ff-oykucusu-blog
ff-oykucusu-blog
#ff_öykücüsü
6 posts
FriendFeed'de başlayan kısa öykü maceram
Don't wanna be here? Send us removal request.
ff-oykucusu-blog · 5 years ago
Text
Çakmak Makas Gözlük
Çakmağın Hikayesi
Tumblr media
Bir fabrikanın bandında açtım gözlerimi. Yavaş yavaş etrafımı, kendimi ve çevremdeki diğer çakmakları fark ederken bantta ilerliyorduk. Kısa sürede bir kutunun içine düştüm, 30 kadar diğer çakmakla birlikte. Dev makina kolları kutuyu kapattı ve taşınmaya başladık. Bir yerlere gidiyorduk. Kutunun sallanmasından anladığım kadarıyla, bazen saatlerce yol alıyor, bazen bir yerde birkaç gün bazen de haftalarca duruyorduk.  Güneşi ya da çevremizi göremediğim için tam kestiremiyorum ama sanırım 3 ay kadar sonra yeniden ışığı gördüm.
Sallantılı bir yolculuğun ardından küçük bir bakkalın rafında yerimizi aldık. Gerçekten çok küçük bir bakkaldı. Boyaları yer yer kabarmış, ahşap kapısından içeri girdikten sonra 5 adımda dükkanın sonuna gelebilirdiniz. Dükkanı ortadan ikiye bölen ahşap tezgahın arkasında da yaşlı bir kadın oturuyordu. Kadının arkasında duvara asılmış bir rafta çay, kesme şeker, birkaç kutu konserve, sıvı yağlar, birkaç kutu renkli paketleri olan şekerler ve makarna paketleri vardı. Karşı duvardaki rafta deterjanlar, bahçe malzemeleri, içecekler vardı. Bakkalın kapısının karşısına denk gelen kısa duvarın önünde yere çuvallar içinde koyulmuş toz şeker ve çeşitli bakliyatlar, baharatlar bulunuyordu. Ortadaki ahşap tezgah bakkal için üretilmiş özel bir tezgahtan çok eski bir divana benziyordu. Üzerindeki ufak tefek çikolata, şekerleme, diş macunu kutularını kaldırsanız yatak serip uyunabilir gibi görünüyordu. Bu eskilik bakkal dükkanının her yerine yayılmmıştı. Yalnızca sonradan sigara firması tarafından getirilen ve yaşlı kadının yazar kasa yerine kullandığı çekmecenin arkasında kalan yüksek ayaklı, plastik raf yepyeni duruyordu. Tam da bir bakkal dükkanı için üretilmiş olsa da dükkanın genel havası içinde, oraya ait değilmiş gibi duran tek şey de bu raftı. Onun dışında her şey; ortadaki divandan bozma tezgah, şeker çuvallarının altına koyulan tahta kasalar, duvara tutturulmuş vantilatör, yazarkasa niyetine kullanılan çekmece ve daha bir sürü şey, sanki uygun bir zaman geldiğinde yaptıkları asıl işten emekli olup bu bakkal dükkanına gelmişler ve ihtiyaç duyulan görevlere başlamışlar gibi yerli yerinde ve çok doğal görünüyorlardı.
En önemlisi de, bakkalı işleten yaşlı kadın; sanki dünyaya bu bakkal dükkanını işletmek için gelmişti. Etraftaki her şey gibi o da gençlik yıllarında başka işlerle meşgul olmuş ve sonunda zamanı geldiğinde, çok doğal bir şekilde tezgahın arkasına geçmişti. Aslında onun buraya gelişi biraz zoraki olmuştu. 35 yıl boyunca köyün tek bakkalını işleten kocası, bir sabah evden çıkıp, dükkanı açmaya gelirken, sokakta düşmüş ve belini sakatlamıştı. İki kişilik bu ailenin başka bir geliri olmadığından; bir hafta boyunca kapalı kaldıktan sonra bir sabah, o güne kadar ucundan kıyısından hiç bakkalın işlerine bulaşmamış olan yaşlı kadın açmış dükkanın kapısındaki asma kilidi. O ilk günün üzerinden 10 yıl geçmiş ve yaşlı kadın her gün sabah erkenden bakkalı açmış ve köyün yeni bakkalı olmuş.
Kocası bir süre sonra ayağa kalksa da ağır iş yapamadığı için sadece gün içinde uğrar olmuş bakkala. Sabahları bağa bahçeye giden köylüler, uğrar alışverişlerini yapardı, öğlene kadar sakin olurdu dükkan. O sırada yaşlı kadın tezgahın arkasında ya örgü örer ya da akşam pişireceği yemek için malzeme hazırlardı. Oturduğu yerden kolayca ulaşabileceği mesafede, tezgahın üzerinde plastik bir sineklik bulunurdu. Ara sıra sineklere vururken çıkan pat sesi, dükkandaki sessizliği bozan tek şeydi. Televizyon ya da radyo yoktu.  Kadının kendisi kadar yaşlı görünen sineklik, iki yerinden kopmuş, sonra iple bağlanmıştı. Yine de kopana kadar işini yapıyordu işte.
Bir gün genç bir adam girdi bakkala. Hayırlı işler teyze. Bir Chesterfield bir de çakmak alayım dedi. Yaşlo kadın zorlukla oturduğu koltuktan doğrulup bir paket sigara verdikten sonra, olduğu yerde yavaşça dönüp bize doğru uzandı. O gün bakkal dükkanında geçen günlerimin sonuna gelmiştim. Yaşlı kadının buruşuk, ince parmakları arasından önce tezgaha bırakıldım, ardından da genç adam sigara paketiyle birlikte beni kavradı. Bakkalın kapısından çıkarken henüz beni cebine koymamıştı. Tam kapının önünde paketi açıp bir sigara çıkardı ve hayatımda ilk kez ateş aldım. Sigarasını yaktı, o sırada kaldırımdan geçen genç ve güzel bir kadına merhaba dedi. Merhaba deyip, hafif bir tebessümle başını salladı kız ve yoluna devam etti. Genç adam beni ve sigara paketini cebine atarken, en son duyduğum bakkaldaki yaşlı kadının sesiydi.
Şimdiki gençlerde de hiç utanma kalmamış. Allah bizi bunların eline düşürmesin.
֎֎֎
Makasın Hikayesi
Tumblr media
Sanki bir rüyada gibiydim. Her yer karanlıktı. Tarif edilemez bir sıcaklık içinde vücudum eriyor ve yeniden şekilleniyordu. Alevler içinden geçip, bir yerlerden düşüp sonra yeniden hareket ediyordum. Sanki ateşli bir hastalığın gecesinde kabuslar gören bir hastaydım. Sonra yavaş yavaş etrafım serinlemeye başladı fakat bu sefer de vücuduma bir demirin girdiğini hissettim. Yavaş yavaş kendime gelmeye başladığımda, kendimi şeffaf bir naylon paketin içinde buldum. Benim gibi bir çok makasla birlikte oradan oraya gidiyor, farklı şekillerde olanlarımız aramızdan ayrılıyordu. Sonunda bir paketin içine düştüm ve zifiri karanlıkta yolculuk etmeye başladık. Ta ki bir gün ışıltılı bir vitrini olan mağazada, bir rafta yerimizi alana kadar. Burada etrafımı inceleyecek çok zamanım oldu. Garip bir mağazaydı burası. Vitrinde birbirinden güzel elbiseler vardı. Mağazanın içinde ise bu elbiselerin dikildiği kumaşlar, iğneler, iplikler, dikiş setleri ve bizim bulunduğumuz geniş bir rafta bolca benim gibi makas vardı. Biz o kadar kalabalıktık ki birçoğumuz birbirimize benzemiyorduk bile. Bana göre çok daha düz ve sıradan makaslar da vardı, benden çok daha ışıltılı, özel şekilli makaslar da vardı. Sanırım ben ortalama bir makastım ama ortalama olmakla bir sorunum yoktu. Mağazanın sahibi, ellili yaşlarında, şık giyinen, belli ki dikiş işleri hakkında bilgisi olan bir adamdı. Bazen mağazaya gelen müşteriler ne almaları gerektiğini tam olarak bilmezdi ve mağaza sahibi onlara, yapacakları işe göre almaları gereken malzemeleri gösterirdi. Her sabah mağazayı erkenden açar, çırak geldiğinde önce güzel bir kahvaltı hazırlayıp ikisi birlikte yerdi. Ardından çırağa önce yerleri paspaslatır, sonra çeşitli ufak tefek işler verirdi. İki – üç günde bir ben dahil mağazadaki tüm ürünlerin tozu alınırdı. Her zaman ışıl ışıl durur, satılacağımız günü beklerdik.
Bir gün genç bir kadın girdi mağazadan içeri. Çeşitli dikiş malzemelerine bakıyordu ama baktığı ürünlerin birbiriyle ilgisizliğinden, kadının dikiş hakkında bir bilgisi olmadığı belli oluyordu. Mağaza sahibi merhaba dedi, yardımcı olabilir miyim?
Merhaba dedi genç kız. Bizim köye yeni halk eğitim kursu açıldı. Ben de terzilik öğreneceğim ama ne almam gerektiğini bilemedim.
Tamam, dedi adam. Ben size başlangıç seviyesinde malzemeleri göstereyim. O gün mağazadaki son günümdü. Birçok dikiş malzemesi, cetvel, iplik ve kalemle birlikte ben de genç kızın çantasında, köyün yolunu tutmuştum. Köye geldikten bir hafta sonra da dikiş kursuna başladık. Genç kız becerikliydi. Kurstaki diğer kızlar kendi çeyizlerini dikecek kadar dikiş öğrenme amacındaydı ama beni satın alan kızın bir hayali vardı. Terzi olmak, belki bir gün büyük şehirde bir moda evi açmak...
Gerçekten de yetenekliydi, 6 aylık kursu tamamlamıştı ve hocası onun kesinlikle parlak bir kariyeri olabileceğini söylemişti ama henüz şehre gidip kendine yeni bir hayat kurma şansı yoktu. Pes etmedi, önce köyde terzilik yapmaya karar verdi. Evlerinin altındaki dededen kalma küçük dükkanı terzi dükkanına çevirdi. Renk renk kumaşlar, iplikler aldı. Dikiş makinesi zaten vardı. Konu komşuyla başladı ve kısa sürede köyün terzisi olmuştu bile. Bir gün yabancı, genç bir adam dükkandan içeri girdi ve merhaba dedi, erkek kıyafeti tamiri yapıyor musunuz? Tabii dedi, genç kız. Adam elindeki poşetten birkaç parça kıyafet çıkardı. Paçası düzeltilecek pantolonlar, cebi sökülmüş gömlekler ve bir tane de yan dikişleri açılmış bir beyaz önlük... Doktordu genç adam. Köye tayini yeni çıkmıştı. Üniversiteden yeni mezun olmuş ve mesleğe yeni başlamıştı.  O yüzden yeni kıyafetler almak yerine eli yüzü düzgün eski kıyafetlerini tamir ettirmeyi tercih etmişti. Oturup biraz sohbet ettiler, çay içer misiniz dedi genç kız. Terzi dükkanının köşesinde, piknik tüpü üzerinde demlenen çaydanlığı işaret etti. Zahmet olmazsa bir bardak alırım dedi doktor. Kızın koyduğu tavşan kanı çayından bir yudum aldı, sonra cebinden bir paket sigara ve bir çakmak çıkardı. Kıza bakarak, sakıncası var mı dedi. Hayır dedi kız, içebilirsiniz. Ama bir doktorun sigara içmesi tuhafıma gitti. Siz değil misiniz, insanlara sigarayı bırakın diyen?
-Fakültede sabahladığımız sınav haftalarından kalma kötü bir alışkanlık. Bırakırım yakında.
Çayını içti, teşekkür etti genç kıza. İşi biten elbiselerini daha sonra almak üzere çıkıp gitti küçük terzi dükkanından.
Ertesi gün genç doktor, tamiri biten kıyafetlerini almaya terzi dükkanına gitti. Kıyafetlerin hepsi hazırdı. Hatta hepsinin güzelce ütülendiğini görünce şaşırdı. Tekrardan teşekkür etti, ücretini ödedi ve dükkandan çıktı. Artık çarşıda, yolda gördükçe selamlaşıyorlardı. Gerçi kız biraz çekingendi ama yine de doktorun kanı kaynamıştı.
֎֎֎
 Gözlüğün Hikayesi
Tumblr media
Basit bir çerçeve olarak başladım hayatıma. Ucuz, sıradan, kimsenin hevesle bakmadığı ama çoğunlukla reçeteyle alınıp, garibanların dünyaya baktığı gözlük çerçevelerinden biriydim işte. Kendimi hiç küçümsemedim. Hiçbir zaman gözlükçünün vitrininde sergilenmeyeceğimi biliyordum, orada daha havalı ve pahalı çerçeveler dururdu. Hatta ben ve benim gibiler genelde dükkanın içindeki raflarda bile yer bulamaz, genelde kapalı bir çekmecede dururduk. Ama o pahalı, son moda çerçevelerden çok daha hızlı satılırdık. Onlara her gün onlarca kişi bakar, gözüne takıp dener fakat sonra yine yerlerine konurdu. Bizim çekmecemiz ise günde onlarca kez açılır, içimizden birileri gözlükçü tarafından alınır ve bir daha geri gelmezdi.  Bir gün benim de sıram geldi. Herhangi bir şeyi başardığım için değil, sadece sıram gelmişti. Gözlükçü çekmecemizi açtı, beni aldı ve tezgaha döndü. Tezgahın arkasında yaşlıca bir adam vardı. Giysilerinden gariban bir köylü olduğu anlaşılıyordu. Yanlış anlamayın, küçümsemedim köylüyü. Dedim ya, dış görünüşün bir işe yaramadığını çok iyi biliyordum. Önemli olan işe yarayıp yaramadığınızdır. Ben sıradan görünüşümle, bundan sonra hayatımın sonuna kadar bir işe yarayacaktım. Yaşlı adam beni aldı, gözüne taktı, uygundum. Aynaya bir kez baktı ama benim kendisine yakışıp yakışmadığımı görmek için değil, görüşünün netliğini kontrol etmek için. Sonra dükkandan ayrıldı ve o yaşlı adamla birlikte geçireceğimiz 35 yıllık maceramız başlamıştı. Gerçi maceradan ziyade basit bir belgesel gibiydi. Her insanın başına gelecek olaylar yaşadık. Dünyaya hep onun gözünden baktım. Onun ilgisini çeken şeyleri gördüm, ilgisini çekmeyen şeylerden pek haberim olmadı. Uzaklarda yaşayan oğlundan bir torunu olduğunu müjdeleyen mektubu da birlikte okuduk, yıllar sonra torununun şehit düştüğü haberini de... Doğum haberini de ölüm haberini de kendine has bir tepkiyle karşılamıştı. Diğer insanlardaki gibi aşırı bir mutluluk ya da hüzün göstermedi. Sadece ancak vücuduna dokunursanız hissedebileceğiniz, ince bir titreme ve bir iki damla gözyaşı... Bir de derin, sessiz bir iç çekiş... Bu kadar. Bu yaşlı adamın doğum ve ölüm gibi hayatın en önemli iki olayına gösterdiği tepkiler bu kadardı. Uzun lafın kısası, çok şey yaşadık onunla.
Gençliğinde çalışan bir adammış ama geçirdiği bir kazadan sonra iş göremez olmuş, kendisi gibi yaşlı karısı geçindirirdi evi. Birlikte uzun bir hayat yaşamışlar, bu hayatta 3 çocuk, 6 torun ve bir küçük bir köy bakkalı sahibi olmuşlardı ama bana sorarsanız tek ortak noktaları bu sahip olduklarıydı. Karısını sevmiyor değildi ama ona olan sevgisi, bir parça kabul etmişlik gibiydi. Yine de iyi kötü, uzun bir yolun sonuna yaklaşmışlardı. Allah onun acısını göstermesin bana derdi, ara sıra kahvede otururken.
Bir gün yaşlı kadın rahatsızlandı. Köyün genç doktorunu çağırdı. Doktor geldi, baktı, bir iki ilaç yazdı ama sanki sırf bir şey yapmış olmak için, göstermelik yazmıştı bu ilaçları. Hasta kadından çok, yaşlı adamı iyi rahatlatmak içindi bu ilaçlar. Adam karısının ilaçlarını aksatmadı, bir kaç gün doktor geldi gitti. Son gelişinde doktor yaşlı adamı evin avlusunda bir iskemlede otururken buldu. Teyzeye bir bakayım dedi. Daha içeri girmeden, yaşlı adamın yüzünden belliydi görecekleri. Yine de girdi, muayene etti, artık son saatleriydi. Avluya çıktı, ben birazdan geliyorum dedi, gitti.
On dakika sonra yanında genç bir kızla geri geldi. Yaşlı adam kızı tanıdı, köyün gençlerindendi. Dikiş öğrenip, kendi terzi dükkanını açmıştı. Kızın elinde bir tomar katlanmış beyaz kumaşı gördü. Kız hafifçe selam verip, hasta kadının yattığı odaya girdi. Doktor yaşlı adamın yanına geldi. Daha doktor bir şey söylememişti ki ben ince bir sarsıntı hissettim. Yaşlı adam elini cebine atıp tabakasından bir sigara çıkardı. Diğer eliyle cebini yoklarken, genç doktor cebinden bir çakmak çıkardı, yaşlı adamın sigarasını yaktı. İlk nefeste çıkan dumanlar gözünün kenarında biriken iki damla yaşı saklamıştı.
Derinden, çok derinden sessiz bir nefes verdi. Allah dedi, sizi eksik etmesin başımızdan.
֎֎֎
0 notes
ff-oykucusu-blog · 14 years ago
Text
Aşkın elimi kolumu bağlıyor
Tumblr media
Yaz yeni başlıyordu...  O yılın modası olan deniz şortumu giymiş, yeni çıkan güneş gözlünü takmıştım. Elimde küçük bir sörf tahtası vardı. O sezonun trendine göre giyinmiştim ve bundan sonra tek yapmam gereken sonbaharı beklemekti. Sadece benim değil, diğer iş arkadaşlarım da aynı durumdaydı. Çok hareketli bir iş sayılmaz bizimkisi ama kendi kendimize eğleniyoruz, pek şikayet ettiğimiz de söylenemez.
Yalnız bir süre birlikte çalışıp alıştığımız arkadaşlarımız diğer vitrinlere geçtiğinde hafif bir hüzün oluyor tabii içimizde, siz bunu hiç göremeseniz de. Göremezsiniz çünkü siz sadece üzerimizdeki elbiselere bakarsınız.  
Neyse, konumuz bu değil, biz yine o ilk tanıştığımız yaza dönelim. Dediğim gibi o sezonun giysilerini giymiş vitrinde sizlere bakıyordum. Bir gün benim çalıştığım mağazanın yan vitrininde bir hareketlilik oldu. Beş dakika sonra anladık ki yeni birisi gelmişti. Vitrin tasarımcıları işlerini bitirip yeni mankeni vitrine bıraktıklarında gözlerime inanamadım. Bugüne kadar gördüğüm en güzel manken, üzerinde rengarenk, uzun bir elbise, beyaz geniş bir şapka, ayağında
şık ve rahat sandaletler
, gözünde ise son derece havalı bir güneş gözlüğü ile orada duruyordu. Yan vitrinde… Bir an ne yapacağımı bilemedim, nefesim kesildi. Mutlaka onunla tanışmalıydım. Ama nasıl?  
Ben bir vitrin mankeniyim ve kendi başıma hareket edip diğer vitrine, onun yanına gidemem ki. Aynı vitrindeki arkadaşlarımızda sohbet edebiliyorduk ama diğer vitrindeki mankenlerle bir araya gelebildiğimiz tek zaman sezon başlarıydı. Her 3 ayda bir bütün vitrinlerdeki mankenleri bir araya toplayıp yeni sezon giysileri giydirirler sonra da yeniden vitrinlere yerleştirirlerdi. Bu işlem genelde 2 gün kadar sürerdi ve o iki gün içinde bir araya geldiğimiz uzak arkadaşlarımızı 3 ay boyunca  ancak uzaktan görürdük. Şimdi bu güzel mankenle tanışmak için de önümde 3 ay vardı. Daha önce bir araya gelmemiz mümkün değildi.  
Üstelik ikimizin aynı vitrine gelme şansı da yoktu. Ara sıra bazı mankenler bir vitrinden diğerine geçebilirdi ama ben hep spor malzemeleri vitrininde kalacaktım çünkü ellerim kayak, sörf tahtası gibi ekipmanları tutabilecek şekilde üretilmiştim. Yani ben bir gün eskiyip çöpe atılıncaya kadar spor vitrininde kalacaktım. Yeni gelen manken ise günlük giyim vitrinine uygundu ve spor vitrininde kullanılamazdı. Bu şekilde hayatımın en uzun yaz sezonunu geçirdim. Her gün her dakika yan vitrine bakıp onun muhteşem güzelliğini izliyordum. Öyle ki arkadaşlarla vitrinde en büyük eğlencemiz vitrine takılan kadınlar ve onları uzaklaştırmaya çalışan kocaları arasındaki münakaşalar bile artık ilgimi çekmiyordu. Arkadaşlarım bendeki garipliği çok geçmeden fark ettiler. Önce endişelendiler, hasta mıyım acaba diye. Durumu anlatınca bu kez üzüldüler benim için, vazgeç dediler.
Onu düşünme boşuna, nasılsa bir araya gelemeyeceksiniz. Ayrı vitrinlerin mankenlerisiniz siz. 3 ayda 2 gün bir araya gelebileceksiniz sadece.
Ama dinlemedim tabii ki. Daha doğrusu kalbim dinlemedi onları ve aşık oldu. Bir vitrin mankeni için imkansız aşk buydu.. İlk zaman ona bakarken bakışlarımı yakalamaması için çok uğraşıyordum. Bir gün dalıp gitmiştim saçlarının kıvrımlarına, o anda gözleri gözlerimi yakaladı. Çok utanmıştım, ne yapacağımı şaşırdım ama gözleri o kadar güzel ve bağlayıcıydı ki bakışlarımı kaçıramadım. Beklemediğim şekilde o da bana gülümsedi. Böyle s��cak bir gülümsemeyi daha önce görmemiştim. O andan itibaren ne ben gözlerimi ondan alabildim ne de o…  
Zor da olsa koskoca bir yaz geçti ve eski sezon giysiler yeni sezonlarla değiştirme zamanı geldi çattı. Vitrin tasarımcıları bizleri teker teker vitrinden indirip mağazanın içinde toplamaya başladığında o kadar heyecanlıydım ki beni hiç ellemesinler istedim. 3 aydır bir araya gelmenin hayalini kurmuştum ama şimdi korkuyordum. Ya saçma sapan sözler söylersem, ya benim duygularıma karşılık vermezse… Neyse ki seçi yapma şansım yoktu ve beni de vitrinden alıp diğer mankenlerin yanına doğru taşıdılar. Onu daha önce almışlardı ve ben de yanına gidiyordum işte. O kısacık mesafe uzadı, uzadı, hiç bitmeyecek gibi geldi.  
Tabii ki bitti. İşte hayalim gerçek olmuştu, tam karşımdaydı. Benim için bir rüya gerçek olmuştu. Ne diyeceğimi şaşırdım bir süre. Sonra merhaba dedim.
Ben Şahap. Spor vitrininde mankenim.
Merhaba, ben de Akile. Sanırım hangi vitrinde olduğumu söylememe gerek yok, geldiğim günden beri gözün üzerimde.
Umarım rahatsız etmemişimdir. Kötü bir niyetim yoktu aslında.
Hayır, kesinlikle rahatsız etmedin. Aksine senin bakışlarıın mutluluk verdi bana. Hem ben de gözlerimi senden pek ayıramadım, biliyorsun.
  Hiçbir şey korktuğum gibi olmadı. O da benimle aynı duyguları paylaşıyordu. Ona ilk gördüğüm gün aşık olduğumu söylediğimde yüzündeki o tatlı ifadeyi görmeliydiniz. Bir arada geçirdiğimiz iki gün hayatımın en güzel günleriydi. O kadar çok şeyden bahsettik ki birbirimiz hakkında, sanki yıllardır tanışıyor gibiydik. Ve sonunda iki gün bitti, bizleri yeni giysilerimizde vitrinlerimize geri taşıdılar. Yine 3 ay sürecek bir ayrılık başlamıştı ama bu kez onun da beni sevdiğini, uzaktan da olsa ayn duygularla bana baktığını biliyordum. Sadece bu mutluluk bile bana yetiyordu. Böylece zaman geçmeye başladı. Sezon başlarında, giysi değişimi için bir araya geldiğimizde artık diğer arkadaşlara nerdeyse hiç zaman ayırmıyor, iki günün tamamını Akile ile geçiriyordum. Onunla uzun uzun sohbetler ediyor, geleceğe dair hayaller kuruyordu.
Şahap, dedi bir gün, hiç seninle aynı vitrine gelme şansımız yok mu?
O an gözlerim buğulandı. Bu ilişkimizde, birbirimize olan aşkımız kadar bariz bir engeldi. Biz büyük ihtimalle hiçbir zaman bir araya gelemeyecek, ancak şanslıysak eskiyip işe yaramaz hale geldiğimizde aynı çöpe atılacaktık.
Çalıştığımız mağazanın konseptinin değişmesi ya da ikimizin de birlikte olabileceğimiz bir başka mağazaya satılma ihtimali kalbimize ümit veremeyecek kadar küçüktü.
3 yıl olmuştu onunla tanışalı. Artık birbirimize olan aşkımız sadece bizim mağazamızdaki mankenler arasında değil, çevremizdeki diğer mağazaların vitrin mankenleri arasında da duyulmuştu. Vitrin dünyası sizin gördüğünüzden daha küçüktür.  
Bazen bizim mağazaya yeni mankenler alınırdı. Spor vitrinine, benim yanıma bir bayan manken gelse Akile 3 gün yüzüme bakmazdı kıskançlıktan. Ama sonra affederdi beni çünkü bilirdi ondan başka kimseye bakmayacağımı. Bazen de onun bulunduğu vitrine bir erkek manken gelir, tam yanında dururdu. O zaman onu deli gibi kıskanır, öfkeden deliye dönerdim. Akile bunu hemen anlar, o tatlı, aşk dolu bakışlarıyla bana sadece beni sevdiğini hatırlatırdı.
Bunlar ufak tefek, belki de ilişkiye tat katan olumsuzluklardı ama bir şey vardı ki tahammül etmek mümkün değildi; zaman…
Birlikte geçen iki günden sonra 3 ay ayrı kalmanın acısı dayanılmazdı. 3 yıl boyunca her dakikayı hayalimde onun yanında geçirmek ama aramızda hep bir mesafe ve aşılmaz bir cam olması anlatılır birşey değildi. Sezon değişim zamanı geliyordu ve ben kesin kararlıydım.  Bu kez onunla buluştuğumuzda bir daha ayrılmayacaktım. Akile’nin vitrinine gitmenin bir yolunu mutlaka bulacaktım, her ne pahasına olursa olsun…
Günlük giyim vitrinine gelen diğer erkek mankenleri inceledim. Benden ne farkları vardı? Beni Akile’den uzak tutan tek özelliğim ellerimin yapılış biçimiydi.
Sonunda sezon sonu geldi ve bizleri yine mağaza içinde topladılar. İlk gün Akile ile uzun uzun konuştuk, hasret giderdik. Her şey çok güzeldi. İkinci gün üzerinden giysileri çıkarılan mankenleri yeniden giydirmeye başlamışlardı. Zamanım daralmıştı. Kafamda bir planım vardı ve şimdi o planı uygulama zamanıydı. Bir an dalıp gitmişim, Akile’nin sesiyle kendime geldim.
N’oldu Şahap? Neden susup daldın bir anda? Canını sıkan ne?
Ona bakıp gülümsedim:
Yok bir şey aşkım, sen yanımdayken benim canımı ne sıkabilir ki?
O anda planımı uygulamanın zamanı gelmişti. Olduğum yerde tüm gücümle sallanmaya başladım. Amacım yüz üstü yere düşmekti. İnanın siz insanlar bunun bir vitrin mankeni için ne kadar zor bir hareket olduğunu bilemezsiniz. Ne yaptığımı anlamayan Akile, önce hareketime fark etmedi. Sallandığımın farkına vardığında ise daha ne oluyor demeye kalmadan ben büyük bir gürültüyle yere düştüm.
O an yaşadığım acıyı tarif etmem mümkün değil. Acıdan gözlerim karardı, hiçbir şeyi görmez oldum, sadece Akile’nin yüzünü vardı gözlerimin önünde. Bir de çığlığını duydum. Çok korkmuştu.
Şahap düştü, yardım edin, lütfen kaldırın onu yerden diyordu.,
Biraz sonra mağazanın vitrin tasarımcısı yanıma gelip beni kaldırdı. Şöyle bir baktı ve gözleri ellerime takıldı. Artık ellerim yoktu. İstediğimi başarmış, iki elimi de bilekten kırmıştım. Onlar benim Akile’nin yanında olmama tek engeldi ve ben o engeli kırıp attım. Diğer tasarımcı da yanımıza geldi.
Ne oldu, neden düştü acaba?
Bilmiyorum ama eli kırılmış bu mankenin. Artık spor vitrininde kullanamayız. Bileklerdeki kırık kısımları düzleştirip diğer vitrine koyalım.
Bu duyduklarım bana ellerimin acısını unutturdu. İşte amacıma ulaşmıştım, artık Akile’nin yanında olacaktım. Akile’ye baktım, ne yaptığımı anlamıştı ve içinden hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
O gün bana da günlük giyim vitrinine uygun giysiler giydirdiler ve Akile’nin yanına yerleştirdiler. Bundan sonra vitrin mankenliği yaptığım sürece Akile ile birlikteydik. Bu mutluluk elsiz bir manken olmanın eksikliğini hiç hatırlatmadı bana.
0 notes
ff-oykucusu-blog · 14 years ago
Text
Shut'ın Gemisi
Tumblr media
*Dikkat! Bu hikayede sanal reklam uygulaması vardır.
Türk Telekom'da memur olan Shut The Fuck Up, bir gün iş arkadaşı Mustafa’nın kendisine yaptığı hafta sonu balığa çıkma teklifini kabul eder. İki arkadaş bir tekne kiralayıp pazar sabahı denize açılır. Çok keyifli geçen bir günün ardından bunu sürekli yapalım. Sürekli tekne kiralamak yerine kendi teknemiz olsun derler.
Shut kendisi için 2 kişilik küçük bir tekne yapmaya karar verir. Teknenin planını çizer, gerekli malzemeleri evinin bahçesine koyar. Aynı gece Shut rüyasında evinin önündeki yolda yürümektedir. Siyah bir Peugeot 508 Shut’ın önünde durur, içinden takım elbiseli bir adam çıkar ve Shut'a “o tekneyi büyük yap der”. Ne kadar büyük diye sorunca yapabildiğin kadar büyük der adam.
Alabildiğin kadar çok malzeme ile ayırabildiğin kadar zaman ayırarak en büyük tekneyi yap.
Sonra da arabasına binip uzaklaşır. Sabah uyanan Shut bütün gün bu rüyayı düşünür. Arkadaşı Mustafa'ya anlatır. Mustafa der ki rüyandaki adam lüks bir4 arabaya binen, iyi giyimli bir adam olduğuna göre sana zengin olmanın yolunu göstermiş demektir. O adamın dediklerini yapmalısınız bence. Bunun üzerine Shut tüm parasıyla yeniden malzeme alır. İşinden istifa eder. Küçük tekne için yaptığı planı büyütüp teknenin inşaatına başlar. Günler geceler boyunca durmadan çalışır, 3 hafta sonunda bahçeyi boydan boya kaplayan kocaman bir gemi ortaya çıkar. Geminin yapımı bittiği gece Shut rüyasında yine aynı adamı görür. Shut adama yaptığı kocaman gemiyi gösterir ve işte der, söylediğin gibi tüm paramı ve vaktimi harcayıp senin söylediğin gibi bu gemiyi yaptım. Şimdi bu gemiyi satacak mıyım? Üstelik bu gemiyi bahçeden çıkaramıyorum. Lütfen ne yapmam gerektiğini söyle bana.  Zaten bu gemiyi bahçeden çıkarmana gerek yok.  Onu satmayacaksın da. Şimdi yapman gereken geminin içine her hayvandan birer çift koymak… Shut afallar.
İyi de ben şehrin ortasında hayvanı nereden bulayım?
Yakındaki hayvanat bahçesinden çal. Bu gece gidip bütün kafesleri aç, hayvanlar kendiliğinden sana gelecekler. Uykudan uyanan Shut hala gece olduğunu fark eder. Yatağından kalkar ve şehrin hayvanat bahçesine doğru yola çıkar. Bir saat sonra kafeslerin yanına vardığında etrafına bakar, kimse yoktur. Tüm kafeslerin kilitlerini kesip hayvanları serbest bırakır. Kafesinden çıkan hayvanlar Shut'ın geldiği yöne doğru koşmaya başlarlar. Son kafesi de açınca tekrar arabasına atlayıp evine döner. Eve ulaştığında gözlerine inanamaz. Hayvanat bahçesinden saldığı tüm hayvanlar evinin bahçesine toplanmış sırayla gemiye binmektedir. Hava aydınlanmadan hepsi gemideki yerlerini alırlar. Shut geminin içine girer ve gördüğü karşısında şaşkına döner. Aklına gelen hemen her hayvan çiftler halinde gemiye toplanmıştır. O sırada gök gürler ve yağmur yağmaya başlar. Eve gitmek için geminin dışına çıkar ama yağmur o kadar şiddetlidir ki eve girene kadar ıslanmamak için geminin içinde kalır. Hayvanlardan geriye kalan ufak bir köşeye kıvrılıp uyur. Sabah uyanıp güverteye çıktığında gördüğü manzara korkunçtur. Gözünün alabildiği her yer su dolmuştur. Yaptığı gemi de bu suda yüzmektedir. Şehrin en yüksek binasının çatısı su seviyesindedir.
Shut şimdi, bildiği dünyadan çok farklı bir dünyada, bu hayvanlarla tek başına kaldığını fark etmiştir. Bazı hayvanlar da güverteye çıkmaya başlar. Geminin en uç noktasında bir çift goril yan yana otururken birden gemi sallanır ve erkek goril suya düşüp boğulur. Artık dişi goril tek kalmıştır. Shut bu duruma çok üzülse de yapacak bir şey yoktur. Gemi ve içindekiler 3 gün kadar sürüklendikten sonra bir adaya ulaşır. Bu ada aslında yüksek bir dağın tepesidir. Gemi adanın kıyısına oturunca tüm hayvanlar gemiden iner ve adaya dağılırlar. Sadece dişi goril gemide kalmıştır ve o da sürekli eşinin denize düştüğü tarafa bakmaktadır. Onun bu haline çok üzülen Shut elinden tutup kıyıya götürür. Ağaçlardan meyve toplayıp gorili besler. Sonra ağaç dalları ve yapraklardan kendine bir kulübe yapar. Diğer hayvanlar da adanın çeşitli yerlerinde kendilerine uygun yuvalar bulmuştur ama goril Shut'ın kulübesinin yanından ayrılmaz. Gece yağmur yağmaya başlayınca Shut gorilin yağmurda ıslanmasına dayanamayıp kulübeye alır. Kendisi yere serdiği geniş yaprakların üzerinde yatmaktadır. Altındaki yaprakların bir kısmını gorile verir. İkisi birlikte uyurlar. Shut sabah uyandığında başının yanında bir sürü meyve görür. Dişi goril erkenden kalkıp Shut için meyve toplamıştır. Shut, gorile yaptığı iyiliğin karşılığını bu şekilde aldığı için mutludur. Gorilin ağaçlardan topladığı meyvelerle rahatça karnını doyurmaktadır. Adaya çıktıktan 3 gün sonra Shut başka bir gemi görme umuduyla denize bakarken arkasından bir ses duyar.  Heeey! Merhaba! Shut arkasına dönüp şaşkınlıkla bakar. Adanın içlerinden bir kadın kendisine doğru koşmaktadır. Biraz sonra kadın Shut'ın yanına varır ve sımsıkı sarılır.
Merhaba, ben Aslı…
Ben de Shut…
İkisi de 3 günden beri ilk kez insan görmektedir. Birbirlerine başlarından geçenleri anlatıp birileri onları bulana kadar Shut'ın kulübesinde birlikte yaşamaya karar verirler. Akşam olunca Shut, Aslı ve goril birlikte kulübeye girerler. Üçü için de yere ayrı ayrı yapraklar serilidir. Goril her zamankinden daha huzursuz görünür ama Shut buna bir anlam veremez. Yattıktan sonra Aslı Shut'a doğru yaklaşır ve sarılıp uyur. Sabah gün ışığıyla uyanan Shut Aslı ile kendisini sarmaş dolaş bulur. Kafasını kaldırıp gorile bakar. Her zaman erkenden kalkıp Shut için topladığı meyvelerin olması gereken yerde bu sabah hiçbir şey yoktur. Shut kalkıp üçü için meyve toplar. Geri döndüğünde goril yoktur. Akşama kadar da ortalıkta görünmez.
Shut ve Aslı akşama kadar deniz kıyısında dolaşır sohbet eder, eski yaşamlarını birbirlerine anlatırlar. Shut Aslı'dan çok hoşlanır ve duygularının karşılıksız olmadığı da bellidir. Hava kararırken Shut, haydi kulübeye dönelim der. O sırada Aslı onun dudaklarına küçük bir öpücük kondurur. Kulübede akşam yemeğini yedikten sonra taze sevgililer birbirlerine sarılıp sohbet ederken dişi goril normalde yapmadığı kadar çok gürültü yapmaya başlar. Huzursuzca oradan oraya dolanmaktadır. Shut hem gorilin hareketlerinden rahatsız olduğu için hem de Aslı'nın hareketlerindeki samimiyet oldukça ilerlediği için gorili kulübeden çıkarır, kapıyı da kapatır. İkisi baş başa kalınca artık onları durduran hiçbir şey yoktur. Adada ve hatta belki de dünyada yaşayan son iki insan olduklarını düşünüp normalden daha ateşli sevişmeye başlarlar.  Bu arada ne hayvanlar ne de insanlar dünyasına ait olmayan bir sevgiyle Shut'ı seven fakat bu gece kulübeden dışarı atılmanın şokunu yaşayan goril sabaha kadar çiftin aşk seslerini dinler. Sabah olunca kulübeden çıkıp gorili arayan Shut, bulamayınca biraz meyve toplayıp Aslı'yla kahvaltısını yapar. Goril ortalıkta olmadığından rahattırlar. Kahvaltıdan sonra biraz daha sevişirler. Aslı, Şebnem Ferah'ın Günaydın Sevgilim şarkısını mırıldanır ara sıra. Bu Shut’ın en sevdiği şarkıdır çünkü hayatında ilk kez gerçekten sevdiği bir kadını anımsatmaktadır
Öğleden sonra da ortalıkta görünmeyince Shut gorili çok merak eder. Akşam olduğunda çok üzgündür, hiç konuşmaz. Aslı Shut'ı biraz olsun rahatlatmak, aklını gorilden uzaklaştırmak için masaj yapıp öpmeye başlar. Üstelik yanında kendisi gibi güzel bir kadın varken, gorili düşünmesine bir türlü anlam veremez ama Shut'ı üzmemek adına bu konuyu açmaz. O gece de birlikte olurlar ama ilk geceki gibi heyecanlı değildir. Ertesi gün erkenden uyanan Shut yataktan kalkar. Aslı nereye gidiyorsun diye sorunca gorili bulmak için adanın iç kısımlarına gidiyorum der.  Peki, ama geç kalma, seni çok özlüyorum. Merak etme bulur bulmaz gelirim.  Shut çıkıp gider. Ağaçların arasından adanın içine doğru kaybolurken Aslı arkasından endişeyle bakar. Shut bütün gün gorili arar fakat bulamaz. Hava kararmak üzereyken geri döner. Aynı zamanda Aslı'yı da merak etmiştir. Kulübeye girdiğinde adeta şok olur. Aslı, kulübenin ortasında kanlar içinde yatmakta, goril ise köşede öfkeyle ona bakmaktadır. Hemen Aslı'nın nabzını kontrol eden Shut çoktan öldüğünü fark eder. Gördükleri karşısında yıkılan Shut yaptığı hatayı anladığında artık her şey için geç kalmıştır. Goril elinde büyük bir taş parçasıyla ona doğru yürür. Bu adadaki tek arkadaşını böyle kaybetmenin şaşkınlığıyla ifadesiz gözlerle gorile bakan Shut eğilip Aslı'nın soğuk ve kanlı dudaklarına son bir öpücük koyar. O anda havada bir vızıltı duyar. Hissettiği son şey ise basının arkasında ani bir sızı olur.
0 notes
ff-oykucusu-blog · 14 years ago
Text
Suphi Kuşunun Hikayesi
Tumblr media
Suphi kuşunun hikayesi, bir gün yuvasına döndüğünde kendi yaptığı yuvanın birileri tarafından bozulmuş olduğunu görmesiyle başlar. O sırada gökyüzünde bulutlar birikmiş, yağmur başlamak üzeredir. Yuvayı yeniden yapmak için zamanı yoktur ve yağmurdan korunmak için sığınacak bir yer aramaya başlar.
Ağaç dalları arasında uçarken boş bir yuvaya rastlar. Belli ki yeni yapılmış, sapasağlam bir yuvadır bu. Sahibi gelirse gider başka bir yer bulurum diye düşünüp yuvaya girer. Biraz sonra da yağmur başlar. Suphi bir yandan yağmuru izleyip bir yandan da yuvanin sahibi gelir mi acaba diye beklerken uykuya dalar. Suphi dünyaya gözlerini ilk kez açtığı, ilk kez kanat çırptığı yuvasındadır. Kardeşleri ile birlikte annesinin yemek getirmesini beklemektedirler. Biraz sonra yuvanın üzerine doğru bir kuşun gölgesi düşer. Annelerinin geldiğini düşünen Suphi ve kardeşleri heyecanla cıvıldarken birden gelenin yabancı bir kuş olduğunu fark ederler. Suphi'nin kardeşleri bir anda havalanıp uçarlar ama Suphi uçamaz, kanatları çok ağırdır. Yabancı kuş yuvanın üzerine konup Suphi'ye bağırmaya başlar ve dünya bulanıklaşır. Suphi uyandığında gördüğünün rüya olduğunu anlar ancak yuvanın üzerine konup Suphi'ye bağırmaya devam eden kuş gerçektir. Suphi kısa sürede gerçeği kavrar; yuvanın gerçek sahibiyle karşı karşıyadır. Oldukça iri olan ev sahibinin sivri ve uzun gagası da bulutların arasından sıyrılan güneşin ışığında hançer gibi parlamaktadır. Kısa hayatında beklenmedik bir sona yaklaştığını düşünen Suphi, korkuyla ev sahibinin öldürücü darbesini bekler. Öfkeli ve aç görünen ev sahibi tam Suphi'ye doğru bir hamle yapacakken büyük bir patlama sesi duyulur. Korkudan gözlerini kapatan Suphi yeniden açtığında büyük kuşun yerinde bir damla kan birkaç da tüy kaldığını görür. Büyük avcı tam Suphi'yi kahvaltıya çevirecekken daha büyük bir avcıya av olmuştur.
Bir kaç dakika daha yuvada bekleyen Suphi, sonra yuvadan uçar gider. Ufak tefek böcekler ve yağmurun şiddetiyle dallardan düşmüş meyveleri yiyip kahvaltı yapamaz Suphi, güneş gören bir dala konup yağmur sonrası ışıltılı gökyüzünün tadını çıkarırken bir yandan da başına gelenleri düşünür. Aslında sahipsiz olduğundan emin olabileceği başka bir yuva bulsa orada güvenle yaşayabilir böylece yeniden yuva yapma zahmetinden de kurtulurdu. Suphi'ye hiç de fena bir fikir gibi gelmez. Yeni kararının verdiği rahatlıkla biraz daha güneş banyosu yapıp, boş bir yuva bulmak üzere uçmaya başlar. Önce sevdiği meyve ağaçlarının dalları arasında uçan Suphi, sonra da rahat ve geniş ağaçlarda dener şansını. Tüm gün uçup nefes nefese kalır ama boş yuva bulamaz. Bunun üzerine yemek bulma kolaylığı ve güvenlikten vazgeçip daha tenha yerlere bakmaya başlar. Akşam karanlığı çökerken de bir yuva bulur. Biraz küçük de olsa sağlam görünen yuvaya doğru uçar. Öncelikle yuvanın etrafını iyice araştırıp sahipsiz olduğundan emin olunca dar ağzından güç bela girip yerleşir. Yuvanın zemini de çok rahat değildir. Uzun zamandır boş olduğu bellidir. Suphi iyi kötü demeyip uyumaya çalışır. Sabahın ilk ışıklarıyla gözünü açan Suphi bir önceki sabahın etkisiyle irkilerek kalkar ve etrafını kontrol eder. Bu sefer yuvanın sahibi tarafından saldırıya uğramak gibi tatsız bir sürpriz yaşamayacağını anlayınca derin bir nefes alır. Tam kahvaltılık birşeyler bulmak üzere yuvadan çıkmaya hazırlanırken sırtında büyük bir ağrı duyar. Anlaşılan gece çok rahatsız uyuduğundan her tarafı tutulmuştur. En küçük harekette ayrı bir acı duymaktadır. Yuvadan zar zor çıkan Suphi ağır hareketlerle uçmaya başlar. Bu halde hiçbir böceği yakalayamayacağı kesin olduğundan doğruca meyve ağaçlarına doğru gider ve ağrı sızı içinde kahvaltısını yapar. Kahvaltıdan sonra biraz kendine gelen Suphi daha rahat edebileceği daha büyük ve yeni bir yuva aramaya çıkar.
Ağrıları hafiflese de yine de çok rahat uçamamaktadır. Bu yüzden çok seçici davranmadan ilk gördüğü boş yuvaya yaklaştı. Yuvanın etrafını incelediğinde uzun zamandır giren çıkan olmadığını anlar. Yuvanın girişi örümcek ağı bağlamış, üzerine ağaçtan yapraklar düşmüş haldedir. Hem daha fazla aramak istemediğinden hem de yuva gözüne oldukça büyük göründüğü için geceyi burada geçirmeye karar verir. Içeri girince yuvanın sağlam ve geniş olduğunu görür ve şaşırır. Böyle bi yuvanın sahipsiz olmasına anlam veremez. Geçen geceki gibi rahatsız bir uyku uyumak istemeyen Suphi biraz tüy bulmak için dışarıya çıkar. Yuvanın altında bolca tüy görür. En iyisi bu tüylerle yuvanın zeminini sağlamlaştırmak diye düşünüp ağacın altına doğru iner. Tüyleri toplarken bir tıslama duyunca kafasını çevirdiğinde kendisine doğru hamle yapan kocaman kara bir yılan görür. Can havliyle olduğu yerden sıçrayan Suphi kılpayı kendini kurtarıp yuvaya çıkar. Yerdeki tüylerin biraz ilerisinde yılanın deliğini görür. Bu yuvanın neden boş olduğu şimdi anlaşıldı deyip yuvanın içine girer. Rahat uyuyacağım diye hayatını tehlikeye atmak anlamsız gelir. Buradada geceyi geçiren Suphi sabah olunca kendine yeni bir yuva bulmak için dolaşmaya çıkar.
Hazır yuvaya yerleşmek de em az yeni yuva kurmak kadar zahmetliymiş diye düşünürken biraz ileride yeni yuva yapmaya çalışan bir dişi kuş görür. Küçücük gagasıyla kendinden çok daha uzun çöpleri toplayan kuş bunları zar zor yukarıya taşımaktadır. Yuva kurmaya çalıştığı ağaç ise çok güzel meyveleri olan, çok da güvenli görünen bir ağaçtır. Suphi sonunda ne yapması gerektiğini anlar ve dişi kuşun yanına konar. Merhaba, ben Suphi. Eğer Benim de kullanmama izi verirsen yuva kurmana yardım edebilirim. Gülümser dişi kuş. Merhaba Suphi, ben de Selin. Eğer yardım edersen tabii ki bu yuvayı seninle paylaşırım. Bunun üzerine ikisi birden yuvayı kurarlar ve akşam olunca sıcak ve rahat yuvalarında birlikte uyurlar. Suphi, iyi bir arkadaşla birlikte kendi yuvasına sahip olmanın ne kadar değerli olduğunu anlar. Bir sonraki baharda yeni yavrular için daha büyük bir yuva lazım olana kadar bu yuvada kalırlar.
Suphi'cim en yakın zamanda kendi yuvanı kurmanın dilerim.
Yalnız ismi Selin olursa kıskanırım, bro. Selin isimli sevgili güzel olur çünkü...
0 notes
ff-oykucusu-blog · 14 years ago
Text
Kayıp ruhun peşinde - Leithycat
Tumblr media
Mavi bir kelebeğin peşinde koşarken düştü, elleri ve dizleri toprağa vurunca canı yandı biraz. Pantolonunun dizi yırtıldı, avuçlarının içinde ise toprağın, otların ve küçük taşların izleri çıktı. Etrafına bakındı, kimse yoktu… Çaresiz, sessizce ayağa kalkıp ellerini sildi, buz gibiydiler. Yer ıslak mıydı? Dizlerine baktı kupkuruydular…
Henüz on ikisindeydi, bilmiyordu ölümü, o yüzden ellerinin bir ölü eli gibi soğuk olduğunu fark edemedi. Parktan koşa koşa annesinin yanına gitti, evden getirdikleri yemeklerden yedi. Dizlerindeki yırtığı gören annesi n’oldu kızım sana dedi.
      Hiç, düştüm sadece. Ellerim biraz acıdı.
      Ah minik kuşum benim, ver elini bana.
Annesinin elini tutmasıyla bırakması bir oldu. Kaşları kalktı.
      Bak üşümüşsün yine. Kaç kere söyledim kalın giyin diye. Ellerin buz gibi olmuş.
Yemekten sonra eve döndüler. Yatma vakti geldiğinde günün yorgunluğuyla gözleri çoktan kapanıyordu bile. İyi geceler anne dedi, gitti yanağından öptü, sonra odasına yürüdü. Annesinin içi buz kesmişti.
Leithycat yatağına uzandı. Bu sıcak havalarda kullandığı ince örtüyü üzerine çekti ama üşüyordu şimdi. Uyumaya çalıştı, titriyordu. Odasındaki dolapta kalın battaniyeler vardı. Her küçük çocuk gibi Leithycat de karanlıkta o dolaptan korkuyordu.  Hayal gücü o dolabın içine neler neler sığdırmıştı bugüne kadar. Bu gece ise korkmadı. Hem de hiç… Sanki korku hissi Leithy’nin içinde hiç var olmamıştı. Kalkıp kalın bir battaniye aldı. Battaniyenin altında hala üşüyordu ama günün yorgunluğuyla sonunda uykuya daldı.
Sabah annesi uyandırdığında güneş çoktan doğmuştu.
      Haydi, kalk Leithy bu sabah biraz geç uyandık. Okul servisini kaçırmak istemiyorsan acele et.
Aslında en çok istediği şey, bugün o servisi kaçırmaktı ama hızlıca kalktı, kahvaltısını yaptı,  çantasını alıp yola çıktı. Durağa geldiğinde servis in çoktan geldiğini ve onu beklediğini gördü. El sallayıp koşmaya başladı. Servis otobüsünün kapısından içeri atladığında, sınıf öğretmeninin sıcak gülümsemesiyle karşılaştı. Yüzüne bakan öğretmeninin gülümsemesi bir anda silindi.
      N’oldu Leithy, hasta mısın? Yüzün çok solgun görünüyor.
Araba hareket edince cevap vermeden boş bir koltuğa oturdu. Servise geç kalıp koştuktan sonra hep nefes nefese kalırdı ama bu sefer olmadı. Elini göğsüne koydu, en ufak bir çarpıntı yoktu. Bu gidişle maraton koşsam bile yorulmam diye düşündü. Aslında spor yapmayı hiç sevmezdi. Okula geldiler. Öğrencilerin hepsi çığlık çığlığa koşa koşa sınıflara dağılırken o sakince yürüdü. Tüm bu insanları bu kadar heyecanlandıran ne vardı ki şu okulda? Sınıfa girdiğinde her sabah yaptığı gibi en arka sıraya göz attı. Okula geçen sene gelen arkadaşı oradaydı. Her sabah onu görmek Leithycat’i heyecanlandırırdı. Peki, bugün? Heyecan yoktu. Hatta en ufak bir duygu yoktu adeta içinde. Mayısın son günleri olmasına rağmen tüm gün üşüdü okulda. Sıkıcı ve soğuk bir günün sonunda dersler bitti. Hava geç karardığı için okul çıkışlarında eve yürüyerek giderdi. Okul servisine binen arkadaşları ve öğretmenine el sallayıp okul bahçesinden çıktı. Eve doğru yürümeye başladı. Bir yere giderken acelesi olmadığında farklı sokaklardan yürümeyi severdi. Bugün yine aynısını yaptı. Şimdiye dek hiç kullanmadığı bir yola girdi. Evlerden çok, küçük küçük çok sayıda dükkanın bulunduğu sokak genellikle kalabalık olurdu. Alışveriş yapan kalabalığın arasına girmeyi sevmediğinden tercih etmemişti ama bu sefer daha sakin görünüyordu sokak. Sağlı sollu pek çok dükkan vardı ve hepsi birbirinden farklıydı. Renkli vitrinlerde sergilenen ürünler çok ilginç görünüyordu. Leithycat ise hiçbiriyle ilgilenmeden yürümeye devam etti.  Ta ki o küçük gri dükkanın önüne gelene kadar… Hızlı hızlı yürürken bir anda gözleri vitrine takıldı.  Vitrinde büyüklü küçüklü onlarca saat vardı ama ne saatlerin üzerinde bir fiyat etiketi görüyordu ne de dükkanın üzerinde bir tabela. Yalnızca her saatin altında farklı bir şehrin adı yazıyordu. Sanki o saatler satılmak için değil sadece sergilenmek içindi. Dükkanın içi de görünmüyordu çünkü vitrin saatlerin asılı durduğu gri bir duvardan oluşuyordu ve duvarın yüzeyi de çatlaklarla doluydu. Dükkanın içinden gelen tiktak sesleri sanki Leithycat’i içeriye çağırıyordu. Etrafına bakındı, kendisinden başka hiç kimse bu dükkanla ilgilenmiyordu. İnsanı içeriye çağıran tiktakları kimse duymuyor muydu? Sesler kafasının içinde gittikçe değişmeye başladı.
            Tiktak
      Leithycat
      Tiktak
      Zamana bak
      Tiktak
      Onu bulmadan
      Tiktak
      Sana yok rahat
Bu şiirsel davet muhtemelen bir yanılsamaydı ama yine de sese duyarsız kalmadı. Elini kapıya uzatınca kolayca açıldı. İçeriye birkaç adım atıp kapıyı arkasından kapattı. Sokaktan gelen ses kesilince içerideki saatlerin sesi daha ahenkli gelmeye başladı. Dükkan uzun ve ince bir koridor şeklindeydi. İki tarafındaki duvarlarda yüzlerce saat, farklı farklı zamanları gösteriyordu. Vitrindeki gibi bu duvar da griydi ve üzerinde çatlaklar loş ışıkta belli oluyordu. Koridorun en dibinde gri bir masa vardı. Masada yaşlı bir adam oturmuş elinde tuttuğu bir saati tamir ediyor gibi görünüyordu. Gri saçları masa ve dükkanın duvarlarıyla bütünleşmiş gibiydi. Ne vitrinden ne de başka bir yerden ışık almadığı için masanın üzerinde küçük bir lamba yanıyordu. Dükkanın tamamını aydınlatan tek ışık da buydu. Ses çıkarmamaya çalışarak yürüyüp masanın yanına kadar geldi. Merhaba küçük kız dedi adam, bakışlarını tamir ettiği saatten hiç kaldırmadan.
      Nasılsın?
      Merhaba, dedi Leithycat, nasıl olduğum konusunda bir fikrim yok. Bir şey hissetmiyorum bugün.
      Biliyorum. Neden olduğunu merak ediyor musun?
Sonunda başını önündeki saatten kaldırıp Leithycat’in yüzüne baktı.
      Hayır, merak etmiyorum. Merak duygum da uçup gitti. Ama sanırım öğrenmeliyim bunun neden olduğunu.
Dünden beri hiç kalbinin sesini duydun mu? Yorulunca kalbin çarptı mı? Hiç nefes nefese kaldın mı?
      Hayır.
      Peki, şimdi kalbini kontrol eder misin?
Elini sol göğsüne koydu. Ne kadar dikkat kesildiyse de kalbini bulamadı. Şimdi emin oldu ki kalbi atmıyordu. Öldüm mü ben diye sordu ama ne korku vardı sesinde ne de başka bir his. Bir makine kadar duygusuzdu.
      Hayır, ölmedin korkma. Ki korkmadığını da biliyorum. Sadece ruhunu kaybettin, o yüzden kalbin atmıyor. Hiçbir duygu hissetmemenin sebebi de aynı.
      Anlamadım, ruhumu mu kaybettim? Nasıl olur bu?
      Dün olanları hatırlıyor musun? Düştün. Bazen düştüğümüzde ruhumuzu kaybederiz. Bu herkesin başına gelebilir. Hoş bir durum değil tabii ama çaresi var.
      Eğer bana ruhumu bulmanın yolunu gösterirsen sevinirim. Sadece iki gün oldu ama hissizlik kötü bir durum. Eski halime dönmek istiyorum.
Yaşlı saat ustası gri duvarları gösterdi ona.
      Kayıp ruhlar zamanın çatlakları arasında kalmıştır. Sen de ruhunu zaman içinde bulabilirsin. Tek yapman gereken kendin için doğru zamanı bilmek.
      Peki, bunu nasıl yapacağım?
      Sadece kalbinin sesini dinle.
      Ama kalbim atmıyor ki, bunu sen de biliyorsun.
      Zamana kulak ver küçük kız. Her sorunun cevabı zamanda…
Leithycat dükkandaki saatlerin tiktaklarına yeniden dikkat kesildi. Bütün dükkanı dolduran ahenkli tiktakların arasından bir ses dikkatini çekti. Kalp atışına benzeyen bir sesti bu.
      Tiktak tiktak
      Gel bana
      Tiktak tiktak
      Kulak ver zamana
      Tiktak tiktak
      Başkasına değil
      Tiktak tiktak
      Güven sen zamana
Leithycat, kalp atışı şeklindeki saatin sesini takip edebiliyordu. Sol taraftaki duvardan geliyordu. Yavaşça ilerledi. Birkaç adım sonra tam karşısındaydı. Yüzlerce saatin arasından bunun sesini o kadar rahat ayırabiliyordu ki… Bu saatin arkasında da duvarda pek çok çatlak vardı. Saatin kadranında mavi bir kelebek ve “L” harfini görünce bu saatin doğru saat olduğundan emin oldu. Mavi kelebek de kesinlikle dün parkta kovaladığı kelebekti. Onu kovalarken düşüp ruhunu kaybetmişti. Saate elini uzattı. Yaklaştıkça kalp sesine benzeyen tiktaklar daha da güçlendi. Tam dokunduğu anda da elinde kalp atışlarını hissetmeye başladı.
Duvardaki çatlaklardan masmavi bir ışık parladı. Çatlaklar canlı damarlar gibiydi. Genişlediler, her yer ışıkla kaplandı ve Leithycat kendini iki gün önce gittiği parkta buldu. Biraz ileride de mavi kelebek uçuyordu. Yakalamak için kelebeğin peşinden koştu. Bir o yana bir bu yana koşuyordu. Kelebek bir çiçeğe konup biraz bekliyor, tam Leithycat yakalayacağı anda uçup biraz ilerideki başka bir çiçeğe konuyordu.
Leithycat koşmaktan nefes nefese kalmıştı. Kalbi deli gibi atıyordu. Bunu fark etmesiyle ruhunu burada bulduğunu anladı. Göğsüne dokunmasını bile gerek kalmadan kalbinin sesini duyabiliyordu. O sırada mavi kelebek gelip koluna kondu. Yakından bakınca ne kadar güzel olduğunu fark etti. Mavi kanatları üzerinde birbirinden güzel desenler vardı. Kelebek ışıldamaya başladı. Saçtığı ışık gittikçe parlıyordu ve Leithycat de gözlerini ondan ayıramıyordu. Sanki hipnotize olmuş gibiydi. Mavi ışık gittikçe parladı, parladı, sonunda hiçbir şey göremedi. Ve birden söndü. Yeniden karanlıktaydı. Gözleri karanlığa alışınca saat dükkanında olduğunu anladı. Şimdi karşısındaki saatten kalp sesi benzeri sesi duymuyordu. Sadece hoş bir mırıltı şeklinde tiktaklar vardı. Yaşlı saat ustasına baktı, hala çalışıyordu. Bir an kafasını kaldırıp Leithycat’e gülümsedi, sonra içine döndü tekrar.
Şimdi içinde onlarca farklı duygu vardı. Hızlı adımlarla kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtı, tam çıkacakken arkasına baktı. Yaşlı adam onunla hiç ilgilenmiyor, çalışmasına devam ediyordu. Bir şe demeden çıktı sokağa. Hava iyice kararmıştı, sokak çok tenhaydı. Önce korktu sonra da korku hissini yeniden yaşayabildiğini fark edip gülümsedi.
Geçen iki gün kendisi için sıra dışı bir deneyim olmuştu. İçinde karmakarışık duygularla evine doğru yola koyuldu.
Bir gün düşüp ruhunu kaybedersen eğer, düşmeden önce neyi kovaladığını hatırla
0 notes
ff-oykucusu-blog · 14 years ago
Text
elma şekeriyle uçan kız
Tumblr media
Eda'nın hikayesi
#ff_öykücüsü ilk öyküsünü edaozkayalar için yazdı. Umarım beğenirsiniz. Uçan balon yerine elma şekerine tutunup uçan, küçük bir kızın öyküsü...
Bir bayram günü ya da bir panayır yeriydi. Kocaman bir sepete dizilmiş onlarcasının arasından en parlak ve şekeri en bol olanı seçti çocuk gözleri. Eda küçücük eliyle elma şekerine uzanırken, babası da parasını verdi. Şekerin üzerindeki poşeti açtı. Üzerindeki şeker kaplaması ışıl ışıl, iştah açıcıydı. Ama o şekeri yemeye kıyamadı. Öyle güzeldi ki…
Baktı, baktı, sonra garip bir şey oldu. Elma şekeri sanki kırmızı bir balon gibi uçup gökyüzüne yükselmeye başladı. Eda şekerin çubuğunu bırakmadığı için elma şekeriyle birlikte yerden uzaklaşırken annesini, babasını ve küçük kız kardeşini aşağıda bıraktı. Bir an için korktu, bağırmak istedi ama aşağıda öylesine büyük bir gürültü ve eğlence vardı ki onu duymayacaklarını düşündü. Hem zaten yanlarından uçup gittiğinin bile farkında değillerdi.
Uçtu, uçtu, uçtu… Hiç bilmediği şehirlerin, uçsuz bucaksız ovaların, yemyeşil ormanlar ve ince derelerin üzerinde uçtu. Yüksek tepeleri aştı, gökyüzünde bir o buluta bir bu buluta sataştı.
Günlerce elma şekeriyle gökyüzünde gezdikten sonra bir gün kara bir bulut ona yaklaştı. Kara bulut öylesine büyüktü ki daha Eda ne olduğunu anlayamadan üzerini kapladı. Kaçmak istediyse de kaçamadı. Bulut Eda’nın üzerine gelip yağmur yağdırmaya başladı. Eda ıslandı, üşüdü… Daha da kötüsü elma şekerinin üzerindeki şekerler erimeye başladı. Şekerler akınca elma ortaya çıktı. Ne yazık ki şekerle kaplıyken göründüğü kadar kırmızı değildi aslında. Bazı yerleri morarmış, çürümüştü. Şeker olmadan elma kötü göründüğü gibi şimdi de sürekli alçalıyordu. Anlaşılan uçmasını sağlayan şekerdi. Şeker akıp gittikçe uçma yetisini de kaybediyordu. Alçaldıkça alçaldı… Gökyüzünden uzaklaştı, yeryüzüne yaklaştı. Artık uçamayacağım diye üzülüyordu Eda. Öyle ya elma şekeriyle ne de güzel uçuyordu. Şimdi ise tekrar yeryüzüne inme zamanı gelmişti. Eda bunları düşünüp üzülürken bir şeyi fark etti.
İyice alçalıp, elma şekerindeki tüm şekeri eriten kara buluttan uzaklaşmıştı ve kara bulutun ötesini de görebiliyordu. Şimdi bulunduğu yerin biraz uzağında yine beyaz bulutlar olduğunu fark etti. Kara buluta çok yakınken göremediği beyaz bulutlara aslında o kadar da uzak değildi. “Keşke, dedi, bu elma yeniden şekerle kaplansa, şu beyaz bulutların altında yeniden uçabilsem”…
Beyaz bulutları ve uçmayı düşünürken daha fazla alçalmadığını gördü. Yerdeki yolların, binaların yakınlaşması durdu. Kafasını kaldırıp elmaya baktığında gördükleri onu iyice şaşırttı çünkü elma biraz önceki haline göre daha kırmızıydı. Üzeri gittikçe daha parlak bir hal alıyordu. Bir anda bir umut kapladı içini, gülümsedi. Eda’nın gülümsemesiyle elmanın üzerinde kalın bir şeker tabakası belirdi. Acaba yanlış mı görüyordu? Eda gülümsedikçe solgun renkli çürük elma, kıpkırmızı ve tatlı bir elma şekerine dönüşüyor, elma şekerini daha güzel hayal ettikçe daha da yükseliyordu.
Hem beyaz bulutlara doğru uçup, kara bulutun altından çıktığı için artık yağmur da yağmıyordu. Eda’nın içini bir mutluluk dalgası kapladı. Mutlu oldukça da daha hızlı yükseldi.
Eda sonunda elmanın sırrını kavramıştı. Güzel hayaller kurdukça ve gülümsedikçe daha da tatlıydı elma… Ve üzerine gelen her kara bulutta yağmur yağması kaçınılmazdı. Ancak biraz alçalıp etrafına bakınca beyaz bulutları fark etmek ve yeniden yükselmek o kadar da zor değildi.
Hayatta her kara bulutun ardındaki beyaz bulutları, yere düşmeden fark edebilmen dileğiyle…
#ff_öykücüsü
1 note · View note