e-uluslararasiiliskiler
e-uluslararasiiliskiler
e-uluslararası ilişkiler
13 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
e-uluslararasiiliskiler · 2 years ago
Text
Tedrici Etkileşim veya Tohumdan Karpuz Dilimine bir Aksiyon Fikri
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Gazze için yapılan ateşkes çağrısı insani ve ahlaki değerleri savunduğunu iddia eden ülkeler tarafından reddedildi! 
Tumblr media
(ABD, İngiltere, Fransa ve Japonya 'hayır' oyu kullanırken 6 ülke de çekimser oy kullanmıştı.) 
Aslında hikâye fotoğraftaki kadar. Fakat, perspektifi genişletmek için hikâyeyi biraz açmak istiyorum.
Mevcut ana akım söylemde bu ülkelerin “medeniyeti” tekeline aldığını ve dünyanın geri kalanını “medenileştirme” görevinin yine kendilerinin görevi olduğunu görmekteyiz. 
Hamasetten uzaklaşmak adına Batı’da Medeniyete ivme katan unsurların gerçekleştiğini ve bunu inkâr etmediğimizi ifade ederek başlamak istiyorum. Lakin Medeniyeti tek bir coğrafyanın çıktısı, sahibi veya onun tek bir belirleyicisinin olduğunu düşünmek bu yapıyı zirve yaptığı noktadan yavaş veya hızlı bir süratte geri bırakmaya mahkûm kılmak olacaktır. 
Medeniyet dediğimiz çok katmanlı yapı ne bir milletin malıdır ne de onun tek bir belirleyicisi olmuştur. Zaman ve mekân ona farklı iklimlerde farklı renkler eklemiştir. Ve nihayetinde insanlığın ortak mirası olmuştur.
Özellikle Aydınlanma sonrası Batı düşüncesinde Avrupa merkeziyetçiliği fikrinin alan kazanmasıyla beraber “Medeniyet” ile “Modernite” arasındaki ilişki giderek farklı anlamlar kazanmıştır ve medeni olmakla modern olmak eş anlamlı hale gelmiştir. Buna göre medeni olmanın yolu “Modern” olmaktan ve “Modern” olmak ise Batı değerlerine sahip olmaktan geçmemektedir. 
Bu durum farklı medeniyet yapılarının (bunu tüm yaşam şekilleri ve hayat anlayışları olarak da düşünebiliriz) tek tipleşmesi sorununu, mevcut çeşitliliği imha ve asimile etme tehdidini de beraberinde getirmektedir.
Halbuki ilk başta bahsettiğimiz ve “Medeniyet” dediğimiz şey, muayyen bir uyuma ve birliğe ulaşmış fikir ve güçlerin bileşimidir. İnsanlık büyük bir felakete uğramayıp, her şeyi sil baştan yapmak zorunda kalmazsa mesafe kat eder ve her yeni nesildeki insan kaynağını biçimlendirmektedir. 
Bu manada insanı etkileyen söz konusu durum toplumu, şehirleri, devletleri ve uluslararası düzeni tedricen etkileyebilme kapasitesine sahiptir. Böylece sağlam ve derin kökleri, güçlü bir varlık tasavvuru veya dünyada bir var olma (merkez) noktası bulunan ayrıca geniş perspektiften dünyaya bakabilen her ferdin yeni imkanlara kapı aralayabilen bir özne olması mümkündür. 
Tam bu noktada özne, sahip olduğu ben-idraki veya varlık tasavvurunun sağlamış olduğu motivasyonla kendi yetki alanı dışında meydana gelen gelişmelere dahi duyarsız kalamayacaktır. Çünkü medeniyet bilinci veya var olma bilgisi kişiyi ilkeleri çerçevesinde harekete zorlayacaktır. 
Terazi metaforu bu hususu açıklayan kuvvetli bir örnektir. Nitekim teraziyi elinde tutan kişinin bir hak ve adalet anlayışı yok ise elinde tutmuş olduğu terazi onu adil kılmaz. Beslendiğiniz adalet fikri sizi kılıçtan keskin bir eyleme yöneltiyor ise bu sizi “Haklı/a” kılar.
Toparlayacak olursak bireyin ilk bakışta yetkisi ve etkisi olmayan uluslararası boyuttaki bir konuya etki edemeyeceğine dair fikri pek tabiidir. Lakin sahip olduğumuz varlık bilinci değerlerimiz ile örtüşmeyen fiillere karşı çıkacak, aksiyon alabilecek ve eyleme geçirecek motivasyonu sağlayacaktır. 
Güçlü bir varlık tasavvuru bulunan her öznenin birey olarak başlattığı veya katıldığı inisiyatifler önce yakın çevreyi, daha sonra yerel politikaları ve devlet politikalarını değiştirerek ilk başta etki edemeyeceğini düşündüğümüz uluslararası boyutu etkileyerek küresel bir başarıya kapı aralayabilecektir. 
Alınacak bireysel inisiyatifler, “Niçin harekete geçmiyor?” diye sorduğumuz “kurumsal yapıları” harekete geçirecektir. Bunun güzel örneklerinden birini pasif direnişin sembol ismi olan Mahatma Gandhi’nin eylemlerinde görmekteyiz. Kendi kendine yetme ilkesi ile hareket eden ve kitlesel boykot çağrısında bulunan Gandhi’nin sesi tüm yurt genelinde yankı uyandırmış olup tedrici etkileşimi gerçekleştirmiştir.
Kasım 2023
1 note · View note
e-uluslararasiiliskiler · 5 years ago
Text
Yeni Uluslararası Aktör: COVID-19
Tumblr media
Foreign Policy¹, Koronavirüs Pandemisi sonrası küresel düzende yaşanacak muhtemel değişikliklere dair soruları dünyanın önde gelen düşünürlerinden 12′sinin tahminleriyle cevapladı.  
Bizler de bu tahminlerden bazılarını sizler için özetleyerek sıralamak istedik.
Stephen M. Walt, klasik bir öngörü ile devletlerin acil durumlarda krizi yönetmek için alacağı önlemleri bir kazanım olarak görüp, kriz sonrası meşruiyetini kazanmakta zorlanacağı bu güç unsurlarını bırakmayacağını belirtiyor. Bu sebeple özgürlüğün ve şeffaflığın azalacağını, devlet yapılarının güçleneceğini tahmin ediyor.
Robin Niblett, COVID-19 hükümetleri, şirketleri ve toplumları kendi ekonomik izolasyon süreci içerisinde mevcut sorunlarla başa çıkmaya ve kapasitelerini güçlendirmeye zorlayacaktır.  Bu sebeple küreselleşmeden ziyade içe dönüşün yaşanacağı bu süreç liderlere de bir takım siyasi sermaye kazanımları sağlayacaktır. Fakat bu kredibilite başarısızlığı kaldıramayacak bir nihayete götürecektir.
Kishore Mahbubani ise, COVİD-19 pandemisinin kökten bir küresel ekonomik değişikliğe götürmeyeceğini, fakat daha önceden başlamış olan küresel ekonomik merkezin ABD’den Çin’e kaymasını hızlandıracağını ifade etmektedir.
Shannon K. O’neil, Global tedarik zinciri şirketlerin halihazırdaki ateş altındaki durumlarına ek olarak pandeminin işlerini zorlaştırdığını ifade etmektedir. Bunun yanısıra ülkelerin yerel sanayilerini yedeklemeyi düşüneceklerini ve bu sebeple arzın, kârlılığın önüne geçeceğini belirtmektedir.
Joseph S. Nye, Jr., Amerika’nın stratejini yeni dünyaya uyarlayamadığını pandemi ile fark ettiğini ve eğer bir büyük güç olarak devam etse bile bunu tek başına yapamayacağını belirtmiştir.
Bu görüş bir açıdan, küresel güç paylaşımına gidileceğinin bir başka ifadesi olarak görülmektedir.
Richard N. Haass, Pandemi, ülkelerin kendi kendine yeterliliğinin özellikle kriz dönemlerinde ne kadar önemli olduğunu ve diğer yandan bölgesel veya küresel sorunlara müdahil olma motivasyonunun ne kadar kırılgan olduğunu göstermektedir.
Başarısız ve yetersiz kalınması sebebiyle bir çok ülkenin zorluk çekeceği ve hatta Avrupa Birliği gibi yapıların zarar göreceği tahmin edilmektedir. son olarak iyi bir netice olarak küresel halk sağlığı yönetişiminin bu durumdan olumlu etkileneceği tahmin edilmektedir.
-------------------------------
1. https://foreignpolicy.com/2020/03/20/world-order-after-coroanvirus-pandemic/
*Virüs’ün uluslararası aktör olarak tanımlanması Doç. Dr. Evren Balta’dan alıntılanmıştır.
3 notes · View notes
e-uluslararasiiliskiler · 5 years ago
Text
yeni blog düzeni
Herkese yeniden merhaba,
uzun bir süredir paylaşımda bulunamadım, çeşitli sebeplerim var: kimi kabul edilebilir, kimi edilmez.
Fakat bu süre içerisinde hem uluslararası ilişkileri takibe çalıştım hem de uluslararası ilişkiler ile ilgili olan ilgim siyasi ilişkilerden biraz daha ekonomik ilişkilere doğru kaydı.
Bu sebeple paylaşımlara kaldığımız yerden devam ederken ekonomik ilişkilere de daha fazla yer ayırmaya çalışacağız.
herkese iyi günler.
1 note · View note
e-uluslararasiiliskiler · 10 years ago
Photo
Tumblr media
What is the Civilization? #medeniyet #kültür #irfan #Civilization #culture #knowledge #insight
1 note · View note
e-uluslararasiiliskiler · 10 years ago
Quote
Güçlü medeniyet atılımlarına öncülük eden ve bu medeniyet birikimi etrafında bir tür düzen oluşturan toplumlar tarih sahnesine çıktıkları an ile tarih sahnesini etken bir güç olarak belirlemeye başladıkları dönem arasında kendi aslî mekanlarından hareketle bir dünya algılaması oluştururlar. Daha yalın bir coğrafî çevre idrakinden daha karmaşık bir dünya idrakine doğru gelişen bu algılama en müşahhas şeklini haritalarda bulur. Coğrafya objektif bir gerçekliktir. Ancak, haritalar bu objektif gerçekliğin bir medeniyet idraki sürecinden geçmiş subjektif şeklidir. Medeniyetlerini astronomi ilminin merkezde yer aldığı bir varoluş idraki ile kuran Babilliler yeryüzündeki mekan algılamalarını gök cisimlerine bağlı olarak geliştirirken, İranlılar dünyayı birbirine eşit yedi daireden oluşan yedi bölgeye (kişver) ayırdıktan sonra kendi mekanlarını dördüncü ve merkezî daireye oturttuktan sonra diğer altı daireyi birbirine değecek şekilde bu merkezî dairenin etrafına yerleştirmişlerdi.
Ahmet Davutoğlu, Tarih idrâki oluşumunda metodolojinin rolü: Medeniyetlerarası etkileşim açısından dünya tarihi ve Osmanlı, Divan Dergisi, 1999/2, sayı 7, s.39
2 notes · View notes
e-uluslararasiiliskiler · 11 years ago
Quote
İster otokrasilerin başında ister demokrasilerin başında bulunsun istisnasız tüm liderler, esasen eylemleri realizmle özdeş katı stratejik hesaplarla motive edilse bile kendi davranışlarını liberal normlar ve uluslararası hukuk açısından haklı göstermeye alışkındır. Ancak liberal söyleme yönelik bu tutku, ülkenin davranışı çoğu kez olduğu gibi hem liberal hem de realist şartlarla tutarlı olduğu sürece problem yaratmaz. Örneğin, Amerika'nın İkinci Dünya Savaşı'nda İmparatorluk Japonya'sı ve Nazi Almanya'sı karşısında çatışmalara katılması ahlaki gerekçelerle olduğu gibi stratejik gerekçelerle de kolaylıkla savunulabilir. Aynı şey Birleşik Devletler'in Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliğini çevreleme ve 1991'de ırak'a karşı savaş kararı için de söylenebilir.
JJ Mearsheimer Liderler Neden Yalan Söyler ?
1 note · View note
e-uluslararasiiliskiler · 11 years ago
Text
Eisenhower yönetimi, işleyen bir Avrupa Savunma Topluluğunun Sovyetler Birliği'ni dengeleyici ve Birleşik Devletler'e askeri güçlerinin çoğunu Batı Avrupa'dan çekme imkanı vermesi umuduyla anlaşmanın onaylanmasını güçlü bir şekilde destekledi. Tarihçi Marc Trachtenberger'in belirttiği gibi, "EDC"nin asıl amacı Fransa ve Almanya'yı Rusya'ya karşı ayakta durabilecek güçlü bir Avrupa federasyonunun çekirdeği olarak kaynaştırmak ve dolayısıyla Amerikan kuvvetlerinin yakın gelecekte Avrupa'dan çekilmesini mümkün kılmaktı. ( Trachtenberger, Constructed Peace, 121-22 / JJ Mearsheimer , Liderler Neden Yalan Söyler, 47-48)
0 notes
e-uluslararasiiliskiler · 12 years ago
Text
Mısır’da Son Durum (Kahire)
Röportaj: Ahmet Biçer, Halil İbrahim Ağır
1-      Öncelikle Mısır Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından 1 yıl içinde nasıl böyle bir konuma geldi. Süreçten biraz bahseder misiniz?
Süreç Muhammed Mursi’nin seçilmesinden öncesine uzanıyor aslında. 25 Ocak Devriminin ardından devrimci gruplar arasında yapılan görüşmelerde Müslüman Kardeşler başkanlık için aday çıkarmayacağını belirtmişti. Ancak daha sonraki gelişmeler kendi aleyhlerine işlemeye başladıkça endişeye kapıldılar ve Muhammed Mursi ile seçime girdiler. Muhalefete göre İhvan burada sözünden dönmüştü. Bu durum o dönemde hem eski rejim kalıntılarında hem de devrimci gruplar arasında rahatsızlık yaratmıştı. Yine seçimin ikinci ayağından önce Kahire’deki Fairmont Oteli’nde muhaliflerle İhvan yönetimi arasında bir toplantı gerçekleşmiş ve Müslüman Kardeşler burada seçimi kazanmaları durumunda muhalefeti de yönetime dahil edeceklerinin sözünü vermişti. Seçimin ardından ise bu söz tutul(a)mamıştı. Mursi muhalefetteki bazı aktörlere pozisyonlar teklif etmiş ancak belki de uzun vadede İhvan’ı itibarsızlaştırmak ve yönetimini engellemek amacıyla bu girişimlerin tümü karşılık bulamamıştı. Bununla birlikte muhalif gruplar Mursi yönetimini kadrolaşmaya gitmekle suçlamış, kendilerinin siyasal süreçlerden dışlandıklarını iddia etmişlerdir. Sırf bu gibi eleştirileri engellemek için başta Başbakan Hişam Kandil olmak üzere kabinedeki birçok bakan İhvan grubu dışından seçilmiştir. 22 Kasım 2012’de Muhammed Mursi’nin özellikle yargının aldığı kararlarla siyasal karar alma süreçlerini tıkamasının önüne geçmek için yayınladığı anayasal deklarasyon, muhalefetçe “Cumhurbaşkanı ülkede tek adam olmayı hedefliyor” şeklinde yorumlanmış ve sonraki aylarda bu tepkilerin yarattığı protestolara yoğun bir biçimde şahit olunmuştur.
Burada şunu belirtmek gerekiyor; bürokrasinin neredeyse tümünün eski rejim destekçisi olduğu, yargının tamamen İhvan yönetimi karşıtı bir pozisyon aldığı ve gerek medya gerekse de iş dünyasından hiçbir destek alınamadığı bir ortamda İhvan siyaset yapabilme anlamında adeta çırpınmıştır. Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere birçok üst kademe yargı organı parlamentoyu feshetmek, anayasa komisyonunu iptal etmek, devrim sırasındaki suçların sorumlularını salıvermek gibi onlarca hayati karar alarak siyasal süreci işlemez hale getirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Buna ülkedeki muhalif grupların başta ekonomik kötü gidişten, ülkedeki sağlık, temizlik ve trafik gibi sorunların çözülememesinden ve elektrik, su, doğalgaz gibi kaynakların temini konusundaki sıkıntıların aşılamamasından Muhammed Mursi yönetimini sorumlu tutması da eklenince halkın bir kesiminde İhvan’a karşı büyük bir tepki baş göstermiştir. Bu hoşnutsuzlukların sonucunda başlatılan ‘temerrud’ (isyan) hareketi, Nisan ayından itibaren hükümetin istifası için imza kampanyaları düzenlemiştir. Haziran ayı ortası itibariyle bu imzaların 20 milyona ulaştığını iddia eden (rakamın doğruluğu hakkında herhangi bir resmi kayıt olmadığından güvenilirliği şüphelidir) Kefaya, Ulusal Kurtuluş Cephesi ve 6 Nisan Gençlik Hareketi’nin başını çektiği muhalif gruplar, cumhurbaşkanını istifaya zorlamak amacıyla Mursi’nin görevine başlayışının yıldönümü olan 30 Haziran 2013’te sokaklara inme kararı almıştır. Bunun ardından da dış destekli olduğu artık herkesçe kabul edilen darbe 3 Temmuz’da gerçekleşmiştir.
Tumblr media
2-      Mısır’daki devrim süreci askeri darbe ile başarısızlığa mı uğramıştır? Eski rejim aktörleri iktidarı yeniden ellerine mi almıştır?
Şu an için bu şekilde bir yorum yapılabilir. Ama bunun kalıcı olacağını belirtmek için çok erken. Mısır’da bir devrim gerçekleşmiştir. Daha önceki devrimlerde olduğu gibi devrimi gerçekleştiren aktörlerle eski rejim kalıntılarının iktidarın el değiştirmesi üzerinde mücadeleleri olacaktır. Bununla birlikte devrimi gerçekleştiren aktörler de devrim sonrası süreçteki yeni iktidar yapılanmasında kendi pozisyonlarını avantajlı kılma mücadelesi verecektir. Mısır’da olan bu mücadelenin bir ayağıdır sadece. Ortaya çıkan koalisyonda eski rejim aktörleri ile devrimci seküler ve liberal yapılanmalar ortaklık kurmuş, aralarına bazı İslami unsurları da alarak meşru bir blok oluşturmaya çalışmışlardır. Geçtiğimiz sene de benzer bir bloklaşma İhvan, Selefiler ve devrimci gençlik hareketleri ile eski rejim aktörlerine karşı oluşturulmuş ve o dönem için başarı sağlanmıştı. Her devrim sonrasında birçok aktörün yer aldığı, bu aktörlerin sık sık pozisyon değiştirdiği ve farklı kompozisyonlarda koalisyonların oluştuğu “iktidar” mücadelesi yaşanmıştır. Mısır da bu duruma istisna olmamaktadır.
3-      Devrimden Darbeye giden süreçte gördük ki Medya’nın rolü çok büyük oldu. Medya bu süreçte bağımsız mıydı yoksa bir takım aktörlerin güdümünde mi hareket etti?
Evet medyanın bu süreçteki rolü yadsınamaz. Zaten medya Türkiye’de 28 Şubat sürecinde olduğu gibi birincil aktörlerden birisi idi. Ayrıca bir araçtı da. Mısır’da kaldığım son 8 ay boyunca İhvan karşıtı kanallarda ve yayın organlarında öylesine muhalif bir tutum vardı ki en ufak bir övgüyü göremezdiniz. Bir de seviyesiz bir muhalefet vardı. Piramitlerin ve Süveyş Kanalı’nın Katar’a satılacağı haberlerinin haftalarca tartışıldığı bir medyadan bahsediyoruz. Buna karşın İslami medya kanalları ise adeta var olabilme mücadelesi veriyor, neredeyse hiç reklam vermeden yayınlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Nitekim iş dünyasının en zengin aktörleri Mübarek döneminin zenginleştirdiği işadamlarından oluşuyordu ve bu kişiler sadece İhvan karşıtı kanallara reklamlar veriyorlardı. Bu aktörler Necip Saviris gibi sahip oldukları medya organları ile de rejimin yıpranması için ellerinden geleni yaptılar. Hatta darbeye giden son aylarda Saviris birçok Mursi karşıtı grubu maddi olarak desteklemiş, televizyonlarda yayınlanmak üzere darbe yanlısı klipler bile çektirmiştir. Yine Bessam Yusuf gibi tek ajandası İslamcı siyaseti eleştirmek ve aşağılamak olan figürler de Mısırlıların Mursi karşıtlığına kanalize edilmesinde önemli roller oynamıştır. Eski rejim sırasında Mübarek’in en ufak bir eleştiriden münezzeh olduğu bir ortam varken, 2012’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından geçen 1 sene içerisinde Bessam Yusuf Mursi’yi ve İhvan’ı kimi zaman ağza alınmayacak kelimelerle aşağılamış ve binlerce Mısırlı her Cuma akşamı bu programa kilitlenmiştir. Bessam Yusuf’u kahkahalarla izleyen kesimler diğer taraftan da İhvan’ın ifade hürriyetini kısıtladığını ve baskı rejimi kurduğunu iddia etmişlerdir. Bu tutumun inandırıcılık ve samimiyetle alakası olmadığını belirtmek gerekir.
4-      Batı’nın bu darbeye sessiz kalması İslamcı Siyasetin aktör olmasından duyduğu rahatsızlığı mı gösteriyor?
Batı’nın tepkisizliğinin başlıca sebepleri arasında özelde Mısır’da genelde de Ortadoğu’da Siyasal İslam’ın politik kurumlarının meşru bir siyasal aktör olması geliyor. Bununla birlikte İslami siyasetin siyaseten meşru bir aktör olması artık bölgede kurulu düzenin Batı’dan hiçte hoşlaşmayan aktörlerle sorgulanacağı anlamına gelmekteydi. Türkiye’deki AK Parti yönetimine yönelik duyulan endişe bu durumun en cisimleşmiş halidir bence. Mısır’dan ikinci bir Türkiye çıkması olasılığı gerek Washington’da gerekse de diğer Avrupa başkentlerinde ve özellikle İsrail’de bölgeye dair birçok politikaların revize edilmesi anlamına geliyordu. Batı’nın yeniden belirleyeceği siyasette ise kendi çıkarları önemli ölçüde tehlikeye girecekti. Bu yüzden demokrasi söylemini dilinden düşürmeyen Batılı aktörler çıkarları tehlikeye düştüğünde hiç çekinmeden darbeyi destekleyebilmiştir. Bunu Mısır’da siyasal aktörlük bile iddia edemeyecek bir azınlıkta olan seküler ve liberal kitleleri kullanarak yapması daha da vahim bir durumdur.
5-      Baktığımız zaman bölgede bu darbe en çok Türkiye’yi olumsuz etkiledi. Türkiye’nin dış politika vizyonuna en uygun hareket Müslüman Kardeşlerdi. Öte yandan darbeden en karlı çıkan ülkeler Suudi Arabistan, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail. Bu perspektiften bakarsak bu darbeyi nasıl okumak gerekir?
Aslında bu darbe en çok bölgenin kendisini olumsuz etkiledi. Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’de en canlı biçimiyle yaşanan Arap Uyanışı’nın bölgeye getireceği dönüşüm potansiyeline vurulmuş bir darbedir aslında Mısır’da gerçekleşen. Arap Uyanışı sürecinde Libya’ya yapılan askeri müdahale ile kısmen başlayan “dış” müdahale (buradaki “dış” kelimesini hem bölge dışı, hem de bahsedilen ülkeler baz alındığında o ülkenin dışından anlamında kullanıyorum), Suriye’de zaten güçlükle sürdürülen mücadelenin bir proksi savaşı halinde cereyan etmesiyle canlı kalmış, Mısır’daki darbede ABD, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin müdahil olması ile de Arap Uyanışı’nın temel dinamiklerinden olan “dış müdahale karşıtlığına” büyük zarar vermiştir. Bu darbe ayrıca Mısır’ın demokratikleşmesinde sivil siyaset sürecinin kesintiye uğramasına ve bu anlamda da ülkede yaşanan rejim değişikliğinin başarıya ulaşmasına olumsuz etki yapmıştır.
Mısır’daki darbe bu anlamda Türkiye’nin de yaratmaya çalıştığı “bölgesel sorunların bu coğrafyanın aktörlerince demokratik hakların genişletilmesi yöntemiyle halledilmesi” siyasetini tehdit etmektedir. Mısır gibi bölgenin en önemli sayılabilecek ülkesinde herkesin gözü önünde anti-demokratik süreçler kullanılarak bir darbe özellikle Batılı aktörlerin teşviki ile planlanmış, bölge ve ülke içinden siyasal meşruiyeti tartışılır aktörler kullanılarak uygulamaya geçirilmiştir. Devrim sonrası süreçte demokratik bir düzene ulaşılmasını engelleyebilecek bu ve benzeri durumların diğer Arap Uyanışı ülkelerinde de gerçekleşmemesi için özellikle Türkiye’nin bölgesel müttefikleriyle koordineli bir şekilde önlemler alması gerekmektedir. Başarılı bir demokratikleşme için bölge ülkelerinin birbirlerinin tecrübelerinden faydalanmaları hem bölgesel kaynaşmayı yoğunlaştıracak, hem de işbirliklerinin artmasını sağlayacaktır. Türkiye bu anlamda demokrasiyi yüceltip teşvik ederek Batı’ya önemli bir ders vermiştir ancak yeri geldiğinde oyun sırasında kuralların değişebileceğini de göz önünde bulundurarak buna yönelik politikalar da geliştirmelidir.
6-      Ortadoğu’da Türkiye-Mısır ve Katar arasında bir bloklaşma söz konusuydu. Bundan sonrası için bu darbenin Türk Dış Politikasına ve bu bloklaşmaya etkisi nasıl olur?
Özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Mısır darbesinde önemli bir rol oynadıkları düşünüldüğünde Türkiye ve Katar’ın ortak siyasal duruşlarını değiştirmeleri mantıklı olmayacaktır. Mısır’daki darbe yönetiminin Türkiye’ye mesafeli bir tutum alacağı ortada. Katar’ın da Müslüman Kardeşlere desteği yine Kahire’deki cunta yönetimini rahatsız edecektir. Bununla birlikte bölgesel bloklaşmalar özellikle böyle bir süreçte yeniden şekillenme potansiyeline de sahip. Ankara halihazırda kendisine yakın olabilecek Katar ve Libya gibi bölge aktörlerinin bu pozisyonlarını sağlamlaştıracak adımlar atmalıdır. Türkiye’yi bölge siyasetinde daha zor durumda bırakan konu kanımca Suriye çıkmazıdır. Ankara’nın haklı olarak Suriye devrimine verdiği destek, beklenmeyen faktörlerin devreye girmesi ile Erdoğan hükümetinin elini zora sokmuştur. Türkiye kapasitesini aşacak politik angajmanlara girerken, hesaplamalarını daha rasyonel bir biçimde yapmalıdır.
7-      Bundan sonrası için Mısır’ı ne bekliyor? Görünen o ki Müslüman kardeşler bir iç savaşın içine çekilmeye çalışılıyor. Katılıyor musunuz?
Evet, darbenin ardından yaşanan sürecin özellikle ilk kesimlerinde böyle bir çabanın olduğundan bahsedebiliriz. Ancak İhvan’ın buna karşılık olarak yürüttüğü stratejiyi şuan için doğru buluyorum. Nitekim barışçıl protestolar içerideki ve dışarıdaki darbeci aktörlere yerinde bir cevap teşkil ediyor. Uzun vadede Mısır’daki İslami hareketlerin iktidar arayışında bu sürecin olumlu bir geri dönüşü olacaktır. Ancak bu darbeci aktörler İhvan’ı veya Selefi hareketi siyasal alanın dışında tutmaya çalışması iktidar mücadelesinin daha çetin geçmesine, İslami hareketlerin daha farklı metotlar uygulamasına neden de olabilir.
Darbe süreci göstermiştir ki Mısır siyasetindeki seküler ve liberal aktörler ve eski rejim kalıntıları ile Washington ve Tel-Aviv gibi uluslararası aktörler sosyal tabanı geniş hareketlerin siyaset sahnesinde meşru bir biçimde yer alabilmesini bir süre daha engellemek istiyorlar. Her ne kadar söylem düzeyinde bunu inkar etseler de başlı başına darbenin planlı bir şekilde uygulamaya geçirilmesi bile bunun bir göstergesi. İhvan ve Selefi hareket de buna karşı uzun vadeli planlar yaparak, toplumun daha geniş kesimlerinin güvenini ve olurunu kazanmak suretiyle bu iktidar mücadelesinden başarılı çıkmanın yollarını aramalıdır.
Tumblr media
0 notes
e-uluslararasiiliskiler · 12 years ago
Text
Devrim ve Darbe Kıskacında Mısır
Tumblr media
Recep Safa SARI / Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrencisi / Kahire
  30 Haziran’da Mısır genelinde başlayan Cumhurbaşkanı Mursi karşıtı gösteriler 3 Temmuz’da askeri darbeyle sonuçlandı.Asker, durumu askeri darbe değil halk iradesinin yönetime yansıması olarak lanse etti. Ancak bu ‘sivil destekli’ askeri bir darbedir.
Yaklaşık 1 yıl önce Mursi başkan seçildiğinde parlamentosu, anayasası, bürokrasisi, istihbaratı, polisi, ordusu ve ekonomisi olmayan bir liderdi. Neredeyse kararname çıkarma dışında yetkisi bulunmayan Mursi yetkisiz ancak devrim öncesi ve sonrası tüm sorunların üzerine yıkıldığı bir koltukta oturmaktaydı.
Mursi beklenmeyen 25 Ocak Devrimi sonrası bir ortamda iktidara gelmiştir. Bu yüzdendir ki devrim sırasında Mübarek karşıtı kurulan koalisyonun süreç sonrasında dağılmasıyla taraflar iktidar mücadelesine girişmişlerdir. Son 1 yıl içerisinde Mısır’da yaşananlar demokrasinin yerleştirilmesinden çok iktidarda yer edinme kavgası olmuştur. İktidardan pay isteyen grupların istediklerini alamamaları nedeniyle demokrasinin sürdürülmesi sürecinde Mursi yalnız bırakılmıştır.
Mursi’nin iktidar süresi boyunca daha ziyade liberal ve seküler ideolojilere yakın kişilerden oluşan fulul olarak ifade edilen Mübarek rejimi kalıntılarının, medyanın ve yargının desteğiyle Mursi halk nezdinde algısal olarak diktatörleştirilmeye çalışıldı. 100 günlük kısa bir süre içerisinde özellikle Mısır’ın ekonomik problemlerini çözme vaadinde bulunan Mursi, yargı, ordu ve muhalefetin engellemesiyle bu vaadini gerçekleştiremedi. Neredeyse tüm girişimleri engellendi ancak Mursi karşıtı kesimlerin onun ne yaptığından çok kim olduğuyla ilgili problemleri vardı. Tüm bu karşı çıkışların ana hedefi Mursi’den daha çok İhvan’dı. Sorun İslamcıların iktidara gelmeleri olasılığıydı.
İslami referanslara sahip kesimlerin diğer uluslararası aktörlerden bağımsız siyaset yapma ve bölgelerini etkileme istekleri her ne kadar dış politika söylemlerinden biri demokratikleşme olsa da ABD başta olmak üzere Batı bloğunu rahatsız etmiştir. İslamcıların siyasette etkin olmasını istemeyen Avrupa da bu çerçevede oldukça anti-demokratik ve liberal olmayan görüntü çizmiştir. Ayrıca İhvan’ın demokratikleşme konusunda başarılı olması durumunda özellikle bölgedeki Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi rejimlerin sorgulanarak ayakta kalması zorlaşacaktı.
Mısır’daki iç aktörlerle küresel ve bölgesel aktörlerinde dahil olmasıyla sistemli bir şekilde 1 yıl gibi bir sürede darbe ortamı oluşturulmuş oldu.  Yargı, medya, polis, asker ve sermaye sahiplerinin planladıkları ve normal şartlarda bir araya gelmesi mümkün olmayan gurupların(özellikle aşırı İslamcı olarak nitelenen Selefilerin bir kolunun da) 30 Haziran’da sokağa dökülmesiyle darbenin son safhası oluşturulmuş oldu. Parti binalarına, irşat bürolarına ve meydanlarda Mursi’yi desteklemek için toplanan gruplara muhaliflerin, baltacı denen paralı teröristlerin, polislerin saldırmasına rağmen İhvan, karşılık vermeyin çağrısı yaparak taraftarlarını şiddetten uzak durmaya davet etti. Ancak muhtıra niteliği taşıyan, şiddeti araçsallaştırmış muhalefetin taleplerini dikkate alması konusunda askerin, Mursi’ye 48 saat vermesi, son 1 yıldaki süreçte oluşan Mursi’nin askeri kışlalarına hapsettiği yanılgısını gün yüzüne çıkardı. Nihayetinde verilen sürenin dolmasından birkaç saat sonra Mursi’nin Savunma ‘Bakanı’ ve Genel Kurmay Başkanı Sisi kameranın karşısına geçerek Mısır’ın ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı’nı Mursi’yi görevden aldığını ve anayasanın askıya alındığını açıkladı. Ne acı ki tankların, postalların, kurşunların kararttığı gece Mursi karşıtları tarafından havai fişeklerle aydınlatılmaya çalışıldı. Mursi ise tutuklanmadan önceki son anlarında bunu kabul etmediğini belirterek taraftarlarına darbeye karşı direnin çağrısı yaptı. Normal bir darbe süreci işlemeye başladı.
Tumblr media
Darbe kutlamaları Kahire’nin birçok noktasında sabaha kadar sürdü. Darbe sabahı ise hayat eski akışına bir anda dönmüştü. Ancak ilginç olan şeyler ise darbe öncesinde uzun süredir yaşanan akaryakıt sıkıntısı nedeniyle oluşan kilometrelerce akaryakıt kuyrukları bir anda ortadan kalkmıştı. Sürekli felç olan trafikte düzen sağlamaya çalışan polisler görülmeye başlandı. Daha önce hiç ortaya çıkmayan üniformalı göreviler çöpleri toplamaya başladı, şehrin içinde yeşillendirilmiş alanların bakımı yapılmaya başlandı ve bütün bunlar bir gece değişti. Mursi döneminde her geçen gün yükselen dolar darbenin ikinci gününde askerin piyasaya döviz pompalamasıyla bir anda düşmeye başladı, darbe olan bir ülkede borsa yükselişe geçti. Oyunun aşamalarından bir kısmıydı bunlar.
Tumblr media
Darbe karşıtları sokaklardan ayrılmadı, hatta sayıları her geçen gün arttı. Tahrir’deki 30 Haziranda toplanan kalabalıktan eser yoktu. Mısır’ın farklı şehir ve meydanlarında toplanan Mursi yanlıları özellikle Kahire’deki Rabiatül Adeviyye ve Mursi’nin tutulduğunu düşündükleri Cumhuriyet Muhafızları Karargahı önündeki eylemlerine devam ettiler. Eylemcilerin şiddetten uzak durmalarına rağmen polis, baltacılar ve askerin müdahalesiyle her geçen gün ölü sayısı arttı. Ancak 8 Haziran günü C. Muhafızları Karargahı önünde sabah namazı kılan yüzlerce insanın üzerine asker tarafından ateş açılmasıyla 54 kişi yaşamını yitirmiş, 300 den fazla kişide yaralanmıştı. Halka asla silah doğrultmadığı söylenen hatta darbe sonrası bile Mursi yanlılarının askeri sevdiklerini ifade eden sloganlar atmasına rağmen, devrim zamanında dahi halkla birlikte olan ordunun darbe sonrasında halkı bu şekilde katletmesi bir kırılma noktası olmuştur.
Demokratikleşme söylemini özellikle Ortadoğu bağlamında yoğun bir şekilde kullanan ABD ve Batı’nın darbe sonrası yaptığı açıklamalarda ABD’nin, Ortadoğu’daki en önemli askeri müttefiklerinden biri olan Mısır’ı kaybetmemek adına darbe kelimesini kullanmaması ve Batılı ülkelerin darbe demekten çekinmesi tüm ezberleri bozmuş, bu ülkelerin demokrasi konusunda tüm inandırıcılıklarını yitirmelerine neden olmuştur. Mısır’daki sözde liberaller ile darbeye destek veren Batılı ülkeler aynı noktada bulunmaktadırlar. Ancak batının demokrasi kimliğiyle ön plana  çıkması ve liberal kelimesinin anlamına baktığımızda, darbeyi ve darbecileri desteklemek bu açıdan tutarsızlık oluşturmaktadır.
Mursi’ye karşı gösterilerin başladığı 30 Haziran’dan itibaren Batı’nın, özellikle ABD’nin, Mursi’nin halkın isteklerine kulak vermesi konusunda uyarılarda bulunması ve Ortadoğu’daki en büyük askeri müttefiklerinden biri olan “Mısır Ordusu”nun yaptığı darbe sonrasında ise ‘endişeliyiz’ demekle yetinmesi soru işaretlerini beraberinde getirmiştir. Olayların arka planına baktığımızda son 1 yıllık zaman diliminde darbe oluşum süreci Batı tarafından desteklenerek kontrol edilmesi zor olan İslamcı lider Mursi despotikleştirilmiş, darbeyle birlikte yerli despotun yerini, yıllardır askeri yardımlarla ehlileştirilmiş ve daha kontrol edilebilir olan, Batı’nın kendi despotu, Mısır Ordusu almıştır.
Oryantalist söylemin kullandığı İslamla demokrasinin bağdaşmadığı, devletlerin sekülerleşmedikçe demokratikleşemeyecekleri gibi söylemlerin bugün Mısır örneğinde ters-düz olduğunu görmekteyiz. Batılı devletlerin darbeye karşı verdikleri tepkiye karşın Rabiyatül Adeviyye’ki darbe karşıtı İslamcıların demokrasiyi canları uğruna savunmaları bunun en büyük kanıtıdır. Bugün Mısır’da Batı’nın eskiyen demokrasi söyleminin Doğu tarafından Batı’ya rağmen tekrar ayağa kaldırılmaya çalışıldığına şahit olmaktayız.
Tumblr media
0 notes
e-uluslararasiiliskiler · 13 years ago
Text
Ortadoğu Denklemi / Nuh YILMAZ (Marmara Üni. Öğr. Gör., STAR gazetesi Dış Haberler Müdürü)
Röportaj : Ahmet Biçer
ARAP BAHARI İLE BİRLİKTE ORTADOĞU’DA NELER DEĞİŞTİRDİ ? GENEL OLARAK BAHSEDER MİSİNİZ ?
Biraz meselenin arka planına bakarsak Arap Baharı yapısal olarak gelmesi gereken bir süreçti.  Arap Baharı’nın getirdiği en büyük sonuç bence şu; Ortadoğu’da 100 yıldır bir meşruiyet krizi var. Bu meşruiyet krizi artık saklanamaz hale geldi. Saklanamaz hale gelince bu süreç başka faktörlerle de birleşerek Arap Baharını meydana getirdi.  Osmanlı’dan sonra bölgedeki istikrarsızlıklara kalıcı çözümler bulunamadı. O yüzden ben bu süreci geçici çözümler bulmaya çalışan iradelerin tasfiyesi olarak değerlendiriyorum.  Arap Baharı da bu anlamda geçici hareketlerin sonuncusu olan Baasçılık hareketini sonlandırdı. Bu anlamda Arap Baharı’nın doğal seyri ile işlediğini ama bu sürecinde çeşitli yönlendirmelerle yönetilmeye çalışıldığını düşünüyorum. Neler değişti diye tekrar sorarsak bence en önemli sonuç şu; Baasçılığın iflası. Arap Baharı ile beraber  bir proje olan Baasçılık tamamen çöktü. Baasçı rejimler 11 Eylül’den sonra tamamen Batılı güçlerle hareket ederek hem kuruluş amaçlarına hem de kendi ülkelerindeki halklarına ihanet etmeye başlamıştı. Basçı rejimler önce ufuklarını kaybettiler, ardından 11 Eylül ile birlikte siyasetten de Ortadoğu’dan soyutlandılar. Son olarak da Arap Baharı Baasçı rejimlerin tabutuna son çiviyi çakmış oldu.  O yüzden bence Arap Baharı ile birlikte bölgede değişen en önemli şey bu. Bundan sonra Ortadoğu’da dengelerin nasıl şekilleneceğini güç odakları belirleyecek. Ancak şu an baktığımız zaman Arap Baharı’nın en çok İslamcılığın yolunu açtığını görüyoruz. Mısır’daki Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesi buna örnek. Bence en önemli değişim bu. İkinci bir değişim olarak da İsrail ile bölge ülkelerinin ilişkisini söyleyebiliriz. Çünkü ihvan tipi bir İslamcılığın yükselmesi bu ülkelerin İsrail ile ilişkilerini de sorunlu hale getirecektir.  Çünkü Ortadoğu’da halkın desteğini alan hiçbir hareketin İsrail ile sorunsuz ilişki yaşaması mümkün değildir. Bu yüzden de İsrail ile istikrarlı ilişki kuran ülkeler İsrail ile sorun yaşamaya başlayacaktır. Bunun örneğini de Mısır’da ve Tunus’ta görüyoruz ve ilerde de Suriye’de görmeye devam edeceğiz.
Tumblr media
ARAP BAHARI ABD, AB GİBİ KÜRESEL GÜÇLER İÇİN NE İFADE EDİYOR. ARAP BAHARI SONRASINDA ORTADOĞU’NUN ŞEKİLLENMESİNDE BU GÜÇLERİN NE GİBİ ROLLERİ OLABİLİR?
Tabi önemli bir nokta bu. Osmanlı’nın bölgede gücünü kaybetmesi ve çekilmesi sonrasında 2. Dünya Savaşına kadar bölgede iktidar olan ülkeler İngiltere ve Fransa’ydı.  Haliyle burada çok ciddi etkileri var. Bu yönüyle Avrupa Birliği’ni bu sürecin dışında düşünemeyiz. Sadece bu da değil. Avrupa Birliği Arap Baharı sonrası bölgedeki aktörlerle daha komplike ilişkiler kurmak amacıyla birkaç milyar dolarlık bir proje de geliştirdi.  ABD ‘ye baktığımız zaman ise 2. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere ve Fransa’nın bölgeden çekilmesiyle Ortadoğu’daki düzeni ABD kurdu ve yönlendirdi.  2. Dünya Savaşından sonra bölgedeki ülkelerin çoğu Sovyetler Birliği yanlısı olsa da, önemli sac ayağı ülkeler (Mısır , Türkiye ,İsrail, Suudi Arabistan , İran) ABD hegemonyasının bölgede etkili olmasını sağlamıştır. Ortadoğu enerji kaynakları dolayısıyla ABD için vazgeçilmez bir bölge ve asla kendi başına bırakılamayacak kadar da önemli. O yüzden ABD bugüne kadar Ortadoğu’dan vazgeçmemiştir , vazgeçmeyecektir de.. Ayrıca ABD’nin bölgede ‘’İsrail’in güvenliği’’ başlıklı stratejik bir yaklaşımı var. Bu faktörler ışığında ABD Arap Baharı sonrası sürecinde mutlaka müdahil olacaktır.  Peki, nasıl müdahil olabilir. Burada ABD’nin bu süreci planladığı şeklinde komplo teorilerine düşmemek lazım. Çünkü benim konuştuğum, izlediğim, takip ettiğim, okuduğum kadarıyla ABD ve Avrupa bu sürecin gerisinden geliyorlar.  Yani bu işin yöneticisi değil, yönlendiricisi değil tam tersine gerçekleşmiş olan bir şeyi önce kontrol altına almaya çalıştılar. Kontrol altına alamayınca bu süreci yönetmeye çalıştılar ama başaramadılar. Yönetmeyi başaramayıp bunun altında kaldılar. Altında kalınca da öne çıkan güçler kimse bunlarla bu süreci yönlendirmeye çalıştılar. O yüzden şu an olan durum da bu, ABD bu süreci yönlendirmeye çalışıyor. Bu yönlendirme konusunda da ABD’nin elinde çok önemli kozlar var. Bunlardan bir tanesi ekonomik güç.  Gerek Mısır, gerek Tunus, gerekse Yemen gibi ülkelere ekonomik gücünü kullanarak politika dayatma lüksü var ABD’nin.  İkincisi de askeri güç bakımından ABD bölgede önemli. Gerek bu ülkelerin askeri teçhizat sağlaması bakımından, gerek bu ülkelerin silah ihtiyacından, gerekse de bu ülkelerin güvenliğini komşularına karşı sağlaması bakımından ABD’ye ihtiyaçları vardır. Mesela Yemen hükümetinin El-Kaide’ye karşı direnebilmesi için ABD’nin desteğine ihtiyacı olduğu çok açık. Bu nedenle de ABD’nin bölgede etkili olma lüksü var. Üçüncüsü de söylemsel üstünlük. Liberalizm, demokrasi ve batıcılık üzerinden ABD’nin kurduğu bir söylem var bu söylemlerin yansıması olarak ciddi yatırımlar var. Mesela Mısır’da ABD’nin belli kurumlarının oluşturduğu benim bildiğim iki tane gazete var. ‘’Firavun Mursi’’ , ‘’Mursi diktatör oldu’’ söylemleri ilk bu gazetelerden çıktı.  O yüzden bakıldığı zaman söylemsel bir üstünlüğü de var ABD’nin bu ülkelerde. ABD’nin bölgeyi yönlendirme adına güçlü silahları var ancak AB’nin gücü ABD’ye nispeten çok zayıf. AB daha çok Türkiye gibi bölgesel aktörlerin üzerinden bölgede etkili olmaya çalışıyor. Ama Libya örneği çıkarları söz konusu olduğunda AB’nin ne kadar agresif olabileceğini çok net olarak gösterdi. ABD’yi bile dinlemeyerek İngiltere ve Fransa öncülüğünde Libya’ya müdahale ettiler. O yüzden bu ülkeler de güçleri yettiğince bu sürece müdahil olacaklardır.
TÜRKİYE AÇISINDAN DEĞİŞİMİ NASIL YORUMLUYORSUNUZ? ARAP BAHARI TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASINI NASIL ETKİLEDİ?
Türk Dış Politikası istikrarlı bir Ortadoğu’ya göre tasarlanmıştı ve bütün yatırımını bunun üzerine kurmuştu. Türkiye bu politikanın sonucu olarak da ciddi kazanımlar elde etti, gerek ticari gerek siyasi olarak. Ama dediğim gibi bunlar istikrar üzerine kurulmuştu. Oysa Arap Baharı Libya’dan başlayarak Türkiye’nin önüne ciddi engeller koydu.  Yani sizin komşunuzda bir iç savaş varken, siz iki ülke arasında vizesiz seyahat politikası uygulayamazsınız. Yani Türk Dış Politikası ne diyordu. Biz Ortadoğu’da insanların hareketini, malların hareketini, kültürlerin hareketini sağlayabilirsek bölgede yeni bir çekim alanı oluşur. Bu çekim alanı Ortadoğu merkezli yeni bir düzeni oluşturabilir. Ama Arap Baharı ile birlikte Türkiye’nin planları alt üst oldu. Türkiye Arap Baharı sonrası Ortadoğu politikasını değiştirmek zorunda kaldı. Burada Türkiye’nin 2 farklı Ortadoğu politikası ortaya çıktı. Birincisi,  istikrarın olması ihtimalinin arttığı ve Türkiye’ye alan açılan ülkelere yönelik siyaset. Bu ülkelerde Türkiye eski politikasını sürdürmeyi tercih etti. Mesela Mısır, Tunus gibi ülkelerde ekonomik, kültürel ilişkiler Arap Baharı sonrası çok üst seviyeye çıktı. Yunus Emre vakfının kurulması, TİKA’nın bu ülkelerde ofislerinin açılması, Türk Hava Yolları’nın buralara yeni seferler açması gibi ilişkileri geliştirmeye yönelik somut adımlar atıldı. Arap Baharından önce Türkiye’ye açık olmayan bu ülkeler Türkiye’ye açık hale geldi. Birde ikinci tür ülkeler var. İşte Suriye, yakın dönemde Libya, belli ölçülerde Lübnan ve son olarak da Irak. Buralarda Türkiye ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bu sorunlara karşı da bir cevap üretmesi gerekiyordu. Türkiye bu ülkelerle olan politikasında ‘’Yumuşak Güç’’ dediğimiz ekonomik ve kültürel ilişkilerle siyaseti yürütmesinin yeterli olmadığını gördü. O yüzden de Türkiye bu ülkelerde “güç” ü kullanmayı öğreniyor artık, bu bir öğrenme süreci.  Mesela siz iyi ilişkiler geliştirdiğiniz, çok yakın olduğunuzu düşündüğünüz, seksen küsur kez gittiğiniz Şam’a bir konuda sözünüzü geçirip ikna edemiyorsanız bunun neden olduğunu sormanız gerekir. İşte Türkiye bu soruyu kendine sorduğunda artık iktidarın iş yapmak olduğunu ve sadece ekonomik ve kültürel ilişkilerle siyasi sorunların çözülmediğini anlamış oldu.  Bununla ilişkili olarak Türkiye diplomasisine sert unsurları ekledi. İstihbaratını daha güçlendirmesi, askeri tedbirleri belli noktalarda almaktan çekinmeyeceğini söylemesi, askeri ilişkileri güçlendirmesi gibi boyutlar eklenmiş oldu. Bence en önemli gelişme budur.
BU BAĞLAMDA BELKİ DE ARAP BAHARI SONRASINDA BÖLGEYİ EN ÇOK ETKİLEYECEK DEĞİŞİM MISIR’DA YAŞANDI. MISIR ARAP BAHARI SONRASI BÖLGENİN EN KRİTİK ÜLKESİ. BUNULA İLGİLİ İKİ SORU SORMAK İSTİYORUM. BİRİNCİSİ, MÜSLÜMAN KARDEŞLERİN İKTİDARA GELMESİNİN BÖLGE ÜLKELERİ İÇİN NE GİBİ BİR ANLAMI VAR? İKİNCİSİ BUNUNLA ALAKALI OLARAK YENİ MISIR’IN FİLİSTİN İLE NE GİBİ BİR İLİŞKİSİ OLACAK?
Mısır bence bölgenin kalbi. Zaten Mısır için biliyorsunuz Ümmül Dünya deniyor, yani dünyanın anası. Hakikaten de Mısır’ın Ortadoğu’daki etkisi inanılmaz. Yani biliyorsunuz Mısır’da bir olay olduğunda hemen dalgalar halinde diğer ülkelere de yayılıyor ve etkisini hissettiriyor. Gerek Baasçılık olsun, gerek İslamcılık olsun adını ne koyarsanız koyun Mısır’da düşen taş diğer taraflara dalgasını yayıyor. Bu bakımdan Mısır çok önemli bir ülke bölgede. Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarı 2 sene önce söylense neredeyse imkânsızdı. O yüzden ciddi bir sürpriz herkes için, önce bunun adını koymak lazım. İkincisi, Mısır çok uzun süre hak ettiği değeri görmemiş bir ülke. Özellikle 1967 sonrasında hiçbir olayda kilit rol oynayamamış ve ABD ile yakınlığından ötürü bölgede itibar kaybetmiş bir ülke. Eğer Müslüman Kardeşler Mısır’da başarılı olursa ve kendisini demokratik İslamcı bir hareket olarak yapılandırabilirse ben bölge üzerinde domino etkisi yapacağını düşünüyorum. Dediğim gibi Mısır’ın bölgesi inanılmaz ve bütün bölgeye dönüştürebilecek bir potansiyeli var. Müslüman Kardeşler iktidarı bölgedeki 20-30 yılın nasıl şekilleneceğini belirleyecek. Başarılı da olsa başarısız da olsa Ortadoğu’nun kaderini doğrudan etkileyecek. Türkiye açısından baktığımız zaman da Müslüman Kardeşler Türkiye’ye en yakın hareket.  Türkiye ile yakın ilişkiler kurmak isteyen bir hareket. Mısır gibi Arap milliyetçiliğinin merkezi olmuş bir ülkede Türkiye’ye karşı olumsuz görüşlerinde yaygın olduğu bir ülkede Müslüman Kardeşler iktidarı Mısır için bence çok büyük bir şans. O yüzden de bölgede bir Mısır – Türkiye dengesi kurulabilirse o zaman bölgede çok farklı bir konjonktür meydana gelecek ve bu hem Türkiye’nin hem de Mısır’ın karına olacak.  Filistin meselesine gelecek olursak şu anda Mısır’ın Filistin meselesine çözüm getirebilecek bir gücü kesinlikle yok. Çünkü şöyle düşünün Mısır’da siyasal iktidar ile bürokrasi arasında, askerle de istihbarat arasında inanılmaz bir güvensizlik var. O yüzden de bu ilişkilerin oturması birkaç yıl alacak. O yüzden de siyasal iktidar, asker, istihbarat ve bürokrasi arasında bir denge kurulamaz ise Filistin meselesine müdahil olması söz konusu bile değil. O yüzden burada hayalci olmamak lazım. İkinci noktada Hamas’ın Mısır’daki asker ve istihbarat ile ilişkisi son derece sıkıntılı. Daha önce Hamas’ın sırlarını İsrail ve El-Fetih ile müzakereler sırasında paylaştılar. El-Fetih’in de Mısır’da Müslüman Kardeşler ile sorunları var. Onlar da istihbarata güveniyorlar, siyasi iktidara güvenmiyorlar. İsrail’in de yine Mısır’daki siyasi iktidarla sorunları var. Dolayısı ile Mısır Filistin konusunda üç parçaya bölünmüş durumda. Siyasi iktidar, istihbarat ve asker ortak bir politika geliştirmez ise Mısır’ın Filistin konusunda çözüm için bitirici vuruşu yapması imkan dâhilinde değil.  Ama şu anda bile Hamas ve Müslüman Kardeşlerin ihvan kökeninden gelmesi İsrail’i masaya oturmaya zorluyor ve önümüzdeki dönemde de bu baskı artacak ama İsrail de bence bu konuda boş durmayacak.
Tumblr media
MISIR KONUSUNDAN AYRILMADAN İKİ SORU DAHA SORMAK İSTİYORUM. BİRİNCİSİ, KISMEN CEVAPLADINIZ AMA TÜRKİYE İLE MISIR ARASINDAKİ YAKINLAŞMAYI NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ ? İKİNCİSİ DE MISIR – TÜRKİYE – SUUDİ ARABİSTAN ARASINDA BİR BLOKLAŞMANIN OLUŞMAYA BAŞLADIĞINA DAİR SON DÖNEMDE GÖRÜŞLER VAR. SİZ BU GÖRÜŞLERE KATILIYOR MUSUNUZ? SUUDİ ARABİSTAN GERÇEKTEN TÜRKİYE VE MISIR İLE BİRLİKTE HAREKET EDEBİLİR Mİ?
Öncelikle Mısır ve Türkiye ittifakının en fazla bölge halklarının lehine olacağını düşünüyorum.  Mısırla Türkiye ilişkilerinin gelişmesi bunun üzerinden yeni bir eksen kurulması ve bu eksen üzerinden de bölgede yeni bir düzenin oluşması. Bu hem Mısır için hem Türkiye için en iyi senaryo.  Eğer bu gerçekleşirse Türkiye ve Mısır’ın Ortadoğu’daki varlığı kemikleşmiş olur. Buna her iki ülkenin de ihtiyacı var. Aslında her iki ülkenin de birbirlerine ihtiyacı var. Mesela Mısır dini kültür, siyasi kültür ve Arap ülkelerine sirayet etme noktasında Türkiye’nin sahip olmadığı avantajlara sahip. Türkiye ise askeri olarak, bağımsızlık olarak, ekonomik olarak Mısır’ın sahip olmadığı avantajlara sahip. O yüzden bu iki ülkenin ittifakı bölgede yeni bir düzenin omurgasını oluşturabilir. Ancak bunun için temkinli olmak lazım. Hem Türkiye hem Mısır böyle bir ittifak için hevesli görünüyor, ancak biz nasıl bunları görüyorsak başka güçler de böyle bir ittifakın kendi çıkarları için ne kadar riskli olabileceğini görüyorlar. Bunu gördükleri içinde bunu engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar. O yüzden de Mısır’ı Türkiye’ye, Türkiye’yi de Mısır’a kışkırtmak suretiyle önümüzdeki dönemde çok ciddi problemler göreceğiz.  Ancak yine şu temennimi de belirtmeden geçemeyeceğim; eğer Türkiye ile Mısır arasında bir eksen sağlanırsa, bu bölgedeki en iyi ilişki olur. Türkiye- Mısır- Suudi Arabistan eksenine gelirsek, ben bu görüşe katılmıyorum. Çünkü Suudi Arabistan bütün Arap Baharı boyunca  ‘’karşı devrim’’ denilen sürecin öncüsü oldu. Bu süreci durdurmak için elinden geleni yaptı ve yapmaya da devam edecek. Çünkü Suudi Arabistan’ın çıkarları bu değişimle paralel değil. Bunun en basit örneği mesela Mübarek’i en çok destekleyen ülke Suudi Arabistan’dı. Sonuna kadar Mübarek’in arkasında durdu. Ardından Mübarek’in başbakanı olan Ahmet Şefik’i Mursi karşısında sonuna kadar destekledi ve neredeyse Ahmet Şefik Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanacaktı. Suudi Arabistan kesinlikle Türkiye ve Mısır’ın yanında değil. Burada Suudi Arabistan – İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri ekseninden söz edebiliriz ancak. Bunların da ABD ile çok yakın olduğunu görmemiz lazım. Türkiye- Mısır eksenine son dönemde Katar eklenmeye başladı. Katar daha yakın politikalar izlemeye başladı Mısır’a ve Türkiye’ye. Özellikle Katar’ın finansal ve medya desteği bakımından önemli olması dolayısıyla ben bunu önemsiyorum. Ama Suudi Arabistan Arap Baharı sonrasında devrilen liderlere sığınma vererek bunlara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca Mısır ve Tunus gibi ülkelerle Selefi akımları destekleyerek bu ülkelerde istikrarsızlıktan yana politika izliyor. O yüzden de Türkiye ile çıkarları her zaman çatışıyor.
SUUDİ ARABİSTAN’IN BU EKSENDE OLMADIĞINI SÖYLEMENİZİ ÖNEMLİ GÖRÜYORUM. ÇÜNKÜ SON DÖNEMDE İRAN – SURİYE ARASINDAKİ BİR Şİİ İTTİFAKINA KARŞI TÜRKİYE- MISIR VE SUUDİ ARABİSTAN ARASINDA BİR SÜNNİ BLOĞUN OLUŞTUĞU TARTIŞILIYORDU. EN AZINDAN SÜNNİ BLOĞUN İÇİNDE SUUDİ ARABİSTAN’IN OLMADIĞINI ORTAYA KOYDUNUZ. PEKİ, BİRAZDA SURİYE’DEN BAHSEDELİM. SİZCE SURİYE’DE SÜREÇ NEDEN BU KADAR UZADI?
Bence en önemli nedeni Suriye’deki güvenlik bürokrasisinin yapısı ve gücü. Suriye güçlü bir ülkeydi ve hala da güçlü. Suriye Terör konusunda bölgedeki en uzman ülke. Öyle bir ülke düşünün ki Asala, Pkk, El- Kaide, Hizbullah, Hamas yani aklınıza gelebilecek tüm silahlı gruplara aynı anda alan açarak belli oranlarda destek vererek bunları yönetmeyi başardı Suriye. O yüzden Suriye yönetiminin gücü tam anlamıyla düzensiz silahlı güç yönetme kapasitesidir ve bu konuda son derece yetkin olduğunu bu son süreçte gördük. Suriye olaya ideolojik bakmaz, mezhepsel de bakmaz. Suriye çıkarı neyi gerektiriyorsa ve hangi silahlı güç’ten maksimum kazanç elde ediyorsa ona yönelen bir ülke. Ben bu anlamda Suriye’nin gücünün küçümsendiğini düşünüyorum. İkinci önemli nokta da Suriye’nin güvenlik bürokrasisinin yapısı. Suriye’de albaylık düzeyine kadar Ordu’nun yaklaşık %80’i Sünni’dir. Albay üstü mevkilerinde hemen hepsi Nusayri ve Hıristiyan’dır. Yani güvenlik yapısı öyle kurulmuş ki, kilit mevkilerdeki kişilerin büyük çoğunluğu Nusayri ve Hıristiyan kökenli.  O yüzden de klasik bir güvenlik yapısı yok. Tam tersine rejim ve rejimin adamları şeklinde kurulmuş bir düzen var. Suriye yarı devlet yarı çete bir ülke. Her türlü silahlı örgütle ilişkiye girebilmiş ve kendi rejim yapısını da buna göre yapılandırmayı başarabilmiş bir ülke Suriye. O yüzden de üst düzey makamlardan muhaliflerin kanadına geçen çok fazla isim olmadı. Geçmeye çalışanlarda ya öldürüldü yâda pasif hale getirildi. O yüzden de rejim hala çökmüyor. Ama ben şahsi olarak önümüzdeki günlerde rejimin sürpriz bir şekilde çökebileceğini de belirtmek istiyorum. Son birkaç haftadır rejimin çökebileceğine inanmaya başladım. Tabi rejimin çökmemesindeki bir diğer etken de petrolün olmaması, dolayısıyla Batı’nın Libya’da olduğu gibi müdahaleye hevesli olmaması.  Bütün bunları bir araya getirdiğinizde daha anlaşılır oluyor.
Türkiye açısından şunu da belirtmek lazım; Suriye Türk Dış Politikası açısından bir başarı hikayesiydi ve bunu kaybediyor olmak da çok acı. Çünkü yıllarca yatırım yaptığımız ve önemli sonuçlar almaya başladığımız bir dönemde bütün yatırımların birkaç ay içinde söndüğünü gördüğümüz bir ülke Suriye.
ARAP BAHARI İLE TÜRKİYE’NİN İLİŞKİLERİNİN GERİLDİĞİ BİRİNCİ ÜLKE SURİYE İSE İKİNCİ ÜLKE DE İRAN. SON DÖNEMDE TÜRKİYE İLE İRAN ARASINDAKİ İLİŞKİERİN GİDİŞATI HAKKINDA NELER DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
Türkiye ve İran arasındaki ilişkiler uzun süredir belli bir dengede seyrediyor. 28 Şubat sürecinde bile iki ülkenin ilişkileri ciddi yara almadan kendi seyrinde gitmeye devam etti.  Yani iki ülke kendi aralarında rekabet eder, futbol tabiriyle birbirlerine dirsek atar, kimse bakmıyorken birbirlerine çelme takar ama karşı karşıya geçip silah çekeceklerini düşünmüyorum açıkçası. Çünkü iki ülkede bundan çok zararlı çıkar. Suriye konusunda iki ülkenin ilişkilerini çatışmaya taşıyacağını düşünmüyorum. Çünkü hatırlarsanız Irak Savaşında da Türkiye Sünni ve Türkmen safında yer almıştı. İran ise daha çok Şii milisleri silahlandırma noktasında hareket etmişti. O zaman bile ilişkiler belli düzeyde yürümeye devam etmişti. Ama Suriye meselesi çözülmeden de ikili ilişkilerin çözülmesine imkân yok. Füze Kalkanı meselesine gelince de İran bence biraz fazla gürültü yaparak bunu bir pazarlık nesnesi haline getirmeye çalışıyor. Çünkü İran kendisi uzun menzilli füzelere sahip, nükleer güç olarak belli bir seviyeye gelmiş, hava savunma sistemi olan bir ülke iken Türkiye’nin kendini savunmak amacıyla attığı adımları bir dış politika sorunu olarak görmek sadece komik. Çünkü kendisinin yaptığını Türkiye’nin yapmasını istemiyor oluyor. Çok ciddi bir argüman olarak görmüyorum ben bunu. Türkiye üzerinde siyasi baskı kurmak için dillendirdiği argümanlardan birisi sadece.
  PEKİ ARAP BAHARI'NIN KÜRT MESELESİNE ETKİSİ NASIL OLDU ? ÖZELLİKLE SURİYE İLE İLİŞKİLERİN BOZULMASI BAĞLAMINDA BUNU NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?
Arap Baharı ile Kürt meselesinin ilişkilendirilmesi noktasının biraz abartıldığını düşünüyorum. Çünkü bu meseleler başladığında Tahrir’den sonra Diyarbakır’da da bir tahrir yapacağız gibi söylemler olmuştu. Ben Arap Baharı’nın özellikle Kürt milliyetçisi kesimlerde son derece yanlış okunduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin bir terör sorunu var ve bunu çözmek zorunda. Ve bunun için bir takım adımlar atıyor. Ama ben bu adımların Arap Baharı’ndan bağımsız olarak atıldığını düşünüyorum. Aslında Oslo görüşmeleri bize gösterdi ki Türkiye yapılabilecek her şeyi yapıyor. Yani siz terör örgütüyle şu ya da bu şekilde masaya oturuyorsanız yapabileceğiniz daha fazla bir şey kalmamıştır zaten. Terör örgütü ile masaya oturmak terörle mücadele de yapılabilecek en radikal adımdır. Ve belki de Türkiye Dünya üzerinde teröre hiçbir ülkenin yapmadığı kadar fazla tolerans göstermiştir.
Suriye meselesine gelince Suriye sorununun ortaya çıkması Türkiye’nin Kürt sorununun niteliğini değiştirmedi. En fazla ateşe iki tane daha odun atılmış oldu. Zaten Suriye meselesi ortaya çıkmadan öncede terör örgütünün dağ kadrosunun çoğu Suriyeli Kürtlerden oluşuyordu. Bunun nedeni de biliyorsunuz Suriye’de Kürtlere kimlik kartı verilmiyordu, hiçbir sosyal hakları yoktu neredeyse. Yani Suriye’deki mevcut durum yokken de Kürt meselesi üzerinden Suriye ile sorunları vardı Türkiye’nin. Arap Baharı sonrasında Suriye’nin terör örgütüne silah desteği, lojistik desteği vs. artmıştır ancak sorunun niteliği aynıdır, değişmemiştir. Suriye’de de bir Kürt federal bölgesinin de kurulmasının çok zor olduğunu düşünüyorum, gerek demografik gerekse askeri nedenlerden ötürü.
Tumblr media
  TEŞEKKÜR EDERİM.
2 notes · View notes
e-uluslararasiiliskiler · 13 years ago
Text
Mısır’da Kadın Olmak*
Röportaj: Ahmet Biçer, Halil İbrahim Ağır Mısır’da şu an kadının rolü ve konumu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Dr. Rania Taher: 25 Ocak’taki devrime kadınlar fiilen katılmışlardır. Hatta medya’dan takip edilebildiği üzere Tahrir Meydanı’nı dolduranların çoğu kadındı. Ancak maalesef hala siyasi haklarını tam olarak almış değiller. Şu anda baktığımız zaman aksi bilinse de kadınların sayısı parlamento’da çok az sayıda. Yani henüz kadınlar Mısır’da siyasi haklarını tam olarak elde edemedi. Peki kadının siyasete katılımını destekleyen bir politik lider yada bir düşünce akımı mevcut mu? Dr. Rania Taher: Şimdiki durumda kadın hakları üzerinden siyaset yapan bir siyasetçi maalesef yok. Eğer böyle bir lider olsaydı, marjinal bile olsa en azından iktidar üzerinde baskı unsuru olurdu ve kadın hakları iktidar tarafından daha dikkate alınırdı. Aslında baktığımız zaman Üniversitelerde ders veren hocaların çoğu bayan. Ama bu rakam maalesef iktidara ve parlamentoya hiç yansımıyor. Hep erkekler tercih ediliyor. Geleceğe dair de en azından kısa vadede ben çok ümitli değilim. Zaten genel anlamda bir yerde hem erkek hem bayan topluluğu varsa genelde hep erkekler tercih edilir. Peki Mısır’da kadınlar için de bir Arap Baharı bekliyor musunuz? Dr. Rania Taher: Aslında beklemiyor da değiliz. Tahrir Meydanı’ndakilerin çoğunun kadın olduğundan yola çıkarsak bunu da başarabiliriz… 90’lardan itibaren Mısır’da kadınlar için statü değişmeye başladı. Kadınlar sosyal hayatın içinde hiç yoktu. 90’larda medya kadının sosyal hayata girmesinde çok etkili oldu. Medya, kadınları ABD’ye ve Batı’ya özendirmeye çalışsa da bunun tam tersi oldu ve kapalı kadınların sayısı arttı. Devrim öncesi ile kıyaslarsanız kadınlar için Mısır’da ne gibi değişiklikler oldu? Dr. Rania Taher: Mübarek döneminde devlet kapalı kadınlara pek olumlu bakmıyordu. Bir baskı vardı. Normalde Mısır halkı dindardır ancak bundan önceki hükümet baskı uyguladığı için bu göz önünde değildi. Normalde tam tersi bilinir ancak Mısır’da dinini yaşayanlara devlet baskı uyguluyordu. O yüzden devrimden sonra kapalı bayanların sayısı arttı Mısır’da. Devrimden önce kadınlar hükümete katılıyordu ancak sınırlıydı. Devrimden sonra 64 koltuğun mecliste kadınlara ayrılması zorunlu hale getirildi. Dr. Sherifa Fadel: Devrim öncesinde kadınların hem siyasi hem de sosyal hakları sınırlıydı. Devrim sırasında kadınlar da Tahrir Meydanı’na indi ve bu, kadınların bazı hakları almasında etkili oldu. Mısır’da şu anda kadına yönelik herhangi bir devlet baskısı yok. Kadınların dikkat etmesi gereken giyimde aşırıya kaçmamak. Bulundukları yerin şartlarını dikkate almalılar. Mısır’da örf ve adetler kanunlardan daha çok etkili. Orta Doğu’da ve Mısır’da Türk kadınına nasıl bakılıyor? Dr. Rania Taher: Türk dizilerindeki kadınların gerçek Türk kadınını yansıtmadığını biliyoruz. Türk kadını dediğiniz zaman bizim gözümüzde daha çok bir anne canlanıyor. Mısır’da Avrupalı kadınlara çok iyi bakılmıyor. Sizin dizilerdeki kadınlar da bu tanıma giriyor. Mısır’da Türkiye’nin düzeni çok beğeniliyor ve hemen her alanda örnek alınmaya çalışılıyor. Türk kadını dizilerdekinin aksine İslam’i kurallara daha uygun giyiniyor. Bu zaten söyleniyordu fakat biz bunu burada kendimiz de gördük. Dr. Sherifa Fadel: Türkiye’de şunu da gördük; tesettürlü bayanlara ya da açık bayanlara yönelik her hangi bir ayrımcılık yapılmıyor. Bu gerçekten çok güzel bir şey. Fakat şunu da söylemekte fayda var. Türk ailesi üzerinde de olumsuz çalışmaların olduğunu görüyorum. ‘Türk kadını’ diziler ve medya yoluyla Batı’ya özendirilmeye çalışılıyor. Biraz da dış politikaya değinelim. Sizce devrim sonrasında Mısır’ın Orta Doğu ve Filistin politikasında ne gibi değişiklikler olacak? Dr. Sherifa Fadel: Şu anda Mısır’ın Orta Doğu politikası ve özellikle de Filistin politikası tamamen değişmiş durumda. Devrimden önce Mübarek çıkarcı bir politika izliyordu ve tamamen ABD ve İsrail güdümlü bir Orta Doğu politikası vardı. Ne değişti ya da daha neler değişecek? Sizin beklentileriniz neler? Dr. Sherifa Fadel: Bakış açısı değişti. Filistin’e geçmişte insani yardımların bile geçmesini engelleyen bir Mısır’dan söz ediyoruz. Bu gerçekten Mısır için çok utanç vericiydi. Şimdiki iktidar ilk olarak Filistin’in sorunlarıyla ilgileniyor ve onları halletmeye uğraşıyor. Dr. Rania Taher: Devrimden sonra dış politikaya bir düzen geldi. Şu anda halkın görüşünde olan bir iktidar var Mısır’da ve halkın görüşünü çiğneyemez. Devrim öncesinde halkın hiçbir rolü yoktu dış politikada. Halk umursanmıyordu. Sadece çıkarlar gözetiliyordu ve ABD’den gelecek olan paraya bakılıyordu, bu değişti. Mısır şimdi Afrika’nın sorunlarıyla bile ilgileniyor. Artık dış politikada sadece ABD belirleyici değil. Türkiye’nin tecrübelerinden faydalanıldığı söyleniliyor. Mursi’de söylüyor bunu Erdoğan’da söylüyor. Bu faydalanma daha çok hangi konularda oluyor? Dr. Sherifa Fadel: Türkiye bizim için gerçekten hemen her alanda örnek bir devlet. Demokrasi tecrübesi olan bir ülke. Bize asıl ilginç gelen ve dikkatimizi çeken şey, hükümetin İslamcı olması ama devletin İslamcı olmaması. Dış politikada da Türkiye Mısır için örnek teşkil ediyor. Bölgede son yıllarda aktif olan bir Türkiye var. Özellikle Filistin konusunda bölgede ön plana çıktı. Müslümanlar’ın ve Arapların sevgisini kazandılar. Mısır’da Filistin konusunda Türkiye ile birlikte hareket edebilir. Çünkü düşüncelerimiz aynı. Biz de sizin gibi Filistin’i savunuyoruz. Mısır, Türkiye’yi bu konuda bence örnek alacaktır. Yeni Mısır hükümetinin çözmesi gereken en öncelikli sorun sizce nedir? Dr. Rania Taher: Mısırda ilk olarak Türkiye’de olduğu gibi askeri vesayet kırılmaya çalışılacak. Askerin yönetim üzerindeki etkisi daha da azaltılmalı. Arkasından ekonomik sorunlar geliyor. Mısır’da çöp sorunu var, trafik sorunu var. Daha halletmesi gereken çok sorun var. Mursi gelir gelmez ilk olarak caddelerin güvenliğini sağladı. Ondan önce caddelere çıkamıyorduk, çok tehlikeliydi. Bütün güvenlik güçleri hizmet için çalıştı ve halkın güvenliği sağlandı. ------------ Bu yazı Gönül Dergisi'nin 16. Sayısında yayınlanmıştır.
2 notes · View notes
e-uluslararasiiliskiler · 13 years ago
Text
Suriye Sorununun Şimdisi ve Sonrasına Dair / Giray Engin
Röportaj: Ahmet BİÇER
1972 Ankara doğumlu olan Giray Engin Galatasaray ve Boğaziçi üniversitelerinden mezun olduktan sonra 2011 e kadar çeşitli bankalarda müfettişlik ve üst düzey yöneticilik yaptıktan sonra Haziran 2011 de kendisine ait Bilimsel Araştırmalar ve Stratejik Analizler Merkezi kurdu ve halen bu merkezde faaliyetlerini sürdürmektedir.
Kendisi ile 3. Blue Black Sea Kongresi için geldiği Sakarya Üniversitesinde Suriye meselesi üzerine konuştuk. Hala şiddetin dinmediği ve her geçen gün patlama ve ölüm haberlerinin geldiği Suriye'ye yönelik Türkiye'nin politikası, Esad'ın durumu, Esad sonrası Suriye'nin durumu ve tüm bu olup bitenlerin arasında bölgedeki Kürtlerin tutumu üzerine yaptığımız kısa röportajı siz değerli takipçilerimizle paylaşmaktan onur duyarız.
Öncelikle isterseniz Türkiye'nin Suriye politikası hakkında ne düşündüğünüzle başlamak istiyorum. Suriye'de demokratik geçişi destekleyen Türkiye'ye bu politika ne kazandırdı ve/veya ne kaybettirdi?
AK Parti döneminden önce Ecevit döneminde Suriye ile ilişkiler başlamıştı zaten. Ak Parti döneminde ilişkiler artmış ve hayli gelişmiştir. Hükümet Arap Baharı başlamadan Suriye'nin daha demokratikleşmesi, daha modern yönetimlerin gelmesi, halkın sesine kulak verilmesi gerektiğini söylüyordu ( nitekim Türkiye Hafız Esad zamanında uzun süren tecrit döneminde de Suriye'nin dünya siyasetine, uluslararası topluma kazandırılmasında önemli rol oynamıştır.) Fakat bildiğimiz gibi Arap Baharı ile beraber çeşitli ülkelerde bir takım hareketler başladı ve o tabii hareketlerin nihayetinde dalga Suriye'ye geldi ve Suriye'de mevcut yönetime karşı bir isyan başladı ve bunun ardında mevcut yönetim sert önlemler almaya başlayınca Türkiye uyarılara başladı, nitekim uyarılarda işe yaramadı. Ve diğer yandan uluslararası baskıya maruz kaldı çünkü Türkiye Esad'ı idare etmeye çalışıyordu fakat iş uzayınca ve idare edilecek bir yanı olmadığını anlayınca Türkiye, politika değişikliğine gitti.
Ben bunu "sıfır politika" ile ilişkilendiriyorum, çünkü Türkiye sıfır sorun politikası çerçevesinde ki aslında temel politikası global ve komşu ülkelerle ekonomisini geliştirmek, iyileştirmek ve istediğini yaptıktan sonra bunu politik bir getiriye dönüştürmekti. Suriye meselesine biraz böyle bakmak lazım. Türkiye Ekonomik açıdan belli bir noktaya geldiği için artık bölgede siyasi olarak bir güç olmayı istemeye başladı. Esad'ın gitme ihtimalinin artması, Batı'nın baskısı ve diğer ülkeler, Tunus'da olsun Mısır'da Müslüman Kardeşlerin etkili olması AK Parti'nin politika değişikliği yapmasında etkili olan diğer unsurlardır. Benim gözlemime göre madem Esad daha demokratikleştirici önlemler almıyor ve onun gitmesi yakın ve diğer ülkelerde de Sünni temelli bir gelişme var, öyleyse biz ondan faydalanalım, Esad'ı devirelim ve Müslüman Kardeşler temelli bir yönetim anlayışı hakim olmaya başlasın.
Siz Esad'ın gideceğini düşünüyor musunuz? Giderse Esad Sonrası nasıl olur?
Gidecektir, eninde sonunda Esad gidecektir. Ancak yerine AK Parti'nin özlediği gibi bir şey gelecek midir, ondan emin değilim. Esad giderse Suriye’nin bölüneceğini düşünüyorum, şöyle; kuzeyde Kürt ağırlıklı bir yönetim olacağını düşünüyorum, Nusayrilerin biraz daha ayrı kendilerine ait bir bölünme, Sünniler daha başka bir bölünme yapacağını ve en azından 3 e bölüneceğini düşünüyorum. Ve uluslararası camiada aynı fikirde, bölünme fikrinde, olduğunu düşünüyorum. Yani Esad gittikten sonra özellikle Mısır'da Mursi'nin iktidara gelmesini dikkate aldığımızda AB ve Amerika'nın Müslüman Kardeşler vari bir yönetimin Suriye yönetiminin başına geleceğine izin vereceklerini zannetmiyorum.
Amerika?
Yani istemedikleri için böyle bir şeye pek imkân verilmeyeceğini, destek bulamayacağını düşünüyorum.
Birde tek başına Batı'nın destek olması da yetmez, Suriye homojen bir yapıya sahip değil. Esad gittikten sonra eğer birde Baas Rejimi sarsılırsa onun yerini tekrardan bütün Suriye’yi kapsayıcı yeni bir rejimi Müslüman Kardeşlerin sağlayabileceğini de zannetmiyorum. Muhalif Özgür Suriye Ordusu'nun destekçilerinin ağırlığı Müslüman Kardeşler olduğu için söylüyorum, o çerçevede düşünüldüğünde o başarının sağlanacağını düşünmüyorum.
Peki, tezkere konusunda ne düşünüyorsunuz? Türkiye'nin niyeti zaten savaşmaktan ziyade tezkereyi geçirerek yalnızca Suriye'ye uyarı vermek miydi? Yoksa Esad'ın kalması muhtemel bir savaşı doğuracak mı?
Şöyle ki, top mermisi düştü. Ve Türkiye'nin buna misilleme yapması gerekiyordu. Uluslararası politikaya aşina olanlar bilir ki, misilleme için tezkereye ihtiyaç yoktu. Türkiye'nin tezkere çıkarmasının iki sebebi vardı: birincisi görünen sebebi; caydırıcılık, ben buraya müdahale edebilirim, askerimi gönderirim demek. İkincisi, görülmeyen ama MHP’nin desteğinden görebileceğimiz, anlayabileceğimiz, Kuzey'de bir Kürt oluşumunu engellemek. Özellikle de PYD ağırlıklı Kürt oluşumunu engellemek, çünkü eğer PYD ağırlıklı bir oluşum orada artarsa ki artıyor ve Türkiye'ye karşı tehdit oluşturmaya başlarsa, Türkiye Kuzey Irak'a müdahale edemiyor fakat fırsattan istifade Suriye'ye o anlamda müdahale edebilir.
Tezkere'nin geçmesinin esas ana teması PKK, zaten MHP’nin destek vermesinden o anlaşılıyor.
Tüm bu olanlar Türkiye'nin Bölgeye Yönelik Merkez Ülke, Lider Ülke olma politikasında nasıl bir değişiklik meydana getirdi ya da Türkiye'nin politikasını nasıl etkiledi, sizce?
Ben Türkiye'nin özellikle Mısır varken Mısır'ı aşıp da tek başına başat ülke olacağını düşünmüyorum. Evet, Mısır'da bir rejim değişikliği oldu ama Mısır hâlâ eski Mısır. Çünkü Orta Doğu bölgesinde Arap ülkesi olmak önemli bir unsur ve bu konuda yıllardır Mısır öncü, o sebeple Mısır'ı hesaba katmadan bir liderlik olacağını düşünmüyorum. Onunla beraber koordineli bir şey olabilir. Hani Türkiye için şuan biraz zor olduğunu düşünüyorum, ama keşke olsa. Fakat dediğim gibi şuan itibariyle zor görünüyor. Zor, artı Orta Doğu değişik aslında, belki de Suriye konusunda onun sıkıntısını çekiyoruz. Çünkü Orta Doğu'da bir şey olmak istiyorsanız: çatışmanın içerisine girmeniz hatta taraf tutmanız lazım. Fakat Türkiye, Cumhuriyeti'nin kuruluşundan itibaren hep taraf olmaktan kaçınmıştır. Şimdi burada ciddi bir politika değişikliği var belki de. Esad'ın ikna edilememesinin neticesinde konjonktürün biraz daha Sünni eksene gittiği düşünüldüğünden ve bundan faydalanmak istenildiğinden olabilir. Ama neticede biz burada taraf durumuna gelmiş durumdayız, ancak o taraf olma sayesinde Türkiye tercih ettiği konumun meyvesini görürse belki lider olabilir, ama o da zor. Biraz öncede söylediğim gibi Suriye'nin bölüneceğini düşünüyorum. Türkiye Özgür Suriye Ordusuna destek veriyor, Özgür Suriye Ordusu gerçekten Suriye Halkının başına gelirse o zaman gerçekten Türkiye başarılı sayılır. Ama bunu zor olarak görüyorum, olmayınca da bölgede tek başına bir liderlik zor.
Diğer yandan İran'ı da işin içine katmak gerek. Orta Doğu da politik bir şey yapmak istiyorsanız İran'ı politik olarak hesaba kattığınızda ve İran'ı politik olarak yenmek istiyorsanız o zaman bir Sünni eksen içerisinde kalmak durumunda kalabilirsiniz, biraz onunda etkisi var.
Bu daha belirgin bir bloklaşmayı getirir mi peki?
Zaten bu yönde olmayı getiriyor. Fakat bu yönde Türkiye'nin bir taraf tutmasının çıkarları açısından uygun olmadığını düşünüyorum.(Çünkü dış politikaya Türkiye'nin çıkarları açısından bakıyorum.) Bunun Kürt meselesi açısından da çok doğru bulmuyorum. Çünkü şuan Kuzey Irak temelli bir PKK terörü var, Kuzey Irak meselesinde daha etkili olmak için aslında Türkiye'nin temel çıkarı orada Kürt Bölgesel Yönetimi'nin biraz daha zayıflaması ile alakalı, çok güçlü olması Türkiye'nin çok faydasına değil ama şuan gelinen nokta: Irak Merkezi Yönetimi ile kavgalıyız. Kürt yönetimi ile biraz daha iyiyiz. Hani Türkiye'nin çıkarları çerçevesinde halen Kürt devletinin kurulmasını istemiyorsa, bu çok doğru bir yaklaşım değil, ama Türkiye bir tercih yapıyorsa ve de tamam artık Kürt devleti kurulabilir ya da Kürtler özerk bir yapıda olabilir, bende onun hamiliğini yaparım diye bir politika değişikliği yapıyorsa hani bunun da çok doğru bir politika olduğunu zannetmiyorum.
Bu bloklaşma daha belirginleştiği zaman Türkiye nerede yer almalı? Orta Doğu'da liderlik için taraf olmak gerek sözünüze atıfla soruyorum Sorumu. Türkiye Sünni tarafta yer alıyor ama bence tarafsız olması gerekir. Öncelikle Sünni-Şii çatışması ne Orta Doğu bir şey getirir ne de Türkiye'ye bir şey getirir. Türkiye'nin laikliğini de göz önüne alırsak tamamen tarafsız olması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye'nin de belli etnik ve mezhepsel hassasiyetleri var fakat Suriye’de meydana gelecek bir mezhep savaşı Türkiye'yi etkileyecektir yani Türkiye'nin menfaatine değil.
Bu sebeple diyebilirim ki: yöneticilerin mezhepsel inanışları veya sempatileri olabilir fakat devlet yönetmenin başka olduğunu düşünüyorum.
Sayın Engin, vakit ayırdığınız ve sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz. 
Bende teşekkür ederim. (Giray Engin)
2 notes · View notes
e-uluslararasiiliskiler · 13 years ago
Text
Norman FINKELSTEIN e-Uluslararası İlişkiler Röportajı
Tumblr media
   Röportaj: Ahmet BİÇER - Halil İbrahim AĞIR
     Prof.Dr.Norman Finkelstein 1953 Amerika Birleşik Devletleri doğumlu siyaset bilimci ve araştırmacı. Dünyanın önde gelen uluslar arası ilişkiler uzmanlarından birisi. Özellikle Yahudilerle ilgili meselelerde ve İsrail - Filistin çatışmasında uzman. Kendisi Yahudi olmasına rağmen İsrail –Filistin meselesinde Filistin yanlısı bir tavır sergilemekte ve İsrail’in savaş suçu işlediğini her platformda dile getirmektedir. ABD’de İsrail Lobisi tarafından çalıştığı üniversitelerden attırılan Finkelstein’ın İsrail’e girişi de yasaklanmış. Öyle ki şu anda yaşadığı yerden ayrılması için bile baskı uygulanıyor. İki yıl önce bir konferansta kendisine tepki göstererek ağlayan Yahudi bir kıza ‘’İsrail’in Filistin’e karşı işlediği savaş suçlarına suskun kalmayacağım. Onların zulümlerinden ve işkencelerinden daha fenasını düşünemiyorum. Yaptıkları bu kıyımı, bu vahşiliği, Filistinlilerin yaşam alanını tahrip etmeyi ve tüm bu suçlarını maruz kaldıkları zulümlerle haklı çıkarmaya çalışmalarından daha aşağılık bir şey düşünemiyorum. Sende gerçekten kalp olsaydı ölen Filistinliler için ağlardın’’ sözleriyle cevap vererek  bir anda Dünya kamuoyunun gündemine oturmuştu.
     Türkiye’de de gündem olan Finkelstein’ın bu cevabı video paylaşım sitesi youtube’da ‘Yahudi Profesörden tarihi cevap’ başlığı altında yüz binlerce kişi tarafından izlendi ve görsel medya’da da kendisine yer buldu.
     Finkelstein  9-11 Ekim tarihlerinde Sakarya Üniversitesinin düzenlediği ’’Ortadoğu’da Toplum Ve Siyaset’’ Kongresine katılmak için Türkiye’ye geldi. Finkelstein’ın açılış konuşmasını yaptığı Kongre’ye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da tele-konferansla katıldı. Kongrede Ortadoğu meseleleri 3 gün boyunca tartışıldı ve dünya’nın her tarafından gelen akademisyenler tarafından çözüm önerileri dile getirildi. Kendisiyle de bu konferans vesilesiyle görüşme imkanı bulduk. Kendisinin İsrail – Filistin çatışmasının çözümüne yönelik verdiği ipuçları kayda değer dikkat çekici hususlardı.
Tumblr media
Öncelikle Türkiye’ye hoş geldiniz. İlk olarak Filistin’den başlamak istiyorum. İsrail – Filistin sorunu bugünkü aşamada çözülemez noktada mı ?
Hayır. Aslında bu çatışmanın çözümü çok basittir. Hatta teorik olarak baktığımız zaman dünyanın en kolay çözülebilir meselelerinden biridir. Zaten şu anda dünyadaki diğer çatışmalardan farklı olarak uluslar arası camianın bu çatışamaya yönelik bir uzlaşısı var. Birleşmiş Milletlerde olsun , Uluslararası  Adalet Divanında olsun herkes bu meselenin nasıl çözüleceğini çok iyi biliyor. Yani bu anlamda baktığınızda bu sorun çözülebilir bir sorundur. Hukuki olarak sorunun çözümü çok basit
Peki Neden Çözülemiyor bu sorun ?
Bu aslında siyasal bir sorun. İsrail siyasal olarak bu sorunun çözülmemesini istiyor. ABD’de İsrail’e bu çözümsüzlükte destek oluyor. Sorun bu yüzden çözülemiyor.  Yani politik kaygılar uluslar arası hukukun önüne geçmiş durumda maalesef. Burada yapılması gereken Uluslar arası toplumun İsrail’e baskı uygulaması ve İsrail’in artık bir yerde buna uymak zorunda kalmasını sağlamak..
Bu baskı ne türlü olmalı ve nasıl yapılmalı ?
Bilindiğinin aksine İsrail uluslar arası baskılara karşı çok güçlü bir ülke değil.  Bu abartılıyor. Aynı şekilde bu baskının ABD’ye de yapılması gerekiyor. Eğer ABD’ye bu baskı yapılırsa ve gerekli tepki gösterilirse , ABD mutlaka İsrail’in bu çatışmadan geri adım atması gerektiğini söyleyecektir. İsrail’e uluslar arası camiadan öyle bir baskı yapılmalı ki, İsrail Filistin topraklarında kalmanın çekilmekten daha maliyetli olduğunu kabul etmek zorunda bırakılmalıdır. İsrail bunu ikna ile yapmaz. Bu zorla yaptırılmalıdır. Şuan da İşgalin İsrail’e hiçbir maliyeti yok. Filistinliler güvenliklerini zaten kendisi sağlıyor. Güvenlik işlerini kendileri organize ediyor. Bu polis gücünün parasını da ABD veriyor. İkinci olarak ta Filistin’de savaşın getirdiği bütün yıkımların inşasını Avrupa Birliği ve Avrupa ülkeleri karşılıyor. Avrupa Birliği Filistin’i inşa ediyor, İsrail yıkıyor. Avrupa Birliği tekrar inşa ediyor İsrail tekrar yıkıyor. Bu , sürekli böyle tekrarlanıyor. Politik maliyetini ise ABD üstleniyor. İsrail hiçbir şekilde bedel ödemiyor. Bu anlamda işgal eden ülkeye hiçbir maliyeti bulunmayan tek işgal süreci budur. Harvard Üniversitesinden Sara Roy’un Hamas ile ilgili bir kitabı var ve o kitapta şöyle diyor ; Bu işgal süreci İsrail’in  tam kontrolünde ve İşgalin İsrail’e maliyeti  ise sıfır.  Dolayısıyla İsrail’in geri çekilmesini gerektiren bir durum yok. Buradan çıkarmamız gereken, çözüm için mutlaka İsrail’e maliyet yüklenmesinin gerekliliğidir.
İsrail’in maliyet ödemesi nasıl sağlanır ?
1987-1993 yılları arasındaki 1.intifada İsrail için Uluslar arası camiada çok büyük bir utanç kaynağı olmuştu ve İsrail bundan dolayı işgal sürecinde politikalarını yumuşatmak durumunda kalmıştı.  Şu anda yapılması gereken  şiddet içermeyen bir sivil itaatsizliktir. Şiddetsiz eylem uluslar arası alanda daha büyük etki yapacaktır. Tıpkı Mavi Marmara örneğinde olduğu gibi. Sizin geminiz buradan insani yardım götürmek amacıyla yola çıktı ve İsrail tamamen barışçıl amaçla Filistin’e giden bu gemiye saldırdı ve 9 kişiyi öldürdü. Bu olay uluslar arası camiada İsrail’i çok zor durumda bıraktı. Bu baskı sadece öle 9 kişiyle sınırlı kalmadı , Türk hükümetinin de İsrail’e baskı kurması ve inatçı bir şekilde özür ve tazminat taleplerinde bulunması İsrail’in işini bir hayli zorlaştırdı. Yine geçtiğimiz yıl Batı Şeria’da İsrail hapishanelerinde bulunan Filistinli mahkumlar açlık grevi yaptılar ve İsrail bu mahkumların ölmesinden çok korktu. Çünkü İsrail Arap Baharının etkisiyle isyan çıkabileceğini düşünüyordu ve bu onları oldukça tedirgin etti. Batı Şeria’da İsrail askeri bulunmuyor ,ordaki güvenliği sadece yerel polisler sağlıyor. Böyle bir isyan olsaydı oraya asker gönderip isyanı bastırmak zorunda kalacaktı. Bu tip şiddet içermeyen sivil direnişlerin İsrail’e çok negatif etkileri oluyor.
Bu sorunun çözümü için 3 tane kritik adım var
1-Geniş katılımlı bir sivil itaatsizliğin olması. Birkaç köy , birkaç grup , birkaç sivil hareket değil topyekün bir sivil direniş olmalı. Ve bunlar ayrışmadan tek bir otoritenin altında birleşmelidirler.
2- İsrail’in bu politikalarına agresif bir şekilde karşı çıkabilecek en az 2 ülke olması gerekir. Bu önceden mümkün değildi , ancak şuanda bu mümkün. Özellikle değişen politikasıyla Türkiye ve değişen rejimiyle Mısır buna aday. Bölgede İsrail’e agresif şekilde karşı çıkan 2 güçlü bölgesel ülkenin olması Filistinlilerin sivil direnişlerini İsrail’in şiddet yoluyla bastırmasını engelleyecektir. Buda sorunun çözümü yolunda önemli bir adım olabilir
3-Uluslar arası  Kamuoyu’nu etkileyebilmek..Şu anda ABD’de bile İsrail’in Filistin işgali eleştirilir hale geldi. Hatta ABD’deki Yahudiler dahi İsrail’in bu tutumundan rahatsızlık duymaya başladılar.Uluslar arası camiada Filistin’in mücadelesinin ve ulaşmak istediği hedeflerin meşru olduğu genel kabul görürse İsrail’e olan bu eleştirilerin dozajı daha da artacaktır.
Eğer saydığım bu üç madde doğru algılanır ve uygulanırsa bu sorun mutlak surette çözülecektir ve İsrail işgal ettiği topraklardan çekilmeye mecbur kalacaktır. Bu üç kritik adımın en önemlisi ve olmazsa olmazı üçüncü adımdır, yani Dünya kamuoyuna kendinizi ifade edebilmek.
Filistin Sorunu’nun çözümü bu kadar basit olmakla beraber bunların olması da şuan itibari ile zor gözüküyor. Şuanda toplu başkaldırının önünde iki büyük engel duruyor. Bunlardan birincisi Filistinlilerin psikolojik olarak ayrışmış olması , ikincisi ise bir lider eksikliği.
Arap baharı Filistin meselesini ne yönde etkiliyor ?
Tabi Arap Baharının bu meseleye çok büyük etkileri olmuştur. En basitinden önümüzde Mısır örneği var. Bildiğiniz gibi 2008 yılında İsrail Gazze’ye operasyon düzenlediği zaman Mübarek sınır kapısını kapattı ve Gazze büyük bir kafese dönüştü. Filistinlilerin İsrail bombalarından kaçacak yeri kalmadı. Bırakın kendilerini savunmak için Silah sokmayı ,temel insani yardımların bile Gazze’ye girmesine müsaade etmedi Mübarek. Şimdi aynı olay bugün olsa Mısır sınırı kesinlikle kapatmaz ve şiddetle İsrail’e karşı çıkar. Arap baharı konjonktürü Filistin lehine değiştirmiştir. Ama bunu kullanabilmek çok önemli. Bunun için söylediğim gibi şiddet içermeyen toplu bir sivil başkaldırı şart. Bakın biraz önce Batı Şeria’da Filistinli mahkumların açlık grevinden bahsetmiştim.  Bu bir sivil direniştir. Ve sonunda ne oldu biliyor musunuz ?  O mahkumlardan biri hayatını kaybetti ve ABD derhal İsrail’i uyardı ve diğer mahkumların serbest kalmasını sağladı. Bunu şiddetle yapamazsınız. Ama bunun içinde dediğim gibi güçlü bir lider lazım ve herkesin o liderin otoritesinde toplanması gerekir. 
Tumblr media
  Türk hükümeti Arap Baharının başlangıcı olarak Hamas’ın Filistin’de seçimi kazanmasını görüyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz ?
Hayır ben Türk Hükümetinin bu görüşüne katılmıyorum. Amerika’da bazı kesimler Arap Baharı’nın başlangıcı olarak ABD’nin Irak’ı işgalini gösteriyorlar. Herkes bunu kendine çekiyor bir manada. Ben Türk Hükümetinin bu tezine katılmıyorum. Bana göre Arap Baharı’nın iki aşaması var. Birincisi Mübarek’in düşmesi , ikincisi ise yapılan seçimlerdeki iktidar mücadelesi. Mübarek’in devrilmesinde Müslüman Kardeşlerden  çok, genç Facebook ve twitter  jenerasyonu etkili oldu. Seçim aşamasında ise  Müslüman Kardeşler çok etkili bir çalışma yaptı. Zaten Mısır halkı Müslüman Kardeşlere güveniyordu. Muhammed Baradey ise halktan kopuk olmanın dezavantajını yaşadı ve seçimi kaybetti. Müslüman Kardeşler halkla irtibatı sağlam kurmuştu. Yani devrimin birinci aşamasında mübarek devrilirken ikinci aşamasında ise mübarek yanlısı partilerin Mısır’ın başına geçmesi engellenmiştir.
Türkiye – İsrail ilişkilerine geçersek bugün gelinen noktada ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz ?
İsrail’in Müslüman ve Arap ülkelerle olan ilişkilerinde İsrail’in alışık olduğu bir tarz var ve bu tarza göre İsrail emir verecek ve karşı tarafta buna uyacak. Ancak Türkiye bunu bozduğu için İsrail bunu kabullenemiyor ve  dolayısıyla Türkiye’ye karşı sert ve inatçı bir tavır içinde. Aslında Türkiye İsrail ile çatışmakta istemiyor. Türkiye’nin istediği sadece uluslar arası hukuk kuralları çerçevesinde kendisine saygı gösterilmesi ve yok sayılmaması. Ancak dediğim gibi İsrail buna alışık değil. Aslında şu anda baktığımız zaman İsrail ve Türkiye Suriye’deki muhalefeti destekliyor
Kendinizle çelişmiyor musunuz ? Suriye’de demokratik bir hükümet olursa İsrail’e karşı çıkar. İsrail Golan tepelerini işgal ediyor..
Suriye’nin durumu Mısır’dan farklı. Mısır daha çok Libya’ya benziyor. Dolayısıyla Suriye’de gelecek olan bir hükümet Batı yanlısı olacaktır. O yüzden İsrail Suriye’deki muhalefeti destekliyor..
Ben bu görüşünüze katılmıyorum Profesör. Peki Suriye sorunu Türk Dış Politikası açısından ne gibi sorunlar doğurdu?
Türkiye ile İran Suriye üzerinden bir karşıtlık içerisine girdi ve bu hala sürüyor. Bana göre Türkiye Suriye’deki muhalefeti desteklemek için çok erken davrandı. Türkiye Esad karşıtlarının kazanmasını istiyor anca İran buna çok çabuk izin vermeyecek ve direnecek. Bu durumun Türkiye ile İsrail’i yakınlaştırma ihtimali var.
Peki sizce İsrail Türkiye’ye karşı terör kartını oynuyor mu ?
İsrail şu anda bu kartı şüphesiz kullanıyordur ama İsrail’in hedefi çok daha uzun vadeli. İsrail’de yazar bir arkadaşım var. Daha önce İsrail karşıtıydı ama zamanla İsrail yanlısı politikaları desteklemeye başladı. Ve en son ne çalıştığını sorduğumda Ermeni Soykırımı ile ilgili bir kitap hakkında çalıştığını söyledi. İsrail’in artık daha uzun vadede Türkiye’ye karşı kullanacağı psikolojik silahlar üzerinde çalıştığını söyledi. Önümüzdeki yıllarda İsrail Türkiye’ye karşı mutlaka Ermeni Soykırımı iddialarını kullanacaktır. Bunun altyapısını hazırlıyor şu anda.
Son olarak Mavi Marmara hakkındaki görüşleriniz nelerdir ?
Türkiye gemiyi Filistin’e İnsani yardım taşıyan bir gemi gönderdi ve İsrail büyük bir aptallık yaptı ve gemiye saldırdı. Gemideki insanları öldürmesine gerek yoktu. O geminin girişini şiddet uygulamadan engelleyebilirdi. Hem de bunu uluslar arası sularda yaptı. Buda İsrail’i Dünya’da çok zor durumda bıraktı. Türkiye İsrail’den  üç şey bekliyor ve bunların en önemlisi özür. Ancak İsrail asla özür dilemez. Çünkü onlar özrün ne olduğunu bilmezler…
Tumblr media
Teşekkür ederiz. 
3 notes · View notes