hariomyogamerkezi
hariomyogamerkezi
Hariom Yoga Günlüğü
285 posts
Hariom Yoga Merkezi (www.yogahariom.com), ülkemizde yoganın bir kültür olarak benimsenmesi doğrultusunda çalışmalar yapmak üzere kurulmuştur. Merkezimiz Uluslararası Yoga Federasyonu ve Yoga Alliance International'ın bir üyesidir. Bu bağlamda; düzenli yoga derslerimiz meditasyon, asanalar, derin gevşeme ve nefes alıştırmalarını kapsayacak şekilde devam etmektedir. Bu blogda ise yoga, gezi ve güncel yazılarımızı paylaşıyoruz. Merkezin kurucusu Bora Ercan Muson Şarkıları, Odysseus Adaları, Göğe Yakın Topraklar, Surya'dan Patanjali'ye Yoga 1 ve Buda'dan Hatha Yoga'ya Yoga 2 adlı beş kitabın yazarıdır.
Don't wanna be here? Send us removal request.
hariomyogamerkezi · 4 years ago
Text
Acıların Derin İzleri, Yaş Almak, Vasana ve Meditasyon / Bora Ercan
İnsanın yaşı ilerledikçe zaman ve mekan algıları başta olmak üzere yaşama bakışında birçok değişiklik olur. Bu elbette, sadece kırklı, ellili yaşlar için değil çocukluk, gençlik yaşları için de geçerlidir. Her şeyden önce cildimiz, eklemlerimiz, kas yapımız, görme ve işitme yetimiz değişir.
Tumblr media
Hangi yaşta olursak olalım, düzenli ya da öylesine bir şekilde gözlerimizi kapayıp, kısalı uzunlu bir sessizlik deneyimi yaşadığımızda, sufilerin müşahede (tanıklık) ya da muhasebe (iç hesaplaşma) dediği olgudaki gibi, benliğimizdeki, zihnimizdeki değişimleri fark edebiliriz. Bir yandan, evet, o beş yaşındaki fotoğrafta bakan gözlerimiz gibi bakıyoruzdur dünyaya, fakat, diğer yandan da, bambaşka. İfademiz aynıdır, buna şaşırırız, bakışlarımız, gözlerimiz… Ama onların ardında ne çok şey yığılmıştır.  
 Her ne kadar konsantrasyon insanın bütün yaş dönemleri için önemli olsa da, genç yaşlarda meditasyona o kadar da gereksinim duyulmaz, bu doğaldır, beden potansiyelini sonuna kadar kullanmak ister, zihin ise henüz göreli olarak daha temizdir. Burada, zz önce yaptığımız yaş almak tanımına zihnin ‘kalabalıklaşmasını’ da ekleyelim. İşte kirlenme de bunun sonucudur. Zihnimiz doldukça dolan bir hazne gibidir, ne nerededir, bir süre sonra zaman dizimi, yaşanan olaylar, yerler öylesine birbirine karışır ki insan kendi zihninde kaybolur. John Milton’un zihin için söylediği cenneti cehenneme cehennemi de cennete çevirebilir, sözünü birebir deneyimleriz. Yakayı bırakmayan anılar, istenmedik anımsamalar, nereden edindiğimizin bile belli olmadığı türlü türlü bilgiler, yüzler, isimler, kavgalar… saymakla bitmez.
 Acılar zihinde, zihnin o hafıza denen deposunda sevinçlere, hazlara, iyi olaylara göre çok daha derin, kalıcı izler bırakır. İşte bu, yaş almayla birlikte oluşan birikimler, insanın yaşadığı şimdiki zamanın belirleyicisidir. Bir yandan, yeni olayların etkileri bu birikime katılarak haznede kendine bir yer açarken bir yandan da eskiler o içinde bulunulan anın açıklıkla, yargısızca, kaygısızca yaşanmasında bir engel oluşturur.
 Zihin sağlığı açısında ileri yaşlarda her türlü meditasyon önerilir. Bu, inançlar doğrultusunda ibadet amacıyla dua etmek de olabilir, sakinleşmek amacıyla modern ya da geleneksel bir konsantrasyon uygulaması da. Hangi uygulama olursa bir yere kadardır, asıl olan uygulayanın niyeti ve uygulama tarzıdır. Geniş bir açıdan bakıldığında, bu uygulamalar sadece oturarak gözlerin kapalı olması değil uzun yürüyüşleri, kurmaca ya da kurmaca dışı kitapların okunmasını, bahçe ve çiçekler ilgilenmeyi, bir hayır kurumunda gönüllü olarak çalışmayı da kapsar.
 Bu etkinlikler işte geçmişin yükünü bir miktar olsun azaltıp var olan anın değerinin, tadının bilinmesinde etkili olabilir. Geçmişi unutalım demiyorum. Geçmişin bugüne yük olmasını engelleyelim diyorum.
 Zihin de insan gibi kültürel bir olgu. Her toplumun zihne bakışı birbirinden farklıdır. Hint kültüründe vasana olarak adlandırılan kavram geçmişin zihindeki kalıcı izleri olarak anlaşılabilir. Saklı istekler bir şekilde Batı terminolojisiyle söylersek bilindışında kendine kalıcı bir yer bulmuştur ve insanın varlığında belirleyici bir rol oynar. Vasanalar hep kötü değildir iyi de olabilirler fakat az önce de söz etiğimiz gibi kalıcı ve derin olan acılardır. Bununla birlikte, iyi ya da kötü vasanalar ruhsal eğitimde bir engeldir.
 Meditasyon Latin temelli dillerde derin düşünme anlamındadır. Sonradan anlam zenginleşmesiyle başka anlamlar kazanmıştır. Peki ben ne anlıyorum meditasyondan? Yaşım ilerledikçe bende de anlamı katmanlanıyor, işlevi değişiyor. İlk meditasyona oturuşumun üzerinde 30’dan fazla yıl geçti. İlk zamanlar az uyuyacağım, çok yaşayacağım, enerjik olacağım gibi gayet faydacı yaklaşımlarda bulunduğumu bugün müstehzi bir gülümsemeyle anımsıyorum. Şimdilerde ise, hafızada birikenleri yerli yerine koymak, oradaki canavarların beni tüketmesine izin vermemek, onları bir kafeste tutmak, fazla beslememek, arada bazı dosyaların tozunu almak, ama esasen bütün bu birikimin beni diplere çekmesini engellemek, onlara bakışımı değiştirerek bu bedende, bu boyutta kalan zamanımın hakkını vermek…
Görsel: Vittore Carpaccio | The Meditation on the Passion, 1490
16 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 4 years ago
Text
Meditasyon, Yoga ve Narsisizm Bağlantısı / Bora Ercan
1 Ekim 2020’de European Journal of Social Psychology dergisinde ‘An Exploration of Spiritual Superiority: The Paradox of Self‐Enhancement’ başlıklı bir makale Roos Vonk ve Anouk Visser imzasıyla yayımlandı. Başlığı Türkçeye Ruhani Üstünlük Üzerine Bir Araştırma: Kişisel Gelişim Paradoksu olarak çevirebiliriz. Makalenin temel tezi ruhani, spiritüel üstünlük algısının narsisizmle olan bağlantısı üzerine. Daha doğrusu bu tip çalışmaların narsistik davranışları ve kişilik bozukluklarını beslediği doğrultusunda.
Tumblr media
Yıllardır kendimce meditasyon uygulayan, eğitimini veren, hatta eğitmen eğitimini veren biri olarak sıklıkla sorguladığım bir durum üzerine böylesi bir makale kar��ısında bu yazıyı yazdım, kayıtsız kalamazdım. Nitekim, acaba bizler birer gönüllü şizofrene ya da ‘wishful thinker’lara, yani olanı olduğu gibi algılama çabası içindeyken, bir olayı olmasını istediğimiz şekilde düşünenlere mi dönüşüyoruz. Bunu sorguluyorum. Bu nedenle, her ne kadar salgın hastalık döneminin getirdiği belirsizliklerin tetiklediği kaygı, tedirginlik, öfke, depresyon gibi durumlarda en basit nefes ve konsantrasyon tekniklerinin birçok kişiye iyi geldiğini gözlemliyor olsam da, bu büyük kadim kültürün ve bilginin günümüze kadar yaşamasının sihirli bir şey olduğunu düşünsem de, Buddha’nın dediği gibi inanmayıp, bir düşünceye saplanıp kalmayıp hem güncel bakış açılarını hem de coğrafi ve kültürel bağlamı göz önünde bulundurarak her şeyin sorgulanması gerekliliğiyle bu yazıyı yazıyorum.
Öncelikle; bu tip makaleler, bilimsel çalışmalar, örnek modellemelerle gerçekleştirilir. Çoğunlukla da ortaya konan hipotez desteklenmeye çalışılır. Bu nedenle de böylesi araştırmalar içinde çokça yanlışlanma payı içerir. Başka gruplarla başka sonuçlara ulaşmak her zaman olasıdır. Bu çalışma üzerine ayrıntılı olarak durmak istemiyorum, fakat bu çalışmanın temel tezi, savı üzerine kendi deneyimlerimden yola çıkarak bazı saptamalarda bulunmak istiyorum.
Günümüz hiç şüphesiz narsisizm çağıdır. Ayna ayna söyle bana en güzel kim demeye artık gerek yok, bilgisayarlar bunu birkaç saniyede yapabiliyor. Gelecek kuşakların narsisizm tanımı da böylece kaçınılmaz olarak değişecektir. Eskiden aynaya bakmak bile insanların akıllarına gelmezken şimdilerde yüzlerce fotoğrafı olmayan, bu fotoğrafları paylaşmayan kimse neredeyse yok. Sonuçta hangi meslek grubunda, sosyal statüde, etnik grupta, dinsel kimlikte olunursa olunsun modern teknolojik araçlar kullanılmakta, bu araçların aşırılıkla, bağımlılıkla kullanımıysa da narsisizmi beslemektedir. Sadece televizyon, sinema, müzik, spor ünlüleri yıldızları değil instagramda olan herkes azıyla çoğuyla, bu satırların yazarı da dahil olmak üzere, narsisttir.
İzninizle narsisizm üzerine kısaca birkaç söz söyleyelim. Sözlükler özseverlik olarak tanımlıyor bu kavramı. Antik Yunan Mitolojisinde Narkissos’un suda yansıyan kendi suretine aşık olması ve suya, kendi suretine atlayarak ölmesinden esinlenmeyle modern psikoloji ve psikiyatride yerini bulmuştur. Teşhisi çok zor olmayan narsisizmin ölçülmesiyse pek de kolay değildir. Görünürlüğün, gösterilirliğin, gösterinin, bir oranda da teşhirciliğin geçerliliğini her dönemden daha çok ortaya konduğu günümüzde elbette sosyal medya araçlarının narsisizmi tetiklediği de kabul edilebilir, anlaşılabilir bulgular arasında.      
Geleneksel öğretilerin modern dönemlerde aktarılması temel bir sorundur. Çağımız bir anlamda hedonizm çağıdır, çile çağı değil. Örneğin, 10 yıl önce nescafe ve Türk kahvesinden başka bir şeyin bilinmediği ülkemizde bugün genç kuşağın kahve gurmesi olması düşünülmeye değer bir durumdur. Kimse patetik bir çabaya girmek istemiyor artık, riyazet olması gerek birçok uygulama bile sosyal medyada görselleşerek içeriğinden uzaklaşıyor, uzaklaştırılıyor. Bu bağlamda özünde meditasyon da yoga da bir riyazet uygulaması olmasına rağmen, çok ilginç bir şekilde, bu antik teknikler günümüz insanının bedensel ve zihinsel sorunlarına bir yanıt olmuş ve olmaktadır.
Çağın bir olgusu olarak günümüz insanı da yogayı bir hedonist etkinliğe dönüştürmüştür. Bunun sonucunda da ABD başta olmak üzere Anglosakson dünyada yoganın başlı başına ekonomik bir kalem olması işin ‘kaynağının’ da ilgisini çekmiş, Hindistan, geç de olsa, yoganın anavatanı olduğunu resmi olarak kabul etmiş, yeniden sahiplenmiş, ekonomik pastanın kremasına da talip olmuştur. Paradoks buradadır. Eski metinler, bir kenara çekilin, kendi aydınlanmanızı kendiniz gerçekleştirin, derken bugün neredeyse bütün aşramlar kurumlaşmış, bir üstadın en fazla 30 öğrencisi olması gerekirken şimdilerde online eğitimlerle bu sayı binleri bulur bir hale gelmiştir. Eğitim süreleriyse 12 yıldan kırpıla kırpıla birkaç aya düşmüş… Bir açıdan bakıldığında yoga ve meditasyon yararlıdır ve yaygınlaşması iyidir denebilir, zira yoganın uyumlanma niteliği de bunun bir sonucudur, denebilir. Kaldı ki, insanlar ruhani açlıktan kırılırken böyle can simitlerine, böyle hayat öpücüklerine gereksinim vardır. Öte yandan, gelenek bozulmuştur. Alçakgönüllülük ruhaniliğin temeliyken işleyiş tamamen başka bir yöne evrilmiştir. Ruhani açlığa ortaya çıkan asıl nedenler değişmeden bu açlık devam edecektir. Buna verilen yanıtlar da çoğu zaman maalesef bir makyaj olma tehlikesini de içinde barındıracaktır. Kimsenin, aydınlanma için bile vakti, buna verecek emeği yoktur. Kısa yoldan elde edilen ve sindirilemeden, sorgulanmadan, bilinçsizce uygulanan kadim kültürlerin bu bir zamanlar ‘batıni’ olan uygulamalarının istenmedik, beklenmedik yan etkilerinin ortaya çıkması doğaldır.   Dolayısıyla, belirli bir kitlesi, ekonomik döngüsü olan şirketleşmiş yapıların hocalarının, üstatlarının narsisizmleriyle kendi yapılarını kuvvetlendirmesi kaçınılmazdır.
Bu ve böylesi konuların tartışılması gerekmektedir. Bu söylediklerim yalnızca yoga ve meditasyonla sınırlı tutulmamalıdır. Bu tip öğretileri içine sorgusuz sualsiz bir bütün olarak girmek kadar bu öğretileri ‘modern gericilik’ diye tanımlayan ezberci yaklaşımlar da doğru değildir. Konu anlamaktır, tartışmak, bilgiye açık olmaktır. Bilgiye ulaşma yolu hiçbir zaman tek değildir. Meditasyonun bilimsel olmadığını söylemek onun bir bilim olduğunu ya da bilimin (teknolojinin) çok yüce bir şey olduğunu söylemek kadar anlamsızdır. Nasıl ki, aslında hastalık yok, hasta vardır. Yoga için de aynısı söz konusudur.
Yoga yoktur ama yoga uygulayan kişi vardır.    
Görsel: Caravaggio     
12 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 5 years ago
Text
Yoga Raptiyedir / Bora Ercan
Korona döneminde yoga ve meditasyon belki de her zamankinden daha çok konuşuldu. Türkiye’de ve Dünya’da birçok yoga eğitmeni bir tür karma yoga olarak hiçbir karşılık talep etmeksizin online olarak herkese açık yoga ve meditasyon çalışmaları yaptılar. Bu çalışmalar kısmen hala daha devam etmekte.
Korona günlerine yoganın hızlı adaptasyonu, dolayısıyla da kabul görmesi yoganın doğasından kaynaklanır, zira bu uyumlanabilme olmasa, yazılı olarak bilinen üç bin yıllık bir geçmiş de söz konusu olamazdı. Yoga bir yandan dönüştürürken kendi de dönüşür. Her ne kadar belli başlı aksiyomlara dayansa da bu aksiyomların çoğu yoruma açıktır.
 Bu kısa yazı yogaya yapanların üzerinde çok da düşünmediği bir konu üzerine yazılmıştır. Konunun derinlerine girilmeyecektir, zira bazı konular öyle iki satırlık blog yazılarında yer alamaz.
 Raptiye kelimesiyle yoga kelimesi arasında ne gibi bir bağ var ona değinelim. Raptiye kelimesinin kökü rapt’tır. Rapt dediğimde bir şey anlamayabilirsiniz, ama bununla bağlantılı kelimeler olan irtibat, zapturapt dediğimde zihninize bir şeyler belirir. Yani kontrol altına alma, yönlendirme, bağlama.
 Aynı kökten gelen rabıta sözcüğü de bağlantı demektir. Aynı zamanda bir mimarlık, inşaat terimidir. Tasavvufta kalbini ilahi güce bağlama anlamına gelir. 1800’lü yıllarda Hintli Müslüman bilgelerden eğitim alan, bu ustalardan etkilenen bazı sufilerin Anadolu’ya bir takım yoga bilgilerini getirdiği malumdur. Meraklılar konunun üzerine gidebilir. İşte rabıta bir tür yoga anlamına gelir bu sufilerin nezdinde.
 Aynı kelimeden üretilen murabıt da kalbi ilahiye bağlanan anlamındadır.
 Yoga, tasavvuf, meditasyon her ne olarak adlandırırsanız adlandırın fark etmez, konu kalptedir. Kalp zaten ilahidir, zihin dünyevidir. Önce kalp bağlanır, sonra zihin…  
10 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 5 years ago
Text
Gunalar / Sonay Tükeler
Hint felsefesine göre yaşamın, doğanın içerisinde üç nitelik vardır. Tamas, rajas ve satva. Bunlara guna adı verilir.
Tumblr media
Gunalar, elementleri (elementler bir başka yazının konusu) öğrenmek kadar önemli. Kendimizi fark etmemizde ve yönlendirmemizde bu bilgiyi kullanacağız (hayat kurtaran bilgi). Bu nitelikler tüm canlılarda var. Tüm yaşamda, maddede hatta gezegenlerde bile. (Mars geri giderse neler olacağını biliyorsunuz.)
Tamas karanlık, durağan, bitkin, eylemsizlik (atalet). Tamas kendisini yanılgı, inatçılık, tembellik, kayıtsızlık ve depresyonda gösterir.
Rajas tutku, yüksek, hareketli, faaliyet, eylem. Harekete bağımlı, endişeli ve odaklanamamış bir zihinle bizimledir.
Satva her ikisinin dengede olduğu saf, dinginlik hali (doğruluk, saflık, potansiyel bilinç, saf bilinç). Odaklanmış, sukûnet içerisinde, tam bir konsantrasyon sağlamış zihin. Yoga’da ulaşmaya çalıştığımız işte bu satvik hal.  Bu demek değil ki hep satvik olacağız, hepsi bize ait, hepsine yeri geldiğinde ihtiyacımız var. Zaman zaman biri baskın olacak, biz bunu yönetmeyi öğreneceğiz. Sabah gözlerimizi açtığımızda kendimizi nasıl hissediyoruz, hangi duygular içerisindeyiz, düşüncelerimiz neler, burun deliklerimiz açık mı, hangisi açık, vücudumuzu izleyelim ağrı var mı, kaslarımız ne durumda sıktığımız bir yer var mı? Baktık, burun deliklerimizden biri kapalı, hemen diğer yöndeki omuzumuzun üzerine dönüp bir müddet orada kalalım ta ki burun deliğimiz açılana kadar. Duyguya bakalım hey ne güzel bir gün, güneş açmış neşesi içerisinde miyiz yoksa öff yine aynı döngü hiç yataktan çıkmak istemiyorum mu diyoruz. Mutsuzluk duygusu mu var, neşe duygusuyla mı uyandık. Her şeyin bizim için ayarlandığına, düzen içerisine sokulduğuna inanarak tam bir güven duygusuyla uyanmak nasıl hissettirir? Her şey yeniden, sıfırdan başlıyor hissi de olabilir. İşte burada gunalar devreye giriyor. Yataktan çıkmak istemediğimiz hâl tamasik, yerinde duramadığımız hiçbir şeye bakmadan doğruca yataktan fırladığımız hâl rajazik, durup baktığımız izlediğimiz, sakin nefeslerle neler olup bittiğinin farkında olduğumuz hâl satvik. Başka bir örnek diş fırçalamak olabilir. Diş macununu ortasından bastırarak fırçaya sıktık yarısı lavaboya döküldü. Dişlerimize götürdük kavga eder gibi hızla ve güçle fırçalamaya başladık, ağzımıza suyu aldık çalkaladık, tükürdük, fırça bir yerde macun bir yerde fırladık çıktık, aklımızda bir sonra yapacaklarımız, dişimizi mi fırçaladık farkında bile değiliz, belki aynada kendimizi bile görmedik, ferahlık duygusunu hissettik mi? Hoş geldin rajas. Kalktık ayaklarımızı sürükleyerek banyoya gittik, aman şimdi kim diş fırçalayacak tüpü al aç, kapat bu bile zor dedik, tamasiğin dibine vurmuşuz. İşte “idealimiz” geliyor. Fırçaya macunu ihtiyacı olduğu kadar sıktı, her bir adımın, anın farkında, fırçanın elindeki temasının, ağzına götürdüğünde macunun kokusunun, dişlerinin üzerinde gezdirirken nasıl fırçaladığının ve ferahlık duygusunun farkında. Hadi hatırlamaya çalışalım, biz bu sabah dişimizi nasıl fırçaladık? Ben hatırlayamadım, sadece bir ara dilimin üzerini de temizlediğimi hatırlıyorum. Burada yanlış anlaşılmasın satvik hali ideal, olması gerektiği gibi, mükemmel kavramlarıyla karıştırmayalım. İtiraf edeyim, bu gereklilikler, meliler, malılar bana göre değil. Nitelikleri tam olarak anlayabilmek için bu örnekleri seçtim. Sonrasında bir tütün sarıp koyu kahve eşliğinde içmiş olabiliriz. Yatağımızı düzeltip üstümüzü değiştirerek, yudum yudum sıcak bir çay içip yoga pratiğimize, meditasyon oturuşumuza geçmiş, bahçemize, bitkilerimize bakıp onlarla ilgilenmiş ya da kendimizi televizyonun karşısındaki koltuğa atıp öylece kalmış da olabiliriz.
Artık bulabiliyoruz değil mi gunaları (?) Yiyeceklerimizi, içeceklerimizi de bu şekilde değerlendirebiliriz. Bunun için koskoca bir ayurveda külliyatı var değil mi? Kahve rajazik, bitki çayı satvik diyebiliriz, çok kesin bir yargı olur, çünkü bunların hepsi kişilere ve durumlara göre değişim gösterebiliyor. Tamasik yapıdaki bir anımızda küçük bir kahve bizi canlandırabilir.  Önemli olan bize nasıl etki ediyor bilincinde olmak ve bunu kullanarak ilerlemek. İzleyebilme yetisini kazanmış, kahve bana iyi geliyor diyen birine hayır zararlı diyemeyiz. Kahve o anda iyi geldi, öğleden sonra bir tane daha içti, akşam içti, sonrasında kalp çarpıntısı oldu, hâlâ kahve bana iyi geliyor diyorsa bu durumda zihin engelleyicilerine bakmak lazım.
Bazen inandıklarımıza körü körüne bağlanır, kesin sınırlar çizeriz. Biri fark edip söylediğinde bir sürü "amalarla" çıkarız karşısına ve tam bu noktada yoga devreye girer.  Asanaları uygularken bedenimizle bağ kurmaya başladığımızda tek tek hangi kasımızı sıktığımızı fark edip nefes yardımıyla orayı bırakabiliriz. Hatta yıllar sonra bile, iyi yaptığımızı düşündüğümüz bir asanada, örneğin çocuk duruşunda bir anda hala sağ kürek kemiğimizi sıktığımızı görebiliriz. Asanalar izlemeyi öğretir. Sonrasında zihnimizdeki düşünceleri izlemeye başlarız. Ne kadar da kalıplar oluşturmuşuz. Ben şunu sevmem, bunu severim, bu iyi, bu kötü birçok sınırlı ikilikler… Bu bilinçli izleyebilme halinde, arada başka şeyler olabileceğini fark eder, sınırsız ihtimaller havuzuna dalar, bedenimizle beraber zihnimizi de esnetiriz.        
Basit matematik bilgimle gunaları birbirine zıt, aynı zamanda birbirini tamamlayan nitelikler olarak görüyorum. Tamas eksi iki, rajas artı iki ve ikisini birbirinden çıkarttığımızda sıfıra ulaşıyoruz. Sıfır noktası Satva olsun. Rajas olmazsa, tamastan çıkamayız. Satvaya ulaşabilmek için her ikisine de ihtiyaç var.  Bu üç guna her şeyin içinde mevcut. Güzel bir benzetmesi var Swami Prabhavananda'nın; "Satva güneş ışığında, rajas fışkıran yanardağda, tamas ise bir granit kütlesinde hakim."
Bu nitelikleri iyi anladığımızda, duygu durumlarımızı analiz edebildiğimizde yukarıda belirttiğim matematik formülünü kullanarak hayatımıza geçirebiliriz. Umutsuz, çaresiz ya da tembellik yaptığımız anlarda tamasdayız, çıkış yolumuz rajasın enerji, şevk ve çoşkusu. Gün içerisinde birçok ruh hali arasında geçiş yaparız. Yoga çalışmalarıyla, özellikle meditasyonla zihnimizi izlemeyi öğrendiğimizde ayırt edebilme (viveka) yetimiz gelişir. Böylece düşündüğümüz şeylerle, duyu organlarımızın algılarıyla, duygu durumumuzu oluşturduğumuzun farkına varırız. Tam burada Pema Chödrön' den bahsetmeden geçemeyeceğim, harika bir sözü var." Çoğumuz için en zor zamanlar, kendimize yaşattığımız kötü zamanlardır." Düşünce bu kadar güçlüyse daha iyisini yapabiliriz. İzleyelim, fark edelim, aksiyon alalım ve dönüştürelim. Yaşamdaki her şeye nüfuz etmiş olan rajası, taması yok saymayalım, görelim ve o müşfik satvik hale geçiş için kucaklayalım. Sonrasında belki bu üç gunayı da aşarak maya perdesinin ötesine geçebiliriz.
7 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 5 years ago
Text
Eski Metin Yorumları ve Upanishadlar / Bora Ercan
Tarihsel olarak dört temel yoga tarzı var: Raja, Karma, Bhakti ve Jnana. Günümüzde Karma ya da Jnana Yoga uygulayan ve kendisini öyle tanımlayan bir kimseye pek de rastlayamıyoruz. Bhakti yogiler var, fakat dünyada, özellikle Hindistan’da ezici çoğunluk Hatha Yoga ve onun envai çeşit türevleriyle ilgili. Hatha Yoga ise Raja Yoga’ya ulaşma yolundaki teknikleri içeren, temeli 14 YY’da Svatmarama’nın, 16. YY’da Gheranda’nın yazdıklarına, derlediklerine dayanan bir tarz.
Tumblr media
Eğer yoganın geçmişinin çok eskilere çağlara dayandığını söylüyorsak, bunun yazılı metinlerinin olduğunu kanıt göstererek binlerce yıllık bir öğretinin günümüzdeki temsilcisi olduğunumu iddia ediyorsak, o zaman bir zahmet güzel gözlerimizi yorup eski metinleri, tarihsel ve felsefi kavramlar üzerinden okuyup, değerlendirip, anlamamız ve böylece de yogayı günümüzde doğru bağlamda konumlandırmak durumundayız; aksi takdirde geçen gün instagramda kadın pedi reklamına yogayı malzeme yapan biri gibi saçma duruma düşülmesi kaçınılmaz. Hanımefendi yogadan sonra duş aldığından söz ediyordu. Ayrıca periyodik  dönem ağrılarını da yoga ile iyileştirdiğinden… insanların yanlış yönlendirilmeleri ne kadar kötü değil mi? Günümüz bilgi yoğunluğunda cehalet dönemi… maalesef.
 Neyse, bunlar bitmeyecek, çok da takılmamalı, bunlarla uğraşana kadar biz ne yapıyoruz ona bakalım. Upanishadlar, Yoga Sutralar’ından yaklaşık 600-900 yıl öncesine tarihlenir. Veda külliyatının son bölümüdür. Üzerinde yoğunlaştığı sorularla insanlığın temel felsefi metinlerinden biridir. Yoganın bütün temel basamakları Upanishadlar’da yer alır. Bu nedenle, Upanishadlar’ın anlaşılması sutraların ve diğer antik metinlerin anlaşılması için hiç şüphesiz sağlam bir temel oluşturur.
 Dili yer yer çok kapalı, alegorik ve metaforik söylemleri ağır basan bu metinlerin yorumlanmaya ihtiyacı vadır. Yorumlar kişiden kişiye, dönemden döneme değişiklik gösterir. En önemli yorumcu 8. YY’dan Sankara’dır.
 Yaklaşık 3 ay önce online olarak Upanishad yorumları programı yapmaya karar verdim. Daha önce 2 kez Jnana Yoga programı açmıştım, bu da bir çeşit onların devamı gibi olacaktı. Böyle spesifik konulara pek de katılım olmayacağı önyargısıyla açtım programı, fakat katılım ve ilgi beni şaşırttı, önyargımı yıktı. Bu nedenle katılan bütün arkadaşlara teşekkür ediyorum. Türkiye’nin çeşitli illerinden ve İsveç, Suudi Arabistan, ABD, İrlanda başta olmak üzere yurtdışından katılımlarla 10 hafta boyunca 8 tane önemli metnin şifrelerini çözmeye çalıştık. Aslında 4’er buluşma planlamıştık, ama ek buluşmalar yapmadan da olmadı.
 Bu Pazar (31 Mayıs) 20.00’de üçüncü bölüme başlıyoruz. Bu bölümde Chandogya Upanishad gibi çok değerli bir Upanishad da yer alıyor.
 İki ay kadar sonra da yeni metinler gelecek. Özellikle Türkçesi olmayan metinler üzerinde çalışacağız. Upanishadlar’ı bir daha ne zaman açacağım soruluyor. Yaptığımız programların kayıtları var, bu nedenle tekrara düşmeye gerek yok. Belki birkaç yıl sonra yeniden Upanishadlar’ı diğer metinlerle karşılaştırmalı olarak ele alabiliriz.
4 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 5 years ago
Text
YOGA VE BİR TAKIM DENEYİMLER ÜZERİNE MEDİTATİF BİR EYLEM / Meltem Öztürk
“Virginia Woolf’un odası vardı. Proust’un kapalı pencereleri. Marguerite Duras’ın sessiz evi. Dylan Thomas’ın mütevazı kulübesi. Hepsi de kelimelerle dolacak bir boşluk peşinde.“ (Smith, 2017, s.101)
Öyleyse bizim de yoga matımız var.
 Yogayı yazmak.
 Deneyimleri yazmak için öncelikle deneyimi tanımlamak ve çeşitlerinin ayırdına varmak gerekir. TDK güncel sözlüğünde bu kelime “Bir kimsenin belli bir sürede veya hayat boyu edindiği bilgilerin tamamı” şeklinde yer alır. Bu tanım, sorunlu olsun veya olmasın, daha en başından bilgi olmadan edinilen deneyimlerin pek kıymeti olmadığını gösterir. Deneyimleri oluşturan bilgileri edinmenin de pek çok farklı yolu bulunur.
 Asananın ötesine geçmek
Fiziksel deneyimler diğerleriyle karşılaştırıldığında gözlemlemek bilakis daha kolay olduğundan sözcüklerle aktarımı da insanı pek zorlamaz. İnsan için, somut olanı ifade etmek soyutu anlatmaktan daha zahmetsizdir çünkü. İş, gözle görülür olmayan duygulardan veya sezgilerden bahsetmeye gelince zorlaşır. Duyularla algılanamayanın tarifi neden bu denli güçtür?
 “Yogik bilginin temelinde sezgi vardır ve bu da ölçülemezlik demektir. Yogiler gözlemler, deneyler ve uslamlamalarla yetinmeyip üzerine sezgilerini de koyarak günümüze kadar var olan mükemmel bir sistem oluşturmuşlardır. Spiritüel bilgi “dile gelemez olanı” deneyimlemektir. Bu deneyim dile geldiğinde pek de anlaşılamaz. Bireyseldir.” (Ercan, 2015 s.19)
Yani sözcüklerle ifade edemediğimiz deneyimlerdir ruhumuzu şekillendiren. Yogada matın üzerindeki deneyim de herkes için biriciktir, herkesin biricik olduğu gibi. Asanaları her yapışımızda farklı şeyler hissederiz. İç dünyamız sürekli bir değişim ve dönüşüm halindedir çünkü. Asanaların yoganın görünen kısmı olduğu da unutulmamalıdır. Önemli olan, o fiziksel yolculukta bile içimize dönerek her an yeniden özümüzle bağ kurup onu keşfetmektir.
 Önemli olan noktalardan biri de nerede olursak olalım, tek başınalığı deneyimleyebilmektir. Günümüzde birçok insanın yalnızca stüdyolarda yoga yaptığı düşünüldüğünde marifet o kalabalığın içinde dahi kendinle kalabilmektir. “Yoga aracısız psikanalitik bir yöntemdir. Asıl yoga pratiği tek başına yapılan yoga pratiğidir.” (Ercan, 2015 s.38) Ancak o zaman yaşanılan deneyim bedenin ötesine geçerek farklılaşır ve çoğalır.
 “Yoga dışa değil, içe dönüktür.”  (Ercan, 2015, s.25) diyen Ercan’ın özellikle Surya’dan Patanjali’ye Yoga 1 adlı kitabında bahsettiği gibi yogayı bedenimizi fiziksel olarak geliştirecek herhangi bir aktiviteye tercih etmemizin nedeni de bu olsa gerek. Fiziksel olanın ötesine geçmek, görünenin ardındakini deneyimlemek.
 Yolunu bulmak
“Kişi, kendisine güvenerek ve özgür iradesiyle kendi yolunu aramalı, bulmalıdır. Kendine güven bilgiyle gelir.” (Ercan, 2015, s.10) İnsanın görünmeyenden, bilinmeyenden korkması ve kaçması bilinen gerçekler. Dolayısıyla insanların yoganın asana basamağına takılıp kalması anlaşılır bir durumdur. Fakat yoga bir yolsa eğer ve kişinin gayesi bu yolda ilerlemek ise, asıl olay zihinsel, duygusal, spiritüel vs. deneyimin farkına varmaktır. Bu farkındalık tek başına yeterli değildir. Eyleme geçilmediği sürece yok olmasa da zihnin karanlık odalarına hapsolur. Amacım işlevsizliği kötülemek değil, harekete geçmeden sabitliğin tadını çıkarmanın imkansızlığını ifade etmek.
 Mühim olan noktalardan bir diğeri de insanın fiziksel olarak bir yere köklenmesinden ziyade o deneyimi zihninde, ruhunda yaşayabilmesidir. Kendi içinde köklenmeyi başaran insan, bu başarılacak bir şeyse şayet, nereye giderse gitsin tıpkı bir ağaç gibi dik ve sağlam bir şekilde yaşamaya devam edebilir. Fakat burada izah etmek istediğim sonsuz yol olasılığına karşın kişinin kendine uygun olanı bulup onda ilerlemesidir. İnsan bir bütün olarak aynı anda kaç farklı yerde yol alabilir ki? Hatha Yoga Pradipika’da da önerilen bu değil midir? “Tek bir yol izlemek.”  
 Sonsuz ihtimalleri barındıran, o belirlediği yolda kişi, istikrarla devam ettiği sürece, onu iç dünyasına ve oradan dışarıya götürecek muhtemel rotaları bulacaktır. Bilincin olabildiğince açık olduğu seyahatinde insan kendine ve yola dair detayları da gözlemleyerek birikim yapar. Deneyim birikimi, adeta bir rehber işlevi görür. Hem kendisi hem de o istikamette kesiştiği başkaları için.
 Benzerlikleri keşfetmek
Yoganın birçok disiplinle, bilimle, dinle ve kültürle benzerlikleri bulunduğu gibi yazma eylemi ile de ortak noktaları bulunur. İnsanın ruhundan izler taşıyan metinleri esas alırsak, yazmak oldukça meditatif bir eyleme dönüşür. Yoga yaparkenki akış, bu eylemin de belirleyici özelliklerindendir. Her ikisi de içten dışa doğru bir yolculuk ve sonsuz olasılığa açık. Canı oldukça sıkan ve acıtan kendini tanıma sürecini hem kolaylaştırıcı hem de kişiyi zorlayıcı muazzam araçlardır bunlar.
 Yoga ve yazmak; ikisi de bir çeşit yolculuktur öncesinde de belirttiğim gibi. “Yolculukta insan daha çok kendisi olur. Yolcuların birbirleriyle iyi anlaşmaları bundandır. İçinde bulundukları koşullar daha eşittir.” (Ercan, 2007, s.37) Buradan insanın kendini yoga yolunda ve yazarken daha iyi tanıyıp kabullenmeyi öğrendiği için empati yeteneğinin de gelişeceği öngörülebilir. Kendiyle anlaşamayanın diğerleriyle sağlıklı bir iletişim kurması da zaten pek mümkün değildir.
 Kişinin kendini ifade etme araçları olarak da karşımıza çıkar, yazı eylemi ve yoga. Kişi, deneyimlerini yahut sonuçlarını başkalarıyla paylaşmadığı sürece -zaten paylaşsa da durum değişmez, gidişatı etkiler- kişinin kendini kendine ifade etmesidir. İsteyen için bir deneyim aktarımında da kullanılabilir pek tabii. Ayrıca herkesin deneyimi her ne kadar kendine özgü olsa da, insanlar eski zamanlardan bu yana benzer şeyler yaşar, ortak duygulara ve düşüncelere sahiptirler. Bu yolla yoganın hep bahsi geçen birleştirici ve bütünleştirici gücü yazma eyleminde de karşımıza çıkar. Yazarak yahut yoga yaparak evrenle bir olma hali gerçekleşir.
 Kelimelerin gücü de yadsınamayacak bir başka ortaklıktır. Burada üzerinde durmak istediğimse, kişinin kendiyle iletişim kurarken kullandığı dildir. Kendine yazmak, insanın kendi için yazması yahut yoga pratiği sırasında yüksek farkındalıkla zihninde özüyle iletişim kurma çabası. Seçtiği ya da seçemediği sözcükler kişiye dair birçok ipucu verir.
 Ercan yazmanın bir çeşit terapi olabileceğinden söz eder Muson Şarkıları Bir Yoga Yolculuğu kitabının satırları arasında. Yoga Terapi denen bir şeyin varlığı olan günümüzde yine bu iki eylemin en azından zihinsel dengeyi bulma konusundaki araçsallık yönünden benzerliği aşikar değil midir?
 Yazma eylemi, başlangıçta boşluğu doldurmak gibi görünse de bir çeşit boşluk yaratmaktır aslında. Tıpkı yoganın içimizde boşluk yaratması gibi yazarak da bedeni ve zihni arındırmış oluruz. Açtığımız alanlar bize rahat ve özgür hareket alanları sağlar ya da durmak için geniş yerler yaratır.
 Bir yandan yoga ve yazma eylemi birer itkidir insan için. Kişiyi harekete geçiren, yola devam etme gücü veren. Smith, Adanmışlık adlı kitabında benzeri az bulunan yazılı bir eserin kişiyi harekete davet ettiğinden bahseder. Yoga da bize durmanın da tadını alabilmek için önce o yola çıkma cesaretini verir.
 İnsan, kendini tanıma aracı olarak ister yogayı ister yazıyı kullansın, zihin ve bedendeki daimi değişimin farkındalığıyla yol aldığı sürece uçsuz bucaksız evrenle buluşacak. Sonuçta aynı nehirde iki kez yıkanılmayacağından kendini tanıma, dolayısıyla ifade etme yolculuğu hiç bitmeyecek.
    Kaynaklar
 Ercan, B. (2015). Birinci Kitap: Surya’dan Patanjali’ye Yoga. İstanbul:Paloma
 Ercan, B. (2016). İkinci Kitap: Buda’dan Hatha Yoga’ya Yoga. İstanbul:Paloma
 Ercan, B. (2007). Muson Şarkıları Bir Yoga Yolculuğu. İstanbul:Paloma
 Smith, P. (2018) Adanmışlık (Çev. S. Ersavcı). İstanbul:Domingo (Orijinal yayın tarihi, 2017)
 Swatmarama (2017) Hatha Yoga Pradipika. (Çev. B. Ercan). İstanbul:Okyanus
5 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 5 years ago
Text
1937 Yılında Türkiye Basını ve Yoga ile İlgili Bir Makale / Bora Ercan
Eski dostum, merak ateşi hiç sönmeyen, aynı zamanda müthiş bir plak, dergi ve kitap arşivininin sahibi Murat Gültekin, Türkiye popüler kültür tarihinde yoga, spiritüalizm, hippilik gibi alternatif konularda denk geldiği kaynakları bana gönderir ve bu konuda bir yayın çıkarmam konusunda beni sıklıkla dürtüler. Açıkçası sadece ülkemizde değil dünyada da bu konular, özellikle 1970 sonları çok tartışmalıdır, bu tartışmaların için girmekten şimdilik uzak durmayı tercih ediyorum.
Tumblr media
Geçtiğimiz günlerde Murat yine altın değerinde birkaç belge gönderdi. Okudukça şaşırdım, heyecanlandım. Hastane sürecinde elimi kaldıramaz haldeydim, fakat yazıyı kafamda çatmış, o süreçte nöronlar arasında kaybolan sayısız dizenin akıbetine uğramasın diye de bazı kilit noktaları zihninim sacayaklarına mıhlamıştım.
Elimizde 10 Şubat 1937 tarihli İzmir’in, Ege Bölgesi’nin yerel gazetesi Yeni Asır var. Öncelikle gazeteyi genel olarak inceleyelim. Açıkçası bugünün herhangi bir gazetesini incelemekten çok daha öğretici, büyük emeklerle hazırlandığı belli olan yayında incelenecek çok malzeme var.
Gazete’nin başlığı ‘Suriye delegasyonu Sancak’ta Suriye bayrağının kabulünü istiyecek .. Hataylılar bunu kabul edemez.’
Seksen üç yıl öncesinden söz ediyoruz… Burada Sancak’tan kastı o dönem bir çeşit bağımsız bölge olan ve İskenderun Sancağı olarak bilinen Hatay. 1938’de kurulan Hatay Cumhuriyeti, 1939’da Türkiye’ye katılır.
İkinci dikkat çekici haberse yine bugün gazetelerde görsek kanıksadığımız, çok da önem vermediğimiz türden bir haber: ‘Devlet bakanları ve yeni müsteşarlar kimlerdir? En mühim vilayetlerin valileri arasında değişmeler olacaktır.’
Dünya meselelerine gelince… İkinci Dünya Savaşı öncesi olması nedeniyle oldukça hareketli bir dünya siyaseti gündemi gazeteye taşınmış, birazdan örneklerini vereceğiz, bununla birlikte günümüzde de bitmeyen İngiliz Kraliyet’inin meseleleri de haber olmuş: ‘Kral altıncı Jorj - St. James sarayında ilk kabul resmini yaptı.’ Yani tören düzenledi. Alt başlık Prenses Mary Vindsörü Simpsonia evlenmekten vazgeçirecek mi?’
Yeni harflere geçeli on yıl bile olmadığı için imla kuralları tam oturmamış, gerçi bugün de tam oturduğu söylenemez… yine de, bugün doğru düzgün yazılamayan -de, -da’lar ve soru ekleri neredeyse hatasız dizilmiş, yazılmış.  
Tumblr media
İkinci sayfamız ise biraz da şehir haberleriyle ilgili: ‘(İzmir) Fuar planı kabul edildi. Turizm köşesinin hazırlıklarına başlanmıştır.’
‘Fabrika ve değirmen açacaklar Hükümetten müsaade almadan işe başlayamazlar.’ Bugün değirmen açma ifadesi ne kadar da naif geliyor kulağa, değil mi?.
Gazetede görsel kullanımı o zamanın teknolojisinden dolayı olsa gerek çok az, yazılar ve kapsam ise doyurucu. Bir de göz önünde bulundurmamız gereken o dönemki okur yazar nüfusunun azlığı. Buna rağmen bugünden daha çok olmasa bile nitelikli eserler okunduğuna eminim.
Dünyadan kısa birkaç haber de bu sayfaya girmiş: ‘Tuğyanın Son bilançosu nedir? Vaşington: Tuğyanlardan ölen 415 kişinin 285 i Luisvillededir. Misissipi ve Ohyo nehirlerinin suları yavaş yavaş çekilmektedir. Mühendisler bentlerin dayanacağım söylüyorlar. Bir çok kimseler çamur tabakası altında olan evlerine dönmektedir.’ Bugün hemen hemen hiç kullanılmayan bir kelime ‘tuğyan’, taşkın anlamında. O dönemde kullanılıyormuş…
Bir başka heyecan verici haberse ‘Kutuplarda bir kara parçası bulundu: Oslo: Cenubi kutup denizlerinde dolaşan Thershavn isminde bir baline gemisinden bildirildiğine göre bu gemi ile birlikte araştırmalarda bulunan Norveçli tayyareci Vingge Videree 35 ve 40 derece şarki tul daireleri arasında yeni bir kara parçası keşfetmiştir. Norveç bayrağı tayyare ile bu arazinin üstüne atılmıştır.’ Cenup, güney, şark ise doğu demek ama buradaki tul kelimesi bugün artık yok, onun yerine boylam kullanılıyor. Henüz uçak sözcüğü bulunmamış.
Bir sonraki sayfanın önemli haberiyse ‘Türkiye - Felemenk müzakereleri bitti anlaşma imzalandı. Felemenk reisi Türkiye hakkında mükemmel kelimesi kafidir, dedi.’ Hah işte tam okumak istediğimiz haberler, senesi fark etmez… Felemenk ülkesini de tahmin ediyorsunuzdur… Bir de bugün bile Türkiye’nin hiç geçmeyen hep onaylanma ihtiyacı…
Birkaç gündür dünya çapındaki her türlü ideolojik tartışmaya, karşı çıkışa rağmen Troçki dizisini izliyorum, bu nedenle benim için bomba haber Troçki’nin Meksiko Radyosunda yapacağı konuşmasının o günkü gazetede haber olması. Haberde Frida ile Troçki’nin görseli kullanılmış, Meksiko zabıtasının hadise çıkmaması için önlem aldığından söz ediyor.
Asıl odak konumuz 4.sayfada: ‘Yogilerde irade hakimiyeti: Yüksek mertebede olan yogiler azaların topuna birden hakim olmaktadır’ başlığıyla. Yazı, üç bölümlük tefrikanın ikinci bölümü. En çarpıcı bölüm burası olduğu için burayı irdeliyoruz. Türk basınında yoga ve yogi kelimeleri ilk ne zaman kullanıldı sorusunun yanıtı, aksi gösterilene kadar bu yazı olmak durumunda. Gerçi daha önceki yıllarda sözlüklerde ve kitaplarda yoga kelimesine rastlıyoruz ancak modern Türkiye basınında ilk kez. Bununla birlikte, çok da eminim ki Cumhuriyet öncesi dönemde basında yoga ve yogilerle ilgili haberler yer aldı. Buna dayanağım, bazı Sanskrit hatha yoga metinlerinin Osmanlı Türkçesi’ne Arapça üzerinden çevrilmesi. Hatta çevirilen eserlerin Sanskrit metninin kayıp olduğunu söylersek elimizdekinin değerinin ne de çok artacaktır.
Konumuza dönelim. Makaleleri yazan döneminin entelektüellerinde 1887 Selanik doğumlu Dr. Abdi Muhtar (Bilginer). Yazıda hiç görsel kullanılmamış. İçerik ise insanı hayran bırakacak kadar doygun. Bugün hiçbir gazetede böyle bir yazıya denk gelemezsiniz. Yazar bu bilgileri nereden ve nasıl edinmiş, sindirmiş ve aktarmış hayranlık uyandırıcı. Tahminimiz, tıp eğitiminin bir bölümünü Fransa’da alan Abdi Bey’in dil (Fransızca) bilmesi, meraklılığı ve dünyaya açıklığı. Abdi Bey, Murat’tan öğrendiğim kadarıyla Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın da arkadaşı.
Yazıda yogaya dair genel geçer söylemlerin hiçbiri yok. Bununla birlikte, bir karın çalışması olan nauli’nin açıklanması şöyle: "Adalei mustakimei batın denilen bütün bu adele levhasını herhangi bir Yogi sağa ve sola doğru, bizim elimizi ağzımıza götürdüğümüz bir kolaylıkla getirebildiği görülmüştür. Bizim vücudumuzda bu adaleleri bu istikamete tahrik edecek bir kuruluşun mevcut olduğundan dünyada hiçbir hekimin ve hiçbir natüralistin haberi yoktur. Ve böyle bir hareketi izaha da bizce imkan yoktur. Bu böyle olmakla beraber bir yogi için adalelerine bu hareketi yaptırmak, bizim sümkürmekliğimiz kadar basit bir harekettir.’
Ayrıca makalede içsel arınma dediğimiz Kriyalardan söz edilmektedir: ‘Yogi'lerde yapılan tetkikatta bir yoginin midesini, barsaklarını istediği noktada ve canının arzu ettiği herhangi bir dakikada, canının çektiği herhangi bir tekilde hareket ettirdiği ve ettirebildiği bu tecrübelerle sarahaten tespit edilmiştir. Su dolu bir (legen) veya banyo içine mak'adını dayayan bir Yoginin, tamamen tahakküm ettiği muassarasına iradesile verdiği emme emrile suyu tamamen barsaklarına aldığı ve müşahitlerin arzu ettiği miktarı, beğendikleri ve arzu ettikleri noktaya kadar çektiği bu tecrübelerle tespit edilmiştir.’
Ve yorumlu çevirisini yaptığım 14. YY metni olan Pradipika’da da ayrıntılı olarak ifade edilen Oli mudralardan biri: ‘Mesane {Muassara) sına olan tahakkümlerini tecrübe için, verilen bir bardak suya kadiplerini sokmuşlar ve mesane muassarasına verdikleri iradi emirler sayesinde bütün suyu mesanelerine çekmişlerdir. Hiç bir alete muhtaç olmadan mesanelerini ve böbreklerini yıkamak onlar için gülmek kadar kolay ve basit birşey olduğu görülmüştür.’ Kadip, penis, demektir…
Biraz da pranayamadan söz edilmiş: ‘Bütün aza ve echizesini müthiş iradesiyle susturduktan sonra Yogi tecrübe için hazırlanan havasız sandığına gömülmüş ve on saat bili fasıla, bili teneffüs, orada tıbbi nezaret altında bulundurulmuştur. Tecrübeye hitam verileceği dakikada işlemek için muhtaç olduğu maddi enerjinin mutlak fıkdanına rağmen- nabızlar ve kalp en zengin bir enerji ile işliyormuş gibi dakikada 160 defa atıyorlardı.’
Görüldüğü üzere ne bir duruş adından söz edilmiş, ne de yoganın genel yararlarından…
Şimdilik yoga faslını burada bitiriyorum. Günün birinde yoga serisinin 3. Cildini yazarsam bu konulara daha ayrıntılı değinirim.  
Gazeteyi incelemeye kabaca da devam edelim. Zira yukarıdaki ifadelerin yer aldığı bir bütünü anlamanın önemli olduğuna inanıyorum. O yıllar İspanya İç Savaşı yılları, Gazete konuya geniş yer vermiş. Başlık: ‘Malaga şehri asilerin eline geçti. Milisler muntazamen çekildiler.’ Ayrıca Fransa ve İtalya’nın iç politikasıyla ilgili ayrıntılı haberler var.
Tumblr media
Gazetede diğer dünya ve memleket haberleri arasında magazin haberleri de yer alıyor. ‘Karşıyaka müzik severler sosyetesi: Karşıyaka kulübünde mevsimin dördüncü konserini verdi. Zengin bir programın vadettiği hakiki san'at havasına teşne bir halk kütlesi sosyetenin alaka sahasını genişletiğine şüphe bırakmayan bir çoklukla, salonu doldurmuştu. Uvertür olarak Mozart'ın " Eine Kleine Nachtmuzik " İni dinledik. .. Bu eserin aslı yaylı sazlar için olması icap ederken flüt ve piyanonun ilavesile daha dolgunlaşmıştı. Bütün muvmanları ile beraber dinlenmeği arzu ettiren bu eserin uvertüre alınmaması icabederdi. Scarpa'dan Şubertin deniz Am Meer., ve serenadını dinledik. Şarkı Şubert stilinde ve fakat enterpretansyonsuzdu. Orkestra burada iyi bir beraberlik temin edebildi.’ Ve konser eleştirisi ayrıntılarıyla devam ediyor. Bugün değil Karşıyaka memleketin hiçbir yerinde böyle konserler yok ya da çok çok sınırlı.  
Ve en eğlenceli yer olan reklamlar, ilanlardan seçmeler: ‘Remington yazı makinaları Büyük (Standard) ve küçük (portatif) yeni modelleri gelmiştir. Daima eşsiz faaliyetine şimdi de Eşsiz güzellik ilave edilmiştir. Sağlamlığı ve malzeme mukavemeti sebebile bütün dünya halkı tarafından tercih edilmektedir.’
‘IZMIRDE (Nasırdan) şikayet ayıptır Eczacı Kemal Aktaşın ( Nasırol Kemal ) diye bir Nasır ilacı vardır ( Hilal Eczanesi ) 30 kuruştur.’
‘Ferit Eczacıbaşının Mütekamil eserlerinde Ferit diş macunu suyu, tozunu kullanmakla inci gibi dişlere, sağlam, pembe diş etlerine sahip olursunuz. 15 kuruştur.’
‘Paris fakültesinden diplomalı diş tabipleri Muzaffer Eroğul, Kemal Çetindağ Hastalarını her sabah saat dokuzdan başlayarak Beyler - Numanzade S. 21 numralı muayenehanelerinde kabul ederler. Telefon: 3921. Cuma ve salı 8’den 10’ a kadar memleket hastanesinde.’
Tumblr media
Sonuç olarak gördüğüm, o yıllarda basında her bir haber özenle hazırlanmış. Bugün hiçbir haber özenle hazırlanmıyor. Çok sayıda televizyon programına katıldım, çoğu da canlı yayındı. Konu yogaydı. Program yapımcılarının yoga hakkında bilgileri sadece genelgeçer görsellerden ve kulaktan dolma bilgilerden oluşuyordu. Herkes elbette yogayı ya da x konuyu bilmek durumunda değil ancak program yapıyorsan bir zahmet az buçuk da olsa öğren. Uzatmayayım. Kısacası, o dönem Dr. Abdi Muhtar’ın yazdığı yazı ve buna benzer yazılar Modern Türkiye’ye yoganın derin uygulamalarıyla olumlu, biraz da doğaüstü bir şekilde girdiğini gösteriyor. Yogada duruşların günümüzde bu denli abartılması, önplanda olması çağın görsel bir dönem olmasıyla ilgili. Görsel dönem ise geçicilik, yüzeyselliktir. Bu yüzeysellik sonucunda yoganın derinliğine yeniden dönmenin değeri bir süre sonra ortaya çıkacaktır.    
7 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 5 years ago
Text
Sufizm, Animizm ve Ekoloji Açısından Nazım Hikmet Şiirinin Az Bilinen Yönleri / Bora Ercan
Dünya şiirinin önemli isimlerinden Nazım Hikmet Ran ülkemizin yakın tarihinde ve kültür yaşamında önemli bir yeri olan geniş, aristokrat bir aileden gelir. 1900’lerin başında Selanik’te başlayan ‘delidolu’ yaşamı 1963’te Moskova’da sona ermiştir. Nazım, şüphesiz ki, hala daha dünyada en çok tanınan Türk şairidir; öte yandan, döneminde de dünyayı en iyi tanıyan şairimizdir.  
Tumblr media
Her bireyin yaşam evreleri vardır. 20 yaşındaki bir insanın düşünce evreniyle, yaşamdan beklentisiyle, yargılarıyla, kaygılarıyla 60 yaşındaki bir insanınki doğal olarak farklıdır. Hint düşüncesinde buna chaturashrama (dört evre) denir, paganlar ise bu evreleri yaşamdaki ilkbahar, yaz, sonbahar, kış olarak tanımlar. Bu evreler şairler için de geçerlidir. Şairlerin dilleri, dünyaya bakışları değişir, bu da onların şiirlerine doğrudan yansır.
 Nazım Hikmet, annesiyle babasının ayrılmasından sonra bir süre dedesinin yanında kalır. Osmanlı’nın son Selanik valisi olan dedesi Mehmet Nazım Paşa bir dönem Konya valiliği de yapmıştır. Nazım Paşa çoğunlukla aruz vezninde şiirler yazan saygın Mevlevi bir şairdir. Bir şiirinin son dörtlüğü buraya alalım:
 Dergah-i pir'e yüz süren ehl-i safa görür,
Sermest-i aşk bir sürü hali aşina görür,
her hecrde bir aşık-ı safvet-nüma görür,
Biz dehr-i duna yüf okuyan Mevleviler'iz.
 Günümüz Türkçesiyle açıklarsak: Şeyhin dergahına yüz süren (saygı, sevgi gösteren) huzurun, saflığın varlığına sahip olur. Aşk sarhoşu (ser, baş demek; mest ise mest olmak) her duruma alışkındır. Her sayıklamada ona görünen temizliktir. Bizler aşağılık dünyayı sevmeyen Mevlevileriz.
 Tasavvuf, sufilik bir tür bhakti yogadır. Temel ritüeli müzik, şiir ve danstır. Vedalardan (Eski Hint metinleri) biri olan Samaveda, şarkı (ilahi) bilgisi anlamındadır (Saman, Sanskrit şarkı demektir, Sama ise Arapçada müzik demek.) Mevlevilerin Sema ayini, az önce söylediğim gibi bir bhakti yoga uygulamasıdır.
 Anadolu’da başta Bektaşiler ve Mevleviler olmak üzere diğer tarikatların da tekke edebiyatları çok zengindir. Ne yazık ki, bu edebiyat günümüzde sadece tarihsel bir değerdedir.
 Şairimiz Nazım Hikmet’in ilkgençlik dönemi olan 1910’lu yıllar bir yandan büyük bir imparatorluğun 1820’lerden itibaren parçalanma, diğer bir yandan da Birinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Nazım’ın bu yıllarda yazdığı şiirlerde vatanseverlik, milliyetçilik gibi duygular önplandadır. ‘Gel ey imanlı gençlik, gel ey beklenen gençlik! / Gel ki Anadolu’da senin bükülmez, çelik / imanına, azmine ümit bağlayanlar var.’ Şiiri buna bir örnektir.
 Dedesinin sufi sohbetlerinden ve şiirlerinden etkilendiğini bütün bir Nazım Hikmet şiirindeki ses ve ritm olgusundan anlayabiliyoruz. Şiir formunu, tekniğini kısacası altyapıyı bu çok iyi bir şekilde kurmuş olan Nazım daha sonra bu bilgilerini, yeteneğini dünya şiiri formları, coşkun kişiliği ve felsefi düşünceleriyle harmanladığında ortaya büyük bir külliyat çıkmıştır.  
 Aşağıdaki şiir de Nazım’ın Konya’da bir dergide yayımlandığında ilk başta dedesinin yazdığı sanılan dizeleri… Arkadaşları tarafından tebrik edildiğinde, dedesi bu şiirin hece vezniyle yazıldığını, kendisinin yazmadığını söyler, Nazım da şiiri hafızadan okuyarak kendisinin yazdığını itiraf eder.
 Sararken alnımı yokluğun tacı Silindi gönülden neşeyle acı Kalbe muhabbette buldum ilacı Ben de müridinim işte Mevlana
Edebe set çeken zulmeti deldim Aşkı içten duydum, arşa yükseldim Kalpten temizlendim, huzura geldim Ben de müridinim işte Mevlana
 Nazım, yakın dostu Vala Nurettin’le Ankara’ya giderken İnebolu’da karşılaştıkları Spartakistlerden çok etkilenir. Bu etkilenmeyle Ekim Devrimi sonrası Moskova’sına gider, orada eğitim alır. Yeni bir dil öğrenmek, bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir kültürde yaşamak onun düşünce sistemini de değiştirecektir.
 Türkiye’ye döndükten sonra yaşamının büyük bir kısmını hakkındaki siyasi suçlamalarla ve hazırlanan komplolarla hapishanede geçirmek zorunda kalır. Hapishanede edebiyatımıza büyük eserler katar.
 O döneme dek alışık olunmayan rubai formunda diyalektik materyalist şiirler Türk edebiyatına ilk kez Nazım’la girer. Bu noktada Mevlana ile bir hesaplaşma da söz konusu olacaktır:
 Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ  filân değil, uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illetî-ûlâ filân değil. Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi : «Suret hemi zıllest...» filân diye başlayan değil...
 Buradaki anahtar ifade ‘suret hemi zıllest’tir. Bu ifade, bir yanıyla Platon’un mağara alegorisine bir yanıyla da Hint felsefesinin Maya perdesine işaret eder. Görünen her şey surettir…
 İlleti ula, ilk neden, ‘arche’ demektir, heyula da burada kanımca iki anlamda kullanılır, biri korkunç hayal bir de yine maddenin ilk hali, bir tür ilk neden. Burada İslam felsefesi ile Aristoteles ve Antik Yunan Felsefesi arasında bir bağa gönderme vardır. Bir de burada Nazım’ın sufi terimlerle Mevlana’ya karşı gelmesi de dikkat çekicidir.
 Nazım aynı zamanda, o devir için insana çok yabancı olabilecek konuları da şiirine taşır.
Beni en çok etkileyen rubailerinden biri:
 Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız hep hısım akrabayız. Ve ey güneş gözlü sevgilim, ‘Cotigo, ergo sum’ değil bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz...
 Bugünkü bilimsel verilerle bakıldığında atomaltı parçacıklarıyla, evet, hepimiz akrabayız ve her şey de birbirine bağlı. Haşmetli aile denense ekosistemden başka bir şey değil. Descartes’in ünlü sözü düşünüyorum öyleyse varım’ı ailenin bir bireyi olarak ortaya koyar şair ve kanaryasına şunları söyler:
 Aramızda sadece bir derece farkı var, işte böyle kanaryam, sen kanatları olan, düşünemeyen kuşsun, ben elleri olan, düşünebilen adam...
 Aşağıdaki rubainin de atomist felsefeyle yazıldığını söyleyebiliriz. Nazım her ne kadar Mevlana’ya ve birçok inanç sistemine reddiye içeren şiirler yazsa da bu şiirleri panteist ya da animist bir gözle okumanın da mümkün olduğunu düşünüyorum. Şiirde geçen yuğrum kelimesi bugün pek bilinmez, teknede yoğrulan hamur anlamındadır. Yani yoğurulmalı farklıdır ama hamur, yani bir tür ‘arche’ aynıdır.
 Ne nurdan               ne çamurdan, sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan...
 Nazım döneminin dünya sorunlarından uzak bir şair değildir, tam tersi, yine bugünkü iklim krizlerini 1950’lerde fark etmeye başlamış ve şiirlerine konu edinmiştir.
 Umut adlı şiirinin bir bölümü şöyle:
 işler atom reaktörleri işler yapma aylar geçer güneş doğarken ve güneş doğarken ölür bir çocuk ölür bir japon çocuğu hiroşima'da on iki yaşında ve numaralı ve ne boğmacadan ne menenjitten ölür bin dokuzyüz elli sekiz de ölür bir japon çocuğu hiroşima'da dokuzyüz kırkbeş’te doğduğu için
  ve
 STRONSİUM 90
 Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.
 Stronsium 90 yağıyormuş
                        ota, süte, ete,
                        umuda, hürriyete,
                        kapısını çaldığımız büyük hasrete.
 Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.
 Sonuç olarak,
 Şairler geleceği görürler, duyarlar, sezerler. Düşündüklerini yaşamakta, kağıda aktarmakta cesurdurlar. Kurşuna dizilen Lorca, sürgünde yaşayan Neruda… Nazım da döneminin büyük şairleriyle benzer kaderi paylaşmıştır. Türk şiirine, her ne yazarsa yazsın çok şeyler katmıştır. Şairlere ideolojik anlamlar yüklemek şiirlerine gölge düşürür, her ne kadar şairler bunu kendileri yapsa da bakışımda öncelik onların iyi bir şair olup olmamasındadır. Nazım ideolojisinden dolayı değil şiirlerinden dolayı bir dünya şairidir.
9 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 6 years ago
Text
Cemal Süreya’nın Mahasamadhisi / Bora Ercan
Türkçe’nin kendine özgü dilini kurabilmiş büyük bir şairidir Cemal Süreya. Bu yazıda, Cemal Süreya şiirine pek de bakılmamış bir açıdan bakmaya çalışacağım. Bu açı, şairin bilgeliği üzerinedir. Aslında bu (ruhani) bilgelik hali sadece Süreya’ya ait değil bütün büyük şairler için de geçerlidir. Şairlerin gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemi şiirlerine bu açıdan bakılabilir.
Tumblr media
Bununla birlikte, yazarı bilinsin ya da bilinmesin bütün eski yazıtların, destansı metinlerin birer şiir olduğunu söyleyebiliriz. Gılgamış Destanı, Vedalar, Bhagavadgita, Odyssea birer şiirdir. Bu metinleri yazanlar birer şair ve bilgedirler.  
Cemal Süreya’ya, bundan sonra imzasındaki gibi sadece Süreya dememde umarım bu sakınca yoktur. Süreya’nın, döneminin birçok şairi gibi ideolojik olarak sol / sosyalist düşüncede olduğunu, bu durum ‘Doğu Öğretileri’yle ilgilenmeye engel olmasa bile, belki de kaynak azlığından ve anlaşılabilir önyargılardan dolayı, şairin bu öğretilere pek de yakın olmadığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte, şiirlerinin bir çoğunda, bir Zen şiir formu olan Haiku’ya biçimsel değil, ama içerik olarak olarak yakınlık da söz konusudur. Örneğin, Yeni Yaprak Dergisi’nin Ocak 1989 sayısında yayımlanan ‘kısa’ adlı şiiri, 5-7-5 haiku hece formatında olmasında tam bir haiku tadındadır.
Hayat kısa, Kuşlar uçuyor.
Süreya 1931 doğumludur. Bu şiiri yayımladığı yaşı, günümüz için çok da ileri bir yaş değildir. Bununla birlikte, bu şiirin yayımlanmasından bir yıl sonra yaşamını yitirmesi başka türlü düşünmemizi sağlayabilir. Bu, nasıl olur bilinmez elbette, ancak şair bir şeyler hissetmektedir, bu açıktır.[1] Bir yanda uçarılık bir yanda hayatın kısalığının farkındalığı…
Süreya, acının ne olduğunu bilir. Küçük yaşta yurdundan sürgün edilen şairde bu izlek her dizede neredeyse derinden fark edilir. İnsanın kendisinin ölümü pek de gerçek bir şey değildir. Bunu, Epikür ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum, diyerek çok da güzel açıklamıştır. Ölüm yaşayanlar için vardır ve bu da başkalarının ölümüdür. En zorlusu da evlat, kardeş, eş, anne, baba ölümüdür. Türkçe’nin en çarpıcı şiirlerinden birinde bu konu şairde şu şekilde dile gelmiştir:
Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?[2]
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
 Bu şiiri, İslami ritüelller gereği babasının cansız bedenine su ve sabun dökmek durumunda kalan erkekler çocuklar daha iyi anlayacaktır. (Elbette bunun anne / kadın durumu da benzerdir, ama bilemiyorum işte…)
Şairin Ölüm adlı şiiriyse şöyledir:
Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.[3]
 Günümüzde, özellikle sosyal medyayla dünyada popüler olan ağacın gövdesine sarılma eylemini şair yıllar önce öngörmüş. Ağaç; köklenme, güven, dinginlik, bilgelik ve uzun ömürle (normal şartlar altında) ilişkilendirilebilir. Şair, ölüme karşı bir ağaca sığınmaktadır.
‘Düşüncesi değil kendisi’ başlıklı şiirinde bir dörtlük şairin Doğu’daki ölüm hakkındaki düşüncelerinin ifadesidir:
‘Ölüm güney yarımkürede Çok sığ ve sonsuz geniş Bir ırmaktır Ganj da derler ona’[4]
Süreya’nın Hint ellerine gittiğini sanmıyorum. Ganj halkındaki bilgisi, yanılmıyorsam kulaktan dolma, galiba Ara Güler’in fotolarından, anlatılarından… Ganj, güney yarımkürede değil tabii ama bu bir şiir, şiirin kendi gerçekliği vardır, mantıkla düşünürsek çok da haz alamayız şiirden. Ganj ve Hint altkıtasındaki birçok akarsu kutsaldır. Doğuda ölüm daha çok geçiştir. Bu geçişkenliği de yakma törenleri ve küllerin Ganj’a atılması bütünler. Sadece ölü yakma değil bütün bir yıl boyunca Hindular için önemli bir hac yeridir Ganj. Her gündoğumu ve batımı ateşler dualarla suya bırakılır, o suya girilir, arınılır.  Su aynı zamanda anne’dir. Ganj da anne olarak anılır. Süreya’nın annesini yedi yaşında kaybettiğini burada belirtelim.
Aralık 1989’da geldiğimizde Yeni Yaprak’ta yayımladığı şiir şöyledir:
Ölüm mü, Bir gölün dibinde durgun uykudasın. Denizler? Tanrılar karıştırır durur denizleri..
Burada iki kavram ön plandadır: Ölüm ve Tanrı.
Göl daha çok durgunluktur. Belki de güvenli bir yuva. Uyku ise şüphesiz ölümle bağlantılıdır. Tanrılar ise denizleri karıştırırlar, denizler daha güvensizdir, bu yaşamın devingenliğini işaret eder. Burada, ayrıca, yine az önceki su ve anne imgesi belirebilir. Belki de içten içe bir reenkarnasyon düşüncesi…
Maha, Sanskrit dilinde büyük demektir. Samadhi ise birçok anlama gelmekle birlikte mükemmel zihin, zihnin zirvesi, zihnin son mükemmel halidir. Birçok Samadhi aşaması vardır. Mahasamadhi ölüm aşaması ve ölümdür. Bilgeler öleceklerini anlarlar, çoğu da meditasyon halinde geçiş yapar.
Süreya’yı 59 yaşında, Ocak 1990’da kaybettik. Yaşasaydı daha ne şiirler yazacaktı. Olsun biz eldekilerin değerini bilelim ve olur olmaz yerde, facebook’ta mesela, kaynak göstermeden şiirleri paylaşıp, deforme etmeyelim. Şair’e saygı, bilgeye ve bilgiye saygı lütfen.
Gelelim bilgemizin son şiirine. Bu şiir o dönem için ülke çapındaki bir şiir dergisi olan Yeni Yaprak’ta yayımlandı. Bu satırları yazan kişinin de ilk şiiri o dergideydi. Bu nedenle, Süreya için her ocak ayında kendimce bir şiir ritüeli yaparım. Kimse bilmez bunu. Bu yazıyla, bu yıl otuzuncu yılda başka bir borç ödendi sanki. Aşağıdaki şiirde bakın şair nasıl hesaplaşıyor Tanrı’yla ve gönlü rahat, huzur içinde, zaten rakı masalarında da hep hesabı fazlasıyla ödermiş. Böylece yazıyı sözünü ettiğim yayımlandığı son şiirle bitiriyor, bundan sonrasını size bırakıyorum:
Üstü Kalsın
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
 Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir
Üstü kalsın
                   [1] Burada şairin o çok sözü edilen ailevi, özel sorunlarına hiç girmek istemiyorum.
[2] Sevda Sözleri, S. 26.
[3] Sevda sözleri S. 183.
[4] Sevda Sözleri, S.230.
7 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 6 years ago
Text
II. İstanbul Zihin Günleri Hakkında / Bora Ercan
Platon’un akademisinin girişinde yer alan ‘geometri bilmeyen giremez’ yazısını hepimiz biliriz. Platon felsefe akademisine bir başka deyişle bakmayı bilmeyen, ölçemeyen, değerlendiremeyen giremez demeye çalışıyordu. Biz de diyoruz ki zihin kapılarınızı biraz aralayın ve zihin günlerine katılın o kapılar sonuna kadar açılacaktır.
Tumblr media
Bir buluşma; çok farklı ilgi alanlarından, mesleklerden, işlerden insanların öğrenme, paylaşma, normalde ulaşılması pek de kolay olmayan etkinlikleri ortaya koyabilme ve katılarak deneyimleyebilme buluşması.
 Günümüz artık farklı disiplinlerin birbiriyle karışması, ortak kimya oluşturmasının yaygın olduğu bir dönem. Bu açıdan bakıldığında mimarlık tiyatrodan; fizik de şiirden; yoga da müzikten bağımsız olarak düşünülemez. Birlikte ele alındığında ise zihin dünyamız zenginleşir.
 Bu yıl biraz daha deneyimliyiz. İstanbul Kent Üniversitesi Yaşam Boyu Eğitim Merkezi’yle birlikte düzenliyoruz. Katılımcılar, birer katılım sertifikası da alacaklar.
 İlk günü ücretsiz yapıyoruz. Açılış günü konferansımız Prof. Mehmet Zihni Sungur’dan, açılış konserimiz ise gitarı ve besteleriyle İdil Meşe’yle.
 Açılış günü yoga ve meditasyon derslerimiz, hocalarımız Ürün Kurtiç, Sinem Topçu, Çağla Güngör, Beyza Dağlı, Mehtap Meral ve Özlem Pala tarafından verilecek.
 7 Aralık’ta seminerlerimiz usta mimar Nevzat Sayın’ın konuşmasıyla başlıyor. Aycan Saroğlu’yla Bilinçdışının Kapıları, Sanem Önder’le Metta Meditasyonu ve Sine Özsoy’la Iyengar Yoga atölye salonlarında olacak.
 Bir sonraki seminerimiz mutfaksever dostumuz Zehra Koç Pekşen’le Damak Tadının Tarihöncesi hakkında. Özlem Ataman’la Kundalini Yoga ve Ülkü Akgün’le Nefes çalışması atölye salonlarında.
 Öğleden sonraki seminerimiz deneyimli gezgin Nazan Aşkalli’nin yolculuk zihninin sırlarını paylaşması üzerine. Atölyelerde şair ve yazar Pelin Özer bir Haiku yazım / yaratım atölyesiyle bizimle olacak. Nilüfer Eyiişleyen’in Om Mantrası Meditasyonu ve Hale Kamar’ın Hatha Yogası diğer atölyelerimiz.
 Değerli edebiyatçımız Mehmet Coral bize yaşadığımız şehrin derin geçmişini anlatacak. Atölyelerde ise Uma Chonyi’nin Yürek ve Zihin ile Senem Bayraktar’ın Hatha Yogası var.
 Son oturumda Prof. Dr. Sinan Özbek bize Din Felsefi hakkında bilgi veriyor olacak. Son atölyelerde ise Beyza Abacı ile qigong, sinema yönetmeni Orhan Eskiköy film çekmenin ayrıntılarına değiniyor ve müzisyen dostlarımız Andrea ile Apostolos bizi birlikte doğaçlama müzik yapmaya davet ediyor.
 Son gün Prof. Dr. Gediz Akdeniz, bize kuantumun ve kaosun gizleri açıklıyor. Atölyelerde ise Oya Akın ile Marilena çok dilli tiyatro oyunları atölyesi yapacak. Özge Serdar ile Ashtanga ve Beyza Abacı ile Tai Chi ise diğer salonlarımızda.
 Bir sonraki oturumda Gazeteci-Yazar Büşra Sanay ilgi gören araştırması ‘Kardeşini Doğurmak’ı anlatıyor. Firuze Ayvazoğlu’yla Hatha Yoga ve Burçin Çakır’la Vinyasa diğer salonlarımızda.
 Öğle arasından sonra Göksun Yazıcı bedene modern felsefenin penceresinden bakıyor. Atölyelerde yazar Leyla Çapan kısa öykü yazım atölyesinde. Derya Dağlı’yla Vinyasa ve Ülkü Akgün’le Nefes Meditasyonları diğer salonlarda.
 Dr. Ahmet Coşkun bizi edebiyat ve toplumsal psikolojinin kesişimlerini anlatıyor. Ardından Doç. Ahmet Altınel müziğin zihin dünyasının bilgilerini bizimle paylaşıyor. Özlem Var’la Mandala Meditasyonları, Syten Yetimoğlu’yla Yin Yoga, İrem Greenfield ile Kundalini Meditasyonları, Bülent Saraçoğlu’yla Hatha Yoga ve Gürkan Pirgalip ile Vinyasa programın son atölyeleri.
 Bu yıl çevre krizi forumuyla programı tamamlıyoruz. Mustafa Alper Ülgen ile Ayşen Eren bizi yeryuvamızın bugünü ve olası yarını hakkında bilgilendirecek.  
 Katılım için lütfen www.zihingunleri.com’dan başvurunuzu yapınız ve atölyelere yerlerinizi ayırtınız.
1 note · View note
hariomyogamerkezi · 6 years ago
Text
Meditasyonda Uzmanlaşma Programı Nedir? / Bora Ercan
Her ne kadar, genel anlamda, yoganın nihai amacı meditasyon olsa da kavram olarak meditasyon, çok kapsamlı olarak ele alınabilir, uygulanabilir. Klasik bir benzetmeyle birbirinden farklı kristallerden oluşmuş bir avizedir meditasyon, her yöne başka bir ışık saçar, siz nerden bakarsanız, ışığı o şekilde görürsünüz.
Yıllar içinde birikmiş binlerce meditasyon tekniğinden söz edilebilir. Bu çeşitlilik sizi korkutmasın, aksine cesaretlendirsin çünkü bütün bu farklı tekniklerin sonucu aynı yere varır.
 Meditasyonu teorik olarak bilmek, meditasyon uygulamaları için önkoşuldur. Aksi takdirde insanın kendi zihninin karanlık dehlizlerinde kaybolması çok kolaydır. Kişi, meditasyonun ne olduğunu tekrar tekrar anımsamalı ve bu da kişinin eksenini belirlemesinde yardımcı olmalıdır.
 Meditasyonda Uzmanlık Programını (MUP) bu yıl üçüncü kez düzenliyoruz. İlk yıl profesyonel yoga eğitmenlerinin dikkatini çekmişti bu program. Onlarla birlikte, sadece bireysel uygulama için katılan arkadaşlarımız da vardı. Programın uzun, esasen kişisel uygulamalara dayalı ve çok yönlü olması katılımcılarda ciddi bir dönüşüm yaratmıştı. Sadece yoga uygulamalarına bakış değil kişinin hayata, başkalarına ve kendine bakışı da derinden etkilenmişti. İkinci yıl aramıza İzmir, Kıbrıs ve Trabzon katıldı. Bir önceki yılı bitiren, zaten profesyonel olarak da yoga eğitmenliği yapan arkadaşlarımızla paralel bir program yürüttük.
 MUP klasik bir program değil. Programın ilk ayağı video dersler. Videolara her zaman her yerden erişilebilir ve bunlar defalarca izlenebilir. İkinci ayağı İstanbul, İzmir, Kıbrıs, Trabzon, bu yıl için Kuşadası ve Mersin’de gerçekleşecek grup oturumlarına katılmak. Üçüncü ayak ise herkesin bir arada olduğu inziva süreci.
 Bu süreçler tamamlandığında MUP da tamamlanıyor mu? Hayır. Hayatınızın sonuna kadar video erişiminiz var, hocalarınızla bağlantınız hiç kesilmiyor. Her zaman her türlü soruyu sorabileceğiniz sadece hocalarınız değil çalışma arkadaşlarınız da var.
 Bu program size Yoga, Upanishad ve Tantra meditasyonları başta olmak üzere Kundalini, Zen ve Tibet Budizmi tekniklerini İrem, Uma, Bora, Sara, Tenzin, Özlem, Nesrin, Yeşim, Güldem gibi yıllarını meditasyona adamış uzmanlarla kapsamlı olarak öğrenme ve uygulama fırsatı verecektir.  
3 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 6 years ago
Text
Modern Yoga, Bikram vs… / Bora Ercan
Claude Levi-Strauss ve Ferdinand Saussure’un yapısalcılığı, Karl Marks’ın tarih anlayışı ve Fernand Braudel’in Anneles okulu Yoga tarihi incelemelerimin sacayaklarıydı. Birinci cildi yazarken toplamı üç kitap olarak tasarlamıştım. İlk iki cilt oldukça ilgi gördü. Yoga 1, beşinci, Yoga 2, ikinci basımda. Bu kitapların içinden doğan Pradipika da yakında dördüncü basımda.
Tumblr media
Her ne kadar üçüncü cildin bir kısmını yazmış olsam da bir türlü bitirmek ve yayımlamak içimden gelmiyor. Bunun nedenlerinden biri 20. Yüzyıl felsefesini ve dolayısıyla yogasını incelerken artık yapısalcılığı değil yapısökümcülüğü, bunu yaparken de postmodernin sınırlarına girme zorunluluğum. Öte yandan, günümüzün tarihinin netameli, Türkiye örneğinin bile çokça tartışmaya açık olması. Bu nedenlerle son kitap uzak bir zamana ertelendi.
 Bununla birlikte, modern tarih hakkında çok iyi belgeseller var. Who Owns Yoga, Yogananda, Wild Wild Country, Thread of Yoga ilk anda aklıma gelenler. Bunlara geçtiğimiz günlerde Bikram belgeseli de eklendi.
 Dünya çapında 600 şubeye ulaşan, 10 bin USD’lik TTC’ler düzenleyen bu becerikli Hintli’nin yoga tarzı birçok insana iyi geliyordu, denediğimde bu da bir renk demiştim, üstünde fazla da durmamıştım. Ben basit şeyleri severim, öyle ortamı 44 dereceye getir gibi şeyler beni aşar…  Bir de böylesi bir bütçe de kafa karıştırmaya yeterdi.
 İşin ekonomi ve polisiye taraflarına girmek işim değil. Bikram son 3-4 yıldır ABD’ye giremiyor. Hakkında açılmış taciz suçlamaları var, çalışmalarını farklı ülkelerde düzenliyor. Bir tür güç zehirlenmesi de denebilir bu duruma. Geçelim.
 Burada her zamanki sorum devrede: Bikram’ın hocası kim? Bishnu Ghosh adlı Kalkütalı bir hathayogi, yoga terapist ve vücut geliştirmeci. Bikram’ın patentini almaya çalıştığı 26 asanalık serinin Ghosh tarafından oluşturulduğu iddiası var. Aslında tabii Ghosh’un da bir hocası var, onun da bir hocası… her ne kadar Ghosh kendi okuluna beden eğitimi okulu dese de. Yani anladığım kadarıyla Ghosh’un herhangi bir ruhaniliğinin olmaması…
 İşin ilginç, benim için şaşırtıcı yanı Ghosh meğerse Yogananda’nın kardeşiymiş. Yogananda ne kadar ruhaniyse Ghosh da o kadar dünyevi. Yogananda ne kadar güzel bakışlıysa neyse Ghosh da güzel bakışlı, hınzır olan Bikram…
10 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 6 years ago
Text
Sekiz Basamaklı Yoga ve Dönüşüme Olan Etkisi / Sepehr Roshanshomal
Yogaşçittavrittinirodhah.
Zihin alanındaki oynaşmaların durdurulması Yoga’dır.”[1]
Patancali’nin Yogasutra’sının Korhan Kaya tarafından Türkçeye tercüme edilmiş metinde önemli bir not düşürülmüş:
“Çittayı “zihin alanı” diye: “değişiklikler, hareketlilikler” anlamına gelen vritti sözcüğünü ise “oynaşmalar” diye çevirmeyi uygun görmekteyim. Çünkü aklımız sürekli ve hiç bitmeyen düşüncelerin adeta oynaştığı, cirit attığı bir alandır. Yoga buna bir son vermektir.(Şunu da söylemek gerekir ki, vritti sözcüğünün türemiş olduğu vrit fiili en başta “dönmek, yuvarlanmak” anlamına gelir.) ”[2]
Buna istinaden, Yoga’yı zihin alanını kısır döngülerden arınmak olarak anlayabiliriz.
Ashtanga Yoga (Sekiz Basamaklı Yoga)
“Yoga uzuvlarının uygulamalarıyla kirlilikler kaybolur, tefrik edici bir algıya götüren bilgelik ışığı gelmeye başlar”[3]
Burada Ashtanga Yoga yani sekiz basamaklı (sekiz uzuvlu) yogadan bahsediliyor.  Bu sekiz uzuv sıra ile Yama, Niyama, Asana, Pranayama, Pratyahara, Dharana, Dhyana ve Samadhi olararak adlandırılıyor Patancali’nin Yogasutra’sında. Açıklandığı gibi bir dönüşüm aracıdır Ashtanga Yoga’nın uzuvları. Bahsedilen dönüşüm kirliliklerin kaybolması ve tefrik edici bir algıya götüren bilgelik ışığı gelmeye başlamasıdır. İlk bir şeyler gider ve takibinde bir şeyler gelir dönüşümde. Kirlilikler kaybolur boşluk oluşur ve takibinde tefrik edici bir algıya götüren bilgelik ışığı gelmeye başlar. Boşluk oluşturmak ön koşuldur yeniliklerin gelmesi için.
Yamalar sırasıyla Ahimsa (Şiddetsizlik), Satya (Doğruluk), Asteya (Çalmama), Brahmaçarya (Ölçülülük), Aparigraha (Haris olmamak) olarak belirtiliyor. İlgi çeken konu bu ki, beş Yama üç yapmamak ve iki yapmaktan ibarettir. Ahimsa, Asteya ve Aparigraha perhiz (yapmamak), ve Satya ve Brahmacharya yapmaktır. Bir boşluk yaratıp o boşluk oluşunca bir eyleme hazırlık oluşur. Mesela Ahimsa, Satya için bir ön koşuldur.
Niyamalar Şauça (Saflaşma), Samtosha (Kanaatkarlık), Tapahs (Riyazet), Svadhyaya (Kendini tanıma), Işvara Pranidhana (Işvaraya teslim olmak) olarak belirlenmiş.
“… Kötü düşünceler rahatsız ettiğinde onların aksine olanlar gelştirilmelidir.
… Şiddet ve benzeri gibi yapılmış, yaptırılmış veya onaylanmış kötü düşünceler; açgözlülük, öfke veya tutku yüzünden olsun; hafif, orta veya şiddetli olsun, cehalete dayanır ve meyvesi sonsuz acı olur; bunu düşünmek aksine geliştirmeye gerektitir.
… Şiddetsizliği benimsemiş birisinin karşısında kötülük çözülür gider.
… Doğruluğu benimsemiş birisinin eylemleri ve sonuçları ona boyun eğer.
… Çalmamayı benimsemiş birisine bütün mücevherler gelir.
… Ölçülülüğü benimsemiş berisi yaşam gücü kazanır.
… Tok gözlülük güçlendirildiğinde, kökenle ilgili sorgulamalar aydınlığa kavuşur.
… Saflaşmadan dolayı kişi kendi bedeninden soğur başkalarınınkilere temas etmez.
… Satvanın saflaştırılması, zihin neşeliliği, pür dikkat olma, duyulara hakimiyet, özünü gözleme yeteneği (artar.)
… Kanaatkarlıkla en yüksek mutluluk elde edilir.
… Çilecilik kirliliklerin yok edilmesi, bedenin ve duyuların mükemmelleşmesini sağlar.
… Kutsal metinler çalışarak istenilen tanrıyla birlik gerçekleşir.
… Tanrıya iyice yoğunlaşmayla Samadhi başarılır.”[4]
Görüldüğü gibi dönüşümler ve değişiklikler sonuçlar yaratmak için yönlendirilir. Eylemlerin etkileri var ve istenen etki için belirlenmiş eylemler var.
Asana rahatlık hali için bir araç. Yogusutra’da Asana ve sonra Pranayama bu şekilde açıklanmış:
“… Asna sağlam ve rahattır.
… Süregiden çabaların gevşemesi ve düşüncenin sonsuzluğa evrilmesi.
… Böyle karşıtlıklardan rahatsız olma kesilir.
… Bu başarıldığında nefes alıp verme kesintili yapılarak Pranayama sağlanır.
… Nefesin dış, iç, sabit değişkenlikleri, yer, zaman ve sayıya göre, uzun ya da kısa olarak uygulanır.
… Dış ve iç alanlara atıldığında bu dördüncü olur.
… Bunun sonucu olarak aydınlanmayı örten zar atılır.
… ve zihin konsantrasyon için uygun hale gelir.”[5]
Görüldüğü gibi her basamak diğer basamak için bir hazırlık, bir dönüşüme diğer dönüşümler kolaylık sağlar. Bir hale ulaşmak için ön koşullar var ve yolun parçalara bölünmesi koşulları sağlayarak kolaylık sağlıyor.
Pratyahara duyular üzerinde hakimiyet sağlamak için duyular nesneler üzerinden çekilir. Yani tekrar, boşluk oluşturarak bir hale ulaşmak mümkün olur. Yapmamak ile yapmak mümkün olur.
“… Duyular nesnelerin üzerinden çekilip zihin doğasını taklit ederse buna Pratyahara denir.
… Sonra duyular üzerinde müthiş hakimiyet gelir.”[6]
 Dharana, Dhyana ve Samadhi üçlüsü daha içsel ve anlatılması zor ve deneyimle belirtebilir kendilerini. Dönüşüm için çok güçlü uzuvlar. İçsel olmaları önemlerini artar çünkü insan için bir dönüşüm içten başlar.
“… Zihinin tek bir yere bağlanmasına Dharana denir.
Orada tek bir noktaya akma Dhyana’dır.
… Cismin öylece parlaması ile biçiminden ayırmış gibi olması durumu Samadhi’dir.
… Bu üçünün birliği Samyama’dır.
… Bunun başarılmasında bilgelik görüşü doğar.
… Onun uygulamasının seviyeleri vardır.
… Bu üçlü öncekilere göre çok daha içsel(pratiklerdir).
… Tohumsuz olana göre bunlar dahi dışsaldırlar.
… Bastırıcı çabalar sayesinde zihin rahatsız eden etkiler ortaydan kaldırılır: yeni kontrollü bir zihin değişikliği ortaya çıkar.
… Bunun etkisiyle rahatsız edilmeyen akış başlar.
… Her şeyin şaşkınlığından tek bir noktaya bakmaya geçilirse, zihin Samadhi’de olgunlaşır.
… Düşünce farklılıklarının eşitlenmesiyle doğan huzur, tek noktaya yoğunlaşırma eylemini geliştirir.
… Bununla elementlerin ve duyu organların Dharmalakshana durumlarının değiştiği açıklanmış olur.”[7]
 Dönüşüm
Olduğundan başka olmak, değişmektir Dönüşüm. Olmak hiçten ve boşlukta doğar. İnsan için zihinde başlar bir dönüşüm. Her dönüşmek isteği bir zihin dönüşümü ile başlar. Tefekkür ile olmak başlar ve tefekkür olmadan var olan yok olmaya doğru gider. Eğer Yoga’yı zihin alanını kısır döngülerden arınmak olarak kabul edersek. Zihinde bir dönüşüm yaratmaktır Yoga. Zihnin dönüşmesi kendisi bir dönüşüm projesi olabilir.
Bir hedefli dönüşüm için ilk adım neyin dönüşmesini istediğimizin ve neye değişmesini istediğimizi belirtmekle başlar. Sonraki adım dönüşümü gerçekleştirmek için ihtiyaçlardır bilmek ve tanımak olur. Teşebbüs etmek isteği canlandığında isteğin şeffaflaşması ve ardından atılacak adımların istenilen sonuca ulaştırmaya uygunluğunu tartmak gelir. Dönüşümü gerçekleştirmek, boşluk yaratmak ve boşluğu istenilenle doldurmak la gerçekleşir. Büyük bir hedefi küçük hedeflere bölmek kolaylık sağlar.
Boşluk
Hareket yaşam ve dönüşüm boşluğa ihtiyacı var. Zihin boş olunca kullanıma hazır olur. Ashtanga Yoga’nın sekiz basamağı, tefrik edici bir algıya götüren bilgelik ışığı gelmeye başlaması için, boşluk yaratmaya çalışıyor. Yamalar perhizlerle ve kendini tutmakla boşluk yaratmaya arıyor. Niyamalar saflaşmak, kanaatkarlık, riyazet, kendini tanımak ve teslimiyet ile boşluk yaratmayı planlar. Asana ile süregiden çabaların gevşemesi ile ve düşüncenin sonsuzluğa evrilmesi ile karşıtlıklardan rahatsız olma kesilir ve boşluk oluşur. Kesintili nefes alıp vermek ile Pranayama sağlanır aydınlanmaya örten zar atılır be boşluk oluştuğunda zihin konsantrasyon için uygun hale gelir. Pratyahara boşluk ve yapmamak ile duyular üzerinde hakimiyeti güçlendirir ve bu hakimiyet duyuların duymaları için lazım olan boşluğa sağlamaya yarar. Dharana, Dhyana ve Samadhi (Odaklamak, Meditasyon ve yoğunlaşmak) içsel ve zihinsel boşluğu oluşturmakta ve kullanmaya yardımcı olur.
Sonuç
Her dönüşümde, olanın başka olması yolunda bir boşluğa ihtiyacı var. Boşluk dönüşüm için lazım. Sekiz basamaklı yoga (Ashtanga Yoga) dönüşüme olan etkisi lazım olan boşluğu oluşturmaya yardımcı olmak.
“Olmamanın Yararları
Tekerlek çemberinin otuz parmağı
Boş göbekte kavuşur.
Tekerleğin yararı olmadığı yerdedir.
 İçi boşaltılmış kilden
Olur çömlek.
Çömleğin yararı olmadığı yerdedir.
 Oda yapmak için
Oyulur kapı ve pencere.
Odanın olmadığı yerdedir yaşanacak yanı.
 Yani olanın yararı
Olmayanın kullanılmasındadır.”[8]
[1] Patanjali, 2018, Yogasutra, Korhan Kaya, Sujala yayıncılık, İstanbul, S.55.
[2] Patanjali, 2018, Yogasutra, Korhan Kaya, Sujala yayıncılık, İstanbul, S.55.
[3] Patanjali, 2018, Yogasutra, Korhan Kaya, Sujala yayıncılık, İstanbul, S.71.
[4] Patanjali, 2018, Yogasutra, Korhan Kaya, Sujala yayıncılık, İstanbul, SS.72,73,74
[5] Patanjali, 2018, Yogasutra, Korhan Kaya, Sujala yayıncılık, İstanbul, SS. 74, 75.
[6] Patanjali, 2018, Yogasutra, Korhan Kaya, Sujala yayıncılık, İstanbul, S. 75.
[7] Patanjali, 2018, Yogasutra, Korhan Kaya, Sujala yayıncılık, İstanbul, SS. 79, 80, 81.
[8] LAO TZU, 2018, TAO TE CHING, Ursula K. Le Guin, Metis Yaınları, İstanbul, S.37
7 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 6 years ago
Text
KIŞKIRTILMIŞ ERKEKLİK ve YOGAFOBİ / OĞUZ CEYHAN
Neden çok az erkek yoga yapıyor? Erkek bedeni yoga yapmaya uygun değil midir? Yoga yapmaya erkek bedeni mi izin vermiyor yoksa erkek zihni mi? Erkeğin yoga yapmaması kişisel midir, toplumsal mıdır? Yoksa alışılagelmiş ezberlenmiş erkek varoluşu mudur?
Yoga eğitmenlik kursunun tek erkek öğrencisi/ eğitmen adayı olmam beni yukardaki soruları sormama neden oldu. Ve tez başlığından da anlaşılacağı gibi, beni, aşağıda daha da ayrıntılandırılacak olan erkek, erkek bedeni, erillik, ataerki, eril tahakküm, erkeklik ve yoga üzerine okumalara itti.
Ayrıca, bu tez başlığı ortaya çıktıktan sonra, on iki sorudan oluşan bir anket hazırlandı. Anket soruları gönüllü yirmi beş erkek katılımcı tarafından cevaplandı. Hiçbir katılımcıya isim sorulmadı, sadece yaş ve eğitim durumu belirtilmesi istendi. Anket soruları, ek olarak tezin sonunda bulunmaktadır.
Erkeklik ve Yoga Üzerine Yapılan Anket Sonuçları ve Değerlendirilmesi
Tez başlığından yola çıkılarak oluşturulan on iki soruya cevap veren yirmi beş gönüllü erkek katılımcının yirmi iki kişisi üniversite mezunu, bir kişisi üniversite öğrencisi, iki kişisi lise mezunudur. Katılımcıların yaş aralığı 20 yaş ile 67 yaş arasında değişkenlik göstermektedir. Ankette spor hakkında iki soru, yoga hakkında beş soru, yoga ve sporun birlikte sorulduğu iki soru, erkeklik hakkında ise üç soru bulunmaktadır. Ankete katılan yirmi beş kişiden yalnızca yedisi yoga yaptığını belirtmiştir. Yoga yaptığını belirten kişilerin yaşları 54 ile 67 yaş arasında değişmektedir. Yoga yapmadığını belirten on sekiz kişinin yaşları ise 20 ile 40 yaş arasında değişmektedir. Ankete katılan yirmi beş erkekten on kişisi geçmişte sporun bir/birkaç dalıyla ilgilenmiş ve aralarından üç kişisi ise geçmişte ilgilendiği sporu yapmaya devam ettiğini belirtmiştir. Katılımcılara, spor dallarıyla ilgili herhangi bir yayın, program vs takip edip etmedikleri de sorulmuştur. Katılımcılardan sekiz kişisi televizyon yayınları/programları ve internet üzerinden spor ile ilgili haberleri takip ettiklerini belirtmişlerdir. Bu sekiz kişiden 4 kişisi sadece futbol, 1 kişi sadece basketbol, 1 kişi hem futbol hem basketbol, 1 kişi futbol, basketbol, yüzme ve tenis, 1 kişi futbol, basketbol, dövüş sporları haberlerini/programlarını takip ettiğini belirtmiştir. Bu sekiz katılımcı dışındaki diğer katılımcılar, sporla ilgili herhangi bir şey takip etmediklerini belirtmişlerdir.
Ankette ‘erkeklik’ ile ilgili sorulara geçilmeden önce, “Yoga ya da herhangi bir spor aktivitesini yaşa, bir ırka ya da bir dine göre ayırdınız mı?(Evetse-Neden?, Hayırsa-Açıklar mısınız?)” ve “Yoga ya da herhangi bir spor aktivitesini cinsiyete göre ayırdınız mı? (Evetse-Neden?, Hayırsa-Açıklar mısınız?)” şeklinde iki soru sorulmuştur. Katılımcıların hepsi, yukarıdaki cinsiyet, ırk, din yaş gibi ayrımları yapmadıklarını belirtmişlerdir.
Anketin 10, 11 ve 12. Soruları “erkeklik”, “erkeksi ve kadınsı olan üzerinden ayrım” ve “kışkırtılmış erkeklik” hakkındadır. “Erkeklik” kavramını on sekiz kişi ‘biyolojik’ olarak tanımlamış, iki kişi soruya hiç yanıt vermemiş, beş kişi ise ‘koruma-kollama’, ‘aktif olma’, ‘güç’ üzerinden tarif etmiştir. “Kışkırtılmış erkeklik” ile ilgili soruyu üç kişi hiç yanıtlamamış, üç kişi bu kavramın varlığını kabul etmediklerini belirtmiş, on beş kişi bir cinsiyetin diğerine baskın olduğu üzerinden soruyu yanıtlamış, dört kişi ise ‘şiddet’, ‘güç’ hatta ‘faşizan’ olarak nitelendirmişlerdir. “Kadınsı ve erkeksi olan üzerinden ayrım”a ilişkin soruyu katılımcılardan yalnızca üç tanesi cevaplamamıştır. Diğer katılımcılar genel olarak ‘pasif-aktif’ ikiliği üzerinden soruyu cevaplandırmışlardır.
Gönüllü katılımcılarla gerçekleştirilen anketin amacı, bu tezin başlığında savunduğu “erkeklerin yoga yapmaktan kaçındığı” fikrini somutlamaktır. Anketin gönüllü katılımcı sayısı 25 kişi ile sınırlandırılmıştır. Ancak değerlendirmeye tabi tutulduğunda, erkek bireylerin verdikleri cevapların birbiriyle benzeşmesi ve erkeklik algıları toplumsal açıdan tesadüf değildir. Farklı insanların, hiçbir yönlendirme olmadan, öznel olarak verdikleri bu cevapların birbiriyle fazlaca yakın olması, anket sorularını cevaplayan katılımcı sayısının ne kadar olduğunu ikinci plana bırakmaktadır.
Erkekliğin, bu anketle de toplumsal bir olgu olduğu ve yaygın, kabul görmüş, yabancılanmayan bir zihniyete işaret ettiği görülmüştür.
Ankete katılan katılımcıların hepsi ‘eğitimli’dir. Ancak eğitim, zihinlerde yer etmiş cinsiyete (ya da başka bir olguya) dayalı ayrımları ortadan kaldırmaya yetmez. Eğitimli olmak, hepimizin ‘ayrımcı’ düşünme odaklı olduğumuzun farkındasızlığını değiştirmez. Kendimizden başlayarak bunu sorsak, kendimiz de dahil, şiddetle karşı çıkacak çok fazla insan olacaktır.
Anket, erkeklerin neden yoga yapmadıklarını, aslında neden “yogafobik” olduklarını ortaya koymak için bir araç olarak düşünülmüştür.
Ankete katılan 25 erkekten yalnızca 7’si yoga yaptığını belirtmiştir. Ve bu 7 kişi 54 ile 67 yaş aralığındadır. Ankette, yoga yapan katılımcı, yoga yapmasının gerekçesini ‘sağlıklı yaşam’ cevabını vererek açıklamıştır. Ankete katılan tüm katılımcılar yogadan haberdardır ve daha önce yoga hakkında farklı farklı kanallardan birçok şey duyduklarını belirtmişlerdir. Bu bağlamda, sağlıklı yaşam için yoga yapmayı tercih eden erkeklere karşılık, diğerleri neden yogaya mesafeli durmaktadırlar? Yoga yapan erkekler de, yoga yapmaya eşi, kızı ya da kız kardeşi vesilesiyle, sağlıklı yaşam vurgusuyla başlamış olduklarını ve sürdürmekte olduklarını belirtmişlerdir. İleri yaş aralığında ‘sağlıklı yaşam’, ‘sağlığına kavuşma’ vurguları, kadınlarda her yaşta etkili olabiliyorken, erkeklerde ileri yaşlarda daha etkili olabiliyor denilebilir. Yoga yapan erkekler, yakın çevrelerindeki kadınlar aracılığıyla yogaya başlamışlardır. Yoga yaptığını belirten 7 kişiden bir kişisi dışında herkes yoga yapmaktan memnun olduğunu söylemektedir. Bir kişi ise “isteyerek ve motive olarak yoga dersine gitmediğini” belirtmektedir. 25 kişiden 7’sinin yoga yapıyor oluşu yogaya dair bir önyargının (ancak 7 kişi tarafından) kırıldığını gösterse de, yogayı ve diğer fiziksel aktiviteleri cinsiyetlendirme meselesinin önüne geçememiştir.
Yapılan ankette katılımcılara, spor hakkında da soru sorulmuştur. Katılımcıların, daha önce herhangi bir spor dalıyla ilgili olup olmadıklarını belirtmeleri istenmiştir. Bunun sebebi, ortaya çıkması beklenen bir çelişkiyi açık etmektir. Ankette herhangi bir spor dalını veya yogayı cinsiyet, yaş vs gibi ayrımlara tabi tutup tutmadıkları da sorulmuştur. Bütün katılımcılar böyle bir ayrım yapmadıklarının ve böyle bir ayrımın olduğunu düşünmediklerini belirtmişlerdir. Ancak, 25 katılımcıdan yalnızca 10 kişisi geçmişte sporla ilgilenmekle beraber, ilgilendikleri spor dalları çoğunlukla futbol, basketbol ile sınırlı kalmıştır. Yalnız bir kişi tenis ve yüzme ile ilgilendiğini belirtmiştir. Kamusal alanda kadınların yer alması geçmişten bugüne hep sorunlu olmuş, erkekler kamusal alanda kadının varlığını her zaman dışlar olmuştur. Dolayısıyla erkeklerin yaptığı her şeyi yapma becerisine kadınlar da sahipken, erkek egemen anlayış kadının kamusal alandaki varlığını sınırlandırarak kendiyle eşit konuma gelmesinin önünü kapatmaktadır. Kadınların tarihi okunduğunda bu daha net görülmektedir. Bu bağlamda anket sorularına geri dönersek, erkeklerin ilgilendikleri spor dallarının futbol ve basketbol ile sınırlı kalması tesadüf değildir. Çünkü sporda da, her alanda olduğu gibi cinsiyetçi yaklaşım kendini gösterir, dolayısıyla spor da cinsiyetlidir ve futbol ya da basketbol gibi popüler, bir endüstriye sahip spor dalları, ilk akla erkekleri getiren, erkeklerin (o sporu) yaptığı, ‘erkek’ alanlar olarak zihinlerde yer bulmaktadır.[1] Dolayısıyla katılımcılar herhangi bir aktiviteyle ilgili “cinsiyet ayrımı olamaz” ya da “böyle bir şey olduğunu düşünmüyorum” derken kendi çelişkilerini ortaya koyduklarının farkında değillerdir. Zaten hiçbir katılımcının yoga hakkındaki duyumu herhangi bir erkek tarafından olmamıştır. Çevrelerindeki kadınlar aracılığıyla yogadan haberdar olmuşlardır. Bu da doğrudan zihinlerdeki cinsiyet kategorizasyonuna eşlik eder. Ayrıca, futbol, dövüş sporları, kısmen basketbol bir fanatizm barındırır. Fanatizm, güç, güç gösterisi ve dolayısıyla şiddeti kapsar. Yüzme, tenis, voleybol gibi spor dalları daha naif addedilir ve dünya üzerinde bu gibi sporlara ilişkin fanatizm örneği görülmez. Dolayısıyla erkekler ve erkeklikle örtüşen spor dalları denilince ilk akla gelenler futbol, basketbol, dövüş sporları, hız sporları olur. Tüm spor dallarında rekabet vardır ama tüm spor dallarına ilişkin bir fanatizm yoktur. Böylelikle, tez anketine katılan erkekler, farkında olmadan sporu da yogayı da cinsiyetlendirdiklerini açık ederler. Yoga, felsefesi gereği, zaten fanatizmden uzaktır. Ayrıca rekabeti barındırmıyor oluşu yoganın doğrudan ‘naif’ bir aktivite olarak addedilmesine neden olur.
Toplumsal cinsiyet normları, kadına ve erkeğe ait olanı sınıflamış, birini diğerinden daha üstün kılacak nitelikler belirlemiştir; toplumsal cinsiyet normları kültürel olarak erkeğin kadına üstünlüğünü vurgular ve sürdürülmesini sağlar. Norm oluşu da sürdürülür oluşundan gelmektedir. Bu nedenle gündelik hayatta ‘basit’ olarak adlandırdığımız herhangi bir olgu bile cinsiyetlidir.
Tezin araştırmasına geri dönecek olursak; ankete katılan ve bir spor dalıyla ilgilenmiş olduğunu/ilgilendiğini belirten on kişiden sekiz kişisi ilgilendiği spor dalıyla ilgili haber yayın ya da program takip ettiğini belirtmiştir (-ki sekiz kişide futbol programlarını takip etmektedir.). Bu noktada şuna değinmek isterim; yoga yapan birçok kadın, yogayı sadece stüdyoda ya da evde matın üzerinde bırakmayıp, yogaya ilişkin olan ne varsa merak geliştirmektedir. Meditasyona, nefese, bir asanayı nasıl yapması gerektiğine, neye yaradığına ya da beslenmeye ilişkin sorular sormaktadırlar. Nitekim bu soruların bir adım sonrası, kadınların yoga eğitmenlik eğitimlerini almasını içerebiliyor. Eğitmenlik eğitimi sınıflarında da böylelikle sadece kadınları görüyor oluyoruz. Peki, erkekler neden ilgilendikleri aktiviteleri daha yakından takip etmiyorlar? Neden sadece hali hazırdaki verilerle izleyici olarak kalıyorlar?
Geçmişten günümüze toplumsal cinsiyet normları kadına ‘duygu ve pasif’ kavramlarını, erkeğe ise ‘akıl ve aktif’ kavramlarını atfetmiştir. Ancak bütün bu sonuçlar ışığında toplumun geneline baktığımızda, bu ikiliklerin altüst olduğunu görürüz. Fanatizmde akıl nerededir ve aktif olan nedir? Güç, güç gösterileri ve şiddet mi aktif olanı niteler? Yoksa bir devinim içinde olan, ama şiddetten uzak, rekabet etmeyen, fanatiklik barındırmayan ve sürekli öğrenmeyi barındıran, ama gerektiğinde pasif kalmayı barındıran ve duyguyu asla dışlamayan bir yapı mı aktif olanı ve akılı kapsar?
Erkekliğin çelişkilerini kısa bir analizle dahi açık edebiliriz.
Anketin son üç sorusuna gelirsek, sözü edilen çelişkiyi bir kere daha görmüş oluruz. Ankete katılanların çoğu “erkeklik” kavramını biyolojik olana indirgemişlerdir. Oysa erkeklik toplumsal bir olgudur ve zihniyetle ilgili olana işaret eder. Birinin biyolojik olarak kadın olması, erkeklik sergilemeyeceği anlamını gelmez örneğin.[2] Kışkırtılmış erkeklik kavramının da kadın ve erkek olarak toplumsal konumlandırılmışlıklarımızla ilgisi vardır. Fallosantrik olanla bağlantısı olması dolayısıyla, kışkırtılmış erkeklik denildiğinde kavramın kendisi cinselliği çağrıştırsa da, aslında doğrudan toplumsal normlarla ilintilidir. ‘Kışkırtılmış’ sözcüğünün erkeklik sözcüğünün önüne gelmesiyle anketi yanıtlayan birçok kişi tarafından baskın olan, üstünlük kuran olarak algılanmış, hatta bazıları şiddet ve güç tanımlamaları üzerinden kavramı olumsuzlamıştır. Ancak bir önceki soruda erkeklik kavramından söz edilince biyolojiye indirgemiş ve ‘koruyan kollayan’, ‘güven veren’, ‘aktif’ olarak nitelemişlerdir. Oysa iki kavramda toplumsal olarak belirlenmişliğe denk düşer. Ankete katılanlarca erkeklik olumlanan bir şeyken, kışkırtılmış erkeklik bir olumsuzlama olarak yer bulmuştur. Erkeğin hüküm sürdüğü ve tahakkümün, şiddetin erkek eliyle gerçekleştiği tarihsel süreci ve erkekliğin yükselişini imlemek için ortaya çıkan kışkırtılmış erkeklik kavramının karşısında da “bastırılmış kadınlık” kavramı durmaktadır. İkisi de var olan toplumsal cinsiyet normları ile örtüşmektedir.
Anket katılımcılarının verdiği yanıtlar üzerinden, yogaya neden kadınsılık atfedildiği ve neden erkeklerin yoga yapmaktan kaçınarak fobik bir durum oluşturduğu açık edilmeye çalışılmıştır.
Erkek olmak, kadınsı olmamak demekse, erkek olmak aynı zamanda kadınsı olan ya da addedilen hiçbir şeyle de ilişkili olmamak demektir. Dolayısıyla erkeğin kadınsı olan bir şeye küçümseyerek, dışlayarak yaklaşması, erkekliğinden ve erkek olma halinden eksileceği fikrini barındırır. Bu anlayış da doğrudan fobik dediğimiz tutumu ortaya çıkararak ötekileştirmeyi büyütür. Tezin konusu olan, erkeklerin yogafobik olduğu düşüncesi buradan beslenmiştir.
‘Erkek Olmak’
Erkek olmanın birinci kuralı kadınsı olmamaktır. Yani kadınsılık erkeksi roller için negatiflenen ve kadınsı şeylerin erkeğin yapmaması veya sahip olmaması gereken şeyler olarak adlandırılır. Bu adlandırmada vahşi kapitalizmin sermaye odaklı meta ve tüketim kültürünün büyük rolü var elbette. Günümüz de kadın bedeni metaya dönüşmüş ve sermaye ediminin en güçlü aracı olmuştur. Yoganın da kadın üzerinden kapitalizm tarafından pazara sürülmesi yogayı kadınsılaştırmıştır. Dolayısıyla kadınsı görünmemek adına erkekler yogadan uzak durmaktadır. Erkeklik rolleri ağır basmakta, erkekliğinden vazgeçememektedir.
Modern erkek bir yönüyle avcı-toplayıcı dönemdeki kas gücünden doğan hakimiyetini ve bununla bağlantılı olarak erkekliğini elinden bırakmamanın yollarını ararken, diğer yandan yine kendi cinsiyetinin hakim olduğu toplum da sayıları azımsanmayacak kadar kadınlarla aynı meslek gruplarında çalışabiliyor. İş yoga yapmaya geldiğinde kadınsı görünmeme adına arkitipsel kışkırtmalı erkekliğine sarılıyor.
Erkeksilik hallerin çoğu kültür içinde edinilir. Erkeksilik “erkek gibi olmak” demekse erkek olduğunu bilen birinin erkek gibi görünmek için çabalaması hangi ihtiyacı karşılamaktadır? Bu ihtiyaç hem toplumsal cinsiyeti oluşturan kültür hem de özne için benzer kökenden gelir ve yaklaşık aynı sonucu işaret eder. Toplumsal kimlik kategorileri gibi toplumsal cinsiyet de varlığını ve sahiciliğini inşa edebilmek için tekrarlara başvurur. Dolayısıyla bir erkeğin kendini topluma kabul ettirebilmesi için “erkeklik” rolünün taklitlerine ihtiyaç duyar. Erkek taklit ve özdeşmeleri tekrar ettikçe sahici bir erkeksilik imajı verir. Erkeksi özelliği dışardaki ötekilerin onayına sunulmak üzere şekillenir. Aynı zamanda ötekilerden taklit edilerek ve özdeşim kurularak edinilen özellikler, “kadınsı” görünmemek adına kışkırtılmış erkekliğiyle maskelenir.
Neredeyse bütün kültürlerde erkek olmaya ilişkin normlar aynı temalara rastlar. Toplumsal cinsiyet normlarının genel kullanımında erkeksilik değil de erkeklik olarak ifade edilir.
Anaerkillikten Ataerkilliğe Geçiş
Uygarlık tarihine baktığımızda Yunan mitlerinden bu yana erkek egemenlik ilkesinin işlediğini, tüm söylemin erkek tahakkümü üzerine kurulu olduğunu görebiliriz. Ancak tarihte anaerkil bir dönemin yaşandığını kabul eden pek çok tez vardır. İnsanlık, evrensel ve doğalmış gibi varsayılan ataerkillikten önce, bugüne göre çok daha eşitlikçi diyebileceğimiz bir çağdan geçmiştir.
F.Engels “Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabında anaerkillikten ataerkilliğe geçiş döneminde kadınların emeğine ve ürünlerine el konulduğuna dair çok önemli saptamalar yapar.
Toplumsal cinsiyet temelli ayrım ve işbölümü aşağı yukarı Orta Paleolitik çağdan Üst Paleolitik çağa geçişte ortaya çıkar.
Antropologlara göre, avcı/toplayıcı dönem de cinsiyet ilişkileri eşitlikçiliğe dayanmaktadır. Avcı/toplayıcı yaşam biçiminin en belirleyici unsurlarından biri, elde edilen yiyeceğin tüm grup üyelerine paylaştırılmasıdır. Ne gıda temininde ne de kullanılan aletlerin imalatında cinsiyetlendirilmiş bir işbölümü vardır.
Yiyecek toplamaktan yiyecek üretimine geçiş, toplumsal yapıda radikal değişimlere neden olur. Toplumsal işbölümü başlangıçta çok daha esnektir ve cinslerin üstünlüğüne göre hiyerarşik yapılanması yoktur. Ne zaman ki fırlatılabilir silahlar icat olur, avcılar ve toplayıcılar arasında ayrışma da var olur. Avcıların beslenmedeki ve yiyecek dağılımındaki payı arttıkça eşitsizlik de ilerlemeye başlar.
İnsanlık kadın ve erkekler arasında bir kardeşlik toplumu olarak başlamıştır. Evelyn Reed, tarihte geçişin daima anasoyluluktan babasoyluluğa doğru olmasını kanıt göstererek sınıflı toplumdan önce anerkilliğin egemen olduğunu söyler. Sınıflı toplumlar ataerkillikle başlamıştır ve bugüne değin eril tahakküm kapitalizm adıyla varlığını sürdürür. Reed’e göre, anaerkillik, insan aklını soyutlayan ve kendi üzerine düşünen bir ilke olarak ortaya çıkar. İnsan, bu soyutlama düzeyi ile ilk yasaları olan öldürmeyeceksin, yemeyeceksin ile kendini doğadan ayırır ve doğayı evcilleştirmek üzere bir hamle yapar. Fakat anaerkil teorinin bu hamlesi doğaya hükmetmek ve tahakküm altına almak üzere değil doğayı evcilleştirmek için olmuştur. Öldürmeyeceksin, yemeyeceksin ilkesi, yoganın 8 basamaklı kollarından Yama’ların birinci kuralı “Ahimsa”yı hatırlatır. Yoga tanrılarının kadın olması da tesadüf değildir. Fakat bugün gelinen durumda ise erkek doğaya/yaşama tahakküm kurarken, yoga ustaları olarak sadece erkeklerin adları geçmektedir.
Tarımın bulunuşundan önce, M.Ö. 3000-10000 yıllarına denk gelen süreçte, doğanın ve henüz ondan bütünüyle ayrılmamış olan insanlığın kurucu ilkesi dişildir. Bu sebeple de insan dişil olanda temsil edilir. Doğa ile insanın yakın ilişkisi doğurmak olgusu üzerinden kuruludur. Doğaya atfedilen bir kutsallık vardır.
Anaerkil toplumdan ataerkilliğe geçişte iki tarihsel momentin belirleyiciliği vardır.
1 – Neolitik Dönem
Tarımın icadından sonraki döneme tekabül eder. Tarım ile birlikte sermaye ve mal birikimi olmuş ve dolayısıyla mülkiyet edimi başlamıştır.
Tarımsal fazla ürünün saklanması, korunması ihtiyacı yeni silahların icadına ve savaşçı erkeklerin çoğalmasına neden olmuştur. Tarım için kas gücüne ihtiyaç vardır ve bu da köleliği getirmiştir. Neolitikle birlikte erkek egemen toplum adım adım gelişir. Anaerkil toplum, eşitlikçi ve sınıfsız olmasına karşın, ataerkil toplum sınıflı, köleci, rekabetçi ve şiddete dayalı bir düzenle varlığını sürdürebilmektedir. Sabanın kullanımından madeni savaş silahlarının yapımına kadar üretim araçlarının kullanımı ve denetimi giderek erkeklerin eline geçer.
2 – Üremede Erkeğin Rölü
Neolitik dönem öncesi, döllenme bilinmediğinden doğurabilen kadınlara ayrı bir tanrısallık atfedilir. Döllenmenin fark edilmesiyle de erkeklik bilinci gelişmeye başlar. Erkeğin doğumdaki rolü kavramasıyla birlikte kadına atfedilen durumlar tersine dönmeye başlar. Kadına ait olan üretici/doğurgan güç, döllenmenin keşfi ile erkeğe geçer. Toprak ve kadın üretmek ve doğurganlığı sebebiyle eş tutulurken; tarımın ve döllenmenin keşfi ile hem toprak hem kadın kontrol edilebilir hale gelir. Toprak pasiftir ve taşıyıcıdır, tohum atarsan yiyecek verir. Kadın pasiftir ve taşıyıcıdır, tohum atarsan bebek doğurur. Toprak ve kadının kontrolü, denetim altına alınması, toplumsal yasaları erkeklik lehine çevirir. Tanrıçalar yerini tanrı krallara bırakır. Soy zinciri baba/erkek lehine gelişir, Aristokrasinin kan ve soy ilkesi işlemeye başlar. Biriken sermaye/ürün babanın soyu üzerinden kendi çocuklarına aktarılır ki, (bu durum anaerkil düzende yoktur. Herkes eşit paylaşımdadır) bugünkü klasik patriyarka dediğimiz sistem işlemeye başlar. Ataerkil yasalarla kadın erkeğin soyunun sürdürücüsü ve taşıyıcısı olur. Doğacak çocuğun soyunun belli olması açısından kadının gözetimi ve mülkiyeti önem kazanır, kadın evlenene kadar babasının, sonrasında kocasının mülkiyetinde tutulan bir mübadele aracına dönüşür.
  Klasik Patriyarkadan Günümüze
Tarımın icadıyla birlikte “üretkenlik” toplumsal yaşam belirlemeye başlar. Erkek yasaların işlemeye başladığı bu dönemde, üretkenlik erkeksi güç olarak belirlenmiştir.
Uygarlık tarihi boyunca insanlık kavramının merkezine üretkenlik ve erkeklik ile özdeşleşen insan temsili yerleşir. Toprağı işleyen, plan yapan, doğayı kontrol edebilen güç doğada olmayan, akıldır. Akıl, erkeklikle ilişkilenen, doğayı, toprağı, kadını kontrol eden, denetleyen bir ilke halini alır. Eril olan yaratıcı, dişil olan pasif olur.
Akıl ilkesi, tanrı fikriyle yükselişe geçer. Tarımla birlikte, mitosa dayalı çok tanrıcılık dönemi başlar. Tanrı/tanrılar fikrinin oluşması ataerkilliğe geçişte önemlidir, çünkü o zamana kadar somut olmayan bir yaratıcı güç düşüncesi, çok güçlü bir soyutlama ilkesidir. Mitoloji de geçen bütün tanrılar ağırlıkta erkektir. Zeus’un ele geçirip tecavüz ettiği tanrıça Kybele miti ile anaerkilliğin sonu gelir. Lilith’e yüklenen suçlar, erkeğin kadın korkusunun arkaik yanlarıdır. Erkeğin egemenliğinin pekişmesi için Lilith’in iradesinin yıkılması gerekir. Aynı Kybele gibi. Ve Havva-Adem (Eve-Adam) miti doğar; edilgen, tecavüz edilse de ses çıkarmayacak, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmış Havva!
Antik Yunan’la beraber aklın yaratıcı ilke olarak öne çıkması ve felsefenin başlangıcı kabul edilen mitostan logos/akıl geçiş, insan aklını her şeyin üzerine koyar.
“Ne hikmetse bütün filozoflar da erkektir.”
Aklın cinsiyeti erkektir. Ataerkilliğe yani akıl ilkesine geçiş insanlık tarihi için bir değişimdir. Bundan böyle sınıflar, hiyerarşiler, kadın-erkek ayrımı, eşitsiz gelişim süreci başlayacaktır.
Bu dönüşüm ile bütün evrenin başında bir Tanrı, toplumun başında kral (bugün başkan, cumhurbaşkanı, başbakan vs) ve her hanenin başına da bir baba gerekli olur. Alt-üst, hükmeden-hükmedilen, aktif-pasif, dişil-eril, akıl-duygu olarak ayrım netleşir.
Uygarlık, esas itibariyle kadın ve doğaya uygulanan tahakkümün tarihidir. 14.yy cadı avı bunun örneklerindendir. Tahakküm bugün bile hala sürmektedir. Her yüzyılda tanıklık edebileceğimiz gibi ataerkil kendi düzenini “eril tahakküme” borçludur.
Ataerkil toplum, kapitalizm üretim ilişkilerinin egemen olduğu, açgözlü, hırslı, ayrımcı, sömürücü, yıkıcı bir toplumdur. Patriyarka sadece erkeğin kadına hükmettiği bir düzenden öte, ezme ve ezilme sistemi olarak işler. Patriyarka sınıflar üzerinden işler. Alttakilerin, kadınların, kölelerin ve çocukların efendinin varlığına feda edildiği bir sistem olarak günümüze doğru evirilerek gelir.
Günümüzde Erkekliğin İnşası
Erkek görünmek uğruna, kendisine bahşedilen erkeklik rollerini en iyi şekilde oynamaya çalışan erkek kendinden ve insanlığından uzaklaşıyor. Şişirilmiş erkekliğiyle oyuna getirilmiş erkek. Çünkü içinde yetiştiğimiz toplum, hükmetmekten hoşlanan, bencilce davranan, öfkelenen, vuran, kıran, küfreden, eşini, sevgilisini kendisine kul-köle olmasını bekleyen hegemonik erkeklik modelinin dışında kalan tüm davranışları, erkeklikten saymayan bir düşünce yapısına sahip. Ezberlenen erkek kimliği normlarının dışında kalan erkekliğin, erkek olmadığı tanımlamasıyla kışkırtılıyor. Toplumu kadından esirgeyip erkeğe yüklediği güç/erk/erillik/iktidar, erkeğin de hayrına değil. Çünkü erkek olmak zorunda olduğun, yapmakla yükümlü olduğun şeyler var. Erkek olunur.
Modern kapitalist toplumların egemen cinsiyet rejimlerini anlamak için, toplumsal iktidar ilişkilerinin hem öznesi, hem de nesnesi olmak durumunda olan erkeklik deneyimlerini anlamak gerekir.
Erkeklerin taşımaları beklenen toplumsal sorumluluklar olarak, aile geçindirme, namus ve şeref koruyucusu olma, vatan savunması için askere gitmesi, başarı ve güç için iş-güç sahibi olma, saygın olma, piyasada itibarı olma, para kazanma, toplum içinde olma gibi rolleri erkeği toplumsal iktidar ilişkilerinde hem özne hem nesne haline getirir.
Erkeğe ve kadına uygun davranışların ayrıştırılması ile kışkırtılarak erkeklik inşası gerçekleştirilir.
Toplumsal ilişkilerin taşıdıkları anlamların oluşumu cinsiyet farklarının oluşumu ile birlikte gerçekleşir. Aile hayatı ile evin dışındaki toplumsal yaşamın ahlaki, hukuki, siyasal ilkelerle inşa edilerek, toplumsal olanın dişil ve eril anlamları eril tahakkümü ve cinsiyete dayalı iktidar ilişkilerini anlamayı sağlar.
Cinsiyetlendirilmiş toplumsallığın mümkünlüğü erkeklerin eril iktidar konumlarını sürdürebilmelerine ve tahakkümünü inşa edebilmelerine bağlıdır. Dolayısıyla erkekliğe, “iktidar” analizi içinden bakmak zorunludur. Simone de Beauvoir “İkinci Cins” kitabında, erkekliğin, kendi cinsiyetinden bahsetmeyip sürekli başkalarının cinsiyet özelliklerinden (kadın, çocuk, eşcinsel vb) bahsederek kurulan bir iktidar konumu olduğunu söylemiştir. Erkeklik, başkaları hakkında konuşabilen ama kendi bulunduğu konumun sorgulanmadığı bir iktidar konumudur.
Erkeklik deneyimleri, toplumsal iktidar ilişkileriyle iç içe geçerek, eril tahakkümün inşa edilmesini doğallaştıran, kaçınılmaz ilişkilermiş gibi sunarak, erkek egemenliğini oluşturur. Erkek egemenliği, her türlü erkeğin bir biçimde yararlandığı bir toplumsal düzeni işaret eder.
Kışkırtılmış Erkekliğin Sürekliliği
İktidar ilişkilerinin oluşumunda eril imgeler, devletin ideolojik aygıtları olan, aile, okul, ordu gibi kurumlar, iş dünyasında erkeklik adına üretilenler, toplumsal erkeklik inşasını ve ilişkilenme biçimlerini oluşturur. Erkek ortaklıklarını gösteren, erkek eğlence dünyasının eril tarzı, spor salonlarındaki erkeklik inşası, erkek gruplarda sık gözlenen kadına karşı kolektif aşağılama, cinsel nesneleştirme pratiği, kadınsı olanın dışlanması, aşağılanması, homofobik yönlendirmelerle erkeklik kışkırtılır, şişirilir.
Erkeklik inşasında, ikili kutuplaşmalar stratejik rol oynar; erkekçe olan ya da olmayan, güçlü-zayıf gibi söylemlerle erkeklik “üretilir”.
Erkeklik toplumsal bağlamda şekillenir. Cinsiyetlendirilmiş toplumsal ilişkilerin biri ürünü olarak, her an yeniden yeniden oluşmaktadır.
İktidarı elinde tutan erkek grubu sayıca azdır, ama bu durum geniş bir erkek kesiminin onayı ve suç ortaklığı ile beslenen hegemonik bir oluşumdur. Çünkü hegemonik erkeklik pratiklerini onaylama, katılma ya da ses çıkarmama karşılığında farklı erkekliklere maddi kazançlar ve ayrıcalıklar sunulur. Eril fanteziler yoluyla zevk almayı odağına alan erkek eğlenceleri dünyasına katılma, kadınsı-eşcinsel erkeklere aşağılayıcı ve dışlayıcı davranma özgürlüğü, alt-sınıf erkeklerin kızgınlıklarını boşaltmak için barlarda, sokaklarda, futbol maçlarında taşkınlık yapmalarına hoşgörü gösterme, erkeklerin kadınlar üzerinde sağladığı iktidardan yararlanma gibi ayrıcalıklar.    
“Etin Cinsel Politikası” ve Yoganın Vegan Olanla Örtüştürülmesi
Et tarihte kadına yasaktı. Etli yemekler erkeklerin mülkiyeti olarak görülürdü. Et erkeğin toplumdaki saygınlığını pekiştirirdi.
Bu bölümde sözü Carol J. Adams’a bırakıyorum. “Etin Cinsel Politikası” kitabından alıntılar yapacağım.
“Etin cinsel politikası, kadınları hayvanlaştıran, hayvanları da cinselleştiren dişilleştiren bir tavır ve davranışlar bütünüdür.”
“Beslenme alışkanlıkları yalnızca sınıfsal ayrımı açığa vurmaz, aynı zamanda ataerkil ayrımı da belli eder. Et yemedeki cinsiyetçilik sınıf ayrımının altını yeniden çizerken bir de anlam sapması doğurur: tüm sınıflara nüfuz etmiş olan etin erkeksi bir yiyecek olduğu ve et yemenin bir erkek faaliyet olduğu miti.”
“Et yemek kültürlerin ve bireylerin yiğitliklerinin ölçüsü olduğu için, toplumumuz vejetaryenliği hadım ya da kadınsılıkla eş tutar.”
“Kültürümüzde erkeklik, kısmen, et yeme ve diğer bedenlerin denetimi yoluyla inşa edilir.”
“Et yiyenler, beslenme biçimlerinin insani olduğuna inanmaya devam ediyor. Et yiyenler veganların yaptığını yapmadan (yani hayvansal gıdalar yiyerek) veganlarla tamamen aynı şeyi yaptıklarına (insani beslendiklerine) inanmaktan hoşlanırlar. Dolayısıyla hayvanlar aslında hiç de (ürün ambalajlarında) tasvir edildiği gibi hayatlar sürmezken, ortalık bir aile çiftliğinde özgürce yaşayan hayvan imgelerinden geçilmez. Hem hayvanlara kibar davrandığımıza hem de hayvanların onlara davranış biçimimizden hoşnut olduğuna inanırız. En olmadı, hayvanların acı hissedebilecek bilinçleri olmadığından, onların kötü vaziyetlerinin bizi etkilememesi gerektiğine inanmayı seçeriz. Hayvanlar her yerde zincirlenmiş vaziyettedir; lakin onları özgür olarak resmeden bizizdir. Bu inkar çok güçlüdür. Hayvanların özgürlüğü sanısını iletmek için, erkek egemen kültürün imgeleri bir diğer sözde özgürlükten kopya çeker: kadının cinselliğinin tüketimi. Bu yüzden hayvanlar ve kadınlar (aslında öyle olmamalarına rağmen) yalnızca özgür olarak tasvir edilmez, ayrıca cinsel olarak da özgürmüş gibi gösterilir. Sonuç, etin cinsel politikasıdır.”
“Peki ya veganlık (bütün hayvansal ürünlerden kaçınma) bütün bunların neresinde? Bu kitapta sözü edilen vejetaryenlik, hayvansal süt ürünlerinden ve yumurtadan uzak durmayı da içeriyor. Etin Cinsel Politikası dişi hayvanların doğurganlık sürecinin sömürülmesi konusunda farkındalık yaratmak için belirli kavramsal bir terim önerir: Süt ve yumurta dişilleştirilmiş protein olarak, yani kadın bedeni tarafından üretilmiş protein olarak adlandırılmalıdır. Yenen hayvanların çoğunluğu yetişkin dişiler ve yavrulardır. Dişi hayvanlar iki kat sömürülür: hem hayattayken hem de öldüklerinde. Onlar gerçek anlamda kadın et parçalarıdır. Dişi hayvanlar kadınlıkları yüzünden sömürülür, taşıyıcı annelere dönüştürülür. Daha sonra, doğurganlıkları sona erdiğinde kesilir ve hayvanlaştırılmış proteine, başka bir deyişle et biçiminde proteine dönüştürülürler. Hayvan sömürüsünün bu biçimi ile ataerkil kültür arasındaki bağlantı belirlenir. “
Spor salonlarının kışkırtılmış erkeklik haline beslenme odaklı (protein tüketimi vs.) da yaklaşımını burada eklemek isterim. Yoganın dişil (vegan) beslenme ile özdeşleşmesi, erkekliği sarsan bir durum olarak zihinlerde yer bulur.
“Etin dikkat çeken iletisi, erkek rolüyle birlik içerisindedir. Anlamı, değişmez bir toplumsal cinsiyet sistemi içerisinde nükseder. Et, görülmeyen ama daima orada olanın (hayvanlar üzerindeki ataerkil tahakküm) sembolüdür.”
Vegan, vejetaryen olmak ataerkil topluma meydan okumadır. Feminist olmakta ataerkile meydan okuma ise vejetaryenlikle feminizmi aynı potaya koyabiliriz.  
Yogafobi Nasıl ‘Beslenir’?  
“Cinsiyet eşitsizliği birçok yönden tür eşitsizliğinin içine işlemiştir zira çoğu kültürde eti temin etmek erkekler tarafından yapılan bir iştir. Et ekonomik anlamda değerli bir maldır, bu malın kontrolüne sahip olanlar güce de sahip olur. Erkekler avcı olduğuna göre, bu ekonomik kaynağın kontrolü de onların elindedir. Denklem basittir: bir toplumun hayatında et ne kadar mühimse, erkekler de görece o kadar büyük bir egemenlik kuracaktır.”
“Bunun yanı sıra, bitki temelli ekonomiler eşitlikçi olmaya daha yatkındır. Bunun sebebi kadınların eskiden beri sebzelerin toplayıcısı olmaları ve bunların bitki temelli kültürler için en değerli gıdalar olmalarıdır. Bu kültürlerde erkekler de kadınlar gibi kadınların emeğine bağımlıdır.”
“Bitki kelimesi kadınların edilgenliğiyle eşanlamlıymış gibi kullanılır çünkü kadınların bitkiler gibi olduğu varsayılır. Hegel bunu alenen ifade eder; “erkekler ve kadınlar arasındaki fark hayvanlarla bitkiler arasındakine benzer. Erkekler nasıl hayvanlara karşılık geliyorsa, kadınlarda bitkilere denk düşer; çünkü kadınların gelişimi daha uysaldır”. Bu açıdan bakıldığında, kadınlar da bitkiler de, erkeklerden ve etten daha az gelişmiş ve daha az evrimleşmiş görülür. Sonuçta kadınlar uysal oldukları için bitki yiyebilirler ama aktif erkekler hayvan etine ihtiyaç duyar.”
Yoga, erkek zihniyette kendine ‘pasif’ olan olarak yer bulur. Dolayısıyla yoga ile bedensel, zihinsel ve ruhsal bağ kurmak erkeği kadınsılaştıracağı korkusunu kışkırtır. Bu nedenle erkek, yoga karşısında, kadına, sebzeye, toprağa, hatta çocuğa takındığı tutumu sürdürür; onu aşağılar.
Yoga yapan hiç erkek yok mu? Kuşkusuz var. Ancak geçmişten bugüne erkeğin yogadaki varlığı “usta/üstad” ye da “el veren” kişi olarak karşımıza çıkar. Kadınlar yogada “eğitmen” iken, erkekler “usta/üstad”dır. Aynı toprağa tohumu eken eril, toplayan dişil soyutlamasındaki gibi.    
“Yogafobi” Kavramı Nasıl Oluştu?
Yoganın süregelen akışında “yogafobi” kavramı yoktur. Günlük yaşam akışı içerisinde de akademik olarak “yogafobi” kavramına rastlanmaz. Ancak “fobi” ya da “fobik” terimlerine aşinayızdır. ‘Fobi’ en genel anlamıyla ‘korku’ demektir. ‘Fobik’ ise fobiye sahip olan kişiye denir. Fobi bir hissiyatı, bilinçaltındaki bir itkiyi nitelerken, fobik, kişiyi nitelemektedir. Fobi, modern psikolojinin tanımladığı, “bir şeyden korkma” ediminin dışında, sosyolojinin de paylaştığı bir terim halini almıştır. Sosyolojinin kullanmaya başladığı fobi ve fobik terimleri, kimi toplumsal olguları ya da olma biçimlerini tanımlamak için kullanılabilmektedir. Örneğin; “homofobik toplum” kavramı, hem korkan kişiye, hem korkulan şeye, hem de korkulan kişiye gönderme yapan sosyolojik bir kullanımdır. Homofobi kavramı ise doğrudan toplumsal bir olguya işaret eder. Bu örneklemeden yola çıkarak “yogafobi” kavramına dönecek olursak; yogafobi, yogadan korkan bir topluluğu/kitleyi işaret etmek için oluşturulmuştur. Bu tezin ana hattında “erkekler neden yoga yapmaz?” sorusu durmaktadır. Makale boyunca anlatılan erkek olma hali, erkeklik biçimleri, erkek olma ve erkeklik halleriyle örtüşen edimler ve yoganın örtüştüğü olgular göz önüne alındığında, erkeklerin yogadan uzak durma, küçümseme, yoga yapmama hallerine yogafobi kavramının denk düşeceği düşünülmüştür. Fobi, sosyolojik açıdan, bir kişinin ya da bir kitlenin kaçtığı, ötekileştirdiği durumu, kişiyi ya da kitleyi niteleyen bir olgu olarak karşımıza çıkar. Yoga, erkekler tarafından ötelenmekte, çoğunlukla küçümsenmekte, “erkekliği bozar” söylemleriyle kadınlarla, kadınsılıkla özdeşleştirilmektedir. Oysa yoganın kadınlara özgü olduğuna dair bir söylem ya da analiz yoktur. Üstelik yoga, erkek eliyle geliştirilmiş, yaygınlaştırılmış bir disiplindir. Peki, toplum zihninde neden yogaya ‘kadınsılık’ atfedilmiştir?
Yoganın 5000 yıl önce ortaya çıktığı belirtilmektedir. Yoganın ilk hali ve süreç içerisinde geçtiği aşamalara dair en fazla yazılı metinler üzerinden haberdar olup, kökenine ilişkin buralardan bilgi edinebiliriz. Ancak şunu anlamak ya da yorumlamak zor değildir; yoganın, insanın doğayla ilişkilenme biçimi ve doğayla iç içeliği, doğaya saygısı, doğayı anlama ve anlamlandırma biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu ilişkilenme biçimi, yoganın da kendi doğasını oluşturur. Kuşkusuz yoganın doğayı cinsiyetlendirme meselesi de ayrıca okunabilir, fakat bu başka –detaylı- bir çalışmanın konusu olabilir.[3] Doğudan alınarak dünyada yaygınlaştırılan, sayısız türevinin oluştuğu, sayısız eğitimlerinin verildiği, bir pazarlama aracı olarak revize edildiği biçimiyle yoga, kendi doğasından da koparılmıştır. Bu tezin açık etmeye çalıştığı (yan) konulardan biri de budur. Bununla beraber insanın gelişim süreci de doğayla ilişkisinde ona duyduğu saygıdan çıkmış, bir tahakküm biçimine dönüşmüştür. İnsan gelişim süreci içerisinde çözdükçe, anlamlandırdıkça, doğadan üstün olduğu yanılgısına kapılmış, doğaya hükmetmeye çalışmış, bin yıllardan bu yana doğayla savaşır hale gelmiştir. Bu tahakküm biçimi dişil değil erildir. Kadın değil erkektir. Erkek eliyle kurulan bu hiyerarşi, “doğa-insan” ikiliğini kurmuştur; açılımı, “doğaya hükmeden insan”dır. Bu ikilikte doğa ‘dişil’, insan ‘eril’dir. Dolayısıyla oluşan “kadın-erkek” ikiliğinde de hiyerarşik bir okuma mevcuttur; doğa ‘kadın’, insan ‘erkek’ olarak nitelendirilir. Kadın erkek eşitsizliğinin tarihsel sürecini okuyan bütün metinler bunu ortaya koyarak başlar. Bu konu çok daha geniş kapsamlı olmakla beraber bu anekdotun şöyle bir önemi vardır; yaygınlaşma sürecinde kendi piyasa koşullarını yaratarak ve uyumlulaştırılmış da olsa, yoganın felsefesi, yoga yapma biçimi, beslenme şekilleri, sakinliği ve dinginliği, söylemleri doğaya atıfta bulunan,  onunla hala özdeşleşmeyi savunan bir yerde durur. Dolayısıyla erkek egemen topluma göre yoga ‘dişil’, ‘kadın’ ve ‘kadınsı’ olarak nitelendirilir. Güç ve rekabet, et yeme ya da bir canlıyı öldürerek beslenme, hız, sahip olma, tutma, biriktirme (vs) erkek egemen dünyaya aittir, erkeklik temsilidir. Yoga ise tüm bunların tersinde bir söylem ve sistem sürdürme çabasındadır. Bu nedenle yoganın kadınlara daha uygun olduğu gibi bir anlayışın her hangi bir yerde yazmasına ya da buna ilişkin söylem üretilmesine gerek yoktur. Ortak kültürel bilinç altı, erkekler tarafından bu ön yargının geliştirilmesi için yeterlidir.
Yukarıda sözü edilen örtüşmelerin dışında, yoganın günümüz dünyasındaki olma ve yayılma biçimine de kısaca değinmek gerek. Bizim yogayla buluşmamız, onun artık alınıp-satılabilir hale gelmesiyle söz konusu olmuştur. Kapitalizmlerde, uzaktaki bir şeyi yayma ya da bir şeyle buluşma nedeni onun alım değeriyle ilgilidir. Yoga, dünyaya yayılır ve alıcısını bulurken, pazarlama stratejisinde ilk göze çarpan unsurun, patriyarkal kapitalizmin “beden politikaları” olmasıdır. Patriyarkal kapitalizm, kadın bedeni üzerinden söylem üretir, erkek egemen dünya kadın bedeni üzerinde tahakkümü hak görür ve ne yapması gerektiğini, nasıl olması gerektiğini, ne giymesi gerektiğini (vs) dikte eder. Eril tahakküm bunu gerektirir.[4] Kadın bedenini sürekli şekillendiren ve bunun üzerine bir endüstri kurmuş olan (patriyarkal) kapitalizm,  yogayı bir pazarlama nesnesine dönüştürerek ve o hep bildik, ezberlediğimiz ancak her defasında içine düştüğümüz yöntemlerle satar.  Bu satış tekniği, salt yogayla yola çıkmaz ya da salt insan sağlığını çok önemsediği için bir şey sunmaz. Kapitalizm, sunduğu şeyin, yani bizim gördüğümüzün perde arkasında kurduğu bağlantılarla daha yakından ilgilidir. Yogayla doğrudan kadına yönelik hizmet sunuyormuş gibi bir söylem asla üretmez. Hali hazırda var olan beden politikalarını yeniden ve yeniden üreterek hedef kitlesini belirginleştirir. Böylelikle yoga, alım kitlesi belirginleşmiş, öncesinde var olan sistemlere de hizmet eden bir araç halini alır. Beden politikalarıyla, yoganın perde arkasında güzellik endüstrisine, gıda endüstrisine hizmet eder ve dolayısıyla kadını da tutmak istediği yerde tutarak, yoganın en büyük alımlayıcısı kadın imajını tazeler. Değişen dünyayı ve ihtiyaç belirlenimlerini biz zamanın şimdisinde algılar ve görürüz. Oysa kapitalizm ‘her şeyin temeli ekonomiktir’ doktrinini elinde tutarak, bizim şimdimizi yıllar önce öngörmüş ve planlamış olur. Dolayısıyla kapitalizm kendi kurduğu endüstrilerin neye ve nereye evirileceğini çok daha önceden öngörmüş, zamanı gelince kitlelere sunmuştur. Böylelikle kapitalizm yoga ile hem erkekliğin kışkırtılmış tabanını besler, hem kadın üzerinden beden politikalarını yeniden üretir, hem de kurduğu/sahip olduğu endüstrilerin sürdürülebilmesine ilişkin yeni yönler verir. Ancak ortak kültürel bilinç altını, geleneksel olanı hiçbir zaman bir kenara koymaz. Bu nedenle yoganın kadınsı atfedilmesi, erkek egemen dünyanın ortak kültürel bilinç altındaki örtüşmelerden yola çıkarak oluşur.
Hiçbir şey durduk yere ortaya çıkmaz ve hiçbir şeyin bağlamı kendisinden bir öncekinden kopuk değildir. Dolayısıyla bu tez için türetilen “yogafobi” kavramı, yukarıda sözü edilen hiçbir bağlamdan kopuk değildir, aksine örtüşmektedir. Bütün bir resme bakıldığında, ne benim bir yoga sınıfında tek erkek eğitmen adayı olmam, ne de erkeklerin yogayı küçümseyerek, erkekliği eksilteceğini düşünmeleri, aslında korkmaları şaşırtıcı değildir.  “Yogafobi”, yoga yapan erkeğin kadınsılaştığı, kadınsılaşacağı korkusuna vurgu yapar ve aslında tanımladığı bir kitle vardır; erkekler. Ancak, tezin bu kısmının bir öncesine dönüp yeniden vurgulamak gerekirse; erkek kişi yoga yapıyor ise toplumsal cinsiyet eşitsizliği burada da bozulmuyor ve kadın(lar)dan daha fazla kendine yer açarak, ismi kadın(lar)ın önüne geçmeyi başarıyor. Kadınlar yoga konusunda ne derece ustalaşırsa ustalaşsın, ‘eğitmen’ kimliğinden öteye geçemiyor, fakat bir erkek ‘ustaların ustası/hocaların hocası’ nitelemelerinde kedine yer bulabiliyor. Bunu kısa bir gözlemle bugün bile fark etmek mümkün aslında.
Yoga, Yogafobi ve Kışkırtılmış Erkeklik Üzerine Sonsöz
İnsanın bir bütün olduğu fikri, sistemin onu bölmesi ile parçalanır. Toplumsal olan her olgunun belli ikilikler üzerinden tarifi, eril tahakkümün, hiyerarşinin ve ötekileştirmenin temelini oluşturur. Cinsiyetler arası hiyerarşi de ortak kültürel bilinç altı ile bugüne taşınan bu ikilikler üzerinden kurulur. “Doğa-insan”, “duygu-akıl”, “pasif-aktif” gibi ikilikler, “kadın-erkek” ikiliğinde somutlanarak, bir tarafın baskın, bir tarafın bastırılmış olduğunun da altını çizer. ‘İnsan’, ‘akıl’, ‘aktif’ kavramları erkeğe atfedilmiş ve tarihsel süreç içerisinde yüceltilmiş, ‘doğa’, ‘duygu’, ‘pasif’ kavramları ise kadına atfedilmiş ve küçümsenmiştir. Toplumsal olgular ve eylem biçimleri de bu bağlamda cinsiyetlendirilir. Cinsiyet politikalarının ekonomik temelli, sistemi besleyen bir yapısı vardır. Dolayısıyla cinsiyetlendirilmiş her toplumsal olgunun temeli de ekonomiktir. Sistem, bütünü (en çok) bu nedenle parçalar. Ve bu parçalanmışlık, cinsiyetçi ve ayrımcı kültürü her geçen gün daha da besler, ezilen-ezen ilişkisini büyütür. “Birilerinin refahı, diğerlerinin cefasıyla makbul olur. Dünya bu inanca tabi olalı beri değişmeyen tek gerçek: ezen ve ezilen ilişkisidir.” Bu döngü dışlama ve ötekileştirme mekanizmalarını doğrudan işletir.
Tezin kısa kısa değindiği, ‘erkek olmak’, ‘etin cinsel politikası’, ‘erkeklik’ ve ‘kışkırtılmış erkeklik’, fobi gibi birçok kavram ve kaynak, erkeklerin neden yoga yapmadığını incelemek için ele alınırken, erkeklerin yoga yapmamasının arkasındaki nedenleri de sorgulamak için kullanıldı. Bu tezde, yoganın kendi içindeki ‘eril’-‘dişil’ ayrımlarına, bunun erkek egemen toplumun kuruluşuna nerede denk düştüğüne ilişkin ayrıntılara girilmedi. Sadece toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş, kadınların dışlandığı olgular ve erkeklerin kendini soyutladığı olgular üzerinden “erkekler neden yoga yapmaz?” sorusu yanıtlanmaya çalışıldı. Kapitalizmin buna müdahalesi ve pazarlama anlayışıyla, yoganın yaygın biçimde kadınlar tarafından yapılıyor olmasına karşılık, ‘usta’ sınıfına alınmayışları ve ‘ustalık’ statüsünün (yine) erkeklere bırakıldığına değinildi. Tez için yapılan anket ile yoganın nasıl ‘kadınsı’ atfedildiği, katılımcıların farkındalıksız olarak kültürel belleği açık etmesiyle sunulmuş oldu.
Yaşamda hiçbir şey, bir öncekinden bağımsız değildir. Yogafobi, bu tez ile yeni ortaya atılmış bir sözcük ya da kavram olsa da, kadının, erkeğin, yoganın toplumsal ve tarihsel bağlamlarından bağımsız düşülmemiştir.
Yogafobi, büyük oranda bir erkeklik eleştirisi olarak ortaya çıkmış olsa da, kadınlık hallerinin de (yeniden) düşünülmesi gerektiğine ince bir dokunuştur.
 EKLER
Yaşınız :
Eğitim durumunuz:
Medeni durumunuz:
1-Hayatınızda daha önce hiç spor vb benzeri bir aktivite yaptınız mı?  (Evetse-Neler? Hayırsa-Neden?)
2- Spor vb etkinlik haberler ya da yayınları takip ediyor musunuz?  (Evetse-Neler/hangi alanlarla ilgili? Hayırsa-Neden?)
3- Daha önce Yoga’yı duydunuz mu?  Nereden/kimden?
4 - Yoga hakkında bir şey biliyor musunuz?  
5- Yoga yapıyor musunuz? Yapıyorsanız ne zamandır?
6-Çevrenizde yoga yapan biri ya da birileri var mı?  Varsa kim/kimler?
7-Yoga yapmayı hiç düşündünüz mü?   (Evetse-Neden?, Hayırsa-Neden?)
8-Yoga ya da herhangi bir spor aktivitesini yaşa, bir ırka ya da bir dine göre ayırdınız mı? (Evetse-Neden?, Hayırsa-açıklar mısınız?)
9-Yoga ya da herhangi bir spor aktivitesini cinsiyete göre ayırdınız mı? (Evetse-Neden?, Hayırsa-açıklar mısınız?)
10 – Erkeklik denildiğinde sizde oluşan anlam nedir?
11 – Kadınsı olan ve erkeksi olan denilince ne anlıyorsunuz? Bu kavramlar üzerinden bir ayrımınız var mı?
12 – ‘Kışkırtılmış erkeklik’ size ne ifade ediyor?
 KAYNAKÇA
-       Adams, Carol J. Etin Cinsel Politikası Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram (Çev.Güray Tezcan, Mehmet Emin Boyacıoğlu) İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015.
-       Bachofen, J.Jakob. Söylence, Din Ve Anaerki (Çev. Nilgün Şarman) İstanbul: Payel Yayınevi, 1997.
-       Bourdieu, Pierre. Eril Tahakküm (Çev. Bediz Yılmaz) İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2016.
-       Connell, R.W. Toplumsal Cinsiyet ve İktidar Toplum, Kişi ve Cinsel Politika (Çev. Cem Soydemir) İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017.
-       Engels, Friedrich. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Çev. Kenan Somer) Ankara: Sol Yayınları, 1992.
-       Federici, Silvia. Caliban Ve Cadı  Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim (Çev. Öznur Karakaş) İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2017.
-       Freire, Paulo. Ezilenlerin Pedagojisi (Çev. Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek) İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995.
-       Kerov, Zubritski Mitropolski. İlkel, Köleci Ve Feodal Toplum (Çev. Sevim Belli) Ankara: Sol Yayınları, 1992.
-       Lloyd, Genevieve. Erkek Akıl Batı Felsefesinde ‘Erkek’ Ve ‘Kadın’ (Çev. Muttalip Özcan) İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015.
-       Morgan, Lewis Henry. Eski Toplum 1 (Çev. Ünsal Oskay) İstanbul: Payel Yayınları, 1994.
-       Psikeart Dergisi. Erkeklik  Sayı 50. Mart-Nisan 2017.
-       Sancar, Serpil. Erkeklik: İmkansız İktidar Ailede, Piyasada Ve Sokakta Erkekler İstanbul: Metis Yayınları, 2016.
-       Selek, Pınar. Sürüne Sürüne Erkek Olmak İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
-       Thomson, George. Tarihöncesi Ege 1 (Çev. Celal Üster) İstanbul: Payel Yayınevi, 1988.
  [1] Bilim, siyaset vs den kadınların dışlanmasından konuyu saptırmamak adına burada söz etmeyeceğim. Ancak, kadının kamusal alandaki varlığını sınırlandırarak, erkeklerle eşit konuma gelmesinin tarih boyunca da, bugün de önüne geçildiği, yeni bir okuma biçimiyle görülebilmektedir.
[2] Homoseksüel ya da heteroseksüel olup-olmadığına bakılmaksızın.
[3]Yoganın kökeni, tarihçesi, ortaya çıktığı toplumun kültürel yapısı vs belirtildiği gibi yoganın da kendi içinde ‘cinsiyetli’ oluşuna ilişkin ayrı, geniş bir çalışmayı kapsar.  
[4] Kadın bedeninin sömürüsü, kadının ikincilleştirilmesinin ve dolayısıyla emeğinin görünmez kılınması, tüm bunların ekonomideki karşılığı gibi konulara girmeyeceğim. Bu derece detaylandırmak tezi ulaşmak istediği amaçtan saptırabilir.
4 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 6 years ago
Text
Sınırların Ötesinde: Serbest Dalış ve Serbest Tırmanış - Derinliğin ve Yüksekliğin Buluştuğu Nokta: YOGA / Mehtap Tunç Zengin
 Dünyayı hava dokur, İnsanı nefes dokur. 
(Atharva Veda)
 Giriş
1.Bölüm Nefes
2.Bölüm Serbest Dalış ve Yoga
3.Bölüm Serbest Tırmanış ve Yoga
Tumblr media
Giriş
İnsan zihninin ve bedeninin sınırlarını zorlayan neler vardır bu hayatta? Yaşadığımız acı dolu olaylar duygularımıza etki ederken aslında bedenimize de zarar verir. Diğer taraftan fiziksel olarak yaşadığımız bir zorluk zihnimizi etkileyebilir. Bu zorlukları bilinçli bir şekilde yapıp o sınırı geçmek hiç aklınıza gelmiş midir? Sanırım bu sınırların ötesinde yaşayabileceğimiz iki etkili aktivite bulunmakta; Serbest Dalış ve Serbest Tırmanış. Derinlilere dalmak ve düz kayalara tırmanmak ve herhangi bir donanım gerekmeden bunları yapıyor olmanın cevabını belki de yoga yapmakta bulmak mümkündür. Bu iki nefes kesen ekstrem sporu yaparken ortaya çıkan en önemli noktanın “nefes” olduğu gerçeğini de görmek gerekmektedir. Birbirine zıt bu iki sporun birleştiği nokta NEFEStir. Yin & Yang gibi….
1.Bölüm
Nefes
Nefes almadan kaç dakika durulur? 30 saniye? 60 saniye? 3 dakika? Herkesin bir nefes tutma deneyimi olmuştur ve ne kadar zor bir durum olduğunu da fark etmiştir. Peki, nefes tutmayı en iyi yapanlar kimlerdir? Cevap çok net: Serbest Dalış yapan dalgıçlar. Düz bir kayaya tırmanın verdiği his nedir? Heyecan içinde nefes nefese kalmak olabilir mi? Peki bu hazza varanlar kim diye sorduğumuzda aldığımız cevap, Serbest Tırmanış (Free Solo) yapanlar diyebiliriz. Bu iki sporun temelinin nefes almaya dayalı dayanıklılık olduğunu söyleyebiliriz.
Nefes, yaşam demektir. Farkında olunsa da olunmasa da her an nefes alır ve yalnız nefes alındığında yaşarız. Nefesin olduğu yerde yaşam enerjisi vardır. Yaşam nefes ile başlar ve nefes ise biter. İlk ve son nefes arasında geçen zamana yaşam süreci deniyor ve bu süreç boyunca edinilen nefes alışkanlığı ve nefes kapasitesi yaşam kalitesini belirliyor. Nefes, insana can veren yaşam enerjisinin %75 ini sağlayan en temel ihtiyacımızdır. Kısıtlı nefes kısıtlı yaşam demektir. Hissedilmek istenmeyen duygularla karşılaşıldığında nefesin tutulması, durdurulması ile nefesin akışı yani yaşam enerjisinin akışı engellenir, böylece nefes kısıtlanır. Yapılan araştırmalarda insanların %90 ı nefes kapasitelerinin ortalama %20’sini kullanmaktadır. Bu da demek oluyor ki yaşam enerjilerinin %20 si kullanılmaktadır. Bunun yaşama yansıması da sevgiyi, aşkı, bolluğu, neşeyi, tüm güzellikleri yaşamlarına sadece %20 oranında kabul ediyorlar. Nefes kapasitelerini sınırladıkça var olan yaşam enerjisini kullanamıyor, aslında haklarını almayı reddediyorlar. Dolayısı ile  kısıtlı nefes = kısıtlı yaşam oluşturur.[1] Burnumuzdan nefes alıp vermenin ise çok fazla önemi vardır. Bunları tek tek sıralarsak[2];
1.   Ağzımızdan aldığımız her nefes filtresiz olarak ciğerlere iner; mikropların bedenimize girmesi için bulunmaz bir fırsat.
2.   Burnumuzdan aldığımız her nefes bedenimizin eşsiz filtreleme mekanizmasından geçerek ciğerlerimize ulaşır.
3.   Fizyolojimiz için çok önemli bir molekül olan Nitrik Oksit yataklarının bedenimizde en fazla olduğu yer sinüslerdir. Burnumuzdan her nefes aldığımızda ve her nefes verdiğimizde bu yataklardan Nitrik Oksit salınımı gerçekleşir. Nitrik Oksit çok önemli bir Haberci Molekül olup, salgılandığı gibi fizyolojimizdeki en önemli sistemlerin hepsine, Merkezi Sinir Sistemi, Bağışıklık Sistemi, Enterik Sistem vb. sistemlere giderek, "Regüle ol, dengeye gir, dengeye gir, düzenli çalış" talimatlarını iletir. O yüzden burun nefesi özellikle depresyon, anksiyete, uykusuzluk gibi Merkezi Sinir Sistemi kaynaklı semptomlar için çok etkin bir şifalandırıcıdır. Nitrik Oksid aynı zamanda çok önemli bir antioksidan’dır
4.   Burnumuzdan nefes alıp verirken, ağzımızdan nefes alıp verdiğimizden 150 kat daha fazla enerji harcanır. Tabii eğer burun deliklerinizde tıkanıklık yok ve ikisi de açık ise. Günde yaklaşık 18,000-20,000 arası nefes alıp verdiğimizi düşünürsek, gün boyunca ağzımız yerine sadece burnumuzdan nefes alıp vererek harcadığımız enerji miktarını tahmin edin.
Rusya’da, Kanada’da, Amerika’da, Fransa’da, Hindistan’da ve bazı Asya ülkelerinde özel eğitim almış doktorlar hastaların solunum paternlerini (otonom sinir sisteminin solunum düzenini) izleyip, belirleyerek, fiziksel ve zihinsel sağlık sorunlarını tespit edebiliyor ve kısa /uzun vadeli muhtelif nefes teknikleri çalışmaları ile bir çok semptomu ve hastalığın sebebini hiç ilaç kullanmadan ya da ilaçların dönemsel olarak dozunu düşürerek ortadan kaldırıyor ve tedavi edebiliyorlar! Bu tedavilerdeki en büyük sır hastaların 1 dakika içinde kaç kere ve kaç ml. soludukları ve her solunum arasında kaç saniye durakladıklarında gizli. Dünyanın muhtelif ülkelerinde, çeşitli bilim kurumlarınca yapılan yüzlerce klinik araştırma neticesine göre otonom sinir sistemi dakikada 4-6 defa nefesle yaşayabilen insanlar oldukça sağlıklı ve mutlu. Yaşamı etrafındaki stres faktörleri tarafından yönlendirilen kişiler ise dakikada 18-20 defa nefes alıyorlar.[3] Peki serbest dalışta yapılması gerekenler nelerdir? Doğru nefes tutma teknikleri nelerdir? Konsantrasyon ne kadar önemlidir?.
2. Bölüm
Serbest Dalış ve Yoga
Serbest dalış, yarışmacıların su altında tek nefesle açık sularda veya havuzlarda yüksek derinliklere, zaman ya da mesafelere ulaşmaya çalıştıkları sualtı dalışıdır.[4] Serbest dalış alabildiğimiz kadar çok nefesle su altını keşfetmektir. Göğüs kafesimiz ne kadar esnekse o kadar çok nefes alabiliriz. Bu esnekliğin kazandırılması için yoga tüm serbest dalgıçlar tarafından uygulanan bir sistemdir[5].
Serbest dalış, bir doğa sporu olmakla birlikte, altında arayanlar için çok derin anlamlar barındırmakta olan bir disiplin olagelmiştir. İnsanoğlunun bu spor gereğince doğa ile giriştiği mücadelesi bir noktada kendiyle mücadelesi hâline gelmiş, insanlar kendi benliklerine dair bir arayış içinde bulmuşlardır kendilerini. İnsanlar bu mücadele içerisinde kendilerine yardımcı olabilecek her türlü tekniği zaman içerisinde denemiştir. Serbest dalıştan çok daha eski bir disiplin olan yoga da bu araçlar içerisinde en faydalı olanlardan biri olarak göze çarpmıştır. Modern serbest dalış anlayışına büyük serbest dalıcı Jacques Mayol sayesinde giren yoga, Mayol’un vârisleri tarafından kabullenilmiş ve serbest dalış sporu içerisinde kendine önemli bir konum edinmiştir. Günümüzde çok sayıda rekortmen dalıcının rekor denemeleri hazırlık sürecinde farklı farklı yoga tekniklerini kullandığı görülmektedir. Bu teknikler sayesinde başarıya ulaşan sayısız serbest dalıcı mevcuttur. Yoganın serbest dalış üzerindeki etkilerini basitçe fizyolojik ve psikolojik olarak ikiye ayırmak mümkündür. Yoga, içerdiği fiziksel hareketler ile bir serbest dalıcının dalışa yönelik fizyolojisini geliştirirken, içerdiği mental öğretiler ile dalıcının psikolojik altyapısını sağlamlaştırmaktadır. Yoga ile serbest dalışı fizyolojik bağlamda birbirini tamamlayan disiplinler olarak görmek enteresandır, zira bu disiplinlerden biri nefes alıp verme üzerineyken, diğeri nefes tutma üzerine kuruludur. Yoga öğretisi içerisinde de sıklıkla karşılaşacağımız gibi, zıtlıklar zaman zaman birbirini tamamlayabilmektedir. Bu disiplinleri de birbirini besleyen iki zıt disiplin olarak görmek mümkündür.[6]
Sanskrit kökeninden gelen, anlamı “kontrol etmek” veya “boyunduruk altına almak” olan yoga kelimesi, dilimize kabaca “kavuşma”, “birlik” ve “bir araya gelme” olarak çevrilebilir. Yoganın  kelime kökeni bile serbest dalış ile yoga arasındaki ilişkiye adeta atıfta bulunuyor. Patanjali’nin öğretisine göre yoganın temel sekiz basamak bulunmaktadır. Bunlar[7];
1. Yama (“geri çekilme”): Zarar vermeme, doğruluk, çalmama, tensel zevkleri kontrol etme, istifçilik yapmama.
2. Niyama (“gözlem”): Arı olma, hâlinden memnun olma, ateşli istek, okuma, hatırlama.
3. Asana (“oturma yeri”): Meditasyonda kullanılan oturuş pozisyonu.
4. Pranayama (“nefesi askıya alma”): Nefes kontrol teknikleri.
5. Pratyahara (“tecrit”): Dış nesnelerden duyu organını geri çekme.
6. Dharana (“konsantrasyon”): Dikkati tek bir nesne üzerine toplama.
7. Dhyana (“meditasyon”): Nesne doğası üzerine yoğun tefekkür.
8. Samadhi (“özgürleşme”): Nesne ile şuurun birleşmesi.
 Bu temel basamaklar üzerine kurulmuş farklı farklı yoga teknikleri bulunmaktadır. Bu tekniklerin ortak noktası dalıcıyı mental ve fiziksel olarak dalışa hazırlamaktır. Hemen hemen her yoga tekniğinde yer alan esneme hareketleri ve nefeslenme teknikleri vücudu dalışa hazırlar. Özellikle asana denilen oturuş pozisyonu ve çalışmaları vücut üzerinde çok güçlü bir etkiye sahiptir. Aynı şekilde pranayama nefeslenme tekniği de akciğerin kapasitesini sınırlarına taşımaktadır. Serbest dalıcılar tarafından sıklıkla kullanılan teknikleri Hatha Yoga, Vinyasa ve Kundalini yoga olarak ayrılmaktadır. Özellikle Kundalini Yoga içerisinde yer alan mantralar kimileri tarafından dini bir işleve sahipmiş gibi görülse de, Kundalini Yoga’da söylenilen mantralar ağız içerisindeki belli başlı baskı noktalarını uyararak insanı çalışmaya hazır hâle getirir. Kundalini Yoga içerisinde yer alan pranayama tekniği de dalıcılar için oldukça önemlidir. Bu özel nefes tekniği sayesinde yogilerin rahatlıkla 7-8 dakika nefes tutabildiği gözlemlenmiştir. Aynı şekilde bu tekniği kullanan dalıcılar da akciğer kapasitelerini yüksek oranda arttırmayı başarmıştır[8].
  Serbest dalış dünya ve Türkiye rekortmeni, milli sporcu Şahika Ercümen, Salda Gölü'nde 'tatlı suda dünya kadınlar serbest dalış rekoru'nu kırdı. Ercümen, 1 dakika 58 saniyede 65 metreye dalarak, dünya rekorunun sahibi oldu.
İnsanoğlunun serbest dalış yapabilmesini sağlayan Dalıcı Memeli Refleksi dediğimiz mekanizmada da vücudumuzda birtakım değişiklikler gözlemlenmektedir. İlginç bir şekilde yoganın vücudumuzda meydana getirdiği değişimler ile Dalıcı Memeli Refleksi sayesinde vücudumuzda meydana gelen değişimler paraleldir. Asanalar ve meditasyonlar sırasında kalp atış sayısının azalması, solunum hızının yavaşlaması, kan basıncının ve oksijen kullanımının düşmesi vücudumuzdaki başlıca değişimlerdir. Dalıcı Memeli Refleksi’nde sayesinde vücudumuzda görülen değişimler de tam olarak bunlardır. Bu değişimlerin yanında Hatha Yoga’nın faydaları bilimsel olarak da kanıtlanmıştır. Dr. Dean Ornish tarafından 1990 yılında Dr. Dean Ornish tarafından gerçekleştirilen “Dr. Dean Ornish’s Program for Reversing Heart Disease” araştırmasında yoga ve meditasyonun koroner arterdeki tıkanmayı önemli ölçüde giderdiği ortaya konulmuştur. Ayrıca yapılan başka araştırmalar neticesinde 45 dakikalık asana uygulaması sonrası bazal metabolizmada %28 rahatlama tespit edilmiştir. Bununla birlikte asanalar sayesinde omurganın aktif bir şekilde kullanılması da vücut üzerinde çok olumlu bir etkiye sahiptir[9].
 3. Bölüm
Serbest Tırmanış ve Yoga
Dik kaya duvarlarına el ve ayaklar kullanılarak yapılan tırmanış sporuna verilen genel addır. Amaç bir dağın, kayanın ya da yapay bir duvarın zirvesine düşmeden ulaşmaktır. Bu tırmanış belirlenen bir rota olabildiği gibi daha önceden çizilmiş ve tırmanılmış bir rota da olabilir. Bu sporda sporcunun gücü, dengesi, çevikliği ve dayanıklılığı gibi faktörler oldukça belirleyicidir. Aynı zamanda sporcunun zihinsel dayanıklılığı ve analitik düşünme yeteneğine sahip olması en az fiziksel yeterlilik kadar önemlidir. İndoor (kapalı alan) ya da outdoor (dış mekan) tırmanışı olarak yapılabilen bir aktivitedir. Outdoor alanlarda yapılan tırmanışlar doğal oluşumların yüzeylerinde gerçekleştirilir. Her dağ ve duvar yüzeyinde tırmanış yapılmaz. Kaya yüzeyinin sertliğinin ve sporcuya tırmanma şansı sunacak yüzey çıkıntılarının olması gerekir. Aksi takdirde bu kayalar son derece tehlikeli olabilir. Free-solo tırmanış çeşitlerinden biridir. Hiç bir emniyet aleti kullanılmadan, kaya tırmanış ayakkabısı ve kaymayı engelleye toz torbası ile yapılan tırmanış türüdür (İpsiz tırmanış olarak da bilinir). Bu tırmanış türü en fazla deneyimin gerektiği tırmanış türüdür. Her hangi bir emniyet aleti kullanılmadığı için düşüşler en kötü sonuçlar doğurabiliyor. Bu yüzden sporcu fiziksel anlamda olduğu kadar psikolojik olarak da üst düzey yetenek ve donanıma sahip olmalıdır[10]. 
Alex Honnold, Nose on El Capitan Yosemite’da hız rekorunu kırmıştır. 900 metrelik bir rotayı  1:58:07 içinde tamamladılar. İki saatin altında tırmanan ilk dağcılar olarak rekord kırdılar.
 Profesyonel tırmanıcı ve Yogi olan Heidi Wirtz, tırmanıcıların Yoga’ya başlamaları için 5 sebep olduğunu belirtti. Bunlar[11];
1)Farkındalık (Mindfulness) ; Wirtz’e göre, Yoga dikkati nefese getirerek zihnin sakinleşmesine yardımcı olur.  Yoga’da öğretilen bilinçli nefes alma verme egzersizleri, tırmanıcıların böylesi zor bir durum içinde güç sarfederken kaya üzerinde sakin kalmasına yardımcı olur.
2)Beden Farkındalığı (Body Awareness): Yoga aslında bedenimiz hakkında ne bildiğimizle ilgilidir. Belirli pozlar içinde bedeninin tam olarak nasıl olması gerektiğini öğrenirsin. Wirtz beden farkındalığını, vücudundaki ağrıların ve diğer duyarlı olduğun yerlerin nerede olduğunu mekânsal olarak da farkında olma, bilme yeteneği olarak tanımlamaktadır. Tırmanış da, bedenini nasıl kullandığını bilmenle ifade edilir. Aslında kaya üzerinde bedenini doğru bir şekilde nasıl kullandığını öğreniyorsun.  
3.Karın Kuvveti (Core Strength): Pek çok yoga pozu kor bölgenin güçlenmesine yardımcı olur. Bu da kalçaların kayaya yakında olması açısıdan önemlidir. Bu şekilde ağırlığı bacaklarından çok kollarınla dengeleyerek dağıtmış olursun. Yoga sayesinde merkezi bölgene yani kor bölgene ve orta hattına nasıl bağlı kalman gerektiğini öğrenirsin. Bu şekilde kayanın üzerinde sabit kalabilmen için gerekli şeyler olduğunu bilirsin.  
4.Esneklik ( Flexibility) :Sürekli Yoga pratikleri tırmanıcıların, ayaklarını yukarı kaldırma ve geniş ayak takma hareketlerini yapmalarında yardımcı olur.
5.Yaralanmaları engelleme (Preventing Injury): Güçlü kor ve iyi esneklik yaralanmaların engellenmesinde yardımcı olur. Mesela, adaleyi fazla çekerek incitmeden çok zorlu bir hareketi yapabilirsin. Yoga ayrıca kas dengesinin gelişmesine de yardımcı olur. Mesela Vinyasa flow vücudu planktan yere inmesine izin verir ve bu da triceplerin ve göğsümüzdeki diğer kasların güçlenmesine yardımcı olur. Aslında bu güçlenmelerle tipik tırmanıcı dengesizliklerini düzelterek dirsek tendonit engelemiş olur.
Gery Petrov’da benzer şekilde Astanga Yoga ile Tırmanış arasında yukarıda belirttiğimiz gibi benzerliklerin olduğunu vurgulamaktadır. “İki yol, tek bir hedef (Two paths one goal)” olarak ifade etmektedir. [12] Bu benzerlikler şunlardır;
·      Zihinsel ve fiziksel durumları geliştirme
·      Gelişim ilerlemesi
·      Öz farkındalık ( temel hedef)
·      Esneklik
·      Denge ve Kor
·      Güçlülük ve dayanıklılık
·      Nefes
·      Odaklanmak
Sonuç olarak, serbest dalış ve tırmanış her zaman herkesin yapacağı iki eylem değildir. Bu iki aktivitenin kurallarına uygun yapılması için gerek zihinsel gerekse bedensel olarak hazır olmak gerek. Bunun için en iyi yol Yoga yapmak diyebiliriz. Yoga ile öncelikle nefese odaklı çalışarak, bedensel güç elde edilebilir. Maceraperestler için denemeye değer iki aktivite olabilir. Manevi tarafına bakarsak, tırmanmayı ve dalmayı aslında YING & YANG felsefesine de benzetebiliriz.
YIN, IDA enerjisinin temsil eder yani bilinçaltıdır. Soğuk, serin ve sakindir. Dalmak derinliklere inmek gibidir.
YANG, PINGALA enerjisini temsil eder yani bilinçtir. Sıcak, canlı ve aktiftir. Tırmanmak bilinçli olma hali gibidir.
Üzerinde bulunduğumuz toprak, zemin ya da yaşadığımız yer ŞUŞUMNA gibidir. Merkez kanalımızdır. Köklendiğimiz topraktır.
  Kaynakça
Dalış ve Fizyoloji 1-Yoga ve Dalış, http://www.derin.boun.edu.tr/?p=1222
 Serbest Dalış ve Yoga, http://www.gokhansenses.com/serbest-dalis-ve-yoga/
 Serbest Dalış, https://tr.wikipedia.org/wiki/Serbest_dal%C4%B1%C5%9F
Nefes Nedir?, http://www.nefesvesaglik.com/haber/39/17/nefes-nedir
 Doğru Nefes Alıyor musunuz?,https://www.yukselencag.com/Nefes/Dogru-Nefes-Aliyor-musunuz
 Doğru Nefes, http://www.yogadergisi.com/yazarlarimiz/yazarlar/169-ebru-%C5%9Finik/484-dogru-nefes
Kaya Tırmanışı, http://etkinlikgunlugu.com/kaya-tirmanisi.html
5 Reasons Climbing and Yoga Go Together, https://www.climbing.com/skills/5-reasons-climbing-and-yoga-go-together/
 Rock Climbing & Ashtanga Yoga, https://balkanvagabondz.com/2016/04/13/rock-climbing-ashtanga-yoga/
https://www.breatheology.com/art-freediving/
https://visual.ly/community/infographic/health/hatha-yoga-primary-series
http://divermag.com/yoga-and-freediving/
[1] Nefes Nedir? http://www.nefesvesaglik.com/haber/39/17/nefes-nedir
[2] https://www.yukselencag.com/Nefes/Dogru-Nefes-Aliyor-musunuz
 [3] http://www.yogadergisi.com/yazarlarimiz/yazarlar/169-ebru-%C5%9Finik/484-dogru-nefes
[4] “Serbest Dalış”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Serbest_dal%C4%B1%C5%9F
[5] http://www.gokhansenses.com/serbest-dalis-ve-yoga/
[6] Dalış ve Fizyoloji 1-Yoga ve Dalış, http://www.derin.boun.edu.tr/?p=1222
[7] http://www.gokhansenses.com/serbest-dalis-ve-yoga/
[8] Dalış ve Fizyoloji 1-Yoga ve Dalış, http://www.derin.boun.edu.tr/?p=1222
[9]Dalış ve Fizyoloji 1-Yoga ve Dalış, http://www.derin.boun.edu.tr/?p=1222
[10] Kaya Tırmanışı, http://etkinlikgunlugu.com/kaya-tirmanisi.html
[11] 5 Reasons Climbing and Yoga Go Together, https://www.climbing.com/skills/5-reasons-climbing-and-yoga-go-together/
[12]Rock Climbing & Ashtanga Yoga, https://balkanvagabondz.com/2016/04/13/rock-climbing-ashtanga-yoga/
0 notes
hariomyogamerkezi · 6 years ago
Text
Hariom’dan Son Haberler / Bora Ercan
Bu hafta Hariom’da Uma Chonyi meditasyon ve yoga çalışmalarına başlıyor. Ürün Kurtiç’in de birkaç hafta önce Hariom’a başlamasıyla 13 yıl önceki ilk eğitmenlerimiz yeniden aramıza katılarak içimize bir bahar tazeliği havası kattı.
Tumblr media
Rahatsızlığımdan dolayı yokluğum boyunca Cumartesi çalışmalarını yaz boyu büyük fedakarlıklarla yüklenen Hale Kamar’a çok teşekkür ediyorum. Hafta içi Cuma sabah Hale hocamız çok sevilen tarzıyla bizimle birlikte olmaya devam edecek.
 Böylesi durumlarda ister istemez ‘retro’ haline geçiyorum, zihnimde eski günler canlanıyor. Hastalık süreci de bunu söyledi bana: Maddiyat değil de insan ve anı biriktirmişim. Hafıza, zihnin oyunlarının en iyi yoldaşıdır. İyi de oluyor aslında, anımsamaların akışında zaman kronolojik olarak akmasa, olaylar, kişiler birbiri içine girse de iyi oluyor. Kişi kendi tarihini ve dolayısıyla yaşamdaki varlığını şöyle bir elden geçiriyor.  
 Hariom ilk kurulduğunda henüz telefonlar bu kadar akıllı değildi, ama eminim biz insan evladı bugünkünden biraz daha akıllıydık. Hafızamız biraz daha iyiydi, daha vicdanlıydık! Hayatın diyalektiğinde bu da değişecektir elbette, çok takılmayalım. O zamanlar, şehirde birkaç dut ağacı kalmışken (ikisi Hariom’un Kızıltoprak’taki yerinin bahçesindeydi) youtube kanalları da bu kadar yaygınlaşmamıştı. İşte o zamanlar, bugün artık pek de değeri kalmayan DVD’ler kullanılıyordu. Tek başıma ‘meditasyon’ ve ‘yazmak’ dışında bir şey yapmaktan hoşlanmadığım için Uma ve Ürün’e bir eğitim DVD’si hazırlamaktan söz ettim, onlar da seve seve kabul ettiler ve birlikte bir Hatha Yoga DVD’si hazırladık.
 On küsur yıl önceydi. Çekim gününü bugün gibi anımsıyorum. Kulindağ Dağ Evi’nde bir hafta içi buluşmuştuk. Mekanın yaratıcısı ve işletmecisi Deniz Dursun hiçbir karşılık beklemeden bize mekanın kapısını açmıştı. Orman sessizliği içinde çekimlerimizi tamamlamıştık. DVD o dönem ilgi görmüştü ki ilk basım hemen tükenmiş, ikinci basıma geçmiştik… Sonradan, aramıza katılan Müge Somer ve Behnam ile Hatha Yoga 2 DVD’sini de hazırlamıştık…
 Kasım ayının başıyla yeni, zengin bir programla sizlerle birlikte olacağız. İrem’in Çakra Çalışmaları ve Vinyasa Serileme Atölyesi, Sanem’in Yin Yoga Eğitmenlik Programı, Ömer’le Tensegrity çalışmaları, İzmir, Mersin, Kıbrıs, Kuşadası, Trabzon’da da paralel olarak yapılan Meditasyon Uzmanlık Programı, İrem ve Serhan’la birlikte düzenlediğimiz Yoga Uzmanlık Programı bu yılın öne çıkan etkinlikleri.
 Bunların yanında yoganın renkleri diyebileceğimiz farklı tarzlar da Hariom çatısı altında bizimle olacak.  
 Sevgiyle kalın.
2 notes · View notes
hariomyogamerkezi · 6 years ago
Text
GÜVERCİN / ERGİN ÖZLER
Yogada uzmanlaşma programı için bir makale yazmamız gerektiğini öğrenince bir hayli endişelendim. Makale, orijinal bir fikir içeren bir çalışma demekti ve benim ne bir akademik deneyimim ne de orijinal bir fikrim vardı. Hocamızın beklentisinin kişisel yaklaşım içeren bir çalışma olduğunu öğrendiğimde kısmen rahatladım.
Tumblr media
Ne var ki, konu ararken fark ettim ki öznel bir şey yazmak daha da zordu. Bir gece konu bulamıyorum diye sızlanırken eşim bana beni en çok etkileyen yoga pozunu sordu. Benim için en etkileyici asana kesinlikle güvercindi. Asanaları, dönüştürdüğü bedensel alan ve onun metafizik izdüşümleriyle yani çakralarla ilişkilendirerek söylenebilecek çoğu şey bugüne kadar söylendi. Bu yüzden poza ismini veren mitolojik varlığı Hint düşüncesi içinde araştırmaya ve benim için ne ifade ediyor olabileceğini yorumlamaya karar verdim.
 Güvercinle ilgili karşıma ilk çıkan Mahabharata’da ve Budist Cataka hikayelerindeki Kral Sibi’nin hikayesi oldu. Birkaç değişik versiyonu bulunan hikaye özetle şöyle: Kral Sibi Ay Hanedanından Kral Ushinara’nın oğlu ve halefidir. Adil ve hayırsever kralın ününü duyan İndra ve Agni onu sınamaya karar verirler. Agni bir güvercine dönüşerek sarayının avlusunda oturan Kralın kucağına iner ve kendisini bir şahinin takip ettiğini söyleyerek kraldan himaye ister. Kral yorgun kuşa “hayatını kurtulmuş bil,” diyerek güvence verir ve onu koruması altına alır. Hemen ardından şahin görünümündeki İndra avluya iner ve Sibi’den hakkı olan avını kendisine teslim etmesini ister. Kral sığınma bahşettiği birine ihanet edemeyeceğini, bunun tanrıları kızdıracağını, hatta kendinden sonraki nesilleri bile tehlikeye atacağını söyleyerek şahinin arzusunu reddeder ama onun talebindeki haklılığı da görerek mutfağından ne isterse yiyebileceğini, açlığını dindirebileceğini söyler. Şahin kralın mutfağındaki yemekleri istemediğini, Tanrı’nın ona bahşettiği avın hakkı olduğunu söyler ve  güvercini bırakması için krala ısrar eder. Kral, kendisine sığınan birine ihanet etmeyeceğini tekrar ederek şahinden ona bir başka seçenek sunmasını ister. Bunun üzerine şahin avından vazgeçmeyi kabul eder ancak bir şartı vardır: Kral güvercinin ağırlığı kadar kendi etinden vermelidir. Güvercinin fazla ağır olmayacağını düşünen Kral Sibi sevinerek şahinin şartını kabul eder. Hemen bir bıçak ve terazi getirtir, baldırından bir et parçası keserek bir kefesinde güvercinin durduğu terazinin diğer kefesine koyar. Terazi dengelenmek şöyle dursun kıpırdamaz dahi. Bunun üzerine Sibi bedeninin değişik yerlerinden kestiği parçaları teraziye koymaya devam eder ancak çabaları beyhudedir. Terazinin kefesi bir türlü oynamaz. Kesecek uzvu kalmayan Kral Sibi nihayet sürünerek tartının kefesine çıkınca terazi dengelenir. Agni ve Indra gerçekte kim olduklarını açıklar ve Sibi’nin yaralarını iyileştirerek onu eski haline getirirler.
 Hikâye bir fazilet hikâyesidir, fakat aynı zamanda Hint maneviyatında sık karşılaşılan mistik bir soruya yanıt arayan bir metafordur: Gerçek benliğe (Atman) insanın özündeki ölümsüz öğeye nasıl ulaşılır?
 Zengin simgesel anlamlarla yüklü hikâyenin kahramanı Kral Sibi Budist geleneğe göre Buda olacak kişinin geçmişteki tecessümlerinden biridir. Zaten Cakata hikâyeleri Siddhartha Gautama’nın geçmiş hayatlarını anlatır. Bu hikâyede Kral Sibi, bizzat tanrılardan aydınlanma (Samadhi/Nirvana) yolunda önemli bir ders alır. Gerçeğin gizlenmesi teması hikâyenin esasını oluşturur. Hakikat, olay örgüsünün sonuna, Kral Sibi nihai fedakarlığı yapana kadar ortaya çıkmayacaktır. Burada söz konusu olan, Hint düşüncesinin önemli öğelerinden biri olan maya kavramıdır. Algılanan gerçeklik bir yanılsamadır; karmanın (evrensel nedensellik yasası) yani zamansal koşulların ve mekânsal sınırların ürünüdür. Gelip geçicidir. Mircea Eliade Yoga kitabının önsözünde maya kavramını şöyle açıklar: “Bu terim haklı olarak “yanılsama, kozmik yanılsama, serap, büyü, teşekkül, gerçek dışılık vs.” olarak çevrilmiştir, ama yakından incelendiğinde mayanın Varlığın bir parçası olmadığı, ‘teşekkül’ ve ‘zamansallık’ içerdiği için bir ‘illüzyon’ olduğu fark edilir.”[1] Mayanın ötesinde tüm koşullandırmalardan bağımsız bir mutlak hakikat, bir değişmeyen vardır. Yoga işte bu yanılsama perdesinin aralanmasını sağlayacak teknolojinin üretilmesinden başka bir şey değildir. Hint tinselliğinde hakikatin idraki kendini tanıma yoluyla elde edilen metafizik bir hakikatin keşfidir. Metafizik işlevi olmayan bilgi sadece değersiz değil kozmik yanılsama ile olan bağı güçlendirdiği için zararlıdır da. Yogayı oluşturan sekiz uzvun ikincisi Niyama’ların (disiplin) son öğesinde bu işlev net biçimde ortaya konur: “Yoga metafiziğini öğrenmek ve Tanrı’yı (İşvara) her eylemin gerekçesi haline getirmek.”[2] Kendini tanıma çabasını değerli kılan şey, ruhun kurtuluşunu sağlayacak pragmatik fonksiyonudur. Ancak kendini tanıma yolu zorluklarla dolu bir yoldur. Çünkü koşullanmalar insandan gizlidir. Samskara (bilinçdışı izler) ve vasana’lar (gizli eğilimler) insan edimini ve dolayısıyla karmayı belirler. Yaptığımız her eylem, başımıza gelen her olay, içine düştüğümüz her durum bir samskara “içe işleme, iz bırakma” ile sonuçlanır. Tıpkı doğumun engellenemez ve ölümün kaçınılmaz olması gibi  bilinçdışı bu kalıntılar ve izler insanın gelecek eylemlerini kaçınılmaz kılar. Kurtuluşa ulaşma sadece bu kalıntıların ve eğilimlerin izini sürmek, onları saptamak ve nihayet onların üzerimizdeki hakimiyetine son vermekle mümkündür. Elbette bu psişik yapılar aynı zamanda insanın kişiliğini oluşturur. Bireyin bu izlerin boyunduruğundan kurtulması demek kişiliğinden vazgeçmesi, tanıdığı bildiği haliyle kendini yok etmesi yani yaşarken ölmesi demektir. İnsanın vuslat için kişiliğini külliyen yok etmesi gerekir. Kral Sibi’nin hikayesinde de yanılsamanın son bulması, hakikatin ortaya çıkması ancak Sibi’nin varlığını feda etmesiyle gerçekleşir. Kral Sibi’yi kendisi yapan, onun kişiliğini oluşturan şey onun tarihselliği, kişisel hikâyesidir, Atman’a ulaşmak için vazgeçmesi gerekenler de bizzat bunlardır.
 Elbette Yogin bu keşif seyahatine kendisini hazırlamalıdır. Patancali’nin tanımladığı Yoganın sekiz uzvundan ilk ikisinin yani Yama (sakınma) ve Niyama’ların (disiplin) Yoga teknikleriyle ilgisi yoktur, hemen her dini ahlaki düşünsel sistemde karşılaşabileceğimiz genel fazilet ve ahlak kurallarından oluşur. Asıl işlevleri yeni maya tohumları ekilmesinin olabildiğince önüne geçmektir. Yogin bu kurallara riayet ederek, önündeki engelleri yenilerini oluşturmadan aşmayı hedefler. Nitekim faziletiyle ünlü Sibi bu yolculuğa çıkmaya hazırdır. Kendini tanıma yolculuğu zahmetlerinin yanı sıra acı vericidir de. Nitekim Sibi kendini parça parça İndra’ya kurban ederken büyük ızdıraplara göğüs germek zorunda kalır; her bir samskara ile yüzleşme, fiziksel olarak “etinden et koparmaya” tekabül edecek şiddetli kederlere yol açacaktır. Yoga yolu çile yoludur, çünkü acıyı sona erdirmek onu derinlere gömmekle değil ancak çekmekle mümkündür. Yogin yaşayacağı acılara rağmen benliğiyle yüzleşmek zorundadır, kurtuluşun tek yolu budur.
 Peki Kral Sibi’nin uğrunda bu denli büyük fedakarlık yaptığı hakikat nedir?  Samkhya ve Yoga felsefeleri düalist bir gerçeklik anlayışı tasvir eder. Vakıa ikiliği oluşturan öğeler Prusha (Ruh) ve Prakrti (Töz) birbirine bağlıdır, çünkü Purusha’nın bilinmesi Prakrti’nin bir hâli, hatta en saf hali olan (buddhi) akıl/idrak vasıtasıyla mümkün olur. Burada bahsedilen elbette metafizik idraktir. Yani tözün işlevi en saf haline ulaşarak Ruhu (Purusha) yansıtmaktır. Bu ikili gerçeklik anlayışı içsel ve dışsal olarak da nitelendirilebilir. Töz içine hapsolmuş varoluşu aşmanın anahtarı onun en katışıksız hâline (saf akıl) ulaşmaktır. Samkhya felsefesi maddi, zihinsel ve aynı zamanda psişik evreni oluşturan praktri’nin üç formunu tanımlar. Bunlar sattva (aydınlık), racas (devinim) ve tamas’dır (karanlık).[3] Bu üç guna maddi ve manevi varoluşun her bir parçasını oluşturur. Kozmostaki her şey üç guna’dan oluşmuştur, bunların oranı varlığın kendine özgü yapısını belirler. Bu üçleme Vedik ilâhların en eskisi Agni’de yansıma bulur. Agni’nin kendisi de bir üçlemedir: Sudan doğan Agni, bir yıla kalmadan boynuzlarını bileyen boğaya dönüşen bir buzağıdır; iki çubuktan (yani ateşten) doğan Agni ateş dilli bir oburdur; göklerin en yüksek katından doğan Agni bir kartaldır. Ayrıca Vedik ilâhilerde göklerin taşıyıcısı, evini ölümlülerin arasında kurmuş, her şeyi gören ve bilen bir öl��msüz olarak kutlanır. [4] Maddi üç elementi suyu, ateşi ve havayı barındıran Agni yerle gök, ölümlüyle ölümsüz arasındaki bağlantıdır. Üç guna'yı dolayısıyla praktri’yi bünyesinde toplamıştır. Sattva ve tamas aynı madalyonun iki yüzüdür. Agni’yi ateş dilli bir doymak bilmez olarak tasvir etmek bu ikilemi simge durumuna taşır. Agni bir yandan varoluşu aydınlatırken diğer yandan önüne çıkan her şeyi yutarak karanlığa gömer. Sudan doğan ve vakit kaybetmeden bir boğaya yani güç, cinsellik ve üreme sembolüne dönüşen Agni yaşamın ta kendisidir, harekettir, devinimdir yani racas’tır. Üçlemenin son parçasını oluşturan göklerin zirvesinden doğan kartal Agni ilahi bakış açısının temsilidir, her şeyi görür, her şeye hakimdir. O, arı akıl yani buddhi’dir. Vedaların ateş tanrısı, gökyüzünde güneşin, yeryüzünde ateşin temsilcisi, yaradılışı ve hayatı simgeleyen Agni’nin Kral Sibi’nin öyküsünde avcısından kaçan savunmasız bir güvercine dönüşmesi manidardır çünkü yaşam, bu muazzam güç, aynı zamanda kırılgan ve savunmasızdır. Kral Sibi’nin güvercin formunda betimlenen yaşam için kendi hayatını feda etme motifi ilk bakışta çelişkili görünse de Yoga felsefesinde merkezi bir yer tutar zira ölümsüzlük ancak yaşarken ölmekle mümkündür.
 Terazi de Kral Sibi’nin öyküsünü bir vahdeti vücut anlatısı olarak anlamlı kılan evrensel imgelerden biridir (İslam düşüncesinde de Hak(k) hem yaratan hem de adalet anlamı taşır). İnsanlık bilincinde adalet sembolü olarak yer eden bu imge öyküde benzer bir kavrama işaret eder: birlik. Tüm hayat birdir ve her canlının özü aynıdır. Kral Sibi verdiği sözü tutmak için tek bir şansı olduğunun farkına vararak kefeye tırmandığında terazi dengelenir. Kral için karar anı tanrısal özünün farkına vardığı aydınlanma anıdır. Sibi’nin Agni ile eşit ağırlıkta olduğunu kavrarız, aksi de zaten mümkün değildir. Çünkü farkında olmasa da o ve Agni birdir, aynı ölümsüz varlıktır, yaşamın kendisidir. Kral Sibi’yi farkındalıktan mahrum bırakan şeyler ise birer yanılsamadır. Birliğe ulaşmak için hakikati, yani kendi özünü kavramalı yanılsamanın ötesine geçmelidir.
 Hikâyede bir şahine dönüşen İndra, Yunan ilahı Zeus veya pagan ilahı Thor ile kıyaslanabilir; savaşın, yağmurun ve nehirlerin tanrısıdır, kötücül yılan Vritra’yı silahı yıldırımla öldürerek suların serbest kalmasını sağlamıştır. Kaos karşısında düzeni, kötülük karşısında erdemi simgeler. Kral Sibi’nin hikayesi Mahabharata’nın orman kitabında (3. Kitap) geçer. Ayrıca, İndra en tanınmış dini Hint metni Bhagavadgita’nın kahramanı Arjuna’nın babasıdır Bhagavadgita, Mahabharata’nın 6. kitabının bir bölümünü oluşturur ve üvey kardeşi Karna ile savaşmak zorunda kalınca ahlaki bir ikilem içine düşen Arjuna’nın öyküsünü anlatır. İndra Bhagavadgita’da da kılık değiştirir. Bu sefer bir şahin değildir, Karna’nın huzuruna fakir bir Brahmin kılığında çıkar ve ondan, onu yenilmez kılan zırhını ve küpelerini ister. Babası Surya tarafından uyarılmış olan Karna huzuruna gelenin İndra olduğunu bilir ama yine de yardım isteyen birini (özellikle de tanrıların kralını) geri çevirmez; Arjuna ile gireceği büyük muharebenin arifesinde savunmasız kalmak pahasına zırhını ve küpelerini İndra’ya verir. Annesinin hatasıyla varoluşa hazırlıksız yakalanan Karna, bu kez kendi arzusuyla yok oluşa hazırlıksız yakalanacaktır.
Hindolog Kevin McGrath’ın bahsettiği ve Vedik mitolojiyi dolduran sembolizm yüklü İndra (yağmur) – Surya (güneş) çatışmasına [5] ek olarak İndra, hem Kral Sibi’nin öyküsünde hem de Bhagavadgita’da kritik bir rol oynar: Kılık değiştirerek huzuruna çıktığı kahramanları doğru olanı yapmaya zorlar. Nitekim, Kral Sibi’nin öyküsünde Sibi’den yerine getirilmesi neredeyse imkânsız şeyler ister. Söz konusu talepler, her ne kadar acımasız da görünse, Sibi’yi yeniden doğuşa ulaştırır. Burada karşımıza çıkan Yoganın ayırt edici bir diğer özelliği, hem ritüel hem de yalın anlamıyla yetiştirici, donatıcı, erginleyici[6] yapısıdır. Sibi’nin hikâyesinde İndra’nın manevi rehber (guru) işlevi açıktır. Gerçekten, “Yoga tek başına öğrenilemez, bir manevi rehberin yol göstericiliği şarttır.”[7] Hikâyede İndra’nın taviz vermeyen tavrı, ya-hep-ya-hiç dışında seçenek bırakmayarak öğrencisini yönlendiren bir hocanın tavrını andırır. Yogin, gurusunun rehberliğinde aydınlanma yolundaki engelleri aşmaya çalışacaktır. Yoginin içsel yolculuğunun hedefi moksha’dır, ama bu seyahat amacına ulaşmasa da yogin yolculuğu boyunca varoluşun çeşitli güçleriyle ve bilincin farklı katmanlarıyla karşılaşacaktır.
[1] Eliade Mircea, Yoga: Ölümsüzlük ve Özgürlük, Alfa Yayınları 2017 çev. Ali Berktay, s.13
[2] Eliade, Yoga ve Ölümsüzlük
[3] Eliade Mircea, Yoga: Ölümsüzlük ve Özgürlük, Alfa Yayınları 2017 çev. Ali Berktay, s.30
[4] Graves Robert,  The White Godess, Noonday 1948, New York, s.302
[5] https://en.wikipedia.org/wiki/Karna
[6] İng. sıfat initiative, Eliade Mircea Yoga ve Ölümsüzlük s.19
[7] Eliade Mircea, Yoga ve Ölümsüzlük s.19
4 notes · View notes