drsmuratakcay
drsmuratakcay
SMA
8 posts
Surgeon // Graduated from Hacettepe University
Don't wanna be here? Send us removal request.
drsmuratakcay · 3 years ago
Text
AYRILIK
Zor değildir..;
Zor olan hayallerini değiştirmek. Sesi, kokuyu görüntüyü değiştirmek. Ayrılmak zor değil, hafiflik verir, söylenememiş sözleri söylersin, rahatlarsın, özgürleşirsin kendince. Bir insana olan zaaf en kötüsü, zaaflarından kurtulduğuna sevinirsin.
Ayrılık zor değil, buraya kadar zor değil.. Zor olan gerisini getirmek, hayallerinin öznesini değiştirmek. O hayallere yeni insan suratları yerleştirmek, hayatına yeni insan katmak, başka birine alışmak. Başka biriyle hayal kurmaya çalışmak, aynı tadı vermeyeceğini bile bile aynı hayallere ortak etmeye çalışmak.
Zor olan ayrılmak değil, bir parfüm kokusuyla dağılmamak zor olan, irkilip etrafında onu aramamak. Daha önce yapılmış bir sohbette geçen milyon tane sözcükten herhangi birini, bir mağaza tabelasında, bir duvar yazısında, bir kitapta görüp, hatrına onu getirip, yıkılmamak zor olan.. İhtiyacı olan bir eşyayı görüp istemsiz olarak onu alıp incelememek. Yapmayı düş��ndüğünüz ufak tefek şeyleri erteleyip, onları yapamayacak olduğunuzu bilmek zor. ''Sonra söylersin..'' diye ertelettiğin bir cümlede, hiçbir zaman ne söylemek istediğini öğrenemeyecek olmak zor.
Bakmayı çok sevdiğin göğe, bir daha birlikte bakamayacak olmak zor. Yıldız izlemeyi çok sevdiği için, her kafanı kaldırıp yıldızları gördüğünde onu aklına getirmemek zor. İrili ufaklı parçalardan oluşturduğun anılara yeni parçalar ekleyememek zor. O anılardan kalan parçalarla yüzyüze gelmek daha zor. ''Olur muydu?'' diye düşünmek hepsinden zor. En zor olanı da hayallerinin yanındaki yancıyı değiştirmek.. Çünkü; karşımızdaki insanlar, hatta en sevgililerimiz bile hayallerine yancı arıyorlar sadece.
Sarılmanın hoşluğunu, tenin kokusunu unutmak zor, aynada birlikte ne kadar güzel göründüğünüzü unutmak zor olan. Ayrılık değil.. Gözlerinin içine bakarak söylediği sözleri, beyninin içinden atabilmek zor. O sözleri tekrar gözlerinin içine bakarak söylese böyle olur muyduk, diye düşünmek zor. O sözleri tekrar duymak istemek zor, onu söylediği zamanlarda ona inanamamak yavşaklık...
Bir daha kimseye o kadar sıkı sarılamayacağını düşünmek zor olan. Daha doğrusu, kimseye o kadar sıkı sarılmak istememek.
Zor olan ayrılık değil, zor olan yarım kalan şeyleri tamamlayamamak.
Yoksa dünya üzerinde rakamla yazsanız tek seferde okuyamayacağım kadar insan var. Başka birileri mutlaka var; ondan daha güzeli, daha uzun boylusu, daha sana uygunu.. Seni daha çok seveni. Yeni birileriyle yeni yollara girmek kaçınılmaz.. Yeni yollar keyifli, zor olan unutmak.
0 notes
drsmuratakcay · 4 years ago
Text
DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU
Erişkinde de çocukta da Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu vardır. Teşhis konulmadığında beraberinde bolca miktarda ek psikiyatrik sorun doğurur. Sadece akademik yaşamı değil, sosyal ilişkileri de etkiler.
DEHB sosyal ilişkilere de etki eder çünkü dikkat odağınızı koruyamadığınızda bir sohbete ancak sınırlı bir sürede tahammül edebilirsiniz. Öyle olunca da uzun süreceğini öngördüğünüz buluşmalara gitmeye isteksiz olursunuz.
DEHB basit görünen ve normalde üzerinde düşünülmeden gerçekleştirilen günlük işleri o kadar karmaşık hale getirir ki, sadece günlük hayatınızı idame ettirmek Mars'a roket göndermek gibi karışık ve zihinsel efor gerektiren bir durum haline gelir.
Misal, evden çıkarken cep telefonu, anahtar ve cüzdanınızı alacaksınız. Bu listeye bir de gözlük eklenirse DEHB'si olan bir kişi bunu unutmamak için o kadar yoğun bir zihinsel efor göstermek zorunda kalır ki, ayakkabısını giymeden evden çıkmış vaziyette bulabilir kendini.
O zaman böyle olmaması için bir takım rutinler geliştirmeli; cüzdan, telefon ve anahtar hep aynı yerde olmalı ve hep aynı rutin ile evden çıkılmalıdır. Bu sistemin dışına çıkmak huzursuzluk kaynağı olduğu için DEHB'si olanlar kompansatuar biçimde takıntılar geliştirebilirler.
İlk kez gittiğiniz bir işyerinde gergin hissedersiniz. Alışkanlıklarınız yoktur. Su içmeye gitmek için hesaplama yapmanız gerekir, hiçbir şey otomatize değildir. DEHB'si olanlar hayatlarının genelini böyle bir ruhsal durumda geçirdiklerinden kesintisiz bir kaygı yaşayabilirler.
Yine de en yıkıcı etkileri çocukluk boyunca tanılandırılmamasından kaynaklanıyor bence. DEHB'si olan çocuk dersi dinleyemez, öğretmen tarafından ya yaramaz ya da başarısız olarak damgalanır genelde.
Başarısız olarak damgalanınca iki seçenek var kabaca. Ya isteyip de başaramadığını kabullenecek (içselleştirme). Sonuç olarak da hayatı boyunca özgüveni düşük biri olma riski olacak, depresyona girmeye meyilli olacak.
Başarısız olarak damgalanınca diğer seçenek isteyip de başaramadığını değil, zaten istemediğine kendini ikna edecek (dışsallaştırma). Başarı kavramının kendisine düşman olacak. Dersi sadece dinlememekle kalmayacak, diğerlerinin de dinlemesine engel olacak.
Okulda zorlanacak, arkadaş ilişkilerinde zorlanacak, ailesi tarafından zorlanacak. Zaten basit gündelik işlevlerde zorlanacak. Bu kaygı ile baş etmek için alkol veya maddeye yönelmeye riski de yüksek olacak doğal olarak.
Sonuç olarak ben antisosyal (psikopat) tanısı almış, antisosyal görünen, öyle davranan, öyle tanısı olan, kendisini öyle zanneden ama antisosyallikle alakası olmayan bir sürü tanısı atlanmış DEHB gördüm gerek sosyal, gerek meslek hayatımda.
Özetle çocuklukta fark edilmemiş DEHB içselleştirildiğinde tekrarlayan depresyonlar, dışsallaştırıldığında ise uyumsuzluk ve kural bozucu davranışlar ile erişkinlik yaşamı boyunca kişiyi takip edebiliyor.
Bu minvalde tanılandırma veya ilaç endüstrisi ilişkilerine dair tartışmalar baki kalmakla birlikte, erişkinde de çocukta da DEHB'yi yok saymanın çok büyük kötülük olduğunu düşünüyorum.
0 notes
drsmuratakcay · 4 years ago
Text
KİTAP OKUMA TEKNİKLERİ
1/ Tembeliz ama etrafımızı akıllıca tasarlayarak tembelliğimizi lehimize kullanabiliriz.
Zamanınızı yiyen diğer şeylere ulaşımı biraz zorlaştırınca kendiliğinden kitaba yönelirsiniz. (path of least resistance)
2/ "Kitap" sihirli bir format değil. Basım ekonomisinin bir yan etkisi olarak, 300 sayfa bir saygınlık ölçütü olmuş. Sanki söyleyecek bir şeyi olan illa kitap yazmalı. Halbuki 3 sayfalık bir makale dahi gayet zihin açıcı olabilir.
Mühim olan okumak ama AKTİF okumak. Yani?
3/ Okurken not alın, altını çizmek pek bir işe yaramıyor. Bölüm veya kitap bitince de *kendi kelimelerinizle* şunları özetleyin:
-Yazarın tezi
-Sizde uyandırdığı düşünceler
-Başka fikirlerle olası bağlantılar.
Sonuncusu en önemlisi. Öğrenmek bir ağ kurmaktır.
4/ Bunu dinleyip izlediğiniz şeylere de uyarlayabilirsiniz tabii. Sayıları arttıkça aralarında kurulacak bağ sayısı (yani sentez kabiliyetiniz) geometrik olarak artıyor.
Şart değil ama tüm bunları organize edeceğiniz bir arşiv sistemi sonraki adım. (Evernote veya Roam gibi).
5/ Çok kitap okumak övünülecek bir şey değil. Hatta zararlı.
Düşünecek, yazacak, sentezleyecek, arsivleyecek, tekrar dönüp bakacaksınız. Hele kurguysa, hayal edeceksiniz. Bunların hepsi "okuma" eyleminin parçaları.
Bu şekilde okunan 50 kitap > hızlı hızlı okunan 500 kitap.
6/ Millet okuma medyumuna biraz fazla takıyor(Kağıt, e-kitap, vs). Genelde zaten en yüzeysel farklar üzerinden cepheleşilir. Halbuki bunun etkisi az.
Ben fiziksel kitabı seviyorum ama not arşivlemesi daha zor. Tozlu marjinlere gömülüp kaybolan fikirlerin haddi hesabı yoktur.
7/ Her şeyi aktif okumaya (veya "Kitap Nasıl Okunur" diye konunun resmen kitabını yazmış Adler'in deyimiyle analitik okumaya) gerek yok. Belki 10 yüzeysel okuma yapacaksınız ki aktif okumaya değecek bir şey bulasınız.
Dikkatiniz kısıtlı kaynaktır, her şeye harcamayın.
8/ Her klasiği sevmeyeceksiniz. Şaka gibi ama ben Tolstoy'un Savaş ve Barış'ını bir türlü sevemedim.
İyi bir denge tutturmak lazım: Kendinizi çok zorlarsanız, sadece o kitaptan değil okuma eyleminden de nefret edersiniz. Ama hiç klasik bilmemek de sizi ve statünüzü güdük bırakır.
9/ Birçok yazarı okuyarak anlamak imkansıza yakın. (Alman filozoflar, postmodernistler, vs). Bazen bunu bilerek yapıyorlar, bazıları da iyi yazmasını bilmiyor. Bunları başkalarının yorumlarından öğrenmek bir yenilgi değil, işin kirli tarafını yapmışlar işte, hazıra konun.
10/ Son olarak: Okumak pasif bir bilgi aktarımı değil, yazarla süregiden bir diyalog. Ve bu diyalog tecrübelerinize göre sürekli değişir. Bugün okuyacağınız her şey, dünkü diyaloglarınızı daha anlamlı kılar. O yüzden bazı eserler, hayatın farklı dönemlerinde tekrar okunmalı.
0 notes
drsmuratakcay · 4 years ago
Text
YouTube'da "Marty Lobdell - Study Less Study Smart" videosunu izleyin
youtube
Öğrenme ile ilgili tavsiyelerin bini bir para, “study hacks” diye aratınca 300+ milyon sonuç çıkıyor. yine de bu videoyu görünce paylaşmadan duramadım, zira adam hem iyi anlatıyor, hem de tavsiyelerin bir kısmı benim gibi disiplinsiz birinde bile işe yarıyor. Tümünü izlemeye üşenen tembel hayvanlar için 7 maddelik bir özet:
1) pomodoro
Pomodoro tekniğinde her 25 dakikada bir 5 dakikalık ara verilir, dördüncü ara da uzun olur.
Bu tekniğin bence asıl yararı verimi arttırması değil: eğer konsantrasyonumuz düştüğünde kendimizi zorlamaya devam edersek, insan konudan nefret etmeye başlıyor, nefret edince bir sonraki sefere kendini daha da zorlaması gerekiyor, vs. bu fasit daireyi kırmak lazım.
Yalnız bunu her durumda uygulamayın: bazı uğraştığım konulara oturup tekrar kafaca girebilmem, kaldığım yeri bulabilmem zaten en az 15 dakika sürüyor. özellikle de ezber değil de birkaç ayrı kavramı birbirine bağlamaya çalışıyorsam. ekonomi terimiyle o işlerin “overhead”i yüksek, öyle zırt pırt makineyi stop ettirmeyin.
***
2) tekrar
Pomodoro, tek bir çalışma periyodu için geçerli ama çoğu konu tek seferde kalıcı olarak öğrenilmiyor. Neredeyse her sınavını, her ödevini, her sunumunu son geceye bırakmış biri olarak bu konuda epey tecrübeliyim. En iyisi, hemen dersten veya izlediğiniz videodan sonra ufak bir özet çıkarmak. Zira o noktada harcayacağınız ekstra 2–3 dakika, akşam harcayacağınız 30 dakikadan daha değerli.
Ben bu iş için evernote kullanıyorum. Hiç zamanım yoksa en azından tek cümle yazıyorum. yazmak önemli, copy/paste veya kitabın altını çizmek yetmiyor (birazdan niyesine geleceğiz).
Daha uzun dönem hatırlama için en verimli yol, tam unutmaya başlamışken konuyu tekrar etmek. Bende bu süre genelde bir hafta. Ama tekrar etmek için dönüp baktığımızda “ya tamam, hala hatırlıyorum hepsini” diye kısa kesip atmamak lazım çünkü…
***
3) Hatırlama ile tanımanın farkı
Daha önce okuduğum bazı şeylere tekrar bakınca onları tanıyorum (recognition) ve bu bende hatırlama (recollection) illüzyonu yaratıyor.
özellikle altını çizdiğiniz metinleri tekrar okurken bunu hissedebilirsiniz. bir sonraki sefer o hissi yaşadığınızda kağıdı kapayıp paragrafın geri kalanını yazın. ezberden bahsetmiyorum, metnin anafikrini kendi cümlelerinizle anlatmaya çalışın. muhtemelen beceremeyeceksiniz. deja vu yaşarken olan da bu: her kareyi “hatırlıyorsunuz” ama bir sonraki karede ne olacağını tahmin edemiyorsunuz. eden varsa peygamberliğini ilan etsin.
bu yanılsamayı engellemek için aktif çalışma şart…
***
4) Aktif Çalışma
Sanırım buradaki en önemli teknik bu. önce öğrenmeye çalıştığınız şey bir kavram mı yoksa kuru bilgi mi onu ayırın. Fransız ihtilali’nin hangi yılda başladığı ile o ihtilalin ne anlama geldiği bambaşka tipte bilgiler.
Kitlesel eğitimde tanım ezberlemek esas olduğu için, kavramlara da kuru bilgiyle aynı muameleyi yapıyoruz. halbuki bir kavramı öğrenmek daha uzun sürüyor ve bir kere öğrenince de unutmak daha zor. kavramları anlamak için “aktif” olmak lazım, yani önce oturup düşünmek, sonra kendi cümlelerinizle kendinize anlatmak gerekiyor.
Genel olarak, çalışma zamanımızın %80'i, öğrendiklerimizi sözlü veya yazılı olarak tekrarlamakla geçmeliymiş (sessiz sessiz düşünmek sayılmıyor). yani 5 saat çalışıyorsan sadece 1 saatini okumaya ayırayacaksın. bizse muhtemelen %90'ını okumaya, %10'unu da dua etmeye harc��yoruz.
bir noktadan sonra kendinizi test etmek için öğrendiklerinizi başkalarına öğretmeye çalışın. bu yüzden çalışma grupları iyidir, birbirinize anlatırken asıl kendiniz öğrenmiş oluyorsunuz.
hani hep denir ya “bir şeyi 6 yaşındaki bir çocuğun anlayacağı şekilde anlatamıyorsan, o şeyi gerçekten anlamamışsındır”, hah işte sizde dinleyecek birini bulamıyorsanız gidin bir ilkokula, hap satacakmış gibi sinsi sinsi yaklaşın, sonra bir anda fransız ihtilali’nin aslında bir burjuva ihtilali olmasından başlayın. ben denedim, başarı oranı yüksek, %80 ihtimalle hapse girmiyorsunuz.
***
5) Hafıza Sarayı
Peki ya ezber? wikipedia çağında kuru bilgi ezberlemek saçmalık. ama bu saçmalığa en çok isyan edene madalya vermiyorlar, bir şekilde sistem içinde başarılı olmanız lazım. yani o fotosentez formülü illa ki ezberlenecek.kafanızda abuk subuk bir sahne canlandırıp, ezberleyeceğiniz şeyleri o sahnedeki şeylerle ilişkilendirin, birkaç kez sahnenin üstünden geçin, işiniz bitti.
Ama bu metodun ardışık versiyonu olan 'method of loci' aslında bayağı eski, Cicero bile bahsediyor. Ardışık, çünkü şeyleri sırayla hatırlıyorsunuz. bunun için iyi bildiğiniz bir rota bulun (evin girişinden yatağınıza kadar olan yol), oluşturmak istediğiniz anıları sırasıyla bu yol boyunca yerleştirin.
Bu tip görsel metodların işe yaraması sürpriz değil. öyküler de aynı kök nedenden ötürü çok etkililer. Birine vereceğin dersi, kural veya kuru bilgi şekline değil de öykü şekline sokarsan, bu insanı, beynin görsel tarafını kullanmaya zorluyor.
(her ezber için kendinize sanal bir dünya yaratmanıza gerek yok tabii. daha dandik şeyler için kısaltmalar ve kafiyeler de iyi işliyor.)
***
6) Uyku
Tanıştığım her mimarlık öğrencisi -nedense özellikle mimarlık- proje yetiştirmek için ne kadar az uyuduğuyla övünüyor.
Arkadaş, sen sas komandosu musun, ne lüzumu var böyle işkence çekmenin. yeterince rem uykusu olmadan hafızanız çalışmaz. “yeterince uyku” kavramı da iki yönlü işliyor: hem bir şey öğrenmeden önceki gece, hem de öğrendiğiniz günün gecesi uykunuzu almanız lazım, yoksa hatırlama şansınız düşüyor.
***
7) Çalışma Odası
Çalışmak istemediğin için masanın üstünü toplamıyorsun, masanın üstü dağınık olduğu için de çalışmak istemiyorsun. yahut o masaya oturunca aklına binbir türlü şey geliyor. Bu tip tuzaklara düşmemek için, belli ortamları belli fonskiyonlarla özdeşleştirmek gerek.
Mesela uykusuzluk çekenlere ilk önerilen şey yatakta çalışmamak veya film izlememek. Yatak sadece uyumak için. Çalışma odası da sadece çalışmak için. eğer ayrı bir oda yoksa, hoca şu tavsiyeyi vermiş: ufak bir masa lambası alın, üstüne “çalışma lambası” etiketi yapıştırın, o lambayı masaya koyup yaktığınızda odanız “çalışma odası”na dönmüş olacak.
Kısacası yaptığınız şey kendinizi şartlandırmak. bu deneyde hem pavlov, hem de köpek sizsiniz. iyi şanslar.
0 notes
drsmuratakcay · 4 years ago
Text
HAYATIN ANLAMI
Arada sırada hayatın anlamını sorgulayanlardan mesajlar alıyorum. Herhalde benim de zamanında bunları, "hiçliğin korkunçluğunu", "her şeyin geçiciliğini" düşünüp bir cevap bulduğumu, ama nedense bu buluştan sonra hala normal hayatıma, seks yapmaya, para kazanmaya devam ettiğimi umuyor olmalılar. Evet bir cevap buldum, ama cevabı bulamadım.
Şüpheyle zehirlenmek, düşülen boşlukla mücadele etmek.... Bunlar modern hayatın bir bugı değil, bir özelliği. Bu soruların evrensel bir cevabı yok, ne de soru sormanın kendisinin bir "tedavisi". tabii ki bu farkındalıktan şikayetçi olmayı anlıyorum -kimse cevabı olmayan sorular sormaktan hoşlanmaz- ama en azından şikayet edebilmemizin bile ne kadar inanılmaz bir şey olduğunun farkına varmak gerek:
Dev yıldızların göbeğindeki füzyon kazanlarında yaratılan çeşit çeşit element, galaksinin tamamı kadar parlak süpernova patlamalarıyla etrafa saçılıyor, ışık yılları uzaktaki başka bir süpernovanın kustuklarıyla zaman içinde birleşiyor, bambaşka yıldızların yörüngelerinde bir gezegen olarak şekilleniyor, meteor darbelerinden fırsat olduğunda karmaşık moleküller yaratıyor, kimya biyolojiye el veriyor, ve milyarlarca yıl aralıksız süren bir mücadelenin en müthiş sonucu olan 80 kiloluk bir element yığını, bir teleskop aracılığıyla çıktığı zaman yolculuğunda doğduğu yerleri merak ederken, ve başka milyon tane şeyi merak ederken, birden neden merak ettiğini de merak etmeye başlıyor ve teleskopu da, mikroskopu da yerine bırakıp kanepesine gömülüyor.
Bu müthiş bir zincir, ve salt bu yüzden insanın hayatın anlamsızlığına surat asıp o kanepenin mahkümü olması, evrene yapılan bir haksızlık olur.
Binlerce mitolojinin ve türlü türlü izmlerin kaplarından taşan (onları tamamen aşan değil, ama onlarla yetinemediği için onlardan taşan) bu nöron ağları, bu element yığınları için geri dönüş yok. Bir kere bilen, bir daha bilmemezlik edemez:
Hayatın özünde bir sır yok, varoluşu tecrübe etmenin ötesinde... Ve ölümün özünde de bir sır yok, sonsuz hiçlikte yokolmanın ötesinde.
Hayatın içine saklanmış ve keşfedilmeyi bekleyen bir mana olmadığını düşünen insan, kısa varoluşuna anlam kazandıracak şeyin kendi olduğunu anlar bir süre sonra. Varoluşçuluğun absürdlük dediği şey burada iyice belli olur: bu amaç arayışımız, salt varlığımız bile absürd.
Herkesi benim gibi bu absürdlüğün bir parçası olarak gördüğüm için asgari bir sempati besliyorum insanlara. Fazla gelişmiş bir beynin kurbanı element yığınları. Sonsuz bir okyanusun ortasındaki sal parçası üstünde, karayı gördüklerini iddia eden ve her biri kendi karasına doğru yol aldığını sanan binbir türlü insanla, kara diye bir şey olmadığını ve ilerlemediklerini düşünenlerin, kavgayla gürültüyle hep birlikte dalgalanmalarıdır bu hayat. bazısı atlamak ister, bazısı seni aşağı atmayı. bazısı süslü bir yelken yapmayı hayal eder, bazısı salı tümden batırmayı.
Madem sonunda hayal edilebilecek en siyahtan da siyah, en boş boşluktan da boş olan hiçliğe gömüleceğiz, bari hayattayken bu absürdlüğün tadını çıkaralım. yelkenden, süsten, rüzgardan da zevk almak lazım ama gelişme merakının, estetik anlayışının, ve hedonizmin ötesinde, en temeldeki bu absürdlüğün kendisini kutlamalı.
Hiçlik ortak bir düşman ve ona karşı, taa süpernovalardan başlayan bu yoldaşlığımızın getirdiği sempati, hayatıma melankolik bir anlam katıyor. her şeyden sıkılabilirim ama bundan değil.
Dün vardık, bugün varlığımızın farkındayız, acaba yarın ne olacağız?
0 notes
drsmuratakcay · 5 years ago
Text
Özgüven
hayatım boyunca en sık duyduğum tavsiye özgüven ile alakalıydı.özellikle bir erkek olarak bundan kaçış yok. beyin, biseps, penis ve özgüven dörtlüsünden “hangisi en büyük olmalı” diye bir anket yapsak erkekler arasında, “hepsi”den sonraki en popüler cevap özgüven çıkar herhalde.
halbuki “kendine güven”, özellikle yolun başındaki bir insana verilecek en anlamsız tavsiye. “başarılı ol” demek kadar anlamsız. zaten çocuk onun yolunu arıyor.
16–17 yaşındaki bir gencin kendine güvenmesi için ne sebebi olabilir ki: parası yok, becerisi az, hayatıyla ne yapacağını bilmiyor, vücudundan utanıyor, zevkleri gelişmemiş, dünya’ya yabancı…böyle bir insanın güvensizlik hissetmemesi için ruh hastası olması lazım.
bir gencin sahip olduğu tek şey, hata yapma ve rezil olma lüksü. kalıcı maliyeti olmayan hataları bolca yaparak özgüven inşa edecek. rezil olunca dünya’nın başına yıkılmadığını, sürekli olarak sahne ışıklarının altında olmadığını anlayınca, bir daha denemeye gücü olacak.
***
konunun asıl ilginç kısmı dunning-kruger etkisi ile başlıyor. bu pek meşhur çalışmanın çıkış noktası aslında, şimdiki yaygın kullanılan haline biraz ters: bir konuda becerikli olan insanlar, kendilerini ortalamaya fazla yakın görüyorlar (underestimation).
fakat çalışmanın odak noktası sonradan şuna kayıyor: ortalama ve ortalama altı insanlar, kendilerini olduklarından daha iyi görüyorlar (overestimation). bunu zekaya uyarlarsak: “aptal olduğun için aptal olduğunu anlayamıyorsun”.
dunning-kruger’ı bir ara etraflıca yazarım, epey ilginç deneyler var. şimdilik bir tanesi konumuzla alakalı: bir matematik sınavına giren bir grup düşünün. çoğunluk kendi notunu fazla yüksek tahmin ediyor (overestimation). ama erkeklerde bu oran daha fazla. yani, benzer notlar almalarına rağmen, matematik konusunda erkeklerin özgüveni kadınlardan daha fazla kültürel nedenlerden ötürü.
tamamen yersiz bu özgüven yüzünden erkekler daha motiveler. kadınlarsa bu konuda yeteneksiz olduklarını sandıklarından devam etmiyorlar veya çalışmıyorlar. ve hakkaten de bir süre sonra geride kalıyorlar. yani neden-sonuç ilişkisi tersine çevriliyor.
***
başka bir açıdan yaklaşalım: en son girdiğiniz toplantıyı düşünün. bir masanın etrafına toplanmış farklı farklı insanlar. bir süre sonra hemen herkes aynı el hareketlerini yapmaya başlıyor. aynı konuşma alışkanlıkları, baş sallama şekilleri masaya yayılıyor. hatta konuşanların göz kırpmaları ve nefes alış verişleri dahi senkronize oluyor. ve toplantı bitene kadar, muhtemelen bunların hiçbirini farketmediniz.
sürekli olarak etrafımızdan ipuçları alıp ona göre adapte oluyoruz. özümüzde konformist yaratıklarız kısacası. bu o kadar otomatik biçimde oluyor ki, karşımızdakinin farkında olmadan yaptığı microexpressionları dahi, yani milisaniyelik mimikleri, farkında olmadan taklit ediyoruz. “farkında olmadan” kısmı önemli, zira microexpressionları bilinçli biçimde o hızda yapmak biyolojik olarak imkansız.
karıncaların feromonlarla sinyalleşmeleri gibi, bu mimikler de birbirimize anlık duygular sinyalliyor: sıkıntı, sürpriz, şehvet, hayranlık, vs… bu sinyallere göre senkronize oluyor.
bunu konumuza bağlayalım:
tıpkı o matematik sınavına giren ortalama erkekler gibi yersiz bir güveninizin olduğunu düşünün. bu sizin mikro seviyedeki sinyallerinizi de düzenleyecek ve karşınızdakinizde de aynı sinyallere yolaçacak.
işte tam bu noktada, müthiş bir şey oluyor: karşınızdaki kendini gerçekten güvende hissediyor. mimikler, duygulara sebep oluyor. klasik neden-sonuç ilişkisi yine tersine dönmüş oldu.
bu etkiye, makro ölçekte rastlamak daha kolay. yapay biçimde gülümsemek insanın stres hormonlarını azaltıyor. (bkz: fake it till you make it) (bkz: dress the part to be the part)
ama burada bahsettiğim daha da inanılmaz: farkında olmadan yansıttığımız anlık mimikler, duygusal halimizi değiştiriyorlar ve bir süre sonra o mimikleri, gerçekten de o duygu haline sahip olduğumuz için yapmaya başlıyoruz. ve karşıdakine bunu tekrar yanısıtıyoruz. yani karşımızdakilerle sürekli bir feedback loop (geri besleme döngüsü) içindeyiz, birbirine bakan iki ayna gibi.
***
kendimizi özgüvene zorlamak, birkaç yansımadan sonra, gerçekten de dipten gelen sağlam bir özgüvene dönüşebilir mi? sanırım kısa süreliğine bu mümkün. ama bu madalyonun öteki yüzü de var: karşıdakinin endişeleri ve korkuları da bizi etkileyecek.
kalıcı bir özgüven için, sanırım başta bahsettiğim “maliyetsiz hatalar” en iyi yol. belli bir baz özgüvene sahip olduktan sonra, herhangi bir dönüm noktası için gereken o ekstra özgüveni de (mülakata gitmek, birine çıkma teklif etmek, zam istemek, sahneye çıkmak, vs), etrafımızı güven verici insanlarla sararak elde etmek mümkün. bu son kısma bir isim bulalım: mikro-gazlama nasıl?
0 notes
drsmuratakcay · 6 years ago
Text
31 Mart 2019 Yerel Seçimleri
Türk siyasetini ARTIK yakından takip etmediğimden, şehir şehir oy tavsiyesi yapacak halim yok (ben seçmen kütüğüme göre CHP adayına veriyorum) ama bu yerel seçimlerde oy vermemek büyük şımarıklık. Protestonuzu, nihilizminizi, "cool"luğunuzu sonraki genel seçimlerde yaparsınız, olursa tabii..
Yerel seçimlerde birey olarak seçime etkiniz, seçimin de siyasete etkisi daha fazla. zira belediyeler hem para kaynağı, hem de sürekli bir propaganda aracı.
Ülke çapında %50 oy alan bir parti, bir ittifaktır. bir kısmı kişi kültü, bir kısmı ideoloji (yeni osmanlıcılık?) ama ittifakların temelinde patronajyatıyor. belediye dediğin şey de patronaj ağı zaten. yani paranı illa birileri söğüşleyecek, ama söğüşleyen insanlar, milleti ülke çapında söğüşleyenler ile aynı kişiler olursa, o ittifakı genel bir seçimde yenmene imkan yok.
Başabaş yarışlar dışında, üç farklı senaryo aklıma geliyor:
1) Belediyem CHP'lidir ve inanılmaz kötü hizmet veriyordur. çok önemli bir belediye değilse, kim hizmet getirecekse ona basarım. iktidarın genel gücünü %0.1 zayıflatacak diye her gün kullandığım yolu umursamayacak değilim. Gerçekçi olmak lazım. Ama büyükşehirlerde muhalefete basarım. 
2) akp'nin kalesi olan yerlerde de oy kullanırım. kazanma şansın sıfır olsa bile. çünkü %50-25-15-10 seçim sonucuyla, %50-40-5-5 sonuçlarının farkı var. belediye meclisini nasıl etkiliyorlar bilmiyorum ama en azından sonraki yerel seçim için fark yaratır.
3) Muhalefetin kalesi olan yerler de aynı. yukardaki senaryonun tersini düşün: akp izmir seçimlerini %5 fark ile kaybederse, orayı kazanmak için harcayacağı çaba/para başka, %10'la kaybedince harcayacağı başka. kimse olmayacak duaya amin demez (rakamları uydurdum, izmir anketlerine bakmadım.)
Sonuçta böbrek bağışlamıyoruz, 10 dk sırada bekleyeceksin, ne var yani. (ek: muhalefet seçimi boykot ediyor olsalardı durum başka olurdu, ben de daha protesto yanlısı düşünürdüm)
Bu sistemin dışında yaşayan, kafası rahat olan benim, ama bakıyorum da maşallah sanki bunların "üstündeymiş" gibi takılan, kalan herkesi seçimlerin güvenilirliğine %100 inanan saftiriklermiş gibi gören çok insan var. Arkadaşları 1 aylığına gabon'a filan göndermek lazım, geri gelince belediyenin döktüğü asfaltı sıcak sıcak öperler. 
0 notes
drsmuratakcay · 6 years ago
Text
Avrupa'nın En Güzel 3 Şehri
değil 3, en güzel 33 şehrini sorsalar yine zorlanır insan, her yeri ayrı güzel. değişik kategorilerde, keyfimin kahyasına göre (birçok yerini sadece yüzeysel biçimde gördüm, kuzeydoğusuna hiç gitmedim):
- üç günlük ömrüm kaldı, gözüm açık gitmeyeyim:
1) istanbul
2) roma
3) (bunlara denk bir şehir dünyada yok tarihi önem açısından, ama paris'i de görmeden ölmeyin)
- para bok, beni dünyanın merkezine götür:
1) londra
2) paris
3) (bunlara denk bir şehir avrupada yok. almanyabelli bir merkez etrafında gelişmiş olsaydı, o merkez listede olurdu. para bok kısmı için moskova diyorum, dünyanın en çok dolar milyarderi barındıran şehrinde yok yok)
-para yok, beni nereye götürürsen götür
1) sofya
2) saraybosna
3) kiev, bükreş
-para var da abi öğrenciyiz, şöyle hem tarihi, hem eğlenceli, hem popüler, hem hesaplı olsun, döner olsun ama dönmesin:
1) budapeşte
2) berlin
3) krakow 
(prag bunlardan pahalı)
- gece çıkmayı seviyorsan:
1) barcelona (her yerde sabaha kadar eğlenecek yer bulursun, bir tek burada sabaha kadar eğlenmeme seçeneğin yok. heriflerin uyku düzeni bile maksimum gece hayatı performansına göre düzenlenmiş) 
2) berlin (herşey avant garde, heryer postmodern, kopmuş gitmişler)
3) buraya aday çok, belgrad veya kopenhag diyorum bütçeye göre.
-en estetik ortaboy şehirler:
yine sürüyle var, italya bunlarla dolu mesela, ama aklımda öne çıkanlar
1) salzburg
2) dubrovnik
3) brugges 
-en estetik büyük(çe) şehirler:
a takımı: paris, floransa, prag
b takımı: viyana, budapeşte, venedik
yedeklerle paf takımı: lizbon, antwerp, birmingham, dresden, utrecht
-kafa dinlenilecek bölgeler:
1) toskana (siena merkezli. baharda giden dönmek istemez)
2) alpler (salzburg, hatta zürih)
3) genel olarak tüm hollanda (delft, leiden.. sıkılınca bisiklet şeridinden kaptırıp belçikaya gidersiniz)
-denizden babam çıksa genel olarak yerim ama 9 santimden ufaksa denize geri atarım:
1) açık ara yunanistan: mikonos, zakintos, santorini. başka sürüyle güzel ada var, çoğu türkiye'nin batısından ucuz. balkan halkları gibi bunlar da sefa pezevenkliğini iyi bilirler.
2) adriyatik kıyısı (hvar dışında, orası da güzel de gelenler kötü)
3) menorca (majorca'dan daha iyi)
bonus: kanarya adaları (ucuz, bozcaada kafası)
-yazın görülecek güzellikler:
1) st petersburg
2) stockholm
3) edinburgh
-road trip:
1) güney ispanya (endülüs)
2) sicilya-amalfi 
3) güney fransa (bisikletle de olur) 
bonus: izlanda (yürüyüp kamp yaparak)
***
tüm faktörlere bakınca yaşamak için en güzeli neresi? 
ülke bazında hiç düşünmeden italya derdim. bir ülkenin herşeyi mi güzel olur. yemek, tarih, mimari, iklim, doğa, deniz, sanat, eğlence, maldini... her sabah uyandığımda "kahretsin bugün de italyan değilim" diyorum. şehirler içinse her kıstastan geçer not alan bir yer yok (olsa zaten herkes oraya hücum edeceğinden yaşam pahalı olur, oradan sınıfta kalırdı). benim ilk üçüm:
1) amsterdam: "hayat çok güzel lan"
pozitif: dil sorunu yok, kanallar konusunda 10 venedik gücünde, kenar mahalleleri bile güzel, genciyle yaşlısıyla liberal bir halk, refah yüksek ve zengin-fakir farkı az, her yere bisiklet ve toplu taşıma, muhteşem müzeler, doğayla içiçe bir yaşam, ot kokusu, musluktan akan belçika biraları, kozmopolit olduğundan hollandalıya ve hollanda mutfağına mahkum olmamak, oecd ülkeleri içinde en rahat çalışma şartları (fransızlardan bile az çalışıyorlar).
negatif: aklıma pek birşey gelmiyor, hollandılar çok uzun? iklimi kötü.
2) londra: "new yorkta ne varsa bizde aynısının daha eskisi ve kalitelisi var" 
pozitif: dünyanın iki merkezinden biri (alfa++ şehir). tarihteki en büyük imparatorluğun başkenti sonuçta. yetişemeyeceğin kadar çok tiyatro, konser, sergi, çoğu bedava müzeler, gece hayatı, bir mahallede düzinelerce ülkeden restoran ve bakkal olması, şehir merkezinin %40'ını kaplayan yeşil alanlar (istanbul'da %1.5), sirkeciye kadar uzanan metro ağı, her yere giden ucuz havayolları, trenle paris'e öğle yemeğine gidip 5 çayına eve dönebilmek...çalışılıyorsa, 1 pound ile herhangi bir ülkenin para biriminden yüzlerce alabilmek, bozdurup bozdurup harcamak.
negatif: çalışılmıyorsa 3 gün içinde ölmek. stark ailesini bile depresyona sürükleyecek bir iklim (imparatorluğun üzerinde batmayan güneş başkentte pek doğmuyor), ipini koparanın gelmiş olması.
3) budapeşte: "en iyi fiyat-performans oranı, bilinçli tüketicinin tercihi" 
pozitif: batı avrupanın avantajlarının %90'ı ile doğu avrupanın avantajlarının %110'unu (ucuzluk, aşırı güzel kadınlar, estetik mimarı, kendine has bir kültür) bir arada sunuyor. kaplıcalar bol, güzel şarap ucuz. cafe, çay evi, bar olayını çözmüşler (ruin pub konsepti benim favori gece hayatı anlayışım). prag gibi aşırı turistik değil. insanlar uysal. yabancılar krallar gibi yaşıyorlar.
negatif: izole. yerel para kazanılıyorsa hayat bir anda komünist mimarisi gibi gıpgri olabilir. kışları soğuk. yemekler bir türk'ü tatmin etmez. dil sorunu büyük. halkın geneli muhafazakar, siyaseti küçük türkiye gibi.
1 note · View note