Photo

Fırtına Tanrısı’ndan yerfıstığı başkentliğine: Osmaniye...
KaratapeAslantaş Açık Hava Müzesi ile turizmini geliştirmeye çalışan; kültür, tarih, doğa, deniz kumgüneş, sağlık ve tarım turizmine imkanlar sunan Osmaniye, Doğu Akdeniz pazarına renk katmaya hazırlanıyor. Eksiği ise tanıtım ve yatırım.
aratepeAslantaş; Osmaniye ili, Kadirli ilçesi sınırlarında M.Ö. 8. yüzyılda, yani Genç Hitit Çağı’nda, kendisini Adana Ovası Hükümdarı olarak ilan eden Asativatas tarafından, kuzeydeki vahşi kavimlere karşı bir sınır kalesi olarak kurulmuş… Geçmişte Adanava olarak bilenen Adana’nın hükümdarı Asativatas’ın kurduğu KaratepeAslantaş Kalesi de Asativadaya diye adlandırılmış…
Firtina Tanrisi Ve Asativatas
Fırtına Tanrısı’nı takdis eden, Osmaniye’yi de içine alan Adanava’nın Hükümdarı Asativa tas’ın 3 bin yıl evvelki dünyaya seslenişi şöyley di: “Ben gerçekten Asativatas’ım. Güneşimin adamı, Fırtına Tanrısı’nın kulu, Avarikus’un büyük kıldığı, Adanava hükümdarı… Beni Fırtına Tanrısı Adanava kentine ana ve baba yaptı ve Adanava kentini ben geliştirdim. Ve Adanava ülkesini genişlettim, hem gün batısına, hem de gün doğusuna doğru. Ve benim günümde Adanava kentine refah, tokluk, rahatlık tattırdım. Ata at kattım, kalkana kalkan, orduya ordu kattım, herşey Fırtına Tanrısı ve Tanrılar için… Çalımlıların çalımını kırdım. Ülkede kötü olanları ülke dışına attım. Bütün krallarla barış kurdum. Krallar da beni ata bildiler, adaletim, bilgeliğim ve iyi yüreğim için. Öyle ki, önceleri korkulan yerlerde, erkeklerin yola gitmekten korktukları ıssız yollarda, günümde kadınlar kirmen eğirerek dolaşmaktadır. Ve ben bu kaleyi kurdum, ona Asativadaya adını vurdum. Oraya Fırtına Tanrısı’nı yerleştirdim ve ona kurbanlar adadım. Ve bu ülkeye yerleşen halk öküz, sürü, bolluk ve içkiye sahip oldu, dölleri bol oldu, Fırtına Tanrısı ve tanrılar sayesinde. Yalnızca Asati vatas’ın adı ölümsüzdür, sonsuza dek, Güneş’in ve Ay’ın adı gibi…”
“Arkeolojinin Tanriçasi” : Halet Çambel
Hükümdar Asativatas’ın bir zamanlar sağladığı barışla bölgenin bereketi Fırtına Tanrısı’nın da yardımıyla adaletle paylaşılmış… Toroslar’dan sesini ve güçünü alan Fırtına Tanrısı artık bir kültür ve turizm ürünü olarak ziyaretine gelenlere 3 metre yukarıdan bakıyor. Fırtına Tanrı sı’nın bulunduğu “Asativadaya” kalesi, zamanımızda, KaratepeAslantaş Açık hava Müze si’ne dönüşmüş. Genç Hitit kalesi olan bu yerin ortaya çıkarılmasını sağlayan da Anadolu ‘nun hayat verdiği arkeoloji tanrıçasıdır. Adı Halet Çambel… Türkiye’nin ilk kadın Olimpiyat sporcusu olan Çambel, ömrünün 50 yıldan fazlasını harcayarak Asativadaya’yı ortaya çıkarmış. Prof. Dr. Halet Çambel dünyada kendi alanında ilk örnek olan açık hava müzesini yaratmış bin bir güçlükle… Aslantaş Barajı’na bakan KaratepeAslantaş Açık Hava Müzesi’nin çevresi de Milli Park’a dönüştürülmüş. 1956 yılında bir çobanın “orada bir aslantaş var” sözünün peşine düşen Halet Çambel, yüksek ateşli hasta olarak gelip gördüğ�� bu yerde bir ömür geçirmiş. Osmaniye onun sayesinde dünya çapında bir turizm ürününe sahip olmuş.
Onun sayesinde Asativatas’ın dünyaya seslenişi ortaya çıkmış…
Halet Çambel, geçen j sene Osmaniye Valisi İsa Küçük tarafından, yaptığı hizmetler nedeniyle ödüllendirildi. Ödül töreninde “İlk kez bir vali tarafından ödüllendiriliyorum” diyen Halet Çambel, bir ömre bedel eseriyle, yalnız turizme değil prehistoriaya da büyük katkılar sağlamış.
Fırtına Tanrısı ve Hükümdar Asativatas, Çambel sayesinde nasıl karanlıktan günyüzüne çıkmışsa, Halet Çambel de Asativatas sayesin de adını unutulmazlar listesine yazdırmış; “arkeolojinin Anadolu tanrıçası” olarak… O, bir şehrin taşa kazınmış eski zaman seslenişini, yeni zamanlara aktardığı için Osmaniye’nin gerçek hemşehrisidir…
Türkiye’nin Yerfistiği Başkenti
Ceyhan Irmağı’nın toprakla, güneşle, Akdeniz’in iklimiyle buluşarak ortaya çıkan bereket, Osmaniye’yi yerfıstığının başkenti yapmış. Eski adıyla Cebeli Bereket olan bu topraklat Türkiye’nin yerfıstığı ambarıdır. Şehir doğal, tarihsel güzelliklerinin yanında yerfıstığı ile ekonomik gücünü sağlar olmuş. Osmaniye’nin tanıtımında Karate peAslantaş ile birarada anılır olmuş yerfıstığı… Osmaniye bir zamanlar Fırtına Tanrısı ile korun duysa, şimdilerde de yerfıstığıyla geçinir olmuş.
Zengin Mutfağında Her Şey Var
İlginç mutfağı, doğal boyalarla boyanan kilimlerinin yanında, tarım turizmine imkanlar sunacak gözalabildiğince uzanan bereketli ovası; kışın kar altında, baharda yeşilin baskınındaki Toroslar ve Amanoslar, bu dağları yara yara ovaya akan nehirler; nehirler üzerindeki barajlarda şimdiden başlayan su sporları, yaylalar ve bakir plajları ile Osmaniye Doğu Akdeniz turizminin geleceğidir.
0 notes
Photo

Efes tarihinin oluşmasında Ana Tanrıça’nın da etkisi var!
Küçük Menderes (Kaystros) ırmağının Ege Denizi’ne dökülen körfezinde, Panayır Dağı eteğinde kurulan Efes, Küçük Menderes’in getirdiği alüvyonlar limanı doldurunca dağın güneybatı yönüne, Bülbül Dağı yamaçlarına taşınır. Yazarlar Strabon ve Pausanias, tarihçi Herodot, Efesli şair Callinos gibi antik kaynaklar, Efes’in Amazonlar tarafından kurulduğuna ve yerli halkın Karyalılar ve Leleglerden oluştuğuna işaret ederler.
Efes ören yerinde, Hadrianus Tapmağı girişindeki frizde ise 3000 yıllık kuruluş kehanetinden şu şekilde söz edilir: “Atina Kralı Kodros’un cesur oğlu Androklos, Ege’nin karşı yakasını keşfetmek ister. Önce, Delfi kentindeki Apollon Tapınağının kâhinlerine danışır. Kahinler ona, balık ve domuzun işaret ettiği yerde bir kent kurulacağını söyler. Androklos bu sözlerin anlamını düşünürken Ege’nin mavi sularına yelken açar. Küçük Menderes ağzındaki körfeze geldiklerinde karaya çıkmaya karar verir. Ateş yakarak tuttukları balıkları pişirirken, çalıların arasından çıkan domuz, balığı kaparak kaçar. Böylece kehanet gerçekleşir ve buraya kent kurulmasına karar verilir.”
Kentin kuruluş tarihi yazılı diğer belgelerden incelendiğinde MÖ 6000’li yıllara, neolitik dönem olarak adlandırılan cilalı taş devrine kadar inilmesi gerekir. Arkeologlar bu bölgede yaptığı araştırmalar sonucunda, Ayasurluk Tepesinde Hititle re ait yerleşim birimleri olduğunu saptamışlardır. Hititlere ait yazılı metinler kentin adının “Apasas” olarak anıldığını gösterir. MÖ 1050’lerde Yunanistan’dan gelen göçmenlerin yaşamaya başladığı liman kenti Efes, MÖ 560 yılında Artemis Tapınağı çevresine taşınır. Bugün gezilen Efes ise, Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos tarafından MÖ 300 yıllarında kurulur.
Helenistik ve Roma döneminde en görkemli günlerini yaşayan ve Asya eyaletinin başkenti ilan edilen Efes, en büyük liman kenti olarak 200 bin kişilik nüfusa sahiptir; Bizans döneminde ise tekrar yer değiştirerek ilk kez kurulduğu Selçuk’taki Ayasuluk Tepesi’ne gelir. 1330 yılında Türkler tarafından alman ve Aydmoğullan’mn merkezi olan Ayasuluk, 16’ncı yüzyıldan itibaren giderek küçülmeye başlar. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da Selçuk adını alır. Efes, antikçağdaki önemini yalnızca büyük bir ticaret merkezi olarak gelişmesine ve başkent oluşuna borçlu değil elbette. Anadolu’da Ana Tanrıça olarak kabul edilen Kibe le’nin geleneğine dayalı Artemis kültünün en büyük tapınağı da Efes’te bulunur.
0 notes
Photo

Türkiye’in En Kuzeyine Yolculuk
Sinop’un en heyecanlı keşif noktalarından biri de, Türkiye’nin en kuzeyinde bulunan deniz feneri. Şehir merkezinden 22 kilometrelik yolculukla ulaşılan fenere, ‘Türkiye’nin en kuzey ucunu görünüz’ levhalarını izleyerek varmak mümkün. Yolun son beş kilometresinde yerleşim iyice seyrekleşip, yerini pastoral manzaralara bırakıyor. Tahta çitlerle çevrili yeşil tepeler, keçi sürüleri ve alabildiğine yalnızlık duygusu eşliğinde denize doğru kıvrılıp giden yolun ucunda müthiş bir fotoğraf saklı: Hırçın dalgaların dövdüğü bazalt kayalıkların hemen üzerinde bembeyaz zarif gövdesiyle yükselen İnceburun Deniz Feneri. Asırlardır ekmeğini denizden çıkaran yöre insanının koruyucu meleği. Denize uzak olmasına rağmen, rüzgârın savurduğu tuzlu damlacıkların ruhunuzu yenileyeceği anlarla yetinmek istemezseniz, çevre turuna çıkmanız gerek. Taş kiremitli köy evleri, iskelesi, mağarası, el dokumaları ve doğa hâzinesi Akgöl’ü ile anılan Ayancık; Beyaz Balina Aydın’ın meşhur ettiği Gerze; 19901ı yıllarda turizme açılan Tatlıca Şelaleleriyle ünlü Erfelek ve kalesiyle öne çıkan Boyabat gibi ilçeler de, seyahatinizin durakları olmaya aday yerler arasında.
Su Perisine Veda
Kentin girişinde karşılaştığımız, dönemin en kudretli imparatoru Büyük İskender’e söylediği “Gölge etme başka ihsan istemem” sözüyle ünlü filozof Diyojen’in altı metrelik mermer heykeli, Sinop’un tarihini hatırlatıyor bizlere. Adım mitolojideki su perisi Sinope’den aldığı rivayet edilen kentteki yaşam izleri, 5 bin yıl öncesine kadar iniyor. Geçmişi Amazon Kraliçesi Sinova’dan Denizci Arganotlara kadar uzanan Sinop, Karadeniz’in çalkantılı sularından kaçan gemiler için güvenli bir sığınak olmuş yüzyıllarca. İstanbul gibi büyük şehirlerden gelenler için şaşırtıcı ölçüde mütevazı görünen Sinop’un şehir merkezi de keyifli bir gezi seçeneği. Tarihi Sinop Cezaevinden yarımadanın ucuna doğru devam eden ana yolun bağlandığı Sakarya Caddesi, kentin ticari merkezi. Caddenin ortalarındaki 1214 tarihli Alaaddin Camii, kentin en eski İslam eseri. Adliye ve Valilik binalarının bulunduğu meydandaki Sinop Müzesi, ülkemizdeki en eski müzecilik girişimlerinden biri. Sinop’un simge isimlerinden biri olan Rıza Nur’un adını taşıyan kütüphane için, İç Liman tarafındaki Aşıklar Yolu’nu Karakum yönünde takip etmeniz yeterli. Kurtuluş Savaşı’nda doktor olarak görev yapan, ilk meclisin de kurucu mebuslarından biri ve ilk eğitim bakanı olan Nur’un çalışma odası görülmeye değer. Yarımadanın Karadeniz’e bakan Kuzey Kale Surları’nı gördüyseniz, Sinop’la vedalaşmak için mendirek çevresindeki sahil kahveleri sizi bekliyor olacak.
Püfür püfür Karadeniz rüzgârları yüzünüzü okşarken, Sinop’un ‘adalı ruhu’ dediğimiz huzur dolu kollarının sizi de sarmaladığını hissedeceksiniz.
‘İnceburun, İskoçya Kirsali Gibi’
“Dizi çekimleri için yaklaşık 6 aydır Sinop’tayım. Sinop, bir şeylerden uzaklaşmak, sadece kendini dinlemek isteyenler için özel bir sığınak gibi. Havası, doğası ve insanıyla Türkiye’deki en güzel, en sürprizli yerlerden biri. Uçsuz bucaksız sahilleri ve sakinliğiyle Sinop, gelecekte yaşamayı hayal ettiğim yere benziyor. Hiç bir yerde rastlamadığım rüzgâr etkileri var burada. Üç tarafı deniz olduğu için bir ada duygusu veriyor insana. Balığının bolluğu yanında, sahil lokantaları da çok keyifli Sinop’ta. En kuzeydeki İnceburun ise doğası ve melankolisiyle Iskoçya kırsalı gibi. Sinop’u neden bu kadar geç tanıdım diye hayıflanadığım zamanlar oldu. Hani çocuğumu özlemesem, İstanbul’a bile dönmez, burada daha uzun süreler kalmayı denerdim.”
1 note
·
View note
Photo

Cenang Beach, Langkawi Adaları ve Malezya Turu
Yılın 365 günü güneşin kendisini terk etmediği, tropikal iklimin sıcak rüzgârlarının kumsallarını okşadığı, içine pek çok görkemli efsaneler sığdırdığı, bağrında 10 milyon yaşındaki yağmur ormanları barındıran Langkawi Adası, 99 takım adanın en gözdesi olarak karşımıza çıkıyor.
Andaman Denizi’nde yer alan Malezya’nın Langkawi Adası, ziyaretçilerini ormanlarla kaplı tepeleri, beyaz kumlu romantik kumsalları ve kristal berraklığındaki sularıyla karşılıyor. Sakin ve huzur veren plajları, su sporları, doğal güzellikleri, tekne turları ile, her türlü turistik etkinliğe ev sahipliği yapan Langkawi Adası, nasıl bir tatil yapmak isleniyorsa hepsini birden sunabilen nadir tropikal adalardan birisi.
Langkawi Uluslararası Havaalanına 3 km mesafede bulunan, 2 km uzunluğundaki Cenang Beach (Pantai Cenang), adanın en popüler tatil bölgesi. Bu plaj boyunca birçok otel, hemen paralel caddede de dükkanlar, restoranlar ve barlar sıralanıyor. Çok sayıda lüks veya düşük bütçeli otelleri ve restoranlarıyla her bütçeye uygun tatil fırsatı bulunabiliyor.
Pantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkaw.
Cenang Plajında, sükûnet içerisinde etrafı kızıla boyayan günbatımını izlemek ise benzersiz bir keyif.
Pregnant Lady Lake (Hamile Kız Gölü), Langkawi
Langkawi Adası’na dair çok efsaneler bulunuyor. Malezya‘nın bu ünlü tatil adası ile ilgili efsanelerin birine göre ada, yaratılan ilk kara parçası olarak kabul ediliyor, yaşamın ilk başladığı yer. Adada yer alan dünya tarihinin en eski ormanları da sanki efsaneyi destekliyormuş gibi görünüyor. Zira bu yaşlı yağmur ormanları 10 milyon yaşında.
Pregnant Lady Lake, Tasik Dayang Bunting olarak bilinir ve Kuah şehrinin güney tarafında yer alıyor. Tepeler arasında yer alan bu muhteşem derin göl Pulau Dayang Bunting tepeleri arasında yer alıyor.
Yerel efsaneye göre, gölün şifalı olduğuna inanılıyor. Bu nedenle Kısır Kadınlar Hamamı anlamına gelen Dayang Sari olarak da adlandırılıyor. Efsaneye göre bir prenses, doğumdan sonra ölen ilk bebeğini bu göle bırakmış ve Tanrı gölü şifalı olarak kutsamış. Ayrıca gölü çevreleyen teperler, aşağıdaki resimde görüldüğü gibi, uzanmış hamile bir kadın olarak göründüğünden efsanenin arkasında bunun olduğu da düşünülüyor.
Langkawi Adaları‘nın, yemyeşil orman ve kayalıklarla çevrili bu en büyük gölüne sabahları kalkan tekne turları düzenleniyor. Gölde yüzmek ise keyifli bir aktivite.
Pantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkawi veya Berjaya Langkawi Resort tavsiye edilir.
Bir yanardağın ağzında oluşmuş bir göl ile deniz arasında kayalıklar bulunuyor. Deniz seviyesi yükseldiğinde göl ve deniz birleşiyor. Bu tropika cennette, çanta kapmak için etrafta gezen maymunlara dikkat etmek şart.
0 notes
Photo

Mavi ile Yeşilin Buluştuğu Trabzon’da Yapılması Gereken Beş Şey
Yeşilin başkentlerinden biri olan Trabzon’un doğal güzelliklerini keşfetmenizi şiddetle tavsiye ederek yazıma başlamak istiyorum. Bu yazımda sizlere Trabzon ziyaretinizde yapılması gereken beş önemli şeyi aktaracağım. Tabi bu anlatımlarımla sınırlı kalmayınız. Yemyeşil doğası ile Karadeniz’in buluşması… Mavi ile yeşilin dansını seyredeceğiniz bu güzel atmosferde içinize çekeceğiniz tertemiz havasıyla bu anlatımda yer alan 5 faktörden çok daha fazlasını siz kendiniz yaratacaksınız…
Eğer bu yaz şehirde uzaklaşıp köy havasını içinize çekerek huzura doymak istiyorsanız, rotanızı Trabzon’a çevirebilirsiniz. Trabzon’a hızlı ve rahat ulaşmanın en iyi yolu uçak yolculuğu olacaktır. Ucuz uçak bileti bularak Karadeniz’in bu güzel şehrine doğru yola çıkabilirsiniz. Trabzon’a gidince ne yapmalı diyenler için 5 güzel aktiviteyi bir araya getirdim.
1 – Doğal Güzelliklerini Seyredin
Yeşilin ve mavinin en bol olduğu bölgelerden Trabzon doğal güzellikleriyle insanı büyüler. Trabzon’a gittiğinizde ilk durağınız, tertemiz havası, berrak suyu ve etkileyici manzarasıyla dillere destan olan Uzungöl olmalı. Bunun dışında Çakırgöl, Sera Gölü ve Haldizen gölü de görülmeye değer yerlerden. Ayrıca Değirmendere, Yanbolu, Karadere, Koha, Sürmene, Baltacı deresi, Kalapotama deresi, Maçka Deresi, Galyan Dereleri de şehrin doğal güzelliklerinden.
2 – Tarihi Yerleri Gezin
Ortaçağ’da Rum İmparatorluğu’na başkentlik yapmış Trabzon, pek çok tarihi yapısıyla da dikkat çekmektedir. Sümela Manastırı, Trabzon Kalesi, Kızlar Manastırı, Hızır İlyas Manastırı, Hagia Anna (Küçük Ayvasil), Sotha K. (St. John), Hagios Theodoros, Hagios Christophoros, Santa Maria, Hagios Mikhail, Fatih, Yeni Cuma, Nakip, İskender Paşa Camii, Çarşı Camii, Gülbahar Hatun Camii, Çal Mağarası şehirde görülmesi gereken yerlerdendir.
Trabzon Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Atatürk Köşkü, Memiş Ağa Konağı, Çakıroğlu İsmail Ağa Konağı, Sarımollaoğlu Topal Mustafa Evi ise şehirde görülmeye değer yapılardan. Atatürk köşkü’ne uğramadan, Trabzon Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’ni gezmeden gezinizi sonlandırmayın.
3 – Yöresel Lezzetlerinin Tadına Bakın
Trabzon mutfağı denilince akla gelen ilk yiyecek hamsidir. Arkasından karalahana ve mısır gelir. Bu malzemelerle çorbadan ekmeğe kadar çeşitli yiyecekler hazırlanır. Mısır unundan yapılan kuymak, hamsili ekmek, karalahana çorbası, hamsi buğulama, manca, mıhlama, hamsili pilav ve fasülyeden yapılan lobya adlı turşu kavurma Trabzon’a özgü tatların başlıcaları. Trabzon’a gitmişken hamsi ve hamsi ile hazırlanan nefis tatları yemeden dönmeyin.
4 – Trabzon’da Doğa Sporlarını Deneyin
Doğa tutkunlarının vazgeçilmez adresi Trabzon, çeşitli doğa sporlarını denemek için en uygun yerlerden biri. Uzungöl-Demirkapı-Karakaya Bölgesi’ndeki dağcılık parkurlarında tırmanabilir, Akçaabat – Düzköy- Kayabaşı Yaylası – Lişer Yaylası, Trabzon – Araklı – Dağbaşı – Aydıntepe yer altı şehri – Demirkapı Gölleri – Uzungöl – Çaykara Trabzon’da Jeep Safari’nin tadını çıkarabilir; Uzungöl, Karastel Tepesi, Akçaabat Karadağ Hıdırnebi (Yaylakent) önünden ve Doğankaya Çayırbağı’nda yamaç paraşütü yapabilirsiniz.
Trabzon trekking için de ideal yerlerden biri. Ocaklı-Kulindağı Yaylası, Figanoy Yaylası, Lişer Yaylası, Haçka Yaylası, Düzköy İlçesi, Çaykara Uzungöl Beldesi, Garester Yaylası, Şekersu Yaylası, Hamsiköy Maçka İlçesi’nde trekking yapabilirsiniz. Çatak, Kayaiçi, Taşgeçit, Kestanelik, Erenler, Kestanelik, Pervane, Değirmencik, Araklı güzergahı ise kano sporu yapabileceğiniz en iyi duraklardan.
5 – Doğa Yürüyüşü Yapın
Zengin bitki örtüsü ve yemyeşil doğasıyla cezbeden Trabzon’da temiz hava eşliğinde güzel bir yürüyüşe kimse hayır diyemez. Yemyeşil ağaçlar, şarıl şarıl akan şelaleler arasında yürümek size kendinizi çok daha iyi hissettirecek.
#karadeniz doğa turu#karadeniz tatili#karadeniz turu#trabzon doğası#trabzon gelenekleri#trabzon gelizeri#trabzon gezisi#trabzon turu#trabzonda gezilecek yerler#yeşil doğa turu#yeşil ve mavi turu
0 notes
Photo

Tarihe İsimlerini Kazımış Paşa ve Padişahlar Serisi
İkinci Mahmut
I. Mahmut, Otuzuncu Osmanlı Padişahı, 1784’te İstanbul’da doğdu, 1839’da aynı yerde öldü. III. Selim’in kaldıramadığı Yeniçeri Ocağı’nı kaldırarak yerine düzenli bir ordu kurdu. Batılılaşma hareketine öncülük etti.
I. Mahmut. Alemdar Mustafa Paşa’nın desteğiyle 1808’de tahta çıktığı zaman, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış durumu çok kötüydü. III. Selim’in öldürülmesine kadar varan karışıklıklardan yararlanan Anadolu ve Rumeli’ndeki devlet ileri gelenleri ve çeşitli yerlerdeki zorbalar, başına buyruk birer derebeyi kesilmişlerdi. Yeniçeriler gemi azıya almışlardı. Ruslarla Fransızlar arasında Osmanlı ülkesini bölüşme tasarıları konuşuluyordu. Balkanlarda isyanlar birbirini kovalıyordu. II. Mahmut ıslahata ordudan başladı, ilk iş olarak, Sekban-ı Cedid ocağını kurdu 1826’da, artık bir zorbalık müessesesi olan Yeniçeri Ocağını kaldırdı. Tarihte Vak’a-i Hayriye diye anılan bu olaydan sonra Asakir-i Mansüre adlı bir ordu kurdu Dışta ve içte barışı sağlamaya çalıştı. II. Mahmut’la birlikte Türkiye’de modern bir çağ başladı.
Büyük Reşit Paşa
Mustafa Reşit Paşa veya Büyük Reşit Paşa, Abdülmecit devrinin ünlü devlet adamıdır. 1799’da İstanbul’da doğdu, 1857’de aynı yerde öldü.
Tanzimat devrini açarak memleketi Batılılaştırmaya çalıştı ve Osmanlı devletini parçalanmaktan korudu. Mustafa Reşit Paşa birçok önemli görevi başarıyla yaptıktan, Paris ve Londra elçiliklerinde bulunduktan sonra 1836’da Dışişleri Bakanı oldu. Bu tarihlerde Osmanlı Devleti parçalanmak üzereydi. Mustafa Reşit Paşa, memleketin bu zor durumdan üç yolla kurtulacağına İnanıyordu: Batılılaşmak, insan haklarına dayanan, demokratik bir düzeni benimsemek; büyük devletlerle dostluk kurmak… Mustafa Reşit Paşa, bu reformları yapmak için bir yandan büyük devletlerin yardımlarını isterken diğer yandan reforma karşı kimselerle uğraşıyordu. İngilizlerin yardımını kazanarak ülkenin durumunu biraz düzeltti. Abdülmecit tahta çıkınca (1839) Tanzimat Fermanını Padişaha kabul ettirerek bunu Gülhane Parkında kendisi okudu. Bu padişahla uyrukları arasındaki ilişkileri gösteren ilk yazılı belgeydi.
Simon Bolivar
Güney Amerikalı general ve devlet adamı, 1783’te Caracas’ta (Venezuela) doğdu, 1830’da Santa Marta’da (Kolombiya) öldü. Güney Amerika’da İspanyol egemenliğine son verdi.
Simon Bolivar, Rousseau’nun fikirleriyle etkilenmişti. Bolivar, öğrenimini Madrid’de yaptıktan sonra memleketi Venezuela’ya döndü ve orada 1810’dan itibaren İspanyol’lara karşı yapılan ayaklanmalara katıldı, hattâ çabucak âsilerin başına geçti. Sömürgeciliğe karşı giriştiği bu ölüm – kalım savaşı zaferle sonuçlandı. 1813’te İspanyolları Venezuela’dan kovan Bolivar, «el Libertador» (kurtarıcı) unvanını kazandı ve diktatörlük yönetimini kurarak kendisi de cumhurbaşkanı seçildi. Bundan sonra kurduğu yeni bir orduyla And sıradağlarını aşan Bolivar, Kolombiya’daki İspanyol ordularını ezdi. Bu arada Arjantinli yurtsever San Martin, Şili ve Peru’yu kurtarıyor; Venezuelalı Sucre ise Ekvator’u hürriyetine kavuşturuyor ve Bolivya Cumhuriyetini kuruyordu. Simon Bolivar’a duyulan hayranlık, Boli var denilen şapka modasını yaratmıştır.
0 notes
Photo

İstanbul’un kalbinde bilinmeyen GALATA...
Galata Ne Demek
Gala sözcüğü Rumca’da süt demektir. Kimileri Galata’nın bölgedeki süthanelerden geldiğini hatta Karaköy’ü de içine alan bölgede bir dönem bu kadar çok muhallebici bulunmasının bu kültürün devamı olduğunu belirtirler. Bununla ilgili yazılı bir kaynak bulunmasa da diğer bir yandan Galata sözcüğünün İtalyanca denize inen yokuş “galadyo” sözcüğünden de gelmiş olabileceği söylenir. Diğer bir görüş ise Ortodoksların Katolikleri Galus olarak adlandırması Galata’nın bir Katolik kasabası olması ve de Anadolu’da da Katoliklerin yaşadığı yerlere Galatea denilmesinden adının buradan geldiğidir. 12.yüzyılda Cenovalılar ve ardından Venedikliler ile parlak bir dönem yaşamaya başlayan bu Latin kolonisi Müslüman, Ortodoks, Katolik ve Yahudi halkı ile her zaman zengin bir dinler ve diller mozaiği olmuştur. Daha Bizans döneminde de bölgede Romaniyot adı verilen Bizans Yahudilerinin yaşadığını ve genellikle zor koşullarda dericilik gibi işlerde uğraştığını biliyoruz.
İspanya’dan göçe zorlanan Yahudiler ilk olarak Padişah 2. Beyazıt tarafından Balat semtine yerleştirilmiş buradan varlıklı kesim zamanla Haliç’in diğer tarafı Hasköy’e geçmiştir. Galata ise gemicilerin semti olarak bilindiğinden hem bir eğlence merkezi hem de sürekli yangınları ile ünlenen bir yerleşim olmuştur. Galata’yı çevreleyen ve Galata Kulesi’ni de içine alan surlar Osmanlılar ile yıkılmıştır. Bugün bu surlardan kalanlar arasında Galata Kulesi ve İtalyan Sinagogu’nun arkasındaki bölümü görebiliyoruz. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın Beyoğlu’na önem verip konsolosluklar kurması Galata’da aynı görkemde binalar kurulmasını engellemiş ancak yine de Galata semti gizemini kaybetmemiştir. 1900’ler ile birlikte de Osmanlı’nın ticaret merkezi haline gelen bu semtimizde Yahudiler hem ticaretle ilgilenmişler hem de işyerlerine yakın yerlerde yaşamaya başlamışlardır. Yahudiler tarafından bölgede günümüze kadar ulaşan birçok apartman, sinagog, işyerleri yaptırılmıştır. Kamondo ailesi gibi kendi ile özleşen bazı bölümlerde halen kullanılan han, geçit, merdiven gibi yapıları görmekteyiz. Hatta bugün Şair Ziya Paşa Yokuşu olarak bilinen yokuş bir dönem “Yahudi Yokuşu” olarak anılmaktaydı.
Galata Meydani’ndan Çiktik Yola…
Gezimizin bu haftaki bölümünde Galata Meydanı’ndan başlayıp, Galata Kulesi Bölgesi’ne kadar geleceğiz. Aslında gezi programında görülecek o kadar yer var ki bütün bir pazarınızı sıkılmadan bu semtte geçirebilirsiniz. Öncelikle şimdileri Metro istasyonu bir zamanların Sarı Madam Çay bahçesi olan bölümle geziye başlayabilirsiniz. Ardından Büyük Hendek Sokağa girmeden Beyoğlu Musevi Lisesi binasını gezebilir, daha sonra Neve Şalom’a doğru devam edebilirsiniz. Neve Şalom çıkışı, sağ sokağa girip İtalyan Sinagogu’na buradan da Galata Kulesi’ne doğru yürümeye devam edersiniz. Kulenin tepesinden İstanbul’a baktıktan sonra solda bulunan Serdar-ı Ekrem Caddesi ya da eski adıyla Yazıcı Sokağa girip Kamondo Han ve Doğan Apartmanı’nın size sunacağı gizli hazinelerle tanı��abilirsiniz. Buradan bir aşağı sokağa Barınyurt ve meydandaki taşlı yokuştan inerek Aşkenaz Sinagogu’na varırsınız. Sinagog çıkışında sıra, Kamondo’ların evi olan Galata Residence’a gelmiştir. Terasta bir atıştırmalık sonrası eğer görülecek bir sergi varsa da Schneirdertemple’a uğramayı unutmayın. Gezinin sonlarına yaklaşırken sizi Voyvoda Caddesi’nin girişinde Kamondo Merdivenleri karşılar. Buradan sola ve aşağı doğru devam ettiğinizde de Zülfaris Sinagogu – 500. Yıl Vakfı Türk Yahudileri Müzesi karşınıza çıkacaktır. Bu sırayla yapıp da halen öğleni bulup acıkmadıysanız o zaman aynı sokaktan yukarı Beyoğlu Göz Hastanesi Binası ve Osmanlı Bankası Müzesi’ne de uğramadan turu bitirmeyin. Gelin şimdi gezinin en başına dönelim…
‘Sari Madam’
Bir zamanlar Galata Meydanı’nda Kasımpaşa’ya inen yokuşun köşesinde “Sarı Madam” adında bölgedeki Yahudilerin uğrak yeri olan bir çay bahçesi varmış. O zaman gençliğin okul öncesi ve okul sonrası da kaçamak yeriymiş bu mekân. Kimilerinin ilk sigaraya başladığı, kimilerinin ilk kez kız arkadaşı ile gelip etrafa hava attığı kimilerinin ise Sarı Madam’a konuşarak bir kız ayarlamaya çalıştıkları yermiş. Şişhane Yokuşu’nun başındaki o ağaçlık yer çoktan yıkıldı ve günümüze sadece Rum Sarı Madam ve hikâyeleri kaldı. Okçu Musa Caddesi’ne girmeden meydanın üst kısmında bizi 6. Daire binası karşılıyor, İstanbul’un ilk modern belediyesinin, 150 yıllık İstanbul’un incisi Beyoğlu’nun planlandığı yer. Okçu Musa Caddesi’nde bir dönem “Kaşer” adında kaşer mamuller satan bir pastane varmış, daha sonra adı “Serpil” olarak değişmiş, bir süre sonra da cemaatin uzaklaşması ile o da Osmanbey’e şubesini taşımış.
Gelelim Musevi Lisesi’ne, okul ilk olarak Yemeniçi Sokak’ta “Midraşa Yavne” adı ile Bene Berit Derneği, Josef Niyego ve Dr.David Markus’un girişimleri ile kurulmuş. Musevi Lisesi bugünkü modern yerine gelene kadar birkaç sokak değiştirip en son 1940’ta Şişhane’deki Mektep Sokak’taki binasına geçmiş. Ulus Özel Musevi Lisesi adını alana kadar da bu adreste Beyoğlu Musevi Lisesi olarak öğretime devam etmiş. 1. Karma Okulu bir dönem Neve Şalom Kültür Merkezi’nin bulunduğu binada eğitim verirken şu anki Barınyut Binası’da 2. Karma olarak cemaatin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyormuş. Bu arada Büyük Hendek Sokak’taki Apollon Sinagogu ise Yıldırımspor Basketbol salonu olmuş ve Musevi Lisesi öğrencileri beden derslerini uzun bir dönem burada yapmışlardı.
Neve Şalom – Bariş Vahasi
Şu anki Neve Şalom Sinagogu’nun bulunduğu bölümde ise 16.yüzyıldan kalma Aragon Sinagogu’nun bulunduğu söylenir. O dönem sayı olarak yetersiz kalan sinagogların yanında görkemli bir sinagog ihtiyacını karşılamak için 1951’de hayata geçen bu yapı; Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne çizdirilmiş İngiliz cam vitrayları, 8 tonluk avizesi, dev kupolu ile yaşadığı talihsiz terör eylemlerine rağmen halen cemaatimizin en görkemli sinagogudur. Barış Vahası demek olan Neve Şalom’un açılışında dönemin Hahambaşı Rafael Saban “ Bu sinagog zengin ile fakirin, cahil ile bilgenin eşitlik içinde olacağı bir mekân olsun” demiştir.
Geçmişi Geleceğe Taşimak
2010 Avrupa Kültür Başkenti yılına girerken Galata’da hem kültürel, hem de çevresel faaliyetleri ile kendini yeniliyor, tarih tekrardan canlanıyor. Keşke o adını saydığım insanları o yaşanmışlıkları da eksiksiz saklayabilsek, ama binaları saklamakta zorlanıyoruz nerede hikâyeler… Şu aralar değeri milyon dolarları bulan sayısız yeni rezidansların, otellerin semti olma yolunda gidiyor bir zamanların Galata’sı. Etrafta çoğunluğu turist birçok yabancı bu zenginliğe ya bir ev tutarak, ya da burada konaklayarak ortak oluyor. Umarım bu değişim olumlu sonuçlar verir ve bu semtimiz kimileri gibi “Bir zamanlar biz burada …” diye başlayan cümlelerin semti olmaz. Fondaki şarkının sonlarına geliyoruz, Chevrolet’den inip yeni yerleşimlerimiz Ulus’un, Kemerköy’ün yolunu tutmanın vakti geldi. Bana sorarsanız Galata’yı dinlemek sadece bir semtin çalkantılı hikâyesini dinlemek değil aynı zamanda bir İstanbullu olarak neler kaybettiğimizin acı bir bilançosunu anlamak ve eski kuşaklarımızın nasıl aşklar yaşadığını görüp biraz hüzünlenmektir.
Peki Kimdi Bu Galata’da Yaşayan Yahudiler?
Peki kimdi bu Galata’da yaşayan Yahudiler? Hangi işlerle uğraşırlar, nasıl bir hayat sürerlerdi. Bu soruyu sorduğumda aldığım cevap her şeyde olduğu gibi o zamanların şimdiden çok farklı olduğuydu. O zamanlardaki aşk da sevgi de kavga da sanırım çok daha masum ve doğaldı. Seneler evvel rol aldığım “Kula” oyunu bile aslında bize bunu gösteriyordu. Durumu iyi olmayan aşık Mando’nun doktor rakibi karşısında aşkına karşılık bulamayışı ve çektiği acı. Her şeye rağmen beraber yaşamaktan vazgeçmeyen Kasap Dalva’sı, Kasap Nesim’i, lakerdası ile ünlü Balıkçı Avraam’ı, Kaşer Şarküteri Yom Tov’u, ünlü dahiliyeci Dr.Uzdil’i, okulun da doktoru olan Çocuk Doktoru Çiprut’u, radyo tamircisi Mordo’yu, Kırtasiyeci Eliezer’i ve Manav Nesim’i ve birçoğunu artık arasak da bulamayız. Onlar da zamana uyup Galata’dan çoktan gittiler. Hem bu Galata’da Yahudiler hiç mi üzücü olaylar yaşamadılar? 1927 yılında Galata’da 22 yaşındaki Elza Niyego isimli kızın aşkına karşılık vermediği emir Subayı tarafından öldürülüp, cesedin saatlerce sokaklarda bekleyip, suçlunun kısa süre sonra serbest kalması o dönem tarihe “Niyego Olayı”olarak geçmişti. Bölgedeki diğer azınlıklar gibi Yahudiler de “Vatandaş Türkçe Konuş” ile başlayan kısıtlamalardan nasiplerini almışlardı. Elza’nın cenazesine binlerce kişi katılmış, her bir ağızdan “Adalet istiyoruz” diye bağırılmıştı.
0 notes
Photo

Yetenekleriyle Ün Kazanmış Kişiler
Leopoldo Fregoli
İtalyan aktörü. 1867’de Roma’da doğdu, 1936’da Viareggio’da (İtalya) öldü. Çabuk kıyafet değiştirmekte ve çeşitli kişileri canlandırmakta büyük bir yeteneği vardı.
Çabuk kıyafet değiştirmekte pek usta olan Leopoldo Fregoli, aynı oyunda çeşitli rollere çıkabilir, kadın veya erkek 60’a yakın değişik kişiliği tek başına canlandırabilirdi. Bu yüzden bir yerden başka bir yere gittiği zaman birkaç yüz kat elbisesini ve sayısı bini aşkın perukasını da beraberinde götürürdü! Meslek hayatının son yıllarında her gittiği yere ağırlığı 30 tonu bulan sahne takımlarım da taşıyordu Fregoli, aktörlüğünün yanı sıra şarkıcılığı, hokkabazlığı, dansçılığı ve taklitçiliği sayesinde başarıca ulaşarak büyük bir ün yapmıştı. Bir tarihte Fregoli, Habeşlere esir düşmüşse de, Habeş hükümdarı Haile Selasiyeyi çok eğlendirdiği için sanatı sayesinde özgürlüğüne kavuşmuştu. Günümüzde çabuk kıyafet değiştiren kimseleri genellikle Fregoli’ye benzetirler.
Juan Belmonte Garcia
İspanyol matadoru. 1892’de Sevilla’da (İspanya) doğdu, 1962’de aynı yerde öldü. Dünyanın en ünlü boğa güreşçilerinden biri.
1600 boğa öldürdü. Boğa güreşçiliğini meslek olarak seçmiş pek çok matador (toreador veya torero da denir) henüz işin başında azgın bir boğanın boynuz darbesiyle arenada can vermeselerdi, herhalde dünya çapında bir şöhrete kavuşmuş olurlardı. Manolete, Dominguin, Joselito gibi bazı matadorlar ise ölümü hiçe sayarak ün yapmayı başarmışlardır. Juan Belmonte y Garcia’mn ünü ise biraz da onun özel durumundan geliyordu. Cılız, çelimsiz bir adam olmasına rağmen bu matador çok cesurdu. Hareketleri son derece zarifti; boğa ile âdeta dans eder gibi güreşirdi. Kendine has stiliyle, boğanın üst üste yaptığı saldırılardan maharetle sıyrılırken kendisini hayranlıkla seyreden binlerce kişinin heyecandan yürekleri ağızlarına gelirdi. Belmonte 1600’e yakın boğayı öldürdükten sonra kırk üç yaşındayken şan ve şeref içinde arenalardan çekildi.
Du Pont de Nemours
Eleuthfere-Irenöe Du Pont de Nemours. Fransız kimyacısı, 1771’de Paris’te doğdu, 1834’te Philadelphia’da (Amerika Birleşik Devletleri) öldü.
Dünyanın en büyük kimyasal ürünler tesisini kurdu. Irenâe’nin babası, Fransız siyaset adamlarından Samuel du Pont de Nemours’du. Baba Nemours, önce Fransız Devrimi, sonra da Birinci İmparatorluk sırasında A.B.D.’ne sığınmak zorunda kalınca oğulları da Delavvare’e yerleştiler. Barut uzmanı olan kimyacı Irönâe, bu şehirde 1802’de bir barut fabrikası kurdu. Fabrika gittikçe genişleyerek büyük bir tesis durumuna geldi. Du Pont de Nemuours Şirketi, ilk olarak sunî ipeği, sentetik kauçuğu, D.D.T. adıyla bilinen haşarat ilâcını imâl etti; Kodak müessesesi için sinema filmleri yaptı ve bütün bu adı geçen maddelerle Carothers tarafından keşfedilen naylonun dünyada yayılmasını sağladı. Atom endüstrisi için gerekli plütonyum üretimini de ilk olarak Du Pont de Nemours Şirketi gerçekleştirdi. Ama şirket daha sonra bir dolar gibi sembolik bir fiyatla fabrikalarını A.B.D.’ye sattı.
0 notes
Text
Tarihle Dolu Modern Bir Müze “Pera”
Pera Palas’a geldik. Burayı bu kadar bilindik yapan birçok neden var. Öncelikle, Tepebaşı’nm en görkemli ve en ünlü oteli olan Pera Palas, Türkiye’nin (daha doğrusu Osmanlı İmparatorluğu’nun) ilk beş yıldızlı oteli. Yapıldığı yıllarda hiçbir otel Pera Palas’ın temizliğine, konforuna ve gösterişine sahip olamamıştı. 1955’te Hilton Oteli yapılana kadar da uzun yıllar da tek beş yıldızlı otel olarak kaldı.
Pera Palas, 1891’de az önce uzunca bahsettiğimiz mimar Vallauri tarafından ünlü Orient Ekspress treninin zengin yolcularını ağırlamak amacıyla inşa edildi. Uluslararası Büyük Oteller Kumpanyası (Compagnie Internationale des Grands Hotels) adlı şirket tarafından yaptırılan ve yapımı on yıl süren otel, yapıldığı günlerde Tepebaşı’mn en yüksek binasıydı. Bu dokuz kadı otelin hantal yapısı, hepsi birbirinden farklı neo-klasik cephe düzenlemeleriyle zenginleştirilmişti. Otelin iç dekorasyonunu yapan Vagon-Li (Wagon-Lits) şirketi tüm malzemelerin en kalitelisini kullanmıştı. Günümüzde otelin birçok mobüyası, sıhhi tesisatı, kapı kollan, elektrik donanımı orijinal olup yapıldığı günden bu yana kullanılmaktadır. Açıldığı günlerde çevresindeki bazı binalar gibi Amerikan Konsolosluğu da elektriğini Pera Palas’tan alıyordu.
Pera Palas uzun tarihi boyunca özellikle de işgal günlerinin İstanbul’unda birçok ünlü ismi ağırladı. Mustafa Kemal, İstanbul’da olduğu günlerin çoğunda Pera Palas’ta kalmıştı. Bunun dışmda İsmet İnönü’den Mısır Hıdivi Abbas’a, İran Şahı Rıza Pehlevi’den ünlü aktris Greta Garbo’ya kadar Pera Palas’ta kalmış isimlerin listesi otelin lobisindeki panoda duruyor. Otel, tansiyonu yüksek ve kanlı olaylara da sahne oldu. 1941 Mart’ında, yani İkinci Dünya Savaşı’nm en hareketli günlerinde İngiltere’nin Sofya Büyükelçisi Sir Rendall, içkisini almak üzere bara doğru ilerlerken, antrenin mermer merdivenlerine bırakılan bavullardan birisi patladı. Büyükelçi sağ kurtulsa da olayda ikisi polis dört kişi öldü ve lobi büyük hasar gördü.
Otelin koridorları esrarengiz olaylarla doluydu. Bunlardan en ünlüsü şüphesiz Agatha Christie ile ilgili olanı. Dünyaca ünlü İngiliz kadın romancı Agatha Christie, on bir gün süreyle kaybolduğunda gelip Pera Palas Oteli’nin 411 numaralı odasında kalmıştı. 1920’li yıllardaki bu ortadan kaybolma ve ardındaki gerçek ancak yetmişli yılların sonunda Los Angeles’ta oturan ünlü medyum Tamara Rand tarafından ortaya çıkarılmıştı.
Kılığı beğenilmeyince otele alınmayan Mersinli Rum Fetros Bodosa-ki sinirlenerek 1915 yılında oteli satın aldı. Bodosaki, oteli işlettiği süre boyunca yalnız yabancı, özellikle de Yunan bayraklarıyla süslemiş, Türk bayrağı astumamıştı. 1919’da oğlu Torna Anastiadis oteli devraldı ancak işletemeyerek zarar ettirince otele haciz geldi.
Önce devlet tarafından işletilmeye başlanan otel 1928 yılında Atatürk’ün Suriye günlerinden yalan dostu Misbar Muhayyeş tarafından satın alındı. Muhayyeş-çocuğu olmadığı için 1949 yılında bir vakıfname hazırladı ve her yıl bayramlarda elli fakir çocuğun giydirilmesnıi ve otelin yıllık kira gelirinin Darüşşa-faka, Darülaceze ve Verem Savaş Demeği arasında bölüştürülmesini vasiyet etti. Uzun yıllar vakıflar tarafından işletilen otelin hisselerinin büyük bir kısmı özel teşebbüsün elinde bulunuyor.
Pera Palas Oteli’nin yanındaysa Natanson adlı bir Yahudi’nin 1911 yılında açtığı Garden Bar bulunuyordu. Kapısında her daim üniformalı bir Rus generalin durduğu Garden Bar’ın “Kazaska Kralı Büyük Kazbek” türünden, sabahlara dek süren şovları oluyordu. Garden Bar 1939 yılında bir gece yerle bir oluverdi.
Pera Palas’ın tam karşısında küçük bir lokanta var. Burası, İstanbul’da İran yemekleri yapan yegane yer. Gerçi biraz reklama girdik ama bahsetmekte zarar yok; İran mutfağı denince ilk akla gelen, ince uzun bir tür pirinçten yapılan İran pilavı “çilav” ile bazı ülkesel ve yöresel et yemeklerini burada tatma şansınız vardır.
#İstanbul da seyahat#İstanbul gezisi#İstanbul pera müzesi#İstanbul tarihi#İstanbul tarihi yapılar#istanbulda gezilmesi gereken yerler#istanbulu geziyorum gözlerim açık#istanbulun gezilesi yerleri#istanbulun tarihi yapıları#Pera palas#Vagon-Li
0 notes
Photo

İstiklal Caddesinde Sıra Dışı Bir Tur “San Antuan Kilisesi”
Şimdi, yeniden İstiklal Caddesi’ne çıkalım. Sağa dönüp derlemeden önce sol tarafa bir göz atalım. Sol tarafta, ince işçiliğiyle dikkatimizi çeken köşedeki bina bugün Beyoğlu Anadolu Lisesi olarak kullanılan, bir zamanlar önünden Karaköy-Galatasaray dolmuşlarının kalktığı English High School for Giriş (İngiliz Kız Lisesi). Kırım Savaşı sırasındaki İngiliz desteğine karşı Osmanlı’nın yapmış olduğu jestlerden biri de bu okul. Sultan Abdülmecid arsayı 1858 yılında Lady Redcliffe’e bir okul kurması için tahsis etmişti. Arsada daha önceleri Fransız Hanedanlığının bir kolundan gelen Franchini Longueville’in evi bulunuyordu.
Kilisenin az ilerisinde ise Beyoğlu İş Merkezi var. Bu alan, üzerine iş merkezi yapılmazdan önce alan geniş bir top sahasıymış ve mahallenin gençleri arasında Tarzan Mahallesi diye bilinirmiş. Çünkü top arkadaki Fransız Elçiliği’nin bahçesine kaçtığında duvardaki sarmaşıklara tutunarak gizlice bahçeye inmek ve bekçiye yakalanmadan topu almak maharet istermiş. Nereden nereye…
Beyoğlu İş Merkezi’nin yanındaki çıkmaz sokakta Muammer Karaca Tiyatrosu bulunuyor. İlk açıldığı zamanlarında tiyatroya gelen dönemin belediye başkanı Fahrettin Kerim Gökay, “Tiyatronun çıkışı yok, belediye nasıl müsaade eder?” diye çıkışan bir vatandaşa tüm hazırcevaplığıyla “Millete önce tiyatroya gitmeyi öğretelim, onlar nasılsa çıkmasını da bilirler!” demişti. Zaman, Gökay’ı haklı çıkarmış olmalı. Türkiye’nin ikinci özel tiyatrosu elli iki yılı geride bıraktı. Muammer Karaca’nın özellikle Cibali Karakolu adlı oyununu izlemeyen İstanbullu kalmamıştır.
Yeniden caddeye çıkalım ve Galatasaray yönüne doğru yürüyelim. Sağda geçtiğimiz Eski Çiçekçi Sokak küçücük, ancak önemli bir sokak. Bir zamanlar adı Linardi olan sokakta İtalyan Birliği’nin kurucusu Giusseppe Garibaldi’nin kaldığı ev bulunuyor. Madam Sauvagio’ya ait olan evin hangisi olduğunu kesin olarak bilemiyoruz. Eski Çiçekçi Sokak’ta bir zamanlar İtalyan havası hissediliyordu. Sokağın köşesinde Lorenzo Bertoli’ye ait Bella Napoli isimli İtalyan restorem bulunuyordu. Aslında restoran yerine bize İtalyanlardan gelen “lokanta” sözcüğünü kullanmak daha doğru.
Söz açılmışken, Beyoğlu’nda zaman içinde çeşitli diller etküi olmuştu. Bu diller arasında en fazla konuşulanlar Fransızca, İtalyanca, Rumca, Latince, Arapça ve Farsça’ydı. Günümüz dünyasının en yaygın dili İngilizce ise Beyoğlu’nda daha geç görünmüş ve daha az etkili olmuştu. Rusça ise Beyaz Ruslarla birlikte en son gelmişti. Beyoğlu’nda kullanılmaya başlayan ve daha sonra Türkçe’ye yerleşen birçok İtalyanca kelime vardı. Bunlardan bir kısmı denizcilik (bandıra, borda, güverte, ıskarta, iskele), bir kısmı gündelik yaşam ile ilgili veya argo olarak Türkçe’ye geçmiş kelimelerdi. Avanta vermek, baston yutmak, çaçaron kadın, dümen yapmak, falso yapmak, façasını almak, piyasa yapmak, furya, soytarı, fiyaka, kalantor, riziko… Liste daha da uzatılabilir.
Konumuza dönelim. Eski Çiçekçi Sokak, İtalyan tarihi ve kültüründen izler taşıyor. Sokağın bir başka özelliği daha var. Burası, Zürafa ve Abanoz Sokakları ünlü olmadan çok önceleri Beyoğlu’nun fuhuş merkeziydi. Madam Muanniki’nin, Madam Sofiya’nın ve Madam Marika’nın evlerinde “Çiçekçi’nin Gülleri” bulunurdu. Sokakta sadece fuhuş yoktu. Gizli aşklar, ensest ilişkiler, kıskançlıklar, bıçaklamalar, hatta kanlı cinayetler ve intiharlar sokakta eksik olmazdı. Ne zaman ki San Antuan (Saint Antonio di Padoa) Kilisesi yapıldı, o zaman sokak huzura kavuştu.
San Antuan Kilisesi’ne geldik. Oldukça yeni bir kilise olan yapı, Katolik Hıristiyanların (Fransiskenlerin) en büyük kilisesi. Aslmda Fransiskenlerin Pera’da 1700’lü yıllardan kalma bir kilisesi olduğu biliniyor. Ancak 1904’te İstiklal Caddesi’ne tramvay yolu yapılırken kilise ortadan kaldırıldı ve yeni kilise için Concordia Tiyatrosu’nun bulunduğu alan belirlendi. Concordia Tiyatrosu yıkıldı ve San Antuan Kilisesi’nin temeli atıldı. II. Abdülhamid döneminde temeli atılan kilise altı yıl sonra, 1912 yılında V Mehmed’in (Mehmed-Reşad) saltanatı sırasında açüdı. San Antuan’a sadece kilise demek de doğru olmaz, kilise binasını tamamlayan ve akar getiren apartman da kilisenin içerisinde bulunuyor. Kilisenin mimarı, az önce bahsettiğimiz İstanbul doğumlu İtalyan Guilio Mongeri.
Milano’da eğitim görmüş olan Mongeri, eserini İtalyan tarzında inşa ederken Kuzey İtalya’nın Neogotik kiliselerinden esinlenmiş olmalı. Müano’daki ünlü Academia di Brera’da öğrenim gören Mongeri’nin ilginç bir mimarlık kariyeri vardı. Henüz otuzlu yaşlarında Neo-gotik akımı kendi yorumlamasıyla yaptığı San Antuan’dan sonra Neo-Bizans ve Neo-Osmanlı tarzlarını da denedi. En sonunda da modernizmle tanıştı. San Antuan bir iddiaya göre de dünyadaki ilk betonarme kiliselerden biri. Latin Haçı şeklinde tasarlanan yapı 50 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde. Cadde cephesindeki Cenova kenti arması dikkatimizi çekiyor. Avluya bakan locada, kemer aralıklarında ve parapetlerde ise Pisa, Floransa, Amalfi, Venedik, Ferrera, Urbino, Lucca gibi diğer İtalyan kentlerinin armaları dikkati çekiyor.
Ortaçağda hepsi birer prenslik olan bu şehirler, zamanında İstanbul tarihinde önemli rol oynamışlardı. San Antuan’ın arkasında az bilirden bir gerçek de saklı. Her ne kadar ön cepheden belli olmasa da, kilisenin arka cephesi epey eğimli arazi üzerine kurulu olduğundan altında bir küçük kilise daha var. Bu gizli kalmış küçük kiliseyi de artık İstanbul’da küçük bir cemaati olan Katolik Keldani cemaati kullanıyor. San Antuan’ın Katolik dünyası için önemi o kadar fazla ki, 1967’de Türkiye’yi ziyaret eden Papa VI. Paul, Türk topraklarındaki ilk ayini burada gerçekleştirmişti.
#İstanbul gezisi#İstanbul keldani#İstanbul madalyonu#İstanbul san antuan#İstanbul tarihi turu#istanbul’un arka yüzü#İstiklal caddesi#istiklal caddesi gezisi#istiklal caddesinde tarih#keldani cemmati#san antuan#san antuan kilisesi#tarihi tur
0 notes
Photo

İstanbul’un Hayalini Kuran Liszt’in Hedefine Ulaşması
Franz Liszt, 1847 Haziranı’nda İstanbul’a geldiğinde yıllar süren hayali de gerçekleşmişti. Aslında Liszt on yıl boyunca İstanbul’a gelmek istemiş ancak Osmanlı İmparatorluğu izin vermemişti. Yıllarca Avrupa’yı ve Rusya’yı gezdikten sonra İstanbul’a gelerek Sultan Abdülmecid’in huzuruna çıktı. Abdülmecid, Liszt’i dinleme konusunda o kadar heyecanlı ve istekliydi ki ünlü piyanist gemiden iner inmez doğruca saraya götürüldü.
Aynı şekilde Liszt de İstanbul’da, Osmanlı sultanını huzuruna çıkmanın önemini anlamış olmalı ki ünlü piyano yapımcısı Sebastian Erard’m kendisi için özel olarak yaptığı piyanoyu da Paris’ten beraberinde getirdi. İstanbul’da verdiği konserler, Liszt’in verdiği en son ve en önemli konserlerdi. İkisi padişahın huzurunda, birisi Rus Elçiliği’nde, birisi başka bir elçilik binasında ve birisi de yanıp kül olan ve artık kimsenin tam olarak nerede olduğunu bilmediği Francini’nin Büyükdere’deki villasında olmak üzere beş konser verdi.
Sarayda çaldıklarının büyük bir kısmı, Abdülmecid’in İtalyan operasına olan tutkusundan olsa gerek İtalyan operasından derlenen parafalardı. Dönemin gazeteleri, sanata düşkün Sultan Abdülmecid’in, bu önemli besteciyi “büyük ilgi, hayret ve hayranlıkla dinlemiş olduğunu” yazar. Bu hayranlığın neticesinde sultan kendisini iftihar nişanı ve 12.500 kuruş değerinde, üzeri kıymeti taşlarla süslü bir kutuyla ödüllendirdi.
Liszt’in kaldığı odada az kalsın “Kamelyalı Kadın” da kalacaktı. Şimdi Kamelyalı Kadın neresi, İstanbul neresi? İşte öyküsü: O zaman 35 yaşındaki Liszt, Paris’te Marie Duplessis diye bilinen, asıl ismi Alphonsine Plessis olan bir kadına âşık oluyor. Marie her şeyini bırakıp Liszt ile yaşamak üzere Almanya’ya gitmeye karar veriyor, fakat o sıralar efsane ve hayal şehri İstanbul’a gitme hazırlıklarında olan Liszt Marie’yi de götürmeyi öneriyor ve kabul ettiriyor. İstanbul’a varmak üzere Budapeşte’de buluşmak için sabırsızlandıkları sırada bir kış günü Marie, Paris’te yaşamını yitiriyor ve Budapeşte’ye gelemiyor.
Söz konusu Alphonsine Plessis veya Marie Duplessis daha sonra 1852’lerde Alexandre Dumas Fils’in La Dame aux Camelias (Kamelyalı Kadın) yapıtının monden hanımı oluyor. 1936’da George Cukor yönetiminde Hollywood’da beyaz perdeye uyarlanan roman, Greta Garbo ve Robert Taylor’un oyunculuklarıyla popülerleşiyor. Daha sonra piyes haline getiriliyor ve Verdi’nin La Traviata operasında Marguerita Gaultier oluyor. Makus talih ne yazık ki Kamelyalı Kadın veya Verdi’nin koyduğu isimle La Traviata ile dönemin en büyük romantik müzisyeninin İstanbul’da bir araya gelmesine engel oluyor.
İstanbul’da otuz beş gün kaldıktan sonra ülkesine dönen Liszt, Sebastian Erard’a yazdığı mektupta Rus Elçiliği’nden gördüğü Boğaziçi manzarasının kendisini büyülediğini yazar. Liszt’in Erard marka piyanosunu Baltacı isimli bir Panaryot, nişanlısına hediye etme üzere on altı bin kuruşa satın almıştı.
Commendinger’in ardından binada bir süre Paris Sefiri Nazım Paşa oturdu. Nazım Paşa, 1911 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde St. Petersburg Elçisi Riddle, Romanya’nın Fransa Ortaelçisi A. Lahovary ve Gramont Dükü üe beraber olduğu bir sırada çok ilginç bir şekilde öldü. Dörtlü briç oynarken Nazım Paşa, kupa ası çıkardığı sırada geçirdiği anevrizma sonucu hayata veda etti.
Diplomatı taşıyan araba Chez Maxims’in önünden geçerken ünlü gece kulübünün orkestra şefi maestro Lionel Herpin orkestrayı bir dakika susturdu, ancak daha sonra çubuğunu tekrar eline alarak Harry Fraagson’un dillerden düşmeyen “Tout Paris qui chante et qui s’amuse” adlı şarkısını çaldırmaya başladı. Bugün üzerinde plaka bulunan ev ile Liszt’in bir süre kaldığı ev aynı ev değil. Liszt’in İstanbul’u 1847’deki ziyaretinden iki yıl sonra çıkan yangın sonucu bu sokak tümüyle yandı.
#Franz Liszt#Franz Liszt ile İstanbul#Franz Liszt’in hayali#İstanbul Franz Liszt#İstanbul gezisi#İstanbul tarih turu#istanbul’un arka yüzü#istanbul’un hayranları#liszt sokağı yangını#lisztin evinin yanması#tarihi İstanbul anıları
1 note
·
View note
Text
Fransız Sokağı Turu
On sekizinci yüzyıla gelindiğinde Batıklar, zayıflayan Osmanlı İmparatorluğundan istedikleri ayrıcalıkları tek tek elde ederlerken koca imparatorluğa baş eğmek düşmüştü. Frenkçe “baş eğmek” anlamına gelen “caputile” sözcüğünden ortaya çıkan kapitülasyonlar dilimize böyle-ce girmiş oldu. Kapitülasyonlar tanınan ticari veya siyasi ayrıcalıklardan ibaret değildi. Batılı devletler kendi mahkemelerini de kurma ve kendi vatandaşlarını bu mahkemelerde yargılama hakkını elde etmişlerdi. Meydanın solundaki küçük bina bir dönem Fransa’nın mahkeme olarak kullandığı Palais de Justice. Biraz dikkatli bakıldığında binadaki ilginçlik, daha doğrusu bir hata dikkatimizi çekiyor.
Binanın üst kısmında sırasıyla “kraliyet”, “adalet” ve “güç” anlamına gelen “Loi”, “Justice”, “Force” sözcüklerinden “Loi” ile “Justice” 1831 yangınının ardından yapılan restorasyon esnasında dikkatsizlik sonucu yanlış simgelerle eşleştirilmiş.
Fransız mahkemesinin yanındaysa bir dönem elçilik binası olan, bugünse konsolosluk rezidansı ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nü barındıran Palais de France’ı (Fransız Sarayı) görüyoruz. Saraydan önce bu geniş arazide Osmanlı astronomu Takiyeddin’in rasathanesi bulunuyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar Fransızlarla oldukça iyi ilişkiler kurmuş ve Fransızlara elçilik açma izni vermişlerdi. İşte Kanuni’nin Fransızlara hediye ettiği bu geniş araziye 1581’de Fransız Sarayı yapıldı. Fransızlar yurtdışında ilk elçiliklerini Osmanlı topraklarında açmışlardı.
Fransız Elçiliği, Venedik balyosu ve Ceneviz podestasını saymazsak aynı zamanda Osmanlı topraklarındaki ilk elçilik binasıydı. İlk Fransız elçisi Jean de la Forest’di. Ancak, Fransız Sarayı 1831 yangınında tamamen yandı. Yangının ardından 1839’da Parisli mimar Pierre Leonard Laurecisque tarafından yeniden inşa edilen bugünkü sarayın giriş kapısı Polonya Sokağı’na alındı. Dönemin birçok binasında olduğu gibi Fransız Sarayı’nda da Malta taşı kullanılmıştı. Çünkü bu malzeme hafifti ve üstelik en önemlisi yangına dayanıklıydı. Günümüzde de içi oldukça iyi korunmuş bina, Fransızların gösterişini ve inceliğini ispat eder. Sarayın yapıldığı dönemin Fransız Kralı Louis Philippe’in adının baş harfleri olan “L” ve “P” inisyalleri binanın bahçeye bakan cephesindeki alınlığında görünüyor. Sarayın duvarlarını goblen tablolar, gravürler, fermanlar, kral ve sultan portreleri, salonlannıysa Aubusser halıları, Sevres vazoları, mermer sütun ve heykelcikler süslüyor.
Fransız sefaretinin Beyoğlu’na yerleşmesinden sonra sırasıyla bütün devletler elçüiklerini bu bölgeye taşıdılar. Yüzyıllar boyunca Beyoğlu, diplomasinin kalbi oldu. Osmanlı’mn sona ermesi ve Cumhuriyet’in ilanıyla yeni başkent olarak Ankara seçildi. Devletler bu güzel bölgeyi bırakıp 1920’lerin Türkiye’sinde bir köy görünümünde olan yeni başkente gitme konusunda çok isteksizdiler. Bu nedenle, bazı Batılı devletler uzun yıllar elçilik binalarını bu bölgede bulundurmaya devam ettiler, ancak daha sonra Beyoğlu’ndaki tüm elçilikler konsolosluğa dönüştü.
Fransız ve İtalyan esintileriyle dolu bu hoş alanı yavaş yavaş geride bırakarak, köşedeki harabe binanın yanındaki sokağa sapıyoruz. Sokağın sonundan sağa dirsek yapar yapmaz sol taraftaki duvarın üzerinde Gül Baha’nın türbesini görüyoruz. Gül Baha’dan ileride bahsedeceğiz. Türbesinden devam ettiğimizde Yeni Çarşı Caddesi’ne çıkıyoruz. Bu caddenin iki tarafı da geçen yüzyıl başından kalma, kısmen korunmuş evlerle dolu. Bu evler, genellikle Pera’da çalışan, orta sınıf Levanten, gayrimüslim ve Musevilere aitti. Cadde ileride, Boğazkesen Caddesi adını alıyor. Boğazkesen Caddesi’nden aşağıya doğru indiğimizde de, adından da anlaşıldığı gibi boğaz kıyısına, Tophane’ye ulaşabiliriz. Ancak dik yokuştan yukarıya doğru çıkıyoruz ve Nuru-ziya Sokağı’nın girişine ulaşıyoruz. Nuruziya’ya sapmaz da karşıdaki araya girersek Fransız Sokağı’na gidebiliriz. Fransız Sokağı’ndaki Neo-klasik binaların tümü hayatının yirmi yılını İstanbul’da geçirerek Karaköy ve Eminönü Rıhtımları’nı da inşa eden Fransız Marius Michel tarafından yapıldı. Çoğunluğu Sakızlı Rumlar olan sokağın sakinleri arasında; yedi kuşak saray mimarı olan Balyan Ailesi’nin Dolma-bahçe Sarayı’nın kartonpiyerlerini yapmaları için İtalya’dan getirttiği Genevesi Ailesi, Fransız portre ressamı ve ağaç oyma süsleme sanatçısı Albert Mille, ressam Matteo da vardı.
Önce, Cezayir olan sokağın adı adeta hakaret edercesine Fransız Sokağı olarak değiştirildi. Sonra da Beyoğlu’nun kimliğine son derece aykırı, gayet yapay bir sözüm ona kültür-sanat-eğlence ortamı yaratıldı.
#Czayir sokağı#Fransız sokağı#Fransız sokağı tarihi#Fransız sokak turu#fransoz protre ressam ve ağaç#genevesi ailesi#İstanbul Fransız sokağı#İstanbul gezisi#İstanbul sokakları#İstanbul turu
0 notes
Text
Viyana Gezisi “25 Aralık Pazar Belgrad”
Bugün öğleden az önce Kapıcılar Kethüdası Ahmed Ağa ile Çavuşbaşı Mehmed Ağa, İstanbul’dan geldiler. Görevleri Sadrazam Kara Mustafa Paşa’dan Mührü Hümayunu, Sancak-ı Şerifi, Kâbe Anahtarım geri almak ve ruhunu kerem sahibi yüce Allah’ın rahmetine havale etmekti. Yerine vekil olarak yeniçeri ağası ve yiğit bir vezir olan Mustafa Paşa getirildi. Kapıcılar Kethüdası Ahmed Ağa ile Çavuşbaşı Mehmed Ağa, Kethüda Ali Ağa’nın evine konuk oldular.
Bu olay aşağıdaki şekilde cereyan etti:
Sadrazam Mustafa Paşa öğle namazını kılmak üzere seccadesini serdirmişti. İmamı Mahmud Efendi namaza başlamış, Sadrazam da başlamak üzere yerini almıştı. Tam bu sırada sokaktan at sesleri duyuldu. Meraklanan Sadrazam pencereden sokağa baktı. Yeniçeri Ağasını ve arkasından Kapıcılar Kethüdasıyla Çavuşbaşının geldiğini görünce, “Namazı kes İmam Efendi, bir şeyler oluyor, dedi. Ellerini ovuşturarak odanın içinde aşağı yukarı gezinmeye başladı.
Gelenler, derhal saraydan içeri girip yukarı çıktılar, Kethüda Ali Ağa durumu hemen anlayıp önlerine düştü ve doğruca Sadrazamın bulunduğu odaya gittiler. Yeniçeri Ağası kendisine yaklaşarak eteğini öptü. Kapıcılar Kethüdasıyla Çavuşbaşı ise sadece selâm verip el pençe divan durdular.
Sadrazam; “Ne var?” diye sordu. Kapıcılar Kethüdası; “Şevketli Padişahımız sana emanet edilmiş olan mührü Hümayunu, Sancak-ı Şerifi ve Kâbe Anahtarını geri istedi,” diye karşılık verdi.
Sadrazam; “Ferman padişahımındır” diyerek koynundan mührü çıkardı. Sancak-ı Şerifle Kâbe Anahtarını mahfazaları içinde getirdi ve hepsini onlara teslim etti.
Sonra da : “Bana ölüm mü düşünüldü?” diye sordu.
Kapıcılar Kethüdası; “Elbette, olması gerek!” diye karşılık verdi. “Allah doğru imandan ayırmadan ölmek nasip etsin.”
Bunun üzerine Sadrazam; “Allah’ın dediği olur” karşılığını verdi. Sonra da “Seccadeyi tekrar sersinler,” diye buyurdu. Ötekiler odadan çıktılar.
En küçük bir dalgınlık eseri göstermeksizin, bütün ruhunu vererek öğle namazını kıldı. Duasını edip elleriyle yüzünü sıvazladıktan sonra içoğlanına; “Şimdi siz de dışarı çıkın ve dualarınızda benî hatırdan çıkarmayın” dedi.
Kendi eliyle kürküyle kavuğunu çıkardı ve sonra; “Gelsinler!” diye emretti. “Bu halıyı da alın hurdan. Cesedim, toza toprağa bulansın isterim.” Halı derhal kaldırıldı.
Cellatlar içeri girip kementlerini hazırlarken kendi eliyle top sakalını kaldırdı. Kaderini kabul ettiğini şu sözlerle belirtti: “İlmeğinizi güzel geçirin!”
Cellatlar ilmeği boynuna geçirdiler. İki ya da üç defa çektiler. O zaman Sadrazam ruhunu teslim etti.
Cesedini soydular. Aşağıya taşıyıp sarayın avlusunda bulunan eski bir çadırın içine koydular. Burada yıkanıp kefenlendi. Arkasından yine bu avluda cenaze namazını kıldılar. Sonra ölüsü tekrar aynı çadıra getirildi. Cellat gelip tabutun içinde başını kesti. Arkasından cenazeyi dışarı götürüp sarayın karşısındaki caminin avlusuna gömdüler. Allah rahmet eylesin!
0 notes
Text
Yedikule Zindanları ve Civardaki Tarih
Yedikule
İmparator I. Theodosios ziyarete gelen diğer Ülkelerin Kral ve maiyetlerini görkemli bir şekilde karşılamak amacıyla bir zafer takı olarak “Altın Kapı”yı inşa ettirmiş. Daha sonra tahta geçen oğlu, dört kulesi olan arkadaki kaleyi bu kapı ile birleştirmiş. Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed’in de üç kule eklemesiyle bugünkü halini alan Yedikule Zindanları Türkiye’nin en eski açık hava müzelerinden biri. Osmanlı döneminde ilk olarak Hazine-i Hümayun (Osmanlı hâzinesinin tutulduğu yer), daha sonraları da hapishane olarak kullanılmış. Padişahın gözünden düşen kişiler burada idam edilip kesik başları girişte yer alan kanlı kuyuya atılırmış. Kapalı-çarşı ile Mısır Çarşısı arasındaki yokuşa adını veren Mahmud Paşa 1474’te burada boğdurulmuş. İmparatorluğun en yenilikçi padişahlarından I olan 17 yaşındaki Sultan Genç Osman da 1622 yılında bir Yeniçeri ayaklanmasında Yedikule’de t öldürülmüş.
Yazılı Kule olarak da bilinen Büyükelçiler Kulesi zindan olarak kullanılan iki kuleden biri. Bu özelliğinden ötürü duvarlarında yabancı ülkelerden gelip de sultanı kızdırdığı için hapse atılmış olan mahkumların yazdıklarını görmeniz mümkün. Bu yazıların arasında Napolyon Savaşları (1803-1815) sırasında mahkum olan ve anılarını yazdığı kitapta toplayan Fransız Francois Pouqueville’inkiler de (1770-1838) var.
Zaman zaman açık hava konserlerinin düzenlendiği Yedikule’nin kale duvarlarından görülen manzara nefesinizi kesecek güzellikte… Kulenin bakımsızlığı ise ne yazık ki içinizi acıtacak.
Altın Kapı (Porta Aurea)
Yedikule surları içinde inşa edilen, Bizanslıların Porta Aurea dediği Altınkapı Via Egnatia’ya geçiş sağlarmış. İlk olarak, 388 yılında İmparator I. Theodosios’un Magnus Maximus karşısında kazandığı zaferin anısına üç bölümlü bir kemer olarak yapılan kapı, 408’de İmparator II. Theodosios tarafından şehri çeviren duvarlarla birleştirilmiş. Heykel ve yazıtlarla süslenmiş olan kapı, ismine uygun şekilde altın kaplıymış. Sadece zafer kazanıldıktan sonra imparator ve generallerinin geçiş yaptığı zamanlarda açılan kapı, diğer zamanlarda kapalı tutulurmuş.
Kapı, son olarak 1261 yılında İmparator VIII. Michael Palaeologos’un geçişiyle imparatorluğun IV. Haçlı Seferi’nden sonra kaybettiği gücünü geri kazanmasını kutlamak için kullanılmış. Altın Kapı ilk restoratör kadınlardan olan Cahide Tamer tarafından restore edilmiş.
Kazlı Çeşme
1453 yılında İstanbul’u kuşatan askerler suya ihtiyaç duydukları bir gün uçan kaz sürüsünü takip ederek suya ulaşmışlar. 1537 yılında Kazlı Çeşme Yedikule’nin biraz dışında hikâyede sözü geçen kazların suyu gösterdiğine inanılan yere yapılmış. Sonraları dericilerin kullandığı bir yer haline gelen bölgede sanayi 1993 yılına kadar devam etti, ardından dericilerin çoğu Tuzla’ya taşındı. XVII. yüzyıl gezi yazarı Evliya Çelebi, anılarında, burada yaşayan insanların deri işlemesinden kaynaklanan berbat kokuya alıştığını ve zamanla kokuyu hissetmediğini yazmış.
Belgrad Kapı
Kanuni Sultan Süleyman’ın 1512 yılında Belgrad’dan alınan savaş esirlerini buraya yerleştirmesi nedeniyle kapı bu adı almış. Duvarların hemen ardında uyku problemi çekenlere yardım ettiğine inanılan Uykulu Muhittin Efendi’ye adanmış bir de türbe var.
İstanbul’un fethi kutlamalarının her yıl 29 Mayıs’ta burada yapılmasına rağmen duvarların restorasyonuna gereken özen maalesef gösterilmemiş, kaba işçilik hemen göze çarpıyor. Renkli törenlerin her ayrıntısını seyretmek istiyorsanız sabah erken saatlerde gelin.
#Altın kapı#belgrad kapı#İstanbul altın kapı#İstanbul porta aurea#İstanbul yedikule#İstanbul Yedikule zindanları#kazlı çeşme#porta aurea#uykulu muhittin efendi#Yedikule#Yedikule müzesi#Yedikule zindanları
0 notes
Text
Viyana Kuşatmasında Kat Edilen İlerleme
Viyana Çıkarmasında Düşman Hattında İlerleme
İslâm askeri, melun düşmana karşı altmış gün metrislerde ve toprağın altında top, tüfek, lağım, bomba ve taşla canını dişine takarak savaştı. Düşmanın tam gücü azalıp yorgun düştüğü sırada, Alman Kayzeriyle Polonya Kıralı iki yüz bin imansız askeriyle geldi. Hep zafere alışmış ordu içinde huzursuzluk doğuran ilk olay, Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Paşa’nın Tuna’nın öte yakasında uğradığı yenilgi oldu. Kalenin kuşatılmasıyla bu kadar uzun zaman var güçle uğraşıldıktan sonra, imdat ordusu geliyor diye metrislerin boşaltılması istenmedi. Birkaç bin savaşçı açık arazide savaşa girerse, düşmana dünyanın zindan edileceği düşüncesine saplanıldı. Bütün savaş gücünü bir araya toplamamak gibi ağır bir kusur işlendi.
Bu konuda şu tedbirlerin alınması gerekirdi:
Düşman ordusunun sayıca üstünlüğü duyulup iyice anlaşıldıktan sonra, her ihtimale karşı emniyet tedbiri olarak birkaç bin asker metrislerde bırakılmalı, geri kalan bütün savaş birlikleri dışarı çekilmeliydi. Yayaları siperlere koyup, arkasına balyemez ve şahı toplarını yerleştirmek, süvarileri hazırda tutmak gerekirdi. O zaman düşman bir süvari hücumu menziline gelinceye kadar beklenir; daha yaklaştığı zaman da top ve tüfek ateşine tutulur, gerekirse süvariler hücuma kaldırılırdı. Ancak, herkesin dilediği gibi dövüşmesine de izin verilmemeliydi.
Özellikle, rüzgâr hızında at koşturan Tatarlara, düşmanı gerilerden rahatsız etmek görevi verilmeliydi. Çünkü Tatarlardan düzenli bir meydan savaşında düşmanla yüz yüze dövüşmek beklenemezdi. Özellikle, bu sefere katılan Tatarların Allah’ın kendilerine nasip ettiği tutsakların çokluğu ve ganimetlerin bolluğu yüzünden yükleri ağırlaşmış ve hareket yetenekleri kısılmış durumdaydı. Düşmanla savaşmaları ve her hangi bir direnme göstermeleri imkânsızdı.
Hanları olan hergele ise, tıpkı askerleri gibi davrandı ve hak dini uğruna en küçük bir gayret dahi göstermedi. İslâm ordusunun kendisine her zaman yapmış olduğu yardımları hatırına bile getirmediği gibi, Müslümanların hükümdarına karşı yükümlü olduğu müttefiklik görevini de unuttu.
Düşman Ülkesinde İlerleme Devam Ediyor
Süvari askerini meydan savaşında taşıyacak olan atlar, iki aydan beri doğru dürüst arpa yüzü görmemişti. Bu yüzden öyle zayıflamış, öyle güçten düşmüşlerdi ki, sipahilerle öteki süvariler bu hayvanların üzerinde savaşa etkili olabilecek bir hücuma geçecek durumda değillerdi.
Genel gelir defterdarının savaş birliklerinin beslenmesi konusunu sıkı bir gözetim altına alması ve fazla erzakı zamanı gelince kullanmak üzere saklaması gerekirdi. Her şeyden Önemli olan bu tedbirin, sefere çıkılmadan ve hele savaş bölgesine girilmezden önce alınması şarttı. Düşman ülkesinde birkaç konak ilerlendikten sonra erzak işini çözümlemek güçleşir ve bu görevle yükümlü olanlar, işlerini zamanında yapamayacaklarından sonunda hakarete, küfüre katlanmak zorunda kalırlar. Din ve devlet işlerinin yürütülmesinde bu nokta, olağanüstü önemdedir. Bu savaşta birliklerin büyük kısmının işe yaramaz hale düşmesi, atlarına yem bulmakta çektikleri sıkıntıdan ileri gelmiştir.
0 notes
Photo

Bir Ceviz Ağacı Olası Geliyor İnsanın Gülhane Parkında
Topkapı Sarayı’nın has bahçelerinden biri olan Gülhane Parkı, geçirdiği bir dizi düzenleme ve restorasyon sonucu kent sakinlerinin temiz hava, ağaç gölgesi ve rengârenk çiçek özlemini gidermek için koştuğu bir mekân haline geldi. İstanbul’un her dem kıymetti mücevherlerinden biri olan parkta, eski çağlardan kalma Gotlar Sütunu gibi anıtlarla geçmişi, güzel manzaralı çay bahçeleri sayesinde de günümüzü yakalayabilirsiniz.
Gülhane Parkı
100 bin metre karelik alanıyla Gül-hane Parkı, ziyaretçilerine en güzel fotoğraf karelerini nisan ayındaki Lale Festivali sırasında sunuyor. En kalabalık zamanı ise yaz döneminde. Kış ve ilkbaharda da çıplak ağaç dallan arasından kül balıkçılı kuşlarının yuvalarını gözlemek mümkün. Parkta görebileceğiniz anıtlar arasında V. yüzyılın ilk yarısına ait Bizans Sarnıcı var.
Park XIII. yüzyılda Konstantinopolis Üniversitesi’ne de ev sahipliği yapmış. Parkı çevreleyen duvarlara bitişik olanlar dışında, Eminönü’ne doğru tramvay yolu takip edildiğinde çok değerli anıtlar ve yapıtlarla karşılaşılır.
Gotlar Sütunu
Parkın içinde, Sarayburnu’na hâkim tepenin üzerinde, 15 metre yüksekliğinde Korint tarzı başlığıyla dikkati çekiyor. Gotlar Sütunun üstünde Bizanslı tarihçi Nicephorus Gregoras’ın söylediğine göre, bir zamanlar, Bizans’ın kurucusu olan Byzas’ın heykeli bulunuyormuş.
Kaidesinde zorlukla okunan “Gotların yenilgisi ile geri gelen talihe” yazısı kafaları karıştırıyor ve bu sütunun, her ikisi de Gotları yenmiş olan iki imparatordan II. Claudîus Gothîcus (yak. 268-70) için mi yoksa şehrin kurucusu Büyük Konstantin (yak. 324-337) için mi dikildiği kesin olarak anlaşılamıyor.
İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi
Osmanlıdan kalma has ahırların restore edilmesi sonucunda ziyarete açılan Müze özel ilgi alanlarına hitap etmesine, müzik, gemicilik, tıp, zooloji ve mimarlık gibi bölümler içermesine rağmen İslam dünyasının tarihteki başarılarını öğrenmek isteyenler için de güzel örnekler sunuyor.
Sergilenen eserlerin birçoğu ne yazık ki günümüzde yabancı ülke müzelerinde bulunan orijinallerin kopyalarıdır. Bir kısmı da günümüze ulaşan tasvirleri dikkate alınarak aslına uygun yapılmış. Bununla beraber çok hoş müzik enstrümanlarına da rastlamak mümkün.
Nusret Çolpan’ın yaptığı ve tavanları süsleyen çizim teri görmek için bile müzeyi ziyaret siniz. Çolpan’ın hoş minyatü rinin tramvay duraklarını da süslediğini hatırlatıp yolumuza devam edelim. Müzenin hemen yanında, adına yakışır güzellikteki gül bahçesinde ya da Kuzey Kıbrıs ; Türk bitki örtüsünden örnekler sergileyen bahçede keyfinize keyif, hayatınıza pozitif bir yansıma katabilirsiniz. (Perşembe günleri kapalı).
#Bizans sarnıcı#Gotlar Sütunu#Gülhane#Gülhane parkı#İslam Bilim#İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi#İstanbul Gülhane#Teknoloji Tarihi Müzesi
0 notes
Photo

Cerrahpaşa Çevresindeki Tarihi Önemli Yapılar
Esekapı İbrahim Paşa Medresesi
Davud Paşa Medresesinden güneye, Marmara Denizi’ne doğru yürüyüp Kocamustafapaşa Caddesi’nden sola dönün. Önce cami külliyesinin yanındaki XX. yüzyıl binasında yer alan Davutpaşa Lisesini ve ardından Cerrahpaşa Hastanesini geçtiğinizde solda Esekapı İbrahim Paşa Medresesi’ne varacaksınız. Bir Sinan eserinin bu kadar kötü bir restorasyon geçirmiş olması üzüntü verici. 1560 yıllarında Haremağası İbrahim Paşa tarafından camiye çevrilip medrese eklenen yapı aslında bir XIV. yüzyıl kilisesi. Binalar 1894 depreminde büyük hasar görmüş ve terkedilmiş. Yapı yöre halkı tarafından orijinal Konstantin şehir surlarında yer alan bir kapıya ithafen İsa Kapısı Mescidi olarak da adlandırılıyor.
Hekimoğlu Ali Paşa Camii
Kuzeye doğru Ese Kapısı Sokağı boyunca ilerlediğinizde Hekimoğlu Alî Paşa Camii’ne varırsınız. Muhteşem birçok caminin bir arada yer aldığı bölgede, bu yapı zarafeti ve dekoratif detayları ile hemen göze çarpar. 1734-1735 yıllarında Ömer Ağa tarafından saray cerrahının oğlu ve Sultan I. Mahmud’un sadrazamı Ali Paşa için yapılmış olan cami, gezi kitaplarıyla ünlü John Freely tarafından “ya muhteşem klasik yapıların son ya da yeni barok tarzının ilk örneği” olarak tanımlanmış. Her iki üslubun da kusursuz bir bileşimi olan caminin rokoko öğeler ve geleneksel oymalarla süslenmiş ana kapısı ise bu tezi doğrulayan en güzel kanıt üç avlu ve üç de cami kapısı olan yapı, yüksek bir platform üzerine oturtulmuş. Altı sütun tarafından taşınan azametli kubbesi, altı yarım kubbesi ve yüzden fazla penceresiyle son derece mağrur bir görüntü sergileyen caminin kütüphanesinde yer alan eserler Süleymaniye Kütüphanesine taşınmış.
Duvarlarını süsleyen çiniler Tekfur Sarayı’nda yapılmış. Kütüphane binası bizim gördüğümüz en sıra dışı yapılardan. Kemerli muazzam ana kapının üzerine oturtulmuş. Kitapların bulunduğu bölüm merdivenle çıkılan bir kafes gibi yapılmış. Şu anda değişik kurslar düzenleniyor. Caminin sebili artık kullanılmasa da olağanüstü bir metal işçiliğine sahiptir. Biz çam ve çınar ağaçlarıyla kapı son derece hoş avludan akarken daha çok şehrin lüks muhitlerinde görülen türden bir araba kapıya yanaştı.
Araçtan çıkan biri avluya bir kedi bıraktı ve koşar adımlarla uzaklaştı. Cami avlusuna çocuk bırakıldığını duymuş tuk ama… Kemerli kapıdan çıkın, tam karşıda cemaatini çoktan yitirmiş Altı Mermer Rum Kilisesi’ni göreceksiniz. Kapısında tabelası bile yok, sanki “artık buraya ait değilim” diyor. Kuzeydeki Sun Paşa Sokağı’na yönelirseniz bir XIX. yüzyıl Ermeni kilisesi olan Surp Agop göz kırpacak sol taraftan. 0 da göçe kurban vermiş cemaatini. Gidenler şehrin renklerini de götürmüşler beraberinde. Tek tipe doğru ilerlemiş şehrin yolculuğu.
Biz İstanbul’un çoğu kilisesinde olduğu gibi buradaki kiliselerin müdavimlerine ne olduğunu çok merak ettik. Bütün bu insanların doğdukları topraklardan göç etmeleri sadece bir iki nedenle sınırlandırılabilir mi? Nadiren açık olan Surp Agop’u geçince “Çukurbostan” denilen geniş bir alana geliyorsunuz. V. yüzyılda yapılmış Aziz Mocius Sarnıcı, şehirdeki dört açık Bizans sarnıcından biri ve adını burada bulunan kiliseden almış. 25.000 metrekarelik alan bugün mahallenin çocuklarına spor ve oyun imkânı veriyor.
Ramazan Efendi Camii
Kocamustafapaşa Caddesi’ne döner ve batıya doğru yürümeye devam ederseniz yol sizi Ramazan Efendi Camii’nin olduğu meydana getirir. 1586 yılında Hoca Hüsrev adındaki bir memur tarafından yaptırılan cami, tüm sadeliği ile tezat oluşturan son derece güzel İznik çinileri ile süslenmiş ama ne yazık ki tüm bu güzelliklere sadece pencereden bakabileceksiniz.
1782 yangınında yok olan büyük bir külliyenin bir parçası olan camiyi Mimar Sinan yapmış, inanması zor ama hem de 96 yaşında. Hüsrev Çelebi Camii ya da Bezirganbaşı Camii isimleriyle de bilinen eser, adını burada bulunan tekkenin şeyhinden almış. Ramazan Efendi (1542-1616) yapının yanında yer alan, 1868 yılında yapılmış ve harika kaligrafik panellerle süslenmiş bir türbede yatıyor.
Zincirli Selvi Ağacı
Kocamustafapaşa Camii’nde bulunan Çifte Sultanlar Türbesi’nde zincirli bir selvi ağacı göreceksiniz. Rivayete göre Hz. Hüseyin’in kızları vefat edip gömüldükten sonra Hz. Cabir bir ağaç dikmiş. Ağaç zamanla kuruyunca dallan kırılıp düşmesin diye zincirle sarılmış. Bir diğer inanışa göre borcunu ödemeyen biri bu ağacın altına oturduğunda zincir uzanır ve ona değermiş. Bu nedenle borçlusunu kadıya götürmek yerine buraya getirip zincirin kararını bekleyenler olmuş o zamanlarda. Bir başka söylenceye göre koptuğunda kıyametin de kopacağına inanılan zincir bugün İstanbul Belediye Müzesi’nde.
#Cerrahpaşa#Cerrahpaşa çevresi#Cerrahpaşa yapıları#esekapı#esekapı ibreahim paşa medresesi#Hekimoğlu ali paşa camii#kocamustafapaşa#Ramazan efendi camii#zincirli selvi ağacı
1 note
·
View note