gezistan
gezistan
Avrasya Gezisi
29 posts
Seyehatı sevenlere özel oluşturduğum siteme hoş geldiniz
Don't wanna be here? Send us removal request.
gezistan · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Ali Süha Delibaşı
Abdürrezzak, 1S05 1896 yıllan içinde saraya alındı. Saray tiyatrosunun ‘’alaturka kısmi’ mızıkai hümayun kadrosuna dahüdi. kendisine mülâzımı sân İlık rütbesi verildi; mı zıkai hümayun üniforması giymek mecburiyeti, san atkârı yıllarca azap içinde kıvrandı ran bir şey olmuştu. Ali Süha Delibaşı, Ulus gazetesinde tiyatro tarihimiz üzerine yazdığı makalelerinden birinde saraya almma vaka sım «öyle tesbit etmişti: “Meşhur Coquelin‘ Icrdcn birisi büyüğü mü, küçüğü mü orası elli değil bir turne sırasında îsrtanbula ge hynr. halktan çok rağbet görüyor. Zamanın Fransız sefirinin delâletiyle sarayda da oyun veriyor. Fransız sefirine, türklerin de Abdi a dm da bir CoqueUn1eri bulunduğu söyleniyor; Ramazan ayı imiş, sefir merak ediyor, bir gec.= yanma zevcesini, tercümanını alıp Şah zadebaşındaki tiyatrosunda Ahdiyi seyrediyor. O gıceki oyun “Bir anda üç meserret” imiş. Sefir Abdiiy çok beğenmiş, bir yolunu bulup padişaha ondan bahsetmiş, Abdi de der hal saraya alınmış’.
Abdürrezzak sahneden çekilince kumpanyasını dağıtmadı, sadece reklâm ve ilânların üzerindeki adı kalktı, Handehânei Os maninin başına arkadaşı Küçük Ismaili geçir di. On iki yıl, o sahnesine, İstanbul halkıda büyük komiğine hasret çekti, ikinci AbdüLhami dinsan’atkâra karşı cömert efendi olduğu söylenir; şöyle bir fırka da vardır:
Padişah bir gece Ahdinin oyunundan pek hoşlanmış, “İhsam şahane” olarak bir tabağa gümüş mecidiye doldurarak göndermiş, Abdi:Ben zerdesiz pilâvı sevmemi.
Demiş, padişaha nakletmişler, kendisine bir tabak da attın gönderilmiş..
Garip tesadiftir, AbdiiHıamidin Abdiye kızması da yine para üzerine savrulmuş bir nüktedir:
Bir oyunda uşak olan Abdi, efendisinin çizmesini çekiyormuş, çizme de bir türlü çık mıyormuş, dudağına gelen niikte. sın ati İra padişah huzurunda oynadığını unutturmuş:
Bu nasıl çizme.. Memur maaşları gibi bir türlü çıkmıyor ki.
Deyivermiş!,.
Rivayet edilir ki. Abdülhamıt Maliye Na arına derhal emir vererek ertesi gün memurlara birer maaş dağıttırmış, fakat Abdilrrez zakı da bir daha saray sahnesine çıkartmamıştır. Uç yıl ömrünün en sıkıntılı devrini va şamış olan Abdi Meşrutiyetin ilâm üzerine en geniş mânada hürriyetine kavuşan bir vatandaş oımuştu; abani sarığı ile şal kuşağım sarmış, tiyatrosunun kapısı önündeki rengârenk ilânlara adı yaaılmış. halk sahnesine çıkmıştı.
Devrin en çok satılan mizah gazetesi “ Karagöz” onun bu dönüşünü İstanbul halkına, çok şirin bir resmini koyarak 17 Mayıs 1909 (Rumi 4 Mayıs 1325) tarih ve 31 numaralı nüshasında haber vermiştir:
“Bir zaman zor ile ortadan çekilen Ahdimiz kendini meydana atmak üzere olmakla çoklaırberi gözlerde tüten bu uhdûke ahlâk, yakında bâ kemali kelle ve kulak orta oyıınu icrasına bağlıyacakmış..
0 notes
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Fırtına Tanrısı’ndan yerfıstığı başkentliğine: Osmaniye...
KaratapeAslantaş Açık Hava Müzesi ile turizmini geliştirmeye çalışan; kültür, tarih, doğa, deniz kumgüneş, sağlık ve tarım turizmine imkanlar sunan Osmaniye, Doğu Akdeniz pazarına renk katmaya hazırlanıyor. Eksiği ise tanıtım ve yatırım.
aratepeAslantaş; Osmaniye ili, Kadirli ilçesi sınırlarında M.Ö. 8. yüzyılda, yani Genç Hitit Çağı’nda, kendisini Adana Ovası Hükümdarı olarak ilan eden Asativatas tarafından, kuzeydeki vahşi kavimlere karşı bir sınır kalesi olarak kurulmuş… Geçmişte Adanava olarak bilenen Adana’nın hükümdarı Asativatas’ın kurduğu KaratepeAslantaş Kalesi de Asativadaya diye adlandırılmış…
Firtina Tanrisi Ve Asativatas
Fırtına Tanrısı’nı takdis eden, Osmaniye’yi de içine alan Adanava’nın Hükümdarı Asativa tas’ın 3 bin yıl evvelki dünyaya seslenişi şöyley di: “Ben gerçekten Asativatas’ım. Güneşimin adamı, Fırtına Tanrısı’nın kulu, Avarikus’un büyük kıldığı, Adanava hükümdarı… Beni Fırtına Tanrısı Adanava kentine ana ve baba yaptı ve Adanava kentini ben geliştirdim. Ve Adanava ülkesini genişlettim, hem gün batısına, hem de gün doğusuna doğru. Ve benim günümde Adanava kentine refah, tokluk, rahatlık tattırdım. Ata at kattım, kalkana kalkan, orduya ordu kattım, herşey Fırtına Tanrısı ve Tanrılar için… Çalımlıların çalımını kırdım. Ülkede kötü olanları ülke dışına attım. Bütün krallarla barış kurdum. Krallar da beni ata bildiler, adaletim, bilgeliğim ve iyi yüreğim için. Öyle ki, önceleri korkulan yerlerde, erkeklerin yola gitmekten korktukları ıssız yollarda, günümde kadınlar kirmen eğirerek dolaşmaktadır. Ve ben bu kaleyi kurdum, ona Asativadaya adını vurdum. Oraya Fırtına Tanrısı’nı yerleştirdim ve ona kurbanlar adadım. Ve bu ülkeye yerleşen halk öküz, sürü, bolluk ve içkiye sahip oldu, dölleri bol oldu, Fırtına Tanrısı ve tanrılar sayesinde. Yalnızca Asati vatas’ın adı ölümsüzdür, sonsuza dek, Güneş’in ve Ay’ın adı gibi…”
“Arkeolojinin Tanriçasi” : Halet Çambel
Hükümdar Asativatas’ın bir zamanlar sağladığı barışla bölgenin bereketi Fırtına Tanrısı’nın da yardımıyla adaletle paylaşılmış… Toroslar’dan sesini ve güçünü alan Fırtına Tanrısı artık bir kültür ve turizm ürünü olarak ziyaretine gelenlere 3 metre yukarıdan bakıyor. Fırtına Tanrı sı’nın bulunduğu “Asativadaya” kalesi, zamanımızda, KaratepeAslantaş Açık hava Müze si’ne dönüşmüş. Genç Hitit kalesi olan bu yerin ortaya çıkarılmasını sağlayan da Anadolu ‘nun hayat verdiği arkeoloji tanrıçasıdır. Adı Halet Çambel… Türkiye’nin ilk kadın Olimpiyat sporcusu olan Çambel, ömrünün 50 yıldan fazlasını harcayarak Asativadaya’yı ortaya çıkarmış. Prof. Dr. Halet Çambel dünyada kendi alanında ilk örnek olan açık hava müzesini yaratmış bin bir güçlükle… Aslantaş Barajı’na bakan KaratepeAslantaş Açık Hava Müzesi’nin çevresi de Milli Park’a dönüştürülmüş. 1956 yılında bir çobanın “orada bir aslantaş var” sözünün peşine düşen Halet Çambel, yüksek ateşli hasta olarak gelip gördüğü bu yerde bir ömür geçirmiş. Osmaniye onun sayesinde dünya çapında bir turizm ürününe sahip olmuş.
Onun sayesinde Asativatas’ın dünyaya seslenişi ortaya çıkmış…
Halet Çambel, geçen j sene Osmaniye Valisi İsa Küçük tarafından, yaptığı hizmetler nedeniyle ödüllendirildi. Ödül töreninde “İlk kez bir vali tarafından ödüllendiriliyorum” diyen Halet Çambel, bir ömre bedel eseriyle, yalnız turizme değil prehistoriaya da büyük katkılar sağlamış.
Fırtına Tanrısı ve Hükümdar Asativatas, Çambel sayesinde nasıl karanlıktan günyüzüne çıkmışsa, Halet Çambel de Asativatas sayesin de adını unutulmazlar listesine yazdırmış; “arkeolojinin Anadolu tanrıçası” olarak… O, bir şehrin taşa kazınmış eski zaman seslenişini, yeni zamanlara aktardığı için Osmaniye’nin gerçek hemşehrisidir…
Türkiye’nin Yerfistiği Başkenti
Ceyhan Irmağı’nın toprakla, güneşle, Akdeniz’in iklimiyle buluşarak ortaya çıkan bereket, Osmaniye’yi yerfıstığının başkenti yapmış. Eski adıyla Cebeli Bereket olan bu topraklat Türkiye’nin yerfıstığı ambarıdır. Şehir doğal, tarihsel güzelliklerinin yanında yerfıstığı ile ekonomik gücünü sağlar olmuş. Osmaniye’nin tanıtımında Karate peAslantaş ile birarada anılır olmuş yerfıstığı… Osmaniye bir zamanlar Fırtına Tanrısı ile korun duysa, şimdilerde de yerfıstığıyla geçinir olmuş.
Zengin Mutfağında Her Şey Var
İlginç mutfağı, doğal boyalarla boyanan kilimlerinin yanında, tarım turizmine imkanlar sunacak gözalabildiğince uzanan bereketli ovası; kışın kar altında, baharda yeşilin baskınındaki Toroslar ve Amanoslar, bu dağları yara yara ovaya akan nehirler; nehirler üzerindeki barajlarda şimdiden başlayan su sporları, yaylalar ve bakir plajları ile Osmaniye Doğu Akdeniz turizminin geleceğidir.
0 notes
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Antik Dünyanın Altın Kenti: “Selçuk”
Antikçağın meşhur şehri Efes’i içinde barındıran Selçuk; küçük Asya eyaletinin görkemli başkenti, erken Hıristiyanlık döneminin en önemli dinsel merkezi, Meryem Ana’nın yaşamının son günlerini geçirdiği ve Aziz Pavlus’un defalarca ziyaret ettiği kutsal yer olarak her yıl yüz binlerce kişinin ziyaret ettiği bir ilçemiz. Antikçağın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı’na da ev sahipliği yapan Selçuk, tüm bu özellikleriyle “tipik bir Anadolu kasabası” tanımlamasından sıyrılıyor.
Kentler uzun yıllarda kurulur, bir anda yok olur” der Seneca. Kurulması uzun yıllar alan ama bir anda yok olan kentler gibi, üzerinde fazla söz söyleneme yen, kendi kendine dile gelebilen kentler de vardır. İçinde barındırdığı değerlere bakmasını bilenler, kentin anlattığından yola çıkarak, birçok bilgiye sahip olabilirler. İzmir’in Selçuk ilçesi de işte bu tür yerlerden biri. Selçuk’u bu kadar ünlü yapan nedir sorusuna verilecek tek cevap var: Tarihi güzellikleri. Dünyanın yedi harikasından birini, Artemis Tapınağını da içinde bulunduran Efes Antik Şehri, Yedi Uyuyanlar Mağarası, Meryem Ana Kilisesi ve içinde şarap yapılan tek Türk köyü olma unvanına sahip Şirince Köyü ile Selçuk, “tipik bir Anadolu kasabası” olmanın çok ama çok ötesine geçen, namı dünyaca meşhur bir yer.
Selçuk’u bu kadar meşhur kılan en önemli etken Efes Antik Şehrine ev sahipliği yapmasıdır. Antik dünyanın altın kentidir Efes. Modern dünyadan hiçbir iz taşımayan bu kentin her köşesi, olanca güzelliğiyle kendini ziyaretçilerine sergilese de “gizemli ve keşfe değer” duygusu yaratır. Peki nedir Efes’i bu kadar gizemli kılan? Cilalı taş devrine dek dayanan tarihçesi mi, yoksa hem putperestler hem de Hıristiyanlarca kutsal sayılması mı? Veya dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağının bu kentte yaratılması mı? Her bir soruya verilen “evet” cevabıdır belki de Efes Antik Şehrini bu derece önemli kılan ve ününü bu ülkenin sınırlan dışına taşıyarak on binlerce kişinin ziyaret etmesini sağlayan. Şimdi tek tek bu nedenlere bakalım ve anlatmaya öncelikle Efes’i Efes Antik Şehri yapan tarihçesiyle başlayalım.
Modern dünyanın antik kenti: Efes
Hayli geniş bir alana yayılmış olan Efes, içinde yüzlerce tarihi değeri barındırır. İşte Efes’e gidildiğinde mutlaka görülmesi gereken yerler ve onların kuruluş öyküleri.
Büyük Tiyatro: Antik Efes’in görkemli yapıları yıllara meydan okurcasına dimdik ayakta dururken, bunların en muhteşemi 25 bin kişilik tiyatrodur. Kuzeybatısında iki lonik sütunlu Helenistik çeşmenin bulunduğu tiyatronun, ilk kez yine Helenistik dönemde yapıldığı kabul edilse bile, günümüze kadar ayakta kalan yapının imparator Ctadius zamanında inşasına yeniden başlandığı, imparator Trinus (98117) döneminde tamamlandığı bilinmektedir. Tiyatronun ön kısmında oldukça sağlam ve iri taşlardan yapılmış soyunma yerleri belirgin şekilde görünmekte ve hâlâ kullanılmaktadır. ilk dönemde üç katlı olan tiyatro, her biri yirmi ikişer basamaklı üç bölümden oluşur. Sahne binası 18 metre yüksekliğindedir. Sahnenin arka duvarları son derece süslü ve nişleri içinde heykellerin bulunduğu bir görünüm taşımaktadır. Akustiği muhteşem olan tiyatronun tribünleri, sahnenin rahat görülebilmesi için çok dik inşa edilmiştir.
Ticaret Agorası: Tiyatronun karşısında yer alan ticaret agorası giriş kapıları ve alanı çevreleyen sütunları ile dikkat çeker. Esas yapı Helenistik olmakla birlikte, bugün kalıntıları görülen agora, imparator Augustus döneminde yenilenmiştir.
Mermer Cadde: Efes antik kentinin güneydoğusunda bulunan Magnesia kapısından Koresos kapısına kadar uzanan 400 metrelik mermer cadde, MS 5.
yüzyılda yeniden yapıldı. Caddenin altından geçen kanalizasyon sistemi denize kadar uzanır. Mermer cadde ile Celsus Kitaplığı arasındaki açık alanda Auditorium bulunduğu ve burada konuşmalar yapılıp şiirler okunarak söylevler verildiği bilinir.
Celsus Kitaplığı: Agora’nın güney tarafında bulunan Celsus Kitaplığı, M.S 135 yıllarında Asya Konsülü Julius Celsus Halemaeanus adına oğlu Julius Agiula tarafından Romalı mimar Vitruoya’ya yaptırılır. Dıştan iki katlı, içten 15 metre yüksekliğinde tek bir salondan oluşup salonu çevreleyen üç katlı galerilerde, duvara serpiştirilmiş pencerelerden ışık süzülür; arka duvardaki bir kapıdan ise Celsus’un mezarına geçilir. Kazılar sırasında Celsus’un burada bulunan heykeli halen İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Ön cephe kolonları arasında bulunan dört kadın heykeli “Akıl, Kader, İlim ve Erdem” öğelerini sembolize eder. Bu heykellerin orijinalleri ise bugün Viyana Müzesi’nde bulunur. Döneminde dünyanın sayılı bilim adamı ve düşünürünün yetişmesine aracı olan Celsus parşömen ruloların nemden etkilenmemesi için iki tarafı tuğladan örülmüş kapalı raflarda korundukları belirlenmiştir.
Aşk Evi: Mermer Cadde’nin Kuretler Caddesi ile kesiştiği noktada bulunur. Yol üzerinde kazılmış sol ayak ve bir kadın başı görülür. Bu iki görüntü dünyanın ilk reklam panosu olarak değerlendirilmekte ve az ileride kadın bulunabileceğini haber vermektedir.
Yamaç Evler; Celsus Kitaplığı’ndan Kuretler Caddesi’ne dönüşte sağ tarafta Bülbül Dağı’nın yamaçlarında kentli zenginlerin ikamet ettikleri evlerdir. Yakın zamanda restore edilerek orijinallerine daha yakın hale getirilmiştir. Evler geniş merdivenlerle caddeye dikey olarak açılmakta, duvarlarında fresk mozaiklerle süslü kaplamalar bulunmaktadır. Efes’te bunların dışında son derece büyük arkeolojik öneme sahip Skolastika Hamamı, Hadriyan Hamamı, Domitian Tapınağı, Tirainan Çeşmesi, Devlet Agorası, Belediye Sarayı, Odeon, Stadyum, Akropol, Bizans hamamları, Çifte Kiliseler, Liman hamamları, Arkadiana bulunmaktadır.
St. Jean Bazilikası: Bizans imparatoru Justinyen’in MS 6. yüzyılda Hz. İsa’nın havarilerinden St. Jean adına yaptırdığı Ayasuluk Tepesi’ndeki bazilikaya batıdan girilir ve planı bir haçı andırır. St. Jean’ın mezarı da burada bulunur.
Nasıl ki bir kitap, satır satır, sayfa sayfa belli bir dünyayı anlatıyorsa, bazı kentler de taşı toprağı, barındırdığı tarihi ve/veya doğal güzellikleriyle kendisine bakana cok şey ifade eder. Tarihçesi MÖ 6000’li yıllara, diğer bir ifadeyle cilalı taş devrine kadar dayanan Efes de bu yerleşim birimleri arasında bulunur ve antik dünyanın en önemli merkezlerinden biri olarak değerlendirilir.
1 note · View note
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Avşa'da Güneşin Batışını Izlemek
Turizm sezonunu 12 ay yaşayan İspanya nın İbiza Adası’nda güneşin batışı bir turizm ürünü olarak da satılır. Muhteşem güneş batışlarıyla ünlü Avsa Adası nın turizm sezonu ise sadece iki ay… Hem de İstanbul’a onca yakınlığına karşın…
Güneşin ufku renklerle boyamasını seyretmek istiyorsanız gidin Avşa’ya. Güneş batışlarında yalnızlıklar yaşamak istiyorsanız gidin Avşa’ya. Yalnızlıktan sıkıldığınızda renk, renk çoğalmak için gidin Avşa’ya. Güneşin batışında nasıl küçümencik olduğunuzu anlamak istiyorsanız, evrenin ne kadar büyük ne kadar sanatkar olduğunu görmek istiyorsanız gidin Avşa’ya. Fakat, illa ki Eylül’de gidin Avşa’ya.
Gidin Avşa’yı Keşfedin
Gidin Eylül’de Avşa’ya ve ada yalnızlığının ortasında güneşin batışı ile huzurlu yalnızlığı yaşayın. Geride kalan veya tekrar dönmek zorunda olacağınız huzursuzluklarınıza bir daha yer açmamak için Marmara Deni zi’nin o küçük adasında olun. Denizin kokusunu içinize çekerek, renklerin sihirbaz maharetli gösterisine doya doya tanık olmak istiyorsanız gidin Avşa’ya. Çok çok açık sarılardan başlayıp, kehribar ve safran sarısıyla “vakti kerahat”e doğru yol alan güneşin kızıl bir topa dönüşmesiyle birlikte, kırmızının en can alıcı tonlarının sardığı gökyüzünü seyretmek, güneşin denizi yangın yerine çevirdiğine şaşarak bakmak için orada olun. Güneşin yaktığı gökyüzü ve denizin; kan kırmızısından vişne kırmızısına, sonra da bu kırmızıya bulaşan mavilerle rakseden lacivertlerle oynaşmasına tanık olmak istiyorsanız gidin Avşa’ya. Ufuk çizgisinden, denizin yüzeyine bir kadife gibi yayılan; küçücük dalgacıklarla sahile vuran, kıpkırmızı bir yolla içinize yayılacak güneşin mahşeri renklerini sakın ola ki söndürmeyin; bırakın içiniz de yansın bunun için gidin Avşa’ya…
Sonrası Mutsuzluklardan Sıyrılmak
Sonra… denizin renklere bulanmış sathını hafiften titreten akşam rüzgarı ile kendinize geldiğinizde. Edip Cansever ‘in “Acaba” şiirinde sorguladığı “Mutluluğu bir kabuk gibi saran mutsuzluklardan” sıyrılmayı başarmak; dıştan içe geçilen kapıları açan tılsımlı anahtarı bulmak için orada olun… Her akşamüstü biletsiz, davetsiz, protokolsüz, afrasıztafrasız, karşılıksız, içten teva zuyla yeryüzünün en muhteşem gösterisini içinizin ve dışınızın tanrısal çıplaklığıyla seyretmek ve kendinize gelmek için gidin Avşa’ya… Hiç sekmeyen bir dakiklikle sunulanların kıymetini bilmek, anlamak; kendinizi güzelliklere ve güneşe batırmak için gidin oraya…
Bereket Kaynağı
Güneşin denizle, gökle, bulutlarla, sahile vuran dalgalarla akşam üzeri eğlencesine tanık olan ada bir bereket kaynağı. Bu bereketi görmek; bu bereketten sonsuza kadar huzur içinde yararlanmayı unutup, bu be reketi yazlıkçılara satıp adayı terkedenlerin hazin öyküsünü dinlemek için de gidin Avşa’ya. Şaraba dönüşecek üzüm bağlarını, zeytinlikleri, iğdelikleri, incirlikleri, kaysılıkları, bademlikleri, cevizlikleri kuranların o güzel mirasına nasıl hoyratça sırt çevrildiğini görmek için de gidin Avşa’ya. Bir turizm ürününe de dönüştürülebilen bereketin sürdürülebilir geçinme, kalkınma olduğunu, buna sırt dönenlerin turizmi de eksik yaptıklarını görmek için de gidin Avşa’ya… Ve geri döndüğünüz büyük şehirlerinizde, Cansever’ce “bakarken kaskatı kalabalıklara”, içinizden Avşa’ya giden bir yol bulun… Toprak ananın bereketiyle, güneşin batışıyla turizmi bağdaştırmanın, zenginleştirmenin yollarının tükenmediği Avşa’ya gidin…
Avşa`da Yaşam
Kapıdağı Yarımadasından koparak oluşan adaya çeşitli dönemlerde Ofiousa, Fisia, Ophiussa Afousia, Adusia, Afissia denmiş. Afissia da zamanla Avşa’ya dönüşmüş Türkçe’de. Adanın Rumları, 1924’deki mübadelede Yunanistan’a giderken, onların bıraktığı yerlere de Girit’ten Türkler yerleştirilmiş. Avşa’nın nüfusu, temmuz ve ağustos aylarıyla birlikte İstanbul’dan gelen yazlıkçılar ve alt gelir grubu orta direk tatilcilerle bir anda 80 binlere çıkıyor. Ağus tos’un sonunda herkesin elini ayağını kesmesi ile birlikte ada 2 bin kişilik nüfusuyla başbaşa kalıyor. Böyle bir turizmi var adanın. İstanbul’a onca yakınlığına karşın gemiyle ancak 56 saatte, deniz otobüsüyle de 3 saatte ulaşılıyor. Avşa halkı turizmle 1970’lerde tanışana kadar bağcılık, zeytincilik yanında, kayısı, iğde, incir, badem üretimi ve balıkçılıkla geçimini sağlıyormuş. Marmara Adası’na bakan kıyıdaki üzüm bağları ve zeytinlikler yazlıkçılara arsa olarak satılmış. Kalan bağlar ise denize uzak vadilerde. Bu bağlardan elde edilen, adakarası denilen üzümlerinden halen şarap yapılıyor. Adanın turizmi pansiyonculuğa ve yazlıkçılara dayanıyor. Balıkesir’e bağlı Marmara Adası ilçesi’ne bağlı bir belde olan Avşa; deniz seviyesinde kalitesi yüksek oksijeni, muhteşem güneş batışı, temiz denizi, bakımlı plajları, mütevazı otel, pansiyon, lokanta, şaraphaneleri, eğlence yerleri ve geliştirilmeye açık diğer ürünleriyle turizm sezonunu ancak 2 ay yaşayabiliyor.
1 note · View note
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Keşfedilmeyi Bekleyen Bir Yer “Langkawi”
Langkawi Adası, 10 milyon yaşındaki yağmur ormanları ile 8,000 yaşındaki mercan kayalıkları arasında yer alan, egzotik florası ve nadide yaban hayatı ile beş yıldızlı tatil ortamının entegre edebilmiş olduğu nadir yerlerden birisi.
Malezya‘nın en iyi bilinen tatil beldesi olan Langkawi, turkuaz sakin bir denizi, beyaz kumlu kumsalları, ormanlarla kaplı tepeleri, pirinç tarlaları, bozulmamış doğası ve vergisiz alışveriş fırsatı ile tam bir tatil rüyası.
Malezya’nın Kedah eyaletine bağlı olan ada, Malezya Yarımadası kuzey batı ucunda, kıyıdan 30 km açıkta, Andaman Denizi’nde yer alıyor. Hindistan cevizi ağaçları gölgesinde, tropik iklimin ve denizin kusursuz keyfinin kaygısızca çıkarılabileceği Langkawi Adaları 99 adadan oluşuyor. Langkawi Adası ise, bu adalar topluluğunun en büyüğünü oluşturuyor.
UNESCO tarafından korunan mangrov orman alanları ile doğa tüm güzelliğini sunarken, biri birinden güzel plajlarıyla da tatilcileri davet ediyor.
Pulau Langkawi, 1986 yılında gümrüksüz serbest bölge olarak ilan edilmiş. 478,5 km² yüz ölçümündeki adada 65.000 kişi yaşıyor. Küçük köyleri, pirinç tarlaları, mandaları ve doğal güzellikleri ile kırsal alanları, tam bir Malay adası görünümünde.
Langkawi Gezilecek Yerler
Underwater World, renkli deniz altı yaşamı meraklılarının ilgisini çekecektir. Dünyanın bu en büyük halka açık akvaryumunda (38 Ringit, 22TL; çocuklar 28RM,16TL), leopar köpekbalığı, dinazor balığı, penguenler, mercanlar, vatoz balıkları, deniz kaplumbağaları ve diğer egzotik deniz canlıları görülebilir. Türkiye’de görülemeyecek zenginlikte akvaryumun çıkışında da orta ölçekte bir shop bulunuyor.
The Crocodile Farm (Timsah çiftliği) timsahların nasıl yetiştirildiği öğrenilebilir.
The Snake Sanctuary (Yılan çiftliği), Malezya ve dünyanın farklı yerlerinden çok çeşitli yılan türleri görülebilir.
The Cable Car Ride (teleferik), yağmur ormanları arasında, 42 derecelik eğimle dünyanın en dik teleferik gezisini sunuyor. Langkawi Adaları’nın çarpıcı panoramik manzarasına şahit olmak için ideal. Teleferik, Mount Mat Chinchang üzerinde L şeklinde bir rota izleyerek Oriental Village’da bitiyor. Burası, başkent Kuah şehrine arabayla 30 dakika uzaklıkta yer alıyor.
Oriental Village, 50’den fazla mağazasıyla, turistik el sanatları ve hediyelik eşyaların alınabileceği bir köy olarak tasarlanmış. Aynı zamanda Malay mufağının seçkin lezzetleri de burada tadılabilir.
Langkawi Sky Bridge, Mat Chinchang Dağı’nın, deniz seviyesinden 700m yüksekliğinde bir sırta kurulmuş. Langkawi Cable Car vasıtasıyla ulaşılabilen Andaman Denizi’ne doğru inanılmaz manzara sunan köprünün 125 metrelik bölümü yaya yürünebiliyor.
Pregnant Lady Lake, Tasik Dayang Bunting olarak bilinir ve Kuah şehrinin güneyinde yer alıyor. Tepeler arasında yer alan bu muhteşem derin göl, Pulau Dayang Bunting tepeleri arasında yer alıyor. Yerel efsaneye göre, gölün suyu şifalı; çocuğu olamayan kızların bu suda yüzdüğünde çocuk sahibi olabileceklerine inanılıyor.
Langkawi Alışveriş
Langkawi bir duty-free alışveriş cenneti. Adada çok sayıda el sanatları ürünleri satan mağazalar bulunuyor. Bir tür kumaş boyama sanatı olan batik, ahşap el oyması ürünleri, seramik ürünleri, inci alınabilir.
Langkawi alışveriş merkezlerinin çoğunluğu, başkent Kuah yakınlarında yer alıyor. Jetty Point Shopping Complex ve The Saga Shopping Centre kozmetik, saat, giyim, aksesuar, sigara, likör ve daha fazlası için uygun bir alışveriş merkezleri.
Langkawi Gece Hayatı
Gündüz için sunduğu seçeneklere kıyasla Langkawi gece hayatı çok hareketli sayılmaz. Bistrolar, publar, bar, kafe, restoran ve gece kulüpleri Pantai Cenang, Pantai Tengah ve Pantai Kok çevresine deniz kıyısında sıralanmış olduğundan, keyifli geçen günün ardından romantik ve sakin bir akşam geçirme fırsatı sunuyor. Bazılarında canlı müzik sunumları yapılıyor.
The Oriental Village ve Telaga Harbour Park ise diğer popüler gece hayatının bulunabileceği yerler arasında yer alıyor.
Langkawi Konaklama
Langkawi’de temiz, ucuz otellerden, ödüllü 5 yıldızlı tatil köylerine kadar, her türlü zevke ve bütçeye uygun konaklama fırsatları sunuyor. Langkawi turu için erken rezervasyon otelleri ayarlanarak konaklama maliyetlerini azaltabilir.
Sheraton Langkawi Beach ResortPantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkawi veya Berjaya Langkawi Resort tavsiye edilir.
Cenang Beach bölgesinde sırt çantalılar için uygun dorm oda yatak fiyatları 5$’dan başlıyor. Oda fiyatları ise 10$ civarında. Gecko Guest House, Shirin Guesthouse ve Melati Tanjung Motel tercih edilebilir.
Langkawi Hava Durumu
Ekvator çizgisine yakın olan Langkawi’de tropikal iklim bulunuyor. Kuru sezon ve yağışlı sezon olmak üzere 2 mevsim egemen. Hava sıcaklığı en yüksek 33, en düşük ise 24 derece arasında seyrediyor.
Nisan-Ekim arası ise yağışlı sezon, sıcaklık 30 dereceler civarında seyreder. En çok yağış ise Ağustos ve Eylül arası görülüyor. Bu dönem hava sıcaklığı 24 derece civarında seyrediyor. Kasım-Mart ayları arasında takımadalar boyunca serin esinti var.
Langkawi her mevsim tatil yapmaya elverişli bir iklime sahip, ancak tatil için en uygun zaman Kasım-Haziran ayları arası.
Langkawi’ye Nasıl Gidilir
Andaman Denizi’nin muhteşem güzelliklerinden birisi olan Langkawi Adası’na feribotla Georgetown, Kuala Perlis, Kuala Kedah ve Satun (Tayland) yoluyla ulaşılabiliyor. Ben Satun üzerinden Langkawi’ye geçtim.
Kuala Kedah ve Kuala Perlis ile Langkawi arasında ekspres feribot (25 Ringit, 15TL) çalışıyor. Kuala Kedah- Langkawi arası feribot ile 1 saat 15 dakika, Kuala Perlis’ten ise 45’dakika sürüyor.
Georgetown, Kuala Lumpur ve Singapur vasıtasıyla gelecekler havayolunu kullanabilir. Malaysia Airlines, Kuala Lumpur-Langkawi arası her gün, Air Asia ise haftada 5 gün uçuyor.
Kuala Lumpur’dan karayolu ile Langkawi’ye ulaşılabilir. Havalimanında araba kiralayıp ada kolaylıkla gezilebilir. Malezya mükemmel karayoluna ve kurallara uyan sürücülere sahip. Trafik soldan akıyor.
0 notes
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Turizmin Eşsiz ve Sakin Yöresi “Alaçatı”
Merhaba değerli blog takipçileri ve ziyaretçileri sizler için internetten araştırdığım ve de daha önce gezme fırsatı bulduğum tatil yöresiyle ilgili bir yazı hazırladım. Bu yazımın içeriğinde Alaçatı’nın Türkiye’nin turizm potansiyelini sağladığı dinamizmi görmemizde yardımcı olan geniş bilgilere sahip olacaksınız. Beğenmenizi ümit ederek iyi seyahatler diliyorum.
Alaçatı, İzmir’in belki de en gözde tatil beldesi olarak biliniyor. Her yıl yerli ve yabancı turistler tarafından yoğun bir şekilde ziyaret edilen tatil yöresi, bilmeyenler için ise tam bir labirent! Sizin de tatil planlarınız arasında Ege kıyıları varsa, Alaçatı tatili hakkında bilmeniz gereken birkaç şey var!
İzmir’e bağlı olan Alaçatı, merkeze yaklaşık olarak 1 saat uzaklıkta! Şehir dışından Alaçatı’ya ulaşmak istiyorsanız, araba tercihi yapabilirsiniz. Fakat yolun uzun olması, tatilden bir şey anlamamanıza neden olup sizi fazlasıyla yorabilir. Bu durumdan kaçınmak ve tatilin keyfini doyasıya çıkarabilmek için uçakla İzmir’e ulaşmanızı öneririz. Son zamanlar da uygun kampanyalarıyla göz dolduran Sunexpress, güzel bir alternatif olabilir.
İzmir’in Gözdesi Alaçatı
Uçaktan sonra da konforumdan vazgeçmem diyorsanız İzmir Adnan Menderes havaalanından kolayca araba kiralayabilir ve Alaçatı yoluna koyulabilirsiniz.
Araba tercihi yapmadıysanız üzülmeyin! İzmir’de her şey turistler için düşünülmüş. Yine havaalanından binebileceğiniz otobüslerle Çeşme’ye ulaşmanız gerekiyor. Alaçatı, havaalanı ve Çeşme arasında kalsa da maalesef otobüsler mola vermiyor. Bu durumda Çeşme’de inip tekrar minibüse binip Alaçatı’ya gitmeniz gerekiyor. Çeşme’den Alaçatı’ya giden birçok seçenek bulabilirsiniz.
Keyifli bir Ege turu sonrasında Alaçatı’ya ulaştıktan sonra kendinizi şirin kasabanın modern görüntüsüne kaptırabilirsiniz. Avrupayı andıran sokak yapısı ile herkesi büyüleyen Alaçatı’da kaybolmak size keyifli bile gelebilir.
Alaçatı Butik Otelleri Tek Kelimeyle Nefis!
Alaçatı’nın daha beldeye giden yolda başlayan ve sizi sarıveren farklı bir havası var. Alaçatı’nın begonvillerle kaplı mis kokulu sokaklarının oluşturduğu atmosfer ve huzur dolu ambiyans, İzmir Alaçatı’nın neden son yılların en gözde tatil beldelerinden biri olduğunu hissettiriyor. Türkiye’nin en iyi butik otellerinden bazılarına da ev sahipliği yapan Alaçatı, gerek sevgililer günü tatilinde gerekse yaz döneminde iyi bir tatil keyfi yapmak isteyenleri ağırlamayı bekliyor.
Alaçatı otelleri, beldenin hemen her yerinde dağılmış durumda. Birçoğu da kalabalığın taş evlerin sıralandığı sokakları doldurduğu merkeze yakın. Bu butik otellerin birçoğu oda kahvaltı şeklinde hizmet veriyor. Ticari bir işletme zihniyetinden uzak, evlerine gelen tatilcileri bir misafirmiş gibi ağırlayan Alaçatı butik otelleri, kahvaltısıyla, odalarının kendine münhasır tasarımıyla, tarihi dokusu ve bahçelerinin güzelliğiyle göz dolduruyor.
Sörfçülerin Toplanma Noktası
Alaçatı, konumu gereği oldukça rüzgarlı! Ve bu durum da ister istemez denizin dalgalı olmasını gerektiriyor. Rüzgar denize girmek isteyenler için olumsuz bir durum olsa da sörf tutkunları için biçilmiş kaftan. Alaçatı’da yazın sörf yarışmalarının düzenlenmesi de bölgeye ayrı bir turizm hareketi katmakta! Denize girenler için ise daha sakin sahiller de yok değil! Ayrıca gençlerin uğrak noktası haline gelen birçok beach club’lar sırayla açılıyor. Bu beach’lerde güneşin ve denizin tadını doyasıya yaşayabilirsiniz.
Alaçatı Kumrusu Başka Yerde Yenmez
Alaçatı’nın nesi meşhur derseniz, herkesten kumru cevabı alacaksınız. Kesinlikle diğer şehirlerde yediğiniz kumru diye adlandırılan benzer tatlardan daha lezzetli olduğunu ilk ısırıkta anlayabilirsiniz. Alaçatı tatili sırasında kumru yemeden dönmemeniz daha sonra pişman olmamanız için oldukça önemli! Çünkü kumru Alaçatı’da yenir! Özellikle gece kumru yemek için kendinizi sıra beklerken bulabilirsiniz.
Alaçatı Gece Hayatı Oldukça Hareketli
Alaçatı, eğlenmesini bilenler için oldukça hareketli! Akşamüstü saatlerinde dar sokaklarda sevdiklerinizle birlikte keyifli yürüyüşler yapabilirsiniz. Daha sonra meşhur rakı balık restoranlarında Ege mezeleriyle birlikte kolay kolay unutamayacağınız tatlar keşfedebilirsiniz. Özellikle sadece Alaçatı’ya ait mezeler, rakı masalarının olmazsa olmazı! Bir de arkadan keyifli bir müzik geliyorsa, değmeyin keyfinize! Karşınızda da sevdikleriniz varsa, Alaçatı tatili işte şimdi başlıyor demektir.
Alaçatı’da tabii ki diğer dünya mutfaklarına özgü restoranları da bulabilirsiniz. Seçim burada da size kalıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde meşhur Aya Yorgi Koyu‘na gidip, gece kulüplerinde eğlenebilirsiniz. Bu gece kulüplerinde giriş sıkıntısı olduğunu önceden belirtelim. Özellikle erkek erkeğe içeriye girmeniz bir hayli zor! Ayrıca giriş ücreti vermeniz gereken mekanlar da var.
İstanbul’da da oldukça meşhur bir bar olan Tektekçi, Alaçatı’nın en çok dikkat çeken mekanı! Geceleri özellikle gençlerle dolup taşan mekan, geç saatlere kadar açık! Alaçatı’daki tektekçinin ayrıca farklı bir özelliği var! Gece 1’den sonra dağıtılan kulaklıklarla eğlenceye devam ediliyor. Binaların iç içe olması, otel ve evlerin de barlara yakın olmasını gerektirdiğinden geç saatlerde yüksek ses yayını yasak! Ama Tektekçi, bunu oldukça akıllı bir şekilde kendi lehine çeviriyor.
Gecenin sonu tabii ki midye ve kumru! İzmir’in kumrusu gibi meşhur olan midyesi, tadını kesinlikle damağınızda bırakacak. Diğer şehirlerde gördüğünüz midyelerin aksine çok küçük olan İzmir midyesi, tadından ise ödün vermiyor. Bir yiyenin bir kez daha bırakamayacağı midyeden sayısız tane yiyebilirsiniz.
Alaçatı Taksi Ücretleri
Alaçatı’nın belki de tek derdi taksileri olarak biliniyor. Bu durumun nedeni de talebin arzdan oldukça fazla olması! Özellikle tatilcilerin yoğun ilgisiyle karşılaşan taksiler, maalesef tamamıyla onlara derman olamıyor. Bu durum da ister istemez taksi fiyatlarının oldukça yüksek rakamlara çıkmasına neden oluyor. İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerle arasında oldukça fiyat farkı bulunan taksiler ise durumdan memnun gözüküyor.
Çok mecbur kalmadıkça sık sık düzenlenen minibüs seferlerini kullanmanız, Alaçatı tatili sırasında ulaşıma fazla para harcamamanızı sağlayabilir. Seçim sizin!
Özellikle İstanbul ve çevresinde yaşayanların hemen hemen her yıl tercih ettiği Alaçatı, güzelliklerinden bir şey kaybetmiyor, aksine daha da üzerine katıyor. Siz de yurt dışına çıkmadan kendinizi yurt dışında hissetmek ve kaliteli bir tatil geçirmek istiyorsanız, Alaçatı tüm güzellikleriyle sizi ve sevdiklerinizi bekliyor.
0 notes
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihe İsimlerini Kazımış Paşa ve Padişahlar Serisi
İkinci Mahmut
I. Mahmut, Otuzuncu Osmanlı Padişahı, 1784’te İstanbul’da doğdu, 1839’da aynı yerde öldü. III. Selim’in kaldıramadığı Yeniçeri Ocağı’nı kaldırarak yerine düzenli bir ordu kurdu. Batılılaşma hareketine öncülük etti.
I. Mahmut. Alemdar Mustafa Paşa’nın desteğiyle 1808’de tahta çıktığı zaman, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış durumu çok kötüydü. III. Selim’in öldürülmesine kadar varan karışıklıklardan yararlanan Anadolu ve Rumeli’ndeki devlet ileri gelenleri ve çeşitli yerlerdeki zorbalar, başına buyruk birer derebeyi kesilmişlerdi. Yeniçeriler gemi azıya almışlardı. Ruslarla Fransızlar arasında Osmanlı ülkesini bölüşme tasarıları konuşuluyordu. Balkanlarda isyanlar birbirini kovalıyordu. II. Mahmut ıslahata ordudan başladı, ilk iş olarak, Sekban-ı Cedid ocağını kurdu 1826’da, artık bir zorbalık müessesesi olan Yeniçeri Ocağını kaldırdı. Tarihte Vak’a-i Hayriye diye anılan bu olaydan sonra Asakir-i Mansüre adlı bir ordu kurdu Dışta ve içte barışı sağlamaya çalıştı. II. Mahmut’la birlikte Türkiye’de modern bir çağ başladı.
Büyük Reşit Paşa
Mustafa Reşit Paşa veya Büyük Reşit Paşa, Abdülmecit devrinin ünlü devlet adamıdır. 1799’da İstanbul’da doğdu, 1857’de aynı yerde öldü.
Tanzimat devrini açarak memleketi Batılılaştırmaya çalıştı ve Osmanlı devletini parçalanmaktan korudu. Mustafa Reşit Paşa birçok önemli görevi başarıyla yaptıktan, Paris ve Londra elçiliklerinde bulunduktan sonra 1836’da Dışişleri Bakanı oldu. Bu tarihlerde Osmanlı Devleti parçalanmak üzereydi. Mustafa Reşit Paşa, memleketin bu zor durumdan üç yolla kurtulacağına İnanıyordu: Batılılaşmak, insan haklarına dayanan, demokratik bir düzeni benimsemek; büyük devletlerle dostluk kurmak… Mustafa Reşit Paşa, bu reformları yapmak için bir yandan büyük devletlerin yardımlarını isterken diğer yandan reforma karşı kimselerle uğraşıyordu. İngilizlerin yardımını kazanarak ülkenin durumunu biraz düzeltti. Abdülmecit tahta çıkınca (1839) Tanzimat Fermanını Padişaha kabul ettirerek bunu Gülhane Parkında kendisi okudu. Bu padişahla uyrukları arasındaki ilişkileri gösteren ilk yazılı belgeydi.
Simon Bolivar
Güney Amerikalı general ve devlet adamı, 1783’te Caracas’ta (Venezuela) doğdu, 1830’da Santa Marta’da (Kolombiya) öldü. Güney Amerika’da İspanyol egemenliğine son verdi.
Simon Bolivar, Rousseau’nun fikirleriyle etkilenmişti. Bolivar, öğrenimini Madrid’de yaptıktan sonra memleketi Venezuela’ya döndü ve orada 1810’dan itibaren İspanyol’lara karşı yapılan ayaklanmalara katıldı, hattâ çabucak âsilerin başına geçti. Sömürgeciliğe karşı giriştiği bu ölüm – kalım savaşı zaferle sonuçlandı. 1813’te İspanyolları Venezuela’dan kovan Bolivar, «el Libertador» (kurtarıcı) unvanını kazandı ve diktatörlük yönetimini kurarak kendisi de cumhurbaşkanı seçildi. Bundan sonra kurduğu yeni bir orduyla And sıradağlarını aşan Bolivar, Kolombiya’daki İspanyol ordularını ezdi. Bu arada Arjantinli yurtsever San Martin, Şili ve Peru’yu kurtarıyor; Venezuelalı Sucre ise Ekvator’u hürriyetine kavuşturuyor ve Bolivya Cumhuriyetini kuruyordu. Simon Bolivar’a duyulan hayranlık, Boli var denilen şapka modasını yaratmıştır.
1 note · View note
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstanbul’un kalbinde bilinmeyen GALATA...
GALATA NE DEMEK
Gala sözcüğü Rumca’da süt demektir. Kimileri Galata’nın bölgedeki süthanelerden geldiğini hatta Karaköy’ü de içine alan bölgede bir dönem bu kadar çok muhallebici bulunmasının bu kültürün devamı olduğunu belirtirler. Bununla ilgili yazılı bir kaynak bulunmasa da diğer bir yandan Galata sözcüğünün İtalyanca denize inen yokuş “galadyo” sözcüğünden de gelmiş olabileceği söylenir. Diğer bir görüş ise Ortodoksların Katolikleri Galus olarak adlandırması Galata’nın bir Katolik kasabası olması ve de Anadolu’da da Katoliklerin yaşadığı yerlere Galatea denilmesinden adının buradan geldiğidir. 12.yüzyılda Cenovalılar ve ardından Venedikliler ile parlak bir dönem yaşamaya başlayan bu Latin kolonisi Müslüman, Ortodoks, Katolik ve Yahudi halkı ile her zaman zengin bir dinler ve diller mozaiği olmuştur. Daha Bizans döneminde de bölgede Romaniyot adı verilen Bizans Yahudilerinin yaşadığını ve genellikle zor koşullarda dericilik gibi işlerde uğraştığını biliyoruz.
İspanya’dan göçe zorlanan Yahudiler ilk olarak Padişah 2. Beyazıt tarafından Balat semtine yerleştirilmiş buradan varlıklı kesim zamanla Haliç’in diğer tarafı Hasköy’e geçmiştir. Galata ise gemicilerin semti olarak bilindiğinden hem bir eğlence merkezi hem de sürekli yangınları ile ünlenen bir yerleşim olmuştur. Galata’yı çevreleyen ve Galata Kulesi’ni de içine alan surlar Osmanlılar ile yıkılmıştır. Bugün bu surlardan kalanlar arasında Galata Kulesi ve İtalyan Sinagogu’nun arkasındaki bölümü görebiliyoruz. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın Beyoğlu’na önem verip konsolosluklar kurması Galata’da aynı görkemde binalar kurulmasını engellemiş ancak yine de Galata semti gizemini kaybetmemiştir. 1900’ler ile birlikte de Osmanlı’nın ticaret merkezi haline gelen bu semtimizde Yahudiler hem ticaretle ilgilenmişler hem de işyerlerine yakın yerlerde yaşamaya başlamışlardır. Yahudiler tarafından bölgede günümüze kadar ulaşan birçok apartman, sinagog, işyerleri yaptırılmıştır. Kamondo ailesi gibi kendi ile özleşen bazı bölümlerde halen kullanılan han, geçit, merdiven gibi yapıları görmekteyiz. Hatta bugün Şair Ziya Paşa Yokuşu olarak bilinen yokuş bir dönem “Yahudi Yokuşu” olarak anılmaktaydı.
GALATA MEYDANI’NDAN ÇIKTIK YOLA…
Gezimizin bu haftaki bölümünde Galata Meydanı’ndan başlayıp, Galata Kulesi Bölgesi’ne kadar geleceğiz. Aslında gezi programında görülecek o kadar yer var ki bütün bir pazarınızı sıkılmadan bu semtte geçirebilirsiniz. Öncelikle şimdileri Metro istasyonu bir zamanların Sarı Madam Çay bahçesi olan bölümle geziye başlayabilirsiniz. Ardından Büyük Hendek Sokağa girmeden Beyoğlu Musevi Lisesi binasını gezebilir, daha sonra Neve Şalom’a doğru devam edebilirsiniz. Neve Şalom çıkışı, sağ sokağa girip İtalyan Sinagogu’na buradan da Galata Kulesi’ne doğru yürümeye devam edersiniz. Kulenin tepesinden İstanbul’a baktıktan sonra solda bulunan Serdar-ı Ekrem Caddesi ya da eski adıyla Yazıcı Sokağa girip Kamondo Han ve Doğan Apartmanı’nın size sunacağı gizli hazinelerle tanışabilirsiniz. Buradan bir aşağı sokağa Barınyurt ve meydandaki taşlı yokuştan inerek Aşkenaz Sinagogu’na varırsınız. Sinagog çıkışında sıra, Kamondo’ların evi olan Galata Residence’a gelmiştir. Terasta bir atıştırmalık sonrası eğer görülecek bir sergi varsa da Schneirdertemple’a uğramayı unutmayın. Gezinin sonlarına yaklaşırken sizi Voyvoda Caddesi’nin girişinde Kamondo Merdivenleri karşılar. Buradan sola ve aşağı doğru devam ettiğinizde de Zülfaris Sinagogu – 500. Yıl Vakfı Türk Yahudileri Müzesi karşınıza çıkacaktır. Bu sırayla yapıp da halen öğleni bulup acıkmadıysanız o zaman aynı sokaktan yukarı Beyoğlu Göz Hastanesi Binası ve Osmanlı Bankası Müzesi’ne de uğramadan turu bitirmeyin. Gelin şimdi gezinin en başına dönelim…
‘SARI MADAM’
Bir zamanlar Galata Meydanı’nda Kasımpaşa’ya inen yokuşun köşesinde “Sarı Madam” adında bölgedeki Yahudilerin uğrak yeri olan bir çay bahçesi varmış. O zaman gençliğin okul öncesi ve okul sonrası da kaçamak yeriymiş bu mekân. Kimilerinin ilk sigaraya başladığı, kimilerinin ilk kez kız arkadaşı ile gelip etrafa hava attığı kimilerinin ise Sarı Madam’a konuşarak bir kız ayarlamaya çalıştıkları yermiş. Şişhane Yokuşu’nun başındaki o ağaçlık yer çoktan yıkıldı ve günümüze  sadece Rum Sarı Madam ve hikâyeleri kaldı. Okçu Musa Caddesi’ne girmeden meydanın üst kısmında bizi 6. Daire binası karşılıyor, İstanbul’un ilk modern belediyesinin, 150 yıllık İstanbul’un incisi Beyoğlu’nun planlandığı yer. Okçu Musa Caddesi’nde bir dönem “Kaşer” adında kaşer mamuller satan bir pastane varmış, daha sonra adı “Serpil” olarak değişmiş, bir süre sonra da cemaatin uzaklaşması ile o da Osmanbey’e şubesini taşımış.
Gelelim Musevi Lisesi’ne, okul ilk olarak Yemeniçi Sokak’ta “Midraşa Yavne” adı ile Bene Berit Derneği, Josef Niyego ve Dr.David Markus’un girişimleri ile kurulmuş. Musevi Lisesi bugünkü modern yerine gelene kadar birkaç sokak değiştirip en son 1940’ta Şişhane’deki Mektep Sokak’taki binasına geçmiş. Ulus Özel Musevi Lisesi adını alana kadar da bu adreste Beyoğlu Musevi Lisesi olarak öğretime devam etmiş. 1. Karma Okulu bir dönem Neve Şalom Kültür Merkezi’nin bulunduğu binada eğitim verirken şu anki Barınyut Binası’da 2. Karma olarak cemaatin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyormuş. Bu arada Büyük Hendek Sokak’taki Apollon Sinagogu ise Yıldırımspor Basketbol salonu olmuş ve Musevi Lisesi öğrencileri beden derslerini uzun bir dönem burada yapmışlardı.
NEVE ŞALOM – BARIŞ VAHASI
Şu anki Neve Şalom Sinagogu’nun bulunduğu bölümde ise 16.yüzyıldan kalma Aragon Sinagogu’nun bulunduğu söylenir. O dönem sayı olarak yetersiz kalan sinagogların yanında görkemli bir sinagog ihtiyacını karşılamak için 1951’de hayata geçen bu yapı; Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne çizdirilmiş İngiliz cam vitrayları, 8 tonluk avizesi, dev kupolu ile yaşadığı talihsiz terör eylemlerine rağmen halen cemaatimizin en görkemli sinagogudur.   Barış Vahası demek olan Neve Şalom’un açılışında dönemin Hahambaşı Rafael Saban “ Bu sinagog zengin ile fakirin, cahil ile bilgenin eşitlik içinde olacağı bir mekân olsun” demiştir.
GEÇMİŞİ GELECEĞE TAŞIMAK
2010 Avrupa Kültür Başkenti yılına girerken Galata’da hem kültürel, hem de çevresel faaliyetleri ile kendini yeniliyor, tarih tekrardan canlanıyor. Keşke o adını saydığım insanları o yaşanmışlıkları da eksiksiz saklayabilsek, ama binaları saklamakta zorlanıyoruz nerede hikâyeler… Şu aralar değeri milyon dolarları bulan sayısız yeni rezidansların, otellerin semti olma yolunda gidiyor bir zamanların Galata’sı. Etrafta çoğunluğu turist birçok yabancı bu zenginliğe ya bir ev tutarak, ya da burada konaklayarak ortak oluyor. Umarım bu değişim olumlu sonuçlar verir ve bu semtimiz kimileri gibi “Bir zamanlar biz burada …” diye başlayan cümlelerin semti olmaz. Fondaki şarkının sonlarına geliyoruz, Chevrolet’den inip yeni yerleşimlerimiz Ulus’un, Kemerköy’ün yolunu tutmanın vakti geldi. Bana sorarsanız Galata’yı dinlemek sadece bir semtin çalkantılı hikâyesini dinlemek değil aynı zamanda bir İstanbullu olarak neler kaybettiğimizin acı bir bilançosunu anlamak ve eski kuşaklarımızın nasıl aşklar yaşadığını görüp biraz hüzünlenmektir.
PEKİ KİMDİ BU GALATA’DA YAŞAYAN YAHUDİLER?
Peki kimdi bu Galata’da yaşayan Yahudiler? Hangi işlerle uğraşırlar, nasıl bir hayat sürerlerdi. Bu soruyu sorduğumda aldığım cevap her şeyde olduğu gibi o zamanların şimdiden çok farklı olduğuydu. O zamanlardaki aşk da sevgi de kavga da sanırım çok daha masum ve doğaldı. Seneler evvel rol aldığım “Kula” oyunu bile aslında bize bunu gösteriyordu. Durumu iyi olmayan aşık Mando’nun doktor rakibi karşısında aşkına karşılık bulamayışı ve çektiği acı. Her şeye rağmen beraber yaşamaktan vazgeçmeyen Kasap Dalva’sı, Kasap Nesim’i, lakerdası ile ünlü Balıkçı Avraam’ı, Kaşer  Şarküteri Yom Tov’u, ünlü dahiliyeci Dr.Uzdil’i, okulun da doktoru olan Çocuk Doktoru Çiprut’u, radyo tamircisi Mordo’yu, Kırtasiyeci Eliezer’i ve Manav Nesim’i ve birçoğunu artık arasak da bulamayız. Onlar da zamana uyup Galata’dan çoktan gittiler. Hem bu Galata’da Yahudiler hiç mi üzücü olaylar yaşamadılar? 1927 yılında Galata’da  22 yaşındaki Elza Niyego isimli kızın aşkına karşılık vermediği emir Subayı tarafından öldürülüp, cesedin saatlerce sokaklarda bekleyip, suçlunun kısa süre sonra serbest kalması o dönem tarihe “Niyego Olayı”olarak geçmişti. Bölgedeki diğer azınlıklar gibi Yahudiler de “Vatandaş Türkçe Konuş” ile başlayan kısıtlamalardan nasiplerini almışlardı. Elza’nın cenazesine binlerce kişi katılmış, her bir ağızdan “Adalet istiyoruz”  diye bağırılmıştı.
1 note · View note
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yetenekleriyle Ün Kazanmış Kişiler
Leopoldo Fregoli
İtalyan aktörü. 1867’de Roma’da doğdu, 1936’da Viareggio’da (İtalya) öldü. Çabuk kıyafet değiştirmekte ve çeşitli kişileri canlandırmakta büyük bir yeteneği vardı.
Çabuk kıyafet değiştirmekte pek usta olan Leopoldo Fregoli, aynı oyunda çeşitli rollere çıkabilir, kadın veya erkek 60’a yakın değişik kişiliği tek başına canlandırabilirdi. Bu yüzden bir yerden başka bir yere gittiği zaman birkaç yüz kat elbisesini ve sayısı bini aşkın perukasını da beraberinde götürürdü! Meslek hayatının son yıllarında her gittiği yere ağırlığı 30 tonu bulan sahne takımlarım da taşıyordu Fregoli, aktörlüğünün yanı sıra şarkıcılığı, hokkabazlığı, dansçılığı ve taklitçiliği sayesinde başarıca ulaşarak büyük bir ün yapmıştı. Bir tarihte Fregoli, Habeşlere esir düşmüşse de, Habeş hükümdarı Haile Selasiyeyi çok eğlendirdiği için sanatı sayesinde özgürlüğüne kavuşmuştu. Günümüzde çabuk kıyafet değiştiren kimseleri genellikle Fregoli’ye benzetirler.
Juan Belmonte Garcia
İspanyol matadoru. 1892’de Sevilla’da (İspanya) doğdu, 1962’de aynı yerde öldü. Dünyanın en ünlü boğa güreşçilerinden biri.
1600 boğa öldürdü. Boğa güreşçiliğini meslek olarak seçmiş pek çok matador (toreador veya torero da denir) henüz işin başında azgın bir boğanın boynuz darbesiyle arenada can vermeselerdi, herhalde dünya çapında bir şöhrete kavuşmuş olurlardı. Manolete, Dominguin, Joselito gibi bazı matadorlar ise ölümü hiçe sayarak ün yapmayı başarmışlardır. Juan Belmonte y Garcia’mn ünü ise biraz da onun özel durumundan geliyordu. Cılız, çelimsiz bir adam olmasına rağmen bu matador çok cesurdu. Hareketleri son derece zarifti; boğa ile âdeta dans eder gibi güreşirdi. Kendine has stiliyle, boğanın üst üste yaptığı saldırılardan maharetle sıyrılırken kendisini hayranlıkla seyreden binlerce kişinin heyecandan yürekleri ağızlarına gelirdi. Belmonte 1600’e yakın boğayı öldürdükten sonra kırk üç yaşındayken şan ve şeref içinde arenalardan çekildi.
Du Pont de Nemours
Eleuthfere-Irenöe Du Pont de Nemours. Fransız kimyacısı, 1771’de Paris’te doğdu, 1834’te Philadelphia’da (Amerika Birleşik Devletleri) öldü.
Dünyanın en büyük kimyasal ürünler tesisini kurdu. Irenâe’nin babası, Fransız siyaset adamlarından Samuel du Pont de Nemours’du. Baba Nemours, önce Fransız Devrimi, sonra da Birinci İmparatorluk sırasında A.B.D.’ne sığınmak zorunda kalınca oğulları da Delavvare’e yerleştiler. Barut uzmanı olan kimyacı Irönâe, bu şehirde 1802’de bir barut fabrikası kurdu. Fabrika gittikçe genişleyerek büyük bir tesis durumuna geldi. Du Pont de Nemuours Şirketi, ilk olarak sunî ipeği, sentetik kauçuğu, D.D.T. adıyla bilinen haşarat ilâcını imâl etti; Kodak müessesesi için sinema filmleri yaptı ve bütün bu adı geçen maddelerle Carothers tarafından keşfedilen naylonun dünyada yayılmasını sağladı. Atom endüstrisi için gerekli plütonyum üretimini de ilk olarak Du Pont de Nemours Şirketi gerçekleştirdi. Ama şirket daha sonra bir dolar gibi sembolik bir fiyatla fabrikalarını A.B.D.’ye sattı.
0 notes
gezistan · 9 years ago
Text
Atıf Yılmaz Caddesi Sakız Ağacı Sokağı
Biz soldan devam edelim; geçtiğimiz yıl açılan ve tarihi dokusuyla örtüşmeyen devasa AVM’yi geçerek bir sonraki Sakız Ağacı Sokağı’na (yeni adıyla Atıf Yılmaz Caddesi) sapalım. Sokağın adı gerçekten bir ağaçtan mı geliyordu yoksa burada yoğun olarak yaşayan Sakızlı Rumlardan mı bunu bilen pek yok açıkçası. İkinci olasılık çok daha kuvvetli, keza Sakız Ağacı’nın İstanbul’da pek yeri yok. Sokağın bir köşesinde İstiklal Caddesi üzerindeki tek cami olan Ağa Camii bulunuyor (Taksim’deki tenekeden yapılmış mescidi saymıyorum). Ağa Camii, Galata Sarayı ağalarından Hüseyin Ağa tarafından 1596 tarihinde inşa edildi. 1834 tarihinde Sultan II. Mahmud tarafından tamir ettirilen yapı 1934 yılında tekrar esaslı bir restorasyon geçirdi. Caminin, Mimar Sinan elinden çıkma zarif şadırvanı Okmeydanı’ndaki Sinan Paşa Camisi’nden getirilmişti.
Tarlabaşı Bulvan’na bağlanan Sakızağacı Sokağı’nın sol tarafında Beyoğlu’nun asırlık lokantası Hacı Abdullah bulunuyor. Buraya gelene kadar Rejans, Çardaş, Degüstasyon, Fischer gibi bir takım isim yapmış lokantaları gördük. Ama, Türkiye’de ve İstanbul’da lokanta kültüründen bahsetmedik. Hacı Abdullah’a girmeden lokantalardan biraz söz etmekte fayda var. Meyhanelerinin dışında Beyoğlu’nu farklı kılan bir özelliği de lokantalarıydı.
Pera henüz Pera olmazdan önce, meyhanelerde olduğu gibi lokantalarda da saz Rumların elindeydi. Mezecisinden garsonuna ve aşçısına kadar Rumlar, lokanta işini en iyi bilen topluluktu. Osmanlı’dan ve dolayısıyla Türk toplumunda modem anlamda lokanta yoktu. Bu tamamen Türk toplumunun içe kapanıklığıyla ilgiliydi; erkek gündüz çalışıyor, akşam evinin yolunu tutuyor, kadın ise dışarı çıkmadan evin tüm işlerini görüyor, haliyle yemeği de pişirmek kadına düşüyordu. Fakir kimselereyse zaten yüzyılların geleneği imaretlerden yemek dağıtılıyordu. Dolayısıyla lokantaya gitmek, ticaretle uğraşan gayrimüslimlerin ve bekarların âdetiydi. Ancak, Osmanlı’nın son dönemlerinde (özellikle de Pera’da 1870 sonrası) toplumdaki gelişmeler, sınıflararası ilişkilerin yeniden şekillenmesi, vs. gibi sebeplerden dolayı lokanta sayısı, yemeğini dışarıda yiyen ihsanlara oranla arttı. Ama yine de Türk toplumunun dışarıda yemek yeme alışkanlığını edinmesi görece yeni bir olgudur. Günümüz dünyasında çalışan kadınların sayısının artış göstermesi, gelir düzeyinin yükselmesi, zamanın önemi; tüm bu etkenler birleşin-ce artık dışarıda yemek yemek lüks olmaktan çıktı ve bir ihtiyaç halini aldı. Osmanlı’dan açılan ilk Türk lokantası da Abdullah Efendi’dir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Karaköy Rıhtı-mı’nda İnebolulu aşçı Abdullah Efendi tarafından aynı adla 1888’de açılan lokanta, 1915 yılında Beyoğlu’na taşındı. Az ileride göreceğimiz Rumeli Han’ın zemin katında hizmetine devam eden Abdullah Efendi yirmi beş yıl yerli yabancı çok sayıda ünlü misafir ağırladıktan sonra 1940’ta, eski adı önce Bursa, sonra da Ahududu Sokak, yeni adıysa Sadri Alışık olan, Türk Sineması’nın kalbinin attığı sokağa taşındı ve Hacı Salih ismini aldı. Abdullah Efendi ve Hacı Salih adlarıyla, kalitesinden hiç taviz vermeden Osmanlı-Türk Mutfağı’nın bütün örneklerini başarılı bir şekilde sunan lokanta, 1958 yılında şimdiki yerine, Ağa Cami yanındaki Sakızağacı Caddesi’ne geldi. 1983 yılında ilk ismine geri döndü ve Hacı Abdullah ismini aldı. Abdullah Efendi bir zamanlar gazetelere verdiği ilanlarda lokantasını “Türk-Fransız mutfağının mutena yemeklerini bulacağınız yegane müessese” olarak tanıtıyordu.
Hacı Abdullah’ın yan tarafında Rus Arkeoloji Enstitüsü’nün ilk kurulduğu bina bulunuyor. Rus Arkeoloji Enstitüsü, 1894’ten 1914’e kadar İstanbul’da hizmet vermişti. Katolik dünyasının etkisini hissettirdiği İstanbul ve Anadolu’da Ortodoks kültürüne ilişkin araştırmalar yapan kurum, Bizans kültürü, tarihi, mimarlığı ve ilahiyatı konusunda çalışmalar yapmıştı. Bir dönem, ünlü yazar ve Bizansolog Fyodor Uspenski’nin müdürlüğünü yaptığı enstitü 1915’te Odesa’ya taşındı. Son derece kıymetli kitaplardan oluşan koleksiyonun bir bölümü bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi kitaplığında bulunuyor.
Enstitü binasının az ilerisindeyse Surp Asdvadzadzin Ermeni Katolik Kilisesi bulunuyor. 1866’da Mısırlı Ailesi tarafından yaptırılan küisenin Mimarı Andon Tülbentçiyan. Bahçesinde Mısırlı Ailesi’ne ait lahiderin bulunduğu kilise günümüzde başpiskoposluk kilisesi olarak hizmet veriyor. Dolayısıyla da geniş kompleksinde kütüphane, matbaa, başpiskoposluk binası, rahip konutu gibi binaları barındırıyor. Kilisenin içinde sol cephçde ihtişamlı bir goblen tablo bulunuyor. III. Napoleon’un karısı İmparatoriçe Eugenie tarafından hediye edilen ve orijinali Vatikan’da bulunan bu tablo, Rafael’in Transfigurazione’sinin röprodüksiyonu.
1 note · View note
gezistan · 9 years ago
Text
Şişhane Turu Ve Dahası
Altıncı Daire Binasının alt tarafında kalan bölge de “şeşhane”den bozularak Şişhane haline geldi. Şişhane’deki birçok bina istimlaklerle yıkılmış olsa da meydandaki Frej Apartmanı tüm heybetiyle duruyor. Binanın tarihi ve mimarı bilinmezlikler içindedir. Yapılış tarihi konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte 19. yüzyıl sonu ya da 20. yüzyıl başı olduğu sanılıyor. Mimarları iki Rum: Konstantinos Kyri-akidis ve Aleksander Neokosmos (Yenidünya). Kyriakidis, 1871’de İstanbul’da doğdu ve kırk dört yaşma kadar İstanbul’da yaşadıktan sonra Atina’ya göç etti, 1942’de de orada öldü. Ortağı Yenidünya ise bugünkü Goethe Enstitüsü binası (bir zamanlar Vemudakis Apartmanı) başta olmak üzere birçok apartman inşa etti.
Frej Apartmanı’nın sahibi Beyrutlu zengin Selim Hana Frej’di. Selim Bey’in Hıristiyan ya da Maruni olduğu söylenir. Babası Arap, annesi Amerikalı’ydı. Aile o kadar varlıkhydı ki Selim Frej, Hayfa, Lübnan ve Trablusgarp kıyılarının kabotaj hakkını Osmanlı İmparatorluğu’ndan 99 yıllığına isteyecek konumdaydı. Aile fertlerinden Musa Frej, İran Şahı’ndan “Arslan” ve “Güneş” nişanlan almıştı. Sınırsız servet, pırıltılı yaşamlar beraberinde bazen trajedileri de getiriyor…
Ticaretten bankerliğe kadar her işi yaparak sınırsız servet sahibi olan ailenin üç çocuğu vardı: Jean, Alfred ve Angel. Tek kız çocuğu olan Angel dönemin en yakışıklı gençlerinden Arnavut Dukakinzade Ailesi’nden Feridun Bey, yani Feridun Dirimtekin ile evlenir. Feridun Beyin unvanları saymakla bitmez. Kurtuluş Savaşı’nda Yunan General Trikopis’in kılıcını teslim alan kurmay, Harp Akademisinde hoca, Türkiye Tlıring ve Otomobil Kulübü yöneticisi, Ayasofya Müzesi Müdürü, yazar, aristokrat, entelektüel… Bu evliliğin ardından Angel Frej artık İstanbul sosyetesinde Madam Aysel Dirimtekin diye büinir. Rengarenk emprime giysileri ve yurtdışmdan getirttiği tüllü, tüylü, çiçekli ve kuşlu zarif şapkaları ile kokteyllerde Ye davetlerde boy gösterir, patlattığı şen kahkahalarıyla tüm dikkatleri üzerine çeker.
Gün gelir, Feridun Bey emekli olur. Heybetli Frej Apartmanı 1948 yılında 150 bin liraya satılır. Feridun-Aysel Dirimtekin çifti Nişantaşı’nda sade bir apartman dairesine taşınırlar. Feridun Beyin yolda yürürken belediyenin kazıp üzerini örtmediği bir çukura düşerek bacağını kırması, aynı zamanda aÜenin de düşüşünün başlangıcıdır. Kısa bir süre sonra Feridun Bey ölür, miras kavgaları başlar. Mirasçılar deli diye iftira ettikleri Aysel Hanım’ı akıl hastanesine yatırtırlar. Sonra da huzurevine… Frej’in tek kızı Angel artık yaşamın bambaşka bir yerindedir. Antikaları çalınır, mirasçılar evlerini paylaşır. Bir gün Aysel Hanım, eşi Feridun Bey gibi bir çukura düşer, bacağını kırar ve sonra yaşama veda eder. Aysel Hanım adeta tek bir yaşamda farklı yaşamları görmüştür. Önceleri zenginlik, ihtişam, mutluluk, sonralarıysa yoksulluk, hastalıklar, acılar ve ölüm…
Alexandre Vallauri
Merdivenlerden aşağıya doğru inerek Meşrutiyet Caddesi’ne çıkalım. Hemen köşede Galata Antique Hotel olarak kullanılan bina Ale-xandre Vallauri’nin eseri. Burada bir zamanlar tanınmış zücaciyeci Fransız Henri Hipolit Decugis oturuyordu. Ailesiyle birlikte yazlan Fenerbahçe’de çok büyük bir yalıda yaşayan Decugis, kışlık bir konağın inşası için Vallauri ile anlaştı. Ünlü zücaciyeci, yapımı kısa sürede tamamlanan üç katlı binaya 1881 yılında çocuklan ve kansmı da alarak taşındı. Decugis, uzun yıllar yaşadığı bu konakta güzel günler geçirdi ama hayatının son yıllan sıkıntılar ve acılarla geçti. Kan-sının 1940’ta ölümü üzerine iki yıl boyunca kapüannı kimseye açmadı. Fransa’dan özel olarak getirttiği kepenklerle tüm odalan karanlığa gömdü. Eşinin yasını bu şekilde tuttu. 1942’de yaşama gözlerini yumdu. Eşinin yanma, Feriköy Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Kışlık konak da oğluna kaldı. 6-7 Eylül olaylarından sonra Decugis’nin oğlu binayı satarak Fransa’ya göç etti.
Kaderine terk edilen bina, 2001 yılında restore edilerek otel haline getirildi. Bugün binanın altında ünlü mimarın adını taşıyan bir de kafe bulunuyor. Vallauri, tanınmış Levanten aüelerden birisinin çocuğu olarak 1850’de İstanbul’da dünyaya gelmişti. Babası Osmanlı sarayının başşekerlemecisi Eduard Vallauri idi. Dönemin Levanten aileleri, çocuklarını mimarlık eğitimi almaları için Avrupa’ya gönderiyordu. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat sonrası değişen yaşam tarzı içerisinde mimarlar iyi para kazanıyordu. Vallauri de eğitim görmesi için, Paris’e gönderildi. Burada dünyanın en iyi mimarlık okullarından Ecole des Beaux-Arts’da eğitim gördükten sonra 1878 yılında İstanbul’a döndü. Genellikle pahalı inşaatların mimarı olarak bilinen Vallauri, maliyeti çok yüksek nazır konaklan inşa etti, çok sayıda önemli resmî yapıya da imzasını attı.
İstanbul’a döndükten sonra şehirde geçirdiği otuz yü boyunca yaptığı yirmi beş önemli yapı arasından İstiklal Caddesi’ndeki Serkl Dor-yan (Cercle d’Orient) Binası, Pera Palas Oteli, Union Française binası, Haydarpaşa’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (bugünkü Marmara Üniversitesi), Çiftehavuzlar’daki Cemü Topuzlu Köşkü, Cağaloğlu’ndaki Düyun-u Umumiye binası (bugünkü İstanbul Erkek Lisesi) ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni sayabüiriz. Vallauri mimarlık eğitiminde de görev almıştı. İnşaatını bizzat gerçekleştirdiği binasmda 1883’te öğretime açüan Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ali’nin ilk mimarlık hocasıdır. Said Nahum Duhani, Vallauri’nin hayatta istediği hemen her şeye kavuştuğunu, yalnız çok istediği Fransız elçiliğinin resmî mimarı unvanını elde edemediğini belirtir.
Decugis’nin evini geçer geçmez, tek blok bir apartman görüyoruz. Bu bina, Tanzimat dönemi bankerlerinden Musevi Avram Kamondo’ya ait. Kamondolar İspanya-Portekiz kökenli bir aüeydi. Önce Venedik’e göç edip orada birkaç yüzyıl yaşamışlar, oradan da 18. yüzyıl sonlarında İstanbul’a gelmişlerdi. Avram Kamondo ise bu aüenin bir mensubu olarak Ortaköy’de doğmuştu. Bankacılıktan edindiği servetini bankerliğe yatırdı. Osmanlı İmparatorluğunda gayrimenkul edinme izni alan ilk yabancı uyruklu kişi oldu. Avram Kamondo, Tanzimat Dönemi sadrazamı Mustafa Reşid Paşa’nm sıkı dostu ve finansörüydü. Biriken borçlarını ödeyemeyen Reşid Paşa, kalp krizi geçirip son nefesini verirken dahi başında Kamondo vardı.
Kamondoların şaşaalı yaşamı gittikleri Paris’te de bir süre devam etti. Orada, Paribas Bankası’m kurdular. Kendi müzelerinin dışında Louvre’a zengin bir koleksiyon bağışlamışlardır. Ailenin reisi Avram Kamondo 1872’de Paris’te öldü ve isteği üzerine naaşı İstanbul’a getirildi. Öldüğü gün, bankalar ve borsa tatil edilmiş, Haliç esnafı da kepenk kapatıp yas tutmuştu. Aüenin geri kalan üyeleriyse, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazüerin toplama kamplarında yok olup gitti. Geriye de sağda solda kendi isimlerini taşıyan bir takım evleri, konaklan, hanlan ve işyerleri kaldı.
Kamondoların evinin karşı köşesinde İtalyan zengin Foscolo’nun evi var. Foscolo’nun akşam içkisini içerken Haliç’te bir sandalı ateşe verip yanmasını seyretmek gibi zevkleri de vardı! Foscolo’nun evinin bulunduğu Yemenici Sokak’ta ise Hahambaşılık binası bulunuyor. Türkiye Hahambaşısı, Türkiye’de yaşayan tüm Musevilerin lideri olarak kabul ediliyor. Yüzyıllardır fiili olarak varolmalarına rağmen hahambaşı olarak kabul edilmeleri Tanzimat dönemine denk geliyor. Hahambaşılık binası Cibali, Ortaköy, Balat gibi semtlerde bulunduktan sonra 1909 yılında günümüzdeki yerine taşmdı. Bugünkü görünümüne ise 1993 yılındaki kapsandı restorasyonun ardından kavuştu.
General Yazgan Sokak’ın adı eskiden Sümbül Sokak’tı ve bu sokakta ünlü Alman lokantası Fischer bulunuyordu. 1941’de açılan lokanta 1953 yılında Galatasaray Lisesi’nin yan sokağına, oradan da 1967’de İngiliz Sarayı’nın yalanlarına taşınmıştı. Uzun yıllar Alman Fischer Ailesi’nin işlettiği bu lokanta, 1978’de bir daha açılmamak üzere kapandı.
0 notes
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstiklal Caddesi’nde Tarihi Bir Tur ve Galatasaray Lisesi
Son allarda kabuk değiştirmeye başlayan Beyoğlu’nda eskiden kalma apartmanları restore edip ya konut ya da işyeri, sanat galerisi, lokanta, kafe, vs. olarak kullanmak moda oldu. Restorasyon binanın orijinalliğini koruduğu ve Fransız Sokağı’nda olduğu gibi çevresinden kopartıp almadığı sürece, bu tarz çalışmalar bu tarihi binalara yeniden hayat veriyor. Suriye Pasajı, Şark Oryantal Pasajı, Melek Sineması derken sıra Mısır Apartmanı’na geldi.
Mısır Apartmanı, bir zamanların Concordia Tiyatrosu olan San Antuan Kilisesi’ni geçer geçmez karşımıza çıkıyor. Kimilerine göre Art Nouveau, kimilerine göreyse Avrupa modemizmi ve arabeskle karışık bu binayı Mısır Hıdivi Abbas Halim Paşa, kışlan kalmak için 1870 yılında inşa ettirmişti. Mısır Apartmanı, aynı yıl çıkan Büyük Beyoğlu Yangını’nın hemen ertesinde yapıldığı için Beyoğlu’ndaki ilk beton binalardan birisi olma özelliğinde.
Bilindiği üzere Mısır’da Hıdivlik babadan oğla geçiyordu. Abbas Halim Paşa da, Hıdiv Abdülhalim Paşa’nın oğluydu. Hıdiv sülalesinden binanın son sahibi Abbas Halim Paşa’nın yeğeni, Said Halim Paşa’nın oğlu Halim Paşa’ydı. Daha sonra bina Halim Paşa’nın varisleri arasında paylaştırılıp apartmana dönüştürüldü. Apartmanın daireleri de ev ve işyeri olarak kullanıldı. Alt katında uzun yıllar ünlü Lazzaro Franco mefruşat mağazası bulunuyordu.
Mısır Apartmanı’mn sakinleri arasında Dekorasyon mağazasının sahibi antika uzmanı Selahattin Sırmalı ve ünlü diş hekimi Barry de vardı. Apartmanda yaşayan en önemli kişi Mehmed Akif Ersoydu. Milli şair Mehmed Akif Ersoy, 1925 yılının Ekim ayında Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak birlikte Mısır’a gitmişti. Şair, on yıl kaldığı Mısır’da Kuran-ı Kerim’in Türkçe’ye çevrilmesi üzerinde çalışmış ve Kahire Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı hocalığı yapmıştı. 1936 yılında siroza yakalanan Ersoy, isteği üzerine İstanbul’a getirilip Mısır Apartmanı’nda bir daireye yerleştirildi. Tedavisi sonuç vermeyince de yeni yıla kısa bir süre kala öldü. Şairin son günlerini yaşadığı ve dünyaya gözlerini kapattığı apartmanın giriş kapısında ünlü şairin anısına bir plaket bulunuyor.
Daha sonraki dönemde apartmana iki yeni diş hekimi ve bir terzi daha taşındı. En üst katta Onnik Kumruyan’m, altındaysa Galatasaray Spor Kulübü’nün eski başkanlarından Faruk Süren’in babası Arşak Sürenyan’ın muayenehaneleri bulunuyordu. Terzi Selçuk Kaksan ise hem kumaş satıyor hem de terzilik yapıyordu. Aynı zamanda da İstanbul Radyosu’na skeçler yazıyordu. Mısır Apartmanı, Haliç kenarındaki Sveti Stefan Bulgar Kilisesi, Tokatlıyan Oteli ve Cibali Tütün Fabrikası’m da inşa eden Ermeni Mimar Hovsep Aznavuryan’ın eseri.
Galatasaray Lisesi
Mısır Apartmanı’m da geride bırakarak Galatasaray Meydanı’na kadar gidelim. Meydanda durduğumuzda doğal olarak dikkatimizi en çok çeken yapı dökme demirden devasa kapısı ve geniş arazisiyle Galatasaray Lisesi oluyor. Galatasaray Lisesi, Mekteb-i Sultani olarak 1868’de açıldı. Yıllar boyunca da Enderun’a (saray mektebi) iyi eğitim almış eğitmenler yetişirdi. Ancak burada bir eğitim kompleksinin bulunmasının öyküsü çok daha gerilere uzanıyor.
Evliya Çelebi’nin anlattıklarına göre, Sultan II. Bayezid fırtınalı bir kış günü çıktığı tepede fırtınaya yakalanarak büyük bir bahçe içerisinde küçük ve bakımsız bir kulübeye sığınır. Kulübedeki yaşlı adam ağırladığı kişinin sultan olduğunu bilmeksizin bir kap sıcak yemek verir ve yolunu kaybetmiş avcıyı fırtınadan kurtarır. Sultan Bayezid, yaşh adama “Sen benim hayatımı kurtardın, benden ne düersin” diye sorar.
Yaşlı adamsa kendisi için bir dileğinin olmadığım söyler. Bayezid, bunun üzerine sultan olduğunu itiraf eder ve adam ne dilerse yerine getireceği konusunda ısrar eder. Yaşlı adam da sultandan “bu geniş bahçeye bir okul yapmasını, devlete okumuş evlatlar yetiştirmesini” diler. Sultan II. Bayezid de, küçük kulübesinin önünde san ve kırmızı güller yetiştiren bu ermişin dileğini yerine getirir ve bahçeye bir mektep üe bir darüşşifa (hastane) yaptırır. Bu hikâye yıllarca düden dile dolaşır ama ermişin adının ne olduğu bilinmez. Herkes onu Gül Baba diye bilir. İşte az önce türbesini gör düğümüz Gül Baba’nın ve Galatasaray’ın öyküsü böyle.
Osmanlı’da Enderun’a gelen talebelerin ilköğrenimlerinin verileceği bir mektebe uzun zamandır ihtiyaç vardı. İşte bu ihtiyacın sonucunda Galatasaray Lisesi ilk olarak Galatasaray Ocağı adıyla açıldı. Yaklaşık üç yüzyıl boyunca da saraya içoğlanı yetiştirdi. 1820 yılına gelindiğinde de Mekteb-i Tıbbiye olarak hizmet vermeye başladı. Galatasaray Lisesi’ndeki Fransızca geleneğinin ortaya çıkmasıysa sonralara rastlar. 18. ve 19. yüzyıllar boyunca Avrupa’da en yaygın dil Fransızca’ydı. Özellikle de diplomasi dili Fransızca’ydı. Osmanlı’da da Fransızca konuşan bir grup vardı. Bunlar “dragoman” derilen yabancılar, çoğunlukla da Ermeniler ve Rumlar’dı. Dragomanlar Fransızca’nın yanı sıra, Latince, Rumca, İngilizce ve hatta bazı Balkan dillerini bildikleri için Osmanlı hâriciyesinin temel direğiydi. Uzun yıllar imparatorluğa hizmet verdiler. Ancak, ne zaman ki 1789’da Fransız Devrimi patlak verdi ve devrimin etkileri kısa sürede Osmanlı’ya ulaştı, o zaman işler değişti. Fransız Devrimi tüm Avrupa’daki ulusların milliyetçilik duygularım ateşledi. Bundan en çok etkilenenler de şüphesiz Avusturya-Macaristan ve Osmanlı gibi çokuluslu imparatorluklardı.
İlk olarak Sırplar, hemen ardından da Yunanlılar 1820’lerde ayaklandılar ve bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yunanistan’ın sekiz yıl süren bağımsızlık mücadelesinde dragomanların bilgi sızdırdıkları ya da yanlış istihbaratta bulundukları ve Osmanlı’yı arkadan vurdukları iddia edildi. Böylece, Osmanlı hâriciyesinde dragoman devri kapandı. Artık hâriciyenin özünü Türkler oluşturacaktı. Tüm bu gelişmeler 1830’lu yıllara, yani Tanzimat dönemi ve OsmanlI’nın Batıklaşma sürecine denk geliyor. İlk iş olarak bir grup öğrenci ve aydm Fransa’ya gönderildi. Ancak bu aşı tutmayınca Osmanlı topraklan içinde Fransızca eğitim veren bir kurumun açılmasına karar verildi.
Mekteb-i Sultani 1 Eylül 1868 günü Sultan Abdülaziz’in de katıldığı bir törenle açıldı. Başlarda sadece lise eğitimi veren okul 1908 yılından itibaren, dönemin okul müdürü Tevfik Fikret Bey’in çabalan sonucu ilk, orta ve lise eğitimi vermeye başladı. Cumhuriyet kurulup tüm Osmanlı kurumlan tasfiye edilince de Mekteb-i Sultani Galatasaray Lisesi’ne dönüştü.
Galatasaray Lisesi, yüz yılı geçen tarihi boyunca toplumun her kesiminden çok önemli isimlerin yetiştiği bir okuldur. Öte yandan, dünyada laik eğitim sisteminin adı bile yokken, kurulduğu yıldan itibaren Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan öğrencilerin bir arada eğitim gördüğü yer olmuştur.
Galatasaray’ı önemli kılan ve Türkiye’de ve Avrupa’da bir marka haline getiren bir özelliği daha var; 1905 yılında okulun öğrencilerinin kurduğu ve ilk başkanlığım Ali Sami Yen’in yaptığı spor kulübü. Galatasaray Spor Kulübü, Türkiye’nin “Üç Büyüğü”nden birisi olarak yüz yılı aşkın süredir Türk sporuna hizmet veriyor.
Galatasaray Meydanı’nda 1973’te Türkiye Cumhuriyeti’nin 50. yılı anısına heykeltıraş Şadi Çalık’ın çelik borulardan yaptığı ve cumhuriyetin dinamizmini temsil eden heykeli görüyoruz. Bugün Yapı Kredi Kültür Merkezi’nin ve heykelin bulunduğu yerde bir zamanlar on altı dükkan ve on altı daireden oluşan Galatasaray Pasajı bulunuyordu. Lüks gıda maddeleriyle ün yapmış Teofanidis Şarküterisi, berber ve lostra salonu Hristo, ünlü kundura mağazası Matras ve konfeksiyon mağazası Spiegel burada yer alıyordu.
Galatasaray Meydanı’nın diğer köşesinde, liseye bitişik olarak (bugün büfe ve telefon kulübeleri olan yerde) ise Beyoğlu Polis Merkezi vardı. 1849’da askeri bir karakol olarak yaptırılan bina, uzun yıllar Beyoğlu Mutasarrıflığını barındırdı. Cumhuriyetten sonra da Beyoğlu Polis Merkezi’ne dönüştü. Arkasında büyükçe bir hapishanesi de olan binanın tümü 1940’ta yıkıldı.
0 notes
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstiklal’den Aşağıya Yürüyüş Turu
Sancta Terra’yı da geçerek yokuştan aşağıya indiğimizde geniş bir meydana ulaşıyoruz. Sağ tarafta İstanbul’daki en eski elçilik binası olan Palazzo di Venezia, yani Venedik Sarayı bulunuyor. Günümüzde İtalyan Konsolosluğu olan, 18. yüzyıldan kalma bina uzun geçmişinde birçok olaya da tanıklık etmiş.
Ceneviz ve Venedik, bir dönem bütün Akdeniz’e yaydmış iki güçlü devletti. Bu iki devletin İstanbul’da da birer kolonisi bulunuyordu. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettikten sonra da Cenovalılarla Venediklüeri yerlerinde bıraktı. Daha sonraları Kırım ve Trabzon’u aldığında, bu şehirlerdeki aileleri de İstanbul’a getirtti. Fetihten imparatorluğun yıkılışına kadar Ceneviz ve Venedik, İstanbul’da kendi kültürlerini sürdürmeye devam ettiler. Hatta, Cenova Zecchino’su Pera’da kullanılan bir para birimi olmayı yıllar boyu sürdürdü. Özellikle Venedik, ticarette olduğu kadar diplomaside de söz sahibiydi, “bailo” ya da “balyos” adını verdikleri elçileri vardı.
Venedik’in İstanbul’daki balyosları da 1695’ten itibaren bu binada kalmaya başladılar. 18. yüzyılda uluslararası çapkın-diplomat-casus ve gurme Casanova’ya da ev sahipliği yapan bina şans eseri Beyoğlu’ndaki hiçbir yangından zarar görmeyerek bugüne kadar geldi. Ana girişin üzerindeki aslan kabartması Venedik Devleti’nin sembolü.
Venediklilerin saraydaki sefası tam yüz yıl sürdü. 1797’de Napolyon, Venedik’i ele geçirince, saray da Fransızların malı oldu. Hatta Fransız Elçisi hemen saraya yerleşiverdi. Ancak Fransız Elçisi’nin sefası sanıldığından da kısa sürdü ve Napolyon yenilip Fransa güç kaybedince Venedik, Viyana Kongresi’yle Habsburglar’a (Avusturya-Macaristan) bağlandı. 1870’lerde İtalya ulusal birliğini kurmasına kurdu ama saray yine de Avusturyalılar’da kaldı. Nihayet Birin-A ci Dünya Savaşı sona erip Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ortadan kalkınca, tam 122 yıl sonra, 1919’da İtalyanlar gelip saraylarını  geri alabildiler. Avusturya Elçisi’ne de Teşvikiye’de bir apartman dairesine sığınmak kaldı.
Venedik ve Cenovalı ailelerden, İstanbul’un kent kültürüne, siyasetine ve ekonomik hayatına damgasını vuran pek çok kişi yetişti. Bu ailelerden bazdan dönemin çalkantılı siyaseti içinde Alman, Avusturya, Fransız, hatta Osmanlı uyruğuna geçti. Alphonse Belin’in yazdığı Historie de la Latinite de Corıstantinople adlı eser bu aileleri anlatan en iyi kaynak durumundadır. İlerleyen bölümlerde bu ailelerden isimlerle sık sık karşılaşacağız, ancak yeri gelmişken adından da anlaşılacağı üzere Girit kökenli Gritti Ailesi’nden bahsetmekte fayda var.
Venedik Cumhuriyeti tarihinde önemli bir yere sahip bu aileden Andrea Gritti İstanbul’da buğday ticaretiyle uğraşarak çok zengin oldu ve lüks bir yaşam sürdü. Venedik-Osmanlı ilişkilerinde önemli söz sahibi olan Gritti zaman içinde Venedik Cumhuriyeti’nin başına geçti.
Venedik’i Rönesans’ın zirvesine taşıdı. Gritti’nin Rum asıllı bir İstanbullu kadından olan dört çocuğunun dışında bir de gayri meşru çocuğu oldu. Aloisio Luigi isimli bu oğlan çocuğu baskılar yüzünden Venedik’te bannamayarak İstanbul’a geldi. Safran, şarap, altın, gümüş, tuz ve buğday ticareti yaparak servet edinen Luigi, babasının evine yerleşti. Müslüman olduktan sonra “Bey’in oğlu” diye anılmaya başlandı. Nereden nereye geldik? Beyoğlu’nun hikayesinin Venedik Sarayı civarında yaşamış bir İtalyan’dan gelebileceğini kim kestirebilirdi…
Venedik Sarayı’nın az ilerisinde İtalyan Lisesi, onun karşısında da Eski İtalya Oteli bulunuyor. Tüm bu binalarla hoş bir İtalyan siluetinin hakim olduğu meydanın sol tarafında da Fransız havası hissediliyor.
1 note · View note
gezistan · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatmasında Gelişmelerden Yansıyanlar
Askerlerin Konuşlandırılması
Sadrazam metrisleri terk ettikten sonra asaletli Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa ve asaletli Vezir Kara Mehmed Paşa ile Deli Bekir Paşa, Binamaz Halil Paşa, sipahi ve silahtar ağaları, cebecibaşı, topçu başı, Sadrazamın otağına geldiler. Burda bir saat süren bir toplantı yapıldı.
Din düşmanının yaklaşması halinde metrislerdeki askerin olduğu gibi yerinde bırakılması, bütün paşaların kendi kapıları ve vilâyetlerinin” atlı birlikleriyle gâvura karşı çıkıp savaşa girmeleri konusunda tam bir anlaşmaya varıldı. Herkeste yaygın olan inanış, Allah’ın yardımıyla düşmanın püskürtülüp bozguna uğratılacağı, böylece kalenin de rahatça ele geçirileceği yolundaydı. Toplantıdan sonra adı geçen kumandanlar otağı terk ettiler. Kara Mehmed Paşa, Bekir Paşa, Halil Paşa, Sipahi ve silahtar ağalarıyla cebecibaşı; Sadrazamın kethüdasının çadırında bir süre daha kaldılar.
Bir süre sonra, gâvurların yürüyüş yolunu sağdan ve soldan incelemek üzere Sadrazam atına bindi; yukarda sözü edilen kılavuzlarla birlikte yola çıktı. Gâvurların gelmeleri beklenen yolları gözden geçirip tekrar geriye döndü.
Kara Mehmed Paşa, Serasker İbrahim Paşa, Bekir Paşa, Halil Paşa ve İslâm ordusunu korumakla görevli öteki kumandanlar orduyu hümayunun çevresin de yer alıp, çadırlarını ırmak kıyısından Hüseyin Paşanın bulunduğu yere kadar uzanan alanın içine kurdurdular.
İkindiye doğru kudretli Tatar Hanı geldi. Üç saat süreyle genel durumun ayrıntıları hakkında konuşulup savaş ve döğüş için gerekli tedbirler tartışıldı. Birlikte yemek yendikten sonra Tatar Hanına çok ince bir kumaş üzerine samur kürk geçirilmiş bir kaftan ihsan edildi. Bundan sonra da Han, kendisine eşlik eden iki yüz yağmacı Tatarla birlikte kendisine ayrılmış olan yere giderek orda ordugâh kurdu.
Altmış Şahi topuyla iki Kolombrine topu metrislerden çekilip gâvurların gelmesi beklenilen üç yolun karşısına yerleştirildi.
Sol kanattaki tımarlı sipahilerin hepsi metrislerden çıkarılıp kendilerine emredilmiş bulunan yerlere geçtiler.
Bugünkü toplantı sırasında devletlû Sadrazam, paşalarla birlikte kendisinin de en ön saflara gitmek istediğini buyurmuşlardı. Fakat savaş meclisinin uzağı gören üyeleri, onun otağında orduyu hümayunun kalbinde taştan bir dağ gibi dimdik durup kalmasını daha doğru buldular. Böylece Sadrazamın yerinden kıpırdamaması kararlaştırıldı.
Macarlardan durmadan yeni erzak arabaları geliyordu. Bu erzakın Cellat Çadırı önünde her zamanki pazar fiyatı üzerinden satılması konusunda daha önceden verilmiş olan buyruk uygulanmaktaydı.
Sadrazamın Padişahın yanındaki vekili Vezir Koca İbrahim Paşa’dan çadırcı basısı Daltaban Uzun Mustafa bir takım mektuplarla geldi.
Orduların Karşılaşması
Devleti Sadrazam maiyetiyle birlikte ordugâhın çevresini gözden geçirmek üzere at gezintisine çıkıp öğle üzeri tekrar otağına döndü. Öğle namazından sonra Kara Mehmed Paşa’dan, düşman ordusunun biri ırmak kenarından, öbürü ordugâhın üst yanından olmak üzere iki yoldan gelmekte olduğu ve üç saatlik yere varmış oldukları yolunda bir haber geldi. Bunun üzerine Sadrazam, bütün maiyet ve hizmet halkıyla, silahtar ve sipahilerin silahlanıp davul ve sancakla birlikte hazır olmalarını buyurdu.
Bosna Beylerbeyi Hızır Paşa kendi vilâyetinin bütün askeriyle birlikte adadaki yerlerinden çekildi. Yerine Eflak ve Buğdan beyleri, Saruhan Sancakbeyi Şeyhoğlu Ahmed Paşa ile Sadrazamın ağalarından Maden Ağa ile Recep Ağa konuldu.
Metrislerden Sadrazama gelen bir haberde, Rumeli kolunda kale duvarına kadar varılmış ve buraya bir lağım yerleştirme hazırlığına geçilmiş olduğu bildirildi. Bu güzel habere çok sevinen Sadrazam, lağımın sabaha kadar hazır edilmesini emretti.
Geceleyin Tatar Ham yirmi tane Alman tutsak yakaladı. On dokuzunun boynunu Vurdurup bir tanesini Sadrazama gönderdi. Bu tutsak sorgusu sırasında şunları söyledi: “Gâvurlar iki yoldan geliyorlar. Aralarında kırk bin askerlik ordusuyla Polonya Kiralının kendisi de bulunmaktadır. Alman Kayzeri de yanındadır. Onun da kırk bini atlı ve otuz bini yaya olmak üzere yetmiş bin askeri vardır. Yanlarında iki yüz tane ağır ve hafif top getirmektedirler. Yarın sabah, İslâm ordusuna karşı hücuma geçmek niyetindedirler.”
Her türlü kuşkudan uzak bu apaçık ifade karşısında Sadrazam bütün orduyu savaşa hazır duruma geçirmek gerektiği kanısına vardı. Gerekli buyrukları dört bir yana yollattı’ Böylece İslâm askeri bütün gece boyunca gökteki yıldızlar gibi uykudan uzak ve uyanık kaldı. Bu hal gün ışıyıncaya kadar sürdü.
Yeniçeri ağası bir miktar yeniçeriyle metrisler^ den çıkıp, gerektiğinde yaya askerini dışardan korumak için savaşa hazır bir halde bekledi.
Zağarcı kolunda üzerinde çalışılmakta olan iki lağımdan birisi gâvurlar tarafından keşfedildi ve bunu zararsız hale getirmek için ellerinden geleni yapmağa başladılar. Anadolu Beylerbeyi Osman Paşazade Ahmed Paşa derhal karşı tedbirleri aldırıp öteki lağımı patlattırdı. Gâvurlardan bir haylisini toprağa gömdü. Bir kelle ele geçirildi.
Geceleyin, gâvurlar, çok sayıda fişek attılar. Bu onların artık ne yapacaklarını bilemez hale geldiklerini ve çok acele yardıma ihtiyaçları bulunduğunu göstermekteydi. Rumeli Beylerbeyi Hocazade Arnavut Haşan Paşa, da sol kanadının sancağıyla metrislerden dışarı çıktı.
0 notes
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yedikule’den Topkapı’ya Yolculuk
İstanbul’un en etkileyici tarihi eserlerinden olan surlar, Bizans İmparatoru Theodosios ve ardılları tarafından inşa edilmiş, Fatih Sultan Mehmed’in fetihten sonra yaptırdığı eklemelerle bugünkü heybetine ulaşmış. Marmara Denizinden başlayarak Haliç’e doğru devam ettiğinizde zaman içinde kaleye dönüşen Yedikute’yi göreceksiniz. Edirnekapı’ya gidene kadar çok sayıda sürpriz çıkacak karşınıza.
Bizans, bugün Topkapı Sarayı olan yerde kurulmuş küçük bir şehirmiş. Etrafını çeviren ve türlü saldırılara dayanabilmiş surları 196 yılında şehri alan imparator Septimus Severus tarafından yıktırılmış, ancak oğlu Caracalla, babasını ikna edince surlar yeniden inşa edilip 500 metre daha batıya kaydırılmış. Şehrin büyüklüğü ikiye katlanmış. Ne yazık ki ne ilk yapılan surlardan ne de Severan Hanedanı’nın yaptıklarından günümüze ulaşan olmuş.
324 yılında imparator Büyük Konstantin, Bizans yeni başkent ilan etmiş ve adım Nova Roma (Yeni Roma) koymuş. Nova Roma’yla ilgili büyük projeleri varmış imparatorun. Şehri geliştirmek için başlattığı imar planlan ise oğlu ve halefi II. Konstantios tarafından devam ettirilmiş. Kenti çevreleyen ve Severan Hanedanı döneminde yapılmış olan surları daha da batıya kaydırarak inşa ettirmiş Konstantin. Böylece şehri eskisine göre daha büyütmüş. Bizzat çizdiği planlarla imar edilen şehir, bugün bile Sultanahmet Meydanı ve çevresini gezenlerin hayranlığım kazanıyor.
413 yılında İmparator Theodosios surları bulundukları yerden 1,5 kilometre daha batıya taşıyarak bugünkü konumuna kavuşturmuş. 447 depreminden sonra Hun İmparatoru Attila’nın yaklaştığı haberinin ardından tek duvarın surların yetersizliği fark edilince surların önüne ikinci bir duvar ve hendek eklenmiş.
740 yılındaki depremden sonra İmparator III. Leo surları baştan başa tamir ettirmiş. İmparatorların XI. yüzyılda Blachemae Sarayı’na taşınmasıyla sarayın etrafındaki duvara 13 yeni burç ilave edilmiş. Surlar 1509’daki depremden sonra büyük bir tadilattan daha geçirilmişler.
Şehrin savunması, aralarından bir yol geçen iç ve dış duvarlardan oluşan surlar ve önlerindeki hendeklerle sağlanmış. Yaklaşık olarak her 55 metrede bir -kule inşa edilmiş. Asker ve siviller kulelerin arasındaki kapılardan geçiş yapıyorlarmış. Genellikle j yolun sonundaki yerin veya çevredeki önemli binaların adıyla anılan kapıların ismi çok sık değiştirildiği için bugün bile isimler üzerindeki tartışmalar sürmekte. Haliç’te gerili olan ağır zincirler ve şehrin denizden kuşatılmasının zor olması yüzünden imparatorlar sahil surlarını çok güçlü yaptırmamışlar. Bugün Sarayburnu, Cibali, Fener, Balat ve Marmara kıyısında sahil surlarının kalıntılarını görebilirsiniz.
Tarih boyunca surlar sadece iki kez geçilebilmiş. 1204 yılındaki Haçlı Seferi ile Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u aldığı 1453 Kuşatması sırasında. Sahil surlarının bir kısmı yol genişletme veya tren yolu yapım çalışmalarına kurban edilmiş. Kara surlarının ve Marmara Denizi boyunca uzanan Propontin Surları’nın restorasyonu 1953 yılında İstanbul’un Fethi’nin 500. Yıl Kutlamaları kapsamında yapılmış.
1980’li yıllar boyunca surların Yedikule ve Belgradkapı arasındaki bölümü eski taş işçiliğine önem vermeden yeniden inşaedildi, tarihi doku ciddi hasar gördü. Yapılan hızlandırılmış çalışmalar sonucu ortaya özensiz bir restorasyon çıktı. 2006 yılında surlar üzerindeki çalışmaların ikinci bir incelemeye kadar durdurulmasını öneren UNESCO’nun haklı eleştirilerine zemin yarattı.
Kimin Surları?
Sık sık Theodosios Surları olarak tanımlanmalarına rağmen, II, Theodosios surlaryapılırken henüz yedi yaşında bir çocukmuş. Surlar aslında onun naibi Anthemius’un eseridir.
Mermer Kule
Havaalanından şehir merkezine sahil yolundan geçerek geldiğinizde eski İstanbul’a ait göreceğiniz ilk eserlerden biridir Mermer Kule. Kara ve deniz surlarının birleşme noktası olan Mermer Kule’nin bir zamanlar bir saray ya da bir kalenin parçası olduğu düşünülüyor. Adnan Menderes zamanında surların önüne denizin doldurulmasıyla yapılan Sahil Yolu bir suikaste kurban giden ABD Başkanı J. F. Kennedy’nin adını taşıyor.
Roma Gibi…
Kara surları tamamlandıktan sonra surların içinde kalan “Yeni Roma” da aynen İtalya’daki “Roma” gibi yedi tepenin üstüne yerleşmiş.
Sayılarla Surlar
Kara ve deniz surlarının toplam uzunluğu: 20.5 km. • Mermerkule’den Ayvansaray’a kadar surların uzunluğu: 6.5 km. •             İç surların yüksekliği: 12 m. •             İç surların genişliği: 5 m. •             Dış surların yüksekliği: 8.5 m. •             Kapı sayısı: 81 m •             Kule sayısı: 96 (dış sur) + 96 (iç sur)m •             İç ve dış surlar arasındaki mesafe: 15-20 m. •             Hendeğin eni: 20 m. •             Hendeğin derinliği: 10 m.
1 note · View note
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Bakırköy ve Ataköy’ün Görünmeyen Tarihine Bir Yolculuk
Çoğu kişi için Bakırköy ve Ataköy sadece havaalanına gidip gelirken geçtikleri, büyüyen İstanbul’un bir parçası. Beton binaların arasında gezerken geçmişten bir iz kalmadığını düşünenlere tarih, muzip birkaç sürpriz saklamış. Bizanslılardan kalan bir Açıkhava sarnıcı bunlardan biri.
Bakırköy’ün daha önceki adı Rumca “uzak bir köy” anlamına gelen ve Makrohori’den türeyen “Makriköy”müş, 1925 senesinde yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi ile Bakırköy olarak değiştirilmiş. Neden “uzak bir yer”? Bizans döneminde Hebdomon (Yedinci) olarak bilinen ilçe, surların dışında ve başlangıç noktası olarak kabul edilen Sultanahmet’teki Milion Tâşı’ndan yedi mil (11 kilometre) uzakta bir yerleşim birimiymiş. Askeri ve siyasi olarak büyük önemi olan semtte İmparator Valens kendisi için bir yazlık saray yaptırmış. 474 senesine kadar çiçeği burnunda imparatorlar burada taç giydikten sonra Egnatia Yolu’ndan şehre girerlermiş. 474 senesinden sonra ise taç giyme törenleri Ayasofya’da yapılmış. Burada yaptırılan geniş askeri eğitim alanına Roma’daki benzeriyle aynı ad Campus Martius (Mars Ala m) verilmiş.
XIX. yüzyüda trenin gelmesiyle Bakırköy orta direk ailelerin yaşadığı bir semt haline dönüşmüş ve büyüdükçe kalabalıklaşmış. Bugün dükkanların dizili olduğu caddesinin eski altın çağında nasıl muhteşem eserlerle dolu olduğunu gözünüzün önüne getirebilmek için güçlü bir hayal gücüne ihtiyacınız olacak.
Türkiye’nin planlanmış ilk banliyölerinden biri olan Ataköy, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ten almış adım; semt çoğu insanın içinde yaşamayı sıkıcı bulduğu, yüksek apartman blokları ile dolmuş. 1988 senesinde açılan Galleria, şehrin ilk alışveriş merkezi ve Amerika’daki Houston Galleria’dan etkilenen o zamanki Başbakan Turgut Özal’ın önayak olmasıyla açıldı. Denize yakın olar bu AVM, alışveriş yapmak için seçilebilecek hoş mekanlardır.
Amavutluk’a giden yol: Egnatia Yolu
Romalılar döneminin en önemli yollarından olan Egnatia Yolu (Via Egnatia), Adriatik sahilindeki Dyrrachium’dan (bugünkü Arnavutluk/Durres) Bizans’a kadar 1.120 kilometrelik bir mesafeyi kat ediyor. Dyrrachium’da yolcular bir gemiyle Adrryatiği geçer, Roma’ya Appia Yolu’ndan devam ederlermiş. Bu yol Roma İmparatorluğu’nun iki başkentini bağlarmış. Yazıtlardan öğrendiğimiz kadarıyla yol adını Makedonya Prokonsülü Gnaeus Egnatius’dan almış. Yol çalışmalan, M.Ö. II. yüzyılda var olan yolun iyileştirme çalışmaları şeklinde başlamış.
M.S. V. yüzyıl itibariyle yol ihmal edilmiş. İmparator Jüstinyen’in onarımlarıyla yolun doğu kısmı ticarette önemli bir rol oynamaya devam etmiş. Haçlılar seferler için Ortadoğu’ya giderken Egnatia Yolu’nu kullanmışlar.
Fildamı Sarnıcı
Bakırköy’deki bu garip isimli yapının adını nereden aldığı kesir olarak bilinmemekle beraber kulağa en mantıklı gelen hikaye burada bir zamanlar saray fillerine ait bir barınak olması. 127 metreye 76 metrelik ölçüleri, 7 metre kalınlığındaki duvarları dikkate alındığında aslında ismine şaşmamak gerekir. İstanbul’da V. yüzyıldan kaldığı tespit edilen dört açık hava sarnıcından biri olan Fildamı, Veli Efendi Hipodromu’nun yakınında yer alıyor. Açık ara bölgedeki en etkileyici mimari yapı olan Fildamı Sarnıcı’nın dışında açık hava sarnıçlarının tümü Suriçi’nde toplanmış. Bu yüzden sarnıcın şehrin batıya doğru yayılmasında önemli bir rol oynadığı düşünülüyor. Diğerlerinden farklı olarak bir köşesinde kontrol kulesi olan sarnıç Bakırköy’deki Valens Sarayı’na ve Bizans ordu karargahına su sağlıyormuş. Sarnıç daha önemli görevler üstlenebilecekken ne yazık ki kötü bir futbol sahasına ev sahipliği yapıyor.
Bakırköy Sokaklarında
İlk bakışta 1990’lardan önceki Bakırköy’den bir şey kalmamış gibi görünüyor. Bununla beraberi eğer tren yolunun güneyindeki sokaklarda dolaşırsanız beton binaların arasına serpiştirilmiş etkileyici, ahşap ve taş evlerle karşılaşırsınız, özellikle İstanbul Caddesi, Heyvet Sokak ve Yurt Sahibi Sokak’ta yoğun halde görebileceğiniz binalara ilaveten Hazırlık Sokak’ta taştan yapılmış
Taş Okul’un kalıntıları da var. Sahile doğru giden Ebuzziya Caddesi’nde XIX. yüzyıl Ermeni kilisesi olan Surp Asdvadzadzin’i ve 1844 yılında yapılmış Ermeni okulunun binasını görebilirsiniz. Rum İlköğretim Okulu’nun binası ise İstanbul Caddesi’nde bulunuyor. Tüm bu yapılar bir zamanlar farklı etnik kökenli insanların komşuluğunu hatırlatıyor. Reyhan Sokak’taki küçük bir sanat galerisi ise yaşama 1908 yılında bir Fransız okulu olarak başlamış.
Hristos Analipsis Kilisesi
Bakırköy Rum Mezarlığı’nın içine cenaze törenleri için yapılmış olan kilise XIX. yüzyıl tarihli. Üç nefli bazilika planındaki kilisenin mimarı Akilepsos Aleksios.
Ataköy Marina
  Buraya kadar gelmişken, yoğun trafikli sahil yolunu görmezden gelin ve Ataköy Marina’daki tesislerin tadını çıkarın. Marmara Denizi’nin yanındaki bu beş yıldızlı marina 1998 yılında açıldı.
Zuhurat Baba Türbesi
“Zuhurat Baba” İstanbul’un fethi sırasında Osmanlı ordusunun susuzluktan kırıldığı bir anda askerlerin karşısına çıkan aksakallı ve nur yüzlü bir kurtarıcı olarak biliniyor. Türbe özellikle cuma günleri kalabalık oluyor.
1 note · View note
gezistan · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Çok Değerli Bir Hazine “Kariye Müzesi”                      
Bugünkü Kariye Müzesi (Çarşamba günleri kapalı) Chora Kilisesi olarak inşa edilmiş, adındaki “Chora’” eski Yunanca’dâ “kırsal alan” anlamına geliyor. Kilise, ilk inşa edildiği yıllarda Konstantin Surları’nın, yani sınırların dışındaymış. Theodosios Surları sınırları genişletilmiş ve Kariye’yi surların içinde bırakmış ama kilisenin adî değişmemiş. Bunun nedeni adının aynı zamanda ruhani bir anlam dit içermesi; Hz. İsa’yı ve Meryem Ana’yı yaşamın özü olarak tanımlayan mozaikler sayesinde buyası “yere ve göğe sığmayanın”, sınırların ötesindeki Hz. İsa’nın mekânı olarak kabul edilmiş.
Kilise
Burada ilk inşa edilen kilise büyük bir depremde yıkılmış. Şu an görmekte olduğunuz binayı 1077-1081 yıllan arasında İmparator I. Alexios Komnenos, kayınvalidesi Maria Doukaina için yeniden i yaptırmış, ancak kilise oğlu isaac Komnenos zamanında büyük bir mimari değişim geçirmiş. Haçlıların 1204-1261 yıllarındaki istilası sırasında harabeye dönen yapı, 1315-1321 yılları arasında kuzey koridoru, dış narteks ve bir parekklesion (yan şapel) eklenerek genişletilmiş. Kariye Müzesi’nin günümüze çok az bir değişim ve hasarla ulaşmış olması büyük bir şans.
Dışarıdan bakıldığında Kariye güzel, kubbeli bir Bizans yapısı ve göze şehirde göreceğiniz diğer benzer yapıdaki Bizans kilisesinden pek farklı gelmiyor. Ancak içeriye adım attığınız an bambaşka bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Duvarlarını süsleyen mozaik ve freskler kendisinden çok daha büyük olan Ayasofya’dakilerden bile daha fazla ve görkemli. Göz kamaştıran bu muhteşem eserleri borçlu olduğumuz kişi ise Bizanslı devlet adamı ve şair Theodoros  Metokhites (1270-1332). İmparator II. Andronikos Paleologos’un zengin ve güçlü danışmanı sadece binanın yaratılmasına maddi destek vermekle kalmamış, aynı zamanda garip şapkalı bir görüntüsünü Hz. Isa’nın da resmedildiği bir mozaiğe ekletmiş. Birçok saray gözdesi gibi Aietochites de III. Andronikos Paleologos büyükbabasının tahtın ele geçirdiğinde gözden düşmüş; Bugün Yunanistan’a ait Evros yakınlarındaki Didymoteichon’a (ikiz Duvar anlamında) sürüldü. Şehre ancak 1330 yılında dönebilmiş! Adını Theoleptos olarak değiştirip ömrünün sonuna kadar kilisesinde rahip olarak yaşamış.
1511 yılında kilise Sultan II. Bayezid’ın sadrazamı Ali Atik Paşa tarafından mihrab ve minare eklenerek camiye çevrilmiş. Bu dönemde mozaik ve fresklerin üzeri beyaz badana ve alçıyla kaplanmış. Tüm bu eserler 1948-1958 yılları arasında Amerikan Bizans Enstitüsü tarafından yürütülen çalışmalarla ortaya çıkarılmış. Bu çalışmalarda görev alan Paul A. Undervvood mozaikler hakkındaki tüm bilgileri “Kariye Camii” adlı dört ciltlik eserinde toplamış. Cami 1947’de müze haline getirilmiş.
Dış Narteks
Aslında Batılı ziyaretçiler Kariye Müzesi’inde dış narteksteki mozaiklerde betimlenen hikâyelere kendi kiliselerinden aşinadır. Örneğin Bebek İsa’yı ziyarete gelen Üç Müneccim (Baltazar, Melkiorve Gaspar adındaki bilge ya da kâhin adam), Herod’un Masumların Katledilmesi niyetini öğrendikten sonra Meryem ve Yusuf’un Mısır’a Kaçışları son derece canlı bir şekilde tasvir edilmişler.
Şeytanın Çölde İsa’yı Günaha Davet Etmesi’nin anlatıldığı betimleme gruplarının en büyüleyici olanları üst tonozlardan birinde dört ayrı mizansen şeklinde görülebilir: Şeytan İsa’dan Tanrı’nın oğlu olduğunu ispat etmek için önce taşları ekmeğe çevirmesini sonra da Kudüs’teki bir kuleden kendini aşağı atmasını istemiş. Son olarak onu ikna etmek için sadece kendisine tapması durumunda sonsuz zenginliği vaad etmiş. İsa’nın gençlik dönemine ait bu bölümde Vaftizci Yahya Ürdün Nehri kenarında insanlara İsa’yı tanıtıyor.
    Mozaikler
İncil’i iyi bilen ziyaretçiler iki nartekste (koridorlar) yer alan mozaikleri kolayca tanıyabilirler. Eski Yunanca yazıtlarda mozaiklerin hikâyeleri ile ilgili önemli ipuçları veriyor. Kariyefyi gezmek biraz ilginç, iç ve dış narteksteki tasvirler çok fazla ve belirli bir sırayı takip etmiyor. O yüzden iki narteks arasında gidip gelmeniz lazım. Dışa taşmaya iç narteksin en sonundan başlayın. Burada Meryem Ana ile ilgili bölümler var. Meryem Ana’nın 15 krala ve Davud’a kadar olan soyağacını tasvir eden mozaikler kubbede yer alıyor. Sonra dış nartekse geçin ve Hz. İsa’nın hayatıyla ilgili detayları inceleyin. Ardından tekrar iç nartekse geçin ve naoso (nef) girmeden önce sağ kolda bulunan dev Hz. İsa mozaiğine ve onun çevresindeki Hz. İsa’nın mucizelerini gösteren detaylara bakın.
Hz. İsa burada mucizeleriyle kör, sağır, cüzzamlı çok sayıda insanı iyileştiriyor. Kubbede ise Isa’nın Adem’den Yakup’a kadar olan soyağacını tasvir eden betimlemeler yer alıyor. Naos’taki üç mozaiği gördükten sonra Parekkleslon İle turunuzu tamamlayın.
Yabancı turistlerin aşina oldukları arasında İsa’nın mucizelerinden sahneler de var: Ekmekler ve balıklar, Kana’daki şarap, kör ve topal bir adamı iyileştirmesi. Bununla beraber İncil’in Ortodoksluğa özgü yorumlarındaki farklılıklarda göze çarpıyor: Örneğin İsa’nın Doğumu’nu anlatan sahnede Batı versiyonlarında yer almayan yeni doğmuş İsa’ya banyo yaptıran kadınlar görüyorsunuz. Müzedeki resimler dönemin giysi ve mobilyalarını yansıtmaları bakımından da ayrı bir önem taşıyor; örneğin Metokhites’in garip şapkası ve vergi toplayan Suriyeli Vali Cyrenius’un frapan kıyafetleri sadece o dönem için değil bugün için bile son derece ilginç.
İç Narteks
Hz. İsa’nın hayatındaki belli başlı olayları tasvir eden bu mozaiklerin ilki Meryem Ana’nın doğuşunu ve yaşlı anne babası Anne ile Joachim’i anlatıyor. Ziyaretçilere ilginç gelense Kari-ye’de Hz. İsa’nın ölümü, çarmıha gerilmesi ya da yeniden dirilişi hakkında herhangi bir tasvirin olmamasına karşın Yeniden Diriliş sahnesinin sadece Parekklesion’daki fresklerde anlatılması. İç narteksin kubbesinde İsa’nın Adem’den Yakup’a, Meryem Ana’nın ise 15 krala ve Davut’a kadar olan soyağacını tasvir eden betimlemeler yer alıyor.
Meryem Ana’nın hayatını anlatan sahnelerin bir kısmı görmeye alışık olduklarımızdan oldukça farklı. Örneğin bir tanesi Meryem Ana’yı bir melek tarafından beslenirken gösteriyor. Bir başka mozaikte Meryem Ana’nın on iki taliplisinin asaları önünde duruyor. Yusuf a ait asa yeşerince Meryem’i alan Yusuf oluyor. Diğer talipliler Yusuf un arkasında duruyor.
Naosa girmeden önce iç nartekste sağ taraftaki dev mozaiğe göz atmayı unutmayın, muhteşem bir İsa tasviri göreceksiniz. Bu tasvirin Sultanahmet’teki Büyük Bizans Sarayı’nın bir bölümü olan Khalke’nin girişinde bulunan Deesis ikonunun bir kopyası olduğuna inanılıyor. İsa’nın sağında yer alan Meryem Ana’nın ayaklarının dibinde resmedilense kilisenin yeniden yapılanmasında başrol oynayan prens Isaac Komnenos.
Naos
Kilisenin naosu (ibadetin yapıldığı bölüm) birbirinden güzel mermer panellerle dekore edilmiş. Tek bir mermer tabakasının ikiye bölünüp daha sonra yan yana konması tekniği Ayasofya’da da uygulanmış. Burada göreceğiniz üç mozaik pano nartekslerde yer alanlar kadar önemli.
Girişin hemen üzerindeki büyük bir pano Meryem’in Ölümü’nü (Koimesis) anlatıyor. Meryem’in arkasındaki İsa’nın tuttuğu bebekse Meryem’in ruhunu temsil ediyor. İsa’nın üzerinde altı kanadıyla daha çok bir çiçeği andıran serafim isimli melek resmedilmiş.
Parekklesion ve Freskler
Parekklesion, kiliseden bağımsız bir bina hissi veriyor ziyaretçilerine. Burada gömülü olan sekiz kişinin kim oldukları kesinlik kazanmamış ancak bir tanesinde Metochites’in dostu Mihail Tornikos’un ve karısının, bir diğerinde ise evlilik yoluyla Metochites’in akrabası olan Prenses irini Raoulina Palaeologina ve Despot Demetrios Doukas Angelos Paleologos’un yattığı biliniyor. Kuzey duvarındaki mezarın ise Metochites’in son istirahatgahı olduğuna inanılıyor.
Naostaki ve nartekslerdeki mozaikler gözlerinizi kamaştırdıysa parekklesionda bulunan freskleri de çok beğeneceksiniz. Genel olarak pastel renkler ile siyah ve beyazın tezadından oluşan freskler muhteşem.
Parekklesion’a girer girmez apsiste Anastasis’in (Diriliş) etkileyici bir anlatımını göreceksiniz. Ortada duran İsa, eliyle Adem ile Havva’yı lahitlerinden çıkartıyor. Ayaklarının altında uzanan kırık Cehennem Kapısı’nda elleri bağlı şeytan görünüyor. Beyaz sakallı Adem’in arkasında Vaftize! Yahya ve doğruluklanyla bilinen krallar Davut ile Solomon duruyor. Havva’nın arkasında Abel ve dürüst insanlar tasvir edilmiş.
Parekklesion’da ilgi çeken bir diğer kompozisyon tavan tonozunda göreceğiniz Son Yargı (Deesis) tasviri. Karar vermek üzere sağında iyilik dolu ruhlar ve solunda da lanetlenmiş olanlarla oturan İsa’yı betimleyen fresk ikon uzmanlarının da gözdesi. Sol tarafında, altta göreceğiniz kırmızı leke cehennemi ve suçluları bekleyen ateş nehrini simgeliyor. İsa’nın hemen altında Adem ve Havva, O’nun ikinci kez gelişine kadar boş kalacak olan tahtın önünde diz çökmüş olarak resmedilmiş. İsa’nın üstünde ise cennet bir meleğin sırtında yükselen dev bir beyaz salyangoz olarak sembolize edilmiş.
Kubbede, harika bir Meryem ve Çocuk İsa tasviri var. Bu fresk koyu mavi bir zemin üzerinde, Bizans tarzı kıyafetler içinde canlandırılmış meleklerle süslenmiş. Kubbe pandantiflerinde ise dört şair İncil yazan var. Bu azizlerin adlan: Şamlı Kosmos, Yusuf, loannis ve Theophanos.
Annslasls’ln alımda siyah beyaz dini giysileriyle doğu kilisenin azizleri sıralanmış: Aziz Athanasios, Aziz loannls Hrtsostomos (Altın Ağızlı Yuhanna), Aziz Vassilios, Miralı Aziz Nikolaos (diğer adıyla Noel Baba), Teolog Aziz Gregorlos ve İskenderiyeli Aziz Kyrilos.
Fethiye Müzesi
Çevrede aynı zenginlikte dekore edilmiş başka kiliseler de var, ancak Kariye’nin görkemli mozaikleri diğer kiliselerdekini göz ardı etmenize neden olabilir, önce Draman sonra da Fethiye Caddesi’nde yapacağınız kısa bir yürüyüş sizi Kariye’deki kadar çok olmamakla birlikte mozaiklerin bulunduğu bir başka mekâna, Fethiye Müzesi’ne ulaştıracak.
2 notes · View notes