aksine boynu bükük değil, yaşam dolu bitiriyorlar günü. Güneşe borcu yokmuşçasına, dimdik. Mimozalar, iğdeler, güller, akşamsefaları, sardunyalar, bir şey otları. Birbirinden farklı ve değişik bir sürü ağaç, çiçek, farklı farklı yapraklarıyla, rüzgarda çıkardıkları seslerle bir hikaye anlatıyorlar, hayata selam duruyorlar. Yanlarından yürüyüp gidiyorsun, onlar orada yokmuşçasına. Dünya nedir, nerededir, hayat nedir, nerededir?”
Tüm bunları dinledikten sonra derin bir nefes aldı. İçine sanki nefes değil de yolları çekmişçesine uzadı da uzadı bu soluk, dağları aştı, otobüs terminallerine uğramadan gitti çocukluğunu buldu. Çocukluğunda da gidecek bir yeri olmadığından, her tatilde akrabalarına giden bir arkadaşının peşine takıldı, kimsenin yaşamak istemediği, insanların yaşadığından kimsenin haberinin olmadığı kasabaya kadar uzandı soluğu. Etrafına bakındı, tüm bu yaşamı daha önce nasıl görmediğine hayret etti. Önce çarşı pazarı dolaştı, her şeyin tazesinin olmasına sevindi, bunun gerekliliğini onayladı, kasaba meydanını dolanıp çam ormanlarına çıktı, ilk kez gerçekten akşam serinliğini hissetti, batan güneşe selam verdi. Bahçelere girdi, her bir sekiyi tek tek geçti, baş vermeye başlamış mısırlara, ayçiçeklerine baktı, hava kararmaya başlayınca merdivenleri çıktı, oturma odalarına girdi. Tüm bu soluk alıp verme hikayesi onu acıktırmış gibi sofraya oturdu, akşam yemeklerine ortak oldu, onlarla beraber çay içip hiç konuşmadı, onların sessizliği ile beraber karardıkça karardı, bir ıslığa, bir hüzne, bir umutsuzluğa dönüşerek uzayıp gitti.
 ***
“Büyük hikayeler inşa ettiler bu şehre. Öyle hikayeler ki, tüm ihtişamı ile orada duruyor işte, kat kat üstünde, onlardan sonra da anlatılacak. Kendilerinden başka kimseleri, yaşadıklarından başka hikayeleri yoktu. Bu dünyadan sadece geçtiler, geçerken de bir iz bırakmak istediler. İstediler ya, herkesi de kendilerine benzettiler. Şimdi her yan oturma odaları. Eskiden bahar gelirdi bu şehre. Artık buradaki hayattan kimsenin haberi yok. Şahinler bile uğramayı bıraktı. Burada hayat yok.”
 ***
Uyandın sevgili okuyucu. Yıkılmış evlerin önünden anılar taşıyordu hafriyat kamyonları. Yıkıntılardan gelen seslerle, bilmediğin ama hissettiğin bir dünyanın sanrısıyla otobüse bindin. İndiğin yer hayat, son durak hiç geri dönemeyeceğin bir çocukluk…
1 note · View note
dreamstohopefor · 9 years
Text
Okuyucuya Mektuplar #14
Merhaba sevgili okuyucu,
Çoktandır yazmadım sana. Aklımdan onlarca şey geçmesine, bunları zaman zaman not etmeme karşın hepsi dev bir trafik karmaşasına dönüştü ve ben tam ortasında sıkıştım kaldım. Klimasız bir arabanın içinde, yazın nefes bile almana izin vermeyen sıcağında, bu şehrin normalleşmiş telaşlarından birine dönüştü her şey. Zaten şu an bunları mide bulantısı ile yazıyorum. İçtiğim kahveden mi, yoksa uykum geldiği için mi bilmiyorum ama içimde tarif edemediğim bir his var, birisi tüm iç organlarımı avuçluyor gibi geliyor. Peş peşe sigara yakmak, sabaha kadar kanepede oturup kafamın içindekilerin arasında kaybolmak istiyorum.
Her şeyin iyiye gideceğine inanarak büyüdüm çünkü etraftaki her nesne bir öncekinden daha estetik ve ilgi çekiciydi. Merdaneli çamaşır makinesi, banyodaki dev su kazanı, doğalgaz sobası gibi şeyler tarih oluyordu ve her şeyin iyiye gittiğine inanmamak için ortada bir sebep yoktu. Kadınlar artık yüksek belli kotlar giymiyorlardı, garip fönler yoktu, bıyıklı erkeklere daha az rastlanıyordu. Evlere bilgisayar girmişti, sonsuz bilgi kaynağına sahiptik. Bilerek daha iyiye gidecektik hep birlikte. Bu biraz zaman aldı, zira başlarda oynadığımız oyunlardaki ilerlemelerden ve video kasetli porno dönemini kapamaktan fazlasına yol açmadı. Mastürbasyon yapmak için  çekilen çile düşünüldüğünde insanlık için büyük bir ilerleme olduğunu söylemek gerek. Zamanla iyiye gitti ama. Tüm dünyayı birbirine bağlayan şey evlerimize girdi, sonsuz bilgi kaynağı. Pornoda yeni bir devrim. Ergen erkek çocukların aklında çüklerinden başka bir şey yok gibi görünüyor dışarıdan ve muhtemelen de öyle, yine de zalim olmanın bir faydası yok. Çünkü en agresif dönemleri gibi görünse de aynı zamanda en masum halleri. Yaş ilerledikçe o masumiyet kayboluyor ve gerçek bir sinir harbine dönüşüyor bu işler.
Bu değişim bir nehir yatağının bahar başında yaşadığı hareketlenme gibiydi. Hiç olmadığı kadar hızlı akıyordu ve  sırt üstü uzanmış gökyüzüne bakarak suyun götürdüğü yere gidiyorduk. Kafamın içindekiler de o günden bu yana o kadar hızlı akıyor ki, kendimi kaybettiğim zamanlar oluyor. Düşünmekten başım ağrıyor. Her şeyin daha iyi olması gerekiyordu ama su giderek yavaşladı ve mevsim sonuna geldik. Yaz bitti. Hayatta zamanın durduğu, artık her şeyin normalleştiği ve öngörülebilir hale geldiği bir nokta var. Geriye dönüp baktığınızda ilk olarak değişmeyenleri arıyorsunuz, başlangıç noktasından aldığın yolu görmek adına. Kişiler, akşam haberleri, enflasyon, ekmek fiyatı. Yüksek belli pantolon giyen kadınlardan hoşlandığınızı fark etmeye başlıyorsunuz, popolarına bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Etrafta bir sürü bıyıklı adam var ve yaşları sizinkiyle aynı. Babalarınızın birer kopyası gibi etrafta dolanıyorlar, aynı babanız gibi büyük büyük laflar ediyorlar ve hepsi de anlamsız. Nesneler değişiyor. Işık aynı ışık, hava belki aynı hava, manzara belki aynı manzara değil ama tadı yakın, şehrin silüeti bir yere kaybolmamış.
Seksteki vahşiliği görmüş olacak ki çocuk, lisede uzaktan hayran hayran baktığı kızla kendisini aynı yatakta düşlemezdi, düşlese bile onu öpmekten fazlasını aklından geçirmezdi. Sinema perdesinde gördüğü romantizmden öte bir hayal bulamazdın. Elinden tutup uzaklara gitmeyi düşlerdi ama o güne kadar evinden gittiği en büyük uzaklıktan daha uzağını bilmezdi. Bu masumiyet, bazısınca saflık -her grupta hayatı diğerlerinden önce çözen bir sığır bulunurdu- o yaşa anlam katan bir detay gibi görünüyor şimdi bakınca. Bir kadının yanında nefes nefese, ter içinde yatıyorsun. Tüm ergenlik dönemini kendini harika bir aşk çocuğu, insan ya da her neyse olmayı hayal ederek geçirmişsin ve bilinçaltının bir yerinde öyle olduğunu da düşünüyorsun. Oysa 40 sene önceki bıyıklıdan bir farkın yok, İspanyol paça giymiyorsun ve bunu komik buluyorsun sadece. Her evde bir değil iki televizyon var artık. Radyo pek tercih edilmiyor. Sosyal medyada takılıyorsun. Başarmak için uğraştığın sürüyle şey vardı ve bunlardan birini başardığın anda değişenin sadece nesneler olduğunu görüyorsun.
Bu yazının bir başı, bir sonu, bir amacı yok. Bütün bunları yazdım çünkü uykuya ihtiyacım var ve midem bulanıyor. Sadece yazmak istedim. Belki biri de "abi arada bana da öyle geliyor" der diye. Ya da biri görüp "derdini sikeyim" diye sinirlensin diye.
Zamana yenildiğimize karar verdim sevgili okuyucu. Olmak istediğimizin bizimle alakalı olmadığını, nesnelerin değiştiği bir ortamda sadece zamana uygun bir dekor olmaktan öteye geçemediğimizi fark ettim. Tüm insanlık tarihinde yaşananlardan farklı bir şey yaşamadığımızı. Binlerce yıldır bir kadını çok sevip uzaktan bakmak zorunda olan adamlar var ve interneti kullanıyor olmamızın bu gerçeğe bir katkısı yok, hiçbir şeyi değiştirmiyor. Adamın kalbini ağrıtan şey buhar makinesi olmadı ki hiç. Evariste Galois, tarihin gördüğü en ünlü matematikçilerden biri ve öldüğünde 21 yaşındaydı. Polinomlara, Grup Teorisi'ne dair parlak fikirleri olan adam sevdiği kadın için davet edildiği düelloya gitti ve beklendiği gibi öldü. Tarihin en zeki adamlarından biri böyle bir akılsızlığa kalkışmış özetle -ki bir bakımdan oldukça romantik-. Sosyal kontrat olmasa ve medeniyet bu denli ilerlemese (ilerlediği tartışılır, artık kitle imha silahlarımız var) biz de "çıkışta görüşücez olum" şovu yerine silahlı mücadeleye kalkışabilirdik. Galois’nınki kadar olmasa da bizim acımızın ve şovumuzun da romantik bir tarafı olduğu gerçek.
Hayata dair değişen hiçbir şey yokmuş. Hepimiz aynı şeyleri yaşayıp gereksiz anlamlar yükleme telaşına düşmüşüz. Galois kadar da taşak sahibi değiliz ne yazık ki. Bir şeyin iyiye gittiği yok sevgili okuyucu. Farklı zamanlarda aynı şeyleri yaşayıp duruyoruz, ne kadar zavallıca değil mi?
Meğer bunca gevezelik boşunaymış. Tüm zamanların hikayesi bir kalp ağrısından ibaretmiş. 
2 notes · View notes
dreamstohopefor · 10 years
Text
Kafamın İçinden Hikayeler #9
"Tam olarak hatırlamıyorum zamanını..." Son zamanlarda bu cümleyi çok fazla kullandığımı fark ettim. Hafızam konusunda çevremdekiler de hakkımı teslim eder; abuk subuk detayları hatırlamak gibi bir huyum vardır. Hayatın çoğu günü sıradandır, hatırlanacak hemen hemen hiçbir şey yaşanmaz. Dünyada bu kadar vakit geçirip, çoğunu hatırlamıyor olmak bir hayli acıklı insanlık için. İnsan ömrünü uzatmak için yapılan tüm çalışmalar, unutmak için daha fazla yaşamanın yolunu aramaya benziyor. Bu kadar sıradanlığın arasında ömrümüzün sonuna kadar unutmayacağımız bir yükü hayat hali hazırda veriyorken, böyle bir çabanın olması kulağa garip geliyor düşününce. Daha fazla yük için, daha fazla sıradanlık, harcanan daha çok zaman. Hayatın toplamında bizi mutlu eden anıların sayısı fazla dahi olsa, insanoğlu olarak güzel günlerin geride kaldığına dair bir hüzne boğulup, yine kendimizi türlü sıkıntıların içine sokuyorken özellikle de. Konu bu değil ama, neyse.
Sıradan bir günde, herhangi bir saatte yaşanmış ve hiçbir özelliği olmayan garip detayları hatırlıyorum; basit nesneler, renkler sayesinde hafızamda o anlara dair bir şeyler beliriyor. Geçenlerde bir cips markasını gördüğümde, 5.sınıfın Şubat ayıydı yanılmıyorsam, okulun karşısındaki marketten aile boyu cips alıp servisin arka sırasına oturduğum görüntüsü geldi gözümün önüne. Hiçbir özelliği olmayan, sıradan bir gün. Yaşadığım her anın kafamın içinde bir yerlerde olması çok güzel olurdu -öyle gibi de görünüyor- ama bunları istediğim zaman hatırlayamayacaksam ya da hiçbir işime yaramayacaksa onların orada işi ne? Hatırlayabildiklerimizin güzel tarafı bu sanırım. Gerçi onlar da bir işe yaramıyor. Zeynep vardı mesela, kırmızı çizgili mayosunu, güneşte parlayan saçlarını unutamam asla. Zerre erotizm içermeyen, içinde hiçbir talep olmayan saf bir hayranlıktı ve sadece 6 yaşındaydım. Muhtemelen Zeynep dünyanın en çirkin kızlarından birine dönüşmüştür ki aslında o zaman bile güzel sayılmazdı; bazı dişleri yoktu. Benim de yoktu ama onda olmaması benim daha çok ilgimi çekmişti. Yine de dişleri ilişkimiz için sorun teşkil edebilecek bir detay değildi ve Zeynep'i seviyordum. Karar vermiştim, onunla evlenecektim. Sorun şu ki İstanbul'da yaşıyorlardı ve yılda birkaç kez ancak görüşebiliyorduk. Saat 9 olduğunda yatağa gidiyordum ve aramızdaki uzaklığa lanet okuyarak, kalbim sıkışarak, bazen de ağlayarak Zeynep'i sevmeye devam ediyordum. Bazı akşamlar yüzünü bile hatırlamakta zorlanıyordum; kırmızı çizgili mayosu, parlayan saçları, büyük elmacık kemikleri ve gülüşü gelse de gözleri gelmiyordu mesela. Olsun, yine de seviyordum onu. Saat 9'da uyuyan hiç kimse bu tip sıkıntılara girmemeli, devletin çeşitli organlarının bu tip şeylere izin vermemesi gerekiyor. Hemen tüm hayatımızın benzer dertlerle geçtiğini düşünecek olursak böyle saflığa lanet olsun, 6 yaş bu tip bir acıyı yaşamak için fazlasıyla erken. 
Zeynep'ten öncesi de var aslında, kreşten bir kız. Ama oraya kadar gitmeyeceğim, bu hepimiz için acı verici olurdu. Mesele şu ki o görüntüler hala aklımda olsa da birlikte geçirdiğimiz bol çizgi filmli zamanlara dair tek bir kare yok beynimin içinde. Bir keresinde beni öpmüştü ve günlerce yüzümü yıkamayı reddetmiştim; sırıtarak etrafta gezmenin yanında, ara ara masada oturan yetişkinlerin yanına gidip ellerimi cebime sokuyor, vücudumu geriye atıp onlara tepeden bakıyordum. Sadece kafam görünüyordu onların oturduğu yerden ama yine de büyük adam duruşuydu o ve bir kız tarafından öpülmenin gururunu yansıtıyordu.¬¬¬¬¬ Bugün olanları o gün bana kahkahalarla gülen yetişkinlerin tepkilerinden anlamam gerekirdi. “Tam hatırlamıyorum ama” galiba evlenme fikrimi ciddiye almamış gibilerdi, üstelik babasından onu istediğim halde. Çok ciddiydim. Dünyanın sonuna giderdim onunla birlikte ve yuvarlak olduğunda ısrarcı olsalar da, bir sonu olduğuna dair yemin edebilirdim.
O günlerde tek isteğim Zeynep’ti, çünkü oldukça dar olan sınırlarımda parıltılı başka bir şey yoktu. Arada bir Michael Jackson kasetleri ile dünyanın en kötü dansları eşliğinde uydurduğum bir dille –kesinlikle İngilizce değil- şarkılara eşlik ediyordum. Kafamın her yerinden çıkan ve hiçbir şekle girmeyen saçlarıma su ile garip şekiller veriyor ve bir star olmayı hayal ediyordum; uydurduğum dille söylediğim şarkılarla dünyadaki herkesin hayranlığını kazanmanın hayallerini kuruyordum. Bu durum öğleden sonra 2-3’e kadar devam ederdi, sonrasında sokağa çıkıp Lothar Mattheus olurdum. Ya amına koyim Maradona olmak için çocukların dövüştüğü bir ortamda nasıl bir vizyonsuzluktur be kardeşim. Ara ara Littbarski ve Klinsmann olduğum da olurdu yalan yok. Yaşıtımın olmadığı mahallede defansta durmak bir memuriyetti, belki de bu yüzden Matthaus daha doğru bir figür gibi gelmiştir. Annem yemeğe çağırdığında yine ben oluyordum, yemekten sonra izlenen filmin ardından yatağa giderken düşmekte olan uçağı son anda piste indirmeyi başaran pilot oluyordum, ertesi sabah sınıfta dünyadaki tüm kitapları okuyan gözlüklü bir profesör. Gözlük detayı önemli zira aileye gözlük 50’den sonra girdi, yani böyle bir ihtimal dahi yok gibi görünüyor.
Ama sonuç değişmiyordu ve hepsinin sonunda Zeynep’le evleniyordum. Hatta bazı akşamlar o kadar uykum oluyordu ki kurduğum hayali yarıda kesip, “tamam bugün de evlendik” deyip uykuya koşuyordum. Konserde şarkıları onun gözlerinin içine bakarak söylüyordum, golü atınca tribünde ona koşuyordum, uçağı JFK’e indirdiğimde Zeynep koşup bana sarılıyordu –İstanbul’dan indirişimi izlemek için gelmiş bir koşu-, bütün şiirleri gittiğimiz pikniklerde ona okuyordum –ekose örtü ve sepet vardı elbette, içinde de rakı (bizimkiler onu içiyordu napayım)-. Zeynep’i en son görüşümden bu yana 23 sene geçti.
***
Okumayı öğrendiğimde dünyayı keşfetmiştim. Yazılan ne varsa okuyacağıma dair kendime söz vermiştim ve çocukluğa dair aşırılığın bizi bu bin türlü hayal kırıklığına karşı korumasız hale getirdiğine inanıyorum artık. Her şeye rağmen sonucu elimde olan ve yapmayı istediğim hemen her şeyi bugüne kadar başarmış olmanın hazzı ile “daha fazla ne yapabilirim?” sorusunun yarattığı huzursuzluk arasındaki koşturmacada birbirinden anlamsız ve sıradan binlerce günü geride bıraktım. Hayat bir noktadan diğerine gitmektir; başlangıç noktasından uzaklaştıkça biriktirdiklerinizin sadece işinize yarayacağını düşündüklerinizi yanında götürürsünüz. Uzaklaştıkça geride kalan her şey daha da sisli bir hal alıyor. Hayatı bir ne olacak heyecanı ile kabulleniş olarak ikiye ayırabiliriz ve ben hatırlamadığım binlerce dakika ile kabulleniş safhasına geçmiş oldum.
Çocukluğum ile aramdaki uzaklık 30 yıl oldu. Zeynep’ten sonra bir sürü kişiye evlenme teklif ettim ve Zeynep’in bugün ne yaptığı umrumda bile değil. Geçenlerde elime geçen yapılacaklar listesinin bir sürü maddesini tamamlamışım ve çoğu bugün ilgimi çekmiyor. İki sene önce hayalini kurmaktan vazgeçtiğim işe sahip oldum ve bugün onu da listeden çıkarırken daha fazlasını listenin altına yazarak çekmeceye kaldırdım. Açlık bitmiyor çünkü. Bazılar kadınlara, bazıları paraya, bazıları işine düşkündür ve açlığı hiç bitmez insanın; bense sadece hayallerime düşkünüm. Bir sürü önemsiz detayla, içimdeki bitmek tükenmek bilmeyen açlığı dindirmek için birazdan yeni bir güne başlayacağım ve kalan zamanımı ufak bir doygunluk hissini tatmak için harcamaya devam edeceğim. Hayatıma devam edebilmek için her gün az da olsa ölmem gerekecek.* 
30 yıl olmuş ve artık her şey çok uzakta. Biz ne bok yedik be Zeynep?
2 notes · View notes
dreamstohopefor · 10 years
Text
Siz neden bu kadar ciddisiniz?
Her şey rastgele gelişiyor. Başladığınız yerden uzunca bir süre haberiniz olmuyor; dokunarak, tadarak, hissederek öğreniyorsunuz her şeyi. Çok ciddi insanların dünyasına hoşgeldiniz! Sizi çok uzun bir süredir bekliyorduk. Artık aramızda olduğunuza, her şeye dokunduğunuza, her şeyi gördüğünüze, her şeyi tattığınıza göre, biz de artık size yüksek perdeden laflar edip, istediğimiz kalıba sokabiliriz. Birbirimizle çok uzun zaman geçireceğiz. Sizin gibi başkaları da var ve onlar da aynı yerden başladılar. Sizin için her şeyi düşündük. Biz sizin için her şeyi düşünürüz. Biz sizin yerinize düşünürüz. Bundan sonra düşünmenize gerek kalmayacak. Her şeyi sormanız yeterli. Yanıbaşınızda bulamazsanız, bir telefonla ulaşmanız yeterli. Bu kadar yakınınızdayız (evlere servisimiz vardır).
Bundan sonra bizim işaret ettiğimiz yerde duracaksınız. İşte tam burası. Şu an bulunduğunuz yeri bazı parametreler kullanarak genişlettik ve geçip geçemeyeceğiniz alanları belirledik. Artık burası sizin yaşayacağınız yer. Bundan sonra burası sizin sınırlarınız. Eviniz. Dünyanız. Sevinciniz, mutluluğunuz, acınız. Hayatınız. Olması gerektiği gibi, bizim işaret ettiğimiz yerde, bizim işaret ettiğimiz şekilde. Kafalar yukarda ve omuzlar dik. Çok güzel!
****
Üç vasıta değiştirerek gittiği işinde mi mutluydu, işin kendisi mi onu mutlu ediyordu, yoksa hiçbir şey hissetmiyor muydu, buna günler karar veriyordu. Çok geç yattığı bir akşamın ardından eve uyuma hayali ile geliyor, bindiği üç vasıtadaki yüzleri hatırlamaya çalışarak sabahı ediyordu. Yine uykusuz gidecekti işe. Baş ağrıları artmıştı. Eskisinden çok sigara içiyordu. İnsanlara fazla zaman ayıramıyor, ya da ayırmıyordu. Fazla zamanı da yoktu. Her ayın 1'inde 30'unu düşünmeye başlıyor, günleri hesaplarken, ayın 23'ünde kendisine bir boşluk yaratıyordu. Faturalardan, ev kirasından, akrabalardan, işteki sorunlardan ve toplu taşımadaki ciddi yüzlerden geriye ayın 23'ü kalıyordu. O günü de uyumaya ayırıp, kalan 23 gündeki ciddi yüzleri hatırlamaya çalışarak uykusuz kalıyor, ayın 30'unu getiriyordu.
****
İşe gitmesi gereken saat erkendi ama o daha erken kalkmayı hiç sorun etmezdi ve hep geç kalkardı. Sabahları bir şeyler yemeden ve günün ilk sigarasını içmeden evden çıkmamak gibi prensipleri vardı; ciddi yetiştirilmişti ve bu tip konularda gevşekliği asla kabul etmezdi. Otobüs herhangi bir saatin buçuklarında geçiyorsa ve sadece 10 dakika kalmışsa bunun için yapacak hiçbir şeyi yoktu. 10 dakikada sigarasını içip duşunu alması ve otobüsü yakalaması imkansızdı. İnsanlar kötü kokan birini, geciken birinden daha çok ayıplardı. Bu yüzden genellikle de işe gecikir, türlü yalanlar söyleyerek her seferinde paçayı kurtarmayı başarırdı. İşinde iyiydi ve insanlar göz yumuyordu, biraz esnek bırakıyorlardı. Ayrıca hiçbir birey üç araba dolusu insanın yüzleri ile o masanın başına oturmak zorunda kalmamalıydı.
****
Balık tutmak istiyordu. Birkaç kez internetten olta takımı fiyatlarına bakmış, sonra ertelemişti. Arada sahile gider, günün rengi kırmızıya çaldığında olta sallayanlara bakarak kendine izin verirdi. Onu gören biri çok hikayesi olduğunu zannederdi. Oysa tek yaptığı bir otobüs dolusu insanla birlikte aynı saatte kalkıp, gitmesi gerektiği yere ulaşmaktı. Haritada yerini bilmediği yerlere bir şeyler yolluyor, yolladığı şeylerle insanların mutlu olup olmadığının hayalini kurarak bilgisayarını kapayıp, aynı insanlarla evine dönüyordu.
Sessizdi. Gerekmedikçe değil, neredeyse hiç konuşmazdı. Duymaktan yorulmuştu. Bu gelgitlerin içinde sıkışmış, bir o kadar bunalmıştı. Güne iyi başladığı sabahlarda durağa adımını attığında otobüs gelirdi. Belki biraz geç kalmıştı, belki onu bekliyordu. Bunun bir önemi yoktu ve insanlar söylenerek otobüse binerdi. Yol boyunca söylenmeye devam eder, atmosfer tabakasını dev bir homurtu kaplardı. Bazı güneşli sabahların sırf bu yüzden griye dönüştüğüne, 35 derece sıcakta kar yağdığına tanık olmuştu. Bir sonraki otobüste de durum farklı değildi; homurdanma sanki ilk bindiği otobüsten kanser gibi tüm ülkeye yayılmaya başlardı ve her şey daha kötüye giderdi. Belki de işini bu yüzden seviyordu; otobüse binmeyenler başka homurtuları yanlarında getirip çeşitlilik katıyor ve gününü renklendiriyordu. Yine de daha az insan nefes almak için bir şanstı ve bunu iyi değerlendiriyordu. Bir şeylerin farklı olması için bindiği -otobüsler büyük şehirlerin ışıklı terminallerinden çocukluğunuza doğru kalkan araçlardır- akşam otobüsü de aynıydı ve eve döndüğünde tüm dünyanın yükü sırtına binmiş gibi hissederdi. İnsanların kızgınlığına anlam vermeye çalışarak 41 yaşına gelmişti.
Bir gün değişiklik yapıp otobüsten indi ve vapur iskelesine doğru yürüdü. Vapur saatine kadar sigara içti ve tanıştığı yeni yüzleri hafızasına kazımakla uğraştı. Vapur gelince de sanki onu arkasında bırakacakmış gibi davranarak, herkesi itip kakarak en öne kendisini attı. Vapurun en arkasına oturduğunda boncuk boncuk terliyordu, nefes alıp verişi sıkıntılıydı. Kravatını gevşetip çantasına sıkı sıkı sarıldı. Pervanenin çıkardığı köpüklerin arasından denize, şehrin ışıklarına uzun uzun baktı. O an artık aklından ne geçtiyse...
****
3 kuruşluk evlerde, diğerleri ile aynı beş para etmez hayatları yaşıyorsunuz. Sahi, neden bu kadar ciddisiniz?
4 notes · View notes
dreamstohopefor · 10 years
Text
Kafamın İçinden Hikayeler #8
Evin içinde dolanıyorsun, uyku bastırmasın diye olmayacak şeyleri iş ediniyorsun kendine. Normalde dağınıksın, evi topluyorsun; seyahate çıkarken ev derli toplu olur demiş annen bir kulağına. Odanı yeniden düzenliyorsun, bulaşıkları yıkıyorsun, çöpleri atıyorsun, hala var otobüsün saatine. Sahi kimin aklına geldi, kim aldı gecenin üçüne otobüs bileti? Bilgisayarı kurcalıyorsun, çantan hazır olalı saatler olmuş -belki de ilk kez. Dakikaları sayıyorsun, hiç yapmadığın halde kendi kendine "gecikirim" diyerek erkenden terminale doğru yola koyuluyorsun. Gidilecek yer önemli olunca, insan saniyeleri sayıyor, sen de haklısın. Takside sohbet aynı; biraz devlet, biraz millet çokça çatışma. Terminale de hayatında ilk kez yarım saat önce gidiyorsun. Karbonat kullanıyorlar mı hala bilinmez ama çayın tadı rezil. Telefonla oyalanıyorsun, geliş yolundan girecek otobüste gözün. İnsan çocukluğuna dönerken heyecanlanır.
***
Neyse işte, geldi otobüs de, sanki beni bırakıp gidecekmiş hissine kapıldım, kapısı açılır açılmaz attım kendimi içeri. İnsan sevmem pek, gittim en arkadaki koltuğuma oturdum. Yine televizyonu çalışmayan denk geldi; belki de son 10 yolculukta da o lanet televizyon çalışmıyordu. İzleyeceğimden değil ama bir sefer çalışsa fena mı olurdu? Açar içindeki üçüncü sınıf filmlere, müziklere bakar ülkeye ağız dolusu söverdim. Belki de dakika başı sövdüğümü fark eden otobüs firması sahibi bilette adımı görünce bu kadarının yettiğine karar kılıp özellikle bozduruyordur, kim bilir.
Bir süre sonra yola çıkmayı da başardık, nerede ineceğimizi sordular, cevapladık. Servise büyük bir hızla geçen muavinin yüzünde "yiyin de zıbarın" ifadesi vardı. Kahve istedim her zamanki gibi. Şükür artık çeşit çeşit var, sadesini ya da birkaçını bir arada tercihe göre alabiliyoruz. Yalnız rica ettim, kahvemi koyduktan sonra sıcak suyu alacaktım. Anlam veremedi tabii. Ya kardeşim sıcak sudan çıkan buhar kıç kadar paketin ağzını nemlendiriyor, kahv.... Herif ben anlatamadan sıcak suyu verdi, döndü gitti. İçimden söylendim, boşverdim, kitabımı çıkardım, okumaya başladım. Çok geçmeden başımda devasa bir çöp poşedi ile dikiliyordu (bu iki olayın arasında geçen tahmini süre 4 saniye). Kahvemin bitmediğini görünce yan koltuktaki boşları topladı gitti, şoföre de ışıkları kapama talimatını verdi. Amına koyim zaten televizyon çalışmıyor, kahvemin hepsini bardağa dökemedim sayenizde, bir de kitap okumama da engel oluyorsunuz. Ağlayan çocuğu saymıyorum bile. Uyanıkken kabus görür mü insan?
***
Kendi horultuma uyandığım anlardan birinde günün ağardığını fark ettim. Kendi horultuma uyanıyorsam, diğerlerini da rahatsız ettiğimi düşünerek uyanık kalmaya çalıştım. Haliyle sersem gibi indim. Nemin yoğun olduğu kentten, kuru sıcağa gelmiştim ama neyse ki kara iklimi serin sabahlar vaat ediyor insana. Otobüsten inince derin bir nefes aldım ve egsoz gazından yarım dakika kadar öksürdüm. Böyle bir ahmaklığı yapacak kadar rezil bir yolculuk geçirmiştim işte.
Altgeçidi geçtim, yolun karşısından taksiye bindim. Şehirde bildiğim, keyif veren bir müzik çalıyor. Şuradan sağa, soldan devam edeceğiz, köşeden tekrar sağ yapalım abi. Tamamdır burası. Şimdi gidip kapıyı çalacağım, kapıyı açan kadın ben ne yapmış olursam olayım gülümseyecek, bana sarılacak. Öyle bir sarılacak ki, ben de yolda gelirken çektiğim eziyetten tut da iş hayatındaki sıkıntılara, ikili ilişkilerdeki karmaşalara, takımın kaybettiği şampiyonluğa kadar her şeyi unutacaktım.
***
Öyle de oldu. Ben daha kapıyı bile çalmadım, balkona çıkmış bana bakıyor. Kapıyı araladım, gözleri ışıl ışıl, sıkı sıkı sarıldı, dünyadaki olumsuz her şey yok oldu. Dedi ki "çayı demledim, yalnız ben de dün geldim, ev tam takır, gel gidip bir şeyler alalım". Ya anacım sen iste ben seni kahvaltının kralına götüreyim be. Ama işte bin türlü derdinin arasında o sofranın bile mahcubiyetini yaşıyor, "başka zaman gideriz" deyip geçiştiriveriyor, iki sıcak simide tavlıyorum.
Tabii ki dünyanın en iyi kahvaltısı o masada. İçeriği kim takar, hangi tulum peyniri tutacak annemin gülüşünün yerini? Böyle diyorum da derdi çok, zaten gülmeye fırsat bulamadan başlıyoruz karşılıklı anlatmaya. Öğleyi geçmiş saat, farkına bile varmıyoruz, "bir Türk kahvesi yap da içelim" diyor. Tek çocuk olup, bir de çalışan anneyle birlikte büyüyünce evin hem kızı oluyorsun, hem oğlu. Kapatır fal da bakarız; bildiğimizden değil de, balığa benzeyen şekle biz de balık diyebiliyoruz en nihayetinde.
Öyle çok bir beklentisi olmadı hiç de, benden bahsetmekten keyif aldığının konusunu açtı. Pek bir hoşuna gitmiş hayallerimizin peşinden koşmamız, kendi ayaklarımızın üstünde durmamız. Yine de dayanamıyor; elini cebine attırmıyoruz, kızıyor hep harcıyorum diye. "Bir kilo" diyor pazarcıya, "yap onu iki kilo" diyorum. Kim yiyecek bunu diyor, "yahu bulunsun işte" diyorum. Gel şurada bir yemek yiyelim, hadi şunu da alalım derken hep bir mahcubiyet yaşıyor. "Ben sen zorda kalma diye söylüyorum" diyor. Ulan ben sen varken zorda kalır mıyım hiç?
***
Ya işte geldim, birkaç saate de gidiyorum. Bataklığın içinden bir süreliğine çıkmışım da, ayağımla yoklaya yoklaya kafam dışında kalacak şekilde aynı bokun içine geri batacağım gibi sanki. Ne ben giderim, ne o beni gönderir de işte, tekrar tekrar aynı mahcubiyeti birbirimize karşı yaşamayak için o otobüse binmek gerekiyor. Televizyon yine çalışmayacak, muavin yine suyu önce koyacak, yine birinin çocuğu ağlayacak ve taksici yine bir şeylerden yakınacak. Ben bunca eziyeti tekrar tekrar çekmeye devam edeceğim; çünkü insan yalnızca çocukluğunda mutlu, insan sadece annesinin yanında çocuk...
2 notes · View notes
dreamstohopefor · 11 years
Text
Bizi hangi tanrı affedecek?
Çok zamandır yazmıyorum. Zaman el vermiyor, iş el vermiyor. Ya da yazamıyorum. Bir zamanlar mutsuzluğun, huzursuzluğun bunu tetiklediğini düşünüyordum ama konunun bununla alakası pek yok. Elim gitmiyor işte. Ne yazacağım ki?
****
Kreşten eve dönüyoruz, radyoda "faili meçhul" diyor adam, soruyorum babama, susuyor. Çocuğa ölüm nasıl anlatılır, bilmiyor ki adam, nasıl anlatsın. "Eyleme gidiyor muyuz?" diye soruyor annem, yanıt belli, gitmezsek olmaz. Eylem ne sahi? Gidiyoruz, omuzlardayım, dünyanın en güçlü adamı benim. Kağıttan şapkalar yapıyorlar başıma güneş geçmesin diye tanımadığım insanlar. Bir cadde dolusu insana -o günlerde bildiğim en büyük sayı 9999, o yüzden 9999 tane insan var- tepeden bakıyorum. Komutanlarıyım sanki, önüme sıra olmuşlar, korkusuzca ilerliyorlar. Yürüyoruz, sonra bir yerde duruyoruz. Sanırım sıcaktan bunaldığımızı düşünen bir grup üniformalı adam su sıkıyor, kaçışıyoruz. Etraftaki panik kendime getiriyor beni; omuzlardan indiriliyorum, koşuşturmanın içinde buluyorum kendimi. Her şey gerçek. Ben komutan değilim ve serinlememiz için su sıkılmıyor. Ağlıyorum. Biz bir yere sığınıyoruz ama sığınamayanlara vuruyor üniformalılar. Oysa öğretiye göre onların bizi koruması gerekiyor, bizim onlardan korkmamız, onlardan kaçmamız aklımın alamayacağı kadar büyük bir karmaşa. Biz kötü adamlar mıyız? Zam azmış, ona söyleniyorduk. Neyse. Eve dönüyoruz. Haberler de kötü. Birileri ölmüş, ekonomi batmış, enflasyon canavarı, faili meçhul -neydi bu?-, göstericiler, tazyikli su, sendika, bakanlar kurulu... Bilmediğim ve cevap alamadığım bir sürü soru.
Günün her anı önemliydi. Dünyayı keşfediyordum her saniye. Beynim hiç durmadan çalışıyordu. Bildiğim, deneyimlediğim şeylerle ilgili hayaller kuruyordum her boş kaldığımda. Hatta bazen bu hayalleri sonlandırmak için eve dönüş yolunu uzatıyordum, geç uykuya dalıyordum. Su sıkan adamları tek başıma cezalandırıyordum bazen. Annemi kimse korkutamaz benim!
****
10 yıl geçiyor. Sıranın üzerindeki defteri karalıyorum dersin başlamasını beklerken, bir yandan da müzik dinliyorum. Hoşlandığım kızın cevabı acı oldu, istemiyormuş beni. Önceleri "ben de seni istemiyorum o zaman" demiştim ama hiç de öyle olmadı be. Ders başlasa, sırana otursan da sana yakalanmadan seni izlesem. Hayaller kursam. Aslında bu yeni değil, 10 yıl önce de bir başkasından aynı cevabı almış, dünyam başıma yıkılmıştı. Cevabını bilmediğim sorularla ilgili ise kitaplar okudum, artık birçoğuna hakimim. O da bir şey mi, ölümü gördüm, bir sürü insan uyandığımda yoktu artık. "Yok"un ne olduğunu bilirdik de, insanın yokluğu neymiş onu da öğrendik, ona da alıştık. İnsan ölüme alışır mı hiç? Alışıyormuş.
Günün her anı çok önemli. Okuldan eve giderken, dershaneden eve dönerken, bakkaldan eve dönerken aklımda farklı hikayelerin kahramanıyım ve sen bana geliyorsun. Hala yollar uzuyor, uykular uzuyor, evler kocaman oluyor hayaller sığsın, hayaller gerçek olsun diye… Haberlerse hala aynı; faili meçhuller biraz azalmış ama diğerleri aynı tas aynı hamam. İnsan hep üzülecek bir şey bulur, bizim aramamıza gerek kalmıyor. Çocuklar ölüyor, fakirlik artmış, eyleme gidiyorum -eh babadan gördük- su sıkıyorlar, copluyorlar. Elimizde iki defter, gömlekler pantolonun dışında, kravatlar kafada. Pire gibiyiz, bırak polisi Süpermen gelse yakalayamaz. Yakalıyor ibneler. Alıyorlar kimlikleri, yetmiyor, bir de "ailenizi arayacağız" diyorlar. Arıyorlar da. Annem geliyor, üzülmüş, korkmuş. Kimse benim annemi korkutamaz, kimse benim annemi üzemez. Eve dönüyoruz, kafayı yastığa koyuyorum, içimde volkanlar patlıyor, yine kalabalıklar arkamda hesabını soruyorum her şeyin. Kimse benim annemi üzemez!
****
10 yıl geçti. Asla yaşamayacağımı iddia ettiğim şehirde, asla gerçekleşmeyeceğine inandığım bir hayali yaşıyorum. O zamanki senin silüetin değişmiş, hakikaten de gelmişsin bana, bak ne mutluyuz. Şu 10 yılda o kadar çok sorunun cevabını aldım ki, en önemlisi de bu soruların hiç bitmeyeceğini öğrenmem oldu. Yürüdüm, koştum, güldüm, beş parasız kaldım, sarhoş oldum, -yanlış anlamazsan itiraf edeceğim- bir sürü kez aşık oldum, hep başarısız oldum, hep geç kaldım. Fena bir 10 yıl değilmiş.
Şimdi işten geldim, sabahın yedisinden beri ayaktayım, her yanım ağrımış. Günün her anı artık o kadar da önemli değil. Çay yapıyorum, demlik için arkadaşım yok, sallama da idare ediyor. Televizyonu açıyorum, haberlerde hala değişiklik yok. Kadınlar öldürülmüş, enflasyon varmış, göstericilere artık suyun yanında gaz ikram ediliyor –dünya hep daha ileriye giden bir yer olmuştur-, bakanlar kurulu, yolsuzluk, dokunulmazlık, seçim, terör, savaş... Annemi arıyorum, ne diyeceğini bilemiyor, “iyi misin” diye soruyor,” iyiyim” deyince mutlu oluyor. Kimse benim annemi çaresiz bırakamaz!
****
Sabah uyandım, Berkin ölmüş. Ben 269 gündür bir kez bile ondan direnmesini istemedim, isteyemezdim çünkü. O lanet kapsül onun kafasına geldiği dakika bu ülkeyi ateşe vermemiz gerektiğini bilecek kadar deneyimledim bu hayatı ama ateşe verdiğim arkadaştan aldığım sigara oldu en fazla. İç çektim, sessiz sessiz uyansın diye bekledim. Yüzüm yoktu ondan bir şey istemeye. Korktum çünkü; bu vicdansızlığın karşısında insanın korkmamasının, aklının tutulmamasının yolu var mı? Sabah haberini aldım, aylardır hissettiğim uyuşukluğun içinden bir şeyler saplandı. Çaresiz bir şekilde ayaklarımın götürdüğü yere gittim, zira akıl namına bir şey kalmadı bende artık.
****
Oysa çocuk ışıktan bile hızlıydı ve bırakın ekmek almayı, kaşla göz arasında kötü adamlara haddini bile bildirirdi. Bildirmiştir de mutlaka. Çocuğun gülmesi gerekmez illa, onun da hüzünle karşı sıraya oturacak birini beklemesi gerekiyordu yarın sabah. Eve dönüş yolunu uzatması lazımdı, uyur gibi yapıp uyumaması lazımdı, top oynaması lazımdı. Gülüşü ile evleri aydınlatmalıydı, dünyaya yeni bir sabahı müjdelemeliydi.
 Şiddetin ve kaosun coğrafyasında normal bir sonuç olsa da –zira biz insanoğlu her şeyi içselleştiren, her şeyi normalleştirebilen aşağılık yaratıklarız nihayetinde-, “ölüm?” sorusunun cevabı 15 yaşındaki bir çocuk olmamalıydı. İnsanlar onu aşağılıklarına, ahlaksızlıklarına, vicdansızlıklarına alet etmemeliydiler. Yüksek sesle konuşan adamların kavga edecek onlarca şeyi var zaten, haberler 29 yıldır aynı. Çocuk oyununu oynuyor olmalıydı. 29 yıldır bir şeylerin değişmiş olması lazımdı.
****
Annemi korkuttular, üzdüler, çaresiz bıraktılar. 25 yıl geçti; şimdi ben korkuyorum, üzgünüm ve çaresizim. Uzun bir süredir yaşamıyorum, sadece varım. Şükrü Erbaş’ın dediği gibi:
“Bunalıyoruz çocuk bunalıyoruz,
Biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz…”
****
Çocuğa ölüm anlatılmıyor ama biz bir çocuğu elimizle gömüyoruz mezara. Hangi tanrı bizi aklayabilir, hangi tanrı bizi affeder? 
22 notes · View notes
dreamstohopefor · 11 years
Text
Size Barış Deniliyor
Ey ölüm terzileri, ev yıkıcılar, sürgün ustaları... Ey bir halkı dizlerinin üstünde görmekten gönenen sahte eşitlik! Ey korkuyu sevgi sanan aşağılık duygusu. Siyah ve beyaz dışında renk tanımayan alacakaranlık. İki yanında iki süngüyle şımarık cesaret. Konuşmak yerine bağıran özgürlük.
Ey gülerken ısıran iyilik, aşağılayan özveri, cezasız suç. Ey dağları düzlükle ölçmeye kalkan sığlık. Çokluğuna güvenen yanlışlık. Bir suçu, daha büyük bir suçla hafifleten tükeniş. Kendinden korkan öfke. Kan ter uykulara yastık olan taş. Ey başkasının bahçesindeki gergedan. Bir halkın türküsünü odalarda boğacağını sanan sağırlık.
Ey dağları evlerin üstüne yıkan cinnet. Ey narcissus. Kan ve gözyaşı. Yalnız gövdesiyle var olan sevgisizlik. Kendi ışığıyla yanan pervane. En yüce değeri zulüm olan ahlak! Ordularıyla soluk alan haksızlık. Bir halkın onuruna yağan kar.
Size, BARIŞ deniliyor. Artık ölülerimizin ışıksız gözlerinden değil, güneşle yunmuş pencerelerden bakmak istiyoruz dünyaya. Ciğerlerimiz soldu dağlardan kopalı. Evimiz gökyüzüydü sizden önce. Bahçelerimizi yeniden kurmak istiyoruz. Göçersek biz istediğimiz için göçelim. Öleceğimiz yeri biz seçelim.
Siz nasıl kendinizle göneniyorsanız, deniliyor, biz de kendimizle gönenelim. Bu rüzgar bizim türkülerimizi de taşısın. Sokaklarımızdan çekin soğuk gölgelerinizi. Avlularımızda asker görmekten bıktık artık. Bulutların sesini unutturdu uçaklarınız. Çocuklarımızın evlerdeki boşluğu mezar taşlarından büyük. Kadınlarımız külden yataklarda yatmaktan bembeyaz kesildi.
Ölerek değil, yaşayarak çoğalmak istiyoruz. Yoksulluğumuzu özlettiniz bize. Ömrümüz üzerine bizden başka herkes konuşuyor. Sizin kentlerinizin varoşları olmak istemiyoruz. Hapishanelerinizde bizim çocuklarımız var, ama onlar sizin boynunuzda asılı gerçekte.
Hiçbir sevgi tutsaklıkta yeşermez. Eşitlik özgür ilişki ister. Türkülerimize nefreti karıştırmak istemiyoruz. Biz de kendimizi sevelim, kimliğimize sahip çıkalım, deniliyor. Bizi değil, kendinizi yıkıyorsunuz. Görmüyor musunuz, her gün biraz daha yoksullaşıyorsunuz.
Size, BARIŞ deniliyor. Bizim de kahramanlarımız var. Biz de geleceğe onurla bakmak istiyoruz. Örselersiniz, ama gülü karanfile benzetemezsiniz. Bir halk, deniliyor, ancak başka bir halkla zenginlik ve güzellik kazanır. Kimse kimseyi kendine benzetecek kadar üstün değildir.
Çok değil, bizim size duyduğumuz saygı kadar saygı istiyoruz. Ölüm korkusuyla, yaşama sevincini unutan insan, dünyaya nasıl iyilikler katabilir. Birine korku verenin korkusu daha büyüktür. Hiçbir yanlışlık susarak çözümlenmez. Sizin özgürlüğünüz bizim BARIŞ'ımızdan geçiyor, tutsaklığınızı görmüyor musunuz?
Ey ölüm terzileri, ev yıkıcılar, sürgün ustaları... Ey kardeşliğin süreğen kışı. Bir halkın onuruna yağan kar. Ey bahçemizdeki gergedan. Ey narcissus. Aşağılayan özveri...
Eşitlik zayıflık değil bilgeliktir. İyi olmaktan bu kadar korkmayın. Bir kez olsun sevgiyle bakmayı deneyin dünyaya. Hiçbir halk sonsuza dek efendi, hiçbir halk tutsak olarak yaşayamaz. BARIŞ hepimizi onurlu ve özgür yapacak tek olanaktır. Çıkarın kulaklarınızdan körlüğün tıkaçlarını...
Şükrü ERBAŞ. 
4 notes · View notes
dreamstohopefor · 11 years
Text
Okuyucuya Mektuplar #13
Evden çıktım. Yolun karşısına geçeceğim; sağıma bakıyorum apartman, soluma bakıyorum apartman. Karşıya geçiyorum karşısı apartman. Bir taksiye binip iskeleye iniyorum. Her yer araba, her yer bina, her yer insan. Yollar dolu, kenarları dolu, üstü dolu, altı dolu. Havaalanındayım, bir sürü uçak. Havalanıyoruz, yanımızdan geçip gidiyor uçaklar. Gökyüzü dolu. Camdan aşağıya bakıyorum, denizin üzerinden geçiyoruz, her yer gemi. Deniz bile dolu.
***
Daha önce de gittiğim şehre iniyorum, havaalanının kapısından çıkıyorum, orası da dolu. Daha akıllı insalar yaşıyor diye biliyoruz burada ama onlar da doldurmuşlar her yanı. Farklı tabii; evleri bir tip dizmişler, yolları bir tip yapmışlar, trafiği de tersten akıtmışlar. Yine de her yer egsoz, her yer baca, her yer insan. Kalacağım otele varıyoruz, evden çıktığımdaki manzara. Kilometrelerce gittim her yanım dolu. Bir bulantı kapladı içimi. Bunaldım. Odama çıktım biraz uzandım, saat geçsin de onu göreyim diye. 
***
Herkes için dünyayı yaşanır kılan şeyler farklı. Bir zamanlar sorgulardım insanların hayatı yaşama biçimini, çoktan vazgeçtim. "Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz/Biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz..." Bıraktım dünyayı olduğu gibi kendi haline. Saatler geçti, sersem bir şekilde uyandım, saat istediğim kadar geçmemiş. Zamanla kavga halindedir insan; belki de en gerçek kavgasıdır. Geçtiği için söylenir, geçmediği için söylenir. "Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım" der Küçük Prens'teki tilki. O gün de kavgam o yüzdendi saatle. Çıktım, yarım yamalak bildiğim kentin en bilinen caddesinde bir kahvecide oturdum. Bir şeyler karaladım. Hayatıma dair, geleceğe dair, geçmişe dair ayaküstü bir hesaplaşma. "İyiyiz be" dedim kendi kendime. Gülümsedim. Saat gelmiş.
***
Kalkıp yürümeye başladığımda, sürekli yağmurlarıyla ünlü memleket boş durmamış, romantizmi kuvvetlendirmek adına inceden çiselemeye başlamıştı. Yağmurla bir derdim olsa ağız dolusu söverdim ama vaktim de yoktu doğrusu. Benim dünyamı yaşanır kılan şeylerden biri, 2500 km uzakta bir metro istasyonunun önünde bekliyordu. Kim bilir kaç adam o istasyonun önünde çok aradığı şeyi bulmuştur. Kimin umrunda? Benim değil. Zaten olmamalı da. Ben aradığımı orada buldum, orası benim bundan sonra. Şuraya bir işaret koyalım ki unutulmasın, hep hatırlansın. Çin takvimine göre de yazalım ki tarihi, başka memleketlerden gelenler de bilsinler neyin ne zaman olduğunu. Kocaman yazıyor artık: "Burası C. Beyin dut ağacıyla konuşan kişi ile buluştuğu yer."
***
Yağmurla aram kötü değil dedim ama namussuz geçen geldiğimde de aman vermemiş, gün yüzü göstermemiş, karla karışık anılar hediye etmişti. Güneşi fırsat bilip memleketin en meşhur parkında iki satır oturalım demiştik, çok da güzel fotoğraflarımız var; gideceğimiz yere geciktiğimiz için o parkta oturmuş olmak bile tartışma sebebi olmuştu. Olsun, yine de o parka da notumuzu düştük. Yarın bir gün benden habersiz gidecek olursa birisi, bilir ki artık C. Bey buradaydı ve pek mutluydu. 
***
Nostalji ile her zaman kavga etmişimdir. Bana göre geçmişe dair her şey hastalıklıdır. İnsanın saplanıp kaldığı her şeyin sebebi geride bıraktığı zamanın içindedir. Hayatı düz bir çizgi şeklinde tutmasak da, iki ucu olduğu su götürmez bir gerçeklik. Hayat dediğiniz, bir noktadan başlayıp, diğerine doğru koşturmaktan ibaret işte. Vakit ilerledikçe hızınız artar, nefes nefese kalırsınız. Bir şeylerden kaçarsınız. Bir sürü korkunç hikaye. Umutsuzluğa düşen her insana beyni geçmişte daha mutlu olduğuna dair kanıtlar sunmaya kalkar ama ben bunları hiçbir zaman yemedim. Hep kötüydü. Hayat hep kötüdür zaten. Şunun şurasında alelade olmayan gün sayısı kaçtır, geride bıraktığım onca gün içerisinde? Belleğim kuvvetlidir benim; herhangi bir gün ve tarih ile birlikte birkaç imleç verin bana, size o günü anlatırım. Geçtiğimiz sokağı, köşedeki çöp tenekesini, bakıştığım kırmızı elbiseli kızı ve memelerini, konuşulan bir sürü boş muhabbeti. Ama bunlar bana en fazla acı verir. Koca bir günü ne kadar boşa geçirdiğime üzülürüm en kötü ihtimalle. Geçtiğiniz sokakta biri öldürülürse veya çöp tenekesinden para bulursanız ya da kırmızılı kızın memelerine dokunabilirseniz gün unutulmaz olur işte. Günün içinde tüm dünyaya rezil de olsanız kırmızılı kızın memeleri ile hatırlarsınız o günü. Öyle alçaktır insanın beyni. Ondandır ki geçmişi iyi zanneder, "anları" iyi olarak algılar, önüne arkasına bakmaz.
***
Neyse işte, hikayelerden bildiğiniz memleketin sokaklarını arşınladık birlikte, her bir yerine işaret koyduk birlikte. Abuk tartışmalara girdiğimiz de oldu ama "dur bakayım, ne varmış burada" diyerek bir öpücük kondurdu birimiz diğerine, gülüşümüzle aydınlattık sürekli yağmur yağan şehri. Nasıl da zor oldu dönmek! Kimsenin beni tanımadığı memlekette daha mutlu olacağımı düşünürdüm hep; meğer ne haklıymışım! 
***
Döndüm. Giderken kafamda olanların hiçbiri yoktu uçağa binene kadar. Zaten gerçeklik biraz sersemletir adamı. Her yer hala dolu. Döndüm. Eve gittim, televizyonu açtım, parkın birinde bir şeyler oluyor. Oralı olmadım. Ben orada olmadım hiç. Bana ne. 
***
Memleketin parklarında benim sevdiğim kadınlara dokunuyorlar, benim sevdiğim kadınları öpüyorlar. İçinde benim olmadığı bir sürü hikaye. En çok da ayrılık olanı seviyorum; zaten bana bıraksalar hepsini yıkın derim. "Yahu burada bir sürü güzel anısı varmış elin adamıyla, yaksam kim kızar bana" desem bir dost ortamında, muhtemelen benzini onlar karşılar. Hepsinin yerine en çirkin yapıları koyarım. Ama ne yapsam olmaz, yıkılmaz anılar. O adam meydana çıkıp oraya baktığında, hep aynı görüntüyü görür. Belki o parkta elini tutmuştur kızın ilk kez (Parklar ve Bahçeler Genel Müdürlüğü'nün ana görevi aşıkların arasını yapmaktır zaten), belki ilk kez orada öpmüştür. Orada ayrılmıştır ama zorlarsa hatırlar. Meydana çıkıp parka baktığında elinde, dudaklarında o sıcaklığı hisseder. Bense eve dönmek için birkaç kadeh içip mekandan ayrıldığımda meydana gelirim, gözümü diker parka bakarım. Elimde, dudaklarımda aynı sıcaklığı hisseder, ağız dolusu söverim. Hatta daha ileri gider, "yıkın amına koduğumun parkını" derim. Ne fark eder. 
***
"Gözümüz kapılarda daralır içimiz, gitsek kırarız korkusu kalsak rahat değiliz."
2 notes · View notes