pakadapulos ...
Don't wanna be here? Send us removal request.
elcordobes-ll · 5 years ago
Text
İnsanlığı ilgilendiren olayların akışı içinde, bir ulus, kendini bir başka ulusa bağlayan siyasal bağları koparmak ve doğa yasalarının ve Tanrı’nın ona dünya devletleri arasında bağışladığı bağımsız ve eşit yeri almak gereğini duyduğu zaman, insanlığın yargısına duyduğu o yerinde saygı, o ulusu bu ayrılmaya zorlayan nedenleri açıklamakla yükümlü kılar.
Aşağıda gerçekler bizim için gayet açıktır: Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır; Yaradan’ları tarafından bağışlanmış, belli bazı vazgeçilemez haklara sahiptirler; yaşam, özgürlük ve mutlulu��a erişme hakları da bunların arasındadır. Bu hakları güvence altına almak amacıyla, insanlar kendi aralarında yönetimler kurarlar; bu yönetimler gerçek güçlerini, yönetilenlerin onamasından alırlar; herhangi bir yönetim biçimi, bu hedeflere ulaşmada köstekleyici olmaya başladığında, bu yönetimi değiştirmek ya da düşünmek, yeni bir yönetim kurmak ve bu yeni yönetimin yetkilerini ve dayandığı temelleri, güvenlik ve mutluluklarını sağlayacağına en çok inandıkları bir biçimde düzenlemek ve kurmak, halkın hakkıdır; aslında sağgörü, uzun bir geçmişi olan yönetimlerin sudan ve geçici nedenlerle değiştirilmemesini buyurur; bu yüzden insanların durumlarını düzeltmek amacıyla alışılagelen yönetim biçimlerini değiştirmek yerine, kötülüklere katlanmayı yeğlediklerini deneyimler göstermiştir; ancak sürekli aynı amaca yönelik, uzun bir yolsuzluklar ve zorbalıklar silsilesi, ulusu, mutlak bir despotizme sürüklemek niyetini açığa vurursa, o zaman böyle bir yönetimi yıkmak ve gelecekteki güvenlikleri için yeni koruyucular seçmek, o ulusun hakkı ve görevidir.
İşte bu kolonilerin sabırla katlandıkları durum bu olmuştur ve şu an, onları bu güne değin varolan yönetim biçimini değiştirmeye zorlayan gerekliliği, her zamankinden fazla hissetmektedirler. Büyük Britanya Kralı’nın yönetim devresi, ardı arkası kesilmeyen haksızlıkların ve sürekli baskıların çağı olmuştur. Tüm bunların amacı, bu devletler üzerinde mutlak bir tiranlık kurmaktır. Bunu kanıtlayabilmek için, tüm gerçeklerin tarafsız dünyaya ilan edilmesi gerekmektedir:
İngiltere Kralı, kamu refahı için gayet yararlı ve gerekli olan yasaları onaylamayı reddetmiştir.
Valilerine, ivedilikle ve geciktirmeden ele alınması gereken yasaları çıkarmalarını menetmiştir. Kendisi de bu yasaların yürürlüğe girmemesi için elinden geleni yapmış, onayını sürekli ertelemiş; ve bu nedenle uzun bir süre sürüncemede kalan yasaları da bir daha ele almamıştır.
Yasama gücünde temsil edilme haklarından vazgeçmedikleri sürece, büyük halk kitlelerinin yararına olan pek çok yasayı çıkarmayı reddetmiştir. Oysa, bu hak paha biçilemez bir haktır ve nedense sadece tiranların hoşuna gitmemektedir.
Yasamayla görevli kurulları, kamu belgelerinin ve makam evraklarının bulunduğu yerlerden oldukça uzakta alışılmadık ve uygunsuz yerlerde toplantıya çağırmıştır. Onlara eziyet çektirerek, kendi uygulamalarına boyun eğmelerini sağlamak amacıyla yapmıştır bunu.
Milletvekili yarkurullarını, yılmaz bir kararlılıkla halkın haklarına el uzatılmasına karşı çıktıkları için, bir çok kez dağıtmıştır.
Bu yarkurulları dağıttıktan sonra da, uzun bir zaman yeni temsilcilerin seçilmesini engellemiştir. Bu yüzden halkın kendisi yasama gücüne sahip çıkmış, bu gücü bundan böyle kendi eliyle kullanmayı uygun bulmuştur. Ancak bu geçiş döneminde devlet, dışarıdan gelebilecek bir saldırının ya da içerideki kargaşalıkların doğuracağı tehlikelere karşı savunmasız kalmıştır.
İngiltere Kralı, bu devletlerin kök salmalarını önlemek için elinden geleni yapmıştır; bu amaçla yabancıların vatandaşlığa kabul edilmesiyle ilgili yasanın icra edilmesine engel olmuş, yabancıların buraya göçünü kolaylaştıracak daha başka yasalar çıkarmayı reddetmiştir; yeni toprak edinme koşullarını da ağırlaştırmıştır.
Yargıçlık yetkisinin verilmesiyle ilgili yasaları onaylamayarak, kazai içtihadı etkisiz hale getirmiştir.
Yargıçların görev sürelerini, maaşlarının tutarını ve ödeme biçimini sadece kendi keyfine göre belirlemiştir.
Halkımıza eziyet olsun ve halkın cevherleri tükensin diye, sayısız yeni makam açmış, buralara büyük memur yığınları yollamıştır.
Barış zamanında, yasama meclisinin onayı olmaksızın, topraklarımız üzerinde sürekli bir ordu bulundurmuştur.
Askeriyeyi sivil güçten bağımsız ve üstün kılmaya kalkışmıştır.
Anayasamıza ters düşen, yasalarımızla bağdaşmayan bir kazai içtihat biçimini bize kabul ettirmek için başkalarıyla işbirliği yapmıştır ve bu tepeden inme kazai içtihadın uygulamalarını onamıştır. Tüm bu uygulamaların nedenleri şunlardır:
Bizim topraklarımızda güçlü, silahlı birlikleri üslendirmek;
bu devletler halkına karşı askerlerin işleyecekleri olası cinayetler karşısında, sözde yargılamalarla herhangi bir cezalandırmadan kaçınmak;
Dünyanın her yeriyle yaptığımız ticareti kösteklemek;
Bize rızamız olmadan vergi yüklemek;
Hukuki bir durumda, jürili bir mahkeme önünde, usul ve nizama uygun bir yargılamadan geçme hakkımızı elimizden almak;
Bizi işlemediğimiz cürümlerden dolayı yargılayıp, başka bir kıtaya sürebilmek;
Sınır komşumuz bir ülkede, özgür İngiliz hukuk sistemini kaldırmak, keyfi bir yönetim kurmak ve bu yönetimin yetkilerini genişletmek, dolayısıyla kendini haklı çıkaracak bir örneğe sahip olmak ve bu kolonilerde de aynı, mutlak egemenliğin kurulması için, bu yönetimi uygun bir araç olarak kullanmak;
Verilmiş haklarımızı yok saymak, en önemli yasalarımızı yürürlükten kaldırmak ve yönetim biçimimizi temelinden değiştirmek;
Yasama gücümüzü dağıtmak ve kendisinin, üzerimizde sınırsız bir yasama gücüne sahip tek yetkili kişi olduğunu ilan etmek;
İngiltere Kralı, kendi himayesi altında olmadığımızı bildirmek ve bize karşı savaş açmak suretiyle, bu topraklar üzerinde egemenlik isteminde bulunmuştur.
Denizlerimizi talan etmiş, kıyılarımıza asker yığmış, kentlerimizi yakıp yıkmış ve hemşehrilerimizi öldürmüştür.
Benzerine barbarlık zamanlarında bile rastlanmayan, hele uygar bir ulusun başkanına hiç mi hiç yakışmayan, gaddarlık ve sadakatsizlikle başlattığı, “Ölüm, Askerileşme ve Tiranlık” adlı eserini tamamlayabilmek için, yakınlarda yabancı paralı askerlerden kurulu büyük bir ordu kurmuştur.
Ya cellatların ellerine düşmemek için ya da onlarla dostça geçinebilmek için olsa gerek, açık denizde yakalanan yurttaşlarımızı kendi ülkelerine karşı savaşmaya zorlamıştır.
Aramızda ayaklanmalar çıkarmış ve sınır bölgelerinde oturan, savaş yöntemleri; bilindiği gibi yaş, cinsiyet ya da hal gözetmeksizin herkesi kesip biçmek olan, merhametsiz Kızılderili vahşileri bize karşı kışkırtmayı denemiştir.
Bu baskının her evresinde yapılan haksızlıkların düzeltilmesini en hakirane bir biçimde talep ettik. Durmadan yinelediğimiz ricalarımızın karşılığı, durmadan yinelenen haksızlıklar oldu. Ancak bir tirandan beklenebilecek davranışlarla karakterini belli eden bir Monark, özgür bir halkı yönetme işine uygun olamaz.
Britanyalı kardeşlerimize karşı da saygıda kusur etmiş değiliz. Zaman zaman onları, yasa koyucuların üzerimizde haksız bir yönetim kurma girişimleri konusunda uyardık. Buraya hangi koşullar altında göç edip, yerleştiğimizi anımsattık onlara. Doğal adalet ve alicenaplık duygularına seslenerek aramızdaki ırk bağları dolayısıyla, bu zorbalıkları kınamalarını rica ettik. Çünkü bu zorbalıkların, aramızdaki bağlantıları ve ilişkilerimizi bozması kaçınılmaz bir şeydi. Ama onlar da adaletin ve kan bağımızın feryatlarına kulaklarını tıkadılar. Bunun için artık, onlardan ayrılmamız gerektiği sonucuna boyun eğmek ve onları da, insanlığın geri kalan kısmı gibi, savaşta düşman, barışta dost kabul etmek zorundayız.
Bu yüzden, Genel Kongre halinde toplanan biz A.B.D. temsilcileri, görüşlerimizin doğruluğuna, dünyanın en yüce Yargıcı’nı tanık tutarak, bu kolonilerin halkından aldığımız yetkiyle, onların adına, Birleşik kolonilerin özgür ve bağımsız devletler olduklarını ve bunun hukuken böyle korunacağını; Büyük Britanya Krallığı’na karşı her türlü yükümlülükten kurtulmuş olduklarını; bu kolonilerle Büyük Britanya Devleti arasındaki her türlü siyasal ilişkilerin sona erdirildiğini ve bunun böyle kalacağını; özgür ve bağımsız devletler olarak, savaş açmak, barış ilan etmek, antlaşmalar yapmak, ticareti düzenlemek ve diğer tüm bağımsız devletlerin yapabileceği her şeyi yapmak hakkına sahip olduklarını resmen açıklar ve ilan ederiz. Ve bu bildirinin korunması için, Tanrı’nın inayetine tam bir güvenle, yaşamlarımız, servetlerimiz ve en kutsal varlığımız olan onurumuz üzerine ant içeriz.
0 notes
elcordobes-ll · 5 years ago
Text
"In my culture, death is not the end. it's more of a stepping off point. You reach out with both hands and Bast and Sekhmet, they lead you into a green veld where you can run forever”
- Chadwick Boseman
- Captain America: Civil War (2016)
5 notes · View notes
elcordobes-ll · 5 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
0 notes
elcordobes-ll · 5 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
0 notes
elcordobes-ll · 5 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
0 notes
elcordobes-ll · 5 years ago
Text
Benim evde acayip bir ağız mandalı var. Saint-Roch’un çanları susar susmaz, ağız mandalım ayakları üstüne dikiliyor ve benim şahsıma gündelik konuşmasına başlıyor. Sorgun koltuğuma gömülmüş biçimde, ilgisiz görünmeye çalışıyorum yıllardır, çünkü bu yaratığın sohbetinde bana hitap edebilecek herhangi bir şey olmaması gerekir, ama bugüne dek ağız mandalım her zaman benden daha kurnaz olmuştur.
İşte böyle, konuşmasına başladığı andan başlayarak, özellikle yansımalı ama çözümlenmesi kolay bir biçimde anlatacaklarını anlatıyor, ben de kulağı kirişte olan bir kimse gibi dinlemek zorunda kalıyorum onu, bunu yaparken de en ufak ikilem sergilemeden kendisini onayladığımı ve hoşnut olduğumu gösteriyorum.
Her şey bundan ibaret olsaydı, aşağı yukarı yirmi dakika sonra, Saint-Simon’un anılarına yeniden gömülebilirdim, ama ağız mandalım hiçbir şeyden tatmin olmuyor. Konuşması bitmeye yüz tuttuğunda, bana konuşmasını birkaç cümlede özetlememi buyuruyor. Akşamın en çekilmez ânı bu, çünkü sıklıkla onun düşüncelerinin izlediği yolu yitiriyorum. Tek bir örnek vermek gerekirse, o akşamki konuşması a sesi üstüne kurulmuşsa, ki bundan sonsuz perde değişimleri, armonik farklar ve e’ye ya da o’ya geçişler çıkarabiliyor (aae, aea, aoa, aoo, aeoa, aeeoo gibi seslerin tüm dizisini ekleyelim bunlara), konuşmanın maddesinin iki hali arasına mantık köprüsünü kurmakta elimden bir şey gelmemesi yeterli oluyor her şeyi berbat etmek için. Ağız mandalım kudurdu mu sınır tanımaz, ve ne yazık ki bunun sonuçlarını birçok kez tekrar tekrar yaşadım. Öncelikle şu kül tablası sorunu var. Eğer az önce sözünü ettiğim nedenlerden ötürü kızmışsa (üstelik sayısız kızgınlık türü var), ağız mandalımdan bana saat dokuz buçuk sigaramı içebilmem için kül tablasını getirmesini rica etmem boşuna oluyor.
O durumda ani bir tepki veriyor, kâh kâğıtlarla dolu çöp kutusuna kendini bırakıyor, kâh oyun masasının altına girip, ağzı ayaklarının arasında, belli belirsiz bir sfenks edasıyla bana odaklanıyor. Bana gelince, konuşmayı özetlemekteki başarısızlığım beni neredeyse her zaman öyle bir duruma sürüklüyor ki, bu konuda en azından şunu söyleyebilirim, ödüm uç bir psikolojik karmaşıklığın burgacına atılıyor. Böylesi bir durum yalnızca zamanın, iğrenç saat kurma sapının, sihirli aynalar gibi çoğaltacağı yüksek tansiyonlara yol açar.
Sonunda da, bu sözcük burada birazcık yersiz kaçacak ama neredeyse doğal biçimde, birbirimizin yüzüne en özümsenmiş hakaretleri yağdırırken buluyoruz kendimizi, bunların üstüne, tutumunun ev ekonomisinde ciddi sorunlar yaratmasını umursamayan ağız mandalım, alev alev yanan gözlerindense daha çok öfkeyle burnundan fışkıran yaşları silmek için patiska mendilimi elimden kapıveriyor. O anlarda, ağız mandalıma nereye kadar dokunabileceğimi tartıyorum kafamda, çünkü bu yaratık, kül tablası darbesi düzeyini de, mendil darbesininkini de aşmaktan hiç çekinmiyor, kaldı ki benim kendimi zorlayarak hareketsiz kalmam karşısında, bana karşı en azından daha az kırıcı davranışlar sergilemesi onun için o kadar da zor olmasa gerek.
Bu gibi durumlarda insan bir ağız mandalının ruhunun, onun küçük parmağından öteye gitmediğini anlıyor ister istemez, biraz merhamet ve unutuş katılıyor sonra işin içine, bunun tek nedeni sessizliğe ve düşüncelere dalmaya izin veren şeylerden alınan zevk. Çünkü o dakikadan sonra, evde sessizlik olacaktır; özet yapılmış olsun olmasın, konuşma kapanmıştır, kül tablası getirilmiş ya da getirilmesi reddedilmiş, mendil elden gitmiş ya da gitmemiştir. Birbirimize odaklanarak bakmak kalır bize, herkes kendi yerinde, bırakırız kapansın üstümüze gecenin koca kubbesi. Sabah saat yedi çeyrekte kahvaltımız getirilir. Vaktimiz bol nasıl olsa.
0 notes
elcordobes-ll · 5 years ago
Text
Yağmurun üçüncü günü evin içinde öyle çok yengeç öldürmüşlerdi ki, sonunda Pelayo onları denize atmak için seller altındaki avludan bata çıka geçmek zorunda kaldı, çünkü yeni doğmuş bebek bütün gece ateşler içinde yatmıştı, bunda o leş gibi kokunun suçu olduğunu sanıyorlardı. Salıdan beri dünyanın tadı kaçmıştı. Gökyüzü ve deniz birleşip aynı kül rengini almış, martta parıl parıl yanan kumsal, çürümüş istiridye artıkları ve balçıktan oluşan bir bulamaca dönüşmüştü. Gün ışığı öğleyin o derece ölgündü ki, Pelayo yengeçleri attıktan sonra geri dönerken avlunun arka tarafında bir şeyin kımıldadığını, inildediğini ancak büyük çabayla fark edebildi. Bunun yüzü koyun balçığa gömülü yaşlı bir adam olduğunu ve pek çok güç sarf ettiği halde koskoca kanatları yüzünden bir türlü doğrulamadığını görmesi için oraya iyice yaklaşması gerekti.
Pelayo bu kabusun verdiği telaş içinde o sırada hasta bebeğe ıslak bezler sarmakta olan karısı Elisenda’ya koşarak onu avluya sürükledi. Büyük bir şaşkınlık içinde yan yana durup ağızlarını açmadan yere düşmüş adamın vücuduna bakmağa koyuldular. Sokaktan geçen eskiciler gibi giyinmişti. Dazlak kafasında ancak birkaç tutam ak saç, ağzında iki üç diş kalmıştı; sırılsıklam ıslanmış bir dedeyi andıran bu acıklı durumu adamcağızın bütün saygınlığını alıp götürmüştü. Kirli ve yoluk olan iri akbaba kanatları sanki bir daha hiç çıkmamacasına çamura batmıştı. Pelayo ile Elisenda onu öyle uzun, öyle dikkatli izlediler ki, hemen şaşkınlıktan kurtulup sonunda ona bayağı alıştılar. Ona seslenmeğe, onunla konuşmaya kalkıştılar, o da gür bir denizci sesiyle anlaşılmaz bir dilde karşılık verdi. Böylece bir süre sonra kanatlarının yakışıksızlığını görmemezlikten gelip akıllarını kullanarak onun fırtınada kaybolmuş yabancı bir gemiden kalan bir kazazede olduğu sonucuna vardılar. Bununla birlikte, adamı bir görsün diye ölüm ve dirimle ilgili her şeyi bilen bir komşularını çağırdılar; komşu kadın bir bakışta durumu kavrayarak onlara düştükleri hatayı açıkladı.
“Bu bir melek,” dedi. “Mutlaka çocuk yüzünden gelmiştir, ama zavallı öyle kocamış ki, yağmur iyice belini bükmüş.”
Ertesi gün Pelayo’nun evinde kanlı canlı bir meleğin tutulduğu haberi her yana yayıldı. Zamanın meleklerinin göklerdeki bir komplodan kaçıp hayatta kalanlar olduğunu ileri süren bilgiç komşunun kesin sözleri karşısında adamı sopalarla döve döve öldürecek cesareti bulamadılar. Pelayo polis copuyla silahlanarak bütün öğleden sonra mutfaktan onu gözetledi, yatmadan önce de onu çamurların içinden çekip çıkardı, telle çevrili tavuk kümesinde tavukların yanına kapadı. Gece yarısına doğru yağmur dindiği sıralarda Pelayo ile Elisenda hala yengeç öldürmeye devam ediyorlardı. Az sonra bebek uyandı, ateşi düşmüş, iştahı yerine gelmişti. O zaman üzerlerine bir gönül yüceliği, bir cömertlik havası yayıldı ve meleği açık denizde kaderiyle baş başa bırakmak üzere yanında üç günlük azık ve içecek suyla bir sala bindirmeye karar verdiler. Ama günün ilk ışıklarıyla birlikte arka avluya çıktıklarında bütün yöre halkının kümesin başına üşüşmüş olduğunu ve melekle saygısızca şakalaştığını, sanki doğaüstü bir yaratık değil de bir sirk hayvanıymış gibi ona tel örgünün deliklerinden yiyecek attıklarını gördüler.
Olağanüstü haberler karşısında şaşırıp telaşa kapılan Peder Gonzaga , saat daha yedi olmadan oraya geldi. Bu saatte gelenler, sabah karanlığında beliren meraklılardan biraz daha ciddi tavırlıydılar, bunlar tutuklunun geleceğine ilişkin çeşitli tahminler yürüttüler. İçlerinde en saf olanlar onun milletler meclisi başkanlığına getirileceğini düşünüyorlardı. Daha sert yaradılışta olanlar onun bütün savaşları kazanmak üzere beş yıldızlı generalliğe yükseltileceğini sanıyorlardı. Bazı kehanet meraklıları ise, kanatları olan bilge bir insan türü yeryüzünde yönetimi devralabilsin diye onun damızlık hayvanı olarak saklanacağı umudundaydılar. Bununla birlikte Peder Gonzaga’nın papaz olmadan önce iri kıyım bir oduncu olduğunu unutuyorlardı. Peder tel örgünün yanı başında durarak kısa bir süre İncil’ine bakıp imanını tazeledikten sonra, ürkmüş tavuklar arasında yaşlılıktan içi geçmiş koskocaman bir tavuk gibi duran bu zavallı adamcağızı yakından inceleyebilmek için kendisine kümesi kapısını açmalarını istedi. Adam kümesin bir köşesine çekilmişti, ilk gelen meraklıların attıkları kahvaltı artıkları ve meyve kabukları ortasında kanatlarını açmış güneşte kurutuyordu. Peder Gonzaga kümese girip ona Latince günaydın deyince, yeryüzünün küstahlıklarından hiç etkilenmeyen haliyle antikadan anlayan bakışlarını yerden kaldırmadan kendi dilinde bir şeyler mırıldandı. Adamın Tanrı dili olan Latince’den pek anlamadığını, Tanrı hizmetindekileri selamlamayı da bilmediğini gören köy papazı bu işte bir hile, bir bit yeniği olduğundan işkillenmeye başlamıştı. Sonra iyice yakından bakınca yabancının bayağı insana benzediğini fark etti: üzerine sinmiş olan açık hava ve rüzgarın kokusu dayanılacak gibi değildi, kanatlarının alt yüzü asalak yosunlardan geçilmiyordu , en iri kanat tüyleri yeryüzü rüzgarlarından zedelenmişti, bu perişan halinde meleklerin yüceliğine yakışacak tek şey yoktu. Peder Gonzaga kümesten dışarı çıktıktan sonra, meraklı seyirciler önünde kısa bir vaız vererek, onları safdilliğin tehlikelerine karşısında uyanık olmaya çağırdı. Onlara şeytanın her türlü karnaval kılıklarına bürünerek gafilleri şaşırtmak gibi kötü bir alışkanlığı olduğunu hatırlattı. Bir uçakla bir doğan arasındaki en önemli farkın kanatlardan ileri gelmediğini, bununla birlikte ne uçağın ne de doğanın melek olmadığını herkesin kolayca anlayacağını belirtti. Bağlı olduğu piskoposa bir mektup yazarak onu başpiskoposa, başpiskoposun da papaya yazmasına çalışacağına ve böylece kesin kararın en yüce makamdan alınacağına söz verdi.
Yaptığı uyarılar dinleyenlerin gönlünde meyvesini vermedi. Bir meleğin tutulduğu haberi öyle büyük bir hızla yayıldı ki, birkaç saat geçmeden avlu pazar yeri bağrışmalarıyla doldu. Neredeyse evi yıkacak derecede yığılan kalabalığı dağıtmak için süngü takmış bir birlik çağırmak gerekti. Avluyu Pazar yerine çeviren kalabalığın yerlere attığı çöpleri aralıksız süpürmekten sırtı kamburlaşan Elisenda’nın aklına birden, dışardan gelenlere avluyu kapayıp meleği görmek isteyenlerden beş Centavo giriş ücreti almak gibi parlak bir fikir geldi.
Ta Martinik’ten bile meraklılar geliyordu. İçlerinde havada uçan bir akrobat da bulunan gezgin bir panayır kuruldu; bu akrobat kalabalığın tepesinde defalarca oradan oraya uçtuğu halde kimse başını kaldırıp onunla pek ilgilenmedi, çünkü taktığı kanatlar melek kanatları değil, uzaydan gelme yarasa kanatlarıydı. Karaiplerin en bahtsız hastaları iyileşmek umuduyla koşuşturdu: çocukluğundan beri kendi kalp atışlarını sayan ve saya saya çoktan sayıları tüketmiş olan zavallı bir kadıncağız, yıldızların çıkardığı gürültülerden bir türlü uyuyamayan bir Jamaikalı, uyanıkken kendi elleriyle yaptıklarını gece kalkıp paramparça eden bir uyurgezer ve bunlardan başka daha hafif bir sürü vaka. Yeryüzünü zangır zangır titreten bu kıyamet kargaşasının göbeğinde Pelayo ile Elisenda yorulmaktan pek mutluydular, çünkü bir haftadan az zamanda yatak odalarını parayla tıka basa doldurdukları halde giriş için sırada bekleyen hacı adaylarının kuyruğu hala ufkun öbür yanına kadar uzayıp gidiyordu. Bütün bu olanlara katılmayan tek kişi meleğin kendisiydi. Onun adına tel örgünün dibine dizilen adak mumları ve kandillerden çıkan cehennem sıcağından yarı baygın bir halde, vaktini iğreti köşesinde bir parça rahat etmeye çalışarak geçiriyordu. Bir ara ona naftalin topakları yedirmeye kalkıştılar, çünkü pek bilmiş komşu kadının aklınca naftalin meleklerin özel besiniydi. Ama o, kilise kapısında nedamet getirip tövbe etmişlerin taşıdığı, papanın ağzına layık, öğle yemeklerini geri çevirdiği gibi, naftalin topaklarına da elini sürmedi, melek olduğundan mı, yoksa kocamış bir ihtiyar olduğundan mı patlıcan püresinden başka şey yemediğini, daha doğrusu patlıcan püresinden başka şey yeyip yemediğini kimse öğrenemedi. Tek olağanüstü yanı , galiba sabrıydı. En çok ilk günlerde, tavuklar kanatlarında yaşayan uzaydan gelme küçük asalakları yutabilmek için onu gagaladıkları zaman , sakatlar hasta yerlerine sürmek için üzerinden tüylerini yolduklarında, en merhametli olanlar bile bütün vücudunu görebilmek için taşlar atarak onu ayağa kalkmaya zorladıklarında hep sabretti. Yalnız bir defasında genç boğaları dağladıkları kızgın demirle sırtını yaktıkları zaman sabrını taşırdılar. Saatlerce hiç kımıldamadan olduğu gibi yattığından onu öldü sanmışlardı. Birden çok korkarak yerinden fırladı ve gözlerinden yaşlar boşanarak o anlaşılmayan diliyle çığlıklar atmaya , her yanı çınlatmaya başladı, birkaç kere hızla kanatlarını çırptı, bu yüzden yerdeki bütün tavuk pisliği ve uzaydan gelme tozları havalara kaldırdı, bu dünyadakilere hiç benzemeyen büyük bir panik, kızılca bir kıyamet kopardı. Çoğu kimse bu tepkinin kızgınlıktan çok, duyduğu acının bir sonucu olduğuna inanmakla birlikte, bundan böyle onu rahatsız etmekten kaçınır oldular, çünkü çoğunlukta olanlar onun bu kayıtsızlığının boş saatlerin tadını çıkaran bir kahramanın değil, dinmiş bir Tufanın kayıtsızlığı olduğunu anlamışlardı.
Peder Gonzaga tutuklunun doğal kimliğine ilişkin son ve kesin yargıyı yetkili makamdan beklerken halkın çeşitli saçmalıklarına bazı gündelik formüllerden esinlenerek göğüs germenin yollarını aradı. Çünkü Roma’dan beklenen posta, konunun önem ve ivediliğini kulak arkası etmişe benziyordu. Böylece vakti, tutuklunun göbek deliği olup olmadığını, konuştuğu dilin Arami dilleriyle ne ilişkisi olduğunu, vücudunun kaç iğne ucu kadar yer kapladığını, yoksa sadece kanatları olan bir Norveçli mi olduğunu inceleyerek geçirdiler. Eğer ilahi bir olay köy papazının , papalık nezdindeki girişimine son vermemiş olsaydı bu eşsiz mektuplar herhalde yüzyıllar son bulana değin durmadan gidip gelecekti.
Köye gelen Karaip’li gezgin panayırların çeşit çeşit gösterileri arasında o günlerde birde anne babasına itaatsizlik ettiğinden örümcek haline getirilmiş gudubet bir kadın bulunuyordu. Onu görmek için ödenen giriş ücreti meleğe ödenenden daha düşük olduğu gibi, ona ucubeliğine ilişkin her türlü soru sorulabiliyor, garip yaratık tepeden tırnağa rahat rahat incelenebiliyor ve böylece hiç kimsenin bu dehşet verici yaratığın gerçekliği konusunda kuşkusu kalmıyordu. Kadını vücudu koç büyüklüğünde dev bir tarantula, başı ise üzgün bakışlı bir genç kız başıydı. İşin asıl yürek parçalayan yanı akılları oynatan dış görünüşü değil, başına gelen felaketin ayrıntılarını anlatırken kapıldığı derin üzüntüydü. Daha çocuk denecek yaştayken bir gün baba evinden gizlice kaçarak danslı bir eğlenceye gitmiş, bütün gece izinsiz dans ettikten sonra ormandan geçerek evine döndüğü sırada müthiş bir gümbürtüyle gökyüzü orta yerinde ikiye ayrılmış, aradaki yarıktan beliren yıldırım kükürtler saçarak yeryüzüne düşüp onu örümcek haline getirmişti. Tek gıdası, iyiliksever kimselerin ağzına verdikleri küçük et parçalarından ibaretti. İnsana özgü bunca acı, gerçek ve ibretle yüklü olan böyle bir yaratığın , başını kaldırıp çevresindeki ölümlülere bir bakmaya bile tenezzül etmeyen kibirli meleği ister istemez gölgede bırakacağı apaçık ortadaydı. Üstelik meleğe atfedilen bir takım yarım yamalak mucizelerde bulanmış, sapıtmış bir kafanın işleri gibi görünüyordu. Örneğin kör bir adamın gözleri açılacağı yerde ağzında üç yeni dişi çıkmış , kötürüm biri yürüyeceği yerde nerdeyse piyangoda büyük ikramiyeyi kazanmış, cüzamlı bir adamın ise yaralarında ay çiçekleri fışkırmaya başlamıştı. Daha çok can sıkıntısı giderici birer şaka etkisi bırakan, teselli mükafatı görünümündeki bu mucizelerin meleğin ününe çoktan gölge düşürdüğü bir sırada ortaya çıkan örümcek kadın ona son darbeyi indiriverdi. Böylelikle Peder Gonzaga’nın uykusuzluğu kesin olarak son buldu, Pelayo’nun avlusu da yağmurun üç gün sürekli yağdığı ve yengeçlerin yatak odalarında dolaştığı günlerdeki kadar ıssızlaştı.
Ev sahiplerinin bu durumdan yakınmalarına bir neden yoktu. Topladıkları paralarla balkonları ve bahçesi olan, kışın yengeçlerin girmemesi için tel ve ağlarla çevrili iki katlı bir kaşane yaptırdılar. Melekler içeri giremesin diye pencerelere demir parmaklık taktırdılar. Pelayo köyün hemen yanı başında bir tavşan çiftliği kurup pek rezil bir iş olan polislikten ayrıldı. Elisenda en gözde hanımların o sıralar pazar günleri giydiklerine benzer parıl parıl ipek elbiseler, yüksek topuklu saten iskarpinler satın aldı. Özen gösterilmeyen tek yer kümesti. Ara sıra orayı katran ruhuyla yıkasalar da, içinde lavanta sakızları yaksalar da, bunu meleğe iyilik olsun diye değil, bir hortlak gibi çevrede dolanan, arsızca yayılan ve yeni evi eskisine benzeten leş gibi gübre kokusundan kurtulmak için yapıyorlardı. Çocuk yürümeye başlayınca kümesin yakınlarına gitmemesi için bütün tedbirleri aldılar. Ama çok geçmeden bütün kaygılarını unutup gübre kokusuna alışmaya başladılar. Çocuk daha esas dişlerini çıkarmadan bir gün oynamak için her nasıl olduysa paslı telleri dökülen kümese girdi. Melek çocuğa diğer ölümlülerden daha yakın davranmamakla birlikte, onun en can alıcı, en kurnaz küstahlıklarına bile hayali daracık, umudu kıt bir köpek sabrıyla katlandı. İkisi birden su çiçeğine yakalandılar. Çocuğa bakan doktor, meleğin göğsünü dinlemek gibi insanı ayartan bir işin cazibesine karşı koyamadı ve onun kalbinden gelen hırıltılı ıslık seslerini, böbreklerinden gelen çeşitli gürültüleri dinledikten sonra kanısınca artık pek uzun zaman yaşayacak durumda olmadığını söyledi. Aslında onu en çok şaşırtan şey, kanatlarının yapısına esas olan mantıktı. Tam anlamıyla bir insan organizması olan bu bedende o derece doğal ve gerekli duruyorlardı ki, nasıl olup da diğer insanların kanatları olmadığına akıl erdirmek iyice güçleşiyordu.
Çocuk okula başladığı sıralarda güneş ve yağmurun etkisiyle kümes çoktan yıkılıp gitmişti. Melek ölmek üzere olan bir kimsesiz gibi oradan oraya sürüklenip duruyordu. Onu yatak odasından kovalıyorlar, hemen arkasından mutfakta yine karşılarına çıkıyordu. Aynı anda sanki öyle çok yerde bulunabiliyordu ki , sonunda onun bütün evde kendini durmadan yineleyerek çoğaldığını, her yana suretlerini dağıttığını düşünmeye başladılar. Hırsından deliye dönen Elisenda, bu meleklerle dolu evde yaşamanın cehennem azabından başka bir şey olmadığını avaz avaz bağırmaya başladı. Melek artık ağzına lokma koymuyordu, bir antikacınınkini andıran gözleri öyle bulanmış, öyle dumanlanmıştı ki, durmadan direklere, kalaslara çarpıyordu. Üzerinde yalnız son tüylerinin çıplak sapları kalmıştı. Pelayo cömertliği kabardığından onun sırtına bir battaniye atıp evin yanındaki barakada uyumasına merhamet etti. Ancak o zaman geceleri ateşlendiğini ve tarihi bir Norveç lehçesiyle gırtlağını yırtarcasına sayıkladığını fark ettiler. Bu, onların telaşa kapıldıkları pek ender vesilelerden biriydi, çünkü onu ölecek sandılar, her şeyi bilen komşu kadın bile onlara ölü meleklerin ne yapıldığını söyleyemeyecekti.
Ama o, ömrünün en berbat kışını atlatmakla kalmadı, ilk güneş ışıklarıyla birlikte bayağı canlandı, kendine gelir gibi oldu. Avlunun bütün gözlerden uzak, en kuytu köşelerinden birine çekilip günlerce hiç kımıldamadan bekledi. Aralık başlarında kanatlarında iri ve sert tüyler çıkmaya başladı. Kuşları ürkütecek kadar acayip olan bu tüyler, daha çok iğrenç bir bunaklık belirtisi gibi duruyordu. Ama o bütün bu değişikliklerin nedenini biliyor olmalıydı, çünkü ne bu tüyleri, ne de yıldızların altında söylediği gemici şarkılarını hiç kimsenin fark etmemesine büyük bir dikkat gösteriyordu. Bir sabah Elisenda öğle yemeği için soğan doğrarken sanki açık denizlerden geliyormuş gibi esen güçlü bir rüzgar mutfağı doldurdu. Pencereye yaklaşan Elisenda dışarıda meleği ilk uçma deneylerini yapar buldu. Bunlar öyle sarsak, öyle hantal deneylerdi ki , tırnakları sebze tarhları arasında saban izini andırır derin bir yarık bıraktı. Üstelik ışığın üzerinde de kayıp tökezleyen , havalarda bir türlü tutunacak yer bulamayan beceriksiz kanatlarıyla neredeyse barakayı yıkacaktı. Ama sonra gitgide yükseldi. Elisenda onun bunak bir leş akbabasının uğursuz kanat çırpışlarıyla kendini zar zor da olsa havada tutarak en son evlerin üzerinden kayıp gittiğini görünce hem kendini hem de onu düşünerek rahatladı, derin bir oh çekti. Son soğanlarını da doğradıktan sonra başını kaldırıp bir daha arkasından baktı, artık gözden kaybolduğu zaman bile arkasından bakmaktaydı, çünkü o artık hayatında bir yük olmaktan çıkmış, denizle göğün birleştiği çizgi üzerinde hayali bir nokta olmuştu.
1 note · View note
elcordobes-ll · 5 years ago
Text
Eger, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem, yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorumn...
ÖLÜYORUM....
5 notes · View notes