Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Ağır darbelere rağmen Yemen tetikte! Soykırımı taçlandırma planı: Gazze’...
youtube
0 notes
Text
Survivor entelektüel!
Türkiye gibi devirlerin, devranların birbirini izlediği, dün helal olanın yarın haram ilan edilebildiği, dün konuşulanın bugün yasak olduğu bir ülkede konuşmak ve yazmak hiç kolay değildir.
0 notes
Text
30 Ağustos ve 100 yıllık yalanlar
Tamer Çilingir
Yeryüzünde böyle bir millet yoktu ki, toprakları emperyalistler tarafından işgal edilmiş, yöneticileri bu emperyalistlerle iş birliği içindeyken 1. Dünya savaşında verdiği büyük kayıplara rağmen küllerinden yeniden doğacak, büyük fedakarlıklarla vatan topraklarını kurtaracak ve cumhuriyeti kuracaktı. İşte bu yüzden ne mutluydu Türküm demek.
Ulusal bayramlara yüklenen anlam genel olarak karanlık bir devrenin sona erdirilip aydınlık bir sürecin başladığı önemli tarihlerin hatırlanmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından aynı anlamı taşıyan birden fazla gün vardır. Bugüne kadar kutlanmaya devam eden 23 Nisan (1920’de Ankara Meclisinin açılışı), 30 Ağustos (1922’de Yunan ordusunun yenilgiye uğratılması) ve 29 Ekim (1923’te cumhuriyetin ilan edilmesi) bunların en önemlileridir. Bugünlerde yeniden ve yeniden anlatılan hikâye ise gerçeklerden değil tamamen kurgu ve yalandan ibaret bir hamasettir. Osmanlı’nın son yüz yılı ve cumhuriyet tarihi değişik etnik ve inançtan uluslara yönelik soykırımlar ve katliamlar tarihi olarak özetlenebileceği gibi aynı zamanda bir darbeler tarihidir de.
Padişahların darbelerle tahttan indirilip tahta çıkarıldığı Osmanlı’nın son yüzyılı, iki meşrutiyetin ilanı ve 1920 yılında Ankara Meclisi’nin açılışı ile devam eder. Darbeler zincirinin en önemli halkalarından biri kuşkusuz 29 Ekim 1923 yılında ilan edilen cumhuriyettir. Cumhuriyetten sonra da ilk meclisteki muhalif milletvekillerine yönelik uygulamalar; 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat darbeleriyle sürer gider. Neredeyse yapılan her seçim de bir darbedir. Milletvekilliklerinin ve belediye başkanlıkların iptali ve şimdilerde sık sık gündeme gelen kayyım atamaları da aynı bağlamda değerlendirilebilir. Denebilir ki cumhuriyet tarihi boyunca tekrar eden her şey “zafer”le adlandırılan 30 Ağustos 1922’de başlatılır.
Peki nedir bu zafer? 19 Mayıs 1919’da Samsun’a giden Mustafa Kemal’in öncülüğünde yedi düvele karşı, anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı verilmişti; işte bu Kurtuluş Savaşı’nın zaferi Yunan-Türk çatışmasının sonlandığı tarih olan 30 Ağustos 1922’ye sabitlenmişti. Ve 1935 yılından itibaren 30 Ağustos her yıl Zafer Bayramı olarak kutlanacaktı. Yeryüzünde böyle bir millet yoktu ki, toprakları emperyalistler tarafından işgal edilmiş, yöneticileri bu emperyalistlerle iş birliği içindeyken 1. Dünya savaşında verdiği büyük kayıplara rağmen küllerinden yeniden doğacak, büyük fedakarlıklarla vatan topraklarını kurtaracak ve cumhuriyeti kuracaktı. İşte bu yüzden ne mutluydu Türküm demek.
19 Mayıs 1919 19 Mayıs 1919’da Samsun’a yanaşan Bandırma gemisinden inen subaylar bir kurtuluş savaşını başlatmak için oradaydılar. Ama bu kurtuluş savaşı emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşı değil, başta Pontos olmak üzere Osmanlı’dan geriye kalan topraklardaki Rumlardan kurtuluş savaşı idi. Alman efendilerle birlikte girilen 1. Dünya Savaşı hüsranla sonuçlanmış, yenilmişlerdi. Ama buna rağmen savaş bahane edilerek Osmanlı coğrafyasındaki Ermeni ve Süryanilerin büyük bir kısmı katledilmiş ve sürgün edilmişti. Bu arada Rumlar da Küçük Asya ve Trakya’da sürgünlere tabi tutulmuşlardı. 1916’da ise Pontos’ta yine savaş bahane edilerek iç bölgelere sürgünler organize edilmişti. Ancak Ermeni ve Süryanilere yönelik sürgün ve katliamlarla soykırım süreci hemen hemen tamamlanırken Rumlar hala sorun olarak önlerindeydi. Pontos’ta Rumlar direniyordu. Rum köylerine yönelik çete saldırıları karşısında bir yandan Metropolitler halkı korumak ve katliamların önüne geçmek için çağrılar ve görüşmeler yapıyorken halk dağlara sığınmak zorunda kalıyor, partizan örgütlenmeleri kuruyordu.
Bandırma gemisinden inen subaylar ilk iş olarak Pontos’taki çete reisleri ile görüşürler. Amaç bu coğrafyada Rumlardan geriye tek bir iz bile bırakmamaktı. 19.yüzyılın son çeyreğinden o güne kadar Jön Türklerin öncülüğünde şekillenen Hristiyan halklardan kurtulma planı artık son aşamasına gelmişti.
Tek bir İngiliz ve İtalyan askerinin burnu bile kanamaz Savaşın galibi İngiltere, Fransa ve İtalya açısından savaşın galibi olmalarına rağmen durum pek de iç açıcı değildi. Her şeyden önce bu üç ülkede de yönetim krizi vardı ve halk savaşın ortaya çıkardığı kayıp ve yıkımlardan hoşnut değildi. Bir kapitalist pazar paylaşımı olan bu savaş esnasında dünyanın altıda birinin bu pazar dışına çıkacağı bir gelişme yaşanmıştı. 1917’de Rusya’da bir sosyalist devrim gerçekleşmişti. Rusya 1917’de hem savaş dışında kalmış hem de savaş sonrasında emperyalist kapitalist cephenin karşısında yeni bir karşı cephe ortaya çıkmıştı. İşte bu durum savaşın galipleri açısından Osmanlı’dan geriye kalan topraklara ilişkin yeni bir bakış açısı ihtiyacı doğurmuştu.
Sevr’deki düşünceler adım adım değişecek ve Jön Türklerin geride kalan son Hristiyan halkına; Rumlara yönelik imha ve sürgün politikalarının önü açılacak ve başarılı olup olmamalarına bakarak yeni sürecin şekillenmesi belirlenecekti. Bu arada savaşın galibi İngilizlerin İstanbul’da, İtalyanların Antalya ve çevresinde, Fransızların ise Antep ve Maraş’ta askerlerinin varlığı sembolik olmanın ötesinde değildi. İngilizlerin, Osmanlı mahkemelerince Ermeni ve Süryanilere yönelik sürgün ve katliamlardan sorumlu bulunup cezalandırılan İttihat ve Terakkici kadrolarına yönelik tutuklamalar ve Fransızlar ile küçük çatışmaların ötesine geçmeyen olaylar dışında 1.Dünya Savaşı’nın galibi devletlerle Türk güçleri arasında bir savaş yaşanmaz. Tek bir İngiliz ve İtalyan askerinin burnu bile kanamaz. 100 yıl boyunca propagandası yapılan yedi düvele karşı kurtuluş savaşı da koca bir yalandı. Kurtuluş Savaşı diye anlatılan hikaye, Yunan ordusu ile yaşanan iki cephe savaşı dışında, bütün Pontos’u kana bulayacak sürgün ve katliamlardı.
Yunan ordusunun İzmir’e çıkışı 15 Mayıs 1919 tarihinde Yunan Ordusu İzmir’deydi. Yunanistan’ın amacı Rumlara yönelik gerçekleştirilen katliamları önlemek miydi? 30 Mart’ta imzalanan Mondros Mütarekesine göre Osmanlının savaşın mağlubu olarak uyması gereken kurallardan birisi silah bırakmak ve teslim olmak iken durum böyle değildi. Özellikle İttihat ve Terakki cemiyetinin gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa varlığını sürdürmekte ve çeteleri aracılığıyla Rumlara yönelik katliamlara devam etmekteydi. İzmir ve çevresinde Türk çeteler tarafından Rumlara yönelik katliamlar gerekçe gösterilerek İtilaf devletlerinin de onayı ile Yunan ordusu İzmir’e çıkarma yaptı. Hiçbir direnişle karşılaşmadan Afyon’a kadar ilerledi.
O yıllarda hem Kazım Karabekir hem de İnönü’nün de dile getirdiği gibi tehlike İngilizler değil, içerideki ‘hainlerdi’. Hatta Mustafa Kemal Pontoslu Rumları Yunan ordusundan daha tehlikeli gördüğünü “...dahilî isyanları bastırmak, Yunan taarruzunu tevkif etmekten elbette daha mühimdir” sözleriyle ifade edecekti.
Bu arada diğer itilaf devletleri gibi Yunanistan’da da siyasi bir kriz yaşanıyordu. Bir yanda Alman yanlısı Kral ile siyasi çekişme içinde olan Venizelos, savaşın Almanlar aleyhine sonuçlanmasını da fırsat bilip Küçük Asya macerası ile bu çekişmenin de galibi olacağını umuyordu. Öte yandan Pontos’ta yaşananlara dair metropolitlerin ve bazı siyasi liderlerin Paris Barış konferansına yolladıkları bildiriler ciddiye alınmıyordu. Bu konuda Venizelos da aynı tutum içindeydi, Pontos onun başını ağrıtacak bir sorundu. İttifak güçlerinden ve Yunanistan’dan yardım bekleyen Pontos’un metropolitleri ve umutlandırdıkları halk büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaktı. İtilaf devletlerinin Yunan ordusunun Küçük Asya’daki varlığına desteği 1921 yılından itibaren sona erdi.
Ankara Meclisi ve Merkez Ordusu’nun kurulması 23 Nisan 1920’de Ankara’da BMM açılışı yapıldı. Jön Türk hareketi elbise değiştiriyordu. Yeni çıkarılacak yasalarla kendileri dışındaki tüm örgütlenmeleri yasaklayacak, 1908’den beri yapmayı planladıkları her şeyi adım adım hayata geçirmeye başlayacaklardı. Önlerindeki en önemli sorun ise Rumlardı. O yıllarda hem Kazım Karabekir hem de İnönü’nün de dile getirdiği gibi tehlike İngilizler değil, içerideki ‘hainlerdi’. Hatta Mustafa Kemal Pontoslu Rumları Yunan ordusundan daha tehlikeli gördüğünü “...dahilî isyanları bastırmak, Yunan taarruzunu tevkif etmekten elbette daha mühimdir” sözleriyle ifade edecekti.
Aralık 1920 yılında BMM tarafından ilk düzenli ordu olan Merkez Ordusu kurulur. Yüz yıldır tarih kitaplarında İngilizlerin İstanbul’u, İtalyanların Antalya ve çevresini, Fransızların Antep ve Maraş çevresini işgal ettiği ve Yunan ordusunun Afyon’a kadar ilerlediği ve yedi düvele karşı nasıl bir direniş yaşandığı anlatılır ancak Merkez Ordusu’nun çalışma alanı işgal altında olduğu söylenen yerler değil Pontos ve Sivas’tır.
353 bin ölü, 800 bin kayıp Bu arada Sovyetler Birliği’nin tutuma da çok önemlidir. Sovyetler Birliği, Mustafa Kemal’i anti-emperyalist olarak değerlendirir. Lozan’a kadar uzanacak olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması sürecinde en önemli desteği Sovyetler Birliği verir. Sovyet yetkililerin katil Topal Osman’a yazdığı telgraflardan anlaşıldığına göre silah, cephane ve lojistik yardımlar ile Sovyetler Birliği Pontos’ta gerçekleştirilen soykırımda da pay sahibidir. 1914 yılından 1923 yılına kadar 353 bin Pontoslu Rum katledilmiştir. 19 Mayıs 1919’dan itibaren ise süreç soykırıma evrilmiş, adeta geride Rumlardan iz bırakılmamaya çalışılmıştır. 1920’de Milli Eğitim Bakanlığı, 1921’de ise Sağlık ve Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Rıza Nur ile Topal Osman arasında geçen bir diyalogda, Rıza Nur Topal Osman’a sorar, ‘bütün binaları yıktınız mı?’ diye. Topal Osman ise ‘sağlam olanları kendimize ayırdık’ der. Rıza Nur ise ‘hayır hayır hepsini yıkın, geride iz bile kalmasın’ der. İşte bu soykırımın itirafıdır. Amaçları geride Rumlardan iz bırakmamaktır. Yunan ordusuyla yaşanan çatışmanın sonu geldiğinde Türk ve Yunan ordularının kayıp sayısı 40 bin civarında iken, Pontos’ta bilanço 353 bin Rum’un katledilmesi, Küçük Asya’da ise 800 bin sivil Rum’un kayıp olmasıdır. 14 Mayıs’ta ise İzmir ateşe verilecektir. İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri tatildedir Küçük Asya’da.
Halkın Zaferi mi? Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın firari asker sayısı 300.000’dir.[1] Yine ilk olarak 18 Eylül 1920 yılında kurulan İstiklal Mahkemelerinin en önemli kuruluş gerekçelerinden biri de asker kaçaklarıdır. Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri adlı kitabında ‘Ülkenin maddi varlığı tehlikeye girmiş olmasına karşın, geniş köylü kitleleri durumlarında önemli bir değişiklik olacağı umudunu taşımadıklarından olacak, şimdiye dek arkasından gittiği seçkinlerin mücadelesi olarak baktıkları savaşı desteklemek istememiş isyan ederek ya da askerden kaçarak, muhalefetini ve savaşa olan isteksizliğini göstermiştir.’[2] diyerek 1920’li yıllarda geniş bir yoksul kitlenin tercihini nasıl yaptığına işaret ediyor.
Küçük çatışmaların ötesine geçmeyen olaylar dışında 1.Dünya Savaşı’nın galibi devletlerle Türk güçleri arasında bir savaş yaşanmaz. Tek bir İngiliz ve İtalyan askerinin burnu bile kanamaz. 100 yıl boyunca propagandası yapılan yedi düvele karşı kurtuluş savaşı da koca bir yalandı.
10-24 Temmuz 1921 tarihleri arasındaki Kütahya- Eskişehir Savaşı boyunca ise 30.700 kişi firar etmiştir.[3] İstiklal Mahkemeleri’nin kapatılmasıyla, askerden kaçma olayları artar ve Sakarya Savaşı’na (23 Ağustos-13 Eylül 1921) kadar ordudaki askerlerin neredeyse yarısı firar etmiş haldedir.[4] Bu sayı İstiklal Mahkemeleri’nin etkisiyle gittikçe azalarak Ağustos’ta 4.400-4.500’e düşmüşken, 15 Eylül 1921’de Sakarya Savaşı’nda 120.000 olan asker mevcudunun 10.000’i firar etmiştir.[5] Sakarya Savaşı sonunda, toplam firar oranı 48.335’e ulaşmıştır.[6]
Peki bu tarihsel gerçekler ışığında bu zafer hamaseti bize ne anlatıyor? Bütün bu hamasete rağmen ortada bir kurtuluş savaşından hele hele anti emperyalist bir kurtuluş savaşından söz etmek imkansız. Cumhuriyetin kurucuları 12 yıl sonra 30 Ağustos’u Zafer Bayramı ilan ederken aynı zamanda bir resmi tarih de oluşturdular. Bu resmi tarih mazlum bir ulusun zalimlere karşı mücadele edip başarılı olduğunu anlatmayı hedefliyordu. Ama hem cumhuriyet öncesi hem cumhuriyet sonrası yaşananlar bize bu zaferin ne anlama geldiğini çok iyi anlatıyor.
30 Ağustos binlerce yıldır yaşadıkları topraklarda mezarsız yatan Pontoslu Rumlara ve Küçük Asya Rumlarına karşı işlenmiş soykırımın zaferidir.
30 Ağustos, Abdülhamit’ten İttihat ve Terakki’ye darbeler tarihi olan Osmanlı’nın İstanbul’daki iktidarına karşı 23 Nisan 1920 yılında Ankara’da meclis kurularak yapılan darbenin tescillenmesinin zaferidir.
Yalanlarla, masallarla büyüdük
30 Ağustos 1922’den 30 Ağustos 2024’e ilkokuldan başlayarak bize öğretilen resmi tarihte emperyalizme karşı olduğu söylenen bir savaşı, iç ve dış düşmanların yok edilişi masalını anlattılar. Talat Paşa ve Enver Paşa’dan devraldığı soykırım bayrağını ölene kadar dalgalandıran, Hitler’e ‘örnek’ olabilecek derecede suçlu olan Mustafa Kemal’in gerçek yüzünü bizden gizlediler.
‘Yedi düvele karşı savaştık’, ‘antiemperyalist mücadele verdik’ masalını anlattılar. “Kurtuluş Savaşı” olarak adlandırılan bu sürecin aslında 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın diplomatik düzeyde devam ettirilmesi, yani Osmanlı’nın da içinde bulunduğu iki emperyalist cephenin bu topraklarda karşılaşması olduğunu bizden gizlediler. İzmir’e asker çıkaran Yunanistan’ın elini kolunu sallayarak Eskişehir’e kadar geldiğini, emperyalistler arası çıkarlar değişince sadece bu orduyla iki cephe savaşı dışında başka bir savaş yaşanmadığını, yaşanan çatışmaların da bir ordu ile değil çeteler tarafından sürdürüldüğünü; Müdafaa-i hukuk cemiyetlerinin Kemalistlere destek vermesini sağlayanın vatan sevgisi değil de 1915 Ermeni, Süryani ve 1919 Rum soykırımlarının ardından gasp edilen mal ve mülkü koruma derdi olduğunu ve başta İzmir olmak üzere Ankara ve Pontos’un birçok şehir, kasaba ve köylerini yaktıklarını bizden gizlediler.
Cumhuriyetin kurucuları 12 yıl sonra 30 Ağustos’u Zafer Bayramı ilan ederken aynı zamanda bir resmi tarih de oluşturdular. Bu resmi tarih mazlum bir ulusun zalimlere karşı mücadele edip başarılı olduğunu anlatmayı hedefliyordu. Ama hem cumhuriyet öncesi hem cumhuriyet sonrası yaşananlar bize bu zaferin ne anlama geldiğini çok iyi anlatıyor.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” masalını anlattılar. İttihat ve Terakki’den başlayarak Cumhuriyet’in kuruluş sürecine kadar ve devamında ülkenin kendi içinde Ermeni, Rum, Kürt, Süryani, Asuri uluslarından milyonlarca kişinin kanına girdiklerini bizden gizlediler.
Halifeliği kaldırdık masalını anlattılar. Diğer bütün din ve mezheplerin; Alevilerin, Hristiyanların ve Yahudilerin inanç özgürlüğünü nasıl engellediklerini, yerine Sünni inancının dayatıldığı bir ülke inşa ettiklerini bizden gizlediler.
“Padişahlık sistemine son verdik” masalını anlattılar. Devletin kuruluşunda önemli rolleri olan birçok ismin suçlular ordusu haline dönüştüğünü; suikastler ve İstiklal Mahkemeleri gibi ortamlarda tasfiye edildiklerini, Mustafa Kemal’in ‘tek adam’lıkla yeni padişah olduğunu bizden gizlediler.
Arap alfabesini kaldırıp Latin alfabesini getirdikleri masalını anlattılar. Çok dillilikten tek dilliliğe geçiş yapıldığını, bu ülkede binlerce yıldır yaşayan Rumca, Lazca, Ermenice, Kürtçe, Süryanice’nin yok edilme maksadını bizden gizlediler.
Kadına seçme ve seçilme hakkının ilk defa bu ülkede verildiği masalını anlattılar. Kadınların kurduğu ilk parti Kadınlar Halk Fırkasının bizzat Mustafa Kemal tarafından kapatıldığını, kadınların seçme ve seçilme hakkını elde edebilmek için 9 yıl mücadele verdiğini bizden gizlediler.
1914-1923 yılları arasında 353 Bin Pontoslu Rum’un, 300 Binin üzerinde Süryani’nin, 1,5 milyon Ermeni’nin soykırıma uğratıldığı, 800 bin Küçük Asyalı Rum’un kaybolduğunu bizden gizlediler.
Geride kalanlara Türklüğü ve Sünni Müslümanlığı dayatıp kültürlerini, inançlarını, kimliklerini, geçmişlerini, yaşadıklarını bizden gizlediler.
Haksız olanın Rum, Laz, Süryani, Ermeni, Arap, Kürt, Çerkes, Gürcü, Türk ulusundan, Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Alevi inancından insanlar değil; Talat Paşa’dan Mustafa Kemal’e, İnönü’den Menderes’e, Evren’den Çiller’e, Ağar’dan Erdoğan’a bir grup kan emici ve onlara hizmet eden asalak güruhtan ibaret olduğunu bizden gizlediler.
Ve
1923’te Lozan’da 1 milyon 250 bin Rumun mübadeleye tabii tutulup doğdukları topraklardan sürgün edildiğini,
Mustafa Kemal’in emri ile 1924’te Hakkari’de 20 bin Süryani’nin zorla göç ettirildiğini,
1930’da Ağrı Zilan’da 15 bin Kürdün vahşice öldürüldüğünü,
1934’te Trakya bölgesinde 15 bin Yahudi’nin baskı, şiddet ve tecavüzle zorla göç ettirilip mallarına el konulduğunu,
1938’de Dersim’de 30 bin Alevi-Zaza-Kürtlerin gece gündüz süren ağır bombardımanlarla yok edildiğini,
1942-1944 yılları arasında çıkarılan Varlık Vergisi ile yüzyıllardır bu ülkede yaşayan halkların mallarına el konulduğu için sürgünde yokluktan, çaresizlikten ölmelerine göz yumulduğunu,
1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül pogromunda Rum ve Ermenilerin işyerleri ve evlerinin basılıp talan edildiğini, kadınların hayatlarının tecavüzlerle karartıldığını,
20 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ı işgal ederek, barış götürüyoruz yalanı ile binlerce Rum’un katledildiğini,
1 Mayıs 1977’de İstanbul Taksim’de, Ankara Bahçelievler’de, Maraş’ta, Çorum’da kontrgerillanın karanlık eliyle pırıl pırıl gençlerin, kadınların, erkeklerin öldürüldüğünü,
1980’de yapılan faşist darbeyle ülke bir hapishaneye dönüştürüldüğünde, başta Diyarbakır, Metris, Mamak ve Sağmalcılar olmak üzere birçok cezaevinin işkencehane gibi işletildiğini,
1990’larda Kürt köyleri basılarak evlerin, zaman zaman içindeki insanlarla birlikte yakıldığını, binlerce köyün bu şekilde boşaltıldığını,
Sivas’ta aydınların diri diri yakıldığını, Gazi’de halkın sokak ortasında tarandığını, 19 Aralık 2000’de devrimcilerin hapishanelerde diri diri yakılıp, kurşunlanıp, bombalanıp vahşice öldürüldüğünü,
Roboski’de 34 Kürt köylünün devlet eliyle bombalarla paramparça edildiğini,
Bugün hala dört devletin işgali altında olan Kurdistan’da halkın özgürlük, hak, adalet taleplerini terörizmle eş sayıp,Kürt kimliğini inkar ederek işkence, sürgün ve katliamlarda ısrar ettiklerini bizden gizlediler.
Dipnot ve Kaynakça
[1] Eric Jan Zürcher, Bir Ulusun İnşası; Osmanlı İmparatorluğu’ndan Atatürk Türkiye’sine Jön Türk Mirası, Çev. Lütfi Kılıç, Akılçelen Kitaplar, Ankara, 2015, s. 261-282.
[2] Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Doğan Kitap, Ankara, 2014, s. 66.
[3] İbrahim Artıuç, Büyük Dönemeç Sakarya Meydan Muharebesi, Kastaş Yayınları, İstanbul, 1985 s. 41.
[4] Aybars, age., s. 200.
[5] Eric Jan Zürcher, “Hizmet Etmeyi Başka Biçimlerde Reddetmek: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemlerinde Asker Kaçaklığı”, Çarklardaki Kum: Vicdani Red Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler, Haz. Özgür Heval Çınar, Coşkun Üsterci, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 67.
[6] Doğu Ergil, Millî Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi, Ankara, 1981, s. 224
0 notes
Text
"Insanlar arasındaki ortaklık ne kadar artarsa, işte o zaman KOMÜNİZM olur.. Devleti ele geçirme yolu sahte bir yoldur... Güç ortak olmalı ki herkes kendi özgürlüğüne orada sığınabilsin. KOMÜNİZM gerçekten komünizm diyebilmek için ebeveyn değil ANARŞİST olmalı."
Isaac Puente
0 notes
Text
Kuyruklu yıldız iddiası çürüyor: Yıldızlararası cisimde teknoloji izi - Son Dakika Teknoloji Haberleri | NTV Haber
0 notes
Text
"Ben bir hırsız değilim. Ben sadece toplumun bana ve benim gibilerine dayattığını geri aldım. Siz burjuvalar mülkiyeti kutsal sayıyorsunuz, ama mülkiyet hırsızlık üzerine kuruludur. Kapitalist, işçinin emeğini çalar; toprak sahibi, köylünün emeğini çalar; devlet, herkesin özgürlüğünü çalar. Ben ise zenginlerden çalıp, bu adaletsizliği teşhir ettim. Eğer bu suçsa, ben suçluyum. Ama bilesiniz ki sizin yasalarınızın suç saydığı şey, vicdanımda adalettir."
Alexandre Marius Jacob
0 notes
Text
Önemli olan akıllı olmak değil, aklı yerinde ve zamanında kullanmaktır.
Renè Descartes
0 notes