Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
“Kelime Ekonomisi”
Yeni dünya düzeninde her birey, IQ’su oranında kelime tüketme hakkına sahipti. Hükümet, bunu “Söz Hakkı Adaleti” yasasıyla yürürlüğe koymuştu. Konuşmak, tıpkı benzin almak gibiydi: akıllıca kullanan yolda kalmazdı.
Mesela Ayşe. 138 IQ’su sayesinde her gün 13.800 kelime hakkı vardı. Bir öğretmendi, sözcüklerini dikkatle harcar, öğrencilere gerektiği kadar bilgi verir, gereksiz gevezeliklerden uzak dururdu.
Ama Mahmut… IQ’su 84’tü. Sabah 8’de selam verirken “Selam, nasılsın, iyisin inşallah, havalar da bir acayip değil mi?” deyince kontörü bitmişti. Günün geri kalanını sessiz geçirdi. Akşam markette sadece gözleriyle konuşmaya çalıştı. Kasiyer gülümsedi, “Kelime kontörünüz mü bitti yine Mahmut Bey?”
O gün, sessizlerin devrimi başladı. Düşük kelime hakkı olanlar, sözcüklerini yazılı olarak takas etmeye, sessiz anlaşmalar geliştirmeye başladı. “Konuşamıyorsak, yazalım” diyerek duvarlara kelimeler çizdiler.
Ayşe de sessizleri dinlemeyi öğrendi. Gerçek zekânın bazen çok konuşmakta değil, az konuşup çok şey anlatmakta olduğunu fark etti.
Ve dünya yavaş yavaş sessizleşti. Gürültü azaldı, anlam çoğaldı.
0 notes
Text
GÜL
Gül, Balat’ta, ayakkabı kokularının arasında doğdu. Dedesinin dükkânı caddede, evleri ise tam üstündeydi. Her sabah deriyle uyanır, her gece çivilerin tıkırtısıyla uyurdu. Beş kız kardeşin en büyüğüydü ama küçük bir yetişkin gibiydi hep. Çünkü bazı insanlar doğduğunda, gözlerinin içinde gizli bir harita taşır: Kimin ne hissedeceğini, neyi gizlediğini, nereye gitmesi gerektiğini önceden bilirler.
Gül de öyleydi. Sezgileri, normal bir insanın düşünebileceğinden daha derindi. İnsanların cümlelerinden önce kalplerini duyar, içlerinde saklı kalanları okur, hatta bazen onların kaderine dokunabilirdi. Ama ne yazık ki, bu güç kendisi için işlemiyordu.
On altı yaşında evlendi. Henüz çocuktu. Sevmediği ama ‘öyle olması gerekiyor’ denilen biriyle… Kalbini susturup aklına uymayı seçti. O evlilikten bir çocuğu oldu. Ve sonra, sessizce, bavulunu toplayıp babasının evine döndü. Çocuğu annesine bıraktı, kendisi çalışmaya gitti. Kalbinde büyük bir yorgunluk vardı ama o yorgunluğun içinde küllerin altında saklanmış bir kıvılcım da.
O kıvılcım, eski bir arkadaşla yeniden karşılaştığında alevlendi. Adamın adı Ali’ydi. Beraber çok güldüler, çok gezdiler, yolların haritalarını birlikte çizdiler. Sonra evlendiler. Gül yeniden inandı. Bu sefer sevgiyle. Ve iki çocuğu daha oldu: biri sendin, diğeri kız kardeşin.
Ama hayat yine kendi yoluna gitti. Bazen en çok inandığın şey, seni en sessiz yerinden yorar. Gül yeniden yalnız kaldı. Bu kez üç çocuğuyla. Kendi ayakları üstünde, ama hiçbir zaman çocuklarının altından zemini kaydırmadan.
O, zenginliği değil, onuru seçti. Gönlü darsa da evi ferah olsun istedi. Servis şoförlüğü yaptı. Kışın butik işletti. Yazları, kızları en iyi yazlıklarda, en iyi arkadaşlıkları kurabilsin diye, evini oraya taşıdı. Gül, topraktan değil, kendi yüreğinden büyüyen bir çiçekti.
Ve sonra…
Yıllar geçti.
Zaman onun saçlarını beyaza boyadı ama gözlerini parlatmaktan hiç vazgeçmedi.
Çocukları büyüdü. Onun ayak izlerini takip ederek, bazen tökezleyerek ama hep onun öğrettikleriyle yol aldı.
Bir gün, evine üç küçük erkek çocuğu geldi. Üç torunu. Erkek çocukları çok isterdi hep, “bir tanecik oğlum var” derdi, şimdi üç küçük adam dolanıyordu dizlerinin dibinde.
Gül onlara masallar anlattı. Ama en çok yaşadıklarıydı masal gibi olan.
Çünkü o, hayattaki en büyük büyüyü zaten yapmıştı:
Kendine sadık kalmak. Kimseye ait olmadan, herkese yetecek kadar güçlü olmak.
Ve Gül, yıllar sonra, kızlarının büyüdüğünü, torunlarının sevildiğini, kendisinin unutulmadığını bildiği o bir Mayıs sabahında, balkonundaki sardunyaların arasında otururken düşündü:
“Ben bu hayatı sevdim.”
Ve hayat da onu sevdi.
0 notes
Text
Kayıp Eşya Odası
Otele gece vakti vardılar. Şehir uykudaydı ama otelin duvarları hâlâ geçmiş zamanın fısıltılarını taşıyordu. Burası, bir zamanlar kaldıkları, sonra da unutmuş gibi yaptıkları yerdi.
“Kimseye görünmeden,” dedi içinden. “Sadece eski odamıza girecek, eşyaları alıp çıkacağız.”
Koridoru sessizce geçtiler. Kapının şifresi hâlâ aklındaydı, parmakları otomatik olarak rakamları girdi. Kapı açıldı, hafifçe gıcırdayarak. İçerisi tozlu ama tanıdıktı. Güneşin batarken bıraktığı renkler hâlâ duvarlara sinmiş gibiydi.
Odada hâlâ eşyaları vardı. Zamana karşı saklanmış, dokunulmamış. Bir çift eski not defteri, bir şal, yarısı dolu bir parfüm şişesi. Onları dikkatle bir çantaya yerleştirdi, sanki geçmişini toparlıyordu.
O sırada sevgilisi televizyonu açmış, oda servisini arıyordu.
“Ne yapıyorsun?” diye fısıldadı, panikle. “Sessiz olmalıyız!”
“Acıktım,” dedi umursamazca. “Zaten çok güzel bir yer burası, kimse bizi sorgulamaz.”
Birden, odanın köşesindeki dolaba gözü takıldı. “Kayıp Eşya” yazıyordu üzerinde. Anahtar hala kapının üstünde duruyordu.
Merakla açtı kapıyı. İçerisi bir hazine sandığı gibiydi. Renk renk elbiseler, parlayan tokalar, ve ayakkabılar… Özellikle üç çift ayakkabı göz kamaştırıyordu: siyah klasik bir çift, bir çift şahane desenli bot ve kırmızı taşlarla süslü, zarif bir topuklu.
Kırmızı olanı eline aldı. Parlıyordu, sanki onu bekliyordu yıllardır. Denedi. Ayağına tam oldu. Aynada kendisine baktı, ilk kez bu kadar “yerinde” hissediyordu.
Koridordan ayak sesleri duyuldu. Kalbi hızlandı.
Sevgilisi hâlâ gevşek bir halde yatağa yayılmış, garsona sipariş veriyordu. “Biraz peynir, biraz şarap… belki meyve tabağı da.”
“Yakalayacaklar bizi!” diye fısıldadı tekrar. Ama içten içe bir şey daha fark etti: yakalansa bile, artık bu ayakkabılarla kaçabilirdi.
Kapıyı araladı. Çantasında geçmişin kırıntıları, ayağında geleceğin adımlarıyla, yavaşça koridora süzüldü.
Kimse onu durdurmadı.
İstanbul, 8 Mayıs
FK
0 notes