Photo

Türkiye Gezi İçin 1 Gün 3 Öneri
Deniz, göl ya da şelale… Günübirlik kaçışlarla kendinizi şehirden çok uzaklarda hissedebileceğiniz sonbahara özgü üç özel öneri.
Vahşi Doğa:
Sünnetgöl
Bolu’nun en güzel göllerinden biri olan Sünnetgöl, sizi sonbaharın büyüleyici renkleriyle tanıştıracak.
Vahşi görünümlü bir vadinin heyelan sonucu tıkanmasıyla oluşan 820 metre rakımlı göl, amatör balıkçı ve piknikçilerin gözdesi. Etrafında da sayısız yürüyüş-bisiklet yolu var.
Orman Ve Deniz: Kerpe İzmit’e bağlı Kerpe, çam ormanlarına yaslanmış küçük bir sahil köyü. Sahilin sağ ucundaki burnun arkasında bulunan heykel kayalar ve mağaralar gibi etkileyici oluşumlar yörenin cazibe alanları arasında. Denizle ormanı birleştiren yürüyüş parkurları ve sahildeki balık lokantaları sonbaharda çok keyifli.
Sakli Şelale: Güzeldere Düzce’nin yaylalar ve göllerle bezeli ilçesi Gölyaka’nın doğa hâzinelerinden biri de Güzeldere Şelalesi. Kuş cenneti Efteni Gölü’nün kıyısından, Güzeldere tabelalarını izleyerek ulaşılan şelalenin çevresi, anıt ağaçlarla kaplı bir botanik müzesi gibi.
Sık orman dokusuyla kaplı dar bir vadinin içinde kademeli olarak akan şelalenin yüksekliği, 135 metreyi buluyor.
Nasıl Gidilir?
Kerpe İstanbul’a iki saat mesafedeki Kerpe’ye Kandıra üzerinden 10 kilometrelik bir yolla ulaşılabilir. İstanbul ve İzmit’ten Kerpe’ye otobüs seferleri var.
Güzeldere Hendek ya da Düzce çıkısında TEM’den ayrılarak önce Gölyaka’ya, oradan levhaları takip ederek şelaleye ulaşılabilir.
Sünnetgöl İstanbul yönünden Akyazı istikametine ayrılıp Nallıhan – Göynük yolundan Sünnetgöl’e varılıyor. Göynük ve Mudurnu üzerinden minibüslerle de ulaşılabilir.
0 notes
Photo

Kadinlar Sokaği ve Sanatçıların Tasviri
Marmaris’te Böyle Bir Sokak Mi Varmiş?
Bunu söyleyen doğma büyüme Marmarisli idi. Ama yaşı belki de çok kez gelip geçtiği bu sokağın ismini öğrenmesi için gençti. Ancak duyunca, sorulunca öğrenilecek bu gerçek aslında şehrimizle ne kadar ilgili olduğumuzu da gösteriyor.
Kadınların, İskele meydanından başlayan üç sokağın kesişerek Çeşme Meydam’nda birleştiği çarşıya girip alışveriş yapmaları ayıptı. Alışverişleri erkekler ya da evin çocukları yapardı.Mahallenin gençlerini göndermekte adettendi. Peki kadınlar gidecekleri yere nasıl giderlerdi? Kadınların ev gezmelerinin günlük yaşamın önemli bir bölümünü oluşturduğu Marmaris’te kadınlar hiç çarşıya girmeden de gidecekleri yere ulaşmak için bir yolu sıkça kullanırlardı. Kısa yalıdan, Tepe’den gelen kadınlar, Eski caminin yanından, şimdiki Kamil Okan’ın manav dükkanının önünden geçer, Sofra isimli restorana gelmeden dar bir sokağa dönerlerdi. Bu küçük sokak şimdi Mode Bravo isimli mağazanın yanından ana sokağa çıkardı. Buradan da postane sokağına, Yeni yol caddesine, Taşlığa giden pek çok sokağa dağılırdı. Zaten Marmaris’in tüm yerleşimi de bu alanlar içindeydi. Sofra’nın önünden yukarı devam edince de İrimiçi ‘ne girerdiniz.
Bu sokakların ve pek çok yerin ismini neden değiştirip kuru ve samimiyetsiz numaralandırılmalarını da hala anlayabilmiş değiliz doğrusu.
Eski yerlerin, noktaların tahribi, kaybolmasıyla-denizcilerin deyimiyle Kertezler (ketrez) de mi kayboldu? Ne dersiniz?
Sanatçılardan İpuçları…
Açılan sergilerle adeta bir sanat şehrine dönüştü İstanbul. Etkinliklerin hepsine yetişmek mümkün değil.. Önemli sergileri sanatçıların uyarıları eşliğinde gezmek isterseniz, harfleri izleyin yeter!
“Ben Sanati Seçtim”
Alman sanatçı Joseph Beuys’a sorarlar: “Politik eylem için hangi araçlar seçilebilir?” “Ben sanatı seçtim” der kendisi. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki (SSM) ‘Joseph Beuys ve Öğrencileri – Deutsche Bank Koleksiyonu’ndan Seçmeler’ başlıklı sergi; anlatıyor aslında pek çok şeyi. Bunun için üşenmeden panoları bir bir okumalısınız.
Sergide, Beuys’a öğrencilerinden Peter Angermann, Lothar Baumgarten, Walter Dahn, Felix Droese, imi Giese, imi Knoebel, Katharina Sieverding ve Norbert Tadeusz eşlik ediyor. Sergi için son tarih 1 Kasım.
“Bu Bir Retrospektif Değil!”
Sarkis’in 50 yıllık sanat hayatını içerse de bir retrospektif değil ‘Site’. Öyle diyenlere çok kızıyor sanatçı.
Küratörlüğünü İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu’nun üstlendiği serginin alamet-i farikasına gelince: Bitmemişlikte direnen, ucu açık ve çok katmanlı malzeme… Ve Sarkis’in hep yenilenen yerleştirmeleri, yıllardır biriktirdiği ve yaşattığı eserleri, giysileri, heykelleri, vitrayları ve neonları… Sanatçının sürekli yenileyeceği sergiyi gezmek için 10 Ocak’a dek İstanbul Modern’e gidebilirsiniz.
0 notes
Photo

Karadenizin Doğal Limanı Sinop
Adali Ruhu
Türkiye’nin en kuzeyindeki ince bir yanmada üzerine kurulan Sinop, zamanı telaşsızca tüketen sokakları ve neşeli insanlarıyla Karadeniz’de bir ada gibi.
Iğneada’dan Hopa’ya kadar Türkiye’nin kuzey kıyılarım adım adım gezmiş biri olarak ■H Karadeniz’de bu denli farklı bir kentle karşılaşacağımı düşünmemiştim. Samsun – Sinop yolundaki son yeşil tepeler geride kaldığında hiç bilmediğim bir adaya geldiğimi sandım. Yanılmamışım. Avrupa’nın en yaşlı ormanlarının ev sahibi Küre Dağları’nm vahşi doğasının ardında açılmamış bir istiridyeyi anımsatan Sinop’un her köşesi, sakin bir adanın huzuruyla doluydu. Onu keşfetmek için kendimi hemen sokaklara attım…
Avuç İçi Kadar Kent
İnsanın üzerindeki şehir yorgunluğunu alan bir havası var Sinop’un. Rıhtım boyu uzun bir yürüyüşe çıkıp seslere kulak verin yeter ki:
Balıkçı takalarının pat patları, kayalıkları döven dalgalar, esnaf selamlaşmaları ve bitmeyen martı çığlıkları… Zamanı telaşsızca tüketen sokak aralarında manzara farklı değil. İnsanı her daim sarıp sarmalayan rehavet duygusu hep baki. Şehrin üzerine kurulduğu minik yarımadanın kuzeyinde bulunan Boztepe’deki mahallelere ada deniyor ama Sinop’un her yeri ada gibi. Çevreye bakarak bile zamanı anlayabilirsiniz burada. Pastanelerden yayılan mis gibi nokul (yöreye özgü bir tür çörek) kokusu kahvaltı vaktini işaret eder. Otomobil seslerinin artması nasıl işe gitme saatlerini anlatıyorsa, sahil kahvehanelerinin hareketlenmesi de öğle paydosunu hatırlatır. Denizden dönen teknelerden kasa kasa balığın lokantalara taşınmasıyla akşamüstü saatleri gelmiştir artık. Mendirekteki ışık çakar gemilere selam durduğunda ise güneş denizin üzerini kızıla boyamıştır çoktan. Günbatımından önce kaleye tırmanıp Karadeniz’in sonsuzluğuna karşı seyre daldıysanız uzun uzun, akşam ziyafeti için liman çevresindeki restoranlara uzanmanın vaktidir.
Sinop’un Huzur Mekânlari
Çok değil 20 yıl önceye kadar bir sürgün yeri olarak anılan Sinop, havaalanı ve Karadeniz otoyoluyla bambaşka bir çehreye bürünüyor bugünlerde. 1990’lı yılların sonuna kadar yüz yılı aşkın süre pek çok şair, yazar ve düşünüre zindan olan Tarihi Sinop Cezaevi, bir müze ve film platosuna dönüşmüş. Artık fikirlerin tutsak edildiği bir hüzün kenti olarak anılmak istemiyor Sinop.
Hoşgörülü, rahat ve yaşama bağlı yöre insanı en çok da gençlerine güveniyor. Kentin bir eğitim, kültür ve turizm şehrine dönüşmesini gönülden destekliyorlar. Sinop Üniversitesi’nin Karadeniz’in en büyük üniversitelerinden biri haline getirilmesi projesi, kentte en çok konuşulan konular arasında.
Sinop’un dev bir üniversite kenti olmasına daha zaman var belki ama burası bir sanat şehri olmuş bile çoktan. Gençlerine sağladığı hoşgörülü ortam sayesinde sanatçı ruhları kendine çekmeyi başaran Sinop, ilkini 2006’da gerçekleştirdiği uluslararası bienalin üçüncüsünü düzenlemeye hazırlanıyor. Yöre insanı, Karadeniz’in en güzel kumsallarına ev sahipliği yaptıkları konusunda da hayli iddialı. İskandinavya fiyortlarını anımsatan kıyılarıyla Hamsilos Koyu, dalgalı deniziyle sörfçüler için eşine az rastlanır güzellikte olanaklar vaat eden ada manzaralı Akliman ve siyah kumlarıyla ünlü Karakum Plajı’yla Sinop, yaz aylarında kuzeyin Bodrum’u nicedir. Yakın çevresinde de beklenmedik zenginlikler saklı kentin. Sarıkum’un kayın ormanlarında gezinen yılkı atları ile dalgalı denize açılan pudra kıvamındaki kumullar gibi… Dilerseniz, Sarıkum Gölü’nden yaban kuşlarının havalanmasını izleyip zakkum ve zambak tarlalarının kokusunu içinize çekebilir, doğal koruma alanı seçilmiş ahşap evlerden oluşan eski köyleri ziyaret edebilirsiniz.
0 notes
Photo

Keşfedilmeyi Bekleyen Bir Yer “Langkawi”
Langkawi Adası, 10 milyon yaşındaki yağmur ormanları ile 8,000 yaşındaki mercan kayalıkları arasında yer alan, egzotik florası ve nadide yaban hayatı ile beş yıldızlı tatil ortamının entegre edebilmiş olduğu nadir yerlerden birisi.
Malezya‘nın en iyi bilinen tatil beldesi olan Langkawi, turkuaz sakin bir denizi, beyaz kumlu kumsalları, ormanlarla kaplı tepeleri, pirinç tarlaları, bozulmamış doğası ve vergisiz alışveriş fırsatı ile tam bir tatil rüyası.
Malezya’nın Kedah eyaletine bağlı olan ada, Malezya Yarımadası kuzey batı ucunda, kıyıdan 30 km açıkta, Andaman Denizi’nde yer alıyor. Hindistan cevizi ağaçları gölgesinde, tropik iklimin ve denizin kusursuz keyfinin kaygısızca çıkarılabileceği Langkawi Adaları 99 adadan oluşuyor. Langkawi Adası ise, bu adalar topluluğunun en büyüğünü oluşturuyor.
UNESCO tarafından korunan mangrov orman alanları ile doğa tüm güzelliğini sunarken, biri birinden güzel plajlarıyla da tatilcileri davet ediyor.
Pulau Langkawi, 1986 yılında gümrüksüz serbest bölge olarak ilan edilmiş. 478,5 km² yüz ölçümündeki adada 65.000 kişi yaşıyor. Küçük köyleri, pirinç tarlaları, mandaları ve doğal güzellikleri ile kırsal alanları, tam bir Malay adası görünümünde.
Langkawi Gezilecek Yerler
Underwater World, renkli deniz altı yaşamı meraklılarının ilgisini çekecektir. Dünyanın bu en büyük halka açık akvaryumunda (38 Ringit, 22TL; çocuklar 28RM,16TL), leopar köpekbalığı, dinazor balığı, penguenler, mercanlar, vatoz balıkları, deniz kaplumbağaları ve diğer egzotik deniz canlıları görülebilir. Türkiye’de görülemeyecek zenginlikte akvaryumun çıkışında da orta ölçekte bir shop bulunuyor.
The Crocodile Farm (Timsah çiftliği) timsahların nasıl yetiştirildiği öğrenilebilir.
The Snake Sanctuary (Yılan çiftliği), Malezya ve dünyanın farklı yerlerinden çok çeşitli yılan türleri görülebilir.
The Cable Car Ride (teleferik), yağmur ormanları arasında, 42 derecelik eğimle dünyanın en dik teleferik gezisini sunuyor. Langkawi Adaları’nın çarpıcı panoramik manzarasına şahit olmak için ideal. Teleferik, Mount Mat Chinchang üzerinde L şeklinde bir rota izleyerek Oriental Village’da bitiyor. Burası, başkent Kuah şehrine arabayla 30 dakika uzaklıkta yer alıyor.
Oriental Village, 50’den fazla mağazasıyla, turistik el sanatları ve hediyelik eşyaların alınabileceği bir köy olarak tasarlanmış. Aynı zamanda Malay mufağının seçkin lezzetleri de burada tadılabilir.
Langkawi Sky Bridge, Mat Chinchang Dağı’nın, deniz seviyesinden 700m yüksekliğinde bir sırta kurulmuş. Langkawi Cable Car vasıtasıyla ulaşılabilen Andaman Denizi’ne doğru inanılmaz manzara sunan köprünün 125 metrelik bölümü yaya yürünebiliyor.
Pregnant Lady Lake, Tasik Dayang Bunting olarak bilinir ve Kuah şehrinin güneyinde yer alıyor. Tepeler arasında yer alan bu muhteşem derin göl, Pulau Dayang Bunting tepeleri arasında yer alıyor. Yerel efsaneye göre, gölün suyu şifalı; çocuğu olamayan kızların bu suda yüzdüğünde çocuk sahibi olabileceklerine inanılıyor.
Langkawi Alışveriş
Langkawi bir duty-free alışveriş cenneti. Adada çok sayıda el sanatları ürünleri satan mağazalar bulunuyor. Bir tür kumaş boyama sanatı olan batik, ahşap el oyması ürünleri, seramik ürünleri, inci alınabilir.
Langkawi alışveriş merkezlerinin çoğunluğu, başkent Kuah yakınlarında yer alıyor. Jetty Point Shopping Complex ve The Saga Shopping Centre kozmetik, saat, giyim, aksesuar, sigara, likör ve daha fazlası için uygun bir alışveriş merkezleri.
Langkawi Gece Hayatı
Gündüz için sunduğu seçeneklere kıyasla Langkawi gece hayatı çok hareketli sayılmaz. Bistrolar, publar, bar, kafe, restoran ve gece kulüpleri Pantai Cenang, Pantai Tengah ve Pantai Kok çevresine deniz kıyısında sıralanmış olduğundan, keyifli geçen günün ardından romantik ve sakin bir akşam geçirme fırsatı sunuyor. Bazılarında canlı müzik sunumları yapılıyor.
The Oriental Village ve Telaga Harbour Park ise diğer popüler gece hayatının bulunabileceği yerler arasında yer alıyor.
Langkawi Konaklama
Langkawi’de temiz, ucuz otellerden, ödüllü 5 yıldızlı tatil köylerine kadar, her türlü zevke ve bütçeye uygun konaklama fırsatları sunuyor. Langkawi turu için erken rezervasyon otelleri ayarlanarak konaklama maliyetlerini azaltabilir.
Sheraton Langkawi Beach ResortPantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkawi veya Berjaya Langkawi Resort tavsiye edilir.
Cenang Beach bölgesinde sırt çantalılar için uygun dorm oda yatak fiyatları 5$’dan başlıyor. Oda fiyatları ise 10$ civarında. Gecko Guest House, Shirin Guesthouse ve Melati Tanjung Motel tercih edilebilir.
Langkawi Hava Durumu
Ekvator çizgisine yakın olan Langkawi’de tropikal iklim bulunuyor. Kuru sezon ve yağışlı sezon olmak üzere 2 mevsim egemen. Hava sıcaklığı en yüksek 33, en düşük ise 24 derece arasında seyrediyor.
Nisan-Ekim arası ise yağışlı sezon, sıcaklık 30 dereceler civarında seyreder. En çok yağış ise Ağustos ve Eylül arası görülüyor. Bu dönem hava sıcaklığı 24 derece civarında seyrediyor. Kasım-Mart ayları arasında takımadalar boyunca serin esinti var.
Langkawi her mevsim tatil yapmaya elverişli bir iklime sahip, ancak tatil için en uygun zaman Kasım-Haziran ayları arası.
Langkawi’ye Nasıl Gidilir
Andaman Denizi’nin muhteşem güzelliklerinden birisi olan Langkawi Adası’na feribotla Georgetown, Kuala Perlis, Kuala Kedah ve Satun (Tayland) yoluyla ulaşılabiliyor. Ben Satun üzerinden Langkawi’ye geçtim.
Kuala Kedah ve Kuala Perlis ile Langkawi arasında ekspres feribot (25 Ringit, 15TL) çalışıyor. Kuala Kedah- Langkawi arası feribot ile 1 saat 15 dakika, Kuala Perlis’ten ise 45’dakika sürüyor.
Georgetown, Kuala Lumpur ve Singapur vasıtasıyla gelecekler havayolunu kullanabilir. Malaysia Airlines, Kuala Lumpur-Langkawi arası her gün, Air Asia ise haftada 5 gün uçuyor.
Kuala Lumpur’dan karayolu ile Langkawi’ye ulaşılabilir. Havalimanında araba kiralayıp ada kolaylıkla gezilebilir. Malezya mükemmel karayoluna ve kurallara uyan sürücülere sahip. Trafik soldan akıyor.
0 notes
Photo

Tarih Safarisinde “Persepolis” Turu
Günümüzde gerek siyasi gerekse coğrafi olarak doğru veya dolaylı olarak bir çok çıkar çatışmasının yaşandığı bölgede yer alan İran’ın geçmişindeki tarihinden günümüze gelen meşhur tarihi ne yazık ki her ne kadar kendi içerisinde bir savaş yükümlülüğü veya bir kriz olmamasına karşı etrafındaki ülkelerin yaşadığı olağanüstü hal durumlarından dolayı turistlerin neredeyse hiç ziyaret etmemektedir. Bu yazımda sizlere Persepolisi bir gezici gözlemiyle aktararak tarihi yer hakkında bilgi vermeyi amaçlıyorum. Umut ediyoruz ve diliyoruz ki bir an önce bu kaos ortamı kısa süre içerisinde o bölgeden kalkar ve sular durulur. Böylece biz gezginler için yeniden keşiflerin yolu açılır.
İran tarihinin en görkemli dönemi hiç kuşkusuz M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış olan ünlü Pers Kralı Darius dönemidir. Batı Anadolu’dan Hindistan’a, Ön Asya’da geniş ve görkemli bir imparatorluk kurmuş olan kral Darius, birçok küçük krallıkları kendisine bağlamış, bu özelliğinden dolayı da Krallar Kralı unvanını alarak yedi düvele nam salmış. Böylesine bir görkem ve kudrete sahip bir kral olur da onun gücü ve görkemini simgeleyen büyük bir taht ya da sarayı olmaz mı? Olur elbet. Nitekim Pers Kralı Darius gücünün doruğundayken başkent Persepolis’te bugün İranlılar’ın “Taht-ı Cemşid” adını verdikleri büyük bir taht ve şanına yakışır bir saray yaptırmıştır.
İran’ın tarihi dokusuna biraz olsun tanıklık etmek gerekiyorsa yolu bu ülkeye düşenlerin ilk görmesi gereken tarihi kalıntılardan biri, hatta birincisi hiç kuşkusuz Persepolis’teki antik kalıntılarıdır. Kavurucu yaz sıcaklarında bu ülkeye gidenler bile sabahın ilk saatleri veya akşam serinliğinde ülkenin Şii merkezi sayılan Şiraz kentinden bir arabaya binip 55 kilometre kuzeye giderek antik çağdaki bu görkemli sarayın kalıntılarıyla hasret gidermelidir. Geniş Şiraz Ovası’na hâkim bir tepeye sırtını dayamış olan Persepolis’i ziyaret edenler sadece Pers kültürü ve kral Darius hakkında bilgilenmeyecek, sarayın görkemli sütunları arasında dolaşırken Makedonyalı Büyük İskender ve onun görkemli ordusunun da bıraktığı derin ve yıkıcı izleri de yakından göreceklerdir.
Darius’un Etkileyici Şehri “Persepolis”
Pers İmparatorluğu’nun başkenti olan Persepolis, M.Ö. 6. yüzyıl sonlarına doğru Pers Kralı I. Darius (Dara) tarafından kurulmuş. Bu antik kent içindeki en görkemli yapı ise tabii ki kralın sarayı olmuş. Saray taşıma toprakla yapılan, tepesi 473 metre uzunlukta, 86 metre genişlikte ve 13 metre yüksekliği olan yapay bir tepe üzerine inşa edilmiş. Sarayın bulunduğu bu taraçaya iki geniş merdivenle çıkılıyor. Merdivenlerin yan duvarları kral Darius’un rakiplerine gözdağı vermek ve gücünü göstermek için yaptırdığı devasa büyüklükteki kabartma heykellerle doldurulmuş.
Darius’tan sonra tahta çıkan diğer Pers imparatorları da bu sarayı kendilerine mekân olarak seçmiş ve her defasında biraz daha büyütüp genişletmiş. Taht salonunda, her biri 20 metre yükseklikte olan ve üzerinde 2 metre yükseklikte başlıkları olan 100 sütundan şimdilerde sadece birkaç tanesi ayakta kalabilmiş. Sütun başlıklarının çoğu insan, boğa ve at başı şeklinde yapılmış. Sarayın iki büyük sütunla tutturulan kapısının yüksekliği 11 metreyi buluyor. Kapıdaki sütunların önünde, yüzleri insan şeklinde olan iki boğa heykeli yer alıyor.
Darius’un, Mısır’ın güneyindeki granit ocaklarından (obilisk taşı) getirilen blok taşlarla yapılmış “Apadama” denilen tören salonu tamı tamına 10.000 kişi alıyormuş. Bu kadar büyük bir kapalı salon günümüzde de dahil olmak üzere başka hiçbir sarayda bulunmuyor. Hazine sarayının geniş avlusuna açılan dört büyük ahşap kapısından bazıları yok olmak üzereyken renkli ve süslü alçılarla kaplanmış. Sarayın kalıntıları üzerinde dolaşırken özellikle geçiş bölümlerinde sıra sıra dizilmiş heykel kalıntıları bozulmadan günümüze kadar gelebilmiş. Bu büyük sütun kaideler üzerinde, Perslerin sosyal yaşamını ve inançlarını yansıtan çok sayıda heykel bulunuyor. Bunlar iyilik sembolü olan yarı insan bir savaşçıyla kötülük sembolü olan bir canavarın mücadelesini anlatıyor. Bu mücadeleden her defasında zaferle çıkan ise tabii ki iyilik sembolü olan Darius oluyor.
Taht-ı Cemşid ve Nakş-ı Rüstem
Persepolis’in yakınındaki kayalık dağın yamaçlarında birbirinden 8-10 kilometre uzaklıkta, kayalar oyularak yapılan ve saray görünümlü iki kaya mezarı bulunuyor. Bizim Batı Anadolu’daki Frigya döneminden kalma yamaçlardaki büyük kayaların oyularak yapıldığı kral mezarlıklarına benzeyen bu mezarlar “Taht-ı Cemşid” ve “Nakş-ı Rüstem” olarak anılıyor. Bunlardan ilki Darius’a ait.
Eee ne oldum demek kadar ne olacağım da demek gerekiyor. Görkemli tahtlar, saraylar yaptırsanız da gün gelir devran döner birileri o sarayı altınızdan çekiverir. Tarih sayfaları bu hikâyeleri yazmakla bitiremiyor. Nitekim M.Ö. 331’de Büyük İskender Anadolu’dan başlayıp büyük doğu seferine çıktığında Orta Asya’yı da aşarak Hindistan’a kadar geçtiği tüm toprakları titretirken bu hışımdan en fazla nasibini alanlardan biri de Persler ve Darius olmuş. Büyük İskender’in sayıca daha az olmasına rağmen dahiyane bir taktikle Pers ordusunu birkaç saat içinde bozguna uğratıp, Darius’u ortadan kaldırmasıyla birlikte saraya girdiğinde büyük bir şok yaşadığı söylenir.
Gözünün gördüklerinin o güne dek hayal ettikleriyle dahi boy ölçüşemeyecek kadar güzel olduğunu fark ettiğinde, tedirgin olmaya başladı. Burnuna gelen kokuların, dokunduğu çiçeklerin, eğilip pınarlardan içtiği şarapların, ağaçların altında sere serpe yatan hurilerin ve gözünün gördüğü ne varsa hepsinin ilahi bir mükemmellikte olduğunu görünce “Cennet artık benim oldu” dediği söylene gelir. Ne var ki Hint Seferi’nden dönerken Persli bir kadınla ateşli geceler yaşadıktan sonra başına gelen zehirlenme faciasından sonra askerlerine biraz kıskançlıktan dolayı tarihteki bu en görkemli sarayı yağmalattığı ve sonunda da yakıp yıktırdığı biliniyor. Bu yağmalamanın asıl nedeninin Perslerin, İskender’inkilerden daha güzel bir kenti olmasından kaynaklandığını söyleyen tarihçilerin sayısı da hayli fazla.
Persepolis’in yakın tarihteki siyasi çalkantıyla bağlantısına gelince: Ekim 1971’de, Pers Kraliyeti’nin kuruluşunun 2500. yıldönümü kutlamaları sırasında kendini adeta Krallar Kralı Darius ilan eden Şah Rıza Pehlevi’nin tüm dünyada büyük yankı uyandıran görkemli kutlamaları ve tüm ülkelerden davet edilen kral, devlet başkanları, prens ve prensesler ile dünya jet sosyetesine yapılan 100 milyon dolar bütçeli ikramların İran halkının üzerinde büyük bir tepkiye neden olduğu, bu durumun Pehlevi ve İran rejiminin değişikliği üzerinde ilk kıvılcımı başlattığı hâlâ söylenip durur.
Mollalar iktidara geldiklerinde Persepolis büyük bir sessizliğe gömülmüş, hatta bazı sütunların yüzleri bizzat tahrip edilmiş, gezilmesi yasaklanarak askeri bölge ilan edilmiş. Ancak son yıllarda turizmin önemini yeni yeni anlamaya başlayan İran yönetimi UNESCO ile işbirliği yapmaya razı olarak bir dizi ortak projeyle Persepolis’in korunması ve restorasyonu için çalışmalara başlamış. İran Hava Yolları’nın logosunda Persepolis’te bulunan heykellere yer verilmiş. Yine de en önemli sorun ulaşım sorunu. Şah döneminde Şiraz’dan Persepolis’e direkt otobüs kaldırılırmış. Bugün ise turistler zorlukla ve kendi olanaklarıyla ancak bu antik kente ulaşabiliyor.
#iran gezisi#iran persepolis#iran turu#İskender#Nakş-ı Rüstem#persepolis#persepolis tarihi#persepolis turu#persler#Taht-ı Cemşid
0 notes
Photo

Ünlü Makinecilerin Hayat Hikâyeleri
Bramah
Joseph Bramah İngiliz makine uzmanı ve mucidi, 1749’da Stainborough’da (Büyük Britanya) doğdu, 1814’te Londra’da öldü.
Hidrolik presi ve bira sifonunu icat etti. Bir köylü çocuğu olan Joseph bramah, çok hünerli bir makine uzmanıydı. Yaratıcı zekâsını ve üstün kabiliyetlerini bu hüneriyle birleştirerek yeni birçok yararlı âlet ve makine icat etti. Tuvaletlerin temizlenmesine yarayan bir tür musluk, adını taşıyan emniyet kilitleri, kâğıt paraları numaralayan baskı makineleri, içkili yerlerde mahzendeki içkilerin yukarıdaki tezgâha çıkmasını sağlayan basınçlı makine v.b. Fakat en önemli eserinin 1796 yılında icat ettiği hidrolik pres olduğu kabul edilir. Bu araç, meselâ madenler ve madeni levha kaplayacak eşya üzerinde çok büyük bir güçle baskı yapmaya yarar. Bununla beraber Bramah’ın, bu makinesini, çırağının teşebbüsüyle yapılmış, deriyle kaplı ayrıntılı kısımları olmasaydı, gerçekleştirmesine pek ihtimal olmadığı da söylenir.
Claude
Georges Claude, Fransız mühendisi ve sanayicisi, 1870’te Paris’te doğdu, 1960’ta Saint-Cloud’da (Fransa) öldü. Havanın, sanayide yararlanılmak üzere genişletilerek sıvı hale getirilmesini başardı.
Sıvılaştırılmış hava, pratikte ve sanayide çok çeşitli yararlanma alanları olan hârika bir üründür. Yorulmak bilmez bir araştırıcı olan Georges Claude. 1902 yılında Paris’in Bastille – Charenton tramvay hattındaki garaj hizmeti gören bir ambarda kurduğu laboratuvarda, ilk havayı sıvılaştırma işlemini gerçekleştirdi. SıVı havayı damıtarak oksijen ve azot gibi gazlar elde etti. Ayrıca; hidrojenden daha hafif olan, patlamayan, dolayısıyla balonları şişirmeye çok elverişli bir gaz olan helyum ve aydınlatmada kullanılan neon gibi çok az bulunan bazı gazları bu arada büyük atmosfer basıncı yardımıyla sentetik amonyak elde etmeyi de başardı. Solunum yaptığımız hava, Georges Claude’un sayesinde, günümüzde çok kıymetli bir ham madde haline gelmiştir.
James Dudley
İngiliz sanayicisi XVII. yüzyıl başlarında Birmingham (Büyük Britanya) yakınlarında yaşadı.
Dökme demir yapmak için ilk kok kömürünü elde etti. XVII. yüzyıla kadar dökme demir, odunla veya odun kömürüyle ısıtılmış, indirgenmiş ve eritilmiş demir maden filiziyle elde ediliyordu. Top-tüfek gibi savaş araçlarını, çeşitli malzeme ve âletleri yapabilmek için dökme demir ocakları, pek çok orman yutmuştu. ingilizler, bir gün, dökme demir ocakları için gerekli odunu bulamayacaklarını düşünerek endişeleniyorlardı. Birmingham’lı genç sanayici Dudley, odun kömürü yerine maden kömürü kullanmayı düşündü. Fakat maden kömürü topraktaki tabiî haliyle doğrudan doğruya kullanılmaya elverişli değildi. 1625 yılına doğru Dudley, bunu arıtarak kok kömürü elde etti, sonra demir filizini kok kömürü ile ısıttı ve bir miktar demir külçesi elde etti. Daha sonra Darby’ler bu usulü ele aldılar ve sanayide uygulamaya giriştiler.
0 notes
Photo

Tarihin Seyrini Değiştiren Hükümdarların Hayatları “İstanbul Fatihi”
Kuohtemok
Son Aztek imparatoru. 1497’ye doğru Mexico’da doğdu, 1525’te Tabasco’da (Meksika) öldü. İmparatorluğunu kurtarmak için korkusuzca savaştı.
Yüce Rahip Kuohtemok, amcası İmparator Kuitlahuak 1520’de ölünce, Aztek imparatorluğunun başına geçti. Yeni hükümdar, İspanyol konkistadoru Hernan Cortes’in adamlarıyla uzun süre yiğitçe savaştı, ama sonunda onların eline düştü. İspanyollar onu hapsettiler ve hâzinenin yerini öğrenebilmek için kendisini korların üzerine yatırdılar. Fakat Kuohtemok bu korkunç işkenceye katlandı. Bakanlarından biri daha aynı işkenceye maruz bırakılmıştı, ama o dayanamayıp imparatoruna yalvararak, hâzinenin yerini söylemek için kendisinden izin istemişti. Bunun üzerine Kuohtemok: “Ben sanki güller üstünde mİ yatıyorum?” Karşılığını vermişti. Hükümdar bu cesareti sâyesinde o an için ölümden kurtuldu ve yeniden tahta çıktı. Fakat kısa bir süre sonra İspanyollar, kendisini- İspanya’ya ihanetle suçlayarak idam ettiler.
Fatih Sultan Mehmet
Mehmet veya Fatih Sultan Mehmet. Yedinci OsmanlI padişahı, 1430’da Edirne’de doğdu, 1481’de İstanbul’da öldü.
İstanbul’u alarak Ortaçağ’ı sona erdirip Yeniçağ’ı açtı; iki imparatorluk, on dört devlet, iki yüz şehir fethetti. II. Mehmet iki defa tahta çıktı. Birincisinde on iki yaşındaydı ve babası sağdı. Haçlılar tehlikesi belirince, yerini babasına bıraktı. Babasının 1451’de ölümü üzerine ikinci defa tahta çıktı. İyi eğitim görmüştü, birkaç dil bilirdi. Karamanoğlu isyanını bastırdıktan sonra İstanbul’u almak için hazırlıklara başladı, bu arada Rumelihisarı’nı yaptırdı. Edirne’de, benzeri olmayan büyüklükte toplar döktürdü. 6-Nisan 1453 günü saldırıya geçti. Kuşatılan İstanbul büyük bir direniş gösteriyordu. II. Mehmet, kızaklar döşeterek, gemilerini karadan Haiiç’e indirdi. Elli üç gün süren bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453 günü İstanbul’a girerek Doğu Roma imparatorluğu’na son verdi. II. Mehmet’e «Fatih» unvanını kazandıran bu olay, Yeniçağ’ın başlangıcı oldu. Fatih’le birlikte Osmanlı devleti büyük bir imparatorluk hâline geldi.
Yavuz Sultan Selim
Yavuz Sultan Selim veya I. Selim. Dokuzuncu Osmanlı Padişahı, 1467’de Amasya’da doğdu, 1520’de Çorlu’da öldü.
Tarihin büyük cihangirlerinden, Dokuz yıllık saltanatı sırasında İran’dan Mısır’a kadar uzanan yerleri fethetti. Şehzade Selim, büyük kardeşlerini ortadan kaldırıp babası II. Bayezlt’i de zorla tahttan indirdikten sonra padişah oldu, ilk iş olarak ülkesindeki mezhep kavgasını önlemeye girişti ve bu arada İran hükümdarı Şah İsmail’in taraftarı kırk bin şiîyi öldürttü. Şiîliği yayan Şah İsmail’in ordusunu 1514’te Çaldıran’da yendi. Tebriz’i dönüşünde Diyarbakır, Van ve Bitlis’i aldı. Dulkadıroğlu devletini ortadan kaldırdı. 1516’da Mısır Kölemen Sultanının üzerine yürüdü. Mısır ordusunu Mercidabık’ta ve Gazze’de yendi. Suriye ve Filistin’i aldı. 1517‘de Mısır’ı ve Hicaz’ı fethederek, halifeliği Osmanoğullarına geçirdi, kendisi de ilk Osmanlı halifesi oldu. İstanbul’a döndükten sonra, yeni bir sefere hazırlanırken şirpençeden öldü, işini bilen ve heybetli olması yüzünden halk arasında «Yavuz» diye anılan I. Selim, bilginleri ve sanatkârları korur, kendisi de şiir yazardı.
0 notes
Text
Galatasaray Postanesi Degüstasyon Zografyan Lisesi
Artık İstiklal Caddesi’ne çıktık. Böylece Tünel- Galatasaray arasındaki bölümü de bitirmiş olduk. Bundan sonra, sağlı sollu sokaklara ve pasajlara da uğrayarak Taksim’e doğru yürüyelim. Çiçek Pasajı’ndan çılanca hemen sağ tarafta, son zamanlarda kötü bir şekilde restore edilen üç kadı bir bina bulunuyor. Birkaç yıl öncesine kadar Galatasaray Postanesi olarak hizmet veren bina PTT müzesi haline getirilecekti. Ancak restorasyonda bir takım yolsuzluk olayları ortaya atılınca bina birkaç yıl boş kaldı. Son olarak da Galatasaray Spor Kulübü’ne devredildi ve bina Galatasaray Kültür Merkezi’ne dönüştürüldü. Beyoğlu Postanesini Ermeni tüccar Theodor Sivadyan konut olarak 1875 yılında yaptırmıştı. Posta-Telgraf Nazın Hüseyin Hasip Paşa, binayı 1907 yılında satın alarak Fosta-Telgraf Merkezi haline dönüştürdü. Yapının ikinti katinda İngiliz, üçüncü katindaysa Alman Radyo Kumpanyası vardı.
Çiçek Pasajinın tam karşısında, bugün Örs İş Merkezi edan bina, yaptırdıktan okulu ilerleyen bölümde göreceğimiz ünlü Esayan Ailesi’nin konutuydu. Neo-klasik cephesiyle hemen dikkati çeken binanın alt katindaysa dönemin ünlü giyim mağazası Baker ile Kanzuk (Canzouch) Eczanesi bulunuyordu. İngiliz Kanzuk Ailesi, yüz yıl boyunca eczacılık yaptıktan sonra son eczanelerini 1931 yılında eczacı Muhiddin Hüsnü’ye satmışlardı. Muhiddin Bey de eczacı aüeye saygısından soyadını Kansuk olarak değiştirmişti. Muhiddin Kansuk’un eczanesi 1965’te kapandı. Aileyle aynı adı taşıyan pastilleriyse günümüze kadar geldi. Bir ara İngiliz Kültür Ofisi’nin (British Councü) yer tuttuğu Örs İş Merkezi’nde bugün çeşitli mağazalar ve kafeler bulunuyor.
Çiçek Pasajı’nın Taksim’e bakan yanındaysa (bugün Türk yemekleri yapan oryantal bir lokantanın olduğu yerde) önce Fransız modaevi Parret, ardından da Japon Nakamura’nın açtığı Japon Pazarı vardı. Boydan boya oyuncaklarla dolu bu dükkan, o dönemin tüm çocuklan-nm içine girmeye can attığı bir rüya alemiydi. Askerler, arabalar, gemiler, kovboy şapkaları, tabancalar, tüfekler, miğferler…
Japon Pazarı’nın yerini 1920’lerde ünlü İtalyan lokantası Degüstasyon aldı. 1919’da bir Yunanlı burada Restoran Riç (Ritch) adlı bir lokanta açmıştı. Daha sonra lokanta Kamelya Kumaş Mağazası oldu. Kumaş mağazası da kapanınca, mekan 1921’de bakkaliye olarak açıldı. Ancak sonradan Maurandi adlı bir İtalyan subayı, bir Amerikan bar ve masalarla bakkaliyesini genişleterek lokanta haline getirmiş, adım da Restoran Milano koymuştu. Maurandi, burayı 1928 yılma kadar işlettikten sonra İtalyan Morrici Kardeşlere sattı. Morricüer sayesinde Degüstasyon, 1930 ve 1940’h yıllarda İstanbul’un en iyi lokantası oldu. Özellikle spagetti ve ravyoli konusunda rakipsizdi. Garsonlar her daim Kumlardı. Altta katta üç, balkonda da bir garson çalışır, hepsi de siyah kostüm, beyaz gömlek giyer ve kravat takardı. Degüstasyon’un edebiyat tarihimizde de özel bir yeri vardı. Sait Faik, Faruk Nafiz, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Fikret Adil, Elif Naci, Yahya Kemal gibi isimler Degüstasyon’un müdavimlerindendi. Orhan Veli, meşhur “Canan ki Degüstasyon’a gelmez, fakirhaneye hiç gelmez” mısrasını oturduğu masada yazıvermiştir. 6-7 Eylül 1955’te en büyük zarar gören yerlerden birisi Degüstasyon oldu. Çığırından çıkan çapulcular buzdolaplarının balyozlarla incecik levhalar haline getirdiler. Tarihi masaları, porselen yemek takımlarım parçaladılar.
Galatasaray Lisesi’nin duvarına bitişik, sola dirsek yapan dar sokaktan (Kartal Sokak) sapıp tekrar sağa döndüğümüzde Tumacıbaşı (eski adı Su Terazisi) Sokak’a çıkıyoruz. Sokakta az ileride Zoğrafyon Rum Erkek Lisesi’ne ulaşıyoruz. Bu lise, az önce bahsettiğimiz ünlü banker Hristaki Zoğrafos’un 1892’de İstanbul Rum cemaatine bağışıdır. Binada, mimar Periklis Fotiadis’in yoğun Neo-klasisizmi gözleniyor. Sokağın bitiminde, meşhur Galatasaray Hamamı’nı görüyoruz. III. Ahmed döneminde yapılan Galatasaray Hamamı özellikle turistlerin yoğun ilgisini çekiyor. Reşad Ekrem Koçu, Galatasaray Hamamı’nın sabahçı bir hamam olduğunu, içki aleminden dönen hali vakti yerinde kişilerin burayı tercih ettiklerini yazıyor. Az ilerideki Ağa Hamamı ise Mimar Sinan’ın eseri. Hamam 1561’de Kapıağası Yakup Ağa tarafından Fenerbahçe burnundaki fenere gelir sağlamak amacıyla yaptırılmıştı. Buradan kıvrılan sokak da zaten hamamın adını alıyor.
Sokağın devamında, Yunanistan Konsolosluğunun vize bölümü (Yunan Konağı – Palais d’Ionie) ve eskiden İtalyan Kız Ortaokulu olan, Özel Galüeo Galilei İtalyan Lisesi bulunuyor. Yunanistan Konsolosluğu, Kudüs Piskoposu Kyrillos’un konağıydı. İtalyan Lisesi, İtalya’nın ulusal birliğinin sağlanmasından sonra Avusturya vatandaşlığından çıkıp İtalyan vatandaşı olmuş ünlü banker Abraham Salomon Kamondo’nun desteğiyle 1875’te yapıldı. 1974’te ilkokullarda yabana dil eğitiminin yasaklanmasının ardından sanat galerisine dönüştürüldü.
Geldiğimiz yoldan geri dönelim. Tumacıbaşı Sokak’tan ilerleyerek ve Zoğrafyon Sahaflar Pasajı’nı geçerek tekrar İstiklal Caddesi’ne çıkalım.
#Degüstasyon#İstanbul gezisi#İstanbul japon pazarı#İstanbul turu#istanbulu geziyorum gözlerim açık#istiklal caddesine giderken#japon pazarı#sahaflar pasajı#zoğrafyon sahaflar pasajı
0 notes
Photo

Bugün ki İstanbul Gezisi Opera Binası Temalı
Atatürk Kültür Merkezi’nin bitişiğinde, ortasında iki sıralı bayrak direklerinin yükseldiği, arka taraftaki otoparka giden kısa geçitte 1950’li yıllara kadar Miramare Apartmanı yükseliyordu. Eski Dışişleri bakanlarından, Adnan Menderes ile birlikte idam edilen Fatin Rüştü Zorlu’nun annesi de bu apartmanda oturmaktaydı.
Bugünlerde, yıkılıp yeniden yapılması yönünde bitip tükenmek bilmeyen tartışmalara konu olan Atatürk Kültür Merkezi ya da eski adıyla Opera Binası ise uzun yıllar süren çalışmanın ardından 1969 yılında hizmete açıldı. Temeli 1949’da s atılan binanın İstanbul’un Fethi’nin 500. yılma yetiştirilmesi planlanıyordu, ancak ekonomik yetersizlikler, Türkiye’nin yaşadığı siyasi çekişmeler derken anca yirmi yılda tamamlanabildi. Atatürk Kültür Merkezi’nin olduğu yerde daha önceleriyse dönemin elektrik idaresine ait binalar ve lojmanlar bulunuyordu. AKM’nin yanındaki yokuştan Gümüşsuyu’na ya da bugünkü adıyla İnönü Caddesi’ne iniliyor. Gümüşsuyu’na inerken de Ayaspaşa semti bulunuyor. Aslında Ayaspaşa ve Gümüşsüyü arasında kesin bir sınır çizmek zor. Belki de ben büemiyorum. Büyük olasılıkla ikisi iç içe geçmiş durumda.
Taksim civarındaki mezarlıkların kaldırılma süreci 1860’larda başlayıp Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar sürdü. Mezarlıklar kaldırılırken Kanuni Sultan Süleyman dönemi sadrazamlarından, ömrü Mohaç’da, Viyana’da, Bağdat’ta, Tebriz’de seferlerde geçen Mehmed Ayaş Paşa’nm, içinde kılıcının da olduğu mezarı bulundu ve o bölgeye “Ayaspaşa” dendi. Arnavut devşirmesi olan Ayaspaşa’ya Taksim, Elmadağ, Galatasaray, Cihangir ve Beyoğlu’nun büyük bir kısmı bahşedilmişti. İçinde havuzu olan büyük bir konakta yaşayan Ayaş Paşa yakalandığı vebadan kurtulamayarak 1566’da ölmüştü. Ölümünden neredeyse dört asır sonra, varisi olduklarını ileri sürenler 1920’li yılların sonlarında dava açtılarsa da, yıllar süren çabalan sonuç vermedi.
Yeri gelmişken, Gümüşsuyu’nun hikayesinden de bahsedelim. Ayaspaşa nasıl Ayazpaşa’ya dönüşüp dile yerleştiyse, “Gömüşsuyu” da zamanla Gümüşsüyü oldu. “Gömüş”ün kelime anlamı “su haznesi”. Osmanlı zamanında “maslaklardan merkeze, yani maksemlere akan su oradan “taksim” edüirdi. Dağıtılan su da yol üzerindeki daha küçük depolarda, “gömüş”lerde depolanırdı. Birazdan göreceğimiz Gümüşsüyü Askeri Hastanesi’nin duvarında da böyle bir su haznesi var ve semtin adı da kışlanın “gömüş”ünden geliyor.
Gümüşsuyu’na doğru inen caddenin üzerine 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başından kalma estetik Art Nouveau apartmanlar bulunuyor. Genellikle de iyi korunmuş dürümdalar. Apartmanların bitiminde de zemin katta İstanbul’un Rejans’tan sonra açılmış ikinci Rus lokantası bulunuyor. Ayaspaşa Rus Lokantası, 1940’lı yıllarda bir Macar göçmeni olan Judith Krischanovski ve Beyaz Rus eşi tarafından işletilmeye başlandı. Rejans’a göre daha sakin ve ucuz olan bu lokanta kısa sürede İstanbul’daki elit kesimin uğrak yeri olmuştu. Yıllar geçip lokanta el değiştirse ve bazı ufak değişimler yaşadıysa da halen eski ortamını büyük ölçüde muhafaza ediyor.
Ayaspaşa Rus Lokantası’nın hemen üst tarafındaysa C. Fischer Lokantası var. Burasının, bir dönemler Asmalımescit ve Galatasaray civarında yer tutmuş seyyah Rudolf Fischer’in, kendi adını taşıyan meşhur Alman lokantasıyla ilgisi şu bakımdan var. 1978’te kapanan Alman lokantasının eski garsonlarından Cemal Ok, Fischer’de edindikleriyle 1983’te bu yeri açmış.
#İstanbul gezisi#İstanbul opera binası#İstanbul rehberi#İstanbul seyahati#İstanbul tarihi#İstanbul tatil#İstanbul turu#opera binası#özel rehber#tur rehberi
0 notes
Photo

İstanbul’un Zengin Etniklerinden Bir Derleme ve Balık Pazarı’nda Tarihi Tur
Konsolosluk binasından sağa doğru döneceğiz. Ancak sol tarafta, Tarlabaşı’na doğru inen Hamalbaşı Caddesi üzerinde ilginç bir yapı var. Burası, Katolik Rum cemaatinin kutsal üçlü anlamına gelen küi-sesi Ayias Trias. Kilise 19. yüzyılın ikinci yansında banker Corpi’nin bağışladığı arazi üzerine yapıldı. Küise bünyesinde Odigitria adlı bir de okul vardı. Yüzyıllar boyunca etkinlik gösteren Katolik misyonerler Doğu’da yaşayan farklı inançlardaki toplumları Katolik yapmayı başanyorlardı. Misyonerler, Anadolu’da en çok Ermenüer arasında başarılı olmuşlardı. Rumlar’m Katolik olmasının hikayesi daha farklı: 13. yüzyıldan başlayarak Ege Adaları’na, özellikle de Sakız’a yerleşen Cenova ve Venedikli tüccarlar adalarda kuşaklar boyu kalmışlardı. Bu süre içerisinde de adaların yerel halkı olan Rumlar üe evilik-ler yapmışlar ve Rumlaşmışlardı. Sonuç olarak kuşaklar boyu İtalyan adı taşıyan ancak ana dil olarak Frankiotiki’yi* benimseyen Katolik bir halk doğdu. Bu halk, ashnda ne Rum ne de İtalyan’dı. AvrupalIlar tarafından Levanten veya Frenk, Osmanlılar tarafından ise Adalılar diye adlandırılan bu, grubun üyelerinin büyük bir kısmı 15. yüzyıldan sonra İstanbul’a göçtü. İşte bu cemaatin İstanbul’daki Rumlarla da kaynaşmasıyla oluşan Katolik Rum cemaati ilk olarak İstanbul’da ortaya çıktı. Cemaatin oluşumu 1850’lerde Ioannis Marangos adlı bir papazla başlar. Katolik Rumlar, Bizans’tan gelen ayin usulünü uygulapıaya devam ettiler.
İnanç, ibadet ve kutsal günlerde Ortodokslardan bir farklın bulunmamaktaydı. Ancak dini hiyerarşide en üst kişi olarak patrikliklerini değil, Papa’yı tanımakta, ayin sonunda da onun adını anmaktaydılar. Evlilik süreçleri de Ortodokslarla aynı olmakla birlikte yalnızca onlardan farklı olarak Katolik geleneğinin etkisiyle boşanamamak-taydılar. Zaten sayıca az olan Katolik Rum cemaati Rum Ortodokslarla birlikte azaldı ve 1971 yılında kilise Hakkari’den gelen Katolik Kel-dani cemaatine devredildi.
Balık Pazarı
Sol cephede, Balık Pazarı’na (Sahne Sokak’a) geçişi sağlayan iki pasaj var. Bunlardan bir tanesi bir zamanlar önce kunduracıları, sonra da meyhaneleriyle ünlü olan Krepen (Crespin) Pasajı. Kre-pen Ailesi’nin yaptırdığı pasajın adı cumhuriyetin ilk yıllarında Krizantem Pasajı olarak değiştirildi. Krepen Pasajı günümüzde tamamen farklı bir görünümde Aslıhan Pasajı olarak çoğunlukla sahafları barındırıyor. Hemen yanındaki Avrupa Pasajı ise orijinalliğini koruyor. Pasajın adı Avrupa olsa da, içindeki dükkanların aralarında yer alan aynalardan dolayı Aynalı Pasaj olarak büiniyor. Pasaj, Büyük Beyoğlu Yangım’ndan sonra inşa edüdi. Yangından önce pasajın bulunduğu yerde büyük bir çiçek bahçesi (Jardin des Fleurs) vardı. OsmanlIda ilk sirk gösterisi Louis Soullier tarafından 1856’da bu alanda düzenlenmişti. Daha sonraları Jardin des Fleurs’ün bir bölümünde Bay Bouin’in Hotel Restaurant des Palais des Fleurs’ü hizmete girdi. Biraz sonra göreceğimiz Naum Tiyatrosu’yla beraber bu alan kısa sürede Pera’da tiyatro, gösteri ve konserlerin yapıldığı merkez haline geldi. Beyoğlu yangını tüm binaları yok edince İngüiz tüccar Bay Scribe AvusturyalI mimar Pulcher’e Avrupa Pasajı’m yaptırdı. Açıldığı günlerde sade vatandaşlara hizmet veren pasajda kuaförler, ayakkabıcılar, Jambacılar, ibrişimciler, terzüer ve iplikçiler bulunuyordu. Bir de çiçekçi Sabuncakis’in bir şubesi…
Pasajdan geçerek kalabalık restoranların, meyhanelerin, taze su ürünleri ve balıklarıyla balıkçıların, rengarenk manavların yer aldığı Balık Pazarı’na çıktık. Burası, İstanbul’da -her ne kadar eski günlerdeki kadar zengin olmasa da- birçok balık çeşidini bir arada bulabileceğiniz ender yerlerdendir. İstanbul yüzyıllar boyunca sürekli artan nüfusu ve tarım alanlarının kısıtlı olması dolayısıyla sürekli tüketen bir “gırtlak kent” konumundaydı. Şehrin gereksinim duyduğu et, yağ, tarım ürünleri, meyve ve sebzenin tamamına yakını Anadolu ve Rumeli’den geliyordu. Ancak, balık söz konusu olduğunda İstanbul’un sıkıntı çektiği söylenemez. Adeta her tarafı denizle çevrili şehirde yerleşimin başladığından bu yana balık avlanıyor ve tüketiliyordu.'”
MS 3. yüzyılda Roma İmparatoru Caracalla zamanında Byzanti-on’da (İstanbul) bastırılan paraların üzerinde iki palamut balığı ile aralarmda bir yunusun olduğu kabartma vardır. Tarihçi Strabon da akıntının Khalkedon’dan (Kadıköy) Byzantion’a sürüklediği palamutların Haliç’te elle büe yakalandığını yazar. Hatta bir görüşe göre Haliç’e giren palamut sürülerinin güneş altında parıldayan görüntüsü, buraya “Altın Boynuz” denmesine sebep olmuştur. Deniz, ırmak veya göl kenannda kurulmuş kentlerin hepsi İstanbul kadar şanslı değildir.
domuz eti satıldığı için gayrimüslimler ve yabancılar tarafından rağbet görür. İstanbul’un zengin semtlerindeki aynı adı taşıyan şarküterilerle ilgisi olmayan bu mekanı uzun yıllar Bulgar bir aile işletmiş.
Balık pazarının her daim hareketli ortamı arasından yürüyerek tezgahların arasına gizlenmişçesine duran büyük kapıdan Beyoğlu Surp Yerrortutyun (Üç Horan) Kilisesi’ne girelim.
Üç Horan Gregoryen Ermeni Kilisesi, herhangi bir mimari özelliği bulunmasa da merkezi konumu dolayısıyla Gregoryen Ermeni-lerin başlıca ibadet yerlerinden biri. İstanbul’da 16. yüzyıl başlarından itibaren Galata ve Pera civarında Ermenilerin bulunduğu biliniyor. Zaman içinde İstanbul Ermenileri kalabalık bir cemaat oluşturarak çeşitli işkollarında -özellikle de el sanatlarında- başarılı oldular. 1807 tarihinde yaptırılan ahşap kilise üç yıl sonra yanınca 1838 yılında Garabet Balyan tarafından bugünkü bina yapıldı. Bahçesinde 17. yüzyılda yaşayan (ölümü 1680) patrik Surp Agop’un (asü adıyla Agop Katogikos) mezarı bulunuyor.
Yüzyıllar boyunca Pangaltı’daki Ermeni Mezarlığı’nda yatan Agop’un cenazesi 1939’daki istimlakler sırasında kilisenin bahçesine alındı. Üç Horan Küisesi’nde düzenlenen düğün ve cenaze törenleri oldukça gösterişli oluyor. Bir de Noel ayinleri… Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlar 24 Aralık’ı İsarnm doğum, 6 Ocak’ı ise vaftiz günü olarak kutlarlar. Gregoryen Ermeniler ise 6 Ocak’ı hem doğum hem de vaftiz günü olarak kutlamakta. Noel ve buna benzer özel günlerde kiliselerde çok sesli müzik çalınır. Kilisenin karma korosu da 1926’da Nerses Hüdaverdiyan tarafından kurulmuştur. Kimilerine göre Ermenilerin müziğe yatkın olmasının altında küçüklükten itibaren kilise müzikleri dinlemelerinin, korolarda okumalarının etkisi büyüktür.
İstanbul Şehir Operası, 1960’ta Aydın Gün tarafından kurulduğunda koronun, hatta orkestranın yüzde 70-80’ini Ermeni sanatçılar oluşturuyordu. Ermeni asıllı müzisyenler Türkiye’de her zaman başarılı olmuştur. Asırlık Zildjian Ailesi, el yapımı zilleriyle bir dünya markası olmuşlardır. Onno ve Arto Tunç (Tünçboyacıyan) kardeşler, Norayr Demirci ve Garo Mafyan ise günümüze en yakın birkaç örnek…
#Balık pazarı#İstanbul balık pazarı#İstanbul Katolik rumlar#İstanbul rehberi#İstanbul şehir operası#İstanbul tarih turu#İstanbul tarihi#İstanbul tarihi gezisi#istanbulu geziyorum#Katolik rumlar
0 notes
Text
İtalyan İşçi Derneği Ve Garibaldi
Yürüyüşe kaldığımız yerden devam edelim. Deva Çıkmazı’na sokağa girip ilerleyelim. Deva Çıkmazı adını Vasil Anastasiadis’in bir zamanlar bu sokakta bulunan eczanesinden alıyor. Sokağın sonuna doğru hafifçe dalgalanan bir İtalyan bayrağıyla karşılaşıyoruz. Ve bayrağın hemen yanında da bir tabela: İtalyan İşçileri Dayanışma Demeği (Societa Operaia Italiana). İtalyan işçileriyle İstanbul’un ne alakası olabilir ki? İşte öyküsü:
yüzyılın ikinci yansında İtalya’da baş gösteren ekonomik kriz ve işsizlik sonucu binlerce İtalyan, Doğu Akdeniz’in liman kentlerine göç edip çalışmaya başlar. Bu kentlerde şanslannı deneyenler arasında önemli bir grup da inşaat işçi ve ustalandır. İşte bu koşullarda, 1863’te İstanbul’da İtalyan İşçileri Dayanışma Demeği kuruluyor. İtalyanca’sı, La Societa Operia Italiana di Muttuo Soccorsa (kısaca Operaia Italiana) olan demek, işçilerin ortak sorunlanna çözüm bulmak amacı ile oluşturuluyor. Societa denince, akla az önce bahsettiğimiz Giuseppe Garibaldi’nin gelmemesi mümkün mü?
Ünlü İtalyan generali ve vatansever Garibaldi’nin 1862’de Roma’daki yenilgisinin ardından İstanbul’a gelip Linardi Sokak’taki Madam Mancardi’nin pansiyonunda kaldığından söz etmiştik. Garibaldi’nin İstanbul günleri oldukça hareketli geçer. Beraberinde Napolili ve Kırmızı Gömleklilerden oluşan bir grupla İstanbul’a gelen Garibaldi, Societa’nm başkanlığına seçüen ilk kişi olur. 1862 yılındaki doğum gününü Galatasaray’da o dönemin ünlü Naum Tiyatrosu’nda kutlar. Garibaldi’nin talimatıyla Societa, aynı yü Prusya’ya karşı savaşan İtalyan ordusuna 10 bin Frank ve 45 gönüllü gönderir. Tüm bu yaşananların üzerine az önce kilisenin yanında gördüğümüz Garibaldi Restoran adının da tesadüf olmadığı sonucunu çıkarabiliriz…
İtalyan İşçi Birliği’nin tam karşısındaki bina Pinto-Fresko Pasajı, bugünkü halinden çok daha farklı olarak pasaj bir zamanlar İstiklal Caddesi ve Tepebaşı arasmda bir geçit görevi görüyordu. Binanın yerinde bulunan ahşap konağın ilk sahibi Bahriye nazırlarından birisinin bankeri olan Fresko idi. Fresko, konağını Pinto Ailesi’ne sattı. Pintolar ahşap konağı yıktırıp yerine iki caddeyi birleştiren bir apartman yaptırınca binanın adı da Pinto-Fresko Pasajı olarak kaldı. Neo-klasik üslup özellikle binanın Meşrutiyet Caddesi’ne bakan tarafında ve günümüze kadar ulaşan bina içindeki tavan süslemelerinde kendisini gösterir. Giriş kapışırım yanındaki mermere Rumca olarak işlenmiş Kafe Zivopolion yazısı halen durmaktadır.suRjye pxs\)i kyNKU pxsxjl
Süriye Pasajı Aynalı Şark Pasajı Markız
Tünere doğru yürüyüşümüze devam ediyoruz. Hollanda Elçili Abud Aüesi’ne ait olan bu devasa apartman 1908’de Rum mimar Vasiliadis tarafmdan yapıldı. Kandilli’de de kendi isimlerini taşıyan bir yalıları olan Suriye’den gelme Mehmed ve Ahmed Abud kardeşler ticaret yaparak zengin olmuşlardı. Küçüksu ile Kandilli arasında, bugün de varolan ve Abud Efendi Yalısı diye bilinen yalıları vardır. Abud Kardeşler’in, 1896’da bir et kıtlığı zamanında dört vapur dolusu hayvanı İstanbul’a getirip ucuza satarak karaborsacılara darbe vurdukları anlatılır. Abud Kardeşler, dürüstlüklerinden dolayı hem halk hem de devlet ricali tarafından pek seviliyordu. Kendileri hakkında anlatılan bir hikaye de şöyle: Mehmed Abud Efendi, Meşrutiyet ilan edümeden önce Bosna ile iyi ilişküer kurarak Bosnalı tüccarlara kredi açmıştı. Ancak, aynı yıllarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna’yı işgal edince Abud Efendi’nin borçlan orada kalmıştı. Aradan yıllar geçti ve bir gün Abud Efendi, Mercan’daki ticarethanelerine çok sayıda Boşnak geldiği haberini aldı. Bir de gidip baktığında omuzlarında heybeleriyle kırk-elli Boşnak’la karşılaştı. Boşnak-lar, heybelerini boşalttıklarında ortaya, ölen Boşnakların ödenmesini vasiyet ettiği yüz binlerce altın çıktı.
Bir girişi de Gönül Sokak’tan olan pasajın içinde geçmişte olduğu gibi bugün de ağırlıklı olarak kürkçüler ve deritiler bulunuyor. Mezeleriyle ünlü meyhane Çatı da bu pasajda. Tüm bunların dışmda pasajın esküerinden birisi de Apoyevmatini Gazetesi. Yüzyılın başında İstanbul’da çok sayıda Rumca gazete ve dergi yayımlanıyordu. Bunlardan geriye sadece “akşamlık” anlamına gelen Apoyevmatini kaldı. Gazete 1925 yüında Ligor Yaveridis tarafından kuruldu ve o günden bugüne yayımlanıyor. Bir zamanlar binleri bulan tirajı bugün sadece dört yüz. Pasaja Türkiye’nin en uzun ömürlü Fransızca gazetesi olan İstanbul (Stamboul) da vardı. 1875’ten 1965’e kadar haftada altı gün kesintisiz yayımlanan gazete, Fransızca olmasına rağmen ilk çıktığı yıllarda İngüiz yanlısıydı. Sonradan, Fransız çıkarlarım sa-‘ vunmaya başladı. Tahta sıralı Cine Centrale (Santral Sineması), Balt-: hasard Şapka Mağazası, Haciras Birahanesi, Sokrat Boyahane ve Temizleme Evi, Terzi Şakir, Peysiz Şapka Evi ve Valery Kitabevi de yine p bu pasajdaydı.Eski adı Timoni olan Gönül Sokak’ın sonundaki Nil Pasajı bu sokağı Aşmalı Mescid Sokağı’na bağlıyordu. Adını bir dönem Nil isimli bir lokantanın burada olmasından alan pasaja 1950 yılında bir kat daha eklendi. Beş yıl sonra da Turing Kurumu ve Macar lokantası Çardaş buraya taşındı. 1950’li yılların İstanbulunda İstanbullulara çigan müziği eşliğinde gulaş ve fırında kaz yeme lüksünü sunan Çardaş, 1960’larda yok oldu gitti. Gönül Sokak’ı geçer geçmez Aynalı Şark Pasajı’na (Passage Orientale) varıyoruz. Uzun süren sessizliğin ardından Aynalı Şark Pasajı yenilenerek geçtiğimiz yıl tekrar açıldı. 19. yüzyılda pasaj, kitapçı Köhler Kardeşler, Mandus Matbaası, kuaför Kristich, terzi Mulieri ve Regis, iplikçi Kalagas ve St. Peters-burg Cafe-Restaurant’a ev sahipliği yapıyordu. Zaman içinde tüm bu mağazalar yok oldu. En son da Markiz Pastanesi…
Markiz’in bulunduğu yerde yüzyılın başlarında, buradan taşınma hikayesinden bahsettiğimiz Lebon vardı. Lebon karşı tarafa taşınınca 1942 yılında bu yeri Avedis Ohanyan Çakır işletmeye başladı. Çakır, Fransa’dan getirdiği Meunier adı verilen çikolata fırınıyla Marquise de Sevigne çikolatalarının kalitesine ulaşmak ve tanıtmak için pastanesine Markiz admı vermişti. “Markiz”, Ortaçağ Avrupa’sında kont ile dük arasında yer alan soylu “marqui”nin eşi anlamında kullanılan Fransızca “marquise” kelimesinden geliyordu. Markiz’in yazısının üzerindeki kraliçe tacı da bu anlatımı doğrular nitelikte…
Markiz’in kendine has bir havası vardı. Duvarlarını Fransız sanatçı J.A. Amoux imzalı ilkbahar (Le printemps) ve sonbahar (L’automne) isimli Art Nouveau fayans panolar süslüyordu. Bu panoları halen görmek mümkün. Kış (L’hiver) panosu ise Paris’ten İstanbul’a gelirken yolda kırılmış. Muhtemelen yaz (L’ete) mevsimini betimleyen pano da zaman içinde aynı kaderi paylaşmış. Bugün bu panoların bir benzeri Kalamış’taki Villa Mon Plaisir Yalısı’nda bulunuyor. Fayans panoların dışmda Mazhar Resmor Beyin yaptığı vitraylar iki savaş arası dönemin Art Deco tarzının İstanbul’daki son örneklerinden. Ayrıca, Leuminier imzalı fınnı, dekoratör İbrahim Sarfiyef in yaptığı camlı pasta vitrinleri üe lambriler, Ermeni usta Cezerliyan’ın yaptığı kar tonpiyer süsleriyle Markiz Pastanesi dönemin sanat ve edebiyat çevresini kendisine çekmeyi başarmıştı. Markiz, İstanbul’daki entelektüel kesimin buluşma noktasıydı. Ünlü edebiyatçılar, şairler, sanatçılar ve fikir adamları Markiz’in ünlenmesinde büyük rol oynadı. Namık Kemal’den Ziya Paşa’ya Orhan Veli Kanık’tan Haldun Taner’e birçok ünlü isim adeta Markiz’le özdeşleşmişti. Uzun edebiyat sohbetleri, güncel konular ve siyasi tartışmalar Markiz’in kendine has havası içerisinde yapılırdı. Ümit Yaşar Oğuzcan, platonik aşkı Ayten’e Markiz’de yazmış…
Önce 6-7 Eylül 1955 olayları, ardından da Beyoğlu’nun 1960’lı ve 70’li yılların bozulan yapısı Markiz’in de sonunu getirdi. Markiz müşterilerine son servisini 1965’te yaptı. Bir ara oto tamircisine çevrilmek istendi ancak Haldun Taner’in girişimleriyle koruma altına alındı ve uzun yıllar süren bir yalnızlığa terk edüdi. Yıllar yılı Galatasaray’dan Tünel’e doğru yürüyen hemen her İstanbullu, bir kere de olsa Rus Konsolosluğu binasının karşısındaki tozlu camlara şöyle bir başım dayayıp içerisini seyretmiş, Mösyö Michelle’in, Madam Annette’in ve arkadaşlarının arkalıksız kartondan yapılmış maketlerine bakıp eski günleri yad etmiştir. Eski günler geri geldi ve bir zamanlar Beyoğlu’nun seçkin mekanlarından olan Markiz Pastanesi 2003 yılı sonlarında yeniden açıldı, ancak Beyoğlu’nun değişen ortamına ayak uyduramadığından olsa gerek birkaç yıl içinde tekrar kapandı.
0 notes
Photo

Botter Han ve Çevresinde Tarih Gezintisi
Botter Han’ın hemen yanındaki apartman ise İtalyan Testa Ailesi’ne ait. Testa Apartmanı’nın altında bir zamanlann ünlü Fransız kitabevi Hachette bulunuyordu. Köşedeki büyükçe apartman bir dönem otel olarak kullanılan Hıdivyal Palas. Osmanlı İmparatorluğu’nun “hasta adam” diye anıldığı günlerde uzak eyaletlerde devlet otoritesi zayıflamaya, siyasi güç zengin tüccar veya toprak sahiplerinin eline geçmeye başlamıştı. Bu uzak eyaletlerden birisi de Mısır’dı ve Mısır’daki güç sahiplerine “Hıdiv” denilmekteydi. Hıdivyal Palas da zengin Mısırlı ailelerin birisinden kalma. Bir dönem sanırım otel olarak da kullanılmış.
Hıdivyal Palas’m diğer köşesinde, kısa zaman öncesine kadar ABC Kitapevi’nin bulunduğu, şu anda ise boş duran yerde bir zamanlann ünlü pastanesi Lebon vardı. Lebon, Fransız Elçüiği’nin pastacıbaşısı Eduard Lebon tarafından önce caddenin karşısında, bugünkü Markiz Pastanesi’nin bulunduğu yerde açıldı. Lebon’un terk ettiği yerde Markiz açılırken Lebon Pastanesi önce Kumbaracı Yokuşu’nun başına, şu anda boş duran yere taşmdı, sonra da yok olup gitti. Lebon’dan geriye sadece ünlü bir tekerleme, “Tout est bon, chez Lebon” (Lebon’da her şey güzeldir) kaldı.
Lebon’un yanındaki Kumbaracı Yokuşu’ndan aşağıya doğru epeyce inecek olursak, az önce gördüğümüz Kırım Kilisesi’ne ulaşabiliriz. Yokuş, adını bir zamanların ünlü reformcusu Humbaracı Ahmed Paşa’dan alıyor. 18. yüzyılın ilk yarısında OsmanlI’da yenileşme ve reform hareketierinin ilk uygulandığı alan ordu oldu.
İmparatorluğun askeri gereksinimleri onu Avrupa’ya edebiyat, sanat, mimari, hukuk veya ekonomiden önce yaklaştırdı. Ancak askeri reformların uçlan başka alanlara da dokunuyordu. En basitinden askeri doktor yetiştirmek için tıp eğitimi, istihkam ve yol için mühendislik eğitimi, derken matematik, coğrafya ve mâliyeye kadar uzanan birçok alanda gelişim ve değişim yaşandı. Askeri alanda yenileşmenin, Avrupa’dan uzman kişiler getirilmesiyle başanlacağı düşünülüyordu.
Batılı uzmanların getirilip ordunun yeniden yapılandırılması süreci Humba-racı Ahmed Paşa ile başladı. Asil bir Fransız ailesinden gelen ve asıl adı Claude Alexandre Comte de Bonneval olan Humbaracı Ahmed Paşa, ordusunda teğmenliğe kadar yükselmiş başarılı bir askerdi.1727’de Kral XIV Louis ile arası bozulunca önce Venediklilere, sonra da OsmanlIlara sığındı. Topçu (Humbaracı) Ocağı’nı kurdu, Müslüman oldu ve adım değiştirdi. Osmanlı ordusunun modernleşmesinde önemli emeği geçen Humbaracı Ahmed Paşa son on altı yüı-nı geçirdiği İstanbul’da Türkçe’yi öğrenmeyi bir türlü başaramadı. 1747’de gut hastalığından öldüğünde halen Müslümanlığından şüphe duyuluyordu. Evinin nerede olduğunu kesin olarak bümesek de bu sokakta oturduğundan eminiz. Sokakta sol tarafta kalan Tercüman Çıkmazı’nda Özel Tarhan Lisesi bulunuyor.
Rus Elçiliği
Lebon’un az ilerisinde, işlemeli demir kapısı ve arka plandaki gösterişli binasıyla Rus Konsolosluğunu görüyoruz. Rus Konsolosluğu, İsviçreli-İtalyan Fossatti Kardeşlerim eseri. Binanın yapımında Fossatti’lere, akrabaları mimar Alessandro Rusça ve ressam-dekoratör Antonio Fornari de yardımcı olmuştu. Bugünkü binanın yerinde 18. yüzyılda da Rus Elçiliği bulunuyordu. 1767 ve 1831 yıllarında çıkan iki büyük yangının yol açtığı zararın ardından elçilik kesenin ağzını açtı ve aynı yerde gösterişlidir bina yapmaya karar verdi. St. Petersburg’tan gelen Fossatti Kardeşler 1837-1845 yıllan arasında Rus Sarayı’nı inşa ettiler. O dönemde Dolmabahçe ve Çırağan Sarayları’nın henüz olmadığını ve düden dile dolaşan Rus tehlikesini düşünürsek bu görkemli bina İstanbul için oldukça önemlidir.
Fossati’lerin gözetiminde en iyi Rus inşaat ustaları tarafından ve Çarlık Rusyası’nın sıkı denetiminde yapılan binanın zemininin Rus toprağıyla doldurulduğu iddia edilir. Rivayet odur ki Çariçe II. Katerina “elçilik binasının Rus toprakları üzerinde durmasını sağlamak için” gemüer dolusu toprak göndermiştir. Rus Klasisizmini yansıtan binanın tavan ve duvarlarını İtalyan ressam A. Forcarfnin resimleri süsler. Gösterişli kapısı, parmaklıkları ve armasıysa en iyi demirciler tarafından Lugansk kentinde dökülmüştür.
#2. Katerina#beyoğlundan bahçelere#botter han#İstanbul gezisi#İstanbul hakkında#İstanbul özel gezisi#İstanbul rus elçiliği#İstanbul turu#istanbulu geziyorum#istanbulu geziyorum her yerim açık#Rus elçiliği#tesla ailesi
0 notes
Photo

Avrat Pazarı, Esir Ticareti ve Arkadios Sütunu
Avrat Pazarı “Cerrahpaşa”
Yedinci tepeyi süsleyen Cerrahpaşa, Bizans döneminin önemli dini merkezlerinden biriymiş. OsmanlIlar da aynı önemi verip muhteşem yapılarla süslemişler semti, kısaca elinizi sallasanız tarihe çarpıyor. Buna rağmen neden bu kadar az ziyaret edilir anlamak mümkün değil yan yana ditilmiş evleri, daracık sokaktan 1le tipik bir eski İstanbul resmi veren semt bir dönem esir pazarının da kurulduğu yermiş. Burası “yolu düşünce gezilecek” bir yer değil, aralarında Haseki ve Hekimoğlu Ali Paşa camileri, Bulgur Palas ve Arkadios Sütunu’nun da olduğu başyapıtlar dizisini keşfetmek için “yolun özellikle düşürüleceği” bir yer.
Bir suriçi semti olmasına ve Üsküdar (sy. 498) gibi muhteşem cami külliyeleri ile donatılmasına rağmen Cerrahpaşa turistlerin klasik rotası arasında yer almaz. Aslında Aksaray’a (sy. 086) yakınlığından ötürü ulaşımı da çok kolaydır. Cerrahpaşa adım, geleceğin padişahı III. Mehmed’in sünnetini yapan ve bu nedenle “cerrah” unvanı ile ödüllendirilen saray doktoru Cerrah Mehmed Paşa’dan almış.
Günümüzde pek bir iz kalmamış olsa da Arkadios Sütunu’nun civan bir zamanlar cariyelerin satıldığı Avrat Pazan’ymış. Aksaray’da tramvaydan inin, Cerrahpaşa Caddesi boyunca Marmara Denizi’ne doğru yürüyün ve Namık Kemal Caddesi köşesinde bugün bir çay evi olan XVIII. yüzyıl eseri Ebu Bekir Paşa Okulu’nun binasını bulun.
Avrat Pazarı’na hoş geldiniz! İstanbul’u koruması için yedi tepesine dikilen 24 adet tılsımdan biri olduğuna inanılan Arkadios Sütunu burada olduğu için meydana Forum Arkadios adı verilmiş. Burası Bizans döneminde köle ticareti yapanların merkezi olarak kabul edilirmiş. Osmanlılar zamanında da aynı işlevi “Avrat Pazarı” adıyla XIX. yüzyıl ortalarına kadar sürdürmüş. Kimine göre de köle pazarı değilmiş, satıcıların kadın olduğu bir pazarmış.
Esir Ticareti
Kulağa çok kötü geliyor değil mî? Ancak pek çok insanın düşündüğünün aksine Osmanlı İmparatorluğumda nüfuzlu bir konuma yükselenlerin çoğu, padişah anaları hatta sadrazamlar bile saray yaşamlarına esir olarak başlamış. Korsanlar tarafından ele geçirilen ya da imparatorluğun çeşitli bölgelerinden vergi misali toplanan, devşirme denilen bu insanların çoğu aslında Hıristiyanmış, sonradan Müslüman olmuşlar. Haremdeki cariyeler bir yana, güçlü Valide Sultan’ın bile başlangıçta bir köle olduğuna inanmak çok zor. Yolu esir pazarından geçen ünlüler arasında Hürrem, Kösem ve Sultan III. Selim’in annesi Mîhrişah Sultan da var; Pazar 1847’de kapanmış ama esir ticareti şehrin farklı köşelerinde 1922’ye kadar sürmüş.
Arkadios Sütunu
Eğer Cerrahpaşa Caddesinden devam edip Haseki Kadı Sokağindan sola dönerseniz Bizans’tan bu zamana gelen ender eserlerden birine rastlarsınız. Bugün yoğun bir yapılaşmanın etkisi altında olan Haseki Hürrem Camii’nin yanındaki bölge, bir zamanlar İmparator Arkadius’un Arkadios Forumu yani meydanıymış.
402 yılındaki zaferlerini ilan etmek için imparator Roma’daki Trajan Sütunu’na benzer bir sütunu şehrin yedinci tepesine diktirmiş. İstanbul’u koruduğuna inanılan tılsımlardan biri olarak kabul edilen sütunun üzerinde şehrin ufuklarını gözleyen güzel bir peri heykeli varmış ilk zamanlar. Evliya Çelebi’ye göre peri heykelini kaldırtan Konstantin gözcülerin tehlike anında çaldığı çanlar yerleştirmiş sütunun tepesine. 421 yılında II. Theodosios bu sütunun üstüne babasının atlı bir heykelini koydurmuş, ancak bu heykel 704 depreminde düşüp parçalanmış. Civardaki binaların üstüne çökebileceği korkusuyla 715 yılında yıkılan sütundan bugün sadece iki bina arasına sıkışan ve büyük kısmı bir ağaç tarafından gizlenen kaidesi kalmış.
#arkadios İstanbul#arkadios sütunu#avrat pazarı#cerrah mehmed paşa#Cerrahpaşa#Cerrahpaşa avrat pazarı#esir ticareti#İstanbul esir ticareti#İstanbul tarihi#sir William alan#sütun arkadios
0 notes
Photo

Yedikule’den Topkapı’ya Yolculuk
İstanbul’un en etkileyici tarihi eserlerinden olan surlar, Bizans İmparatoru Theodosios ve ardılları tarafından inşa edilmiş, Fatih Sultan Mehmed’in fetihten sonra yaptırdığı eklemelerle bugünkü heybetine ulaşmış. Marmara Denizinden başlayarak Haliç’e doğru devam ettiğinizde zaman içinde kaleye dönüşen Yedikute’yi göreceksiniz. Edirnekapı’ya gidene kadar çok sayıda sürpriz çıkacak karşınıza.
Bizans, bugün Topkapı Sarayı olan yerde kurulmuş küçük bir şehirmiş. Etrafını çeviren ve türlü saldırılara dayanabilmiş surları 196 yılında şehri alan imparator Septimus Severus tarafından yıktırılmış, ancak oğlu Caracalla, babasını ikna edince surlar yeniden inşa edilip 500 metre daha batıya kaydırılmış. Şehrin büyüklüğü ikiye katlanmış. Ne yazık ki ne ilk yapılan surlardan ne de Severan Hanedanı’nın yaptıklarından günümüze ulaşan olmuş.
324 yılında imparator Büyük Konstantin, Bizans yeni başkent ilan etmiş ve adım Nova Roma (Yeni Roma) koymuş. Nova Roma’yla ilgili büyük projeleri varmış imparatorun. Şehri geliştirmek için başlattığı imar planlan ise oğlu ve halefi II. Konstantios tarafından devam ettirilmiş. Kenti çevreleyen ve Severan Hanedanı döneminde yapılmış olan surları daha da batıya kaydırarak inşa ettirmiş Konstantin. Böylece şehri eskisine göre daha büyütmüş. Bizzat çizdiği planlarla imar edilen şehir, bugün bile Sultanahmet Meydanı ve çevresini gezenlerin hayranlığım kazanıyor.
413 yılında İmparator Theodosios surları bulundukları yerden 1,5 kilometre daha batıya taşıyarak bugünkü konumuna kavuşturmuş. 447 depreminden sonra Hun İmparatoru Attila’nın yaklaştığı haberinin ardından tek duvarın surların yetersizliği fark edilince surların önüne ikinci bir duvar ve hendek eklenmiş.
740 yılındaki depremden sonra İmparator III. Leo surları baştan başa tamir ettirmiş. İmparatorların XI. yüzyılda Blachemae Sarayı’na taşınmasıyla sarayın etrafındaki duvara 13 yeni burç ilave edilmiş. Surlar 1509’daki depremden sonra büyük bir tadilattan daha geçirilmişler.
Şehrin savunması, aralarından bir yol geçen iç ve dış duvarlardan oluşan surlar ve önlerindeki hendeklerle sağlanmış. Yaklaşık olarak her 55 metrede bir -kule inşa edilmiş. Asker ve siviller kulelerin arasındaki kapılardan geçiş yapıyorlarmış. Genellikle j yolun sonundaki yerin veya çevredeki önemli binaların adıyla anılan kapıların ismi çok sık değiştirildiği için bugün bile isimler üzerindeki tartışmalar sürmekte. Haliç’te gerili olan ağır zincirler ve şehrin denizden kuşatılmasının zor olması yüzünden imparatorlar sahil surlarını çok güçlü yaptırmamışlar. Bugün Sarayburnu, Cibali, Fener, Balat ve Marmara kıyısında sahil surlarının kalıntılarını görebilirsiniz.
Tarih boyunca surlar sadece iki kez geçilebilmiş. 1204 yılındaki Haçlı Seferi ile Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u aldığı 1453 Kuşatması sırasında. Sahil surlarının bir kısmı yol genişletme veya tren yolu yapım çalışmalarına kurban edilmiş. Kara surlarının ve Marmara Denizi boyunca uzanan Propontin Surları’nın restorasyonu 1953 yılında İstanbul’un Fethi’nin 500. Yıl Kutlamaları kapsamında yapılmış.
1980’li yıllar boyunca surların Yedikule ve Belgradkapı arasındaki bölümü eski taş işçiliğine önem vermeden yeniden inşaedildi, tarihi doku ciddi hasar gördü. Yapılan hızlandırılmış çalışmalar sonucu ortaya özensiz bir restorasyon çıktı. 2006 yılında surlar üzerindeki çalışmaların ikinci bir incelemeye kadar durdurulmasını öneren UNESCO’nun haklı eleştirilerine zemin yarattı.
Kimin Surları?
Sık sık Theodosios Surları olarak tanımlanmalarına rağmen, II, Theodosios surlaryapılırken henüz yedi yaşında bir çocukmuş. Surlar aslında onun naibi Anthemius’un eseridir.
Mermer Kule
Havaalanından şehir merkezine sahil yolundan geçerek geldiğinizde eski İstanbul’a ait göreceğiniz ilk eserlerden biridir Mermer Kule. Kara ve deniz surlarının birleşme noktası olan Mermer Kule’nin bir zamanlar bir saray ya da bir kalenin parçası olduğu düşünülüyor. Adnan Menderes zamanında surların önüne denizin doldurulmasıyla yapılan Sahil Yolu bir suikaste kurban giden ABD Başkanı J. F. Kennedy’nin adını taşıyor.
Roma Gibi…
Kara surları tamamlandıktan sonra surların içinde kalan “Yeni Roma” da aynen İtalya’daki “Roma” gibi yedi tepenin üstüne yerleşmiş.
Sayılarla Surlar
Kara ve deniz surlarının toplam uzunluğu: 20.5 km. • Mermerkule’den Ayvansaray’a kadar surların uzunluğu: 6.5 km. • İç surların yüksekliği: 12 m. • İç surların genişliği: 5 m. • Dış surların yüksekliği: 8.5 m. • Kapı sayısı: 81 m • Kule sayısı: 96 (dış sur) + 96 (iç sur)m • İç ve dış surlar arasındaki mesafe: 15-20 m. • Hendeğin eni: 20 m. • Hendeğin derinliği: 10 m.
0 notes
Photo

Bakırköy ve Ataköy’ün Görünmeyen Tarihine Bir Yolculuk
Çoğu kişi için Bakırköy ve Ataköy sadece havaalanına gidip gelirken geçtikleri, büyüyen İstanbul’un bir parçası. Beton binaların arasında gezerken geçmişten bir iz kalmadığını düşünenlere tarih, muzip birkaç sürpriz saklamış. Bizanslılardan kalan bir Açıkhava sarnıcı bunlardan biri.
Bakırköy’ün daha önceki adı Rumca “uzak bir köy” anlamına gelen ve Makrohori’den türeyen “Makriköy”müş, 1925 senesinde yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi ile Bakırköy olarak değiştirilmiş. Neden “uzak bir yer”? Bizans döneminde Hebdomon (Yedinci) olarak bilinen ilçe, surların dışında ve başlangıç noktası olarak kabul edilen Sultanahmet’teki Milion Tâşı’ndan yedi mil (11 kilometre) uzakta bir yerleşim birimiymiş. Askeri ve siyasi olarak büyük önemi olan semtte İmparator Valens kendisi için bir yazlık saray yaptırmış. 474 senesine kadar çiçeği burnunda imparatorlar burada taç giydikten sonra Egnatia Yolu’ndan şehre girerlermiş. 474 senesinden sonra ise taç giyme törenleri Ayasofya’da yapılmış. Burada yaptırılan geniş askeri eğitim alanına Roma’daki benzeriyle aynı ad Campus Martius (Mars Ala m) verilmiş.
XIX. yüzyüda trenin gelmesiyle Bakırköy orta direk ailelerin yaşadığı bir semt haline dönüşmüş ve büyüdükçe kalabalıklaşmış. Bugün dükkanların dizili olduğu caddesinin eski altın çağında nasıl muhteşem eserlerle dolu olduğunu gözünüzün önüne getirebilmek için güçlü bir hayal gücüne ihtiyacınız olacak.
Türkiye’nin planlanmış ilk banliyölerinden biri olan Ataköy, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ten almış adım; semt çoğu insanın içinde yaşamayı sıkıcı bulduğu, yüksek apartman blokları ile dolmuş. 1988 senesinde açılan Galleria, şehrin ilk alışveriş merkezi ve Amerika’daki Houston Galleria’dan etkilenen o zamanki Başbakan Turgut Özal’ın önayak olmasıyla açıldı. Denize yakın olar bu AVM, alışveriş yapmak için seçilebilecek hoş mekanlardır.
Amavutluk’a giden yol: Egnatia Yolu
Romalılar döneminin en önemli yollarından olan Egnatia Yolu (Via Egnatia), Adriatik sahilindeki Dyrrachium’dan (bugünkü Arnavutluk/Durres) Bizans’a kadar 1.120 kilometrelik bir mesafeyi kat ediyor. Dyrrachium’da yolcular bir gemiyle Adrryatiği geçer, Roma’ya Appia Yolu’ndan devam ederlermiş. Bu yol Roma İmparatorluğu’nun iki başkentini bağlarmış. Yazıtlardan öğrendiğimiz kadarıyla yol adını Makedonya Prokonsülü Gnaeus Egnatius’dan almış. Yol çalışmalan, M.Ö. II. yüzyılda var olan yolun iyileştirme çalışmaları şeklinde başlamış.
M.S. V. yüzyıl itibariyle yol ihmal edilmiş. İmparator Jüstinyen’in onarımlarıyla yolun doğu kısmı ticarette önemli bir rol oynamaya devam etmiş. Haçlılar seferler için Ortadoğu’ya giderken Egnatia Yolu’nu kullanmışlar.
Fildamı Sarnıcı
Bakırköy’deki bu garip isimli yapının adını nereden aldığı kesir olarak bilinmemekle beraber kulağa en mantıklı gelen hikaye burada bir zamanlar saray fillerine ait bir barınak olması. 127 metreye 76 metrelik ölçüleri, 7 metre kalınlığındaki duvarları dikkate alındığında aslında ismine şaşmamak gerekir. İstanbul’da V. yüzyıldan kaldığı tespit edilen dört açık hava sarnıcından biri olan Fildamı, Veli Efendi Hipodromu’nun yakınında yer alıyor. Açık ara bölgedeki en etkileyici mimari yapı olan Fildamı Sarnıcı’nın dışında açık hava sarnıçlarının tümü Suriçi’nde toplanmış. Bu yüzden sarnıcın şehrin batıya doğru yayılmasında önemli bir rol oynadığı düşünülüyor. Diğerlerinden farklı olarak bir köşesinde kontrol kulesi olan sarnıç Bakırköy’deki Valens Sarayı’na ve Bizans ordu karargahına su sağlıyormuş. Sarnıç daha önemli görevler üstlenebilecekken ne yazık ki kötü bir futbol sahasına ev sahipliği yapıyor.
Bakırköy Sokaklarında
İlk bakışta 1990’lardan önceki Bakırköy’den bir şey kalmamış gibi görünüyor. Bununla beraberi eğer tren yolunun güneyindeki sokaklarda dolaşırsanız beton binaların arasına serpiştirilmiş etkileyici, ahşap ve taş evlerle karşılaşırsınız, özellikle İstanbul Caddesi, Heyvet Sokak ve Yurt Sahibi Sokak’ta yoğun halde görebileceğiniz binalara ilaveten Hazırlık Sokak’ta taştan yapılmış
Taş Okul’un kalıntıları da var. Sahile doğru giden Ebuzziya Caddesi’nde XIX. yüzyıl Ermeni kilisesi olan Surp Asdvadzadzin’i ve 1844 yılında yapılmış Ermeni okulunun binasını görebilirsiniz. Rum İlköğretim Okulu’nun binası ise İstanbul Caddesi’nde bulunuyor. Tüm bu yapılar bir zamanlar farklı etnik kökenli insanların komşuluğunu hatırlatıyor. Reyhan Sokak’taki küçük bir sanat galerisi ise yaşama 1908 yılında bir Fransız okulu olarak başlamış.
Hristos Analipsis Kilisesi
Bakırköy Rum Mezarlığı’nın içine cenaze törenleri için yapılmış olan kilise XIX. yüzyıl tarihli. Üç nefli bazilika planındaki kilisenin mimarı Akilepsos Aleksios.
Ataköy Marina
Buraya kadar gelmişken, yoğun trafikli sahil yolunu görmezden gelin ve Ataköy Marina’daki tesislerin tadını çıkarın. Marmara Denizi’nin yanındaki bu beş yıldızlı marina 1998 yılında açıldı.
Zuhurat Baba Türbesi
“Zuhurat Baba” İstanbul’un fethi sırasında Osmanlı ordusunun susuzluktan kırıldığı bir anda askerlerin karşısına çıkan aksakallı ve nur yüzlü bir kurtarıcı olarak biliniyor. Türbe özellikle cuma günleri kalabalık oluyor.
#Ataköy marina#Bakırköy sokakları#egnatia yolu#fildamı#fildamı sarnıcı#heyvet sokak#hristos analipis kilisesi#Zuhurat baba#zuhurat baba türbesi
1 note
·
View note
Text
İstanbul’un Su Yolu Bozdoğan (Valens) Kemeri ve Gazanfer Ağa Külliyesi
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’a su taşıyan kemerlerin çoğunun tarihi, Roma ve Bizans dönemine dayanmakla birlikte birçoğuna Mimar Sinan’ın da eli değmiştir. Günümüzde Atatürk Caddesi’nde yer alan Bozdoğan (Valens) Kemeri’nin yakınındaki Gazanfer Ağa Medresesi bir karikatür ve mizah müzesine ev sahipliği yapıyor. Bizans dönemi manastırlarından olan Zeyrek Camii ise şehirdeki önemli eserlerdendir.
Bozdoğan (Valens) Kemeri
Tezatlar şehri İstanbul, etrafı denizlerle çevrili ama hep su sıkıntısı çekmiş. İçme suyu sorunu, büyük mimari ve mühendislik harikalarınm da yaratılmasma sebep olmuş. İlk olarak Hadrian döneminde (117-138) su, kanallarla Trakya’dan getirtilerek ve dağıtılmış. Sadece 625 metresi günümüze ulaşan Bozdoğan Kemeri, Roma İmparatoru Valens (364-378) döneminde, 375 yılında yapılmış. İmparator Valens’e karşı 365 yılında meydana gelen ayaklanmada yıkılan Kalkedon (Kadıköy) surlarından alman taşlarla inşa edilen kemerin büyük bölümü çift katlı ve 18,50 metre yüksekliğinde.
Osmanlı’nın şehri fethinden sonra su sıkıntısının boyutlarım gören Fatih, bütün sistemi onartmış ve kullanmaya devam etmiş. Aslında kemer, suyu şehre getiren kompleks sistemin sadece bir kısmı. Su, önce yeraltından döşenen borularla Edirnekapı’ya getirilirmiş, daha sonra altıncı, beşinci ve dördüncü tepelere dağıtılırmış. Bozdoğan Kemeri’yle üçüncü ve dördüncü tepelerin arasındaki vadiyi geçmesi sağlanan suyun yolculuğu Beyazıt Meydanı yakınlarındaki “Nymphaeum Maximum” yani “Büyük Çeşme” denilen havuzda son bulurmuş. Osmanlıların bakımını ve onanınım yapıp kullandığı kemerler günümüze iyi bir durumda ulaşabilmiş.
Şehre Suyu Getirmek
Kazım Çeçen’in Roma Suyollarının En Uzunu kitabında da belirttiği gibi şehre su getirme projesi aslında çok karmaşık bir düzene sahip. 400 kilometrelik bir mesafeyi aşarak suyu şehre taşıyan sistemin en çarpıcı kollarından biri; yaklaşık 250 kilometre uzaktaki Kırklareli/Vize’den toplanan suların, tek bir yerden değil ağaç dallarına benzeyen bir yapılanmayla birçok yerden alınması. Dört açık hava ve 100’den fazla yeraltı sarnıcının sisteme bağlandığını söylersek “antik çağlardan beri bilinen en muhteşem hidrolik mühendisliklerinden biriyle” karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılır.
Eskiden üç ayrı sistem varmış: Kırk-çeşme sistemi suyu Belgrad Ormanlarından Eğrikapı’ya, Taksim sistemi Belgrad Ormanlarımdan Taksim Meydanına ve Halkalı sistemi Trakya’dan Beyazıt Meydanı’na getirirmiş. Bozdoğan Kemeri bu son sistemin artık kullanılmayan bölümüdür. Günümüzde sistem Trakya’nın kuzeyinde hala İlgi bekliyor.
Karikatür ve Mizah Müzesi (Gazanfer Ağa Külliyesi)
Kemerin hemen arkasında muhteşem Gazanfer Ağa Medresesi bulunuyor. 1599 yılında, saraydaki harem ağaları arasında yer alan Gazanfer Ağa güç zenci harem ağalarının eline geçmeden önce; son beyaz harem ağasıymış. Külliye medrese, türbe, sebil ve gül bahçesinden oluşuyor. Bina 1871 yılında basılan ilk karikatür örneklerini de bulabileceğiniz Türk Karikatürleri Müzesi’ne (pazar ve pazartesi günleri kapalı) ev sahipliği yapıyor.
Türkçe bilmeyen turistlerin bile karikatüristlerin ilgi alanı ve tarzlarının yüzyıllar boyunca nasıl değiştiğini anlaması mümkün. Sergilenen eserlerin hepsi politik değil; müzede yer atan sarığı ve eşeğe ters binişiyle çizilen Nasreddin Hoca karikatürleri, toplumsal gelişim ve ® tepkilere ışık tutuyor. Müze; sürekli ve değişken sergilerin yapıldığı Sergi Salonu, Mizah Kitaplığı, Arşiv ve uzmanlar tarafından baskı tekniklerinin öğretildiği atölye bölümlerinden oluşuyor. Külliye 2009 ve 20ıo’da ciddi bir restorasyondan geçti.
#beyazıt meydanı#bozdoğan kemeri#çeşme sistemi#gazenfer ağa külliyesi#Karikatür ve mizah müzesi#Nasreddin Hoca#roma çeşme sistemi#türk karikatürleri müzesi#valens#valens kemeri
0 notes
Text
Sarayburnu ve Yakın Tarihi
İlk Atatürk Heykelinin Yapıldığı Tarihi Yer Sarayburnu
Burada, Türkiye’de bir açık alana dikilen ilk Atatürk heykelini de görebilirsiniz. AvusturyalI heykeltraş Heinrich Krippel tarafından yapılan heykelin bulunduğu yer Yavuz Zırhlısı’na konup İzmit üzerinden trenle son yolculuğuna uğurlandığı nokta. Sirkeci tarafına doğru yapacağınız kısa bir yürüyüş sizi Sepetçiler Kasrı’na ulaştırır. Sultanların Boğaz ya da Haliç’e giderken saltanat kayıklarına bindikleri yer olarak da bilinen Sepetçiler Kasrı’nın mevcut hali 1643’te Sultan Deli İbrahim tarafından yaptırılmış. XX. yüzyıla terkedilmiş, harap bir şekilde ulaşan kasır 1980 ve 1990’da olmak üzere iki kez restorasyon geçirdi.
Gülhane Fermanı (Reform Çağı)
Park Osmanlı tarihinde önemli bir olay ev sahipliği yaptı, 1839’da Sultan Abdülmecid imparatorluğun modernleşmesi ve yeniden , yapılandırılmasını hedefleyen ve kısmen de başarılı olan Gülhane (Tanzimat) Fermanı’m (Hatt-ı Şerif) burada ilan etti.
XIX. yüzyıl itibariyle bir zamanların güçlü Osmanlı İmparatorluğu zayıflayıp Batılılar tarafından “Avrupa’nın Hasta Adamı” lakabıyla anılmaya başladı. 1839 senesinde Tanzimat Fermanı’yla başlayan dönemde reformcu sultanlar II. Mahmud ve Abdülmecid ve sadrazamlar Ali Paşa, Fuad Paşa, Ahmet Cevdet Paşa ve Mithad Paşa farklı uluslardan gelenlerin kendi kendini yönettiği “millet” sistemine son verip imparatorluğu modern çağa taşımayı hedeflediler. Bunun yerine yeni bir bayrak, yeni bir milli marş ve tüm dinlerden erkekler için zorunlu askerlik getirerek gerçek bir Osmanlı kimliğine biçim vermeye çalıştılar. Yenilikçi padişah ve sadrazamlar modernleşme çabalarında kısmen başarılı oldular. Tanzimat çağı 1876 yılında sona erdi.
Bab-ı Ali
Alay Köşkü’nün karşısında ı840*tan kalma Bab-ı Âli (yabancıların verdiği adla Sublime Porte) var. Yüce Kapı anlamındaki bu yerde, günümüzün başbakanı konumunda olan sadrazamların çalışma mekânı ve misafirlerini kabul ettiği binalar bulunuyordu. Kendine bir saray yaptırıp buraya 1564 taşınan ilk sadrazam Sokullu Mehmed Paşa oldu. Zamanla imparatorluk meselelerin tamamı buradan halledilir oldu ve Bab-ı Âli OsmanlI’da hükümete verilen isme dönüştü. Sefirler Osmanlı padişahından ziyade Bab-ı Âli tarafından kabul edilip resmen tanınırlardı. “839’da sadrazamlar bugün İstanbul Valiliği olan binaya taşındılar ve Bab-ı Âli ismi imparatorluğu temsil etmeye devam etti.
St. Mary Chalkoprateia Kilisesi
Ayasofya’ya doğru çıktığınızda, sağ tarafınızda, yaklaşık 450 senesinde eski bir sinagogun bulunduğu yere inşa edilen St. Mary Chalkoprateia (Bakır Pazarı Meryemi) Kilisesinin kalıntılarına rastlarsınız. Bir zamanlar içinde kutsal bir emanet olarak Meryem Ana’nın kuşağını barındıran bu kiliseden günümüze sadece çok az bir bölüm ulaşabilmiş. Ayasofya, 532 yılında Nika İsyanı sırasında yerle bir edildiğinde bir süre için onun yerini almış ve katedral olarak hizmet vermiş.
Cafer Ağa Medresesi
Yolun hemen karşı tarafında hediyelik eşya satan dükkanların arasında pek de göze çarpmayan bir Mimar Sinan eseri var: 1550’li yıllarda, Kanuni Sultan Süleyman’ın hüküm sürdüğü dönemde Topkapı Sarayı’nda baş hadımağası olarak görev yapan iki siyahi kardeş Cafer ve Gazanfer ağalar için inşa edilen Cafer Ağa Medresesi. Medreseyi gezmek için Ottoman Hotel Imperial’in yanındaki kapıdan girdiğinizde sizi çok hoş gizli bir bahçe bekliyor. Günümüzde el sanatı atölyelerine dönüştürülmüş öğrenci odalarını keşfedebilir ya da bir çay molası verebilirsiniz.
Alay Köşkü
Tramvay hattını ve parkın dış duvarını aşağı doğru izlediğinizde, solunuzda 1875 yılında askeri okul olarak yaptırılan, bugünse çocuk mahkemesi olarak hizmet veren heybetli bir konak göreceksiniz. Yolun sağında tam köşede karşınıza sultanların, loncaların kortejlerinin de dahil olduğu resmi geçitleri izledikleri zarif bir tarzı olan Alay Köşkü çıkacak.
Evliya Çelebi’nin de anlattığı gibi, bu geçit törenlerinin XVIII. yüzyıla kadar OsmanlIlardaki hayatın renkli bir parçası olduğunu öğreniyoruz. Kameriyenin, sultanın yolun karşısında sadrazamın yaşadığı yer olan Bab-ı Âlî’de neler olup bittiğini gözleyebileceği şekilde yerleştirilmiş olması ise bir tesadüf değil! Kameriye orijinal olarak Sultan II. Mehmed zamanında yaptırılmış ancak bugünkü görünümüne 1819 yılında II. Mahmud’un hükümdarlığında kavuşmuş. Parkın içinde, girişte, solda yer alan taş rampa ise padişahların köşkün kapısına kadar atla gelmeleri için kullanılmış.
#Alay köşkü#bab-ı ali#cafer ağa medresesi#Gülhane fermanı#ilk Atatürk heykeli#İstanbul saray burnu#istanbulda reform çağı#reform çağı#Sarayburnu#Sarayburnu çevresi#Sarayburnu gezisi#st. Mary chalkoprateia kilisesi
0 notes